Ýslam Peygamberi
Pages: 1
Devlet gelirleri By: Hadice Date: 11 Ocak 2011, 10:57:12
Devlet Gelirleri

1625. Devlet gelirleri ve aldýðý vergilerle ilgili olarak, Kur’an þöyle buyurmaktadýr:

           “Onlarýn mallarý üzerinden sadaka vergisi al! Böylece onlarý (günahlardan) temizlersin, onlarý arýtýp yüceltirsin… Allah’ýn, kullarýnýn tevbesini kabul edeceðini, sadakalarý geri çevirmeyeceðini ve Allah’ýn tevbeyi çok kabul eden ve pek esirgeyen olduðunu hala bilmezler mi?” (Tevbe: 9/103-104)

1626. Kur’an’ýn vergiye tabi tutulacak servet kategorilerinden ya da alýnacak vergi miktarlarýndan hiç bahsetmemesi oldukça dikkat çekicidir. Allah, bu miktarý tayin edip gerekirse toplumun ihtiyaçlarýna ve günün koþullarýna göre gözden geçirerek yeniden belirleme iþini insana, yani Devlete býrakmýþtýr. Resulullah (AS) zamanýnda, vergiden muaf tutulan asgari miktarý aþan ziraî ürünler üzerinden 1/10 oranýnda (öþür) vergi alýnmaktaydý. Ancak vergi tahakkuk ettirilirken, emek sarf edilerek (kuyu suyu ile) sulanan topraklarla fazla emek sarf etmeden (akarsu, yaðmur suyu, yeraltý kaynak sularý vs.) sulanan topraklar arasýnda ayrým yapýlmaktaydý. Fazla bir emek harcanmadan sulanan arazilerden elde edilen ürünlerden 1/10 (öþür) oranýnda, emek harcanarak sulanan tarlalardan ise 1/20 (nýsfu’l-öþür) oranýnda zekât vergisi alýnýrdý. Büyük çapta arýcýlýðýn yapýldýðý bölgelerde ise elde edilen ürün üzerinden 1/10 (öþür) oranýnda zekât tahsil edilmiþtir. Biriktirilen altýn ve gümüþ üzerinden ise % 2,5 (1/40) oranýnda zekât vergisi alýnmýþtýr. Kaynaklarda, Benû Suleymlerin topraklarýndan ve Yemen bölgesinden çýkarýlan madenlerden de vergi alýndýðýna dair bilgiler bulunmaktadýr. Yer altýndan ya da ören yerlerinden çýkarýlan definelerin ise % 20’sinin Devlet’e teslim edilmesi gerekiyordu. Açýk arazide otlatýlan sürülerden sadece develerle büyükbaþ ve küçükbaþ hayvanlara zekât tahakkuk ettirilmiþ, at ise zekât vergisinden muaf tutulmuþtur. Ticaret amacýyla edinilen mallar, birikmiþ altýn-gümüþ gibi deðerlendirilerek, bunlar da yýllýk % 2,5 (1/40) oranýnda zekâta tabi tutulmuþtur. Yine kaynaklara göre, yabancýlar, ithal edilen malýn cinsine göre % 5 ila 10 arasýnda gümrük vergisi ödemek zorunda idiler. Bu vergi tarifelerini tabu haline getirip deðiþmez kýlacak þer’î bir hüküm yoktu. Nitekim, geçtiðimiz sayfalarda Halife Ömer’in, Nabatlý tüccarlar tarafýndan Medine’ye ithal edilen gýda maddelerine, Resulullah (AS) zamanýnda uygulanmýþ olan oranýn yaklaþýk yarýsý civarýnda gümrük indirimi yaptýðýný belirtmiþtik (bk. § 1613).

1627. Bireylerin nakit olarak sahip olduklarý ve piyasada dönen paralarýna “gelir vergisi” adý altýnda bir vergi tahakkuk ettirilmeyip, sadece biriktirdikleri tasarruflarý üzerinden zekât vergisi alýnýrdý. Devletin almýþ olduðu bu önlem, insanlarý birikimlerini piyasaya sürerek deðerlendirmeye zorlamakta ve kadýnlara özgü süs eþyalarý ya da mücevherler þeklinde de olsa, bunlardan hazineler oluþturmalarýný önlemekte idi. (Ancak bazý kaynaklar, Halife Ebû Bekir döneminde maaþ gelirleri üzerinden bir “gelir vergisi” alýndýðýný zikretmektedirler.538)

1628. Buraya kadar anlattýklarýmýzda, Müslüman tebaadan alýnan vergiler söz konusudur. Gayrimüslim tebaa, ziraî ve ticarî vergi ödemekle birlikte, birikmiþ tasarruflarý ve ticarî mallarýna karþýlýk zekât ödemekten muaf tutulmuþlardýr. Kaynaklar, bunlarýn besledikleri hayvan sürüleri üzerinden herhangi bir vergi alýndýðýndan da bahsetmezler. Bu insanlar, Devlet’in saðlamýþ olduðu can ve mal güvenliðinden yararlanmakla birlikte, zorunlu askerlikle (cihat) yükümlü deðillerdi. “Millî savunma” gibi büyük harcamalar gerektiren ihtiyaçlarýn bir bölümünü karþýlamak amacýyla, gayrimüslimler arasýndan meslek sahibi kimseler, çok düþük miktarda baþ vergisine (Kur’an’ýn ifadesiyle, kendi elleriyle cizye ödemeye539) tabi tutulmuþlardýr. Ancak bunlar, Müslümanlara bir savaþta yardým ettikleri takdirde, o yýla ait cizyeyi ödemiyorlardý. Gerçekten de, göründüðü kadarýyla gayrimüslim tebaa, Müslümanlarla karþýlaþtýrýldýðýnda çok daha uygun koþullarda yaþamaktaydý; ve ilerde de göreceðimiz gibi bunlar, Müslümanlarýn ödedikleri vergilerden de yararlanýyorlardý.

1629. Buraya kadar sadece normal ve vergilerden bahsettik. Ancak, savaþ ganimetleri (ki bunun 1/5’i Devlet hazinesine giderdi) ve barýþ anlaþmalarý sýrasýnda belirlenen harçlarýn yaný sýra, taþýnýr ve taþýnmaz mallardan elde edilen, geçici ya da olaðanüstü durumlarda alýnan oldukça deðiþik gelirler de vardý.

1630. Vergilerle ilgili son bir þeyi daha belirtelim: Ýbn Hazm gibi klasik yazarlar, toplumun refah ve mutluluðu için yeni vergilerin yürürlüðe konulabileceðini, ayrýca daha önceden konulan vergi oranlarýnýn artýrýlabileceðini özellikle belirtmiþler ve Resulullah (AS)’ýn belirlediði zekât miktarlarýnýn asgari düzeyde olduðunu ve Devlet’in gerekli görmesi halinde geçici olarak yeni vergiler (nevâib) ihdas edileceðini belirtmiþlerdir. Kuraklýk ve kýtlýk zamanlarýnda hükümet, zenginlere geçimleri için yeterli miktarýn (sedd’ur-ramk) dýþýndaki tüm servetlerini içine alacak oranlarda vergiler koyabilir ve topladýðý bu vergileri ülkedeki ihtiyaç sahipleri arasýnda paylaþtýrabilir. Bu yazarlar, görüþlerini þu olaya dayandýrýrlar: Bir gün, Medine’den çok uzakta bir sefere çýkýldýðý sýrada, Ýslâm Ordusunun elindeki yiyecekler tamamen tükenmiþti. Resulullah (AS), herkesin elinde yiyecek olarak bir parça ekmek, birkaç hurma vb. neyi varsa getirmelerini emretti; herkes de bu emri istisnasýz yerine getirdi. Bunun üzerine Resulullah (AS) bu yiyecekleri herkese eþit ve adil bir þekilde daðýttý. Bu arada, toplanan bu vergilerin, -ancak vasat bir insanýn harcamalarýna denk bir maaþ alan- devlet baþkanýnýn lüks ve konforlu bir hayat sürmesi için deðil, tüm ülke insanlarýnýn ihtiyaçlarýna harcanmak üzere alýndýðýný da belirtelim.

Devletin Yaptýðý Harcamalar

1631. Öyle görünüyor ki Kutsal Kitaplar arasýnda Kur’an, Devlet bütçesi ve harcamalarý ile ilgili temel kurallarý açýkça ortaya koyan yegâne kitaptýr. Bu konuya deðinen, mealini verdiðimiz þu âyet üzerinde ayrýntýlý olarak durmaya deðer:

           “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak:

           1. Yoksullara,

           2. Düþkünlere,

           3. (Zekât toplayan) memurlara,

           4. Gönülleri (Ýslâm’a) ýsýndýrýlacak olanlara,

           5. (Hürriyetlerini satýn almaya çalýþan) kölelere,

           6. Borçlulara,

           7. Allah yolunda çalýþýp cihat edenlere,

           8. Yolcuya,

           mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir.”(Tevbe: 9/60)

1632. Ayette zekâttan yararlanacak sekiz sýnýfýn bu þekilde sýralanmasý, sosyal adaleti gerçekleþtirmeye çalýþan baþarýlý bir devletin bütün ihtiyaçlarýný karþýlayacak mükemmelliktedir. Burada tekrar hatýrlatalým ki, zekât ile eþanlamlý olan sadaka terimi, Resulullah’ýn saðlýðýnda ve özellikle hayatýnýn Medine’de geçen son yýllarýnda, ziraat, hayvan sürüleri, ticaret, birikmiþ altýn ve gümüþ vs. gibi konularda Devletin Müslümanlardan tahsil ettiði vergileri ifade etmek üzere kullanýlýyordu. Kur’an, yukarýda bahsettiðimiz ganimet, haraç vs. gibi bazý geçici ve olaðanüstü vergilerin harcanmasý konusunda Devlet Baþkanýna büyük yetki ve serbestlik tanýmýþtýr. Ancak normal ve düzenli vergiler (sadaka) konusunda yukarýda mealini verdiðimiz âyette, bunlarýn nerelere tahsis ve sarf edileceði açýkça gösterilmiþtir. Þimdi sadakadan yararlanacak olan bu sekiz sýnýfý ele alalým:

1633. 1, 2) Ýlk iki sýrada yoksul ve düþkünlerin ele alýnmasý fýkýh ve tefsir bilginleri açýsýndan bazý güçlüklere yol açmýþtýr. Hiç kuþkusuz burada Resulullah (AS)’ýn birçok defa þu þekilde yinelemiþ olduðu bir vergilendirme ilkesi söz konusudur:

           “Zekât, aranýzdaki zenginlerden alýnýp yine aranýzdaki yoksullara daðýtýlacaktýr.”

           Ancak bu ayette neden yoksul (fukarâ) ve düþkün (miskinler) þeklinde iki farklý terime yer verilmiþtir? Endülüslü tefsir bilgini Ebû Hayyân (öl. H. 784), Tefsir adlý eserinde,540 aralarýnda Ýmâm Þâfiî’nin de bulunduðu bazý klasik dönem Müslüman bilginlerinin fukarâ ve mesâkîn terimlerinin eþanlamlý olduðu görüþünü savunduklarýný, ve Allah’ýn Rahman ve Rahim sýfatlarýnýn gereði olarak, toplumda muhtaç durumda bulunan bu kimselere, (her bir sýnýfa 1/8’lik pay düþtüðü göz önüne alýnýrsa), Devlet gelirlerinden 2/8 hisse ayrýlmasý gerektiðini ifade etmektedir. Bu görüþün aksine, Hulefâ-i Râþidîn’den Ömer (RA), âyette Müslümanlar arasýndaki fukarâ ve Gayrimüslimler (Yahudi, Hýristiyan vs.541) arasýndaki mesâkîn olmak üzere iki ayrý türde ihtiyaç sahibinin söz konusu edildiðini savunuyordu: Diðerleri de bu görüþtedirler. Hadisin metninden anlaþýldýðýna göre, hocasý Ýbn Abbâs’ýn görüþünü yineleyen Ýkrime de, fukara’nýn Müslümanlar arasýndaki, mesâkîn’in ise Ehlu’z-Zimme542 denilen Gayrimüslim tebaa arasýndaki ihtiyaç sahiplerini ifade ettiðini söylemektedir. Halife Ömer ve Ýkrime’nin yorumu, dil yapýsý yönünden de daha tutarlý gözükmektedir. Gerçekten de Sâmî dillerinde miskin sözcüðü, Hammurabi yasalarýnda geçen ve uzun uzadýya açýklanan moþkîn teriminde olduðu gibi, bir baþka ülkeye yerleþmiþ bulunan yabancý anlamýna gelmektedir.

1634. Yeri gelmiþken, Halife Ebû Bekir zamanýndaki bir uygulamayý hatýrlatalým. Hîre þehrinin fethinden sonra, Ordu komutaný Hâlid ibn Velîd, Halife adýna imzaladýðý bir barýþ anlaþmasýnda þöyle diyordu:

           “... Ayrýca, baþlarýna bir felâket gelmesi ya da zengin iken fakir olmasý nedeniyle artýk çalýþacak durumda olmayan ve bu yüzden kendi dindaþlarýnýn lütuf ve merhametine sýðýnmýþ olan bütün yaþlý kimseler benim tarafýmdan cizye’den muaf tutulmuþ olup, kendisi ve geçimini üstlendiði kiþiler, Hicret Ülkesinde (Dâru’l-Hicre) yahut Ýslâm Ülkesinde (Dâru’l-Ýslâm) ikamet ettikleri sürece Müslümanlarýn Devlet Hazinesi’nden (Beytu’l-Mâl’den) yardým alacaklardýr. Ancak (bu gibi yaþlýlar ve onlarýn yakýnlarý) Hicret etmiþ olduklarý ülkeyi ya da Ýslâm topraklarýný terk edip gitmeleri halinde, artýk Müslümanlar, bunlarýn geride býraktýðý kimselerin ihtiyaçlarýný karþýlamayacaklardýr.”543

1635.  3) “(Zekat toplayan) memurlar” ise, açýkça anlaþýlacaðý gibi, Devletin bu iþle görevlendirdiði kimselerdir. Belki de belirtilmesi gereken husus, burada sadece vergi tahsildarlarýnýn deðil, toplanan vergilerin muhasebesi, hesaplarýn tasfiyesi, harcama kalemlerinin belirlenmesi, denetlenmesi gibi iþlerle uðraþan memurlarýn da söz konusu olduðu ve maaþlarýný (ya da emekli maaþlarýný) alýrken bu sýnýfa dahil edilmeleri gerektiðidir. Birazdan göreceðimiz gibi, bu vergilerden (sadakât) yararlananlarýn sayýsý oldukça fazladýr. Zira, sivil ve askerî devlet memurlarýnýn hemen tamamý bu kapsama girmektedir. Devlet Maliyesinin muhasebesini tutma konusu ile ilgili olarak þu küçük olayý nakletmek istiyorum: “Halife Ömer, Suriye’deki valisine (Muâviye’ye ya da onun kardeþi Yezîd’e) þöyle bir yazý gönderdi:

           “Mâlî hesaplarýmýzý düzenlemek üzere bize bir Rum (Grek) memur gönderiniz (yukîmu lenâ hisâb ferâ’idinâ544).”

1636.  4) “Gönülleri ýsýndýrýlacak olanlar” (mü’ellefet’ul-kulûb): Bu ilginç terim, Devletin az çok gizlilik gerektiren iþlemler sýrasýnda duyduðu bazý ihtiyaçlarý gidermek için kullanýlmýþtýr. Resulullah, diðer bütçeye ayrýlan paranýn bir bölümünü, bazý harcamalarýn yaný sýra, ruhî-mânevî konularla fazla ilgilenmeyen kabile veya sop baþkanlarýný toparlayýp bir araya getirmek için kullanýyordu. Hanefî mezhebine mensup bazý fýkýh bilginleri, âyetin (Tevbe: 9/60) bu hükmünün Halife Ömer tarafýndan yürürlükten kaldýrýldýðýný, o devirde toplumun kendisi ile hemfikir olduðunu, bunun sonucu olarak bu konuda bir icma (consensus) oluþtuðunu öne sürerler. Ancak bu konuda iki anlatým mevcuttur: Ýlkine göre, Resulullah (AS), ‘Uyeyne ibn Hýsn gibi bazý kimselere bu tür avantajlar saðlýyordu. Halife Ebû Bekir de bu ödemelere devam etti. Ancak Halife Ömer iþ baþýna gelince, “artýk Ýslâm’ýn Uyeyne gibi kimselerin dostluðuna ihtiyacý kalmadýðýný” söyleyerek, bu uygulamaya son vermiþtir. Diðer anlatýma göre ise, Medine’de Devlet Mâliyesi ve vergi muhasebesi ile ilgili iþlerde görevli bazý Gayrimüslimler Ýslâm’ý kabul edince, Halife Ömer’e baþvurarak, bütçenin “Gönülleri ýsýndýrýlacak olanlar” faslýndan kendilerine belli bir ödeme yapmasýný telkin ettiler; Halife Ömer bu öneriye sinirlenerek þöyle dedi: “Maddî çýkar saðlamak amacýyla dinlerini deðiþtiren kimselere Ýslâm’ýn ihtiyacý yoktur” þeklinde cevap verdi. Ne olursa olsun, bizzat Resulullah’ýn ve ondan sonra da halifesi Ebû Bekir’in uygulamýþ olduðu bir Kur’an ayetinin, Halife Ömer tarafýndan yürürlükten kaldýrýldýðýný söylemek büyük bir hata olur. Bu olsa olsa bir kýsým fýkýhçýlarýn, Devletin ihtiyaçlarýnýn altýnda yatan derin nedenleri ya da Halife Ömer’in bu tasarrufundaki hikmet ve anlamý göremeyecek kadar dar görüþlü olmalarýndan kaynaklanmaktadýr. Zira bu anlatýmda kesinlikle özel bir kiþi söz konusu olup, Ömer kendisine devletin harcama kaleminden bir avantaj saðlanmasýný reddetmiþ, ama bundan böyle hiç kimse lehine hiçbir iþ yapmayacaðýný söylememiþtir. Ýbn Rüþd’ün Bidâye adlý eserinde bize bildirdiðine göre,545 Ýmâm Þâfiî’nin yaný sýra Ýmâm Ebû Hanîfe de, söz konusu âyetin bu bölümünün hiç bir þekilde yürürlükten kaldýrýlmadýðýný ve bundan sonra da asla ilga edilmemiþ olduðunu belirtmiþlerdir. Bu konuda bazý yetkililerin görüþlerine yer verelim:

1637. I. Taberî546 (öl. H. 310), Tefsîr’inde þöyle demektedir:

           “Allah, iki amaç gözeterek sadaka vermeyi emretmiþtir: Birincisi, Müslümanlar arasýndaki yoksullarýn yardýmýna koþmak; diðeri ise, Ýslâm’a yardým edip onu kuvvetlendirmektir. Ýslâm’a yardým ve onun peþinden koþtuðu hedeflerin gerçekleþtirilmesini saðlamakla ilgili olarak þunu açýkça belirtelim ki, yoksullara olduðu kadar zengin kimselere de (toplanan bu sadakalardan) ödemelerde bulunulacaktýr. Zira, sadakayý verirken asýl amaç sadece onu alacak kimsenin özel ve belli ihtiyaçlarýný gidermek deðil, fakat Ýslâm dinine yardým etmektir. “Gönülleri kazanýlmak” amacýyla kendilerine belli bir ödemede bulunulan kimseler için de ayný þey söz konusudur. Bu gibi kimseler zengin dahi olsalar, Ýslâm davasýný yüceltmek amacýyla, kendilerine (toplanan sadakalardan) belli bir ödemede bulunulabilir. Demek ki, günümüzde bir kimsenin kalkýp, artýk gönüllerin kazanýlmasýna gerek kalmadýðýný, çünkü Müslümanlarýn sayýca yeterli çoðunluða eriþtiklerini ve Ýslâm’ýn kendi kendisini düþmanlarýna karþý savunacak kadar güçlü olduðunu söylemenin tutarlý ve haklý bir yaný yoktur.”

1638. II. Ebû Ya’lâ el-Ferrâ’ el-Hanbelî547 (öl. H. 458) de, þu deðerli gözlemlerde bulunmaktadýr.

           “Kalpleri kazanýlacak kimseler dört çeþittir: Kimilerinin kalpleri Müslümanlara yardým etmeleri saðlanarak, kimileri ise Müslümanlara kötülük ve zarar verecek eylemlerden uzak tutularak kazanýlýr; yine bazýlarý vardýr ki bunlar “Ýslâmî bir inanç ve yaþayýþ içine” dahil edilerek kazanýlýr; ve nihayet öyleleri de vardýr ki, kendileri sayesinde diðer yakýnlarý ve mensubu bulunduklarý kabileler Ýslâm’ý kabul etmeye ikna edilebilir. Bu müellefetu’l-kulûb (kalpleri kazanýlacak kimseler), ister Müslüman isterse putperest, bu dört çeþitten hangisine mensup olurlarsa olsunlar, âyette kendilerine ayrýlan paydan yararlanmalarýna izin verilmiþtir.”

1639. III. Ýbn el-Arabî548 (öl. H. 458) ise þöyle der:

           “Kalpleri kazanýlacak kimselerle ilgili olarak birçok görüþ ileri sürülmüþtür. Bazýlarý bunlarýn Müslümanlar... bazýlarý ise Gayrimüslimler olduðunu söyler. Bunlar arasýnda Ýslâm’a karþý bir eðilimi olduðunu söyleyen kimseler de vardýr. Örneðin, Safvân ibn Umeyye, Resulullah’tan bazý hediye ve baðýþlar aldýðý sýrada müþrik ve putperest bir kimseydi... Onuncu husus, sadakadan yararlanan bu sýnýfýn hak sahibi olarak varlýðýný hala sürdürüp sürdürmediðidir Bazýlarý bu sýnýfýn artýk ortadan kalktýðýný söylerler; Mâlik de bu görüþtedir. Bir baþka grup ise, bu sadakadan yararlanan grubun halen varlýðýný sürdürdüðünü belirterek, her ne kadar Halife Ömer, Ýslâm’ýn iyice kuvvet ve kudret kazandýðýný görerek Devlet Bütçesinden bu zümreye yapýlan ödemeleri durdurmuþsa da, bir Devlet Baþkanýnýn her zaman Ýslâm yararýna kalpleri kazanmaya ihtiyaç duyabileceðini buna delil olarak gösterirler. Þahsen ben, Ýslâm’ýn artýk çok güçlü olduðunu ve artýk bu tür harcamalara ihtiyacý olmadýðýný düþünüyorum. Ancak ileride buna yeniden ihtiyaç duyulacak olursa, týpký Resulullah’ýn yaptýðý gibi, bu gelir kaleminden bir pay ayrýlabilir. Zira, Resulullah’ýn sahîh bir hadisinde bize bildirdiði gibi, “Ýslâm garib (fakir ve kimsesiz) geldi, týpký baþlangýçta olduðu gibi tekrar garib bir duruma düþecektir.”

1640. IV. Hanefî fýkýh bilgini Kâsânî’nin549 (öl. H. 587) bize söylediðine göre:

“Kalpleri kazanýlacak kimselerin sahip olduðu hak ve hisse ile ilgili olarak farklý görüþler ortaya atýlmýþtýr: Hanefî bilginlerinin çoðunluðu, bu hissenin hükmünün kalmadýðýný ve artýk ortada bulunmadýðýný; Resulullah’ýn vefatýndan sonra, bu isim altýnda her türlü ödemenin durdurulduðunu ve artýk bundan sonra da verilmeyeceðini söylerler. Bir defasýnda Ýmâm Þâfiî de benzer bir görüþte bulunmuþtur. Yine Ýmâm Þâfiî’nin paylaþtýðý baþka bir grup fýkýhçýnýn görüþüne göre, Resulullah’ýn saðlýðýnda kendilerine bir ödeme yapýlan kimselere hisselerinin ödenmesine devam edilmelidir. Çünkü bugün Ýslâm’a yeni girmiþ olan Müslümanlara, kendilerini hoþnut etmek ve inançlarýný saðlamlaþtýrmak için katkýda bulunulmasý gerekir. Hattâ, yetki ve kuvvet sahibi olup da kendilerinden Ýslâm’a bir kötülük ve zarar gelmesinden endiþe duyulan, düþman (ehlu’l-harb) arasýndaki baþkan ve ileri gelenlere de, kötülüklerinden emin olmak için verilebilecektir. Zira Resulullah’ýn kendi zamanýnda belli kimselere sadaka verirken gözettiði nedenler, bahsettiðimiz bu gibi kimseler için de geçerlidir.”

1641. V. Ebû Hayyân el-Endülûsî550 (öl. H. 754) ise þöyle demektedir:

“Çok sayýda bilginin ifadesine göre, “kalpleri kazanýlacak insanlar” zümresi her zaman var olmuþ ve Kýyamet Gününe kadar da varlýklarýný sürdüreceklerdir. Bunlar, Müslüman olmuþ, ancak îmanlarý henüz saðlam olmayan, ileri gelen Arap Baþkanlardýr: Bunlara, îmanlarýný kuvvetlendirmek için bu fasýldan bir pay ödenir; yahut da bunlar, çevrelerinde etkili olan Gayrimüslim kimselerdir; Ýslâm’ýn lehine, bunlarý ve bu gibi kimselerin peþinden gidenleri kazanmak için de onlara bir hisse verilecektir.”

1642. VI. Þevkânî551 (öl. H. 1251) ise þöyle söyler:

“Bazý Hanefî fýkýhçýlarýnýn iddia ettiklerine göre, Resulullah (AS)’ýn sahabeleri, bu kümenin artýk mevcut olmadýðý konusunda görüþ birliðine varmýþlardýr. Ancak bir grup bilgin ise, bu kümeye giren insanlarýn her zaman mevcut olduðunu ve Ýslâm Devlet Baþkanýnýn bazen buna ihtiyaç duyabileceðini belirtmektedirler. Yûnus þöyle nakleder: “Ben, bu küme ile ilgili olarak ez-Zuhrî’ye bir soru sordum, o da bana âyetin bu hükmünün yürürlükten kaldýrýlýp kaldýrýlmadýðý hakkýnda hiçbir þey bilmediðini söyledi.”

1643. Günümüz bilginlerinden Reþîd Rýzâ’nýnkini552 de kendilerine katabileceðim bu görüþlerin bizim için yeterli olduðunu düþünüyorum. Þunu da belirtmeme izin verin: Resulullah (AS)’ýn ‘Uyeyne’ye ve o sýrada henüz gayrimüslim olan Safvân’a verdiði ve bazýlarýnýn bu tartýþmayla iliþkilendirdiði hediyeler, aslýnda zekât yoluyla elde edilen Devlet gelirlerinden olmayýp, Huneyn savaþýnda ele geçen ganimetlerden seçilmiþlerdi.

1644. 5) Beþinci grubu ise “boyunduruk altýnda bulunanlar” (fi’r-rikâb) oluþturmaktadýr. Fýkýh ve tefsir bilginleri, bu terimi sürekli olarak Ýslâm Devleti’ndeki iki tür tebaa için kullanmýþlardýr: Köleler ve savaþta düþman tarafýndan esir alýnan kimseler. Savaþ esirleri konusunda Müslüman ve Gayrimüslim þeklinde bir ayrým yapýlmamýþtýr; bu konuda elimizde resmî ve kesin belgeler bulunmaktadýr. Emevî halifesi Ömer ibn ‘Abd el-Azîz, Ordu komutanlarýna yazmýþ olduðu birçok yazýda, erkek-kadýn, hür-köle, Müslim-Gayrimüslim ayrýmý gözetmeksizin düþman eline düþmüþ savaþ tutsaklarýnýn, fidyeleri Devlet Hazinesi’nden karþýlanmak suretiyle kurtarýlmasýný hatýrlatmýþtýr. Bu konuda birçok yaþanmýþ olayý saymak da mümkündür.553 Kölelere gelince: Ýslâm, kendi fidyesini sahibine ödemek koþuluyla her kölenin kölelikten kurtulmaya hakký olduðunu ve sahibinin böyle bir talebi reddetme hakkýnýn bulunmadýðýný;554 böyle bir taleple ortaya çýkan kölenin, gerekli meblâðý kazanýp sahibine ödeyebilmek için kendi hesabýna çalýþma iznine sahip olduðunu; ayrýca, bu borcunu ödeyinceye kadar her türlü zekât vergisinden muaf olduðunu hükme baðlamýþtýr.555 Kur’an, sadece Müslümanlar arasýnda takva sahibi ve hayýrsever kimselerin elleri altýndaki köleleri azat etmelerini veya baþkalarýna ait kölelerin bu durumdan kurtulmalarý için yardýmda bulunmayý emretmekle kalmamýþ,556 ayný zamanda, incelediðimiz ayette ((Tevbe: 9/60) açýkça görüldüðü gibi, “boyunduruk” altýnda yaþayan ve aralarýnda kadýn ve erkek kölelerin bulunduðu kimseleri kurtarmak için Devlet bütçesinden yýllýk ödenek ayrýlmasý gibi, Ýslâm Hükümetinin olumlu icraatlarda bulunmasý gerektiðini vurgulamýþtýr.

1645. 6) “Aðýr borç yükü altýnda bulunanlar (el-ðârimîn)” tabiri ise, su baskýný, yangýn, deprem gibi doðal afetlerden zarar gören ya da, örneðin hiç bir kasýt olmaksýzýn kaza sonucu birinin ölümüne neden olan ve kan bedeli (fidye) ödemek zorunda kalan ve borcunu ödeme imkânýndan yoksun bulunan kimseler için kullanýlmýþtýr. Halife Ömer, borçlu duruma düþenlere yapýlan bu yardýmý daha da geliþtirerek, hali vakti yerinde olduðu halde geçici bir süre için sýkýntýya düþen kimselere, yardým þeklinde deðil de sadece borç para vermek suretiyle onlarý bu uygulamadan yararlandýrmýþtýr (krþ. Mâlik, Muvatta, 32/1). Halife, Devlet Hazinesinden bu þekilde verilen kredilerden faiz almýyor ve örneðin bu alacaklarý, borçlularýn altý ayda bir ödenen maaþlarýndan tahsil etme yoluna gidiyordu. Hatta Ömer’in kendisi de bu þekilde Beytü’l-Mâl’den birçok kez borç para almýþtýr. Bu sistem daha da geliþtirildiði takdirde, toplum tefecilik denilen bu vebadan tamamen kurtulmuþ olacaktýr. Bu arada, söz konusu ayette (Tevbe: 9/60) geçen “yoksullar” ve “muhtaçlar”ýn iki ayrý sýnýf olduðunu da hatýrlatalým. Resulullah zamanýnda, “aðýr borç yükü altýna girenler” için, me’âkýl adýyla birtakým sosyal güvenlik önlemleri alýnmýþtý. Nitekim, Medine Þehir-Devleti Anayasasý’nda, bu konu ile ilgili þöyle bir hüküm yer almaktaydý:

           “... ve her bir zümre, kendi savaþ esirinin fidyesini müminler arasýndaki hakkaniyet ölçülerini ve adaleti gözeterek ödemek zorundadýr. Mü’minler, yakýnlarýndan hiçbirini aðýr mâlî yükümlülük altýnda býrakmayýp, gerek fidye gerekse kan diyeti þeklinde ödenmesi gereken borcu en iyi ve mâkul ölçülere göre vereceklerdir.”557

           Baþka bir deyiþle, eðer bir topluluðun elindeki fonlar herhangi bir anda ortaya çýkacak olan yükümlülükleri yerine getirmeye yetmeyecek olursa, aralarýnda Devlet’in de bulunduðu diðer topluluklarýn, zorluk ve darlýk içine düþen topluluða yardým etmeleri gerekecektir. Kapitalist bir temele dayanan ve tek taraflý bir risk anlayýþýnýn egemen olduðu sigorta sistemleri Ýslâm’da yasaklanmýþtýr. Resulullah (AS)’ýn getirmiþ olduðu sigorta sistemi ise “karþýlýklý risk” anlayýþýna dayalý ve millîleþtirilmiþ bir özellik taþýmaktaydý. Halife Ömer dönemine ait bir diðer geliþme de, onun tüccarlara Devlet Hazinesinden borç para (kredi) vermesi ve elde edilen kârý Devlet ile tüccarlar arasýnda paylaþtýrmasý idi. Bu sistem, özellikle eyâletlerde toplanan Devlet gelirleriyle baþkentte toplanan vergilerin karþýlýklý olarak aktarýlmasýnda iþe yarýyordu. Hiç kuþkusuz burada, faiz yasaðýyla örtüþen ve “önceden belirlenmiþ sabit bir kâr” deðil, ancak “karþýlýklý kâr-zarar” anlayýþýna dayalý ticarî bir ortaklýk (mudârabe) söz konusudur.

1646. 7) “Allah yolunda (fi sebilillah)”: Bu deyim, Ýslâm uðruna yapýlacak her türlü hayýr iþleri ve savunma ile ilgili iþleri kapsamaktadýr: Dul kadýnlar ve yetimlere yardým edilmesi, okullara ve öðrencilere baðýþlarda bulunulmasý, hastanelere ve camilere tahsisat ayrýlmasý ve ordunun her türlü araç ve gereçlerinin temini, ülke savunmasý için bazý tesislerin kurulmasý vb. ile ilgili harcamalar.

1647. 8) “Ýbnu’s-Sebîl” (Sözcük anlamý: “yol oðlu”, yani yola çýkmýþ, yolculuk yapan kimse). Bu deyimden anlaþýlmasý gereken, yolculuk halindeki yabancýlara karþý misafirperverlik göstermektir. Herhangi bir þehir, kasaba ya da köyden geçen her yabancýya üç gün süre ile yiyecek-içecek verilmesi ve yatacak yer gösterilmesi, Müslüman toplumlarda gelenek haline gelmiþtir. Daha kapsamlý düþünecek olursak, bu terim turist akýmý içinde bir ülkeye gelen yabancýlarýn yararlanacaðý her türlü faaliyet ve çalýþmalarý kapsar: Yol, köprü ve konaklama tesislerinin yapým ve bakýmý, yollarda güvenlik ve asayiþin saðlanmasý, yolcular için saðlýk önlemlerinin alýnmasý vb. gibi.

1648. Kur’an’da, Devlet adýna alýnan vergilerin harcanacaðý yerlerle ilgili olarak bu sekiz ana baþlýk gösterilmektedir. Oranlarý, tarifeleri ve hatta hangi dönemlerde tahsil edilecekleri önceden belirlenen ve zorunlu olarak Hükümetin gönderdiði görevli memurlar tarafýndan toplanan ve Beytu’l-Mâl’de saklanýp depo edilen, tahsilat sýrasýnda ihmalkâr davranan mükelleflere karþý çok sýký yaptýrýmlarýn uygulandýðý böyle bir vergiye “sadaka” deyip geçmenin haksýzlýk olacaðý kanaatindeyim. Ne zekât ve sadaka terimlerinin etimolojik anlamlarý, ne de bu vergilerden yararlananlar arasýnda “fakir-fukarâ”nýn bulunmasý, hakikatlere karþý gözlerimizi kapamamýza neden olmamalýdýr: Kullanýlan terimler, daha Resulullah (AS)’ýn saðlýðýndan baþlamak üzere, Ýslâm’ýn siyasal-toplumsal geliþimi sürecinde anlam deðiþikliklerine uðramýþlardýr; o dönemde bir Devlet olduðu doðrudur. Ancak zekât dýþýnda Devletin Müslümanlardan aldýðý baþka herhangi bir vergi mevcut deðildi. Öte yandan, zekât kiþiye özel bir harcama da deðildir. Nasýl hesaplanacaðý ve kimlerin yararlanacaðý, hatta bunun hangi dönemlerde ödeneceði, onu veren kiþinin keyfine býrakýlmamýþtýr.

1649. Bu hususlarýn anlamýna vakýf olabilmek için, “cihat” da dahil olmak üzere diðer bütün Ýslâmî kurumlarda olduðu gibi, zekâtý hem dinî hem de dünyevî bir ibadet olarak gören Muhammed (AS)’in Devlet anlayýþýný göz önünde bulundurmamýz gerekmektedir. Muhammed (AS), “ruhî-manevî deðerler” ile “dünyevî-maddî deðerleri” tek bir bütün halinde birleþtirmek istemiþtir. Ona göre, dünyevî-maddî görev ve yükümlülüklerin yerine getirilmesi, rûhî-mânevî görevlerin yerine getirilmesi kadar önemli ve “Allah yolunda” olunduðunu gösteren çalýþmalardýr. Kur’an, yirmiden fazla ayette ayný cümleyi tekrarlayarak, þu iki yükümlülüðü birleþtirilmiþ ve ayný öneme sahip olduklarýný vurgulamýþtýr:

           “Namazý kýlýnýz ve zekâtý ödeyiniz!” (Akîmû’s-salâte ve âtû’z-zekât)

           Konuyu Devlet açýsýndan deðerlendirecek olursak, bu anlayýþýn faydasý, Mümin-Müslüman vatandaþýn bilinç ve vicdanýna, herhangi bir denetleme olmaksýzýn, Hükümete vergisini ödeme yükümlülüðünü yerleþtirmiþ olmasýdýr; zira zekât vermek, namaz, oruç ve Hac’la birlikte, dinin dört temelinden biri olup, Allah’a karþý yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

1650.  Ayrýca, Muhammed (AS)’in nasýl bir siyasî dehâ ve yetenek örneði sergilediðine de iþaret edelim: O, daha önce asla böylesine bir örgütlenmenin bulunmadýðý, dolayýsýyla kimsenin kimseye karþý kendisini yükümlü hissetmediði, Devlet’in gelir kaynaklarýnýn çok düþük olduðu bir ülkede Devletini kurmuþtu. Bir Bedevi’yi kendi ailesi ve kabilesinden daha geniþ yapýya sahip bir topluluða karþý görevlerini yerine getirmeye zorlamak, Devlet tarafýndan basit ve sert tedbirlere baþvurmanýn ötesinde yaptýrýmlar gerektiriyordu. Ayrýca bu tedbirler, sadece kendini düþünen, bencil ve baþýna buyruk yaþayan o Bedevînin yapýsýyla yakýndan ilgiliydi. Bir insan topluluðu bir Devlete olduðu kadar, bir inanç sistemine de muhtaçtýr; bunlarýn her ikisinin de bulunmamasý durumunda bu topluluk, dengesiz ve eksik olacaktýr. Bu uyum ve dengeyi saðlamak için, Muhammed (AS), hem Devletin ve hem de bütün toplumun yararýna, ödenen vergiye bile bir kutsallýk, dinî bir özellik kazandýrmýþtýr. Bu dünyevî görevi yerine getirmede ihmalkâr davranmak, Ýslâm’a göre hem günah, hem de Devlete karþý iþlenmiþ bir suç demektir. Dünyevî ve uhrevî yönden getirilen bu iki yönlü yaptýrým, bir Müslümanýn istisnasýz bütün fiilleri için geçerli olup, Ýslâmî yasalarýn ve toplumsal kurumlarýn düzeyi ile ilgili tam ve doðru bir anlayýþa sahip olmak isteniyorsa, bu durum akýldan asla çýkarýlmamalýdýr.

Devlet Giderlerinin Yönetimi

1651.  Devlet giderleri konusunda Kur’an’da yer alan bu temel prensipler, devamlýlýk arz eden ve önemi giderek artan toplumsal örgütlenme içerisinde göz ardý edilemezdi. Bu konu ile ilgili olarak, Ýmâm Muhammed eþ-Þeybânî bize þu çok deðerli bilgileri býrakmýþtýr:

           “Bu konuda, Resulullah’ýn, Benû’l-Mustalýk ile giriþilen savaþta ele geçen ganimetten Devlete ayrýlan 1/5’lik payýn (Hums) muhafazasý iþi ile ilgilenmek üzere, Mahmiyye ibn Cez’ez-Zubeydî’yi tâyin etmesiyle ilgili hadisini temel alacaðýz. Gerçekten de bu zat, Devlet hissesi olarak ganimetten ayrýlan bu 1/5’lik hissenin idaresinde baþkanlýk yapmýþtýr. Devletin tahsil etmiþ olduðu diðer vergiler Devlet Hazinesinde ayrý bir biçimde saklanýyordu ve bunlardan yararlanan özel bir kesim vardý. Düþman tarafýndan elde edilen ve fey’ adý verilen askerî gelirlerden yararlananlar ise ayrý bir grubu oluþturuyorlardý. Gerçekten de, kamu gelirleri üzerinden elde edilen vergilerden, Resulullah, yetimlere, yaþlý ve muhtaç durumda bulunan kimselere pay ayýrýrdý. (Böylece Devletten tahsisat alan) yetimler, ergenlik çaðýna gelip askerî seferlere katýlma zorunluluðu ortaya çýkýnca, “normal Devlet vergilerinden yararlananlar listesinden çýkarýlarak, “askerî gelirler”den yararlananlar arasýna dahil edilirlerdi. Ancak bu genç, savaþlara katýlmak istemezse, kendisine verilmekte olan normal gelirler de kesilir ve geçimlerini kendilerinin saðlamalarý emredilirdi” (Sarahsî, Þerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, bk. 105. Bölüm: “Ganimetin paylaþtýrýlmasý ve daðýtým iþinden sonra Orduya katýlanlar arasýnda kimlerin hak sahibi olduklarýnýn belirlenmesiyle ilgili olarak bk. § 1978, Kahire yeni basým).

           Burada, Halife Ömer’in daha sonra maaþlarla ilgili olarak kurmuþ olduðu meþhur Divan’ý nasýl oluþturduðu görülmektedir.

Devlet Baþkanýnýn Harcamalarý

1652. Resulullah (AS) henüz Mekke’de iken, kendi geçimini saðlayacak imkânlara sahipti. Medine’ye Hicret etmek zorunda kaldýðýnda ise, kendisine tabi olan bazý zengin sahabeleri, saðmal develerinden bir kýsmýný onun emrine sundular, bazýlarý da bahçelerindeki hurma aðaçlarýndan elde ettikleri mahsulü ona tahsis ettiler;558 bir kýsmý ise, zaman zaman kendi hazýrladýklarý yemeklerden ona da gönderirlerdi. H. 3. yýlda, Muhayrýk adýnda bir sahabe, Muhammed (AS)’e vasiyet yoluyla yedi hurma bahçesini baðýþlamýþtýr. Benû’n-Nadîr Yahudileri Medine’yi boþalttýklarýnda, onlardan Devlet hissesine kalan arazi, Devlet Baþkanýnýn emrine tahsis edilmiþ bir mülk haline gelmiþ ve Resulullah’ý ziyarete gelen yabancý siyasî temsilci ve elçilerin aðýrlanmasý ve diðer devlet harcamalarý bu yolla karþýlanmýþtýr. H. 7. yýlda, Fedek bölgesi halký kendi istekleriyle, buradan elde edilen ürünün yarýsýndan vaz geçerek Ýslâm’a tâbi olduklarý zaman, Muhammed (AS), bu topraklarýn gelirini kendi ailesi fertlerine tahsis etmiþtir: Ailesi için gerekli harcamalar yapýldýktan sonra arta kalan miktar ise, Devlet Hazinesine aktarýlmýþtýr.559 Vefatýndan sonra ise bu gelirlerin tamamý Devlet Hazinesine aktarýlmaya baþlanmýþ ve Muhammed (AS).’in aile bireylerine bunlardan herhangi bir miras kalmamýþtýr.

1653. Savaþta ele geçirilen ganimetler üzerinde, Resulullah’ýn da savaþa katýlmýþ olan herhangi bir savaþçý kadar hissesi bulunmaktaydý: Komutanýn, ganimet üzerinde herhangi bir savaþçýdan daha fazla bir hakký yoktu. Üstelik Muhammed (AS), zekât þeklindeki Devlet gelirleri ya da ihtiyaç sahiplerine daðýtýlmak üzere Müslümanlardan toplanan yardýmlardan, kendisinin, aile bireylerinin ve hatta kendi kabilesinin veraset nedeniyle müttefiki konumundaki Muttalib Oðullarýnýn yararlanmalarýnýn dinen haram olduðunu beyan etmiþti.

Vergiler ve Bunlarýn Tahsil Edilme Yöntemleri

1654.  Henüz Hicretten önceki dönemde Müslümanlar, hayýr hasenat iþleri için mallarýndan ayýrarak ihtiyaç sahiplerine verirlerdi. Ancak o döneme ait Devlet vergi ve harcamalarýnýn tek merkezden yönetildiðine dair bir iz yoktur. Medine’ye Hicret ettikten sonra, Muhammed (AS) burada küçük bir Þehir-Devlet kurmuþ ve yavaþ yavaþ bir Devlet bünyesinde yer alabilecek kurumlar vücut bulmaya baþlamýþlar, ortaya çýkan durumlar ve edinilen tecrübeler sayesinde geliþmiþlerdir. Bu dönemde, Resulullah sahabelerini sürekli olarak hayýr iþlemeye ve sadaka vermeye teþvik etmiþtir. Hatta rivayete göre bazý Müslüman kadýnlar, onun bu tutumu karþýsýnda, mücevher ve süs eþyalarýný Resulullah’a tasadduk amacýyla vermiþlerdir. Zira Resulullah (AS), daha önce de belirttiðimiz gibi, sadece düzenli zekât vergilerini tahsil etmekle kalmamýþ, kendisine getirilen her türden tasadduk þeklindeki gönüllü baðýþlarý da kabul etmiþtir. Bilâl’in görevi ise, getirilen bu mallarý muhafaza etmek ve Resulullah’ýn emirleri doðrultusunda bunlarýn harcanmasýna nezaret etmek idi.

1655.  Git gide Resulullah, kendi yönetimi altýna girmeye baþlayan eyaletlere bilirkiþiler göndermeye ve ziraat yapýlan arazi ve bahçelerdeki ürünlerin miktarlarýyla ilgili tahmin yürütme çalýþmalarýna baþlamýþ560 ve tahsil edilen vergilerin baþþehre nakliyle görevli vergi memurlarý tâyin etmiþtir. Hayvan sürüleri üzerinden vergi olarak alýnan canlý hayvanlar, baskýn ve gasp giriþimlerinin hiç eksik olmadýðý Devlete ait otlaklarda muhafaza edilmiþlerdir. Bu sürülerin muhafazasý sýrasýnda Ebû Zerr’in bir oðlu da þehit edilmiþtir.

1656. H. 9. yýldan itibaren, geniþ topraklara sahip Arap Yarýmadasý’nda vergi tahsil iþleri saðlam esaslara baðlanmýþtý: Resulullah vergiye tâbi farklý “mal kategorileri”ni gösteren tarife listeleri düzenlemiþ ve her bir bölge için ayrý vergi tahsildarlarý görevlendirmiþtir. Bazen bu tahsildarlar kendi bölgelerinden seçilirken, kimi zaman da Medine’den gönderilmiþler, ancak hepsi de görevleri ile ilgili olarak düzenli rapor vermekle yükümlü tutulmuþlardýr.

1657. Bir gün bu tahsildarlardan biri topladýðý vergilerle birlikte Medine’ye gelmiþ ve Resulullah’ýn huzuruna çýkarak, getirdiði mallardan bir kýsmýnýn Devlete ait olduðunu, kalanýn ise kendisine “hediye” olarak halk tarafýndan verildiðini belirtmiþ, bunun üzerine Muhammed (AS) onu azarlayarak þöyle sormuþtu:

           “Ananýn evinde oturup kalsaydýn, yine bu hediyeler sana gelecek miydi?”561

           Resulullah (AS), maaþlarý devlet tarafýndan karþýlandýðý için, vergi tahsildarlarýnýn halktan “hediye” adý altýnda herhangi bir þey almalarýný yasaklamýþtýr.

1658. Elimde yeterli delil olmamakla birlikte bana öyle geliyor ki, ithal ticarî mallar üzerinden alýnan gümrük vergileri sýnýr kapýlarýnda deðil, varýþ yerleri olan þehirlerde tahsil edilmekte idi. Örneðin, elimizdeki kaynaklara göre, Nabatlýlara ait kervanlar Resulullah zamanýnda Medine’ye hububat getiriyorlar ve vergileri orada tahsil ediliyordu.

1659.  Son olarak, zorunlu ama özel olarak ödenen bir baþka vergiden daha bahsedelim: Ýslâm-öncesi döneme ait olan, ancak ayrýntýlarýný bilmediðimiz yýllýk iki büyük bayramý yürürlükten kaldýran Resulullah (AS),562 bunlarýn yerine biri Oruç ayý’nýn sonundaki Ramazan Bayramý, diðeri ise Hac mevsimine rastlayan ve Mekke’nin yaný sýra bütün Ýslâm âleminde ayný günlerde kutlanan Kurban Bayramý olmak üzere iki ayrý dinî bayram (îd) ihdas etmiþtir. Ramazan ayýnýn son gününden sonra kutlanan Ramazan Bayramý’nda her Müslüman, belirli miktarda hububat ya da taneli gýdayý, oturduðu semtteki yoksullara vermek zorundadýr. Klasik devirlerde yaþayan Müslümanlar, Sadaka-i Fýtýr adý verilen bu yardýmý, gayrimüslim komþularýna, örneðin Hýristiyan keþiþlere bile yaparlardý.563 Ayný þekilde, Kurban Bayramýnda (Îdu’l-Edhâ) bir koyun kurban edilerek, kurban sahibi kestiði kurbanýn bir kýsmýný kendisi yer, geri kalan kýsmýný da (asgarî 1/3), fakir-fukaraya daðýtmasý gerekir. Resulullah (AS), bir hadisinde:

           “Kim imkâný olduðu halde kurban kesmezse, bizim namaz kýldýðýmýz yerlere (musallâ) yaklaþmasýn.”

           buyurmaktadýr. Ancak Devlet, bu iki dini vecîbenin yerine getirilmesi konusunda Müslümanlara karýþmaz.

Vergilerin Tahsil Edilme Dönemleri

1660. Ziraî ürünlerden alýnan vergiler, her ürün kaldýrýldýktan sonra ödenir; sýcak ve nemli bölgelerde yýlda birçok kez ürün alýnabilir. Ancak ticarî mallar, hayvan sürüleri, birikmiþ paralar üzerinden yýlda ancak bir defa vergi ödenir.

1661. Ýslâm’ýn henüz baþlangýç yýllarýnda Mekkeliler, Kamerî-Þemsî olmak üzere, nesi’ye (ay ekleme usûlüne) dayanan karma bir takvim kullanýyorlardý. Ancak Resulullah, H. 10. yýlda, vefatýndan birkaç ay öncesine rastlayan Veda Haccý sýrasýnda Arafat’ta irat ettiði Veda Hutbesinde, sadece Kamerî takvim esasýna dayanan ve mevsimlerle örtüþmeyen bir sistem ortaya koymuþtur. Necrânlý Hýristiyan topluluklarla yapýlan anlaþma, vergilerin altý ayda bir olmak üzere yýlda iki taksit halinde (daha açýk bir ifade ile, yýlýn 2. ve 7. aylarý olan Sefer ve Receb aylarýnda) tahsil edilmesini hükme baðlýyordu. Burada vergilerin dokuma ürünleri þeklinde ödenmesi söz konusu idi. Abdu’l-Kayslarla yapýlan anlaþmada (bk. yukarýda § 672), bu kabilenin, vergi tahsildarlarýnýn gelmelerini beklemeksizin, yaðmur mevsiminin baþlamasýyla birlikte hayvan sürülerini arazide dolaþtýrma hakkýna sahip olduklarýný görmüþtük. Zira Resulullah (AS), bu kabilenin dürüst davranacaðýna güveniyor ve ziraî ürünlerin olduðu gibi hayvan sürülerinin de vergilerini dürüst bir biçimde ödeyeceklerini biliyordu.

1662. Bir baþka deyiþle, Güneþ ve Ay takvimleri arasýndaki farklarý çok iyi bilen Muhammed (AS), doða koþullarýna baðlý ürün artýþlarý ile el iþçilerinin ürünlerini ya da tüccarlarýn kazançlarýný gayet açýk bir þekilde birbirinden ayýrmýþtýr. Üzerinde ziraat yapýlan arazilerden elde edilen ziraî ürünlerin vergileri için Güneþ takvimini; buna karþýlýk, Devletin diðer vergi gelirleri için ise, 11 gün kadar daha kýsa olan Ay takvimini tercih etmiþtir. Bu yeni uygulama sayesinde, her 33 yýlda bir olmak üzere fazladan bir yýllýk vergi geliri Devlet bütçesine kazandýrýlmýþ olmaktaydý (zira Ay Takvimi’ne göre, yýllýk vergiler her 354 günde bir tahsil ediliyordu).

1663. Bu bölümü bitirmek üzere, ekonomik düzenle ilgili birkaç genel bilgiyi de aktaralým:



538 Buhârî, 63: 37, Nº 5

539 ZDMG (Zeitschrift der deutschen morgenlaendischen Gesellschaft), C. 83, s. 37-43.

540 Henüz basýlmamýþ tezindeki bu bilgiyi bana veren Bonn þehrinden W. Eichner’e þükran borçluyum. “Gass II, 147, Anonymus II, Théophane dönemi”nden naklen.

541 Nizâmuddin el-Kummî, Garâ’ibu’l-Kur’ân, XXX, 170 (Fil Suresi ile ilgili bölüm); Ýbn Habib, Munemmak, s. 262-264.

542 Belazurî, II, 425 (Ýstanbul elyazmasý); Ýbn Abd Rabbih, ‘Ikd (Bulak baskýsý), II, 47.

543 De Goeje, Mémoire sur la Conquête de la Syrie, 2. bs..Nicéphore’un De Rebus post Mauricium gestis adlý eserinden naklen, s. 27.

544 El-Vesâ’iku’s-Siyâsiyye adlý kitabýmýzýn 21 no’lu belgesi; Ayný kitabýn Fransýzca çevirisi olan Document’in 9 no’lu belgesi.

545 Documents adlý kitabým, I, 38, Nº 5.

546 Ýbn Hiþâm, s. 217-221.

547 Bk. El-Vesâ’ik adlý kitabýmýn 23., Documents adlý kitabýmýn II. Cildinin 11 nolu belgesi. Bu arada hatýrlatalým ki, Yemen’de bulunan Habeþçe kitabelerde, Teslis formülünde “Allah’ýn Oðlu” deðil de, “Rahman olan Allah ve Mesihi” ifadesi yer almaktadýr. Bk. Yukarýda geçen § 486 ve § 487 nin 1. dipnotu. Ca’fer’in Necâþî’nin huzurunda yaptýðý konuþmanýn içeriði ile ilgili olarak þunlarý hatýrlatmak uygun olacaktýr: Kur’an’da geçen (Meryem: 19/20), Ýsa’nýn “Ben gerçekten Allah’ýn kuluyum; O bana Kitab’ý verdi ve beni peygamber yaptý” þeklindeki ifadesini Ýncil inkâr etmemektedir. Aksine, Matta Ýncili’ne göre Ýsa peygamber, Allah’ýn kulu olmakla övünmektedir Peygamberlik sýfatýný ise, Matta (12/18) ve Luka (7/16 ve 26 vs) Ýsa için kullanýrlar. “Allah’ýn Kelimesi” ve “Allah’ýn Ruhu” ile ilgili olarak, Kur’an (Nisa: 4/171) þunlarý söyler: “Meryem oðlu Ýsa Mesih, ancak Allah’ýn Elçisidir. O, Allah’ýn Meryem’e ulaþtýrdýðý “Ol!” kelimesinin eseridir.” Hýristiyanlar da Ýsa’nýn Allah’ýn bir Kelimesi olduðuna ve Allah ve Ýsa’nýn yaný sýra Kutsal Ruh’un Teslis’in bir parçasýný oluþturduðuna inanýrlar. Ancak, anlaþýldýðý kadarýyla Kur’an, “Kelime” ve “Ruh” terimlerine yeni bir yaklaþým getirmiþtir. Gerçekten, Kur’an’a göre (Ýsra: 17/85) ruh, “emir, emretme” anlamýna gelmektedir. Allah, Kelimesiyle (Emriyle) Ýsa’yý tertemiz bir bakireden babasýz olarak dünyaya getirmiþtir. Bu nedenle, Necâþî’nin Ýsa ile ilgili olarak böyle bir yorumu benimsemesinde þaþýlacak bir þey yoktur.

548 Buhârî, 63; 36; Suheylî, I, 216.

549 Suheylî, II, 250.

550 Lisân, bk. B-H-R maddesi.

551 Belazurî, I, § 1052.

552 Suheylî, I, 205.

553 Buhârî, 8: 55.

554 Ýbn Sa’d, III/1, s. 107.

555 Ubeydullah hk. bk. Belazurî, I, § 529, 903-4; Ýbn Hiþâm, s. 144, 783-4; Ýbn Sa’d, I/II, s. 15. Sukrân hk. bk. Taberî, I, 1767; Ýbnu’l-Esîr, Usd, III, 131; ayný yazar, Nihâye, II, 248; Ebû Ubeyde’ye göre bk. Belazurî, I, § 545.

556 Bunlardan 60 kadarý gemiyle yola çýktýlar. Bk. Necâþî’nin mektubu (El-Vesâ’ik adlý kitabýmýn 25 nolu belgesi).

557 Samhûdî, ayný yer. Suheylî (I, 216) bu prensin köle konumunda olduðunu, Ali’nin Mekke’ye gelince onu satýn alýp azat ettiðini söyler.

558 El-Vesâ’ik adlý kitabým, 23 no’lu belge.

559 Þe’mî, Sîre (elyazmasý), II, 97a (IV. Bs., 111).

560 Suheylî’den naklen, I, 212.

561 Ýbn Kesîr, III, 70; Suheylî, I, 215.

562 Ýbn Hiþâm, s. 716-17.

563 Vesâ’ik, 23 ve 24 nolu belgeler.



radyobeyan