Toplum ve idareciler By: sumeyye Date: 01 Kasým 2010, 17:52:01
Toplum ve Ýdareciler
Cenâb-ý Hak, halkettiði varlýklarýn husûsiyetlerine göre, onlara muhteþem bir hayat nizâmý ve toplum tarzý lutfetmiþtir. Rabbimiz, maddî ve mânevî güzellikler ve istîdatlarla en mükemmel þekilde yaratýlan insanýn da, kâinattaki ilâhî azamet tecellîleri ve kudret akýþlarýnýn âhengine râm olmuþ bir kalbî kývâm ile yaþamasýný arzu etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Semâyý Allâh yükseltti ve mîzâný (ölçü, nizam ve dengeyi) O koydu. Sakýn dengeyi bozmayýn.” (er-Rahmân, 7-8)
Yine Rabbimiz, insaný diðer mahlûkattan farklý olarak, birbirlerine daha muhtaç bir hâlde yaþamaya mecbur kýlmýþtýr. Bu sebepledir ki insanlar, târih boyunca ferdî olarak deðil, küçük bir kabîleden devlet teþekkülüne kadar dâimâ toplum hâlinde yaþama temâyülü altýnda bulunmuþlardýr. Bu temâyülün âhenkli bir nizâm dâhilinde hayat bulabilmesi için de, toplumlara yön veren idârecilerin mevcûdiyeti ve onlarla toplum arasýnda muvâzenenin temini þarttýr.
Hikmet nazarýyla bakýldýðýnda, idârecilerle idâre edilenlerin, âdeta görüntüleri birbirine akseden aynalar misâli olduðu görülür. Buna göre en küçük bir âile ve cemaatten baþlayarak büyük milletlere kadar bütün toplumlar, idârecilerinin maddî-mânevî seviyelerine göre; buna mukâbil idâreciler de toplumun maddî-mânevî liyâkat ve nasîbine göre þekillenirler. Baþtakilerin kâbiliyet ve adâleti, toplumun sulh ve selâmetine; bunun zýddýna beceriksiz ve ehliyetsiz olmasý da toplumun sefâletine sebep olur. Diðer taraftan da toplum, kendi hâlini düzelttiði takdirde sâlih idârecilere sâhip olurken; güzel hâl ve meziyetlerini terk edip ahlâkî zaaflara dûçâr olduðunda, buna mümâsil menfaatperest idâreciler baþlarýna musallat olur. Zîrâ idâreciler de halkýn mahsûlüdür, yâni toplum içinden çýkmaktadýr.
Bu bakýmdan ictimâî huzur ve saâdet için, hem idârecilerin hem de toplumun, kusuru öncelikle kendilerinde aramalarý ve kendi hâllerini ýslâh gayreti içinde olmalarý þarttýr. Yâni tasavvuftaki “muâhezeyi nefsine, müsâmahayý gayriye yöneltme” ahlâký, sâdece kalbî hayâtýn deðil, ictimâî hayâtýn da sulh ve selâmeti için elzemdir. Nitekim âyet-i kerîmelerde þöyle buyrulur:
“…Bir toplum kendilerindeki özellikleri deðiþtirinceye kadar, Allâh, onlarda bulunan hâli deðiþtirmez…” (er-Ra‘d, 11)
“Bu da, bir millet kendilerinde bulunaný (güzel ahlâk ve meziyetleri) deðiþtirinceye kadar, Allâh’ýn onlara verdiði nîmeti deðiþtirmeyeceðinden dolayýdýr...” (el-Enfâl, 53)
Âyet-i kerîmelerde buyrulduðu üzere bir topluma olan ilâhî ikram, ihsan ve rahmet tecellîleri, onlarýn güzel hâllerini devâm ettirmelerine baðlýdýr. Ne zaman ki Rabbimizin râzý olduðu güzellikler terk edilir, o vakit Allâh’ýn rahmet ve nîmeti de o toplum üzerinden kalkar, anarþi baþ gösterir. Hadîs-i þerîfte buyrulduðu vechile, “topraðýn altý, üstünden daha hayýrlý” hâle gelir.
Bu bakýmdan, baþlarýndaki idârecilerin sâlih kimseler olmasýný dileyen ve huzur içinde yaþamak isteyen toplumlar, öncelikle kendi hâl ve gidiþatlarýnýn ilâhî rýzâya muvâfýk olup olmadýðýna dikkat etmelidirler. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i þerîflerinde, toplumu îkaz maksadýyla:
“Siz nasýlsanýz, öyle idâre edilirsiniz.” buyurmuþtur. (Süyûtî, Câmiu’s-Saðîr, II, 82)
Bu gerçeði ifâde eden þu hâdise de ne kadar mânidardýr:
Hazret-i Ali -radýyallâhu anh-, Ýbn-i Mülcem tarafýndan aðýr bir þekilde yaralandýðýnda, insanlar baþýna toplanmýþ ve ona:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Bize bir idâreci tâyin et!” demiþlerdi. Hazret-i Ali -radýyallâhu anh- ise onlara þu cevâbý verdi:
“–Ben sizi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizi býrakýp gittiði gibi býrakýyorum. Vaktiyle biz de; «–Yâ Rasûlallâh! Bizim üzerimize bir idâreci tâyin etseniz!» demiþtik de Fahr-i Kâinât Efendimiz; «–Allâh Teâlâ sizde bir hayýr görürse sizin üzerinize hayýrlýlarýnýzý idâreci yapar.» buyurmuþtu. O zamanlar Cenâb-ý Hak bizde bir hayýr gördü ki, baþýmýza Hazret-i Ebû Bekir’i geçirdi.” (Hâkim, III, 156/4698)
Yine Hazret-i Ali -radýyallâhu anh-’ýn hilâfeti zamanýnda pek çok ihtilâf ve fitneler ortaya çýkmýþtý. Bir gün ona:
“−Senden evvelki halîfeler zamanýnda böyle ihtilâflar olmadýðý hâlde, senin zamanýnda bütün bunlar niçin oluyor?” tarzýnda bir suâl yöneltildiðinde, ilim ve hikmet þehrinin kapýsý olan o büyük zât:
“−Onlar, benim gibi insanlara; ben ise sizin gibilere idâreci oldum.” buyurarak, idârecinin davranýþlarýnýn, idâresine memur olduðu insanlarýn mânevî istihkak ve nasîbine göre meydana geldiðini ifâde etmiþtir. Bu gerçeðe, idâreciler açýsýndan bakýldýðýnda da, durum aynýdýr.
Nitekim Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh- bu hususta þöyle buyurmuþtur:
“اَلنَّاسُ عَلَي سُلُوكِ مُلُوكِهِمْ: Ýnsanlar idârecilerinin takip ettiði yol, üslûp veya tavýr üzeredirler.”
“Ýdârecileri istikâmet üzere bulunduðu müddetçe insanlar da müstakîm olurlar.” (Ýbnü’l-Cevzî, Menâkýb, s. 223)
Hakîkaten de halk, umûmiyetle baþlarýndaki kimseleri taklid eder ve onlara uyar. Þu târihî misâl, toplumlarýn, baþlarýndaki idârecilerin mânevî durumlarýna göre vaziyet aldýklarýný ne güzel îzâh eder:
Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binâlara meraklýydý. Ýnsanlar da ona uyarak binâ merâkýna düþtüler. Meclislerde devamlý inþaattan bahsedilir oldu. Süleyman bin Abdülmelik, yeme-içmeye çok düþkün bir hükümdardý. Onun zamanýndaki insanlar da yeme-içme lâkýrdýlarýyla vakitlerini isrâf ederlerdi. Ömer bin Abdülaziz ise, âbid ve zâhid bir kimseydi. Onun zamanýnda halk, ibâdet ve tâat yoluna girdi. Kendi aralarýnda birbirlerine tavsiye mâhiyetinde; “Bu gece evrâdýn ne idi, Kur’ân-ý Kerîm’den kaç âyet hýfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun, kaç garibin, hastanýn, yetimin gönlünü hoþ ettin?” gibi, kalbe rûhâniyet aþýlayan sözler söyler oldular.[1]
Hakîkaten, baþtakilerin hâl ve tavýrlarý, er veya geç, topluma bir þekilde sirâyet etmektedir. Buna göre baþtakilerin yapacaklarý hayýrlý ve güzel iþler, toplum üzerinde umûmî bir hayýr ve güzellik iklîminin oluþmasýna; bunun aksine baþtakilerin yapacaklarý yanlýþlýklar ve beceriksizlikler de, bütün bir toplumda fitnenin yaygýnlaþmasýna sebep olmaktadýr.
Nitekim atalarýmýz da; “Balýk baþtan kokar.” demiþlerdir. Bu bakýmdan, âile reislerinden vakýf ve dernek yöneticilerine, cemaat liderlerinden büyük toplumlara yön verenlere kadar bütün idâreciler, son derece hassas ve titiz davranmak zorundadýrlar. Mes’ûliyetlerinin büyüklüðünü muhâsebe etmelidirler. Þeyh Edebali Hazretleri’nin, Osman Gâzî’ye:
“Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aþaðýdakiler kadar emniyette deðildir.” tavsiyesi de bu hassas vaziyeti ifâde etmektedir.
Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh-, insanlara bir þeyi emrettiði veya yasakladýðý zaman, evvelâ kendi âilesinden baþlardý. Âile fertlerini bir araya toplayarak onlara þöyle derdi:
“Þunu ve þunu yasakladým. Ýnsanlar sizi yýrtýcý kuþun eti gözetlediði gibi gözlerler. Siz bu yasaðý çiðnerseniz onlar da çiðnerler, siz korkup geri durduðunuzda, onlar da böyle yaparlar. Allâh’a yemin ederim ki, herhangi biriniz bu yasaklara uymazsa, bana yakýn olduðu için ona daha fazla cezâ veririm. Þimdi isteyen ileri gitsin, isteyen de geri dursun!” (Ýbnü’l-Cevzî, Menâkýb, s. 266)
Toplumlarýn yükseldiði zamanlara bakýldýðýnda, idârî mevkîlerde bulunanlarýn, vazîfelerini ne büyük bir hassâsiyet ve dirâyetle icrâ ettikleri göze çarpar. Osmanlý’nýn muhteþem sultâný Kânûnî Sultan Süleyman’ýn, Gâzî Bâlî Bey’e gönderdiði tâlimatnâmedeki þu ifâdeler, bu titizliði ne güzel aksettirmektedir:
“Tebaaya (halkýna) göz kulak ol ki, beyler ve vekiller sâlih insanlar olurlarsa, toplumun hâli de sâlihleþir. Tebaa, baþtakilerin hâlini yansýtýr.
Bâzý kimseler vardýr ki, gündüzleri sâim (oruçlu) geceleri de kâimdirler (namaz kýlar, ibâdet ederler). Lâkin bunlardan bir kýsmý dünya malýna aþýrý muhabbet gösterirler, böylece mallarýnýn putperesti olurlar. Toplumu mal sevgisinden daha fazla azdýran baþka bir þey yoktur. Sakýn sen de fânî þeylere meyletme. Elindeki nîmetleri Allâh’ýn kullarý üzerine cömertçe sarf et, kerem elini aç, haset etmekten son derece sakýn…”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâl ve davranýþlarý, idâreciler için de ne güzel bir numûnedir. O, ashâbýnýn bütün sýkýntýlarýyla bizzat ilgilenir, en zor zamanlarda bile ashâbýnýn en önünde olurdu. Hazret-i Ali -radýyallâhu anh- gibi cengâver sahâbîler dahî en zor ve tehlikeli anlarda:
“−Biz, Allâh Rasûlü’nün arkasýna sýðýnýrdýk.” demiþlerdir.
Bu bakýmdan, insanlara öncülük edenler, dâimâ nefislerinden fedâkârlýkta bulunarak en önde olmalý, uzaktan kumanda ile makbul bir hizmet îfâ edilemeyeceðini bilmelidirler.
Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, seferlerde arkada kalan zayýflara yardýmcý olmak için onlarýn yanýnda yürürdü. Zîrâ, merhametli bir çoban, sakatlanan bir koyunu aslâ olduðu yerde býrakmaz, bilâkis onu kucaðýnda taþýr ve sürüsünden ayýrmaz.
Diðer taraftan toplumlarýn önünde bulunanlar, mevkîleri sebebiyle þýmarmamalý; Allâh’ýn mülkünde bir memur gibi tasarrufta bulunduklarýný, âdeta bir veznedar hükmünde olduklarýný ve bir gün mutlaka ilâhî mahkemede sorguya çekileceklerini unutmamalýdýrlar. Nitekim Ýmam Mâlik, zamanýn halîfesine yazdýðý bir mektubunda þu nasihatlere yer verir:
“Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh- 10 defa haccetti. Benim bildiðime göre bir haccýnda ancak 12 dinar harcardý. Çadýrda deðil, aðaç gölgesinde konaklardý. Süt kýrbasýný boynunda taþýrdý. Çarþý-pazar dolaþýr, oradaki yardýma muhtaç insanlarýn hâlini sorar, onlarýn ihtiyaçlarýný giderirdi. Mâlum olduðu üzere, yaralandýðý zaman ashâb-ý kirâm yanýna geldiler, onu medh ü senâ ettiler. Ömer -radýyallâhu anh- ise onlara þöyle dedi:
«Böyle fânî iltifatlara kapýlan aldanmýþtýr. Eðer dünya dolusu altýným olsa, mahþer gününün korkularýndan kurtulmak için onlarýn hepsini fedâ ederdim.»”
Ýmam Mâlik Hazretleri, nasîhatlerine devamla þöyle der:
“Hazret-i Ömer ki, her iþi doðru ve adâlet üzereydi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu cennetle müjdelemiþti. Buna raðmen o, yine de büyük bir korku içinde, üzerine aldýðý müslümanlarýn iþlerini daha iyi idâre edebilme gayretinde idi. O böyle düþünürse baþkalarýnýn hâli nice olur…”
Endülüs fâtihi Târýk bin Ziyâd’ýn îman hassâsiyeti ve tevâzû hâli de bu hususta ne güzel bir numûnedir:
Târýk bin Ziyâd’ýn beþ bin kiþilik ordusu, doksan bin kiþilik Ýspanya ordusunu periþan etmiþti. Târýk, kralýn hazineleri üzerine ayaðýný koyarak kendi kendine þöyle dedi:
“Ey Târýk! Dün boynu tasmalý bir köle idin. Gün geldi, Allâh seni hürriyetine kavuþturdu. Sonra da bir kumandan oldun. Bugün, Endülüs’ü fethettin ve kralýn sarayýnda bulunuyorsun. Þunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarýn da Allâh’ýn huzûrunda olacaksýn!”
Toplumlarý sevk ve idâre mevkiinde bulunanlar, kendilerini, onlarýn ihtiyaçlarýný karþýlamak için vazîfelendirilmiþ bir nevî hizmetkâr olarak telâkkî etmelidirler. Merhum pederimiz Mûsâ Efendi -ks.- da toplumlarýn önünde bulunan kimselerin, kendilerini halkýn hizmetçisi olarak görmeleri îcâb ettiðini ve bulunduklarý mevkîden dolayý kibir ve ucuba kapýlmayýp insanlara dâimâ þefkat, merhamet ve bilhassa tevâzû ve þükran duygularýyla hizmet etmeleri gerektiðini þöyle ifâde buyururlardý:
“Hizmet ehli, þu idrâk içinde olmalýdýr ki, hizmet etme fýrsatý Rabbimizin bir lutfudur, lâkin bu lutuf, herkese nasîb olmaz. Çok kimseler vardýr ki, her hususta hizmet kâbiliyetleri olduðu hâlde, zaman ve mekân müsâit olmadýðýndan hizmet etmekten nasipleri yoktur. Hizmet edenler, hizmeti bir nîmet bilip tevâzûlarýný artýrmalý ve hattâ bu nîmete vesîle olduklarý için hizmet edilenlere teþekkür edâsý içinde bulunmalýdýrlar.”
Ýþte idârecilerin böyle bir mânevî hassâsiyet sâhibi olduklarý devirlerde, toplumlar da maddî-mânevî âbâd ve ihyâ olmuþlardýr. Fakat böyle zamanlarýn idârecilerinin en mühim fazîletlerinden biri de, halkýn âlim ve âriflerinin îkaz ve irþadlarý karþýsýnda kemâl-i edeple boyun eðmeleri, etraflarýnda liyâkatli bir istiþâre heyeti oluþturmuþ bulunmalarýdýr. Bu bakýmdan idâreciler, çevrelerinin dalkavuklar tarafýndan kuþatýlmasýna izin vermemeli, halkýn gerçek dertlerini kendisine doðru bir sûrette aktarýp çâre yollarý gösterecek ilim ve irfân ehli kimselerle istiþâre etmelidirler. Zîrâ ehli ile istiþâre, mühim bir sünnet-i seniyyedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, te’yîd-i ilâhîye mazhar olduðu hâlde, bizlere numûne olmak için, her iþinde istiþâre hâlinde olurdu.
Diðer taraftan, halk da toplumun sulh ve selâmeti için, baþlarýndaki idârî otoriteye âdilâne davrandýklarý sürece hürmetkâr ve itaatkâr olmalýdýrlar. Bununla birlikte, idârecileri de dâimâ murâkabe etmeli, istikâmetlerini muhâfaza etmeleri için gerekli îkazlarý, nezâket ve mahfiyet içerisinde yerine getirmelidirler.
Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh- hilâfete geçtiði vakit:
“–Ey insanlar! Ben haktan, adâletten ayrýlýrsam ne yapar sýnýz?” diye sormuþtu. Ahâlîden biri:
“–Yâ Ömer! Sen eðrilir ve doðruluktan saparsan, seni ký lýcýmýzla doðrulturuz!” cevâbýný verince Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh-:
“–Elhamdülillâh! Eðrilirsem beni kýlýçlarý ile doðrulta cak arkadaþlarým varmýþ!..” diyerek memnûniyetini izhâr etmiþtir.
Yine Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh- þöyle buyurmuþtur:
“En çok sevdiðim kimse, bana ayýp ve kusurlarýmý haber verendir.” (Suyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130)
Bu itibarla idâreciler de, halkýn îkaz ve tenkitlerine açýk olmalý, hatâ ve kusurlarýnýn dile getirilmesinden rahatsýz olmak yerine bilâkis memnûn olup hâllerini ýslâha çalýþmalýdýrlar.
Toplum da, idârecilerini Allâh rýzâsý için samîmiyetle îkâz edebilmeli, gerektiðinde bu hususta fânî menfaatlerini geri plana atabilecek bir fedâkârlýk gösterebilmelidir. Zîrâ toplumun saâdet ve selâmeti husûsundaki mes’ûliyet, sâdece idârecilerde deðil, onlarla birlikte fert fert bütün bir millettedir.
Dünyevî menfaatler uðruna baþtakilerin yanlýþlýklarýna göz yumup onlarý îkâz etmemek ve hattâ onlarýn zulüm ve haksýzlýk çarklarýnýn dönmesi için destek saðlamak, büyük bir âhiret hüsrânýdýr. Bu dünyâda kötü liderlerin peþinde yürüyenler, âhirette de onlarýn peþinde ateþe gideceklerdir. Bu bakýmdan herkes kimin peþinde gittiðine dikkat etmelidir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Her insan topluluðunu önderleri ile birlikte çaðýracaðýmýz o günde kimlerin amel defteri saðýndan verilirse, onlar, en küçük bir haksýzlýða uðramamýþ olarak amel defterlerini okuyacaklar.” (el-Ýsrâ, 71)
“(Firavun, kavmini dünyada denize sürükleyip boðduðu gibi) kýyâmet gününde de kavminin önüne geçer, onlarý (suya götürür gibi) ateþe sürükler. O vardýklarý yer ne kötü yerdir.” (Hûd, 98)
Bu bakýmdan toplumlara yön veren idârecilerin de hakka ve hayra yönlendirilmesi, mü’minlerin en mühim vazîfelerinden biridir. Ýmam Ebû Yûsuf, Halîfe Hârun Reþîd’e yazdýðý Kitâbu’l-Harâc isimli eserinde þu tavsiyeye yer verir:
“Allâh’ýn sana lutfettiði hükümranlýk sahasýnda bir an da olsa hakký ayakta tutmaktan geri kalma! Zîrâ kýyâmet günü Allâh nezdinde en mes’ûd çoban (idâreci), sürüsünün (halkýnýn) kendisinden memnun kaldýðý kimsedir. Sen doðruluktan sapma, aksi hâlde halkýn da sapar. Hevâ ile emretmekten ve öfke ile hüküm vermekten sakýn. Biri uhrevî, diðeri dünyevî olmak üzere iki ihtimalle karþýlaþtýðýnda, sen âhiret iþini dünya iþine tercih et. Zîrâ âhiret bâkî, dünya ise fânîdir.”[2]
Netice olarak insanlarýn tutum ve davranýþlarý, baþlarýnda bulunanlarýn tutum ve davranýþlarýna baðlýdýr. Tabiî ki bunun zýddýna, toplum önündekilerin tutum ve davranýþlarý da, insanlarýn içinde bulunduðu hâl ve tavýrlarla yakýndan irtibatlýdýr. Bütün bu sözler, netîcede ayný kapýya çýkmakla beraber, birinde idârecilerin, diðerinde ise, idâre edilenlerin hâl ve tavýrlarýný düzeltmeleri îkâz edilmektedir. Buna göre idâreci de idâre edilen de maddî-mânevî istihkâkýný iyi yönde deðiþtirmek istiyorsa, önce kendi hâlini ýslâha çalýþmalýdýr.
Bir tâmircinin mesleðindeki mahâreti, tâmir ettiði eþyâda tezâhür eder. Tâmircinin onaramadýðý eþyâ, onun beceriksizliðini ortaya koyar. Bunun gibi, öndekiler de, etraflarýnda bulunanlarýn yanlýþlýklarýndan kendilerini mes’ûl görmeli, onlarýn zaaf ve kusurlarýnýn, kendilerini ilgilendiren yönüne dikkat kesilmelidirler.
Günümüzde, hâlinden þikâyetçi olmayan yok gibidir. Fakat hemen herkes, eksiklik ve kusuru kendi dýþýnda aramaktadýr. Hâlbuki gerek idâreciler gerekse idâre edilenler, önce kendi zaaflarýndan þikâyetçi olmalýdýrlar. Bunu düþünerek hâlimizi ýslâha çalýþtýðýmýz ve toplum içinde sâlih kimseleri çoðalttýðýmýz takdirde milletimizin maddî-mânevî istihkâkýnýn hayýrlý istikâmete döneceði ve -ilâhî bir lutfa nâil olarak- daha mükemmel idârecilerin baþa geçeceði þüphesizdir. Ýdâreciler de toplumdan þikâyetçilerse, ayný nefis muhâsebesini ve kendini ýslah gayretini göstermelidirler.
Nitekim Osmanlý sultanlarýndan, Kosova þehîdi I. Murad Hüdâvendigâr’ýn, hâdiseler karþýsýnda önce enfüsî muhâsebede bulunarak kusuru kendinde arama ahlâkýný sergileyen þu hâli, ne güzel bir misâldir:
I. Murad Han, ordusuyla birlikte Kosova ovasýna girdiðinde ortalýðý toza dumana katan bir fýrtýna ile karþýlaþmýþtý. Öyle ki, âdeta göz gözü görmüyordu. Dünyevî saltanatla mânevî sultanlýðý gönlünde mezcetmiþ olan Murad Han, iki rekât namaz kýldýktan sonra, gözyaþlarý içinde Rabbine þöyle ilticâ etti:
“Yâ Rabbî! Bu fýrtýna, þu âciz Murad kulunun günahlarý sebebiyle çýktýysa, onun yüzünden þu mâsum askerlerimi cezâlandýrma! Yâ Ýlâhî! Bunca müslüman askerin helâkine beni sebep kýlma!..”
Murad Hân’ýn bu duâsýndan sonra fýrtýna dindi, yapýlan savaþta düþman büyük bir hezîmete uðradý. Murad Han da savaþ sonrasý harp meydanýný gezerken yaralý taklidi yapan bir Sýrp askeri tarafýndan hançerlenerek þehâdet þerbetini içti.
Ýþte bizler de iç muhâsebemizi yapar ve hâlimizi ýslah gayreti içinde olursak, -ümîd edilir ki- mânevî istihkâkýmýzýn deðiþmesiyle, toplum hayâtýnda da buna paralel bir nâiliyete kavuþabiliriz.
Lâkin insanlýk târihinde bu umûmî görüþle baðdaþmaz gibi görünen oluþlar da yok deðildir. Meselâ, kitlelerin âzamî sûrette sapýklýða düþtükleri hengâmda Cenâb-ý Hak, toplumlarý ýslâha memur peygamberler göndererek, o hâli hayra tebdîl eder. Nitekim, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ýn, insanlarýn puta taptýklarý, kýz çocuklarýný diri diri gömecek kadar vicdansýzlaþtýklarý bir devirde, yarý vahþî bir toplumu, zulüm ve cehâlet bataklýðýndan fazîlet semâsýnýn zirvesine çýkarmasý, bunun apaçýk bir misâlidir. Bu ilâhî lutfu, toplumun mânevî seviyesine baðlý bir nâiliyet ile îzah etmek mümkün deðilse de, bunun da dayandýðý baþka bir ilâhî kânun mevcuttur. O da, Allâh’ýn “Latîf” sýfatýnýn îcâbý olan bir tecellîdir.
Bununla birlikte, artýk bizim için böyle bir tecellî beklemek, mümkün deðildir. Çünkü bu kapý Âhirzaman Peygamberi’nin gönderilmesiyle artýk ebediyyen kapanmýþtýr. O hâlde bize düþen vazîfe, artýk sadece mânevî istihkâkýmýzý yükseltmek maksadýyla hâlimizi ýslâha çalýþmaktan ibârettir.
Hâlimizi ýslâh ve mânevî istihkâkýmýzý yükseltmek için fýrsat ve imkânlar da sonsuzdur. Lâkin günümüzde, bu meyanda yapýlmasý gereken iþlerin baþýnda, rehber insanlar yetiþtirecek müesseseleri ihyâ etmek gelmektedir. Zîrâ bir mütefekkirin dediði gibi; “Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasýndaki en mühim fark, bir avuç iyi yetiþmiþ insandýr!”
Ýþte toplumun maddî-mânevî susuzluðunun giderilmesi, terörün bertarâf edilmesi ve hakkýn-hukûkun tevzî edilmesi, bu bir avuç insana baðlýdýr. Her ideal, onu temsil edenlerin karakter ve þahsiyetine baðlý olarak yücelir ve þekillenir. Kitleleri peþinden sürükleyen, yüksek karakter ve þahsiyet sâhibi insanlardýr. Toplumlarýn yükseliþinde, onlarýn önündeki âbide þahsiyetlerin mühim bir yeri vardýr. Bu bakýmdan, bu bir avuç insaný yetiþtirmenin gayreti içinde bulunmak, en mühim vazîfelerimizdendir. Merhum Necip Fâzýl’ýn; “Tomurcuk derdinde olmayan aðaç, odundur.” ifâdesi, hepimize bu noktadaki mes’ûliyetimizi ihtâr etmektedir. Yine bu husustaki gayretlerin lüzûmunu ifâde sadedinde bir Hak dostu da; “Muhtaç olduðun insaný kendin doðuracaksýn.” buyurmuþtur. Yâni dînî inançlarý saðlam, târih þuuruna sâhip, milleti için fedâkârca hizmet edecek vatanperver bir nesil yetiþtirmeye mecbûruz. Aksi hâlde, Cenâb-ý Hakk’ýn, ihsân ettiði nîmetleri elden alacaðý, ilâhî bir kânundur, yâni sünnetullâhtýr. Târih sayfalarý da, bu ilâhî kânûnun tezâhürleriyle doludur.
Bu itibarla, Allâh’ýný ve Peygamber’ini seven, milleti uðruna nefsinden fedâkârlýk yapabilen, topluma önderlik edebilecek keyfiyette insanlar yetiþmesini istiyorsak, önce Allâh ve Peygamber muhabbetini kendi ruhlarýmýzýn derinliklerine nakþetmeli, Kur’ân ve Sünnet muhtevâsýnda fazîlet dolu bir mü’min þahsiyeti sergilemeliyiz. Toplum, bizlerle gerçek bir müslüman þahsiyetinin nasýl olmasý gerektiðini görmelidir. Bunun için de büyük bir gayret ve hassâsiyet göstermeliyiz.
Rabbimiz, en alt kademeden en üst kademeye kadar idârî vazîfe üstlenen bütün mü’minlere mes’ûliyet þuuru ihsân eylesin! Fert ve toplum olarak hâlimizi lutfuyla ýslâh eylesin! Maddî-mânevî istihkâkýmýzýn yükseliþine medâr olacak samîmî gayretlerde bulunarak, vatanýmýzýn, milletimizin ve bütün ümmet-i Muhammed’in müstakbel kaderinde hayýrlý hizmetlere namzet, îmanlý nesiller yetiþtirebilmeyi cümlemize nasîp ve müyesser eylesin!
Âmîn!..
Muhterem kardeþlerimiz! Vefâtýnýn yedinci sene-i devriyesi münâsebetiyle, uzun yýllar kendisinden müstefîd olduðumuz merhum pederimiz Mûsâ Efendi’yi þükran hisleriyle yâd ederken, siz kýymetli kardeþlerimizden de bir Fâtiha-i Þerîfe, üç Ýhlâs-ý Þerîf hediye etmenizi istirhâm ederiz.
Bu vesîleyle bir hatýrlatmada bulunmak isteriz ki; vefât eden geçmiþlerimizi rahmetle yâd edip onlara sadakalar ve hatm-i þerîfler gibi mânevî hediyeler göndermek için dînimizce özel bir gün ihdâs edilmemiþtir. Merâsim icrâ etmek için vefât gününün sene-i devriyesini beklemek gerekmez. Zîrâ bu günler ile diðer günler arasýnda hiçbir fark yoktur. Toplumumuzda süregelen belli günlere hasredilmiþ uygulamalar ise, geçmiþlerimizin hatýrlanmasýný saðlamak düþüncesiyle kabul edilmiþ bir örften ibârettir. Osman Nuri Topbas