Fýkhus Sire
Pages: 1
Mukaddimeler By: hafýz_32 Date: 08 Ekim 2010, 11:17:03
BÎRÎNCÝ BÖLÜM

MUKADDÝMELER

1- Ýslâm'ýn Anlaþýlmasýnda Siyret-Ý Nebeviyye'nin Önemi
 

Siyret-i Nebeviyye'yi ve onunla ilgili fýkhî hükümleri incele­mekteki asýl gaye, yalnýzca tarihi olaylarý öðrenmek deðildir. Olay ve hikâyelerin tümünü ya da bir bölümünü anlatmak da deðildir. Bunun için Siyret-i Nebeviyye ile ilgili fýkhi hükümleri incelemeyi, tarihî incelemelerden saymamýz hatalý olur. Çünkü bu tür bir ince­leme, geçmiþ tarihî dönemlerden bir bölümü veya halifelerden biri­nin hayatýný öðrenmek gibi bir þeydir.

Halbuki; Siyret-i Nebeviyye ile ilgili fýkhî hükümleri incelemek­teki asýl gaye, bir müslümanýn Resûlullah'ýn hayatýna; birtakým pren­sipler, kaideler ve hükümler olarak iyice kavradýktan sonra, islâm gerçeðini O'nun mukaddes hayatýnda þekillenmiþ ve heykelleþmiç olduðunu düþünebilmesidir.

Yâni; Siyret-i Nebeviyye incelemesi, Ýslâm Hakikatinin Hz. Mu-hammed (s.a.v.)'in örnek hayatýnda eksiksiz olarak þekillendirme gayesini güden pratik bir çalýþmadan baþka deðildir.

îmdi bu maksada ulaþabilmek için bir plânlama ve tasnife giri­þecek olursak, bunu aþaðýda açýklanan hedeflerde çerçeveleþtirmek mümkündür.

1- Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yalnýz þahsî   dehasýyla   kavmi­nin arasýnda tanýnmýþ yalnýzca bir dahî olmadýðýný; fakat onun bun­dan da önce, Allah katýndan bir vahiy ve tevfikle desteklenen pey­gamber olduðunu sezdirebilmek için yaþadýðý çevreden ve hayatý­nýn, bütün dönemlerinden «peygamberlik þahsiyetini» kavramak.

2- insanýn, karþýsýnda erdemli bir hayat için en ideal bir ör­neði bulmasý... Çünkü O, bu örnekten kendisine tutunacak ve takib edecek bir düstur edinecektir. Halbuki bu insanýn, en ideal örneði, hayatýn neresinde ararsa arasýn; yine en mükemmel ve açýk þekliy­le bu örneði Hz. Muhammed (s.a.v.) 'in hayatýnda bulacaðýnda þüb-he yoktur. Çünkü Allah onu,  bütün insanlýða  rehber kýldý.  Nite­kim Cenâb-ý Hak: «Sizin için Allah'ýn Resûlü'nde  (takib edeceðiniz) pek güzel bir örnek vardýr» buyurmuþtur.

Ahzâb sûresi, âyet: 21.

3- insanýn, Kitabullah'ý anlamada, onun maksadlanrý ve ru­hunu tatmada, kendisine yardýmcý olacak þeyi de Resul uUah'ýn siy-retini incelemekte bulmasý... Çünkü Kur'ân-ý Kerim ayetlerinin ço­ðunu ancak, Resûlullah'm baþýndan geçen ve onun bulunduðu yer­de cereyan eden hâdiseler aydýnlatýyor ve tefsir ediyor.

4- Bir müslümanýn,  Resûlullah'm siyretini araþtýrma esnasýn­da, tslâmî bilgi ve kültürün daha büyük miktarda onun yanýnda birikmiþ olmasý... O bilgi ve kültürün akâid, ahlâk ve ahkâm ile ilgili olmasý aynýdýr. Zira; Hz. Peygamber'in hayatý, Ýslâm prensip ve ahkâmýnýn tümünü sergileyen yegâne canlý tablodur.

5- îslâm da'vetçisine ve muallimine, eðitim ve öðretim yönün­den canlý örnek olmasý... Hakikaten Hz. Muhammed (s.a.v.)' öðüt ve­rici bir muallim, faziletli bir eðitimci idi. O, da'vetinin çeþitli dönem­lerinde eðitim ve öðretim metodlarýmn en uygun olanýný arayýp bulr mada hiçbir zaman gayreti elden býrakmadý.

Hesûlullah'ýn hayatýný þu yukarýda saydýðýmýz maksadlan ger­çekleþtirmede yeterli kýlan en önemli þey, onun hayatýnýn, insanda­ki sosyallik ve beþerilik yönlerini kapsamýþ olmasýdýr. Çünkü insan bizatihi baðýmsýz bir fert veya toplumun faal bir uzvudur.

Resûlullah (s.a.v.)'in siyreti, onun yolunda yürüyen" dürüst ve çevresine güven kazanmak isteyen bir genç için de, Allah'a da'veti kendine yol olarak seçen, hikmet ve güzel öðütle onun risâletini teblið etmek için bütün gücünü sarfeden insan için de, devletini ustalýkla idare edecek olan bir devlet baþkaný için de, güzel muamelede örnek bir koca için de: Çocuklarý ve eþi arasýnda hak ve ödevleri tevzi ederken âdil davranmakla beraber þefkat ve merhameti elden býrak­mayan bir baba olacak için de, yetenekli, sevk ve idareyi bilen usta bir komutan için de; hâsýlý Allah'a karþý ibadetiyle, çevresine kar­þý münâsebetlerini çok iyi dengeleyen, þaka ile ciddiyi uyumlayabilen - her müslüman için de en güzel ve þaþmaz örnekler, Ölçüler sergile­mektedir.

Þüphesiz ki bu duruma göre, Resûlullah'm siyretini araþtýrmak demek, insanlýða «yaþamaya deðer hayat» için en üstün ve en güzel yönetim biçimini canlý tablolar halinde sunmak demektir. [1]

 

2- Siyret-i Nebeviyye'nin Kaynaklarý
 

Siyret-i Nebeviyye'nin kaynaklarýný aþaðýda þöyle sýralayabili­riz:

Birincisi: Allah'ýn kitabý Kur'ân-ý Kerim.

Resûlullah'ýn hayatýna âit genel belirtileri anlamakta, mukad­des hayatýn kýsa dönemlerini kavramakta ilk dayanak Kur'an'dýr. Bu yüce kitab, Resûlullah'ýn hayatýný iki yolla anlatýr:

Birinci yol: Hayatýnýn bazý sahnelerini anlatmak... Bedir, Uhud, Hendek ve Huneyn savaþlarý hakkýnda inen âyetlerle, Resûlullah'ýn hanýmý Zeyneb b. Cahþ'la evlenmesini anlatan âyetler gibi...

Ýkinci yol: Hâdiselere ve olaylara açýklama getirmesidir. Bu da, bazan durumunda karýþýklýk bulunan konulara cevab vermek için veya bir kýsmý gizli ve örtülü þeyleri açýða çýkarmak için, ya da müslümanlarýn bakýþýný ibret ve öðüt yönüne çevirmek içindir. Bun­larýn tümü, yalnýzca, Resûlullah'ýn herhangi bir uygulamasýyla ve-,ya onun siyretinin bir yönüyle ilgili olabilir. Bu haliyle de onun ha­yatýnýn muhtelif dönemlerinde, birçok iþ ve uygulamalarýný bize açýklar.

Ancak, Kur'ân-ý Kerîm'in, bütün bunlardan bahsetmesi, teferru­atýna dalmadan, kýsa temas þeklinde olur. Resûlullah'ýn siyretin-den herhangi bir yönünü açýklamada Kur'ân-ý Kerîm'in üslûbu, her ne kadar Kur'an'ýn, Siyret-i Nebeviyye'nin bazý yönlerini açýklama­daki üslûbu çeþitlilik arzederse etsin, hâdise ve olaylarý kýsa bir þe­kilde anlatmaktan ve genel çizgilerini belirtmekten öteye geçmez. Kur'ân-ý Kerim'in, eski milletlerin ve geçmiþ peygamberlerin kýssa­larýný anlattýðý her konuda durum böyledir.

Ýkincisi: Hz. Peygamber'in sahih hadîsleri.

Bu ikinci kaynak, sýdk (doðruluk ve emanet, güvenilirlik) leri ile tanýnmýþ, hadis imamlarýnýn derledikleri, Kütüb-i Sitte (altý ki­tab: Buharý ve Müslim'in sahihleri ile îbn-i Mâce, Tirmizî, Ebû Dâ-vud ve Nesaî'nin sünenleri) ile tmam Mâlik'in Muvatta'sý ve imamAhmed'in Müsned'i gibi hadis kitablarýmn ihtiva ettiði hadîslerdir.. Bu ikinci kaynak, þümul ve tafsilât bakýmýndan birinci kaynak (Kur'an)'dan daha geniþtir. Ne var ki, zihnimizde, Hz. Peygamber'-in doðumundan vefatýna kadarki hayatýný, tam bir þekilde, bu ha­dîslerle canlandýr amayýz. Buna engel olan iki sebeb vardýr:

Birinci sebeb: Bu kitablardaki hadîslerin çoðu bildiðimiz fýkhi bâblara veya Ýslâm þeriatýyla ilgili konulara göre düzenlenmiþtir. Bunun için, Hz. Peygamber'in hayatýyla ilgili ve onun hayatýnýn bir yönünü açýklayan hadîsler, çeþitli bâblar (bölümler) arasýnda, daðý­nýk ve serpilmiþ olarak bulunmaktadýr.

Ýkinci sebeb : Hadîs Ýmamlarý, özellikle kütüb-i sitte sahihleri, Re-sûlullah'ýn hadislerini ve sahih sünnetlerini toplarken, yalnýzca onun siyretini nakletmeyi düþünmediler ki, hadîslerle delâletleri arasýnda bir baðlantý kursunlar. Onlar, sadece hadîslerden genel þer'î delâ­letleri yönünden yararlanabilmeyi düþündüler.

Bu ikinci kaynaðýn þu özelliði vardýr: Resülullah'tan vârid olan bu haberlerin büyük bir kýsmý, ya Resûlullah'a veya haberin ilk kaynaðý olan sahabîye kadar uiaþan saðlam senetlerle nakledilmiþ­tir. Buna raðmen yine de onlarýn arasýnda ihticac derecesine ula­þamamýþ zayýf haberlere de rastlamak mümkündür.

Üçüncü Kaynak: Siyret Kitablarý.

Siyret konularý sahabe devrinde rivayet tarikýyla naklediliyor­du. Yâni sahâbe-i kiram (r.a.) siyret konularýný kendilerinden son­ra gelenlere, sözlü olarak naklediyorlardý. Her ne kadar onlarýn ara­sýnda Resûlullah'ýn siyretine ve siyretin incelikleriyle, tafsilâtýna özel bir dikkatle ilgi gösterenler var idiyse de; hiçbiri siyretle ilgili riva­yetleri bir kitapta toplamayý veya onlarý biraraya getirmeyi düþün­memiþti.

Sonra Resûlullah'ýn siyretini, tam bir dikkatle tabiiler, rivayet etmeyi üstlendiler. Çünkü onlarýn çoðu, kendilerinde bulunan siy­ret haberlerini tedvin etmeye ve bunlarý sahifeler ve varaklar ha­linde toplamaya baþladýlar. Bunlardan Urve bin ez-Zübeyr (öl: 92 H.), Eban bin Osman (öl. 105. H.)( Vehb bin Münebbih (öl. 110. H), Þürahbil bin Sa'd (öl. 123. H.) ve îbn-i Þihab ez-Zührî (öl. 124. HJ'yi sayabiliriz. Ancak bu kiþilerin yazdýðý eserlerin tümü ,yok olup git­miþtir. Geri kalanlar ise daðýnýk bir þekildedir. Ki onlarýn bir kýsmýný Taberî rivayet etmiþtir. Diðer kýsýmlarýn da - Vehb bin Münebbih'in yazdýklarýndan bir bölümdür- Almanya'nýn Heidelberg þehrinde mahfuz olduðu söylenmektedir.

Daha sonra, siyret konusunda kitab yazan müellifler ortaya çýk­tý. Onlardan Muhammed bin îshâk (öl. 152. H.) önde gelmektedir. Bunlardan sonra, baþlarýnda Vâkýdî (öl. 207. H.) ve Tabakatü'1-Küb-r& adlý kitabýn yazarý Muhammed bin Sa'd (öl. 130. H.)'ýn bulundu­ðu diðer bir nesil ortaya çýktý.

Araþtýrmacýlar, Muhammed bin Ishâk'ýn yazdýðý kitabýn, o dö­neme kadar siyret konusunda yazýlanlarýn en güvenilirlerinden sa­yýldýðý üzerinde ittifak etmiþlerdir[2]. Ne var ki; Ýbn-i tshâk'm «el-Meðâzi»'si o dönemde yazýlmýþ, sonradan kaybolmuþ kýymetli kitab-lar listesinde yer almaktadýr.

îbn îshâk'tan sonra, îbn His.âm diye bilinen Ebû Muhammed Abdülmelik geldi. îbn Ishâk'ýn te'lifinin üzerinden yarým asra yakýn bir zaman geçtikten sonra, îbn H:þâm, onun «Siyret»'ini yeniden gözden geçirip, bazý düzenlemeler yaparak rivayet etti.

Bu durumda, tbn Hiþâm'a nisbet edilen ve bugün ellerde bulu­nan «Siyret» kýsaltýlmýþ ve yeniden düzenlenmiþ olarak, îbn îshâk'ýn «MeðâzÝ»'sinden ibarettir.

Bu konuda îbn Hallikân þöyle diyor:

«îbn-i îshâk'ýn «Siyer ve Meðâzi» 'sinden Resûlullah'm hayatýný derleyip, özetleyen ve yeniden gözden geçiren kiþi îbn Hiþâm'dýr. Elde bulunan ve îbn Hiþâm'ýn Siyreti diye bilinen Siyret de iþte bu kitaptýr.[3]

Bu yazarlardan sonra da, Siyret-i Nebeviyye konusunda kitab yazanlar birbirini izledi. Onlardan bir kýsmý Siyret-i Nebeviyye'nin tümünü sunmaya, diðer bir kýsmý ise Isbahâni'nin «Delâilü'n-Nü-büwe»'sinde, Tirmizi'nin *eþ-Þemâil»'inde, îbn Kayyým el-Cevziyye'-nin «Zâdü'I-Meâd»'ýnda yaptýðý gibi Siyret-i Nebeviyye'nin belirli yön­lerini sunmaya gayret göstermiþlerdir. [4]

 

3- Ýslâm'ýn Doðuþu Ýçin Arap Yarýmadasýnýn Beþik Olarak Seçilmesinin Sýrrý
 

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in doðum yeri olan Arap Yarýmadasý'n-dân ve yüce Resûl'ün hayatýndan s

öz etmeye baþlamadan önce, Bi'-set-i Muhammediye'nin bu bölgede ortaya çýkmasýný ve Ýslâm Da'-vetinin baþkalarýndan önce Araplarýn eliyle gerçekleþmesini gerek­tiren ilâhî hikmeti aydýnlatmamýz icâb eder.

Bunu açýklamak için öncelikle, Araplarýn Özelliklerini ve Ýslâm öncesi mizaçlarýný bilmemiz gerekir. Ayrýca üzerinde yaþadýklarý coðrafi bölgeyi ve konumunu göz önünde bulundurmamýz gerekir. Buna karþýlýk, o zamanki Fars, Bizans, Yunan ve Hint gibi diðer milletlerin mizaçlarýný, yaþama biçimlerini ve medenî özelliklerini de düþünmemiz icâb eder.

O halde ilk olarak, Arap Yarýmadasý civarýnda yaþayan Ýslâm öncesi milletleri, içinde bulunduklarý durumu kýsaca gözden geçi­relim :

O vakitler dünyaya iki süper devlet hâkimdi. Medem uuayayý, ikisi aralarýnda paylaþmýþtý. Bu iki devlet: Ýran ve Bizans... Bun­larýn arkasýndan Hint ve Yunan gelmekteydi.

Söze Ýran'dan baþlayalým. Ýran, birbiriyle çarpýþan çeþitli dini -felsefî þübhelerin boy attýðý bir alandý. Yönetimi elinde bulunduran kiþilerin desteklediði Zerdüþtlük bunlardan biriydi. Kiþinin anasýy­la, kýzýyla veya bacýsýyla evlenmeyi üstün tutmasý temel felsefe-sindendi. Hattâ milâdi beþinci asrýn ortalarýnda hüküm süren II. Yezdücerd kendi kýzýyla evlenmiþti. Bu çeþit, çirkinliklerin ve ah­lâkî yozlaþmanýn sadece bir yönüdür. Onlarýn hepsini burada say­maya imkân yoktur.

Ýmam Þehristanî'nin dediði gibi; Ýran'da baþka bir düþünce üze­rine kurulmuþ «Mazdekçilik» de vardý. Mazdekçilik; insanlarýn su­da, ateþte ve otlaklarda ortak olduklarý gibi, bütün mallarda ve ka­dýnlarda da ortak olduklarýný savunarak, tüm kadýnlarý helâl, bütün mallan da mubah ilân etmiþti. Bu ideoloji nefislerine ve zevklerine düþkün olanlar tarafýndan büyük bir ilgi ile karþýlandý ve alkýþ­landi.[5]

 bizans'a gelince; oraya da sömürgecilik ruhu hâkim olmuþtu. Bir taraftan kendi içinde, diðer taraftan Mýsýr ve Suriye Hrîstiyan-larý arasýnda meydana gelen dini ihtilâflar yüzünden baþý dertte Ýdi. Bizans, azgýn nefislerin ve aþýn isteklerin iþaret ettiði ölçüde Hristiyanlýðý deðiþtirmek ve oyuncak haline getirmek için kýyasýya bir savaþta kendi askeri gücüne ve sömürgecilik arzusuna dayan­maktaydý.

Ayný zamanda, Bizans, çöküntü yönünden Ýran'dan geri kal­mýyordu. Aþýrý vergilerden ve alýp yürüyen rüþvetten kaynaklanan iktisadî zulüm, gerileme ve ahlâksýzca yaþayýþ Bizans'ýn geleceðini karartýyordu.

Yunanistan da, hiçbir faydalý sonuca varmaksýzýn müptelâ ol­duklarý felsefî münakaþa ve hurafelerin fesadý içinde boðulmak­taydý.

Bir de Hindistan'a bakalým: Üstad Ebû'l-Ha^an el-Nedevi'nin de naklettiði gibi; «Hint tarihçileri, Hindistan'ýn dinî, ahlâki ve sosyal bakýmdan en geri devirlerinden birinin, milâdýn altýncý asrýnýn baþ­larýna rastladýðý kanaatinde birleþmektedirler. Hindistan da komþu ve dostlarýyla birlikte bu ahlâkî ve içtimaî çöküntüden nasibini al­mýþtý.[6]

Bu çeþitli milletlerin içinde bulunduklarý çöküntü ve sýkýntýya onlarý düþüren müþterek kader, yalnýzca maddi deðerlere dayanan; fakat doðru yolda kendilerine rehberlik edecek ideal bir örnekten mahrum medeniyet ve uygarlýktýr. Bu itibarla, medeniyet çeþitli kay­nak ve dayanaklanyla sebeb ve araçtan baþka birþey deðildir. Eðer bu medeniyetin sahihleri, doðru düþünce ve ideal örnekten mahrum iseler; bu medeniyet onlarýn elinde ýzdýrap ve sýkýntý çukuruna düþ­meye sebeb olur. Eðer bu medeniyet sahihlerine, ilâhi vahiy ve din vasýtasýyla oluþan yol gösterici aklýn ölçüsü verilirse; bu medeniyet ve uygarlýðýn tüm deðerleri, mutluluða götüren güzel sebebler olu­verir.

Biraz da Arap Yarýmadasý'ndan bahsedelim. Arap Yarýmadasý, yukarýda saydýðýmýz ýzdýrap kaynaklarýndan uzak ve sakin bir hal­de idi... Yarýmada sakinlerinde, ahlâkî çöküntüyü hýzlandýracak, herþeyi mubah görecek ve bunlarý dinî bir çerçeve içinde sunacak tran medeniyetindeki faktörler ve konfor yok idi. Yine onlarda, kom­þularýný hâkimiyetleri altýna almak için Bizans'ýn askerî saldýrgan­lýðý da yoktu. Yunan'ýn söz düellosu ve felsefe bolluðu da yoktu ki onlarda hurafe ve mitolojinin kurbaný olsunlar...

Araplarýn tabiat ve mizaçlarý, henüz bir potada erimemiþ ham maddeye daha çok benziyordu. Onlarýn tabiatýnda, temiz insanlýk fýtratý gözüküyordu. Ayrýca, iffet, intikam duygusu, sözünde durma, cömertlik ve mertlik gibi insanî davranýþlara doðru ciddî yöneliþler gözüküyordu. Ama ne var ki onlar kendilerine doðru yolu gösterecek bilgiden mahrum idiler. Zira onlar ilk yaratýldýklarý hâl üzere, basit bir cehaletin karanlýðý içinde yaþýyorlardý. Bundan dolayý, insani deðerler© varan yoldan sapmalarý kendilerine hâkim oluyor; iffet ve þerefini korumak maksadýyla da; çocuklarýný öldürüyorlar, cömert görünmek için zarurî mallarýný telef ediyorlar ve intikam ve yiðitlik duygusunun etkisiyle aralarýnda çýkan savaþlarda her tarafý yakýp yýkýyorlardý.

Yüce Allah: «Doðrusu siz, bundan önce sapýklardan idiniz[7]» âye-tiyle onlarý «sapýklýkla vasýflandýrdýðý vakit, bu durumu kasdet-miþtir. O zamanki diðer milletlerin durumu mukayese edilince bu sýfat (sapýklýk) akýlsýzlýklarýndan ziyade özürlü olduklarýna iþa­ret eder.

Bu demektir ki, diðer milletler medeniyet, kültür ve uygarlýk meþ'aleleriyle kendi sapýklýklarýna çare arýyorlardý. Yâni doðru yo­lu bulmaya uðraþýyorlardý. Bundan dolayý da, fesat bataklýðýnda dur­madan görüþ, fikir, plân ve proje deðiþtiriyorlardý.

Sonra Arap Yarýmadasý - coðrafî konumuna nisbetle - bu millet­lerin arasýnda orta noktada yer almaktadýr.

Bugün Arap Yarýmadasý'na bakan bir kiþi -Üstad Muhammed el-Mübârek'in de dediði gibi - onun, iki medeniyetin tam orta nok­tasýnda durdý-^unu görecektir. Bu iki medeniyetten biri inþam soy­suz bir þekilde takdim eden maddeci batý medeniyeti; diðeri ise Uzak-Doðu'da, Çin, Hint ve civar yerlerde yaþamýþ hayalci - ruhçu bir me­deniyet.[8]

Yarýmadadaki Araplarýn ve çevrelerindeki diðer milletlerin is­lâm öncesi durumlarýný þöyle bir gözümüzün önünde canlandýrdýðý­mýz zaman; Resûlullah'ýn doðumu ve bi'seti ile, baþka yerlerin de­ðil de, Arap Yarýmadasý'nm þereflenmesini gerektiren ilâhî hikmeti açýklamamýz, daha da kolaylaþmýþ olur bize. Ayrýca dünyanýn bir ucundan öbür ucuna kadar bütün insanlýðý Allah'a kul olmaya ça­ðýran Ýslâm'ýn Da'vet meþ'alesini, her tarafa götüren ilk daVetçi-lerin, Arap olmasýný gerekli kýlan ilâhî kaderi de açýklamak, ko­laylaþýr bize.

Bazý kiþiler þöyle zannediyorlar: Bâtýl din ve sahte medeniyet mensuplarý, kendi durumlarýný ve üzerinde bulunduklarý hâli iyi gördüklerinden ve içinde bulunduklarý fesad haliyle övündüklerin­den ötürü tedavileri ve doðru yola getirilmeleri çok güç olur. Ama hâlâ inceleme ve araþtýrma safhasýnda olup, cehaletlerini inkâr et­meyerek, kendilerinin ilim, medeniyet ve kültürden hiçbir nasipleri­nin olmadýðýný savunan insanlar; tedaviye ve doðru yola getirilmeye daha yatkýn insanlardýr...

Bize göre bu düþünce doðru deðildir. Zira bu gibi bir yorum, gücü sýnýrlý, dayanma gücü belirli bir kiþiye nisbetle doðru olur. Çünkü o, kolayla zoru birbirinden ayýrýr. Böyle olunca da, rahatlýðý arzulayýp, zorluktan hoþlanmadýðý için, zorluktan kaçýp, kolaylýðý tercih eder.

ilâhî kader, Iran, Bizans veya Hint diyarlarýndan bir yöreyi, îslâm Da'vetinin doðuþ yeri olarak seçmeyi murad etseydi; elbette-ki islâm Da'vetinin baþarýya ulaþmasý için Arap Yarýmadasý'nda ha­zýrladýðý sebeb ve þartlarý, orada da hazýrlardý. Çünkü tüm sebeb ve þartlarýn yaratýcýsý Allah olduðuna göre, bu iþ ona hiç de zor - gelmezdi.  Fakat bu seçimdeki hikmet; Yüce Allah'ýn da buyurduðu gibi, Hz. Muhammed'in nübüvvetinde insanlar þübheye düþmesin, da've­tinin doðruluðunda kimsenin kalbinde þübhe tohumlarý filizlenme­sin diye; Hz. Peygamberin okuma-yazma bilmeyen bir ümmi ol­masýný gerektiren hikmet türündendir.

Yine, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderildiði toplu­mun komþu milletlere nisbetle ümmî bir toplum olmasý bu ilâhî hikmetin bir tamairJayýcýsýdýr. Yâni Araplar komþu medeniyetlerden etkilenmediler ve onlarýn felsefeleriyle ilgi kuramadýlar.

Ýnsanlar, Hz. Peygamber'i, komþu devletlerin uygarlýklarýna, yeryüzünden silinip gitmiþ milletlerin tarihine ve eski semavî kitablara vâkýf olmuþ bir kiþi olarak tanýsalardi; þübhesiz ki onlarýn kalblerine þübhe girmesinden korkulurdu. Ayný þekilde, Ýslâm Dâ­vasý; Bizans, Yunan veya Iran gibi tarih, felsefe, medeniyet ve kül­türde belli bir seviyeye ulaþmýþ milletler arasýnda zuhur etseydi; el­bette yine kalblere þübhe girmesinden korkulurdu. Çünkü nice saç­ma fikir ve þübhe tohumlarý ortaya atan kiþiler; eþsiz medeniyet ve mükemmel hukuk sistemi olan Ýslâm dâvasýný ortaya çýkaran âmil­lerin, felsefî fikirler ve medeniyet tecrübeleri olduðunu iddia ederlerdi.

Ýþte Kur'ân-ý Kerim: «O ümmîler içinde, kendilerinden bir pey-' gamber gönderdik ki, bu peygamber onlara, Allah'ýn âyetlerini okur, onlarý temizler, onlara Kitab'ý, hikmeti öðretir. Halbuki, onlar da­ha evvel gerçekten apaçýk bir sapýklýk içinde idiler[9] buyurarak sarih bir ifade ile bu hikmeti dile getirir.

Allah Teâlâ'nýn iradesi; Peygamberinin, büyük çoðunluðunun ümmi olduðu bir toplumun içinden çýkmasýný ve yine kendi elçisinin de ümmi olmasýný gerekli gördü ki; îslâm Þeriatý ve Nübüvvet mu­cizesi zihinlerde apaçýk bir þekilde yer etsin ve diðer beþeri ideolo­jilerle onun arasýnda herhangi bir karýþýklýða meydan verilmesin. Açýkça görüldüðü gibi bu husus, kullarla ilgili büyük bir rahmeti kapsamaktadýr.

"lir araþtýrýcý kafaya gizli, saklý kalmýyacak diðer hikmetler de þunlardýr. Aþaðýya þöylece özetliyoruz onlarý:

1- Bilinen bir gerçektir ki; Yüce Allah, Kabe'yi insanlar için bir emniyet .ve toplantý yeri yapmýþtýr.   Yine Kabe'yi dini farizala­rý yerine getirmek ve ibâdet etmek için insanlara tahsis ettiði ilk bina kýlmýþtýr. Mekke vadisinde, peygamberler babasý Hz. Ýbrahim'­in da'vetini gerçekleþtirmiþtir. Bu mübarek yerin, babamýz Ýbrahim (as.)'in dini olan îslâm Da'vetine beþik olmasý ve yine peygamber­lerin sonuncusu Hz.  Muhammed'in doðumunun ve bi'setihin yeri olmasý da bunlarýn tamamlayýcýsý ve gereðidir. Hz. Muhammed  (s. a.v.), Hz. Ýbrahim soyundan olduðuna göre bu niye olmasýn ki!...

2- Daha Önce de belirttiðimiz gibi, Arap Yarýmadasý'nýn çe­þitli milletlerin tam ortalarýnda yer  almasý sebebiyle,  da'vet iþini yürütmeye çok elveriþlidir burasý.

Komþu devlet ve milletlerin arasýnda, Ýslâm Da'vetinin kolayca yayýlmaya baþlamasýnýn baþlýca sebeblerinden biri de budur. Ýslâm'­ýn ilk yýllarýnda ve Râþid Halifeler döneminde, Ýslâm Da'vetinin ya­yýlýþ seyrine bir göz atacak olursak, bunun doðruluðunu bariz bir þekilde göreceðiz...

3- Ýlâhî kader, Arapça'nýn îslâm Da'vetinin dili, Allah'ýn ke­lâmýnýn tercümaný ve bizlere teblið için ilk vasýta olmasýný gerekli gördü.

Biz dillerin tüm özelliklerini derinlemesine araþtýrýp, aralarýnda bir mukayese yapmýþ olsak; Arapçanm, diðer dillerde pek az bu­lunan özellikleriyle hususiyet arzettiðini göreceðiz elbet. Çeþitli ül­ke ve kentlerdeki ilk müslümanlarm dilinin Arapça olmasý ne ka­dar anlamlý deðil midir?! [10]

 

4- Peygamberlerin  Sonuncusu Hz.  Muhammed   (s.a.v) Ve Davetinin Geçmiþ Semavî  Davetlerle Ýlgisi
 

Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam, Peygamberlerin sonun­cusudur ve ondan sonra artýk peygamber yoktur. Müslümanlarýn üze­rinde ittifak ettikleri ve zarûrat-ý diniyye'den bildikleri þeylerden biri de budur. Resûlullah (s.a.v.) þöyle buyurmuþtur:

«Benimle, benden önceki peygamberlerin misâli, þu kiþinin mi­sâli gibidir: Bu adam bir bina kurmuþ ve binayý güzel yapýp, süs­lemiþ, yalnýz köþelerinden bir köþede bir kerpiç yeri eksik kalmýþ. Bu vaziyette halk, binayý dolaþmaya baþlarlar, binayý çok beðenir­ler ve «Keski þu bir tek kerpiç de konulmuþ bulunsaydý!» derler, tþte ben o, (yeri boþ býrakýlan) kerpicim. Ben peygamberlerin sonuncusuyum[11]».

Resûlullah'ýn da'veti ve onun da'vetinin geçmiþ peygamberlerin da'veti ile alâkasýna gelince, yukarýda zikredilen hadîsin de iþaret ettiði gibi, onun da'veti, geçmiþ peygamberlerin da'vetlerini te'kid ve tamamlamak esasý üzerine kurulmuþtur.

Bunun anlamý þudur: Her peygamberin dâvasý iki temel pren­sip üzerine kurulur: Birincisi akide (inanç); ikincisi ise, þeriat (hu­kuk) ve ahlâktýr. Akideye gelince, onun muhtevasý, Hz. Âdem'in peygamber olarak gönderilmesinden, ta peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gelinceye kadar deðiþmemiþtir. Bunlar ise Allah'ýn vahdaniyyet (birlik) ine, O'nun Zât-ý ulûhiyyetine yakýþma­yan sýfatlarýn her türünden münezzeh olduðuna inanmak, âhiret gününe, insanlarýn öldükten sonra hesaba çekileceklerine; Cennet ve Cehennem'e inanmaktýr. Böylece her peygamber kendi halkýný, bu hususlara iman etmeye çaðýrýyordu. Onlarýn tümü kendinden önceki peygamberlerin da'vetini tasdik ederek, kendinden sonra ge­lecek peygamberin peygamberliðini de müjdeleyerek geliyordu. Ýþ­te böylece, peygamberlerin halký itâata çaðýrmak ve teblið etmekle yükümlü olduklarý -Tek Hakikat»! pekiþtirmek için çeþitli kavim ve milletler birbirini izledi. Dikkatle bakalým! Onlarýn çaðýrdýklarý tek hakikat; peygamber seçme ve din gönderme hakkýnýn yalnýzca Allah'a âit olduðudur. Cenâb-ý Hak Kur'ân-ý Kerim'de, þu âyet ile bu gerçeðe iþaret ediyor:

«Allah, Nuh'a buyurduðu þeyleri size de din olarak buyurmuþ­tur. Ey peygamber! Sana vahyettik, Ýbrahim'e, Musa'ya- ve isa'ya da buyurduk ki: «Dine baðlý kalýn, onda ayrýlýða düþmeyin.» Put­perestleri çaðýrdýðýn þey, onlarýn gözünde büyümektedir. Allah di­lediðini kendine seçer. Kendisine yöneleni de doðru yola eriþtirir"».[12]

Esasen, akide konusunda, peygamberlerin da'vetlerinde bir ih­tilâfýn olduðu düþünülemez. Çünkü akide konularý, ihbar türünden-dir. Birþeyden haber vermeye gelince; haber konusunda doðru söz­lü olduðunu kabul ettiðimiz iki haberci arasýnda, verdikleri haber konusunda ihtilaflý olmalarý düþünülemez. Peygamberlerden birinin insanlara, Allah'ýn üçün üçüncüsü olduðunu bildirmek -Hâþâ- için gönderildiðini, ondan sonra gelen bir baþka peygamberin de; Al­lah'ýn bir olduðunu, eþinin ve ortaðýnýn bulunmadýðým açýklamak için görevlendirildiðini; her iki peygamberin de Allah'tan aldýklarýný açýklamada doðru sözlü olduklarýný savunmak aklýn kabul etmeye­ceði bir husustur.

Akide konusundaki durum budur. Teþriî konusuna gelince; teþ­riî kelimesi, fert ve toplum hayatýný düzenleme ve hükümler koyma anlamýnda kullanýlmaktadýr. Bir peygamberle diðer peygamberin (AUah'm salât ve selâmý hepsinin üzerine olsun) þeriatý arasýnda keyfiyyet ve kemmiyyet bakýmýndan birtakým farklar bulunuyordu. Bunun sebebi de, teþri'in (þeriat koyma) ihbar türünden deðil de, in­þâ (istek) türünden oluþudur. Akide konusunda söylediklerimiz, teþriî konusunda söylenemez. Zira, çeþitli kavim ve milletlerin varlýðýnýn, zamanýn deðiþmesinin þeriatlarýn deðiþmesinde ve çeþitli olmasýnda önemli etkisi vardýr. Ayrýca, teþrii fikrinin temeli, kullarýn dünya ve âhiret maslahatýna dayandýðý sebebi de, bu konuda önemli bir et­kendir. Buna, geçmiþ peygamberlerden herbirinin peygamberlikle­rinin belirli bir ümmet (milletle mahsus olduðunu ve bütün insanlar için umumî olmadýðýný da ilâve edebiliriz. Buna göre, þer'î hü­kümler de, o ümmetin kendi hususiyetleriyle birlikte belli bir çerçe­ve içinde sýnýrlandýrýlmýþtýr.

Meselâ, Mûsâ (a.s.î israil Oðullarýna gönderilmiþti. O zamanki þartlar, Mûsâ (a.s.)'nýn þeriatýnýn -Ýsrail Oðullarýnýn durumuna gö­re - ruhsatlar üzerine deðil de, katý bir þekilde azimetler üzerine ku­rulmasýný gerektiriyordu. Fakat, bir müddet geçtikten sonra Efen­dimiz îsâ Aleyhisselâm onlara peygamber olarak gönderildi. Hz. Ýsâ (a.s.) onlara daha önce Mûsâ (a.s.)'nýn getirdiði þeriattan daha kolay bir þeriatý teblið etti. Bu hususta, Hz. Ýsa'nýn Ýsrail Oðullarýna yaptýðý konuþmada; Cenâb-ý Hakk'ýn onun dilinden buyurduðu þu âyete bakýnýz:

«...Benden önce gelen Tevrat'ý tasdik etmekle beraber, size ya­sak edilenlerin bir kýsmýný helâl kýlmak üzere, Rabbinizden bir âyet getirdim....[13]

Hz. Ýsa Ýsrail Oðullarýna, kendisinin akide iþleriyle alâkalý ko­nularda Tevrat'ta bulunan þeyleri tadik ve te'kid edici, da'veti de yenileyici olduðunu açýklamýþtý. Haram ve helâl hükümleriyle, tes­rii duruma gelince, hakikaten o, bir kýsým deðiþikliklerle, bazý ko­laylýklar saðlamak ve katlandýklarý katý hükümlerin bir kýsmýný yü­rürlükten kaldýrmakla görevlendirilmiþti.

Buna göre her peygamberin peygamberliði akide ile teþriî (hu­kukî) durumu kapsar.

Bir peygamberin akide konusundaki çalýþmasý, herhangi bir de­ðiþiklik yapmaksýzýn, önceki peygamberlerin getirdiði akidenin Özü­nü te'kid etmekten baþka birþey deðildir.

Teþri'e gelince; her peygamberin þeriatý, desteklediði veya sus­tuðu konular hariç; önceki þeriatý yürürlükten kaldýrýr. Bu görüþ, «Aksi varid olmadýkça bizden öncekilerin þeriatý, bizim þeriatunýz-dýr» diyenlerin görücüdür.

Yukarýdaki açýklamalardan da anlaþýlacaðý üzere, deðiþik «Se­mavî Dinler- yoktur; ama deðiþik «þeriatlar, vardýr, tlâhî kaderin, tebliðcisini, bütün peygamberlerin sonuncusu yaptýðý büyült sema­vî þeriat gelip yerleþinceye kadar, her sonraki þeriat, kendinden öncekini yürürlükten kaldýrmýþtýr.

Hak dine gelince, o da tekdir. Bütün peygamberler Hz. Âdem'­den Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gelinceye kadar ona inanmayý emret­mek ve ona da'vet etmek için gönderilmiþlerdir. O «hak din» ise yalnýzca Ýslâmiyet'tir.

Hz. Ýbrahim de, Hz. Ýsmail de ve Hz. Ya'kub (Allah'ýn salât ve selâmý onlarýn üzerine olsun) da ayný Hak Din ile gönderildi. Ce­nâb-ý Hak þöyle buyurur:

«Kendini bilmeyenden baþka kim Ýbrahim'in dininden yüz«çe­virir? Andolsun ki biz onu dünyada beðenip seçmiþizdir. O, þübhe-siz ki, âhirette de muhakkak sâlihlerdendir. Rabbi ona: «(Kendini Hakk'a) teslim et» dediði zaman, o, «Âlemlerin Rabbine teslim ol­dum (müslüman oldum)» demiþti Ýbrahim bunu oðullarýna da tav­siye etti. Ya'kub da: «Ey oðullarým! Allah sizin için (Ýslâm) dinini beðenip, seçti. O halde, siz de  (baþka deðil)  ancak müslümanlar olarak can verin![14]» dedi.

Hz. Musa Aleyhissel âm da ayný hak dinle gönderilmiþti. AHahü Teâlâ, FIr'avun'un büyücülerinden þöyle bahsediyor: «Biz büyücü­ler þüphesiz ki, nihayet (ölerek) Rabbimize dönücüleriz, dediler. Sen bizden baþka bir sebeble deðil, ancak Rabbimizin âyetlerine onlar oize geldiði zaman iman ettik diye intikam alýyorsun». (Sonra þöy­le niyaz ettiler): «Ey Rabbimiz! Üstümüze sabýr yaðdýr, bizi müslü­manlar olarak öldür[15].

Hz. îsâ da yine ayný «Hak Din» ile gönderilmiþti. Allahü Teâlâ bu konuda da þöyle buyuruyor: «Ýsâ onlardan (ýsrar ile taþan) küf­rü hissedince dedi ki: «Allah'a doðru giden yolda bana yardýmcý ola­caklar kim?» Havariler: «Biziz, Allah'ýn yardýmcýlarý. Allah'a inan­dýk. Sen de (ey tsâ) þahid ol ki, biz muhakkak müslümanlarýz» de­diler.[16]

Bazan deniliyor ki; Hz. Musa'ya baðlý olduklarýný iddia eden ki­þiler, tüm peygamberlerle gönderilen «Tevhid Akidesinden ayrý, baþka bir akideyi niçin benimsiyorlar? Yine, Hz. îsâ'ya baðlýlýklarýný savunan kiþiler, neden özel bir akideye inanýyorlar?

Bunun cevabý Allah Azze ve Celle'nin Kitab-ý Kerim'inde bu­yurduðu þu âyette verilmiþtir:

«Allah indinde, Hak din, islâm'dýr. Kitab verilenler (baþka su­retle deðil) ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarýndaki ih­tirastan dolayý, ihtilâfa düþtüler. Kim Allah'ýn âyetlerini inkâr eder­se, þübhesiz ki, Allah hesabý pek çabuk görendir.[17]

Ve yine Cenâb-ý Hak Þûra sûresinde þöyle buyurmuþtur: «On­lar ancak, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarýndaki ihtirastan dolayý, ihtilâfa düþtüler. Eðer belirli bir süre için Rabbinin verilmiþ sözü olmasaydý, aralarýnda muhakkak hüküm verilmiþ (herþey olup bitirilmiþ) ti bile. Onlardan sonra, kitaba mirasçý yapýlanlar da on­dan mutlak bir tereddüt içindedirler.[18]

Bu duruma göre, bütün peygamberler,  Allah katýnda gerçek din olan islâmiyet ile gönderildiler. Ehl-i Kitab, dinin tek olduðunu biliyor.. Yine onlar, peygamberlerin kendileriyle birlikte gönderilen hak dinde sadece birbirlerini desteklemek ve tasdik etmek için ffel-miþ olduklarýný, birbirine zýt, çeþitli inançlara bölünmek için gelme­diklerini de biliyorlar. Fakat onlar, Yüce Allah'ýn da buyurduðu gi­bi, kendi aralarýndaki ihtirastan dolayý bu konuda kendilerine ke­sin bilgi gelmiþ olmasýna raðmen ihtilâfa düþtüler, bölündüler ve, peygamberlerin söylemediklerini onlara nisbet ederek iftirada bu­lundular. [19]

 

5- Cahiýiyyet Ve Ondaki Hanîflik Kalýntýlarý
 

Bu mukaddime, siyret konularýna ve onlardaki öðütlere girme­den önce, araþtýrýlmasý gereken çok önemli bir mukaddimedir. Zira bu mukaddime, islâm düþmanlarýnýn devamlý yok etmeye uðraþtýk­larý ve çeþitli iftiralarla, yalanlarla geçersiz hale getirmeye çabala­dýklarý bir «Hakikat» ý içeriyor.

Bu hakikatin özeti þudur: Ýslâm Dini, Cenâb-ý Hakk'ýn peygam­berler babasý Hz. Ýbrahim (a.s.) ile gönderdiði «Haniflik» dininin sadece bir uzantýsýdýr. Kur'ân-ý Kerîm, bunu birçok âyetlerinde açýk­lamýþtýr. Ýþte onlardan biri: «Allah uðrunda hakkýyla cihad edin, Sizi O seçti. Din (iþlerinde) de üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanýz ibrahim'in dininde olduðu gibi. Daha önce ve bu Kur'an'da da peygamberin size þahid olmasý sizin de insanlara þahid olmanýz için size müslüman adýný veren Odur[20]. Yine, o âyetlerden bir diðeri: «De ki, Allah sözün doðrusunu söylemiþtir. Onun için Allah'ý birl> yici olarak ibrahim'in dinine uyun. O, müþrikler (puta tapanlar) don deðildir[21]..

Araplarýn, ismail Aleyhisselâm'ýn çocuklarýndan olduklarýný her­kes bilir. Böyle olunca da Araplar, babalarý Hz. ibrahim'in dinine mirasçý oldular. Yâni; Allah'ýn birliðine iman, O'na ibâdet, O'nun koyduðu yasaklarý çiðnememe, kutsal olarak belirlediði þeyleri kut­sal kabul etme gibi ilkelere mirasçý oldular. Bu kutsal olan þeyle­rin baþýnda; Kabe'yi takdis ve ta'zim, sa'y, tavaf v.s. ye hürmet, onu korumak, hizmetini ve bakýmýný yapmak gelmektedir.

Aradan uzun zaman geçip, asýrlar birbirini kovalayýnca, diðer millet ve ümmetler gibi; Araplarýn da gözünü cehalet bürüdü. Ara­larýna da birtakým gözbaðcýlarla bozguncular sýzmýþtý. Bu kötü niy-yetli kiþiler, onlarýn arasýna sinsice, bâtýl fikirlerini soktular. Arap­lar da babalarýndan miras katan ilâhi prensiplerle, bu bâtýl fikirleri birbirine karýþtýrdýlar. Böylece, onlarýn arasýna þirk inancý girmiþ oldu. Yavaþ yavaþ puta tapýcýlýða alýþtýlar, sonunda bâtýl âdetler ve ahlâksýzlýk aralarýna sokulmuþ oldu. Bundan dolayý Araplar, tev-hid nurundan ve haniflik yolundan uzaklaþtýlar. Câhiliyyet âdet­ler; aralarýnda yaygýnlýk kazandý ve Hz, Peygamber'in bi'setine kadar onlarý etkisi altýna aldý. Nihayet Hz. Muhammed'in gönderiliþi ile câhiliyyet perdesi onlarýn üstünden yýrtýlýp atýldý.

Araplarýn arasýna þirki sokan ve putlara tapmalarýný teþvik eden ilk kiþi, Amr bin Lühayy bin Kam'a'dýr ki, bu adam ayný za­manda Huzâa kabilesinin dedesidir. Ýbn Ishâk, Ebû Hüreyre'nin þöy-, le dediðini rivayet-eder: «Ben, Resûlullah (s.a.v.)'ýn Eksem bin el-Cevn el-Huzâî'ye þöyle dediðini duydum: «Yâ Ekseml Ben, Amr bin Lühayy bin Kam'a bin Hýndif'i cehennemde barsaklarýný sürükler bir halde gördüm. Þimdiye kadar ne senin ona, ne de onun sana benzediði kadar bir adamý gördüm.» Bunun üzerine Eksem: «Ya Resûlâllah! Onun benzerliðinin bana bir zararý dokunabilir mi?» diye soýdu. Hz. Peygamber de: «Hayýr, sen mü'minsin, o ise kâfir. Ýsmail (a.s.î'in dinini bozan, putlarý diken, Bahire, Þaibe, Vasile ve Hami adaklarýný ilk icad eden adam odur[22]» buyurdu.

tbn Hiþâm, Amr bin Lühayy'ýn, Araplarýn arasýna puta tapmayý nasýl soktuðunu þöyle rivayet ediyor: Amr bin Lühayy, bir kýsýra iþlerini görmek için Mekke'den ayrýlýp, Þam'a gitmiþti. Belkâ böl­gesindeki Maab þehrine »o zamanlar burada Amal ika adý verilen bir kabile yaþýyordu. Onlar (Imlâk) 'in çocuklarý idi. Imlâk bin Lâ-' viz bin Sâm bin Nûh da denir- gelince, onlarýn putlara taptýklarýný gördü. Onlara: «Taptýðýnýzý gördüm, þu putlar da neyin nesidir?» diye sordu. Onlar da ona: «Bunlar putlardýr. Biz onlara taparýz. Yaðmur isteriz onlardan, bize yaðmur -yaðdýrýrlar. Onlardan yardým is­teriz, bize yardým ederleir» diye cevab verdiler. Bunun üzerine Amr: «O putlardan bana bir tane verseniz olmaz mý? Ben onu Arap diyarýna götüreylm de, onlar da ona tapsýnlar» dedi. Amâli-ka'da Hübel denilen putu ona verdiler. O da bu putu yanýnda Mek­ke'ye getirip dikti ve halkýn ona tapmasýný, yüce kabul etmesini emretti.[23]

tþte Arap Yarýmadasý'nda, puta tapma böyle ortaya çýktý. Arap­larýn arasmda þirk de böyle yayýldý. Araplar üzerinde bulunduklarý tevhid inancýndan bu sebeble ayrýldýlar.   Onlar Hz.   Ýbrahim'in  ve

Hz. tsamil'in dinini, baþka inançlarla deðiþtirdiler. Diðer ümmetle­rin uðradýklarý dalâlete, inanç ve ibâdetlerdeki çirkinliklere onlar da bulaþtýlar...

Onlarý, bütün bunlara sevkeden þeylerin en önemlisi cehalet ümmîlik ve etraflarýnda bulunan çeþitli kabile ve ümmetlerden et kilenmeleridir.

Þu kadar var ki, onlarýn arasýnda -her ne kadar zamanla sa­yýlarý azahyorduysa da- Hanîflik yolu üzerine yürüyerek Tevhid akidesine sýmsýký baðlý insanlar hayatlarýný sürdürüyorlardý. O ki siler ölümden sonra dirilmeyi, Haþir ve Neþ;r'i tasdik ediyorlar, Al­lah'ýn itaatkâr kullara sevab, âsilere de ceza vereceðine inanýyor­lardý. Yine bu kiþiler, Araplarýn, sapýk düþünce ve görüþlerle, put­lara tapma gibi ortaya çýkardýklarý yeni âdetlerden nefret ediyorlar­dý. Kuss bin Saidetü'l-Iyâdi Riabu'þ-Þenni, Rahib Bahira gibi birçok lan Hanifliðe inanan insanlar olarak þöhret bulmuþlardý

Nitekim Araplarýn âdetleri arasýnda - her ne kadar zamanla za­yýflamýþ ve küçümsenir bir hale gelmiþ olsa bile- Hz. Ýbrahim dö­neminin artýklarý, Hanîflik dininin prensip ve hükümleri, hâlâ ya­þýyordu. Onlarýn câhiliyye hayatlarý, Banifliðin prensip ve âdetle­rinden belli bir miktar karýþmýþ olarak devam ediyordu. Ama tabiî, bu prönsip ve âdetler, onlarýn hayatýnda bozuk ve çirkinleþmiþ b'r vaziyette nerdeyse tefrik edilemiyecek bir haldeydi. Bunlar, Kabe'­yi ta'zim, onu tavaf, Hac ve Umre, Arafat'ta vakfeye durma, kur­ban kesme gibi þeylerdi. Bütün bunlarýn aslý meþrudur ve Hz. Ýb­rahim döneminden kalma kurban kesme gibi þeylerdi. Fakat Arap­lar bunlarý uygunsuz bir þekilde yapýyorlar ve Haniflik dininde bu­lunmayan þeyleri onlarýn arasýna katýyorlardý. Hac ve Umre'de tel-biye yaptýklarý gibi... Kmâne ve Kureyþ kabileleri, telbiye[24] yaptýklarý zaman þöyle diyorlardý:

«Buyur, Allah'ým buyur! (Senin emrine her zaman hazýrým.) Bu­yur, senin ortaðýn yoktur. Ancak senin bir ortaðýn vardýr ki, o da senin hükmün altýndadýr. Sen ona ve onun sahip olduklarýna hük­medersin.» îbn Hiþâm'm da dediði gibi Araplar, telbiye ederek Al­lah'ý birliyorlar, putlarýný onun yanma katýyorlardý. Fakat sahipliði­ni de yine O'nun eline veriyorlardý.

Özet olarak, Arap Tarihinin geliþmesi, ancak peygamberler ba­basý Hz. Ýbrahim Aleyhisselâm ile gönderilen kolay Hanîflik dini­nin gölgesinde tavmamlandý. Araplarýn yaþayýþýný Tevhid akidesi, hi­dâyet nuru ve iman kaplamýþtý. Sonradan Araplar zamanýn geç­mesi ve asýrlarýn birbirini takibi, peygamber asrýnýn uzaklaþmasýy­la bu hak yoldan yavaþ yavaþ uzaklaþmaya baþladýlar. Tarihle bir­likte yavaþ bir seyir takib eden, zamanla zayýflayan ve yýldan yýla taraftarlarý azalan Haniflik dininin kalýntýlarý devam etmekle bir­likte; Araplarýn yaþayýþý, þirkin karanlýðý ve fikri sapýklýklarla bu­lanmaya baþladý.

Hanif dininin meþ'alesi, Hâtemü'l-Enbiyâ Hz. Muhammed (s.a. v.J'in peygamberliði ile yeniden alevlenince, þu uzun zaman aralý­ðýnda, sapýklýk ve cehaletten dolayý pörsüyen herþeye, ilâhî vahiy can getirdi. Bütün bu karanlýklarý yok etti. Hak ve adalet prensip­leriyle, Ýman ve Tevhid nuruyla bulunduðu yeri aydýnlattý, ilâhi þe­riatlarýn, sabitleþtirmiþ ve Hz. Ýbrahim'in getirdiði ve ilâhî þeriat­larýn kabul ettiði Haniflik dininin kalýntýlarýna - ki hayat onlarýn sayesinde yeni nurun kaynaðýna kavuþmuþtur- yöneldi; onlarý ka­bullenip, pekiþtirdi ve da'vetini de yeniledi.

Bu açýkladýklarýmýzýn, tarihe vâkýf olan bir kiþi için bedahetle bilinen birþey olduðunu ve islâm'dan birazcýk nasibi olan bir kiþi için de bedahetle sabit olan birþey olduðunu te'kid etmemizin fu­zulî uðraþma olduðunda þübhe yoktur. Ancak, biz bu çaðda, apa­çýk olan þeyleri, yeniden açýklamak ve bedihî olan þeyleri te'kidle söylemek için çok zaman harcamaya mecburuz. Ben, bir kýsým in­sanlarýn içlerindeki arzu ve istekten dolayý, itikatlarý konusunda na­sýl gevþek davrandýklarýný gözlerimle gördükten sonra, buna ka­rar verdim.

Evet, bu tür insanlarýn akýllarýný, fikrî kölelik ve esaret zinciri­nin en kahnýyla baðlamalara, onlarýn deliliði sayýlmadýðý halde ya­þamýþlardýr, þu dünyada!...

tnsan iradesinin, inancýndan sonra gelmesi ile inancýnýn irade­sinden sonra gelmesi arasýndaki fark da, ne büyüktür! Yükselme ve alçalma, ilerleme ve gerileme yönünden onlarýn ara-sýndaki fark da ne büyüktür!...

Söylediðimiz þeylerin bedahetine ve delillerinin açýklýðýna rað­men, yine de þöyle diyen birtakým insanlar bulunmaktadýr-. Câhjliy-ye dönemi, bi'setten önce, hakikata giden yolda uyanmaya baþla­mýþtý. Arap düþüncesi de, þirkin, puta tapýcýuðm ve bunlara baðl: bir kýsým câhiliyyet hurafelerinin bertaraf edilmesi  yönünde geliþ-

me gösteriyordu. Bu uyanýþ ve geliþmenin zirvesi, Hz. Muhammed'-in bi'seti ve yepyeni da'veti ile kendini göstermiþ oluyordu.

Bu iddianýn anlamý þudur: Çâhiliyyet tarihi, zamanýn uzama­sý, asýrlarýn geçmesi ile tevhid hakikatýna ve hidâyet nuruna doðru açýlýp, geniþliyordu. Yâni Araplar, Hz. Ýbrahim döneminden her no kadar uzaklaþtýlarsa da ve aralarýna asýrlar girmiþ ise de, onlarýn Hz. Ýbrahim'in prensip ve da'vetine doðru yakýnlýklarý artmýþtý. Hat­tâ bu yakýnlýk, Hz. Muhammed'in bi'setinin baþlangýcýnda son sý­nýrýna varmýþ oldu!...

Acaba tarih böyle mi açýklýyor? Yoksa anlamý gayet açýk, bir «elifba» mantýðý basitliði içinde, tamamen bunun aksini mi söylü­yor?

Her araþtýrmacý ve her mütefekkir bilir ki; Resulullah'ýn gön­derildiði dönem, çâhiliyyet dönemleri arasýnda Hz. Muhammed (s. a.v.J'in hidâyetine en uzak dönemdir. Hz. Muhammed'in bi'seti za­manýnda Hanîfliðin prensip ve yol gösterici mahiyette olan izlerin­den Araplarda bulunan en eski âdetler; putlardan nefret ve onlara tapmaktan uzak kalma, (Ýslâm'ýn da kabullendiði bir kýsým deðer ve faziletle doðru yönelme þeklinde bir pýrýltý halinde kendini temsil ettiren bu Haniflik kalýntýlarý), Araplarda birkaç asýr önce de bulu­nan bu âdetlerin onda birine bile ulaþamaz. Bu kiþiler, nübüvvetin ve bi'setin anlamýný böyle düþündüklerine göre; risâletin, Hz, Pey-gamber'in bi'setlnin baþladýðý dönemden çok daha önceki asýrlar ve nesillere gönderilmiþ olmasý gerekirdi.

Diðer bir grub insana gelince; þunu söylemek çok hoþlarýna gi­diyor: Hz. Muhammed, Araplarca bilinen örf ve âdetlerin, törenlerin ve gaybî inançlarýn çoðunu ortadan kaldýramaymca; kýzýp, onlarýn tümüne, diyanet elbisesini giydirdi ve bunlarý ilâhî tekliflermiþ gibi ortaya çýkardý. Baþka bir deyiþle: Hz. Muhammed, Araplardaki gay­bî inançlara bir murakabe (kontrol) eklemek için gelmiþti. Bu mu­rakabenin kývamý, dilediðini yapan, istediðine kadir bx ilâh þahsi­yetidir. Ama Araplar Kabe'yi tavaf etmek, onu takdis etmek, belir­li tören ve âdetleri yerine getirmek gibi þeylere devam ettikleri gi­bi, cinlere, büyüye ve diðer benzeri inançlara, müslümanlýktan son­ra da, inanmaya devam ettiler.

Bu kiþiler, iddialarýnda iki varsayýmdan hareket ediyorlar. Ama ayný anda, bu iki varsayýmýn isabetsizliðini düþünmek dahi istemi­yorlar. Birinci varsayým: «Hz. Muhammed, peygamber deðildir.» Ýkinci varsayým da þöyle: «Hz. Ýbrahim döneminden arta kalan þey­ler, Araplarýn sadece, kendi icatlarý ve zaman içerisinde kendile­rinden uydurduklarý geleneklerdir. Kabe'ye hürmet, onu kutsal sayma gibi þeyler, Hz. Ýbrahim'in Allah'tan getirdiði þeriatýn kalýntý­larý deðil de-, Arap toplumunun ortaya çýkardýðý þeylerdir.» Bunlarý yukarýda da söylemiþtik. Bu varsayýma göre; Kabe'ye hürmet ve benzeri þeyler, Arap gelenek ve göreneklerinin bir neticesidir.

Bu varsayýmlarý ileri sürenler, kendi varsayýmlarýnýn devamý ve korunmasý uðrunda; düþüncelerini geçersiz kýlacak, sahtelikleri­ni ortaya dökecek bir yýðýn apaçýk tarihî olaylara ve kesin delillere gözlerini kapatýyorlar.

Þurasý da bilinen bir gerçektir ki; bir araþtýrmacý yapacaðý araþ­týrmada, kafasýndaki peþin fikirlerin tümünü atmadýkça; yapacaðý' çalýþmanýn kendisini gerçeðe götürmesi mümkün deðildir. Yine bu tür bir araþtýrmanýn abes ve gülünç olduðunu söylemeye lüzum yok­tur.

Bundan dolayýdýr ki; biz bir hakikata ulaþmaya gayret ediyor­sak ve yalnýzca hakikati gaye ediniyorsak ya da insanlara karþý ya­lan söylemek istemiyorsak; her aklî delili ve tarihî olayý ibret gözüy­le ele alýp, deðerlendirmemiz gerekir. Aksi halde, araþtýrmamýzýn durumu ve gerçekle ilgisi ne oranda olursa olsun; eðer biz, diðer in­sanlarý muayyen bir fikre sevketmeyi amaç edinmiþsek, taassup tü­ründen bir araþtýrma yapmýþ oluruz.

Biz, her halükârda, *Hz. Muhammed, peygamber deðildir» var­sayýmýnýn, bize kabul ettirilme gayreti karþýsýnda, vahyin zahirini, Kur'ân'm mucize oluþunu; Hz. Muhammed'in da'veti ile geçmiþ pey­gamberlerin da'veti arasýndaki münâsebeti; Hz. Muhammed'in ah­lâkýný ve çeþitli özellikler ini; bir de nübüvvetine delâlet eden diðer hususlarý görmemezlikten gelemeyiz.

Nitekim yine, câhiliyyet döneminde «Hz. Ýbrahim dönemi kalýn­týlarý» diye isimlendirdiðimiz þeylerin Arap düþüncesinin ortaya çý­kardýðý birtakým geleneklerden ibaret olduðu; Hz. Muhammed'in ise onlara sadece dini bir veçhe verdiði gibi iddiayý þöyle kolayca red­dederiz: Hz. Ýbrahim'in Kâbe-i Þerifi, Allah'tan aldýðý vahye dayar naralc inþâ ettiðine dair tarihî metinler, Hz. Ýbrahim'den sonra bü­tün peygamberlerin Allah'ýn birliði esasýna iman; haþir, ceza, cen­net ve cehennem gibi gaybî hakikatlara çaðýrdýklarýný isbat eden eski semavi kitablar. Geçmiþ bütün nesillerin her devirdeki tarihî þe-v hadeti... Öyle iddialarý bir nefeste çürütür.

Böyle bir iddiadan çok hoþlanan insanlarýn; bu iddialarýnýn ne baþýnda, ne de sonunda herhangi bir burhan veya ne türden olur­sa olsun herhangi bir delil ileri süremediklerini bilmek gerek. Bu tür iddialar sadece birtakým kimselerin hayallerinden icad ettikleri ve sürekli tekrarladýklarý .sözlerden ibarettir.

Belki bunlara benden bir örnek isteyen olabilir. Biz de bir ör­nek verelim: Ýngiliz Þarkiyatçýsý Dr. Gibb'in «Dini Fikrin Yapýsý» adlý kitabý okunursa onda, kör taassubun bu insanlara neler yaptýrdý­ðý görülebilir. Bu öyle bir taassub ki, sahibini, kendisine boyun eð­dirmek için saf hakikatlar ve kesin deliller karþýsýnda aptal davran­maya ve hattâ faziletinin dayanaklarýndan sýyrýlmaya sevkeder:

Gibb'in görüþüne göre; «Ýslâm'da, dini fikrin kuruluþu ancak Araplarda bulunan gaybî fikirler ve akidelere dayanýr. Gibb'e göre Hz. Muhammed (s.a.v.) o fikir ve akideler hususunda düþünüp ta­þýndý; deðiþtirilmesi mümkün olanlarýný deðiþtirdi. Sonra tasfiyesi mümkün olmayan geri kalanlara yöneldi. Onlara da din ve Ýslâm kisvesini giydirdi. Daha sonra da onu fikirlerden ve uygun dinî sah­nelerden bir programla desteklemeyi unutmadý. Burada onun kar­þýsýna, büyük bir problem dikildi. Bu da, onun, dini yalnýz Araplara deðil bütün milletlere ve insanlýða göre kurmak istemesinden kay­naklanýyordu.. Buna göre de o, bu hayatý Kur'an programý dahi­linde te'sis etmiþ oldu...»

Dr. Gibb'in kitabdaki fikirlerinin özeti iþte budur. Baþtan sona kadar bu düþünceleri okununca, söylediklerinden hiçbir þeye bir ta­ne delil bile ileri sürdüðüne rastlanamaz. Bunlarý dikkatle okuyun­ca, adamýn âdeta; yazmak için oturduðu mekânda aklî melekeleri­ni tamamen kovarak, onlarýn yerine vehim ve hayallerini koymuþ olduðundan; hüküm verdiði ve açýkladýðý her konuyu vehim ve ha­yaller, üzerine kurduðundan asla þübheye düþülmez...

Arapça tercümesinin önsözünü yazarken de; okuyucularýn, Ýs­lâm'ý tahkir için uydurduðu bu abuk sabuk fikirlerini nasýl alaya alacaklarýný düþündüðü ortadadýr ki, hemen özür dileme yoluna git­miþtir!..

Þu sözüyle özür dilemeye baþlar: *Bu bölümlerin üzerine kurul­duðu fikirler, bu müellifin zihninin mahsulü deðildir. Bilâkis bu fi­kirlerde öncülük eden <ve yol gösteren, mütefekkirlerden ve îslâm'uý ileri gelen þahsiyetlerinden bir gruptur. Onlarý burada saymak uzar. Örnek olarak onlardan birini zikretmekle yetineceðim. O kiþi de, Þah veliyyullah ed-Dehlevî'dir».

Daha sonra, Þah Veliyyullah'm «Hüccetullahilbâliða» kitabýndan, c. s. 122'ye ait bir metni nakleder. Dr. Gibb'in okuyuculardan her­hangi birinin kitaba baþvurma ve alýnan metnin kitabda olup ol­madýðýný araþtýrma zahmetine katlanmýyacaðýndan çok emin oldu­ðu aþikârdýr. Bunun için de gönlünün istediði þeyi Þah Veliyyullah ed-Dehlevî'nin lisaný üzerine tahrif etmiþ, maksadýný ters yüz edip,mânâsým deðiþtirmekle benzer gördüðü þeyleri aþýrmýþ. Hattâ bu­nunla, onun iþlemediði hatâyý ona yüklemiþ ve kendi görüþleriyle onu konuþturmuþ.

Aslýndan alýntý yaptýðý metin aþaðýdadýr: «Hakikaten Hz. Mu-hammed (s.a.v.J, diðer bir þeriatý da içine alan bir þeriatla gönderil­miþtir. Birincisi sadece Hz. Ýsmail evlâdýna gönderilen þeriattýr. Bu þeriat, Araplardaki ibâdetlerin, bir kýsým geleneklerin ve toplum de­ðerlerinin, onun þeriatýnýn kaynaðý olmasýn» gerekli kýlar. Çünkü þeriat, Araplarda var olan þeyleri ýslah etmek için gelmiþtir. Yoksa bilmedikleri þeyleri onlara yüklemek için gelmemiþtir[25]».

Dr. Gibb'in, anlamým tersyüz etmek için «HüccetullahilbâMða» kitabýndan alýntý yaptýðý cümlelerin asýl metnini aþaðýya alýyoruz:

«Bil ki Hz. Peygamber (s.a.v.) Hanîfliðin eðriliklerini düzeltmek, deðiþtirilmiþ olan yönlerini gidermek ve onun nurunu yaymak için Hz. Ýsmail'in þeriatý, «Hanîflik» ile gönderilmiþtir. Bu durum Cenâb-ý Hakk'ýn: «... Babanýz Ýbrahim'in dini...[26]» âyeti ile belirtilmiþtir.

Durum böyle olunca, bu dinin aslýnýn, îslâm ilkeleri olduðu da kesinlik kazanmýþ olur. Çünkü Hz. Muhammed kavmine gönderildi­ði zaman, onlarýn arasýnda doðru yolun izleri bulunmaktaydý. Buna göre de, onlarý deðiþtirmenin ve asýllarýný bozmanýn bir anlamý yok­tur. Bilâkis, onlarý kesinleþtirmek gerekirdi. Çünkü bu durum on­larýn gönüllerine daha yatkm, onlara delil getirme bakýmýndan da­ha saðlam olurdu. Hz. ismail'in çocuklarý babalarý Ýsmail (a.s.)'in yolunu miras olarak sürdürüyorlardý. Onlar, Amr bin Lühayy'ý tam-yýncaya kadar bu þeriat üzerinde idiler. Ne zaman ki, Amr bin Lü-hayy o þeriatýn içine kendi sapýk düþüncelerini soktu, iþte o zaman kendisi saptýðý gibi onlarý da saptýrdý. Ýlk defa o, putlara tapmaya Þaibe ve Bahire adaðým Ýcad etmeye baþladý. Böylece o, Hak dini bozdu ve doðru yolu ile yanlýþý birbirine karýþtýrdý. Cehalet, þirk ve küfür Araplarda galip gelince, bunun üzerine de Cenâb-ý Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, onlarýn eðri yönlerini düzeltmek ve boz­duklarýný ýslah etmek için peygamber olarak gönderdi. Hz. Peygam­ber de onlarýn yaþadýðý þeriata baktý. Hz. Ýsmail'in yoluna ve Al­lah'ýn vahyine uygun olanlarým aynen býraktý, onlarýn bozuk ve de­ðiþtirilmiþ olanlarýný veya þirk ve küfür iþareti olanlarýný kaldýr­dý ve bâtýl olduklarým açýkça ilân etti».

Þübhe yoktur ki, bu gibi «Araþtýrmacýnýn tahrifini ve yaptýðý þeyleri burada biz münakaþa ve münazara için anlatmýyoruz. Çün­kü böyle lüzumsuz sözleri açýða çýkarmak ve boþ yere münakaþa etmek abes þeylerden sayýlýr. Fakat biz, okuyucunun; Batýlý bilgin­lerin araþtýrma programlarýndan ve konularýyla ilgili þeylerden, avurt­larýný doldurarak bahseden bir kýsým, yerli bilgiçleri tanýmasýný, aþa­ðýlýk kör taklitçiliðin bazý müslümanlara neler yaptýrdýðým bilmesi­ni arzu ettiðimiz gibi, kör taassubun sahibine de neler yaptýrdýðýný bilmesini te'min için sözü buraya getirdik.

Bu durumda okuyucu, Hz. Ýbrahim (a.s.Ý ile birlikte gönderilmiþ bulunan Haniflik dini ile câhiliyyet dönemi arasýndaki alâkayý iyi­ce kavradýðý gibi, Ýslâm'ýn zuhurundan önce Araplar nezdinde ge­çerli olan câhiliyyet düþüncesi ile Ýslâm dini arasýndaki alâkanýn hakikatini da anlamýþ oldu.

Resûlullah'ýn Araplar nezdinde geçerli olan prensip ve âdetler­den birçoðunu kabul edip, diðerlerini kaldýrdýðý ve onlara her yolu kapama kararýný veriþindeki sebeb kendiliðinden açýklýða kavuþmuþ Oldu.

Bu bölümle biz, Siyret-i Nebeviyye'nin cevherini, onun fýkhý ile öðütlerinin istlnbatým araþtýrýrken, öncelikle, gerekli olan bu mu­kaddimeleri sunmakla son vermiþ olalým.

Okuyucu, gelecek konular arasýnda, bu açýkladýklarýmýzý, daha iyi görecek, hakikatin ortaya çýkmasýný ve aydýnlanmasýný saðlaya­cak olan delilleri fazlasýyla bulacaktýr. [27]



[1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 33-34.

[2] tbn Seyyidinnas'ýn, «Uyünü'1-Eser» adýndaki kitabýna yazdýðý mukaddimede; tbn tshâk'm güvenilir biri olduðunu ve onu müdafaa ettiðini, bir kýsým ya­zarlarýn onu yalancýlýkla itham etmelerine karþýlýk onlarý reddettiði husus­lara bak.

[3] Îbn Hallikan, Vefâyâtli'l-Âyân: C. 1, s, 290. Meymeniyye baskýsý.

[4] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 35-37.

[5] Bkz. : Þehristânî - el-Milel ve'n-Nihâl: C. 2, s. 86-87.

[6] Ebû'l-Hasan en-NedevÝ: Müslümanlarýn Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?, 3, 28.

[7] Bakara sûresi, âyet:  198.

[8] Muhammed el-Mübûrek: el-Ümmetü'1-Arabiyye, s. 147.

[9] Cum'a sûresi, ftyet: 2.

[10] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 38-43.

[11] Hadis, müttefekun'aleyhtlr. Lâfýz Müslim'indir.

[12] eþ-Þûrâ sûresi, âyet: 13.

[13] Al-i îmrân sûresi ,âyet: 50.

[14] Bakara sûresi, âyet: 130, 132.

[15] Firavun kastediliyor. Çünkü Firavun büyücülerin Hz. Musa'ya îman  et­meleri üzerine onlara Ýþkence yapacaðýna yemin etmiþti.

[16] A'râf sûresi, âyet: 125, 126.

[17] Al-Ý tmrân sûresi, âyet: 19.

[18] eþ.þûrâ sûresi, âyet: 14.

[19] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 44-48.

[20] Hacc sûresi, âyet: 78.

[21] Al-1 îmrân sûresi, âyet: 95.

[22] Ýbn Hiþâm - Siyret: 1/76. Buhârî ve Müslim, Ehû Hüreyre'den Peygambeit-mizln: «Ben cehennemde, Amr bin Lühayy bin Kâm'a bin Hýndif'i kendi bar­saklarýný sürükler bir halde gördüm» buyurduðunu rivayet ederler. HadU birbirine yakýn sözlerle rivayet edilmiþtir. Bahire: Sütünden Ýnsanlarýn ya­rarlanmalarý yasaklanmýþ, þeytanlara adanmýþ devedir. Þaibe: Câhiliyye arap-larýnýn putlar için adadýklarý devedir. Vasile: Deve üstüste Ýkiz doðurduðu vakit tâgutlar Ýçin salýverilirdi. Ve buna vasile denirdi. Hami: Bir erkek de­venin dölünden on batýn doðarsa onun sýrtýna yük vurmazlar ve binmezlerdi. Buna da Hami denirdi.

[23] Ýbn-i Hiþâm: 1/77, Ýbn-Ý el-Kelbi: 8, 9.

[24] Telbiyenin bugünkü sözleri þunlardýr :

«Buyur, Allah'ým buyur! (Ben senin enirine her zaman itaat ederim.) Se­nin ortaðýn yoktur. Buyur Allah'ým! Þüphesiz ki, hamd de, nimet de sana mahsustur, mülk de senin, ortaðýn yoktur.»

[25] Bak.: Dr. Gibb: «Dini Fikrin Yapýsý», s. 58

[26] Hacc sûresi, âyet, 78.

[27] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 49-57.



radyobeyan