Fýkhus Sire
Pages: 1
Bisetten hicrete By: hafýz_32 Date: 07 Ekim 2010, 18:00:04
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

BÝ'SETTEN  HÝCRETE


1- Resülullah'ýn Hayatýnda Îslam Da'vetinin Merhaleleri
 

Ýslâm da'veti, Resûlullah'ýn hayatýnda, bi'setinden vefatýna ka­dar dört devre geçirdi.

1. Devre: Gizlice da'vet. Üç yýl devam etti,

2. Devre: Savaþ olmadan yalnýzca dil ile açýktan yapýlan da'vet. Bu da hicrete kadar devam etti.

3. Devre: Haddi aþanlarla ve kötülüðe baþvuranlarla savaþmak­la birlikte, açýktan da'vet... Bu dönem de, Hudeybiye anlaþmasýna kadar sürdü.

4. Devre: Allah'a da'vet yolunda engel olarak çýkan veya müþ­riklerden, inkarcýlardan ve puta tapanlardan - da'vet ettikten ve da'­veti bildirdikten sonra - îslâm'a girmekten kaçýnan herkesle savaþa­rak, açýktan yapýlan da'vet... Bu dönem, Ýslâm'daki cihad hükmü­nün ve islâm Þeriatýnýn, üzerinde karar kýldýðý ve son þeklini aldýðý dönemdir. [1]

 

a-Gizlice Da'vet
 

Resûlullah (s.a.v.), Allah'ýn emrini yerine getirmeye koyulurken, önce insanlarý, tek olan Allah'a kulluk etmeye ve putlardan vazgeç­meye çaðýrmaya baþlamýþtý. Ama O, bunlara, þirk ve puta tapma konusunda mutaassýp (körü körüne baðlý) olan Kureyþ'in üzerin­de ani bir etki yapmasýndan endiþelenerek gizlice da'vet ediyordu. Bunun için Hz. Peygamber da'veti, Kureyþ'in umumi toplantýlarýn­da açýða vurmuyordu ve kendisine akrabalýk veya eskiden tanýdýk-lýk baðýyla baðlý olanlarýn dýþýnda kimseyi da'vet etmemiþti.

Ýslâm dinine giren ilk kiþiler arasýnda þunlar bulunuyordu-. Hü-veylid kýzý Hadice (r.a.), Ali bin Ebi Tâlib, Resûlullah'm âzadlýsý ve oðulluðu Zeyd bin Harise, Ebû Bekr bin Ebî Kuhâfe, Osman bin Affan, Zübeyr bin el-Avvam, Abdurra'hman bin Avf, Sa'd bin Ebl Vakkas ve diðerleri... (Allah hepsinden razý olsun).

Bu zevat da tabiî,, Hz. Peygamber'le gizlice buluþuyorlardý. On­lardan biri, herhangi bir ibâdeti öðrenmek için ta'lim yapmak istese, Kureyþ'in bakýþlarýndan gizlenerek Mekke'nin civarýndaki vadi­lere giderdi.

Ýslâm'a girenlerin sayýsý otuzun üstüne çýkýnca, - kadýn ve er­kek buna dahil- Allah Resulü, ta'lim ve irþad ihtiyaçlarýný gider­mek, onlarla buluþmak için Ýbnu'l-Erkam'ýn evini karargâh olarak seçti. Bu dönemde da'vetten elde edilen sonuç; yaklaþýk olarak, Ýs­lâm'a giren kadýn ve erkeklerden kýrk kiþi olmuþtu. Bunlarýn çoðu fakirlerden, azadlý kölelerden ve Kureyþ arasýnda hiçbir mevkisi ol­mayan kiþilerdendi[2].

 

Ýbretler Ve Öðütler
 

1- Resûlullah (s.a.v.)'ýn da'vetinin baþlangýcýndaki gizliliðin yorumu:

Þübhesiz ki, Resûlullah (s.a.vj'm, bu ilk yýllarda Ýslâm'a da'veti gizli tutmasý, kendi canýndan korkusu sebebiyle deðildir. O, Ýs­lâm'a da'vetle görevlendirildiði ve Cenâb-ý Hakk'ýn: «Ey örtülere bü­rünen Peygamber! Kalk, inzar et...» âyeti indði vakit, kendisinin insanlara Allah'ýn elçisi olduðunu öðrenmiþti. Bunun için O, kendi­sini bu da'vetle görevlendiren ve peygamber olarak seçen Allah'ýn onu insanlardan korumaya ve himaye etmeye kadir olduðunu ke­sinlikle biliyordu. Þayet Allah, ilk günden itibaren O'na insanlarýn arasýnda da'veti alenî olarak açýklamasýný emretseydi, elbette O, bu konuda kendisine öleceði yer gösterilmiþ olsa bile, yine bundan bir dakika geri durmazdý. Fakat Allah (c.c.) ilk devrede O'na da'veti gizli olarak sürdürmesini, ancak çok güvendiði ve kendisine inana­caðýný yakinen bildiði kimselere açmasýný ilham etmiþti. Bu da, da-.ha sonraki, da'vetçilere, zahirî sebeb ve tedbirlere baþvurmanýn meþ­ru olduðuna dair ta'lim ve irþaddý. Da'vetin gaye ve hedeflerine va­rabilmesi için baþvurulmasý gereken akl-ý selim ve doðru düþün­cenin telkin ettiði vasýtalarý da gösterdi. Buna raðmen, bütün bu sebeb ve vasýtalarýn Allah'a tevekkül ve itimada baskýn çýkmama­sý, yine insanýn bu sebeblere tutunmasýna raðmen onun öz fikir, ta­savvur ve hareketlerini kenetleyen bir anlayýþa sahip olmamasý da gerekir. Bu tür bir anlayýþýn Allah'a imanýn kökünü kazýyacaðý da bir gerçektir. Ayrýca Ýslâm da'vetinin karakterine de ters düþer...

Buradan da anlaþýlýyor ki, Resûlullah'ýn bu dönemde da'vette takib ettiði metod, Allah'tan aldýðýný teblið eden bir nebi sýfatýyla olmaktan ziyade, bir lider olarak, siyaset-i þer'iye kabilinden bir tu­tumdu.

Buna binâen, her asýrdaki Ýslâm da'vetçilerinin; içinde yaþadýk­larý asrýn durumuna ve þartlarýna göre1 davetin keyfiye tindeki elas­tikiyeti, yâni sertlik veya yumuþaklýðý, açýklýk veya gizliliði kullan-, malarý caiz olur. Bu elastikiyete, Ýslâm þeriatý, Resûlullah'ýn siyre-tindeki gerçeðe dayanarak, birtakým þekiller veya zikri geçen dört merhale dahilinde birtakým sýnýrlar çizmiþtir. Bunlarýn tümünde, Ýslâm da'vetinin selâmeti ve müslümanlarýn maslahatý gözönünde bulundurulmaktadýr.

Bunun için Ýslâm Hukukçularý; müslümanlarýn savaþ kararý al­dýklarý zaman; sayýca az, malzeme bakýmýndan zayýf olduklarý tak­dirde, düþmanlarýný maðlûp edemeden öldürülecekleri kanaat; ga­lip geleceði cihetle, hemen burada caný koruma maslahatýnýn öne geçmesinin gerekli olduðu fikri üzerinde ittifak etmiþlerdir. Çünkü mukabil maslahat -ki, o da dini korumaktýr- zandan ibaretfr veya durum en azýndan menfidir...

Izz bin Abdüsselâm bu tür bir savaþa girmenin haramlýlýðým açýklayarak þöyle der: «Düþmaný yenmek mümkün olmayýnca ye­nilmek mukadderdir. Çünkü bu hususta direnmek can kaybýna y^l açar. Bu da düþmaný güldürür, müslümam yýldýrýr. Buradaki diren­me fesada yol açar. Fesadýn devamýnda da maslahat yoktur[3]».

Ben derim ki, burada caný koruma maslahatýnýn öne geçmesi, yalnýzca zahir yönündendir. iþin hakikat ve uzak hedef yönüne ge­lince, vakýa o dinin maslahatýdýr. Yâni dini koruma maslahatýdýr. Çünkü dini maslahat - bu gibi hallerde - müslümanlarýn, açýlacak yeni fýrsatlarda mücahedeyi sürdürüp üstün gelmeleri için, canlarý­nýn sað býrakýlmasý gereklidir. Aksi takdirde, müslümanlarýn helak olmalarý, bizzat dinin kendine zarar vermek ve düþmanlarýn önle­rindeki kapalý yollarý açmak, hücum etmeleri için onlara imkân ta­nýmak demek olur...

Özet olarak; savaþ veya açýktan da'vet, bizzat da'vetin kendi­sine zarar verecek nitelikte olursa; da'veti gizlemek veya sulh yap­mak vâcib olur. Da'veti açýktan yapma imkâný varsa ve bu da fay­dalý ise; da'veti gizlemek câ-z olmaz. Savunma ve savaþ gücü ye­terli olduðu zaman zalimlerle ve fýrsatçýlarla anlaþma yapmak ca­iz deðildir. Müslümanlarýn, cihad hazýrlýklarý yeterli olduðu takdirde, kâfirlerle cihadý býrakýp evlerinde oturmalarý da caiz deðildir.

2- Ýslâm'a giren ilk kiþiler ve onlarýn diðerlerinden Önce Ýs­lâm'a koþmalarýndaki hikmet:

Siyret kitablarý, ilk dönemde Ýslâm'a giren insanlarýn büyük ço­ðunluðunun kölelerden, düþkünlerden ve yoksullardan meydana gel­miþ karýþýk bir topluluk olduðunu bize naklediyorlar. Bundaki hik­met nedir? Ýslâm devletinin bu gibi insanlarýn desteði üzerine ku­rulmuþ olmasýndaki sn- nedir?

Bunun cevabý þudur: Bu durum, Enbiyâ'nýn da've tinin ilk dö­nemdeki tabiî meyveleridir. Nuh'un kavmini düþünmelidir: Onlar Nuh'un etrafýnda bulunan mü'minleri nasýl insanlarýn en düþükleri ve ahmaklarý olarak nitelendiriyorlardý. Kur'an onlarýn bu sözleri­ni þöyle naklediyor: «...Biz seni ancak bizim gibi bir insan görü­yoruz ve sana baðlý olanlarý, ilk bakýþta, en düþkünlerimiz olarak görüyoruz...[4]». Fir'avun'a ve avanesine de bakmalý: Onlar da Mû-sâ'ya uyanlarý, nasýl zeliller ve ezilmiþler olarak görüyorlardý? Hat­tâ Cenab-ý Allah, Fir'avun'u ve avanesini helak ettikten sonra, on­lardan þöyle bahseder: «...Fir'avun'un iþkencesi altýnda ezilen o kavmi, arzýn bereketlerle donattýðýmýz doðularýna ve batýlarýna mi­rasçý kýldýk[5]». Allahü Teâlâ'nýn Hz. Salih (a.s.)'i peygamber ola­rak gönderdiði Semûd kavmine de bakmalý. Semûd kavminin çok kibirli liderleri ondan nasýl yüz çevirdiler? Halbuki ezilmiþ insanlar Hz. Salih'e iman ettiler. Yüce Allah yine bu konuda: «Salih'in kav­minden imana gelmeyip, kibirle nenler, içlerinden iman eden ezil­miþler için alay yollu, þöyle dediler: -Siz Salih'in hakikaten, Rabbi tarafýndan gönderilmiþ bir peygamber olduðunu biliyor musunuz? Onlar da: «Biz, doðrucu Ununla gönderilen herþeye iman edenleriz» dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: -Doðrusu biz, o sizin inan­dýðýnýz þeyi inkâr eden kâfirleriz- dediler[6].

Ýþte bundaki sýr budur. Gerçekten Allah'ýn bütün Enbiyâ ve Re-sûl'lerle gönderdiði bu dinin hakikati, yalnýzca, insanlarý diðer za­lim insanlarýn sultasýndan kurtarýp, Allah'ýn hâkimiyet ve saltana­týna sokmaktan ibarettir. O öyle bir hakikattir ki, tanrýlýk iddiasýn­da bulunanlarýn Tanrýlýðýný, despotlarýn hâkimiyetini, liderlik sev­dasýna düþenlerin ezici kuvvetlerini kökünden kazýr. Yine bu ha­kikat, ezilmiþlerin, zillete uðramýþlarýn ve her türlü hak ve hukuk­tan mahrum býrakýlmýþlarýn durumunu  düzeltmekle  uygunluk arzeder. Allah için yapýlan tslâný da'vetirün karþýsýna dikilme, yâni ki­birlenme ve inad, bu tanrýlýk iddiasýnda bulunanlardan ve despot­lardan gelmektedir. Allah'ýn emirlerine boyun eðme ve o emirleri yerine getirme ise, bu ezilmiþ insanlarýn yapacaðý iþlerdir. Bak! Bu hakikat bütün çýplaklýðýyla, Kadisiye savaþýnda Fars (tran) ordu­sunun komutaný Rüstem ile, Sa'd bin Ebî Vakkas (r.a.)'ýn ordusun­da basit bir asker olan Rýb'Ý bin Âmir arasýnda geçen þu konuþma­da kendisini göstermektedir. îran Komutaný Rüstem, Rýb'î bin Âmir'e þöyle der:

- «Sizi bizimle savaþmaya ve ülkemize saldýrmaya zorlayan þey nedir?» Bu soruya karþýlýk oda:

- «Biz, arzu edenleri kullara kulluk etmekten çýkarýp, tek olan Allah'a kulluk etmeye yöneltmek için geldik» diye cevab verdi. Son­ra, Rüstem'in saðýnda ve solunda eðilmiþ insanlarýn saflarýna baktý ve hayretle :

- Sizin hakkýnýzda bize birçok düþünce ve  fikirler ulaþmýþtý. Fakat ben sizden daha akýlsýz bir kavim görmüyorum. Biz müslü-manlar topluluðu, birbirimizi köle edinmeyiz. Zannetmiþtim ki siz de bizim gibi birbirinize yardýmcý oluyorsunuz. Halbuki bana gös­terdiðiniz en iyi iþiniz; bir kýsmýnýzýn öbürlerinin tanrýlarý olduðu­dur!..» dedi.

Bunun üzerine ezilen zavallýlar birbirlerine dönüp, «Vallahi bu Arap doðru söyledi» diye fýsýldaþtýlar. Ama Komutanlar ve diðer yetkililer, Rýb'i'nin bu sözünde, e nân iye ti erine dokunup onu yakan yýldýrýma benzeyen birþeyler buldular ve birbirine þöyle dediler: «Bu Arap öyle bir söz ortaya attý ki, artýk kölelerimiz ona doðru yöne­lirler.[7]

Bu söz, þu anlama gelmez: Herkesten önce Ýslâm'a koþan ezilmiþ kiþiler, Ýslâm'a, imandan ötürü girmediler. Aksine onlar ezenlerin ve ululuk taslayanlarýn iþkencelerinden kurtulmak için girdiler. Þöy­le ki, tek olan Allah'a inanmak ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getir­diklerini tasdik etmek, Kureyþ'in ileri gelenleriyle, ezilmiþler arasýn­da müþterek bir ölçü olmuþtu. Onlardan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Rabbinden getirdiði haberlerin doðruluðunu bilmeyen hiçbir kim­se yoktu. Ancak Kureyþ'in içindeki liderleri ve kendilerini büyük gö­renlerin liderlikleri, onlarý Resûlullah'a uymaktan ve ona boyun eð­mekten alýkoymuþtu. Bunun en tipik örneði; Resûlullah'ýn amcasý «Ebû Talibedir.  Ama yoksullar ve ezilenler böyle deðildi. Onlarýn Hz. Peygamber'e boyun eðmelerine, imanlarýyla onun da'vetlne ica­bet etmelerine engel olacak herhangi birþey yoktu. Onlardan her-birinin Allah'ý en üstün kabul ettiði, Allah'ýn hâkimiyetinin dýþýnda bir hâkimiyete veya O'nun gücünün dýþýnda bir güce aldýrýþ etme­diði, yalnýzca Allah'ýn ulühlyyetine iman ettiði anda, duyduðunu ve hissettiðini buna ekleyebiliriz. Allah'a imanýn meyvesi olan bu þuur, ayný zamanda sahibine güç veriyor, sahibine saadet ve sevinç veriyor...

Bu asýrda, bir kýsým îslâm düþmanlarýnýn Hz. Muhammed (s.a. v.) 'in yerine getirdiði islâm da'vetinin, ancak Arap toplumunun ilhamýndan ibaret olduðunu ve o zamanki Arap fikir hareketinin þekillenmesinden baþka birþey olmadýðýný iddia ettikleri vakit, on­larýn ortaya attýklarý iftiranýn büyüklüðünü de buradan anlýyoruz: Eðer bu iþ onlarýn dediði gibi olsaydý; bu- da'vetin hasýlatý, baþlan­gýcýndan üç yýl sonra, erkek ve kadýn olmak üzere kýrk kiþi olmaz­dý. Üstelik bu müslümanlarýn tümü, yoksullardan, ezilmiþlerden, köle ve âzadhlardan oluþmaktaydý. Onlarýn baþýnda Suheyb-i Rû­mi, Bilâl-i Habeþi gibi yabancý milletten olan insanlar gelmekteydi.

Üstelik, ileriki bahislerde, Hz. Peygamber'! kendi memleketinden hicrete zorlayan, etrafýnda bulunan insanlarý þuraya buraya daðýl­maya ve göçmen olarak Habeþistan'a kadar gitmeye mecbur eden, bizzat bu Arap toplumunun olduðunu göreceksiniz. Bu durum ise, müsteþriklerin, Araplarýn düþünce ve temayüllerinin þekillenmesin­den ibaret olduðunu iddia ettikleri îslâm davetine karþý, yine ay­ný Araplarýn gösterdiði bir hoþnutsuzluk olduðuna göre müsteþrikin yalaný ortada }salu\.[8]

 

b- Da'veti Açýða Vurma
 

îbn Hiþâm naklediyor:

Ýnsanlar, kadýnlardan ve erkeklerden oluþan gruplar halinde Ýs­lâm'a girmeye baþladýlar. Hattâ, Mekke'de Ýslâm'ýn anýlmasý yay­gýnlaþtý ve herkes tarafýndan konuþulur oldu. Bunun üzerine Yüce Allah, kendi elçisine, hak olarak gelen þeyleri açýklamasýný, kendi emrini halka duyurmasýný ve kendisine inanmaya da'vet etmesini emretti. Allah Resûlü'nün iþini gizli tutmasý ile. Yüce Allah'ýn ona dinini açýða vurmayý emretmesi arasýndaki zaman, Bi'set'ten itiba­ren üç yýldan ibarettir. Sonra Allahü Teâlâ, Resulüne: «Þimdi sen, sana buyurulam açýkça ortaya koy, puta tapanlara aldýrýþ etme» buyurdu[9].

Ve yine Yüce Allah: «Önce en yakýn soydaþlarýný uyar, sana tâ­bi olan mü'minlere (tevazu) kanadýný Ýndir[10]» ve: «De ki, ben apaçýk bir uyarýcýyým.[11]'» buyurdu.

Bunun üzerine, Allah Resulü, Rabbinin emrini yerine getirmeye baþladý. Yüce Allah'ýn: «Þimdi sen, artýk sana emredileni açýkça or­taya koy, puta tapanlara aldýrýþ etme» âyetine uyarak, Safa tepe­sine çýkýp: «Ey Fihr oðullarý! Ey Adiyy oðullarý!» diye seslendi. Ni­hayet hepsi toplandý. Dýþarý çýkmayan kiþiler de: «O da ne?» diye, bakmasý için adam gönderdiler. Hz. Peygamber ts.a.v.) onlara: «Ben size þu vadiden veya daðýn eteðinden atlýlar çýkacaðýný ve size sal­dýracaklarýný haber versem beni tasdik eder miydiniz?» dedi. On­lar da: «Evet, þimdiye kadar senin yalan söylediðini görmedik» dedi­ler. Bu sefer Peygamberimiz: «Ben size önümüzdeki þiddetli azabý haber veriyorum...» dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb: «Yazýklar ol­sun sana! Her gün hüsrana uðrayasýn. Bunun için mi bizi topladýn?» diyerek Hz. Peygamber'e hakaret etti. Bunun için de Cenâb-ý Hak «Tebbet» sûresini indirdi.[12]

Yine Resûlullah (s.a.v.î, Yüce Allah'ýn «-Önce en yakýn soydaþ­larýný korkut!» emrine uyarak, etrafýndaki yakýnlarým, akrabalarýný ve oymaðýný toplayýp onlara þöyle dedi:

- Ey Kâb bin Luey Oðullarý!  Kendinizi Cehennem ateþinden kurtarýnýz!

- Ey Mürre bin Kâ'b Oðullarý! Kendinizi Cehennem ateþinden kurtarýnýz!

- Ey Abdü'þ-Þems Oðullarý! Kendinizi Cehennem ateþinden kur­tarýnýz!

- Ey Abd-i Menâf Oðullarý! Kendinizi Cehennem ateþinden kur­tarýnýz!

- Ey Abdülmuttalib Oðullarý!  Kendinizi Cehennem  ateþinden kurtarýnýz!

- Ey Fâtýma![13] Nefsini Cehennem ateþinden kurtar! Çünkü ben sizin için Allah tarafýndan verilmiþ bir nüfuza mâlik deðilim. An­cak sizinle  aramda  bir hýsýmlýk baðý  vardýr ki  onu da terk et­mem...[14]»

Kureyþ'in Resûlullah'ý býrakýp gitmeleri, babalarýndan miras olarak aldýklarý dini ve onlarýn yaþama tarzlarýný býrakmayacaklarý­ný, ileri sürerek onun çaðrýsýný kabul etmemeleri; Hz. Peygamber'-in da'vetini açýklamasý karþýsýnda Kureyþ tarafýndan gösterilen bir reaksiyon olmuþtu. Allah Resulü o vakit onlara akýl ve fikirlerini, babalarýnýn gidiþatýný taklid etme ve onlara uyma köleliðinden kur­tarmalarýnýn zaruretini, akýl ve mantýklarýný kullanmalarýný önem­le belirtmiþti.

Yine onlara, tapmaya devam edegeldikleri putlarýnýn kendile­rine ne bir fayda, ne de bir zarar vere m iveceklerini açýkladý. Ku­reyþ'in baba ve dedelerinden miras olarak devraldýklarý puta tapý-cýhk hususunda yalnýzca taklid saikiyîe onlarý izlemelerinin, ken­dileri için bir özür sayýl amýyacaðým izah etti. Nitekim AUahü Te-âlâ onlarýn hakkýnda: «Onlar, Allah'ýn indirdiðine ve o peygambe­re geliniz, denildiði zaman, «Atalarýmýzý üzerinde bulduðumuz yol bize yeter,» dediler. Ya atalarý birþey blmeyen ve doðru yolda ol­mayan kimseler idiyseler?[15]» diye buyurmuþtur.

Resûlullah (s.a.v.) onlarýn putlarýna kusur bulup akýllarýný ah­maklýkla suçladýðý, babalarýnýn ve dedelerinin âdetleri olan puta tapmalarýndan dolayý onlarýn özürlerini kabul etmediði ve babala­rýný da akýlsýzlýkla suçladýðý zaman; Kureyþliler iþi  büyüttüler ve onunla savaþa kalkýþtýlar. Allah'ýn îslâm nimeti ile koruduðu kiþi­ler hariç, bütün Kureyþliler Hz. Peygamber'in aleyhinde ve ona düþ­manlýkta birleþtiler. Ebû Tâlib ise bunlarýn dýþýnda kalmýþtý. Ebû Tâlib, Peygamberimizi korudu ve ona acýdý, devamlý ona arka çýktý. [16]

 

Ýbretler Ve Öðütler
 

Resûlullah (s.a.v.)'m siyretinin bu bölümünde üç tane önemli iþaret bulunmaktadýr ki, biz onlarý aþaðýda özetliyoruz:

Birincisi: Resûlullah Cs.a.v.) Ýslâm da'vetini Kureyþ'e ve bütün Araplara açýkladýðý zaman, onlarý þimdiye kadar hiç beklemedikleri veya alýþmadýklarý bir durumla karþý karþýya getirdi. Okuyucu, bu­nu Ebû Leheb'in protestosunda ve müþriklerin ileri gelenlerinin, Re-sûlullah'a karþý çýkmak ve düþmanlýk etmek üzere yaptýklarý itti­fakta açýk bir þekilde görüyor.

Kureyþ'in bu tavrý, Ýslâm dininin ahkâm ve prensiplerini milli­yetçiliðin bir meyvesi olarak tasvir etmeye kalkýþanlarý, bir de Hz. Muhammed'in çaðýrdýðý da'veti ile Araplarýn ideallerini ve arzula­rým temsil ettiðini savunan kiþileri kesin bir þekilde reddediyor.

Bir araþtýrmacý, Peygamberimizin siyretine vâkýf olunca; bu gü­lünç iddiayý münakaþa etmek veya reddetmek için, kendisini yor­masýna gerek kalmaz. Bu iddiayý, halkýn arasýnda gündeme getiren kiþiler, onun tutarsýzlýðýný ve yanlýþ olduðunu önce kendileri bili­yorlar. Fakat bu gülünç iddia, her halükârda Ýslâm dinini ve onun hâkimiyetini fikir ve prensiplerinden uzaklaþtýrmak için onlarýn na­zarýnda gerekli bir iddiadýr. Bu iddianýn gündeme gelmesi mümkün olsa bile, onun doðru olmasý o kadar önemli deðildir. Fakat asýl önemli olan ve onlara faydalý olan, maksadlarýmn bunu iddia etme ve gündeme getirmeyi gerekli kýlmasýdýr. Belki de okuyucu, bu ko­nunun bir yönünü, beþinci mukaddimede geniþ bir þekilde zikretti­ðimizi unutmamýþtýr...

Ýkincisi: Allahü Tealâ'mn, Resulüne: «...Emrolunduðun þeyi açýk­la...» âyetiyle, genel bir emirle yetinerek, özellikle akrabalarýný ve soydaþlarýný korkutmasýný emretmemesi mümkündü. Çünkü soydaþ­larýnýn ve akrabasýnýn bütün fertleri, huzurlarýnda da'veti ve cehen­nem azabýný açýklayacaðý tüm kiþilerin içine giriyordu. O halde, soy­daþlarýný korkutma emrinin hususiyetindeki hikmet nedir?

Bu sorunun en güzel cevabý þudur: Bu tür bir emirde umumî olarak bir müslümaný, hususi olarak da da'vet sahiplerini,,, yâni Ýslam idealistlerini ilgilendiren sorumluluðun derecelerine iþaret var­dýr.

Sorumlulukta en aþaðý derece, kiþinin kendinden sorumlu olma-. sidir. Bu derecenin hakkýný vermek için, uzunca bir dönem olan vahyin baþlangýç dönemi geçti. Yâni, Hz. Muhammed kendisinin peygamber olduðuna kanaat getirinceye kadar ve yine kendisine inen þeylerin sadece Allah'ýn vahyi olduðuna inanýncaya kadar bu dönem devam etti. Bu duruma göre Peygamberimiz önce kendisine iman ediyor ve ileride alacaðý ahkâm ve prensipleri kabul etmesi için kendisini hazýrlýyor.

Ýkinci dereceye gelince, o da, müslümanýn kendi ailesinden ve bakmakla mükellef olduðu yakýn akrabasýndan dolayý sorumlulu­ðudur. Yüce Allah, bu mes'uliyetin hakkýný vermeye dikkat çeke­rek; umumi ve açýktan tebliði emrettikten sonra, aileyi ve yakýn' akrabalarý cehennem azabýyla korkutma ve onlara islâm'ý teblið etme zaruretini özel olarak belirtti. Sorumluluðun bu derecesinde, akraba ve aile sahibi her müslüman, sorumluluk yükünü taþýma zaruretinde müþterektir. Bir müslümanýn, akrabalarýný ve ailesini Ýslâm'a da'veti ile peygamberin kavmini da'vet etmesi arasýnda hiç­bir fark yoktur. Ancak peygamber kavmini, Allah tarafýndan indi­rilmiþ yepyeni bir þeriata çaðýrýr. Bir müslüman ise, kendilerine gönderilen peygamberin da'veti ile çaðýrýr, peygamberin diliyle ko­nuþur ve onun adýna teblið eder. Bir Nebinin veya Resulün kendine vahyolunanlarý kavmine teblið etmekten vazgeçip, onlarýn arasýn­da oturmasý caiz olmadýðý gibi, ayný þekilde aile reisinin kendi aile ve efradýna tebliði býrakýp da oturmasý caiz olmaz. Aksine aile rei­sinin onlarý buna uymaya ve sýký sýkýya tutunmaya teþvik etmesi vâcib olur.

Sorumluluðun üçüncü derecesine gelince, o da, âlim kiþinin oy­maðýndan veya kendi memleketinden, hâkimiyet sahibi yöneticinin devletinden ve milletinden sorumlu olmasýdýr. Bunlarýn her ikisi de yâni yönetici ve âlim bu konuda peygamberin yerini tutarlar. Çün­kü her ikisi de, Hz. Resûlullah'ýn «Alimler, Nebilerin mirasçýlarýdýr» diye buyurmasýna ve hakim ile imâmýn «halife» olarak isimlendi-rilmesine göre, Peygamberin þer'i mirasçýlarýdýr. Yâni imâm ve ha­kim Resûlullah'ýn halifesidtr[17].

Ýslâm toplumunda, þeriatý iyi anlama ve kavrama, imâm ve ha­kimin baþta gelen ödevlerinden olduðuna göre; Resûlullah'a yük­lenilmiþ mes'uliyetin karakteri :1e hakimlerle, baþkanlara ve ulema­ya yüklenilen mes'uliyet arasýnda kapsam ve genellik bakýmýndan herhangi bir fark yoktur. Yukarýda da söylediðimiz gibi. Peygam­ber kendisine vahyedilen yeni bir þeriatý teblið eder. Ama berikiler ise; tebliðlerinde ve yaptýklarýnda Peygamberi izlerler, onun hidâ-yetiyle doðru yolu gösterirler, Peygamberin sünnetine ve siyretine sarýlýrlar.

Bu duruma göre Hz. Peygamber (s.a.v.î'in mükellef bir müslü-man olmasý hasebiyle kendi nefsinin sorumluluðunu, aile reisi ve yakýn akraba sahibi olmasý vasfýyla, kendi ailesinin sorumluluðu­nu; sonra Allah tarafýndan gönderilmiþ bir Resul ve Nebi olmasý se­bebiyle tüm insanlarýn sorumluluðunu taþýyordu.

Her mükellef, birincisinde, her aile sahibi ikincisinde, âlimler ve hakimler de üçüncüsünde, Peygamber (s.a.v.) ile bu sorumluluðu paylaþýrlar.

Üçüncüsü: Resûlullah (s.a.v.) kavmini, babalarýndan ve dede-rinden miras kalan an'anelere, iyilik ya da kötülüklerini düþünme­den körükörüne baðlanmalarýndan dolayý onlarý yermiþti. Yine on­lara kendilerini hiçbir fikir ve mantýk esasýna dayanmayan âdet ve an'ane yobazlýðýndan, akýl ve fikirlerini, körükörüne baðlanma esa­retinden kurtarmalarý için çaðrýda bulunmuþtu.

Bu çaðrýsýnda da, îslâm dininin - akaid ve hükümlerinin - yal­nýzca akýl ve mantýk esasý üzerinde kurulmuþ olduðuna, bu dine sýmsýký sarýlmadaki maksadýn da sadece, kullarýn dünya ve âhiret maslahatlarýna uygun olduðundan ötürü yapýldýðýna iþaret vardýr. Bunun için, Allah'a imanýn ve O'na tâbi olan diðer itikadý þeylerin sýhhatinin þartlarýndan en önemlisi, herhangi bir örf ve âdetin en basit bir etkisi olmadan, kesin bilgi ve hür düþünce esasý üzerine kurulmuþ olmasýdýr. Hattâ «Cevheretü't-Tevhid» sahibi, meþhur bir beytinde:

«Her kim, tevhidde, kurtulmadý taklidden, Onun da imaný kurtulmaz tereddütten»

demektedir.

Buradan da anlaþýlýyor ki, Ýslâm dini sapýk âdet ve an'anelere ve onlarýn esaretine girmeye karþý savaþ açmak için gelmiþtir. Çün­kü o, tüm ahkâm ve prensiplerinde, müslümanlara akýl ve mantýk esasý üzerine seslenmiþtir[18]. Halbuki âdet ve an'aneler, yalnýzca baþ­kalarýna uyma ve onlara baðlanma sebebine dayanmaktadýr. Yâ­ni onlarda hür düþüncenin ve inceleme unsurunun hiçbir etkisi bulunmamaktadýr. Çünkü «Tekâlid : An'aneler» kelimesi Arap di­linde ve sosyolojide þöyle tanýmlanmaktadýr: «Atalardan çocukla­rýna miras kalan âdetler topluluðu veya bir bölgede ya da bir top­lumda yaþayan insanlarýn birbiriyle münâsebetleri sonucunda bir­birine geçen âdetler ve gelenekler. Ancak bunun taklid olmasýnýn âmili hayatýn ve var oluþun sebebi olarak bu âdetleri devam ettiren bir Uder fikrin, bir taassub kayd ü þartý vardýr.»

insanlarýn kendi toplumlarýndaki yaþama tarzýný, sevinçlerinde-ki eðlence biçimini, üzüntü ve hüzünlerindeki yas tutma þekillerini, temas ve te'sir yoluyla kendiliðinden alýnmýþ veya eski âdetlerin etkisiyle yerleþmiþ bulunan davranýþlarý alýþkanlýk haline getirme­lerine sosyolojide ve dil ýstýlahýnda «Tekâlid, an'ane» adý verilmek­tedir.

Bu husus, okuyucu için açýkça ortaya konunca, artýk îslâm di­ninin «Tekâlid» diye isimlendirilen þeylerden - bunlar ister inanç­la ilgili olsun, isterse çeþitli ahkâm ve nizam içinde olsun eþittir -hiçbirini bünyesinde taþýmasýnýn mümkün olmadýðýný daha iyi kav­ramýþ olacaktýr. Çünkü akide, akýl ve mantýk esasýna dayanmaktadýr; ahkâm ise dünyevî ve uhrevi maslahatlar esasýna dayanmaktadýr ki; o maslahatlarýn bazý akýllar bir kýsým hikmet ve sebeblerini an­lamakta âciz kalsalar bile, yine de þahsý düþünce ve inceleme ile anlaþýlabilirler.

Bu açýkça ortaya çýkýnca, artýk, Ýslâm'daki çeþitli ibâdetlerle, ahkâm-ý þer'iyyeye ve ahlâkî prensipler için; «tslâmi âdet ve an'ane­ler» tabirini kullanan kiþilerin içine düþtükleri hatanýn büyüklüðü iyice anlaþýlmýþ olur.

Çünkü, bu haksýzca isimlendirme ve öylece etrafa yayma, zi­hinlere þunu ilham eder: Ýslâm ahlâk ve davranýþlarýnýn kýymeti, için­de beþer saadetinin sýrrýnýn gizlendiði ilâhî bir prensip olmasý se­bebiyle deðil de, îslâm ahlâk ve nizamý ile alâkalý herþeyin yal­nýzca atalardan ve dedelerden miras olarak kalan eski âdetler ol­masý sebebiyledir. Þübhesiz ki bu hatalý ilhamýn kesin sonucu þu olur: Herþeyin deðiþip, ilerleyip, yenilendiði bir asýrda bu eski mi­rasý alýp topluma yükleyeceksiniz ve tabiî olarak da kimse ayak uyduramayacaktýr!..

Hakikat þudur ki. îslâmi hükümlere bu damgayý vurmak affe­dilecek cinsten bir hata deðildir. Ancak o, bâtýl damgalarla Ýslâm'a karþý ilân edilen harp zincirinin bir halkasýdýr.

«Îslâmi an'aneler tabirini yaymaktaki asýl maksad' îslâmi ni­zam ve hükümlerin, getirilip üzerine «an'aneler» etiketini asmaktýr. Nihayet bunun üzerinden bir zaman geçip, insanlarýn zihninde, «an'aneler»in anlamýyla, Islâmî düzen ve ahkâm arasýnda bir baðýn­tý kurulunca; halk da bu îslâmi düzenin, gerçekte, akla ve bilgiye uyan bir temel üzerine kurulmuþ prensip ve ilkeler olduðunu unu­tunca; Ýslâm düþmanlarýnýn, girebilecekleri noktadan Ýslâm'a saldýr­malarý kolaylaþmýþ olacaktýr.

Zira müslümanlar gözlerini açýp, uyanýnca; evlenme ve boþan-. ma, kadýnýn örtünmesi ve korunmasý gibi Ýslâmî hüküm ve pren­siplerin, genel ahlâk kurallarýnýn üzerine «an'aneler» örtüsünün ge­çirildiðini göreceklerdir. Artýk bundan sonra, hele özellikle düþün­ce ve görüþ hürriyetinin yüceltildiði þu asýrda, an'aneleri terketme-ye; onlarýn esaretinden çýkmaca ve baðlarýný koparmaya çaðýracak kiþileri bulmalarý çok tabiîdir...

Fakat hakikat þu ki, Ýslâm'da an'aneler yoktur.

Gerçekten Ýslâm öyle bir dindir ki, daha önce de gördüðümüz gibi, Resûlullah (s.a.v.)'ýn yürüttüðü da'vetin daha ilk adýmlarýn­da aklý, an'anelerin pençesinden kurtarmak için geldiðini ortaya koymuþtur.

Ýslâm'ýn getirdiði düzen ve ahkâmýn hepsi yalnýzca birtakým prensiplerden ibarettir. Prensip ise; akýl ve düþünce esasýna daya­nan kuraldýr. Ve muayyen bir maksada varmayý hedef edinmek­tedir. Beþerî prensipler, çoðu kere koyucularýnýn fikirlerindeki ay­rýlýktan dolayý isabet kaydedemediði halde; îslâm prensipleri asla hata yapmazlar. Çünkü Ýslâm'ýn prensiplerini koyan ayný zaman­da o kullarýn da, fikirlerin de yaratýcýsýdýr. Yalnýzca bu konuda bi­le, bu prensipleri kabullenmek ve onlarýn doðruluðu ile üstünlüðü­nü kesin olarak bilmek için yeterli akli delil vardýr.

An'anelere gelince, onlar insanda bulunan taklid ve baþkalarý­na benzeme sebebiyle halkýn kendiliðinden içine girdiði moda gibi akýmlardýr. Prensipler yâni kanunlar ise zamanýn deðiþmesine kar­þýlýk korunmasý gereken bir çizgidir. Aksi olmaz. «An'aneler» ise toplumun fikir tarlasýnýn ortasýnda kendiliðinden biten asalaklar topluluðudur. Onlar öyle zararlý otlardýr ki, doðru düþünme yolu onlardan mutlaka temizlenmeli ve koparýlmalýdýr... [19]

 

2- Ýþkence
 

Kureyþ, Resûlullah (s.a.v.)'a ve ashabýna karþý düþmanlýðýný iyi­ce artýrmýþtý. Allah Resulü de onlarýn iþkencelerinden her türlüsü ile karþý karþýya gelmiþti. Onlardan birini, Abdullah bin Anýr bin el-Âs þöyle naklediyor:

«Nebi Sallâllahü Aleyhi ve Sellem, Kabe'nin Hýcr[20] denilen ye^ rinde namaz kýlarken Ukbe bin Ebî Muayt çýkageldi. Ukbe, Resû-lullah'ýn elbisesini toplayýp, mübarek boynuna dolayarak, hýrsla onu boðmaya çalýþtý. Bu sýrada Hz. Ebûbekr (r.a.) de gelip yetiþti. Hat­tâ Ukbe'nin omuzundan tutup öteye fýrlattý ve «Rabbim Allah'týr, diyor diye faziletli bir adamý öldürecek misiniz?[21] dedi.

Abdullah bin Ömer (r.a.)'in rivayet ettiði hadîs de, bu iþkence örneklerinden biridir. Abdullah bin Ömer þöyle anlatýyor:

«Bir defasýnda Resûlullah (s.a.v.) secdede iken, etrafýnda Ku-reyþ'ten bazý kimseler vardý. O sýralarda, Ukbe bin Ebi Muayt, elin­de yeni boðazlanmýþ bir devenin iþkembesi ve döl yataðý ile geldi. Elindekini Resûlullah'ýn sýrtýna attý. Artýk Resûlullah baþýný secde­den kaldýramadý. Bunun üzerine hemen Fâtýma (r.a.) gelip yetiþti. Babasýnýn üzerindeki pislikleri alýp, bu iþi yapanýn üstüne attý[22]».

Resûlullah (s.a.v.) her ne zaman, Kureyþ müþriklerinin arala­rýndan yürüyüp geçse veya sokaklarda onlarla karþýlaþsa, ya da yan­larýna uðrasa, hakaretin, alayýn kaþ-göz hareketinin her çeþidini ona yöneltiyorlardý.

Bir kýsým müþrikler. Peygamberimiz Mekke sokaklarýndan ge­çerken, yerden toprak alýp baþýna saçmak için karar aldýlar. Baþý toz toprak içinde Peygamberimiz evine döndü. Kýzlarýndan biri aya­ða kalkýp, hem aðlýyor, hem de baþýndaki topraklarý temizliyordu. Allah Resulü de kýzma: «Aðlama kýzým, þübhesiz Allah onlarýn ba­na yaptýklarýna engel olacaktýr'[23]» buyuruyordu.

Peygamberimizin ashabýndan (Allah hepsinden razý olsun) ba­zýlarý iþkencenin her türlüsünü tadýyorlardý. Hattâ onlardan iþken­ce altýnda can verenler ve gözlerini kaybedenler bile vardý. Bunla­rýn hiçbiri, onlarý Allah'ýn dininden vazgeçiremedi. Onlarýn uðra­dýklarý azab ve iþkencelerden örnekler vermeye kalksak konu çok uzar. Fakat burada Buhârî'nin Habbab bin el-Eret'ten rivayet etti­ði hadîsi naklediyoruz. Habbab þöyle anlatýyor: «Peygamber Efen­dimiz, Kabe'nin gölgesinde kaftaným yastýk yaparak, ona yaslanýp dinleniyorken yanýna geldim. Müþriklerden þiddetli'bir iþkence gör­müþtük. Ben: «Yâ Resûlâllah, çektiðimiz þu iþkencelerden dolayý bi­zim için Allah'a dua etmiyecek misin?» dedim. Bunun üzerine Pey­gamberimiz hemen doðrulup, oturdu. Benz! kýzarmýþtý. Þöyle bu­yurdu: «Sizden önceki ümmetler arasýnda öyle kimseler vardý ki, demir tarakla bütün derileri ve etleri kemiklerinden ayrýlýrdý da bu iþkence yine onu dininden döndüremezdi. Allah elbette bu iþi (Ýslâmiyet'i) tamamlayacak ve üstün kýlacaktýr. Hattâ hayvanýna bi­nip San'a'dan ta Hadra-Mevt'e kadar tek baþýna giden bir kimse Allah hariç hiç kimseden korkmayacak...»[24]

 

Ýbretler Ve Öðütler
 

Düþünen bir kiþi, Resûlullah'ýn ve ashabýnýn, müþriklerden gör­düðü, çeþitli iþkence ve cefalara bakýnca, aklýna gelen ilk þey, ken­di kendine þu sorularý sormak olacaktýr: Resûlullah ve ashabý, Hak üzerinde olduklarý halde, karþýlaþtýklarý bu azab ve iþkence de ne­dir? Onlar Allah'ýn ordusu olduðu halde, aralarýnda Resûlullah bu­lunduðu halde ve onlar Allah'ýn dinine çaðrýda bulunurlarken ve onun yolunda savaþýrlarken-, nJçin Yüce Allah onlarý bu iþkenceden korumadý?

Bu sorularýn cevabý þudur: Dünyada insanýn en baþta gelen vasfý mükellef oluþudur. Yâni insan, Allah tarafýndan içinde külfet ve meþakkat bulunan þeyleri taþýmakla görevlendirilmiþtir. Ýslâm'a da'vet iþi ve Allah'ýn adýný yükseltmek için yapýlan cihad, teklifle il­gili þeylerin en önemlilerindendir. Teklif ise, Allah'a karþý kulluk ödevlerinin en önemlisidir. Çünkü teklif yoksa, Allah'a karþý kul­luðun bir anlamý olmaz. Ýnsanýn Allah'a karþý kulluðu, Yüce Allah' ulûhiyyetinin gereðidir. Eðer Allah'a karþý kulluðumuzu idrâk edememiþ isek, o zaruretlere inanmanýn bir anlamý kalmaz.

Bu duruma göre hakikaten, ubûdiyyet yâni kulluk, teklifi (ödev-lendirme, teklif ise sýkýntýlara katlanmayý ve nefs mücahedesini ge­rektirir.

Bunun için, þu dünyada, kullarýn ödevi iki iþi gerçekleþtirmek olmuþtur.

Birincisi: Ýslâm'a sýmsýký baðlanmak ve gerçek îslâm toplumu­nu kurmak.

Ýkincisi: Bu uðurda meþakkatli yollara girmek, her türlü tehli­keyi göze almak, bunu gerçekleþtirmek için malý ve cam feda et­mek.

Yâni, Allah bizi bir gayeye inanmakla mükellef kýldý. Problem, her ne kadar güçlüklere ve zorluklara varýrsa varsýn, Yüce Allah, bizi bu gayeye varan uzun ve meþakkatli yola girmekle mükellef kýldý.

Allah isteseydi, îslâmi toplumu kurma yolunu kolaylaþtýrýr ve dümdüz yapardý. Ama, o zaman, bu yolda yürümek, yolcunun, kul­luk görevlerinden hiçbir þeye defti olmazdý. Müslümamn, Allah'a iman ettiðini açýkladýðý gün, mahný ve canýný O'na sattýðýna, arzu ve isteklerinin, Resûlullah'ýn getirdiði prensiplere uyacaðýna da de­lâlet etmezdi. Elbette o vakit, bu yolda, mü'min ile münafýk, doðru ile yabancý birleþebilirdi. Biri, diðerinden farkedilmezdi.

O halde, Allah yoluna çaðýranlar ve îslâm toplumunu kurma yolunda mücahede edenlerin karþýlaþtýklarý þeyler; tarihin baþlan­gýcýndan beri, kâinatta ilâhi bir kanundur. Þu üç hikmet onlarý ge­rekli kýlar.

Birinci Hikmet: însandan hiç ayrýlmayan Allah'a karþý kulluk sýfatý. Cenâb-ý Hak: «Ben insanlarý ve cinleri yalnýzca bana kulluk etsinler diye yarattým» buyururken, bunu açýklamýþtýr.

Ýkinci Hikmet: Kulluk vasfýndan kaynaklanan teklif sýfatý. Akýl­lý olarak rüþt çaðma ulaþan hiçbir kadýn veya erkek yoktur ki; Al­lah tarafýndan, kendi nefsinde îslâm þeriatýný, yaþadýðý toplumda da îslâm nizamýný gerçekleþtirmek için mükellef kýlýnmýþ olmasýn. Yâni, teklifin mânâsý tahakkuk edinceye kadar, bu uðurda birçok eza ve cefaya katlanmak gerekir.

Üçüncü Hikmet: Sadýklarýn doðruluðunu, yalancýlarýn yalanýný ortaya çýkarmak. Eðer insanlar, Allah sevgisini ve îslâm dâvasýný sadece dillen ile ifade etmeye baþlasa, o zaman yalancý ile doðru sözlü eþit olurdu. Fakat imtihan ve musibetlerle denenme, ikisi bir­den, doðru sözlüyü yalancýdan ayýran yegâne ölçüdür. Yüce Allah Kur'ân-ý Hakîm'inde þöyle buyurmuþtur: «Elif-Lâm-Mîm. Ýnsanlar imtihandan geçirilmeden sadece, «iman ettik» demeleriyle býrakýlý-vereceklerini mi sandýlar? Andolsun ki, biz onlardan öncekilerini de imtihandan ge cirmi sizdir. Elbette Allah doðrularý ortaya çýkara­cak, yalancýlarý da mutlaka ortaya koyacaktýr.[25]Yine Yüce Allah bu konuda þöyle buyuruyor:

«Yoksa Allah içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirtme­den, Cennet'e gireceðinizi mi sanýyordunuz?[26]».

Allah'ýn kullarý hakkýndaki kanunu bu olduðuna göre, peygam­berleri ve sâlih kullarý hakkýnda bile Allah'ýn kanununun deðiþme­diðini göreceksin. Bunun için Allah Resulü ve ondan önceki tüm Resuller ve Nebiler eziyet gördü. Bundan dolayý Resûlullah'ýn asha­bý iþkenceye mâruz kaldý. Hattâ onlardan iþkence altýnda ölenler, gözlerini kaybedip kör olanlar vardý. Halbuki onlarýn fazlý yüce, Al­lah katýndaki deðerleri yüksek idi.

Okuyucu, bir müslümanýn, Ýslâm toplumunu kurma yolunda karþýlaþtýðý iþkencenin karakterini anladýðý zaman; bir kýsým insan­larýn zannettikleri gibi; hakikatta o iþkencenin, bir ceza veya sâliki yolundan alýkoyan ya da mücahidi gayesine varmaktan engelleyen birþey olmadýðýný anlamýþ olacaktýr. Bilâkis o, Allahü Teâlâ'nm ken­disine, doðruca varmayý emrettiði gaye ile müslüman arasýnda çiz­diði tabii yola girmiþtir. Yâni müslümanlar, Allah'ýn kendilerini ulaþmakla mükellef kýldýðý gayeye doðru giden yollarýnda, gördük­leri iþkence kadar ve aralarýndan verdikleri þehit miktarýnca O'na yaklaþýyorlar demektir!..

Bunun için bir müslümana, meþakkat veya zorlukla karþý kar­þýya geldiði zaman, umutsuzluða kapýlmasý yakýþmaz. Bilâkis bu durum, tslâm dininin karakteriyle uyum saðlamýþ bir durumdur. Müslümanlar, ne zaman Allah'ýn emrini gerçekleþtirmeye çalýþarak, zarar ve musibetlere daha fazla tahammül ettiklerine kanaat geti­rirlerse, zafer müjdesini beklemeleri gerekir...

Okuyucum, düþün! Gerçekten bunun delilini açýk bir þekilde Cenâb-ý Hakk'ýn þu âyetinde bulacaksýn: «Sizden önce gelenlerin durumu, sizin baþýnýza gelmeden, Cennet'e gireceðinizi mi zannet­tiniz? Peygamber ve onunla beraber mü'minler: Allah'ýn yardýmý ne zaman? diyecek kadar darlýða ve zorluða uðramýþlar ve sarsýl­mýþlardý, iyi bilin ki, Allah'ýn yardýmý þübhesiz yakýndýr[27]».

îslâm aksiyonunun karakterini anlamamýþ, eza ve cefadan gör­dükleri þeyleri zaferlerden uzaklaþtýklarýna delil ve iþaret sanmýþ olan bu kiþilere cevab, Yüce Allah tarafýndan: «Ýyi bilin ki Allah'ýn yardýmý þübhesiz yakýndýr» þeklinde olmuþtur.

Okuyucu bunun delilini açýk bir þekilde yukarýda rivayet etti­ðimiz Habbab bin el-Eret kýssasýnda bulur. Hani o, bütün vücudu iþkence ile daðlanmýþ olduðu halde, Resûlullah'ýn huzuruna gelip, halini ona arzetmiþti. Ve müslümanlara zaferin gelmesi için ondan dua talep etmiþti. Bunun üzerine, Resûlullah'ýn ona cevabý da bu mânada olmuþtu.

Bir müslüman, bu iþkence ve eziyetleri hayretle karþýlýyorsa ve Allah yolunda bunlarý görmeyi garipsiyorsam bilsin ki, Allah'a ina­nan kullarýn hepsi hakkýndaki kanun budur. Ýnanan kullarýn çoðu, dini uðrunda demir taraklarla tepeden týrnaða taranarak etleri ke­miklerinden ayýrdedilirdi, yine de bu durum, onlarý Allah'ýn dinin­den vazgeçiremezdi.

Eðer okuyucu, iþkence ve eziyette zaferden umut kesme ve ümit­sizliðe kapýlma iþaretleri gördüyse, bilsin ki, kendisi vehme kapýl­mýþtýr. Çünkü doðrusu, bu yolda yürürken ve zafere yaklaþýrken acý çekmek ve iþkence görmek en tabii bir durumdur. Peygamberimiz (s.a.v.), Yüce Allah'ýn bu dini zafere ulaþtýracaðýný, hattâ San'a'-dan, Hadra-Mevt'e kadar yürüyerek giden bir adamýn, Allah'tan baþ­ka hiçbir þeyden korkuya kapýlmayacaðýný - bir rivayetteki fazlalý­ða göre -koyunlarý hususunda kurdun saldýrýsýndan bile korkmaya­caðým, haber vermiþtir.

Bu mânânýn aynýsý, Resûlullah'ýn ashabýna Rum ve Ýran ülke­lerinin kendi ellerine geçeceðini müjdelemesinde saklýdýr. Bununla beraber, bu ülkelerin fethedilmes iancak, Resûlullah'ýn vefatýndan ký­sa bir zaman sonra vuku bulmuþtur. Halbuki tarih, o ülkelerin, Pey­gamberimizin arkadaþlarýndan birinin komutasýnda fethedildiðini kaydetmesine karþýlýk; bu ülkelerin, Resûluîlah'ýn saðlýðýnda ve onun komutasýnda fethedilmesi, onun Allah katýndaki üstünlüðünün ve sevgilisi olmanýn bir gereði idi.

Zaferin, yukarýda açýkladýðýmýz kanunla ilgisi olmasaydý, elbet­te bu husus, Allah'ýn, Peygamberimize karþý beslediði sevginin gere­ðine yakýn olurdu.

Müslümanlar, Irak ve Suriye'deki zaferlerinin bedelini, Resû­lullah'ýn saðlýðýnda, henüz Ödememiþlerdi. Halbuki zaferden önce, onun bedelinin tümünü ödemek gerekir. Eðer Peygamberimiz  onlarýn arasýnda olsaydý, yine ödemek gerekirdi. Fetihlerin, Resûlul-lah'm adýyla ilgili olmasý ve Allah'ýn Resûlü'ne karþý büyük bir sev­gi beslemesinden ötürü, onun komutasýyla gerçekleþmesi, mes'ele deðildir. Fakat, asýl mes'ele; Allah'a ve Resûlü'ne biat eden müslü-manlarýn, bu biatlannda sadakat gösterdiklerini isbat etmeleri mes'e-lesidir. Bir de: «Allah þübhesiz, kendi yolunda savaþýp, öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarýný ve mallarýný, cennet karþýlýðýnda, satýn almýþtýr[28]» âyeti altýnda, kabul ve rýzâ gösterdikleri gün, Allah'a verdikleri sözde sadýk kalmalarý mes'elesidir. [29]

 

Uzlaþma Politikasý
 

îbn Hiþâm'ýn îbn îshâk'tan rivayetinde þöyle denilmektedir: Bir gün, Utbe bin Rebia -kavmi arasýnda düþünce ve basiret sahibi bir liderdi - Kureyþ'in bir toplantýsýnda: «Ey Kureyþ toplulu­ðu! Kalkýp, Muhammed'in yanýna gitsem, onunla bir konuþsam ve ona birtakým iþler teklif etsem olmaz mý? Olur ki bazýlarým kabul eder de, istediklerim ona veririz. O da bizimle uðraþmaktan vazge­çer» dedi. Onlar da: «Çok iyi olur, ey Velid'in babasý! Hemen kalk, git, O'nunla bir konuþ» dediler. Bunun üzerine Utbe gidip, Allah Resûlü'nün yanýna oturdu. Söze þöyle baþladý: «Ey kardeþimin oð­lu! Sen de biliyorsun ki, Kureyþ içinde soyca-sopca, þeref ve itibar­ca bizden üstünsün! Fakat sen kavminin baþýna da büyük bir iþ, bir gaile getirdin. Bununla onlarýn topluluklarýný daðýttýn. Akýllarý­ný akýlsýzlýk saydýn... Beni dinle! Sana birþeyler teklif edeceðim! Bak, bunlardan bazýsýný kabul etmek iþine gelir...» dedi. Resûlullah (s.a.v.) da ona: «Haydi, söyle ey Velid'in babasý, seni dinliyorum» buyurdu. Utbe de:

«—Ey kardeþimin oðlu! Senin þu getirdiðin ve üzerinde dire­nip durduðun iþle, eðer mal ve servet saðlamak istiyorsan; sana bi­zimkilerden daha çok malýn oluncaya kadar mallarýmýzdan mal top­layýp verelim. Eðer bununla, aramýzda, daha büyük þan ve þeref kazanmak istiyorsan, seni kendimize büyük ve ulu tanýyalým. Sen­den baþkasý ile bütün ilgimizi keselim. Eðer bununla hükümdar ol­mak istiyorsan, seni kendimize hükümdar yapalým.

Þayet, bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya güç yetireme-diðin bir evham, cinlerden perilerden gelme bir hastalýk ve büyü ise, doktor getirelim tedavi ettirelim. Seni ondan kurtarmcaya ka­dar mallarýmýzý bu yolda saçarcasýna harcayalým» dedi. Utbe söz­lerini bitirdikten sonra, Peygamberimiz  (s.a.v.î  ona:

«Ey Velid'in babasý, söyleyeceklerini söyleyip, bitirdin mi?» di­ye sordu. Utbe de «evet» deyince, Hz. Peygamber (s.a.v.): «Þimdi sen de beni dinle,» dedi ve Fussilet sûresinin baþýndan okumaya baþ­ladý :

•Hâ-Mîm! Bu kitab, bilen ve anlayan bir kavm için, âyetleri ayrý ayrý açýklanmýþ, gereðince hareket edenleri, Cennetle müjdeleyici, etmeyenleri, uðrayacaklarý azabla korkutucu, Arapça bir Kur'-an olmak üzere, Rahman ve Rahim olan Allah tarafýndan indiril­miþtir. Öyle iken onlarýn çoðu, bundan yüz çevirmiþtir. Artýk on­lar dinlemezler. Onlar: «Bizi da'vet edip durduðun þeye karþý kalb-lerimiz kapalýdýr, kulaklarýmýzda bir aðýrlýk, bizimle senin aranda da bir engel vardýr. Sen istediðini yap, biz de yapacaðýz» dediler.

Onlara de ki: «Ben de sizin gibi bir insaným. Yalnýz bana vahy olunuyor ki, «Sizin ilâhýnýz bir tek ilâhtýr. Artýk O'na yönelin, O'n-dan baðýþlanma dileyin. O'na eþ, ortak koþanlarýn vay baþlarýna ge­leceklere...[30]».

Resûlullah böylece okumaya devam ederken, Utbe de dikkat­lice dinliyordu. Resûlullah ayný sûrenin: «Onlar yine bir olan Al­lah'a iman etmekten yüz çevirir, putlara tapmakta direnirlerse, on­lara de ki: «Âd ve Semûd kavimlerinin köklerini kazýyan saika (yýl­dýrým) ya benzer bir azab ile sizin de kökünüzün kazýnabileceðim hatýrlatýrým» (Fussilet: 13) âyetini okuyunca-, Utbe, Peygamberimi­zin aðzýný tuttu, Âd ve Semud kavmini yakalayan azabýn nerdeyse kendisini de hemen oracýkta yakalayývereceðini sandý. Peygamberi­mizin okumaktan vazgeçmesi için akrabalýk adýna yemin verdirdi.

Sonra Utbe, arkadaþlarýnýn yanma dönüp, aralarýnda oturduðu zaman, arkadaþlarý: «Ey Velid'in babasý, arkanda neler býraktýn?» Neler görüp geçirdin?» dediler. Utbe: «Arkamdaki mi? Öyle bir söz dinledim ki, vallahi ben onun bir benzerini daha hiç dinlemiþ de­ðilim. Yemin ederim ki, o ne þiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir. Ey Kureyþ topluluðu! Beni dinlerseniz, siz bu adamý dâvasý ile baþ-baþa býrakýn, siz aradan çýkýn. Ondan ayrýlýn. Vallahi benim ondan dinlediðim söz büyük bir haberdir. Siz, onu dýþýnýzda kalan arap kabilelerine býrakacak, araya girmeyecek olursanýz, iyi edersiniz. Onlar ona kâfi gelirler, engel olurlar. Eðer o, araplara galebe ça­larsa, onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun þerefi sizin þere­finiz demektir...» dedi. Arkadaþlarý, Utbe'ye: «Ey Velid'in babasý, vallahi o, diliyle seni de büyülemiþ!» dediler. Utbe de: «Bu benim, onun hakkýndaki kanaatim. Siz kendi görüþünüze göre dilediðinizi yaparsýnýz» dedi.

Taberi, îbn Kes'r ve baþkalarý þunu rivayet ettiler:

Aralarýnda Velid bin el-Mugire, Âs bin Vâil olmak üzere müþ­riklerden bir grup, Resûlullah'm yanýna gelip ona en zenginleri ola­cak kadar mal vermeyi, kýzlarýnýn en güzeli ile evlendirmeyi, bunlara karþýlýk onun, putlarýna dil uzatmaktan ve âdetlerini akýlsýzlýk­la suçlamaktan vazgeçmesini teklif ettiler. Resûlullah getirdiði hak nizama da'vetten vazgeçmeyince; bu sefer müþrikler: «Bir gün sen bizim putlarýmýza taparsýn, bir gön de biz senin ilâhýna taparýz» dediler. Resûlullah (s.a.v.) bunu da kabul etmedi. Bunu açýklar ma­hiyette, Kâfirûn sûresi nazil oldu: «De ki, ey kâfirler! Tapmam o taptýklarýnýza. Siz de tapanlardan deðilsiniz benim mabuduma. Hem ben tapýcý deðilim sizin taptýklarýnýza. Hem de siz tapýcýlardan de­ðilsiniz benim mabuduma. Sizin dininiz size, benim dinim bana...»

Sonra Kureyþ'in ileri gelenleri gelip, Utbe bin Rebia'nýn baþlat­týðý teþebbüsü yeniden baþlatarak, toplu halde Resûlullah'm yanýna gittiler. Peygamberimize baþkanlýk ve mal teklif ettiler.

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlara: «Sizin söylediðiniz þey­lerin hiçbirisi bende yoktur. Ben size, mallarýnýzý istemek, içinizde þöhret kazanmak ve baþýnýza lider olmak için gelmedim. Ama Al­lah beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir de Kitab in­dirdi. Allah bana iyiliklerinizden dolayý sizi Cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayý da Cehennem azabý ile korkutucu olmamý emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size teblið ettim, si­ze öðüt verdim. Size getirip teblið ettiðim þeyleri alýp kabul eder­seniz, o size dünyada ve âhirettes nasip ve azýðýnýz olur. Onu kabul etmeyip bana geri çevirirseniz, Allah aramýzda hükmünü verince­ye kadar bana sabretmek ve katlanmak düþer» dedi. Peygamberi­mizin bu sözleri üzerine onlar: «Sen yaptýðýmýz tekliflerden hiçbi­rini kabul etrneyeceksen, bari þu dileðimizi yerine getir. Sen her­kesten iyi biliyorsun k'., burasý yâni Mekke vadisi dar, suyu kýt, geçimi zor bir memlekettir. Seni bize Peygamber olarak gönderen Rabbýna yalvar, bize sýkýntý veren þu daðlarý kaldýrsýn da þehrimizi ova yapsýn, orada bizim için Þam ve Irak'ta olduðu gibi ýrmaklar akýtsýn, geçmiþ baba ve atalarýmýzdan bazý kimseleri de bizim için diriltsin. Diriltecek olanlardan bilhassa Kusay bin Kilâb'ý diriltsin ki o doðru sözlü, ulu bir kiþidir. Senin söylediklerini onlara biz so­ralým bakalým o gerçek mi, yoksa boþ, akýlsýz birþey midir? Yine Rabbin senin için baðlar, bahçeler, köþkler, altýndan ve gümüþten hazineler yaratsýn. Seni bunlarla zengin yapsýn da artýk paraya pu­la ihtiyacýn kalmasýn, senin bizler gibi çarþý pazarda geçim peþin­de koþtuðunu görmeyelim. Eðer istediðimiz þeyleri yaparsan, seni tasdik ederiz. Bununla Allah katýndaki mevkiini, dediðin gibi onun seni bir peygamber olarak gönderdiðini öðrenmiþ oluruz» dediler.

Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara cevaben: «Ben böyle þeyleri ne yaparým, ne de Rabbimden isterim» dedi. Onlar yine bu uzun çekiþme ve konuþmadan sonra, ona: «Senin hakkýnda bize iyice kanaat geldi ki, bunlar sana Yemâme'de kendisine Rahman denilen adaný öðretiyor. Vallahi biz Rahmân'a hiçbir zaman inanmayýz. Yâ Mu-hammed-, biz sana neticenin iyi olmayacaðýný hatýrlattýk. Vallahi ya sen, ya biz yok olup gidinceye kadar senin yakaný býrakmayaca­ðýz» dediler. Sonra kalkýp oradan ayrýldýlar. [31]

 

Ýbretler Ve Öðütler
 

Resûlullah (s.a.v.î'ýn hayatýndan, yukarýda sunduðumuz sahne­de üç tane iþaret vardýr. Onlardan her biri büyük bir önemi haiz­dir.

Birinci Ýþaret: O iþaret, Resûlullah'ýn yürüttüðü da'vetin içyü-zündeki inceliði ayýrmada bize açýklýk getiriyor. Yeni bir ideoloji sahipleriyle, devrim ve ýslahat çýðýrtkanlarýnýn; âdet olarak içlerin­de gizledikleri gaye ve maksadlarýyla, peygamber dâvasýnýn birbi­rinden ayrýlmasýný, karýþtýrýlmam asýný saðlýyor.

Acaba Hz. Peygamber (s.a.v.) da'vetinin arkasýnda, hükümdar­lýða ulaþma arzusunu mu gizliyordu? Yoksa, o zenginlik veya lider­lik için güçlü bir mevkiye ulaþma arzusunu mu gizliyordu? Yahut da kendisine isabet eden bir hastalýk sebebiyle gözüne görünen ha­yallerden mi kurtulamýyordu?

Bu ihtimallerin hepsi, Ýslâm düþmanlarýnýn ve tslâm'a fikrî sa­vaþ açanlarýn ifrata vardýrdýklarý birtakým tahminlerdir. Fakat, Alemlerin Rabbi'nin kendi elçisi için hazýrladýðý yüce hayatýn sýr­larýna bakýnýz!... Aziz ve Celîl olan Allah, Resûlü'nün hayatýný, her türlü ihtimalin kökünü kazýyan, her þübheye giden yolu týkayan; islâm'a fikrî savaþ ilân eden kiþileri, savaþlarýnda, saplandýklarý yol­da onlara þaþkýna çeviren sahne ve tablolarla doldurdu.

Kureyþ müþriklerinin, Resûlullah'ýn dâvasýnýn karakterini, risâ-letiyle baðdaþmayacak hedefleri ve onun bu tekliflerden hiçbirine tenezzül etmeyeceðini çok iyi bildikleri halde; bu ihtimallerin hep­sini kafalarýnda tasavvur etmeleri ve Resûlullah ile uzlaþma politi­kasýna girmeleri, Allahü Teâlâ'nm açýk hikmetlerinden biridir. Ve esasen ilâhî hikmet böyle olmasýný murad etti ki; tarih sonrada'n ge­lecek olan îslâm düþmanlarýnýn yalanlarýný açýklasýn.

Vom Vloten ve Won Kromer gibi batýlýlar uzun uzun düþündü­ler... tslâm'a saldýracak ve þübhe sokacak bir yol bulamadýlar. An­cak gözlerini hakikata kapatýp, þu iddiada bulundular: «Hz. Mu-hammed'in daVetindeki itici faktörler yalnýzca baþkanlýk ve liderlik arzusuydu...» Onlar böyle bir iddia ile kafalarým sert kayalara vu­rurlarsa, onlarý çok uzak mesafelere fýrlatýr tabiî...

Yüce Allah bu müsteþriklerde önce bu düþünce ve arzularý teþ­vik etmek için Utbe bin Rebia ve benzerlerini bu iþte kullandý. On­larýn hepsini Hz. Muhammed'in önüne serdi ki, yakýn ve kolayca on­lara nasip olsun ve hepsini Kureyþ'e göstersin. Halbuki Kureyþ alçaldý ve ona boyun eðdi. Kaldýrdýðý silâhý ve peygamberlerle asha­býna uyguladýðý iþkence vasýtalarýný elinden býraktý. Mademki Hz. Peygamber da'vetinin ve risâletinin arkasýndaki arzu ganimet idi, ni­çin kendisine verilen bu ganimete yönelnýedi ve Kureyþ'in ileri ge­lenlerine yumuþak bile davranmadý?

Hiç, baþkanlýk ve hükümdarlýk isteyen bir insan, kendisine uzun bir görüþme, rica ve tehdit karýþýmý bir müzakere sonunda, istediði herþeyi vermeyi taahhüd edenlere karþý, þu cevabla sözü keser atar mý?: «Ben size, mallarýnýzý istemek, aranýzda þöhret kazanmak ve baþýnýza lider olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni, size peygam­ber olarak gönderdi. Bana bir de kitab indirdi. Ýyiliklerinizden dolayý cennetle müjdeleyici, kötülüklerinizden dolayý da azabla korku­tucu olmamý bana emretti. Benim size getirip teblið ettiðim þeyle­ri alýr, kabul ederseniz o, dünyada ve âhirette nasib ve azýðýnýz olur. Onu kabul etmeyip bana iade ederseniz, Yüce Allah aramýzda hükmünü verinceye kadar bana sabretmek ve katlanmak düþer.»

Sonra, Resûlullah'm günlük yaþantýsý bu sözlerine uymaktaydý. O, gizlice, kendi gayret ve çalýþmasýyla baþkanlýða ve hükümdarlýða varmak için onlarý sýrf diliyle reddetmedi. Bilâkis Peygamberimiz, yemesinde ve içmesinde her türlü lüks ve israftan uzaktý. Yaþayýþýn-daki durumu, fakir ve yoksullarýn durumundan üstün deðildi. Bu-hâri'nin rivayet ettiði bir hadiste, Hz. Âiþe Validemiz þöyle dedi: «Re-sûlullah ts.a.v.) vefat ettiðinde mutfaktaki rafýmda karný aç bir ada­mýn karnýný doyuracak kadar bir miktar arpa vardý. Ben ondan ye­dikçe artýyordu.» Yine Buhâri'nin rivayet ettiði bir hadiste, Enes (r.a. þöyle diyor: «Resûlullah (s.a.v.) vefat edinceye kadar ne hý-van üzerinde birþey yedi, ne de hâlis buðday ekmeðinden yapýlmýþ yufka ekmek yedi...[32]».

Resûlullah (s.a.v.), giyim ve kuþamýnda da, ev eþyasýnda da çok sâde idi. Üzerinde yattýðý hasýr, yanýnda iz býrakýyordu. Onun as­la yumuþak birþey üzerinde yattýðý bilinmiyor. Hattâ bir gün, ara­larýnda Hz. Âiþe de bulunduðu halde. Peygamberimizin hanýmla- rý, geçim sýkýntýsýndan þikâyet etti. Ondan günlük ihtiyaçlarýnýn, gi­yim kuþamlarýnýn ve süs eþyalarýnýn arttýrýlmasýný istediler. Hattâ Sahâbe-i Kiramýn hanýmlarýndan, kendi akranlarý olan hanýmlarýn hiçbirisinden, þan ve þeref bakýmýndan daha aþaðý olmadýklarýný bil­dirmek için Resûlullah'ýn yanma geldiler. Peygamberimiz (s.a.v.) kýzarak baþýný önüne eðdi ve hiçbir cevab vermedi. Bunun üzerine Cenâb-ý Hakk'ýn þu âyetleri indi:

«Ey Peygamber! Hanýmlarýna þöyle de: Eðer dünya hayatýný ve onun ihtiþamýný istiyorsanýz, haydi geliniz; sizi donatayým ve güzel­likle býrakýp salývereyim. Yok eðer Allah'ý, peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorsanýz; haberiniz olsun ki Allah içinizden güzel hare­ket edenler için pek büyük bir mükâfat hazýrlamýþtýr[33]».

Resûlullah bu iki âyeti de onlara okudu. Sonra onlan, ya için­de bulunduklarý hale göre kendisiyle birlikte yaþamayý kabul etmek,-ya da mal ve ziynet bolluðu ile nafakalarýnýn artmasýný da ýsrar etmekle baþbaþa býraktý. Fakat bu son durumu tercih ettikleri tak­dirde, onlan býrakýp, güzellikle salýverecekti. Ama onlar üzerinde bulunduklarý hale razý olarak Resûlullah ile birlikte yaþamayý ter­cih ettiler[34].

Bütün bunlardan sonra, artýk akýl -ama hangi akýlla- Hz. Pey-gamber'in nübüvvetinin doðruluðu hususunda, nasýl þübheye düþe­bilir? Aklýn veya düþüncenin, Resûlullah'm, peygamberlikle zenginlik arzusuna veya liderlik sevdasýna tutulacaðýný zannetmesi nasýl doð­ru olabilir? Yukarýda zikrettiðimiz bu sahneden elde edilen birinci iþaret iþte budur...

Ýkinci Ýþaret: Bu ikinci iþarette bize, Resûlullah'ýn tutunduðu yol ve takýndýðý tavýrda bulunan hikmeti açýklýyor. Keyfiyeti ve türü ne olursa olsun, da'vet sonrasýnda lüzumlu gördüðün her siyaseti ortaya koymak hikmet olur mu? Ve senin hedefin olan gerçek bun­larýn ötesinde olduðuna göre, her gördüðün yol ve sebebe sarýlma yetkisini sana þeriat koyucusu verdi mi? Hayýr... Gerçekten îslâm þeriatý gayelere yönelmeyi emrettiði gibi, sebeb ve yollara baþvur­mayý da emretmiþtir. O halde Allah'ýn gayeye ulaþmak için vesile kýldýðý belirli yolun dýþýnda; Allah'ýn emrettiði gayeye varmak için herhangi bir yola girmen, senin hakkýn deðildir. Siyâset-i Þer'iyye ve hikmet'in itibarî birçok anlamlarý vardýr. Fakat meþru kýlýnan sebeb ve vasýtalarýn hududu dahilinde  olmasý  gerekir,  o  kadar...

Az önce naklettiðimiz þeyler buna delildir. Resûlullah'm, Ku-reyþ'in ileri gelenlerinden gelen baþkanlýk veya hükümdarlýk tekli­fini kabul ederek, liderliði ve baþkanlýðý nefsinde toplayýp, ileride Ýslâm da'vetine âlet etmesi mümkün görülecek, siyaset ve hikmet babýnda düþünülebilecek þeylerdir. Özellikle, sultan ve hükümdarýn kiþiler üzerinde kuvvetli bir otoritesi vardýr. Ýdeoloji ve ekol sahip­lerinin, halk kitlelerine kendi ideolojilerim ve ekollerini kabul etti­rebilmek için, kendi otoritelerini kullanma bakýmýndan yönetimi ele geç.'rme fýrsatýný kolladýklarý bir gerçektir.

Fakat Resûlullah (s.a.v.) böyle bir siyasete girmeye ve bunu dâ­vasý için bir araç olarak kullanmaya asla razý olmadý. Çünkü, bu bizzat da'vetin prensiplerine aykýrý düþer.

Böyle bir tutumun, siyaset ve hikmet türlerinden telâkkisi ca­iz olsaydý; elbette doðruluðu apaçýk olanla, yalanýný gizleyen bir yalancý arasýndaki fark ortadan kalkardý. Dâvalarýnda sadýk olan­lar, ismi hikmet ve siyaset olan geniþ bir yol üzerinde gözbaðcýlar-la ve deccallarla yüz yüze kalýrlardý.

Þübhesiz ki, bu dinin felsefesi, her türlü gaye ve vasýtayý kullan­mada doðruluk ve þeref kaideleri üzerinde kurulmuþtur. Nitekim ga­yeyi ancak, doðruluk, þeref ve kelime-i Hak kýymetlendirir. Ayný þekilde vasýtayý da ancak kelime-i Hak, þeref ve doðruluk prensip­lerinin ta'yin ve tesbit etmesi gerekir...

Bundan dolayýdýr ki Ýslâm devletinin sahipleri; birçok hâl ve durumlarda, fedakârlýk ve cihada mecbur kalýrlar. Çünkü tuttuklarý yol, saða sola fazla yalpalanmaya izin vermez.

Da'vette «Hikmet» prensibini, sadece da'vetçinin iþini kolaylaþ­týrmak veya meþakkat ve felâketlerden sakýndýrmak için meþru ký­lýndýðýný sanmak yanlýþtýr. Bilâkis da'vette hikmet (siyaset) in meþ-rûiyetindeki sýr, sadece insanlarýn akýl ve fikirlerine en uygun ge­len yollarý denemekten ibarettir. Bunun anlamý þudur: Durumlar çeþitli olunca ve da'vet yolunun önüne karþý çýkma ve yoldan alý­koyma gibi engeller dikilince; iþte o zaman hikmet, sadece savaþ için araç gereç hazýrlamak, malý ve caný feda etmekten ibaret olur. Gerçekten hikmet, ancak birþeyi yerli yerine koymak demektir. Hik­met ile hilecilik ve dürüstlük arasýndaki fark iþte budur.

Bir defasýnda Allah Resulü, bazý Kureyþ ulularýnýn îslâm dini­ni öðrenmeye geldiklerini görmüþ de pek sevinmiþti. Gayet mem­nundu, tüm olarak onlara yönelmiþti. Onlarla konuþuyor, îslâm ha-kikatlanndan  tefsir edilmesini  istedikleri  þeyleri onlara  açýklýyordu. Hattâ onun bu memnuniyeti ve onlarýn, doðru yolu seçmeleri­ne dair aþýrý arzusu onu, gözleri âmâ olan Sahâbî Abdullah bin Ümmü Mektûm'dan yüz çevirmeye sevketmiþti. Resûlullah, Kureyþ-lilerle konuþtuðu sýrada, Abdullah bin Ümmü Mektûm çýkagelmiþ, dinlemek için yanlarýnda durmuþtu. Bu son gelen âmâ sahâbî, Resû-lullah'a soru sormaya baþlamýþtý. Resûlullah da fýrsatý kaçýrmama­ya gayret ediyordu. Bunun için Abdullah bin Ümmü Mektûm'a karþý baþka bir zamanda cevab vereceðini söyledi. Bunun üzerine Yüce Allah, Resûlü'nü «Abese» sûresinde: «Yanma kör bir kimse geldi diye yüzünü asýp çevirdi» buyurarak azarladý. Ve her ne kadar Pey­gamber'in maksadý meþru ve güzel idiyse de, Allah onun bu içtiha­dým doðru bulmadý. Bunun sebebi þu idi: Bu tutum, bir müslümanýn gönlünü kýrmayý veya ondan yüz çevirme belirtisini, müþriklerin kal­bini kazanmak için bir müslûmana iltifat etmemeyi ifade ediyor­du. Bu ise meþru ve makbul olmayan bir tutumdu.

Özet olarak diyebiliriz ki; bir müslümanýn, Ýslâm'ýn ahkâm ve prensiplerinden herhangi birini deðiþtirmeye veya da'vet ve öðüt vermede hikmete uyma adý altýnda, Þeriatýn hudutlarýný çiðnemeye ya da onu hafife almaya hakký yoktur. Çünkü hikmete; ancak Þe­riatýn hudutlarý, prensipleri ve ahlâki kaideleri dahilinde sýnýrlan­dýrýlmýþ ve kayýtlandýrýlmýþ olduðu zaman hikmet olarak itibar olu­nur.

Üçüncü Ýþaret: Bu iþareti biz, Kureyþ'in, Resûlullah'a uysun di­ye, þart koþtuðu þu istekler karþýsýndaki durumundan çýkarýyoruz. O öyle bir durum idi ki; Yüce Allah o hususta kendi elçisini destek­lemiþti.  Bütün  müslümanlarýn zikretfði  þu  âyet-i  kerimeler onun hakkýnda indi: «Onlar þöyle dediler, bize yerden kaynaklar fiþkýrt-madýkca sana inanmayacaðýz. Veya hurmalýklarýn, baðlarýn olup ara­larýndan ýrmaklar akýtmalýsýn. Yahut da iddia ettiðin gibi göðü tepe­mize parça parça düþürmeli, ya da Allah'ýn ve melekleri karþýmýza getirmelisin. Veya altýn bir evin olmalý, yahut göðe yükselmelisin, ama oradan okuyacaðýmýz bir kitab indirmezsen yine o yükselme­ne inanmayacaðýz[35]».

Yüce Allah'ýn müþriklerin bu isteklerini yerine getirnýeyiþindeki sebeb bazýlarýnýn zannettiði gibi: «Hz. Peygamber'e Kur'an muci­zesinden baþka mucizeler verilmedi, bunun için de Allah anlarýn bu isteklerini yerine getirmedi» þeklinde deðildir. Asýl sebeb þudur ki; Allah - Azze ve Celle - ism-i ezelisi ile müþriklerin küfürlerin-den, inatçýlýklarýndan ve Hz. Peygamber ile istihza etmekte ileri git­melerinden dolayý, bunlarý istediklerini b'Iiyordu. Nitekim bu teklif ettikleri isteklerin türünde ve isteme üslûplarýnda çok açýktýr. Allah onlarýn iyi niyetlerini, isteklerindeki samimiyeti ve Resûlullah'ýn doð­ruluðuna olan güvenlerini pekiþtirmek için geldiklerini bilseydi; el­bette onlarýn bu isteklerini gerçekleþtirirdi. Fakat bu konuda, Ku-reyþ'in durumu, Yüce Allah'ýn baþka bir âyette niteliðini belirttiði hale uygun düþmektedir. O âyet þöyledir: «Onlara gökten bir kapý açsak da, oradan çýkmaya koyulsalar, yine, (Gözlerimiz döndü, biz herhalde büyülendik) derler[36]».

Okuyucu bu konuyu öðrendiði takdirde, Yüce Allah'ýn elçisine, ileride açýklayacaðýmýz çeþitli mucizeleri lütfetmesi ile bu konu ara­sýnda bir çeliþkinin olmadýðýný daha iyi anlamýþ olacaktýr. [37]


[1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 97.

[2] Bu konuda daha fazla bilgi için bak: Ýbn Hiþam, es-Styer: 1/249-261.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 97-98.

[3] Kavâldü'l-Ahkâm fi MesâHhl'l-Enam: c. 1, s. 95. .Ayný müellifin «Zavâbýtü'l-Maslahat» adlý eserine bak' s. 261.

[4] Hûd sûresi, âyet: 27.

[5] A'râf sûresi, âyet: 137.

[6] A'râf sûresi, âyet: 75-76.

[7] Bu hadisenin daha geniþ tafsilâtý lcln, Muhammed el-Hudarl'nÝn «îtraamu'l-Vefa fi Slyreti'l-Huletâ» adlý kitabýna balcýnýz: s. 100.

[8] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 98-102.

[9] Hicr sûresi, âyet: 94.

[10] Þuarâ sûresi, âyet: 214-215.

[11] Hlcr sûresi, âyet: 89.

[12] Bu hadisi, Buhâri ve Müslim rivayet etmiþtir.

[13] Kendi kýzma sesleniyor.  (Mütercimler)

[14] Bu hadisi de Buhârî ve Müslim rivayet etmiþtir. Lâfýz, Müslim'e aittir.

[15] Mâide sûresi, âyet:  104.

[16] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 103-105.

[17] Buradaki Ýmâm ve Hakim terimlerini bugünkü anlamýyla düþünmemek gere­kir. Çünkü bu iki tabir, Ýslâm devlet hukukunun önemli kavramlarýdýr. Ýs­lâm hukukunda bunlarýn özel taným ve tarifleri vardýr. Bu konuda bilgi Ýçin, Mâverdi'nin tAhkâmu's-Sultânýyye^'sine ve diðerlerine bak!

[18] Din Ýnsan idare edeceðine göre, hem Ýnsanýn mantýðýna, hem de Ýnsanýn men-faatýna hitab edecektir. Bu bakýmdan dinde akýlla çeliþen bir yön veya masla­hata uymayan bir emir olamaz...

[19] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 105-109.

[20] Hýcr :  Bugünkü Hatim denilen ve Kabe'nin dýþýnda bulunan etrafý duvarIarla çevrilmiþ mevkidir.

[21] Bu hadîsi Buhârî rivayet etmiþtir.

[22] Buhar! rivayet etmiþtir.

[23] Taberî, et-Târih: 2/344; Hiþam, es-Siyre: 1/158.

[24] Hz. Peygamber'ln ve ashabýnýn müþriklerden gördükleri iþkenceler hakkýnda fazla bilgi için þu kitablara bakýnýz: tbn Hiþâm, es-Siyre, Hudf-f "'^rüi-Ya-fcln ve diðer siyer kitablarý.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fýkhu’s Siyre, Gonca Yayýnevi: 110-111.

[25] Ankebüt sûresi, âyet: 1,2,3.

[26] Al-i Ýmrân sûresi, âyet: 142.


radyobeyan