Din Mefhumu By: Eslemnur Date: 01 Ekim 2010, 18:43:18
Din Mefhumu
Zat-ý muhterem bu cümleleri yazarken, meseleyi ispat etmekte sabýrsýzlýk göstermiþtir. Ýlmî zihniyete uygun olarak, biraz daha bu mevzu üzerinde durmuþ olsaydý, düþmüþ olduðu bu açýk çeliþki hususunda düþünürdü. Bu meselenin çözüm þeklini yine Kur'an-ý Kerim'de bulmuþ olacaktý. Þimdi lütfedip biraz da bizim mâruzâtýmýza teveccüh buyursunlar:
Ýþte kendisinin naklettiði âyet-i kerimede, Mýsýr'ýn mülkî kanununun, Firavun hâkimiyetine temel teþkil eden kanunun "din - el - Melik: Melik'in dini", kelimeleriyle beyan buyurulmakta olduðunu görüyoruz. Buradan da açýkca anlaþýlmýþ oluyor ki, din demek sadece, "ibadet edilir þekiller" bizim bugünkü anlayýþýmýzdaki din demek deðildir. Kiliselerde, mabetlerde icra edilegelen dinî merasimler gerçek dinle alâkalý deðildir. Ayet-i Kerime'deki din bir cemiyet sisteminin ismidir ki, bu sistemin kanunlarý gereðince, polis suçlularý yakalar adalete teslim eder. Adliye iþleri, malî mevzuat ve askeri hususlarýn tedvir edilmesine usul teþkil eden kaynaðýn ismi din'dir. Bu gerçek temel gözönüne alýnarak memleket nizamý kurulur. Bütün medenî iþler bu nizam üzerine yürütülür. Kur'an-ý Kerim'de yaþayýþýn bütün cephelerine hâkim olan nizamlara toplu olarak din denmiþtir. Mýsýr ülkesinde de bu nizam ve bu usul, Firavun'un tasvibi gereðince, Firavun'un emri ve onun idaresiyle kurulmuþ bulunduðundan buna da "dîn - el – melik" dîye Kur'an-ý Kerim'de isim verilmiþ ve bu kelimelerle ifade edilmektedir.
Buradan da þu mesele kendiliðinden açýkça anlaþýlýyor ki, "dînullah: Allah'ýn dini", bizim þu bildiðimiz gibi, camilerde, mescidlerde kýlýnan namaz, edilen dua, tutulan oruç ile hudutlandýrýlmýþ olan þeylerin ismi de deðildir. Belki bu dînullah'dan maksat, cemiyete mahsus olan her mevzuda tam ve bütün olarak þeriate baðlanmanýn ismidir. Bu þeriat, rýzayý Ýlâhîye'ye dayanýr ve onun hâkimiyetine istinat eder. Bütün içtimaî yaþayýþýn da her tarafýný, her cephesini sarar ve kavrar. Þimdi þu noktayý sormanýn zamaný gelmiþtir. Acaba Hazret-i Yûsuf (A.S.) ne için Peygamberlikle vazifelendirilmiþti? Peygamberlik vazifesinin maksat ve hedefi ne olabilirdi?
Hazret-i Yûsuf (A.S.) acaba dînullah'a davet için mi, yoksa din - ül - melik'in nüfuzunu bir kat daha arttýrmak' için mi gelmiþti?
Eðer, Han Bahadýr Hazretlerinin tevili ve tefsir yazan faziletli zevatýn tefsirleri, ... ki Han Bahadýr Hazretleri, bunlarýn isimlerinin baþýna bizi korkutmak için de koca koca unvanlar eklemiþtir. ... kabul edilecek olursa, o zaman þöyle bir durum meydana gelmiþ olur ki, Allahü Tealâ bir taraftan kendi Nebisine "Sen git de þu benim kullarýma, bilhassa þu Mýsýr'a yerleþmiþ, oturmuþ bulunan kullarýma, bildir, onlarý davet et de "Dînullah: Allah'ýn dini"ne inanýp sarýlsýnlar." diye emir buyursun; diðer taraftan da yine Allahü Tealâ, yine ayný Peygamberine, aman dikkat, benim hidâyet ve benim himayemde, giderek þu "din - ül - melik: Melik'in dini"nin saðlamlaþmasý ve ayakta tutunmasý için de hizmet et. Sakýn hizmette kusur etmeyesin!. Vazifeni bu hususta da yapman icabeder, diye buyursun...
Kerem buyurulsun, Hak Tealâ'nýn bu þekildeki emrinin ve bu þekildeki hareket tarzýnýn, neresinde çeliþki ortaya çýkmaz ki? Bu iþin kendisinde mi? Han Sahibin buyurduðu gibi Peygamberin üstlendiði vezirlik vazifesinde mi? Yoksa ikisinin birlikteki mahiyetlerinde mi?
Allaha sýðýnýlarak denebilir ki, güya Hak Taalâ ile, þu zamanýmýzdaki ileri gelen ve kendilerini sözde dindar diye ortaya atanlar arasýnda bir fark yokmuþ (!). Bu gibi ze-vatýn secdeden baþý kalkmaz ve alýnlarý secdeden nasýr tutmuþ olur. Fakat bu zevatýn, (Eþraf çocuklarý) m.s. (Master of sience) derecesi almak için efendileri olan sahip zadelerine - Ýngiliz yetiþtirmelerine - gayret sarfe-der, uðraþýrlar. Sonra da enspektörlük (müfettiþlik) derecesine varýnca dinî mücessem bu büyükler, þu ileri gelen dindarlar bu insandan putlara arz-ý minnet eder dururlar ki, bu iki ayaklý devletlû putlar, kendi mensubu olduklarý ailelerine nimet ve bereket ihsan etmiþ ve onlara da bu enspektörlüðü bir lûtuf olarak inayet buyurmuþlardýr.
Devamla, yine Han Sahib Hazretleri buyuruyorlar:
Bundan þu da lâzým gelmez ki, Hazret-i Yûsuf (A, S.) Mýsýr ülkesinin vezirliðine geçtikten sonra, tebliði risâlette de bulunmamýþ, yahut da kendi risâletini açýklamaktan çekinmiþtir. Bunun hilâfýna, Zat-ý Peygamberîleri, zatý muhteremin bildikleri gibi hattâ hapishanede bile, arkadaþlarýna vahdaniyeti Ýlâhiyeyi teblið etmek yolunu tutmuþtur... Elbette bu âyetlerden kat'î ve þüphesiz sabit olan mesele de þudur ki, Hazret-i Yûsuf (A. S.) kendi arzu ve isteði ile, bir gayri - Ýslami hükümetin bir unsuru, bir elemaný haline gelmiþti. Bundan sonra da yine orada gayri - Ýslâmî kanun ve gayri - Ýslâmî nizam yürürlükteydi...
Böyle bir açýklama yine tenakuza (çeliþkiye) bir delil teþkil eder. Nitekim zat-ý devletlerinin ileri sürdükleri hususa biraz olsun dikkat edilmiþ olunsaydý böyle fecî bir hatâ islenmiþ olmazdý. Ýddia edildiði þekilde olunca, Hazret-i Yûsuf (A. S.) nasýl bir vahdaniyet tebliðinde bulunmuþ olabilirdi? Eðer bu vahdaniyetin mânasý, mâbedlerde ibâdetleri ve memleketin temel nizamýný teþkil edecek kanun ve nizamlar bir ve tek Allah için olacaksa, bütün yaþayýþ tarzý dînullaha tâbi kýlýnacaksa, o zaman, Han Bahâdýr Hazretlerinin teviline göre Hazret-i Yûsuf (A. S.)'un memuriyeti kabul etmesi, Hakký teblið etmek vazifesine muhalif ve zýd olmaz mý? Yok eðer onun risalet tebliði böyle deðil de, mabedlerde dinullah yürürlükte bulunsun; memleketin içtimaî nizamýnýn her tarafýnda ise din - ül - melik yürüyüp gitsin. O zaman, böyle bir ayrýntýnýn vahdaniyet olmayýp bir seneviyet: Ýkilik (dualism) tebliði olduðu da fiilî olarak ortaya çýkar.
Böyle bir durumdan sonra, þöyle bir sual de ortaya çýkmýþ olur: Hazret-i Yûsuf (A.S.)'un risâletini ilân etmesinin maksadý hangi sebebe matuftu? O bir peygamber olarak, halka — hükümdar da dahil olmak üzere — þöyle hitap etmesi lâzým gelmez mi? Ben yerin ve göklerin sahibinin yeryüzünde bir mümessiliyim, bunun için sizin Allah'tan korkmanýz ve bana uymanýz gerekir. Nitekim bütün peygamberler de böyle hitap etmiþlerdir:
"Allah'tan çekininiz ve bana itaat ediniz."
(Eþ – Þuara: 108.)
Bu mânadaki bir ilâna raðmen, yine de Hazret-i Yûsuf (A.S.) un gayri müslim hükümdarýn efendiliðini kabul etmesi, ona boyun büküp itaat etmesi Ýslâmî nizam yerine onun nizamýna hizmette bulunmasý nasýl izah edilebilir? Ne ile kýyas kabul eder? Yok eðer onlara þöyle söylemiþ olsaydý: Ey cemaat, ben arzýn ve göklerin mutlak sahibinin temsilcisiyim; yeryüzünde onun nebîsiyim, fakat benim vazifem sizi Mýsýr Meliki'nin itaatýna çaðýrmaktýr. Devlet baþkaný olmasý dolayýsiyle onun emirlerini dinlemeniz gerekir. Demiþ olsaydý, bu tebliðin nübüvvet vazifesi ile kýyaslanmasý mümkün olabilir miydi? Akýl sahipleri için bu beyanat, bir kurtuluþ vesilesi teþkil edebilir miydi? Halbuki o seçkin peygamber, isabetli hareketleri, hikmet dolu ibretli sözleriyle çevresinin takdir ve hayranlýðýný kazanarak vezirlik payesine kadar yükselmiþti. Onun hal ve tavrýnda, herhangi bir kusur ve tezat bulunmuþ olsaydý, kendisine vezirlik gibi yüksek bir mevkinin deðil, daha baþka akýbetlerin muhatabý olurdu Hele günümüzün fikir adamlarýnýn, bu þekildeki çeliþki taþýyan bir tutumu kabul etmeleri mümkün müdür? Madem ki, Peygamberlik müessesesi cemiyeti her bakýmdan ýslah edici ve bütünlük arzeden kaidelerin doðduðu bir mercîdir. Hak Tealâ elçilerini böyle bir memuriyetle vazifeli kýldýðýna göre, bu mukaddes peygamberlere de istisnasýz herkesin uymasý ve onlarý hayat rehberi olarak tanýmalarý lâzým gelir. Bu âyet-i kerime bu hususu teyid etmektedir:
"Hiçbir Peygamber göndermedik ki, ancak Allah'ýn
izni ile ona itaat edile."
(Eþ – Þuara: 108)
Bütün peygamberlerin insanlýða sunduklarý en büyük gerçek, tevhîd olduðuna göre, bu nur kaynaðý taifeden nasýl olur da bir peygamber çýkar ve kendisine tâbi olanlara Allah'a itaat etmelerini deðil de Allah'ýn gayrýna itaat etmelerini söyliyebilir? Allah kullarýný Allah'ýn izni ile deðil de Allah'dan gayrisinin izni ile, Allah'tan gayrýsýna itaate yöneltebilir?
Kurlan-ý Kerim, kendisinin Allah tarafýndan vahyedildiðini þu þekilde isbat etmek ister:
"Allah'tan baþkasýnýn indinden (gelmiþ) olsaydý, her halde orada bir hayli ihtilâflar bulurdunuz."
(En – Nisa:64)
Yâni, eðer bu kitap, Allah'tan baþka birisi tarafýndan gönderilmiþ olsaydý, ey halk siz o zaman bu kitapta bir hayli ihtilaflý þeyler ve tenakuzlar bulacaktýnýz; mânasý gözönünde tutulmuþtur.
Fakat Han Bahadýr Sâhib ve onun gibi düþünen kimselerin tevilleri kabul edilirse, Kur'an-ý Kerim'in beyanatýnda birçok tenakuzlarýn var olduðu zannýyla hareket edilmiþ olur. Ýþte o zaman, Kur'an-ý Kerim'in kendisi hakkýndaki, Allah'ýn kelâmý olduðuna dair ileri sürdüðü ölçü de bozulur. Kur'an-ý Kerim pek saygýsýzca ve cahilane bir þekilde itham ve töhmet altýnda kalmýþ olur. Alelade bir kelâm seviyesine indirilir. Hattâ o zaman Kur'an-ý Kerim'e akýl ve irfan sahibi bir insanýn telif eseri olduðu nazarý ile de bakýlmaz,
Gerçek þudur ki, Han Bahadýr Sahib'in bu þekildeki düþünceleri, kendilerinden önce baþlamýþ olan ve sürüp gitmekte bulunan ve uzun bir zamandan beri devam edegelen bir zihniyetin ibret verici mümessilliðini temsil etmektedir. Ve Ýslâm'ý kaba nefislerine ve sýð akýllarýna göre tefsir eden sahte müslümanlara ait yýkýlýþ tarihimizin acýklý sahifelerini bu bozuk anlayýþlar doldurmaktadýr.
Onlar, bu mecburiyeti alelade bir mecburiyet gibi düþünürken, Allah'ýn sünnetini de bir tarafa býrakarak, ardý arkasý kesilmeyen yeni yeni mecburiyetlerin türer. Her yeni mecburiyet arkasýndan daha baþkasý ve daha aðýrý kendisini gösterir. Bu þartlar altýnda küfür içinde islâm ve küfür tahakkümü altýnda islâm'ý caiz sayýp gidersiniz. Fakat, Hak Tealâ tarafýndan gönderilmiþ olan bu cezalar, bu tip müslümanlarýn yine gözlerini açmaz. Hatta onlar bu durumu umumî bâr kaide gibi kabul ederler. Biz küfür iktidarý altýnda islâm'ý devam ettirmeðe mecburuz. Küfrün her türlü tahakkümü ve tasallutuna mâruz kalmak zorundayýz diye bu zelil duruma (aþaðýlanmaya) katlanýlýr. Nitekim bu "mecburiyet" in arkasýnda da küfre karþý hürmet göstermek temayülü bile baþlar.
Meselâ, ölü hayvan eti yemek. Buna ne zaman mecbur olunursa, o zaman böyle birþey tiksinti ile karþýlanýr. Bunu herhangi bir basit akýl sahibi bile anlamamazlýktan gelemez. Aslýnda ölü hayvan eti yemek haramdýr. Mecbur kalarak bu et yenilir. Yendiði zaman da hiç olmazsa kalbde bir nefret, bir kerâhat hissi uyanýr. Böyle bir etin istekle ve lezzetle yenmesine imkân yoktur. Bu etten ancak açlýðý giderecek kadar yenilir. Mecburiyet karþýsýnda yenen bu et iþtahla yenmez, bu etten, kavurma, kýyma yapýp pilavýnýzýn üstüne oturtamazsýnýz. Ýsteksizlikle ancak açlýktan ölmemek için istemiyerek bir parça karnýnýzý doyurursunuz.
Ýþte bu nefret, bu isteksizlik (istikrah) bütün iþ güçte, bütün muamelelerde vardýr. Bunlarýn hakikatte haram olduklarýný bildiðiniz halde, mecburiyet (ýztýrâr) altýnda helâl þekle girdiklerini düþünmüyor musunuz? Bu þekilde bütün bir kavim, bütün bir millet, kendi yaþayýþýnýn medenî, içtimaî ve siyasî iþlerinde daima þu noktayý gözönünde bulundurmalýdýr: Mecburiyet altýnda bu hallere tahammül etmektedir. Þer'î ve ruhî bakýmdan mecburiyete uyuyor. Ýþte bu günkü bu yaþayýþ nizamýnda nefret etmekle, kerahat hissi duymakla, çekinmekle, yâni ancak yaþýyacak kadar ölü hayvan eti yemek gibi bir durumda kalmak mümkündür. Böyle bir hâle de az bir zaman tahammül edilebilir. Kýsa bir zaman için dayanmak imkâný olabilir. Tabiatler, mizaçlar çok geçmeden bu þekildeki kerahatli yaþayýþtan býkarlar. Karþý gelmeðe baþlarlar. Yoksa Hak Tealânýn, küfür nizamýný benimsiyenlere þöyle mi emir vermesi lâzýmdý:
"O halde içlerinden her sýnýftan bir zümre çýkmalý, bir zümre de küfür üzerine çaba sarfetmeli, giden zümreler döndükten sonra, onlarý dalâlete sevketmek yolunda çalýþmalý ki, onlar da iyice dalâlete yuvarlanýp gitsinler."
Yahut da:
Sizin içinizden bir zümre olsun ki, bunlar kötülüðe davet ederler, fenalýðý emredip, iyilikten, doðru yoldan menederler...[25]
Þimdi din hususunda öyle muazzam bir ilerleme hayal edilmiþtir ki, bu sayede nice nice sofular, âbîd ve zâhid geçinen kimseler, tesbihlerini çekerek, vekillik, hâkimlik , avukatlýk iþlerine de giriþtiler. Ýnanmadýklarý, iman etmedikleri kanunlarla halkýn iþlerini düzene koymaða, halk arasýndaki dâvalarý halletmeðe, onlarýn arasýnda hüküm vermeðe kalktýlar. Ayný zamanda inandýklarý ve iman ettikleri kanunu da, yalnýz arada sýrada sözlerini okumak için evlerinin raflarýnda süs olarak tutarlar. Ve bu ilerlemenin sayesinde de gurup gurup salihlerin (?), muttakilerin (?) ileri gelen âbid (?) ve zâhidlerin (?) çocuklarý da, yeni yeni dershanelerde, mekteplerde, kolejlerde ders öðrenmeye gittiler. Oralarda, dinsizlik, maddeperestlik ve ahlâk dýþý dersler öðrenmek yolunu tutarlar. Sonra da kalkar bu küfür nizamýnda fiilen çalýþmaða baþlar ve bu nizamýn kökleþmesi için gayret sarfederler.
Bir rejim ki, o çocuklar babalarýnýn gafletleri sayesinde ve bunlar da kendilerinden evvel gelen kuþaklarýn bu tür tutumlarý yüzünden, müslümanlarýn baþýna esareti musallat etmiþlerdir.
Erkekler bu þekildeki hizmetleriyle küfre hizmet ederken, kadýnlar da erkeklerden geri kalmamak için bu yarýþa hýz vermektedirler. Cehalet, dalâlet ve ahlâksýzlýk kasýrgasýný estirmekte maharetlerini ispat ettirmiþlerdir. Farz-ý Kifaye'yi ifa etmek (yerine getirmek)için, erkekleri çok gerilerde býrakmýþ oluyorlar. Bu farizeye (!) ilk önce erkekler baþladý, fakat kadýnlar bu zavallý kadýnlar, bu dinî farizelerini (!) yerine getirmek için onlardan baskýn çýktýlar. Bu hâtûn kiþiler, ortaya atýlmasalardý, herhangi bir gayrý - müslim muhitte gayri - müslimler onlarla selâm sabahý kesecek, onlarla düþüp kalkmýyacak, kendilerine medeniyetsiz yaftasýnýn yapýþtýrýlmasý gibi korkunç bir tehlike karþýsýnda idiler.[26]
Bugün din'in bu yeni þekilde düzeltilip, tanzim edilmesini acaba kim istemez, kim düþünmez, kim beðenmez Hakikatte ise, bu yeni tanzim þekli, bu yeni düzeltmeler, bugünün iþi deðildir. Bu zamanýmýzdan yüzlerce sene önce baþlamýþtýr. Ne zaman ki, Tatar kâfirleri müslüman ülkelerini istilâ ettiler; bu bozgun havasý da baþladý ve devam edip gitti.
O zaman yalnýz "küfür nizamý altýnda Ýslâmî yaþayýþ" meselesi ortaya çýkmakla kalmadý. Koca koca ulemâ ve sulehâ (âlimler, sâlih ve temiz kimseler) kendileri de bu küfür nizamýna hizmet etmek yolunu tuttular. Bugün bizim mekteplerimizde okunan Arabî ders kitaplarýnýn çoðu bu ileri gelen din ulemasý ve kuvvetli þeriatýn müftülerinin yazmýþ olduklarý kitaplardýr ki, o zamandan beri islâm dünyasýnda hâlâ okunmaktadýr.
Bu yanlýþlýðýn ve bu hatânýn eskiliði, þimdi bu hatâ ve bu yanlýþlýða bir de eski olduðu için mukaddeslik kisvesini giydirmiþ oluyor. Bu böyle bir seyir takip edince, zamanýmýzýn fakihleri, muhaddisleri ve müfessirlerinin bu hatâya kapýlmalarýnda hayret edilecek birþey olmaz.
Þu husus da açýk gerçektir ki, bir yanlýþ ve bir hata "eski olunca, sahihlik ve doðruluk vasfýný elde edemez. Hata ve yanlýþ olarak kalýr. Hatta zamanýn geçmiþ olmasý da hatâyý doðru kýlmaz. Yine ayný þekilde hatânýn çok kimseler tarafýndan da benimsenmiþ bulunmasý ve çok kimselerin de bu hatâya saplanmýþ bulunmasý da hatâyý hatâlýktan kurtarmaz. Eðriyi doðru yapmaz.
Hak'kýn kaim olmasý ve sebat bulmasý isteniyorsa, Allah'ýn Kitabýndan ve Resulünün sünnetinden baþkasýna baðlanmakla bir netice almak mümkün olmaz. Bütün bu yýkýlýþ devrinde, ilkönce mecburiyet tahtýnda ve "küfür devletinin baskýsý altýnda islâm nazariyesi ortaya çýkmýþ, yavaþ yavaþ iþ ilerleyerek, nizam-ý küfr'e hizmet caiz sayýlmýþ, sonra da müstehaplýk derecesine varmýþ ve daha sonra da farz-ý kifaye makamýný elde etmiþtir.
Bu yüksek nazariyeye (!) bakýnýz, nereden baþlamýþ ve nerelere kadar ulaþmýþtýr. Ýþ bununla da kalmamýþ rezalet son dereceye varmýþ, "Dinî serbestlik tanýyan hükümdarlara sadakat göstermek dinin iktizasýdýr." denmiþtir.
Bu nefsanî tefsirciler çalýþarak þu hususu da elde etmiþlerdir: Kendi gerilemelerinin her aþamasýnda aþaðýdan aþaðýya en aþaðýya yuvarlanmalarýna mazeret bulmak için de Allah dininden medet ummak isterler. Onlarýn bu istekleri, kendi zanlarýna göre þu formüle dayanýyor: Allah'ýn dini bizim bütün ihtiyaçlarýmýzýn giderilmesini üstlendiðinden, þimdi karþýlaþmýþ bulunduðumuz mecburiyetler hususunda da onun rehberliði ile yürümemiz gerekir. Fakat aslýnda, bu zahirî formülün içinde baþka ve diðer bir formül de saklýdýr. O da, bu þekilde çalýþan kimselerin iþlerini istedikleri gibi yürütmekte herþeyden istifade edebilmeleridir. Madem ki, biz þimdi böyle bir dine sahip olmak bahtiyarlýðýný elde etmiþ bulunuyoruz. Ve biz böyle bir dine iman etmek saadetine kavuþmuþuzdur, bunun karþýsýnda hiç olmazsa, bu dinde farz olan þeyleri yerine getirelim. Biz bu dini ilerletmek yerine gerisin geriye götürelim. Yâni bizim buna baðlýlýðýmýz, dinimizin her türlü mükellefiyetini üzerimize alarak, Allah'ýn mülkü olan þu arz üzerinde bu nizamý saðlamlaþtýrmak ve bu hususta karþýlaþtýðýmýz her zorluðu ortadan kaldýrmak þeklinde olmayacaktýr. — Zira bu zorluklarýn kalkmasýný dinîmiz üstlenmiþtir. — Biz böyle bir çaba ve gayreti tamamen hayalimizden silerek kendi zevk ve sefamýza bakalým. Müslümanlarýn bulunduðu ülkelerde ne olursa olsun, iþimizin ve menfaatimizin yolunu tutalým. Bir uþak gibi, bizlere ne emir verilirse onu yapalým. Hattâ din dýþýndaki her türlü doktrinlere ayak uyduralým. Baþýmýza hangi rejim gelirse gelsin, onlara itirazsýz boyun eðelim. Dinimiz her þeye raðmen bütün ihtiyaçlarýmýzý karþýlamaðý üstlenmiþtir. Ve biz de böyle bir dine mensup olmak saadetini elde etmiþ bulunuyoruz, derler ve demek isterler.
Ýþte bunun içindir ki, böyle hatalý düþünenler ve bu þekilde hatalý yola sapanlar, bu hususu meþru kýlmak ve doðru olduðuna kendilerini inandýrmak için de Kur'an-ý Kerim'den ve Hadis-i Þerif ten boyuna delil arayýp durmaktadýrlar. Bütün Kur'an-ý Kerim'i taradýktan sonra, iþlerine yarayacak olan Ankebut sûresi, Bakara, AI-i Ým-ran, Enfâl, Tövbe deðil de yalnýz Yûsuf suresidir. Bu sûre de yalnýz Han Bahadýr Hazretlerinin istidlal buyurduklarý âyât-ý kerime'lerdir.
Bu þekilde bütün Sîret-i Nebevi de gözden geçirilir, baþtan baþa bakýlýr. Ne Mekke'deki olaylar, ne Tâif'deki taþa tutmalar onlarý alâkadar eder. Bedir ve Uhud hesaba katýlmaz. Onlarýn gözü iþlerine yarýyacak olan tevil kabul etmesi ihtimali bulunan hemen þu vak'aya sýmsýký sarýlýrlar:
Müslümanlardan bir zümre, asrý saadette Habeþis, tan'a hicret etmiþ, bir müddet orada Hýristiyan bir hükümdarýn memleketinde kalýp güya o devletin tebaasý olmuþlarmýþ (!).
Fakat mevzuu gerçek cephesiyle düþünmeyen bir kimse deðil de, hakký ve hakikati arayan birisi kalkýp da bu hususlarý inceleyip anlamak isterse, bu hakikatin mahiyeti de Yûsuf (A.S.) kýssasýndaki gibi bir neticeye baðlanýr. Zira, bir Nebî Allahü Tealânýn hidayet ve emriyle bir küfür nizamýnda, gayr-ý Ýlâhî kanunun yürütüldüðü bir- devlette, baþta bir melik olduðu halde vezirlik gibi en mühim bir mevkiyi iþgal etmesinin sebebi, asýl maksada bu sebeple ulaþmasý ve meseleyi bu yoldan halletmesi içindir.
Müslümanlarýn da Habeþistana hicretlerinin sebebi, bir müslüman cemaat için, bir gayrý - muslim medeniyet ve siyaset nizamý altýnda hiç olmazsa barýnacak bir yer bulunmasý ve kendi mescidlerinde kendi usullerine göre, ibadet edebilmeleri ve kendi kalblerînde bulunan akidelerini hiç olmazsa dilleriyle söylemek imkânýna kavuþabilmeleri içindir.
Bu netice baþka suallerin de doðmasýna yol açmaktadýr. Biz bunlarý ehemmiyetlerine göre tasnif etmiþ bulunuyoruz. Bunlara sýrasiyle cevap vereceðiz. Cevaplarýmýzýn olduðu gibi anlaþýlmasý için þu meselelerin araþtýrýlmasý icabeder: