Umum ve Hass By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:55:42
Umum ve Hass
UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS)
Burada umum ve husustan maksadýn ne olduðunu açýklamak için kýsa bir giriþ yapmak gerekmektedir. Burada umumdan maksat, (lafzý deðil) manevî olan umumdur; kendisi için özel bir lâfzýn olup olmamasý farketmemektedir. Meselâ namaz ve benzeri diðer vaciplerden birinin vücubu ya da zulüm ve benzeri bir kötülüðün haramlýðý konusunda "O âmmdýr" dediðimiz zaman, bunun mânâsý "O, umumî bir lafýz içersin içermesin bir delil ile mutlak surette ve umumîlik üzere sabittir" demektir. Bu, kullanýlan delillerin istikrâî (tümevarýma dayalý) deliller olmasý esasýna mebnîdir. Bu tür deliller, istikraya tâbi tutulan delillerin tümünden çýkarýlan ortak netice olmalarý hasebiyle kesin hüküm ifade ederler. Nitekim mukaddimeler bahsinde bu konu geçmiþti. Husus ise, umumun aksinedir. Bu bölümde deðerlendirmelerimizin esasýný teþkil edecek ýstýlah anlaþýldýðýna göre, konu ile ilgili meselelere geçebiliriz:
BÝRÝNCÝ MESELE:
Umumî ya da mutlak[1] bir kaide sabit olduktan sonra, kadýyye-tu´l-ayn (ç. kadâyâ a´yân[2]) tabir edilen özel uygulamalarýn ve nakledilen davranýþlarýn (hikâyâtu´l-ahuâl[3]) o kaideye ters düþmesi, onun umumîliðine ya da mutlaklýðýna etki etmez. Buna aþaðýdaki hususlar delâlet eder:
1.
Kaide bilfarz kesin olduðuna hükmedilen birþeydir. Çünkü biz kesin ve küllî olan esaslar hakkýnda konuþuyoruz. Kadâyâ a´yân denilen özel uygulamalar ise zannî ya da vehmî þeylerdir. Zannî olan birþeyin, katî olan birþey karþýsýnda durmasý ve ona tearuz teþkil etmesi mümkün deðildir.
2.
Kaidenin tevile ihtimali yoktur; çünkü kesin delillere dayalýdýr. Kadâyâ a´yân ise çeþitli yorumlara açýktýr; mümkündür ki zahiri üzere olmayabilir veya zahiri üzere olsa bile o esastan müstesna kýlýnmýþ[4] olabilir. Bu durumda, böyle birþeyin kendisine ters düþer gözükmesi sebebiyle kaidenin küllîliði iptal edilemez.
3.
Kadâyâ a´yân cüz´îdir; bidüziyelik (muttaritlik) arzeden kaideler ise küllî esaslardan olmaktadýr. Cüz´îlerin, küllî esaslarý ortadan kaldýracak gücü yoktur. Bu yüzdendir ki, küllî esaslarýn hükümleri cüziyyâtta kendilerinde küllî esasýn hikmeti husûsî olarak ortaya çýkmasa bile carî olmaya devam eder. Konfor içerisinde olan bir hükümdarýn yolculuk yapmasý örneðinde olduðu gibi. Keza hususi olarak kendisine yetmeyen bir nisaba sahip olan kimsenin durumu ile, nisaba malik olmadýðý halde, elinde olan miktarýn kendisi için yeterli olduðu kimsenin durumu gibi.[5]
4.
Eðer kadâyâ a´yân genel kaideyle tearuz halinde olacaksa, bu durumda; tearuz mahallinde ya her ikisi ile birlikte amel edilecek ya da her ikisi birden ihmal edilecektir. Ya da biri ile amel edilecek diðeri terkedilecektir. Her ikisi ile birlikte amel edilmesi bâtýldýr[6];ikisinin birden ihmali de ayný þekilde bâtýldýr. Çünkü her ikisiyle amel etme durumunda zannî ile kat´î arasýnda muarazamn olduðunu kabul etmek[7] anlamý vardýr; küllinin býrakýlýp cüz´înin amel ettirilmesi halinde, cüz´înin küllî üzerine tercihi söz konusudur. Bu ise kaidenin aksine bir durumdur. Bu durumda geriye sadece dördüncü yön kalmaktadýr ki, o da cüz´înin býrakýlýp küllî ile amel edilmesidir. Ulaþýlmak istenen sonuç da budur.
Ýtiraz: Bu usûlcülerin ortaya koyduðu tahsis ve takyid bahsi dikkate alýndýðý zaman problem görünür. Çünkü onlara göre umumun tahsisi ve mutlakýn takyidi haber-i vâhid gibi zannî delillerle bile caiz olmaktadýr. Zikredilen konu da buna girer. Bu durumda ya usûlcülerin dedikleri asýlsýzdýr; ya da ileri sürülen bu kaide bâtýldýr. Usûlcülerin ortaya koyduklarý sahih olduðuna göre, bu kaidenin bâtýl olmasý gerekir.
Cevap: Bu itiraza iki yönden cevap verilecektir:
Birincisi[8] Ýleri sürülen bu itirazýn konumuzla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü konumuz, cüz´înin küllî ile tearuz halinde olduðunun samlýsý fakat aslýnda öyle olmayýþý hakkýndadýr. Zira kaide eðer küllî ise, sonra husûsî birþey ve özel bir uygulama (kadýyyetu´1-ayn) hakkýnda, zahiren sadece o özel uygulama hakkýnda tearuzu gerektiren birþey gelmiþse fakat o þeyin küllî kaideye muhalif deðil muvafýk olabilecek þekilde deðerlendirilebilirle imkâný da varsa, o zaman bu ikisi arasýnda bir tearuz olmaz ve bir problemden de bahsedilemez. Bu durumda (zahiren tearuz halinde gözüken o delil) tevil-ciler için ya yorum mahalli [9] olur, ya da eðer cüz´î ile ilgili delilin terki ve ihmalini gerektiren birþeyse umumun itibara alýnmasý[10]mahalli olur. Nitekim meselâ[11] bizim için tenzih[12] esasý külli ve aram olarak sabit olmuþtur. Sonra bir yer gelmiþ ki, ilgili delil zahiren o konuda teþbihi gerektiriyor; fakat bu, tenzih esasýnýn doðrultusunda zahir mânânýn dýþýnda baþka bir mânânýn da murad edilmiþ olabileciði ihtimaliyle oluyor. Ýþte böyle bir durumda bu özel nass vb. sabit bulunan küllî esasa zarar vermez. Keza, biz peygamberlerin masum olduklarýný sabit bir esas olarak bilmekteyiz. Buna raðmen: "Ýbrahim sadece üç yalan söyledi..[13]vb. gibi haberlerin gelmesi, bu özel içerikli haberler genel kaideyi ihlâl etmeyecek þekilde yorulabildiklerinden esasa zarar vermez. Aminin tahsisine gelince, o tamamen baþka birþeydir. Çünkü orada tahsis, tahsis delilinin (muhassýs) tevili mümkün olmayacak ve baþka ihtimaller içermeyecek þekilde zahirinin murad olduðu esasý üzerine kuruludur. Bu durumda tahsis delili usûlcülerin dedikleri gibi dikkate alýnýr ve onun- gereði ile amel edilir. Dolayýsýyla ileri sürülen itirazla konumuzun ilgisi yoktur.
Fasýl:
Bu konu, cüziyyâttan ve kadâyâ a´yândan[14]olan þeylerin tearuzu halinde küllî eesaslara tutunan kimselere nisbetle faydasý büyük bir konudur.[15] Çünkü böyle bir durumda külliye yapýþtýðý zaman, cüz´î hakkýnda onu çeþitli þekillerde yormak konusunda tercih hakký olur. Cüz´îye tutunmasý halinde ise, küllî üzerinde herhangi bir tercih hakký olmaz[16] ve o kiþi hakkýnda tearuz söz konusu olur, böylece çýkmazlar yumaðý onu uzak uçurumlara atar. Dinden sapmalarýn ve sapýklýklarýn temeli iþte bu noktadýr. Çünkü sapýklýk, müteþâbihâta tutunmak ve muhkem olan kat´î esaslar hakkýnda þüpheye düþmek demektir. Tevfik, ancak Allah´tandýr.
Bu meselenin faydalarýndan biri de, küllî esaslara yapýþan kimsenin tartýþma esnasýnda karþý taraftan kolayca sýyrýlmasý ve fitneyi körüklemek isteyen kimselere fýrsat vermemesidir. Bunun Örneðini bazý ilim meclislerinde vuku bulan þu olayý verebiliriz: Gýr-nata´ya Afrikalý taþkýnlardan biri gelmiþ ve peygamberlerin masumluðu konusunda Musa´nýn kýptîyi öldürmesini bir çýkmaz olarak ileri sürmüþ ve Kur´ân´ýn zahir ifadesinin ondan günahýn sadýr olduðunu ortaya koyduðunu, çünkü Kur´ân´da onun aðzýndan: "Bu þeytanýn iþidir"; "Rabbim! Doðrusu kendime zulmettim"[17] buyurulduðumý söylemiþ, olayý anlatan âyetin bazý lafýzlarýna tutunmuþ ve yapýlan tevillerin âyetlerin zahirlerinden çýkarýlmasý olduðunu ileri sürmüþ. Böyle bir yaklaþým doðru olamaz ve bu gibi tartýþmalar belki de*belli bir nokta üzerinde anlaþmaya ulaþ-maksýzýn biter. Bu arkadaþlardan biriyle müzakere ettiðim bir konuydu: (Ona þöyle izah ettim:) Mesele aslýnda basittir; yeter ki ilgili asla irca edilsin. Bu asýl, peygamberlerin masumiyetidir. O kiþiye þöyle denir: Peygamberler, ehl-i sünnetin icmâý ile büyük günah iþlemekten masumdurlar. Küçük günahlardan da ihtilaflý olmakla birlikte yine masum bulunmaktadýrlar. Bu konuyla ilgili deliller Kelâm ilminde ortaya konulmuþtur. Bu durumda, Hz. Musa´nýn yaptýðý bu fiilin büyük günah (kebîre) olmasý muhaldir. Eðer peygamberlerin ayný zamanda küçük günahlardan da masum olduklarý kabul edilecek olursa ki sahih olan budur o zaman bu fiilin küçük günah olmasý da imkânsýzdýr. Þu halde onun yaptýðý bu fiilin, kendisi hakkýnda bir günah olmadýðý sonucu taayyün etmiþ olacaktýr. Bu durumda o fiille ilgili, deðerlendiricinin önünde peygamberliðe yakýþacak ve âyetlerin zahirlerinin de ihmal edilmeyecek þekilde çeþitli tevillere açýk olacaktýr. Arkadaþým bu yaklaþýmý güzel buldu ve tartýþma (münazara) konusunda bunun ilmî bir yol olduðunu ve çoðu zaman münazaracýnýn görüþünü bu esas üzerine bina edebileceðini söyledi. Bu güzel bir yaklaþýmdýr. Allahu a´lem! [18]
ÝKÝNCÝ MESELE:
Þâri´in kasdý, insanlarýn genel kaidelere raptedilmesidir.[19] Adetler konusunda ise, sünnetullah, umumî olarak deðil de ekseriyet üzere cereyan etmektedir. Þeriat da, bu vaziyetin gereði üzere konulmuþtur. Bunun sonucunda, dikkate alýnacak hususlardan biri de, kaideleri âdetlerle ilgili umumîlik esasý üzere icra etmek, hiçbir cüz´î hakkýnda farklýlýk göstermeyen küllî umumîlik üzere yürümemek olacaktýr.
Þeriatýn sözü edilen konumda olduðu açýktýr. Dikkat edilecek olursa yükümlülüklerin konmasý umumîlik üzeredir ve buna alâmet olarak bulûð (ergenlik) kýlýnmýþtýr. Bulûð, yükümlülüðe esas olan aklýn mazinnesi yani her zaman ve herkes için öyle olmamakla birlikte genelde bulunduðu zaman aklýn da bulunacaðý bir dönemdir. Bu tam anlamda küllî olarak bidüziyelik (ýttýrâd) ve in´ikâs[20] göstermez; zira bulûðdan önce aklý tamamlanan kimse bulunabilir; bulûða erdiði halde aklý hâlâ tamamlanmayan kimse de olabilir. Ancak galip hal, bulûð ile birlikte aklýn da bulunmasýdýr. Ayný þekilde Sâri´ Teâlâ, oruç tutmama ve namazý kýsaltma ruhsat hükümlerini meþakkat illetinden (hikmet) dolayý sefere baðlamýþtýr. Oysa ki, meþakkat bazen sefer esnasýnda bulunmayabilir; aksi de olur ve sefer bulunmadan da meþakkat bulunabilir. Bu gibi durumlarda Sâri´ Teâlâ nâdirattan olan bu hallere riayet etmemiþ ve kaideyi galip hal üzere yürür kýlmýþtýr. Zenginlik sýnýrýnýn nisâb ile belirlenmesi, hükümlerin beyyineye[21] müsteniden verilmesi[22] ha-ber-i vâhidle amel edilmesi[23], zannî olan kýyaslarla amel edilmesi[24]ve benzeri, ayný konuya nisbetle hep ayný sonucu vermeyecek olan þeyler de konunun örneklerindendir. Bu sayýlanlarýn doðru sonuç vermesi galip hal olmaktadýr. Aksi hal ise, bu genel duruma nisbetle azdýr. Dolayýsýyla bu kaidelerin küllîlikleri âdete müstenid olup genellik arzeder; hakîkî küllîlik arzetmez.
Ayný durum, diðer bütün teklîfî kaideler için geçerlidir.Durum böyle olunca, þer´î umumî kaidelerin, âdet-i ilâhiyye ile ilgili hükümlerin gereði üzere icrasýnýn zorunluluðu ortaya çýkar. Çünkü mazinnelerle munzabýt olan odur. Ancak bir muarýz ortaya çýkarsa, o konudaki hükmün gereði ne ise ona göre hükmolunur.[25] Meselâ[26] namazý kýsaltma hükmünü meþakkatle ta´lîl ettiðimiz zaman, bu ne konfor içerisinde yolculuk yapan ve meþakkat duymayan hükümdar meselesiyle ne de yolculuk yapmadýðý halde aðýr iþlerde çalýþan ve meþakkatle karþýlaþan kimsenin durumu ile bozulmaz.[27] (Zira yolculuk esnasýnda meþakkatin bulunmasý galiptir.)Keza yiyecek maddelerinin mübadelesi halinde riba illetinin keylî-lik[28]vasfi olduðunu kabul ettiðimiz zaman bu, bir avuç buðday gibi azlýðýndan dolayý ölçülmesi mümkün olmayan þeyle bozulmaz.[29] Ayný þekilde altýn ve gümüþ hakkýnda ribâ illetinin semeniyet vasfi olduðunu belirlediðimiz zaman bu, azlýðýndan dolayý semen olmayacak özellikte olan altýn ya da gümüþle bozulmaz. Yahut gýda maddeleri konusunda riba illetinin iktiyât (yani azýk edinilir olma özelliði) olduðunu belirlediðimiz zaman bu, tek bir tane gibi böyle bir özellik göstermeyecek miktarla bozulmaz. Ayný þekilde bu illet, nadir olarak azýk edinilen badem, ceviz, hýyar, sebzeler vb. gibi þeylerle de bozulmaz. Çünkü iktiyât konusunda Sâri´, mutat olanlarý, devamlý kalabilecek olan ve yaygýn olarak azýk edinilen þeyleri esas kabul etmiþtir. Bundan o maddelerin dünyanýn her yerinde azýk edinilir olmasý gerekmez. Ayný þekilde þunu söyleyebiliriz: Ýçki cezasý, aklý korumak için içene tatbik edilmek üzere içki içmeye baðlanmýþtýr. Sonra had, aklý gidermeyen az miktar için de uygulanmaktadýr. Çünkü âdeten azý içen çoðu da içmektedir.[30] Zina cezasý, her ne kadar konulusu nesebin korunmasý amacýna yönelikse de, cinsî organýn sokulmasýna baðlanmýþ, inzale (meninin gelmesine) baðlanmamýþtýr; buna göre inzal olmasa da o kimseye zina cezasý uygulanýr. Çünkü galip olan âdete göre, cinsî organýn sokulmasýyla birlikte inzal da bulunur. Bunun gibi pek çok örnek vardýr.
Buna göre, þer´î mesâil üzerinde deðerlendirmede bulunacak kimse, umumî kaidelerin, âdeten galip bulunan haller üzere carî olduklarýný (hiçbir istisnasý yok anlamýnda gerçek mânâda küllî olmadýklarýný) hatýrda tutmalýdýr. [31]
ÜÇÜNCÜ MESELE:
Umum için konulmuþ sîgalar olduðu konusunda kuþku yoktur. Bu konunun incelenmesi Arap dili mütehassýslarýna aittir. Biz burada bir baþka nokta üzerinde duracaðýz; her ne kadar bu, Arap dili mütehassýslannca da ele alýnacak konulardan ise de, asýl yeri bizim burada irdelememizdir. Bu konu þudur: Sýðalarýn konuluþ (vaz´) itibarýyla delâlet etmiþ olduðu umum için iki bakýþ açýsý vardýr:
1.
Sîganýn, onu vaz´ edenler arasýndaki mutlak delâleti açýsýndan ele alýnýr. Usûlcülerin dikkate aldýðý yön bu olmaktadýr.[32]Bu yüzdendir ki onlara göre tahsis; akýl[33], duyular (gözlem)[34] ve diðer ayrý (munfasýl) tahsis delilleri[35]ile (de) gerçekleþir.
2.
Lafzýn kullanýlýþ maksadý açýsýndan ele alýnýr. Lafýz, asýl konulusu itibarýyla öyle olmasa bile, câri olan âdetler ondan gözetilen maksadýn ne olduðuna hükmeder.
Bu ikincisi lafzýn kullanýlýþ (isti´mâl) yönü, birincisi de kýyâsý yönü olmaktadýr.
Arap dilinde geçerli olan esaslara göre, lafzýn kullanýlýþ yönü, kýyâsî yönü ile çatýþýrsa, hüküm kullanýlýþ yönüne ait olur.
Þöyle ki: Araplar, sözü genellemek (ta´mîm) istediklerinde maksatlarýna (bir bütün olarak) kelâmýn mânâsýnýn delâlet edeceði türden sözcükleri seçebilirler ve o laiizlarm tek tek konuluþlarý itibarýyla delâlet ettikleri mânâyý itibara almayabilirler, ya da asýl konulmuþ olduklarý mânâyý itibara alarak onunla sözün umumî kýlýnmasýný kastederler. Bütün bunlar halin gereðinin belirlediði þeylerdendir. Açýklamak gerekirse meselâ sözü konuþan kimse, aslî ko-nuluþ itibarýyla kendisini de baþkalarýný da kapsayan bir âmm latiz kullanýr, halbuki o bununla kendisini kastetmez ve kendisinin o âmm lafzýn gereðine dahil olduðunu düþünmez.[36] Keza bazen âmm ile, o lafzýn asýl konuhýþ mânâsýna uygun olabilecek bir sýnýfý kastedip, diðerlerini kastetmeyebilir. Bazen[37] âmm lafýz yerine bir parçaya delâlet eden lafzý zikreder ve bununla o parçanýn bütününü kastetmiþ olabilir. Meselâ: "Falan, doðuya batýya sahip" denir[38] bundan maksat bütün yeryüzüdür. "Zeyd´in sýrtýna karnýna vuruldu" denir, her yeri kastedilir. "O, iki doðunun Rabbidir ve iki batýnýn Rabbidir[39]; "Gökte de Tanrý, yerde de Tanrý O´dur"[40] âyetleri de böyledir. Ayný þekilde bir kimse meselâ: "Kim evime girerse ona ikram edeceðim" dediðinde, bundan kendisi kastedilmez. "Ýnsanlara ikram ettim" veya "Kâfirlerle savaþtým" denildiði zaman da bundan maksat "karþýlaþtýklarým"dýr. Bu durumda lafiz özellikle onlar için âmm olmaktadýr. Amm lanzdan kastedilen, hatýrdan asla geçmeyenler olmaksýzýn sadece bunlardýr.
Ýbn Harûf þöyle der: Bir kimse kendisi de evde olduðu halde, evdekilerin hepsini döveceðine dair talâk ve âzâd üzere yemin etse, onlarýn hepsini dövse fakat kendisini dövmese, yemininde sadýk olur ve kendisine birþey lâzým gelmez. Yine "Emir, þehirde bulunan herkesi itham etti ve onlarý dövdü" denildiði zaman, itham ve dövme içerisine emir girmez. O devamle þöyle der: Ayný þekilde Allah Teâlâ´mn kendisinden haber verdiði "Herþeyin yaratýcýsý" gibi âmm lafýzlarýn altýna Yüce Allah´ýn sýfatlarýndan herhangi birþey girmez. Çünkü Araplar bu gibi sözlerden böyle bir mânâya kasýt ve niyet etmezler. Bunun bir benzeri de "Allah, herþeyi bilicidir"[41]âyetidir. Her ne kadar Allah Teâlâ zâtýný ve sýfatlarýný bilici ise de, ancak bu haber sadece yaratýklarla ilgili olmak üzere gelmiþtir. O´nun kendi zâtýný ve sýfatlarýný bilmesi baþka birþeydir. Kendisini tanýtma kabilinden bu tür her ne haber gelmiþse, bunlarda Allah Teâlâ´mn da o bildirilen þeyin umumu altýna girip girmeyeceði konusuna bakýlmaz; O´nun sýfatlarý hitap altýna girmez. Bu lisanýn konulusundan bilinen birþeydir.
Kýsaca, umum konusunda kullanýlýþ þekline (isti´mâl) itibar edilir. Kullanýlýþ þekilleri ise çoktur. Ancak bu konuda kýstas beyanýn esasýný teþkil eden halin gerekleridir (hal karinesi[42]). Çünkü meselâ: "O (rüzgar) Rabbinin buyruðu ile herþeyi yok eder"[43] denildiði zaman bununla gökler, yer, daðlar, sular ve benzeri þeyler kas-tedilmemiþtir. Aksine âyetten maksat âdeten rüzgarýn üzerinden geçtiði zaman etki edebileceði herþey demektir. Bu yüzdendir ki arkasýndan: "Bunun üzerine evlerinden baþka birþey görünmez oldu" buyurulmuþtur. Baþka bir âyette de: "Onlarýn üzerine, uðradýðý herþeyi býrakmayýp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik[44] buyurulmuþtur.
Buna delâlet eden hususlardan biri de, bu gibi sözlerden dil kurallarý gereðince istisnanýn sahih olmamasýdýr. Meselâ þöyle denmez: "Kendim hariç, kim evime girerse ona ikram edeceðim" veya "Ýnsanlara ikram ettim, kendim hariç" veya "Kâfirlerle savaþtým, karþýlaþmadýklarýmla hariç" ya da benzeri sözler. Ýstisna, ancak sözü söyleyenin dýþýnda evde olan kimselerden, karþýlaþýlan kimselerden olur ve o, yani istisna edilen, þayet istisna yapýlmasa sözün kapsamýna gireceði düþünülen kimsedir.[45] Umum kýlma (ta´mîm) konusunda Arap dilinin gereði iþte bu. Þu halde ayný durum, þeriatýn umum lafýzlarý için de geçerli olacaktýr.Sonra bazý usûlcüler de bu noktaya iþarette bulunmuþlar ve ge* nelleme kasdý sýrasýnda, konuþanýn hatýrýndan hiç geçmeyen ve ancak hatýrlatýlmasý durumunda düþünebilecek olduðu þeylerin üzerine lafiz hamledilemez, demiþlerdir. Böyle birþey, ancak sadece lafi-za yapýþmak sonucunda olabilir.[46] Mânâ açýsýndan ise, o þeyin konuþanýn maksadý dahilinde olmasý uzaktýr. Meselâ Hz. Peygam-ber´in: "Her deri tabaklandýðýnda temiz olur[47] hadisini ele alalým. Ýmam Gazzâlî bu konuda þöyle der:[48] Derinin tabaklanmasý konusuna temas edildiði sýrada gerek konuþanýn ve gerekse dinleyenin kafasýnda, köpeðin derisinin bu genellemeden hariç olduðu düþüncesi uzak deðildir; aksine vâki ve galip olan budur. Bunun tersi ise garip ve uzak görülen bir ihtimaldir. Baþkalarý da ayný þeyi söylemiþtir. Bu Arap (dili) kaidesine uygundur.[49] Dolayýsýyla Þâri´in kelâmý mutlaka bu anlayýþ üzerine yorulacaktýr,
Ýtiraz: Amin bir lafzýn, terkibe girmeden önce, ne için konulmuþsa onlarýn tümünü kapsadýðý sabittir. Terkip ve kullanýlýþ þekli sýrasýnda ise bakýlýr: Bu halde iken, ya terkibe girmeden önceki kapsadýðý mânâya delâlet etmeye devam edecektir, ya da etmeyecektir. Eðer birinci þýk söz konusu ise, bu lafzýn konuluþunun gereði olacaðýndan herhangi bir problem bulunmayacaktýr.[50] Eðer Ýkinci þýk söz konusu ise, o zaman bu, âmm lafzýn tahsisinden baþka bir þey deðildir. Her tahsis için de mutlaka aklî veya naklî ya da daha baþka bir delile ihtiyaç vardýr. Usûlcülerin muradý da Ýþte budur.
Bir baþka nokta daha var: Bizzat Arabm kendisi, bir çok þer´î delilde yer alan lafzý, umumu üzerine hamletmiþtir; halbuki sözün akýþý bilindiði üzere onlarýn bu anlayýþýnýn aksini gerektirecek mahiyette idi. Onlarýn sözün kullanýlýþý hakkýndaki anlayýþlarý, genelleme (ta´mîm) konusunda delil olarak kullanýlabilecek kadar önemli ise, o zaman onlarýn bu anlayýþlarý, sözün kullanýlýþ þeklinin, lafzýn müstakil halde iken mevcut bulunan delâletine ikinci bir vaz´ þekli olacak gibi etkisi olmadýðýný; bilakis lafzýn terkip öncesindeki delâletinin, aslî vaz´ þekli üzere olmakta devam ettiðini gösterir. Sonra onlarýn bu anlayýþýnýn arkasýndan bitiþik ya da ayrý bir delille tahsis gelir. Buna þunu Örnek verebiliriz: "îþte güven onlara, inanýp imanlarýna zulüm karýþtýrmayanlaradýr[51]âyeti inince durum ashaba çok aðýr geldi ve Rasûhýllah´a gelerek: "Hangimiz imanýna zulüm karýþtýrmamýþ týr ki !" dediler.[52]Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Öyle deðil. Lokman´ýn oðluna söylediði: "Þüphesiz ki þirk büyük zulümdür" sözünü iþitmez misiniz" " buyurdu.[53]Bir rivayette de bunun üzerine "Þüphesiz ki þirk büyük zulümdür´[54] âyeti indi.[55] Bir baþka misal de þudur: "Siz ve Allah´tan baþka taptýklarýnýz, cehennemin odunusunuz´[56] âyeti indiði zaman bazý kâfirler þöyle demiþlerdir: "Meleklere de tapýlmaktadýr. Mesih´e de tapýlýyor![57]Bunun üzerine: "Yaptýklarýna karþýlýk katýmýzdan kendileri için iyi þeyler yazýlmýþ olanlar, iþte onlar cehennemden uzak tutulanlardýr´[58] âyeti inmiþtir. Buna benzer daha baþka örnekler gösteriyor ki, sözün akýþý (siyak), þerl maksada göre lafzýn umumîliðinden daha özel bir umumîlik gerektirmesine raðmen onlar, bu âyetlerden mücerred lafzýn gereðini anlamýþlardýr. Onlarýn akýllarýna gelen ilk mânâ bu olmuþtur. Onlar, Kur´ân´m kendi lisanlarý üzere inmiþ olduðu kimselerdi. Eðer onlara göre itibara alýnmasý gereken þey, lafzýn ne için konulmuþ olduðu olmasaydý, böyle bir anlayýþa kapýlmazlardý.
Cevap: Birinci itiraza þöyle cevap verebiliriz: Biz Arabýn is-ti´mâl þeklini dikkate aldýðýmýz zaman, lafýz terkibe girmeden Önceki delâletini ya sürdürecektir ya da sürdürmeyecektir. Eðer sürdü-recekse tahsis yoktur. Eðer önceki delâleti, terkip sonrasýnda mevcudiyetini sür durmuyorsa, o zaman kullanýþ þekli için, asýl için olmayan bir baþka itibar hasýl olmuþ demektir. Sanki o, mecazî olmayan hakîki ikinci bir vaz´dýr. Bazý âlimlerin bu gibi durumlarda, aslî vaz´ þeklini murad ettiklerinde "lügavî hakikat"; kullanýlýþ þekline ait olan vaz´ý murad ettikleri zaman da "örfi hakikat"[59] tabirlerini kullanmalarý belki de bu deðerlendirmenin sonucudur. Ortaya konan bu þeyin sýhhatine Arap dili esaslarý içerisinde delil olacak þey vardýr: Arapça bir lafzýn iki asliyeti vardýr: a) Kiyâsî asliyet b) Kullanýlýþ þekline ait asliyet. Kullanýlýþ þeklinin, lafzýn esas konulusu sýrasýnda bulunan asliyeti dýþýnda bir baþka asliyet þekli daha vardýr. O da üzerinde konuþulan ve hakkýnda delil ikamesine çalýþýlan yöndür. Þu halde kullanýlýþ þeklinde âmm lafzýn herhangi bir þekilde tahsisi söz konusu olmayacaktýr.[60]
ikinci itiraza da þöyle cevap verilecektir: Kullanýþ þeklinin umumîliðini kavrayabilmek için, o konuda gözetilen maksatlarý bilmek gerekir. Þeriatýn bu konuda iki maksadý vardýr
1.
Arab´ýn kullanýþ þeklindeki ki Kur´ân ona uygun olarak inmiþtir maksadý. Bu konudan bahsedilmiþti.
2.
Þer´î kullanýlýþ þeklindeki maksadý. Bu maksat, Kur´ân´m sûrelerinde þer´î kaidelerin ortaya konmasý hasebiyle yer almýþtýr. Þöyle ki: Arabýn kullanmýþ olduðu mutlak vaz´ þekline nisbetle þer´î vaz´ýn nisbeti, özel zanâatlardaki vaz´ýn cumhura ait olan vaz´a nis-beti gibidir.[61] Meselâ "salâf hakkýnda þöyle dersin: "Onun aslý sözlükte duâ demektir. Sonra þeriatta belli bir þekil üzere icra edilen özel bir duaya tahsis edilmiþtir. O, bu özel dua hakkýnda hakîkat-tir; mecaz deðildir" Ayný þekilde umum lafýzlarý hakkýnda da, þer´î kullanýlýþ þekli hasebiyle onlarla ilgili Þâri´in maksadý açýsýndan ancak âmm lafýz olabilirler, deriz. Buna delil, az önce zikri geçen kullanýlýþ þekline ait vaz´ hakkýndaki delilin benzeridir. Þâri´in maksatlarýnýn istikraya tâbi tutulmasý bu hususu açýklar; ayrýca þer´î hakikatin isbatý konusundaki deliller de onlara eklenir:
Arabýn kullanýþ þeklindeki maksadý bilme konusunda onlar birbirine eþittir; çünkü Kur´ân, onlarýn dili üzere inmiþtir.
Þer´î kullanýþ þeklindeki maksadý bilme konusuna gelince, bunu kavrama konusunda farklýlýk mevcuttur. Zira onu anlama bakýmýndan sonradan müslüman olanlarla, ilk müslümanlar bir deðildir; onu anlamak için kendini veren, tahsili için uðraþan kimse ile, bu derecede olmayan ayný deðildir; bu konuda mübtedî (az bilgili) olanla müntehi (en son noktaya ulaþmýþ) olan bir olmaz: "Allah içinizden inanmýþ olanlarý ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir"[62] Dolayýsýyla sahabeden bir kýsmýnýn, kendilerine müþkil gelen bir husus karþýsýnda duraksamalarý ve gözetilen þer´î yönü anlayamamalarý mümkündür. Þer´î mânâlarý kavrama konusunda bilgi ve tecrübesi arttýkça, konuyla ilgili ufku açýldýkça daha Önce kendisi için müþkil olan noktalar ortadan kalkacak ve þer´î kasýd apaçýk olarak kendisine ayan olacaktýr. Sözün kullanýlýþýna ait bu özellikler anlaþýldý ise diyoruz ki, onlardan bazýlarýnýn problem kabul ederek durduðu hususlardan bir kýsmý iþte bu noktaya çýkacak türdendir. Usûlcülerin þer´î hakikat dîye ortaya koymuþ olduklarý husus da bunu destekler mahiyettedir. Çünkü konu ondan alýnmaktadýr.[63]Bu vaz´ þekli, her ne kadar Arap kelâmý içerisinde zýmnen getirilmiþse de, kendisine has maksatlarý vardýr. Buna ayný zamanda hükümle ilgili sözün sevk þekli (hükmî mesâk) da delâlet eder. Bunu da ancak Þâri´in maksatlarýný bilebilen kimseler kavrayabilir. Nitekim birincisini de ancak Araplarýn maksatlarýný bilebilenler anlayabilir. Üzerinde düþünülecek olursa sorduklarý hep bu kabildir.
Fasýl:
Ortaya konulan hususlarýn doðruluðu, ikinci itiraz sýrasýnda ileri sürülen örnekler üzerinde düþünüldüðünde ortaya çýkacaktýr:
"Ýnanýp imanlarýna zulüm karýþtýrmayanlar...[64] âyetini ele alalým: Burada kelâmýn akýþý (siyak) âyette geçen "zulüm"den maksadýn, hususiyle þirk türleri olduðuna delâlet etmektedir. Çünkü sûre baþtan sona kadar tevhid esaslarýný ortaya koymakta ve þirkin her çeþidim ve uzantýlarýný yýkmayý amaçlamaktadýr. Ayetten önce Ýbrahim´in kýssasý iþlenmiþ[65]onun yýldýzlar, ay ve güneþ hakkýnda ortaya koymuþ olduðu delillerle kavmiyle yaptýðý mücadele sergilenmiþtir. Ondan önce de þu âyet geçmiþti: "Allah´a karþý yalan Uyduran ve âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim vardýr´[66] Bundan, sözü edilen iki hasleti[67]kendisinde bulundurandan daha zâlim kimse olmadýðý ortaya çýkar ve En´âm sûresinde ele alman konunun bunlar olduðu, deliller getirmek suretiyle onlarýn iptaline, Allah´a muhalefetlerinin büyüklüðü ortaya konulmaya, zýddý bulunan hakkýn izahýna çalýþýldýðý anlaþýlmýþ olur. Bu durumda soru, sanki bu mânânýn ortaya konmasýndan önce varid olmuþ gibidir.[68] Sonra bu âyet, þer´î bir hükmü âmm bir lafýzla ortaya koyduðu için, ondan büyük küçük her türlü zulmün kastedilmesi anlaþýlabilecek bir durumda idi. Ýþte o yüzden de soru sormuþlardý ve bu, sûrenin iniþi sýrasýnda olmuþtu. Sonra bu sûre Mekkîdir ve Ýslâm´ýn ilk yýllarýnda henüz külü ahkâmýn tamamýnýn ortaya konmadýðý bir sýrada inmiþtir.[69]
Âyet üzerinde doðrudan durmayý gerektiren sebeplerden biri[70] de þu olabilir: JJaj f-^i Ij-Ji (Jj Görüldüðü gibi âyette zulüm kelimesi olumsuzluk bildiren l)ir ifadeden sonra nekre (belirsiz) olarak gelmiþtir[71] ve zulmün nevilerinin tümünü kapladýðýna (istiðrak) dair bir belirti de yoktur. Aynen þu örnektekine benzemektedir: J>j ^L 1) Bu durumda Sibeveyh´in zikrettiði mânâlar ihtimal dahilinde olur. Bu muhtemel mânâlarýn hepsi mezkûr ya da mukadder olanýn gereðini nefyetmektir. Bu muhtemel mânâlar içerisinde istiðrak mânâsý yoktur; istiðrak mânâsý olmasý için zâid bir
"Siz ve Allah´tan baþka taptýklarýnýz cehennemin odunusunuz´[74] âyetine gelince; âlimler cevap olarak bu âyet hakkýndaki Ýbn Ziba´râ´nýn[75] itirazýnýn, âyetin kullanýlýþ þekli ve yeri hakkýndaki bilgisizliðinden kaynaklandýðýný belirtmiþler ve konu ile ilgili olarak rivayet edilen Hz. Peygamber´in : "Kavminin dili hakkýnda ne kadar da cahilsin!" sözünü[76] zikretmiþlerdir. Çünkü âyette Isüf þeklinde buyurulmuþtur. Bilindiði gibi (eþya, hayvan gibi) aldý olmayan þeyler için kullanýlan bir ilgi zamiridir. Bu durumda âyet melekleri ve Mesih´i nasýl kapsar !
Bizim burada ortaya koyduðumuz esasa göre ise þöyle cevap verilir: Hitap, açýkça Kureyþ kâfirlerine yöneliktir. Onlar ise ne meleklere ne de Mesih´e tapýnmýyorlardý; onlar sadece putlara tapýyorlardý. Bu durumda "taptýklarýnýz" ifadesi, onlarýn tapmakta olduklarý putlarý hakkýnda âmmdýr. Kullanýlýþ þekline ait umumîlik içerisine onlarýn tapmakta olduklarý putlardan baþkasý girmez. Bu yüzden karþý çýkan kimsenin bu itirazý, âyetin sevk þeklini bilmemesinden ve âyetlerde kastedilmiþ bulunan maksattan gafletinden kaynaklanmýþtýr. Rivayet edilen "Kavminin dili hakkýnda ne kadar da cahilsin!" þeklindeki hadis, onun Arap diline ait maksatlarý anlama konusunda kendisi Arap olsa bile yetersiz olduðuna delildir. O kimsenin anlayýþ yoksunluðunun sebebi de (Ýslâm´ýn ruhundan) habersizliði, itiraz konusunda hýrslý ve önyargýlý olmasý, böylece kastedilen mânâyý düþünememesidir. "Yaptýklarýna karþýlýk katýmýzdan kendileri için iyi þeyler yazýlmýþ olanlar, iþte onlar cehennemden uzak tutulanlardýr´´[77] âyeti de, onun bilgisizliðini (iyice) ortaya koymak için gelmiþtir.
Benzeri bir örnek de Sahîh´te zikredilen þu olaydýr: Mervan, kapýcýsýna:
Bu da o kabildendir.[79]
Kýsaca, (geçen üç âyette) sorulan sorulara verilen cevaplar, o nasslarýn umumlarýnýn þeriatta nasýl vaki olduklarýný beyandan ibarettir. Bu cevaplar ayný zamanda, kelâmýn kullanýlýþý sýrasýndaki Arab´ýn kasdmdan[80] baþka, bir de Þâri´in kasdýnýn bulunduðunu ve mutlaka onun da öðrenilmesi gerektiðini, bu kasdm öðrenilme-siyle ancak bu tür müþkülerin giderilebileceðini ve diðer umum lafizlarda da durumun ayný olacaðýný ortaya koyar. Bu durumda sözü geçen yerlerde munfasýl bir delille hiçbir þekilde tahsisten bahsedilemez.[81] Umum lafýzlar kural olarak bidüziyelik göstermiþler ve âmmhklarýna bir halel gelmemiþtir.
Burada bir fasýl açalým. Bu ihtiyaç, ortaya konulan açýklamalar ve itiraza verilen cevap üzerine ortaya çýkabilecek problem[82] sebebiyledir. Böylece amaçlanan sonuç tam olarak ortaya çýkacaktýr.
Ýtiraz: Birileri þöyle diyebilir: Selef-i sâlih, kendileri þer1! maksatlarý bilmelerine ve Arap olmalarýna raðmen, her ne kadar âyetin siyaký aksine delâlet etse de sözün umûmunu esas almýþlardýr. Bu, onlar katýnda lafýzda muteber olanýn, lafzýn siyak aksi bir duruma delalet etse dahi müstakil haldeki delâleti itibarýyla umumu olduðuna delil olur. Onlara göre durum böyle olunca, geçen örneklerde olduðu gibi hususîliði beyan edilmiþ olanlar, munfasýl bir delil ile tahsis edilmiþ olur; iddia edilen lafzýn kullanýlýþ þekline ait umum üzere konulmuþ olmaz.
Bu hususla ilgili onlarýn sözlerinde örnekler vardýr:
1.
Hz. Ömer, halifeliði sýrasýnda kaliteli olmayan (haþin) yiyecekleri tercih eder, yamalýklý elbiseler giyerdi. Kendisine: "Bundan daha uygun yiyecekler alsan ya!" denildiði zaman: "Onlarýn (dünya hayatýnda tüketilecek) iyiliklerim kýlýnmasýndan korkuyorum. Allah Teâlâ: ´Dünyadaki hayatýnýzda sizin için güzel olan herþeyi harcadýnýz...[83] buyuruyor" derdi. Yine o, ailelerinin nafakalarý konusunda geniþlik gösteren bazýlarýný gördüðünde þöyle demiþtir: "Bu ´Dünyadaki hayatýnýzda sizin için güzel olan herþeyi harcadýnýz...´ âyeti sizi nereye götürecek !" Sözün akýþý (siyak), âyetin dünya hayatýna razý olup âhirete aldýrýþ etmeyen kâfirler hakkýnda nazil olduðunu göstermektedir. Nitekim âyet: "inkâr edenler, ateþe sunulduklarý gün, onlara ´Dünyadaki hayatýnýzda sizin için güzel olan herþeyi harcadýnýz... Ama bugün alçaltýcý bir azap göreceksiniz´ denir"[84] þeklindedir. Bu ifadeler mü´minlerin haline uygun deðildir. Buna raðmen Hz. Ömer israfýn terki konusunda âyeti mutlak olarak almýþ ve onu mü´min olsun, kâfir olsun herkese þâmil kýlmýþtýr. Onun bu görüþünün, Sahilý´te yer alan Hz. Peygamber´e karþý dayanýþma içerisine giren iki kadýn[85]hadisinde bir dayanaðý da vardýr. Þöyle ki: Hz. Ömer, Hz. Peygamber´e : "Allah´a dua et de, ümmetin hakkýnda geniþlik versin. Ýranlýlara ve Bizans´a bolluk vermiþtir; halbuki onlar O´na tapmýyorlar" Bunun üzerine Hz. Peygamber oturarak doðruldu ve: "Ey Hat-tab oðlu! Yoksa seti þüphe içerisinde misin Onlar dünya hayatýnda iken iyilikleri kendilerine peþin olarak verilen bir kavimdir" buyurdu. Bu, her ne kadar âyetin akýþý aksini ortaya koysa da Hz. Ömer´in yaklaþýmýna bir iþaret olur.[86]
Cehennem ateþinin ilk yakacaðý üç zümre[87] ile ilgili hadis[88]hakkýnda Muâviye þöyle demiþtir: "Allah da, Rasûlü de doðru söylemiþtir: ´Dünya hayatýný ve güzelliklerini isteyenlere, orada iþlediklerinin karþýlýðýný tastamam veririz; onlar orada bir eksikliðe de uðratýlmazlar, iþte âhirette onlara ateþten baþka birþey yoktur, iþledikleri þeyler orada boþa gitmiþtir. Zaten yapmakta olduklarý þey de bâtýldýr.[89]Muâviye, bu sözü ile hadisin gereðini ki o müslümanlar hakkýnda vârid olmuþtur , kâfirler hakkýnda olan çünkü âyette Ýþte âhirette onlara ateþten baþka birþey yoktur* denilmektedir (ve bu âyetin kâfirler için olduðunu gösterir) bu âyetin hükmü altýna sokmuþtur. Bu, âyette geçen &* sýla isminin[90]kâfirlerin dýþýnda müslümanlarý da kapsayacak þekilde umûm ifade etmek üzere alýndýðým gösterir.
Buhârfde, Muhammed b. Abdirrahman anlatýr: Medinelüer üzerine bir askerî birlik plânlandý; ben de ona yazýldým. Ýbn Ab-bâs´m azadlýsý Ýkrime ile karþýlaþtým ve ona durumu bildirdim. Beni böyle birþeyden þiddetle menetti ve sonra bana þöyle dedi: Ýbn Abbâs´m bana haber verdiðine göre, Hz. Peygamber [ "h^^"] döneminde müslümanlardan bazý kimseler müþriklerle beraber idiler ve onlarýn kalabalýk gözükmesine yardýmcý oluyorlardý. Ok gelir onlardan birine isabet eder ya da kýlýç darbesi isabet eder ve ölürlerdi. (Müslümanlardan bazýlarýnýn: ´Onlar bizim kardeþlerimiz di, onlar için istiðfar edelim´ dediklerinde: "Kendilerine yazýk edenlere me-T2831 lehler canlarýný aldýklarý zaman.[91]âyeti inmiþtir.[92] Bu da ayný þekilde bu kabildendir. Çünkü âyet müþriklerin kalabalýklarým artýran kimseler hakkýnda artýmdýr. Sonra Ýkrime, onu bundan da daha genel bir þekil üzere almýþtýr.[93]
Tirmizî ve Nesâî´nin Ýbn Abbâs´tan yaptýklarý bir rivayet de þöyledir: Ashab "Içinizdekini açýklasanýz da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker..[94] âyeti indiði zaman, daha önce hiçbirþey-den görülmedik bir þekilde endiþe ve korku duydular ve bunu gelip Hz. Peygamber´e [" vyesS&mtu ] söylediler. O da onlara: "Ýþittik ve itaat ettik! deyin" buyurdu. Allah onlarýn kalbine iman verdi (de buna tahammül gösterdiler). Bunun üzerine Allah Teâlâ þu âyetleri indirdi: "Peygamber ve inananlar, ona Rabbinden indirilene inandý. Hepsi ... ´inandýk, itaat ettik´ dediler. Allah kiþiye ancak gücünün yeteceði kadar yükler; kazandýðý iyilik lehine, ettiði kötülük de aleyhinedir. Rabbimiz! Eðer unutacak veya yanýlacak olursak bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediðin gibi, bize de aðýr yük yükleme´[95]Hadis, bu dualar karþýsýnda Allah Teâlâ´nm: "Öyle yaptým" diye icabette bulunduðunu bildirmiþtir.[96]
Bu rivayette de ashab, âyetten muradýn umum olduðunu anlamýþlar ve Hz. Peygamber de, onlarýn bu anlayýþýný tasdik etmiþtir. Ondan sonra "Allah kiþiye ancak gücünün yeteceði kadar yükler..." âyeti, "Allah size dinde güçlük kýlmamýþtýr"[97]âyeti ile birlikte nesh[98] ya da bir baþka þekil[99] üzere inmiþtir. Dinde güçlü gün olmadýðý ilkesi, Mekke´de konulmuþ küllî bir kaidedir. Bunda, lügavî ya da þer´î kullanýlýþ þekli bir baþka þeye delâlet etse bile, lafzî umumî delâlet þeklinin alýnmasýnýn sahih olacaðýna delâlet vardýr.[100]
Ayný durum "Peygamberden ayrýlýp, inananlarýn yolundan baþkasýna uyan kimseyi, döndüðü yöne döndürür ve onu cehennme sokarýz" âyeti[101] için de geçerlidir. Çünkü bu âyet dinden dönenler (mürted) hakkýnda nazil olmuþtur. Zira arkasýndan gelen: "Allah, kendisine ortak koþulmasýný elbette affetmez. Bundan baþkasýný dilediðine baðýþlar" âyeti bunun delilidir. Buna raðmen bütün âlimler, bu âyeti icmâhn hüccet oluþuna, ona muhalefet edeninin âsî kabul edileceðine, dinde bid´at çýkarmanýn kötü birþey olduðuna delil olarak kullanmýþlardýr.
"Bilin ki, onlar Kur´ân okunurken ondan gizlenmek için iki büklüm olurlar. Bilin ki, elbiselerine büründüklerinde bile Allah onlarýn gizlediklerini ve açýða vurduklarýný bilir"[102]âyetinin þevki aslýnda kâfirler ve münafýklar ya da baþkalarý içindir. Çünkü "ondan (yani Allah´tan veya Rasûlullah´tan gizlenmek için" ifadesi bunun delilidir. Buna raðmen Ýbn Abbâs: "Âyet, helaya gittikleri zaman utanan ve baþlarýný (avret yerine bakmayýp) yukarý diken, eþlerine yanaþýrken baþlarýný yukarý kaldýran bir takým insanlar için inmiþtir"[103] demiþ ve bu tür insanlarý da âyetin hükmü içine almýþtýr; halbuki sözün akýþý böyle bir genellemeyi gerektirmemektedir.
Bu gibi örnekler çoktur. Bütün bunlar, "Ýtibar, lafzýn umumî oluþuna olup, sebebin hususîliðine deðildir" görüþü üzerine kuruludur.
Bir baþka örnek de Allah Teâîâ´nm: "Kim Allah´ýn indirdikle-riyle hükmetmezse, iþte onlar kâfirlerin tâ kendileridir"[104] âyetidir. Bu âyet(ler)[105] yahudiler hakkýnda inmiþtir ve sözün akýþý bunu göstermektedir. Sonra âlimler, âyetin hükmünü kâfirler dýþýndakilere de teþmil etmiþler ve Allah´ýn indirdikleriyle hükmetmemenin küfrün dûnunda (berisinde) bir çeþit küfür olduðunu söylemiþlerdir.
Bu konu, itibarýn lafzýn umûmî oluþuna olmayýp, sebebin hususîliðine olduðu[106] mecrasýna girdiðine ve bu konuda da bilinen ihtilaf[107] mevcut olduðuna göre, daha sahih olanýn iki görüþten biri olacaðý sonucuna varmýþ olacaðýz; bunun Ötesinde baþka bir fayda elimize geçmeyecektir.
Cevap: Selef-i sâlih, bu ince anlayýþa, onu lafzýn umumîliði konusu üzerine deðil, bir baþka noktaya dayandýrarak varmýþlardýr. Çünkü onlar Allah´ýn kelâmýndan ancak ilimde üstün paye (rüsûh) sahiplerinin elde edebileceði bir maksadý kavramýþlardýr ki o da þudur: Allah Teâlâ, kâfirleri kötü fiilleriyle, mü´minleri de en güzel amelleri ile zikretmiþtir. Bundan amacý, kulun bu iki makam ara- sýnda devamlý korku ve ümit içerisinde olmasýný temin etmektir. Bu durumda kul, iman sahiplerinin sýfatlarýna ve onlar için vaad edilen þeylere bakacak, onlarý elde edebilmek ümidi ile çalýþacak, onlar içerisine katýlamamaktan korkacak ve günahlardan kaçacaktýr; kâfirlerin sýfatlarýna ve onlar için hazýrlanmýþ olan azaba bakacak ve onlarýn içine düþtükleri þey içerisine düþmekten korkacak,þüpheli þeylerden dahi kaçacak; imaný sebebiyle onlara katýlmayacaðýný ümit edecektir. Bu haliyle o korku ve ümit arasýnda olacaktýr. Çünkü o, her ne kadar sükût geçilmiþ de olsa her iki grupla da bir nevi müþtereklik içerisindedir. Zira iki uç zikredildiði zaman, ikisi arasýnda kalan her iki taraftan da sayýlýr.[108]Aynen ictihâd mahallerinde olduðu gibi, aralarýnda fark yoktur. Onlarýn zikredilen görüþlere ulaþmalarý iþte bu yönden olup, onlarý lafzýn umumu altýna dahil etmiþ olmalarýndan deðildir. Sözü edilen Ahkâf (46/20), Hûd (11/15) ve Nisa (4/97) âyetleri hakkýnda bu tezimiz çok açýktýr.[109] Nisa (4/115) âyetinin zahiri de öyle gözükmektedir. Diðerleri[110] ise, ya (bu cevapta) sözü edilen kaidedendir ya da, küllî bir kaideden alýnmýþ cüz´î bir açýklamadýr; yoksa maksat tahsis deðildir; aksine umum yönünün beyan edilmesidir.[111] Tafsilât konusunda daha fazla araþtýrmalýsýn. Yardým istenilecek olan ancak Allah´týr.
Fasýl:
Verilen bu bilgilerden sonra diyoruz ki; tahsis ya ayrý (munfasýl) bir delille ya da bitiþik (muttasýl) bir delille söz konusu edilmektedir.
Eðer istisna, sýfat, þart, gaye, bedel-i ba´z vb. gibi bitiþik bir delille ise, bunlarda aslýnda birþeyin çýkarýlmasý söz konusu deðildir. Aksine bu, muhatabýn kastedilen þeyin dýþýnda baþka bir mânâ anlamamasý için lafzýn umumundan Þâri´in ne kastettiðinin beyan edilmesidir. Bu Sîbeveyh´in; "Tanýmayana nisbetle ´Kýzýl Zeyd´ ifadesi, tanýyana nisbetle sadece ´Zeyd´ ifadesi ile aynýdýr.´ sözüne çýkar. Þöyle ki: "Kýzýl Zeyd" in delâleti, konuþanýn kastýna göre "Zeyd"in delâletinin aynýdýr. Nitekim sýla ismi[112] de, arkasýndan gelen sýla cümlesiyle birlikte ismi beraberce oluþturur; isim, ikisinden biri deðildir. "Terzi adaný" dediðin zaman, muhatap ondan muradýn Zeyd ile ayný olduðunu anlar; þu halde medlule delâlet eden sadece biri deðil her ikisidir (yani "terzi adam" tamlamasýdýr).[113] Bu istisnada iyice ortaya çýkar.[114] Meselâ "üç hariç on" denildiði zaman bu ifade, "yedi" sözcüðü ile eþanlamlý olur. Bu sanki terkip esnasýnda ortaya çýkan baþka bir vaz´ gibi olur. Durura böyle olunca, hükmün elde edilmesinde, ne lafýz ne de kasýt[115] itibarýyla bir tahsis yok demektir. Ayný þekilde onun mecaz olduðunu söylemek de yanlýþtýr; çünkü Arap dili mütehassýslarýna göre: "Kahramanlarý avlayan bir arslan görmedim" sözü ile, "Cesur bir adam görmedim" sözü arasýnda fark vardýr. Zira birincisi mecaz, ikincisi ise hakikattir. Bu konuda söz onlarýndýr; söz hakkýnda aklýn ortaya koyabileceði tasavvurlara[116] ait deðildir.
Munfasýl (ayrý) delil ile tahsise gelince; o da ayný þekilde umum lafýzlardan maksadýn ne olduðunun açýklanmasý esasýna çýkar. Nitekim meselenin baþýnda bu husus ortaya konulmuþtur. Gerçekte ise, usûlcülerin belirttikleri gibi bir tahsis yoktur.
Ýtiraz: Usûlcüler de böyle söylüyor ve þöyle diyorlar: Tahsis, zikredilen lafýzdan maksadýn ne olduðunun açýklanmasýdýr. Çünkü tahsis, muhatabýn anlayýþýna göre tahsis edilenin, lafzýn umumu altýna girmiþ olabileciði anlayýþýný ortadan kaldýrmaktýr ve lafzýn altýna girmesinin nýurad olunmasý deðildir; aksi takdirde tahsis, nesh olurdu. Þu halde, ayrý delil ile yapýlan tahsis ile bitiþik bir delille yapýlan tahsis arasýnda yaptýðýnýz açýklamaya göre bir fark yoktur. Bu durumda zikettiðiniz þeyle, usûlcülerin zikrettikleri þey arasýnda nasýl fark görüyorsunuz
Cevap: Aralarýndaki fark açýktýr. Þöyle ki: Burada bizim zikrettiðimiz þey, Arap diline ya da þeriata ait kullanýlýþ þeklinde umum sýðalarýnýn konuluþ biçiminin beyaný esasýna yöneliktir. Usûlcülerin zikrettikleri þey ise, sýðanýn konulusu itibarýyla umumdan hususa çýkmýþ olmasýnýn beyaný esasýna varmaktadýr. Biz, onun lafzýn vaz´ þeklinin beyaný olduðunu açýklamýþtýk. Onlar ise, lafzýn aslî vaz´ þeklinden çýkýþýnýn beyanýdýr, demektedirler. Dolayýsýyla aralarýnda fark vardýr. Burada sözünü ettiðimiz tefsir, kendisinden muradýn ne olduðunu açýklamak üzere müþterek lafzýn hemen arkasýndan getirilen beyanýn[117] benzeri (nazîri) olmaktadýr. Usûlcüle-rinki ise, hakikatin hemen arkasýndan ondan muradýn mecaz olduðunu beyan için getirilen açýklamaya benzemektedir (nazîri).[118]"Bir arslan gördüm; kahramanlarý avlýyor" sözünde olduðu gibi.
Ýtiraz: Yani usûlcülerin ortaya koymuþ olduklarý esaslar tümden bâtýl mý Eðer bâtýl ise, onlarýn üzerinde icmâ ettikleri þey hatalý olmayacak mý Halbuki ümmet, hata üzerinde icmâ etmez. Eðer, onlarýn görüþleri doðru ise, ki icmâ etmiþ olmalarý bunu gerektirir o zaman onlarýn görüþlerine ters düþen herþey hatalý olmuþ olur. Þu halde þimdiye kadar anlattýklarýnýzýn hepsi hatalý olmalýdýr.
Cevap: Önce icmâ iddiasý þartý üzere sabit deðildir. Haydi sabit kabul edelim; bundan bizim anlattýklarýmýzýn bâtýl olmasý lâzým gelmez. Çünkü onlar umum lafýzlarýný, sadece terkip öncesindeki vaz´ itibarýyla delâletleri açýsýndan ele almýþlardýr; kullanýlýþ þekline ait vaz´ halini dikkate almamýþlardýr. Hatta hükümlere istidlal konusunda, onu itibara rücu etmiþlerdir: Bu durumda her biri, görmüþ olduðu bir noktayý itibara almýþ ya da razý olduðu bir tevile gitmiþ olmaktadýr. Burada ortaya konanlar, onlarýn, kullanýlýþ þeklinde lafýzlarý itibara almýþ olmalarý noktasýndan çýkarýlmaktadýr ve bu konuda bizimle onlar arasýnda bir ihtilaf bulunmamaktadýr. Bundan ancak onlarýn maksatlarýný anlayamayanlarýn ve sözlerini gerçek anlamda deðerlendiremeyenlerin anlayýþlarý bir istisna olmaktadýr. Baþarý ancak Allah´tandýr.
Fasýl:
Ýtiraz: Buraya kadar anlatýlanlar nihayet sözde kalan bir bahistir; mânâ itibarýyla bir farklýlýk yoktur.[119]Böyle birþey üzerine herhangi bir hüküm bina edilmez.
Cevap: Buna verilecek cevap hayýr, olacaktýr. Aksine konu, üzerine bir çok hükmün bina edildiði bir bahistir. Bunlardan bazýlarý þunlardýr:
1. Amra, tahsis gördükten sonra hüccet olabilir mi Olmaz mý [120] konusunda ihtilaf etmiþlerdir. Bu din konusunda çok tehlikeli meselelerden biridir. Haddizatýnda bu gibi konularda mevcut olan görüþ ayrýlýðý, çirkin birþeydir. Zira þer´î delillerin büyük çoðunluðu ve umdeleri, umum ifadeli nasslardýr. Eðer böylesine bir konu, ihtilaflý konulardan sayýlacak olursa o zaman þer´î nasslarýn büyük çoðunluðu, üzerinde "Acaba delil olur mu Yoksa olmaz mý " diye tartýþýlan þeyler halini almýþ olur. Bunun benzeri bir durum, mutlak ifadeli nasslar hakkýnda da söz konusu olur. Ama mesele zikri geçen esasa arzedildiði zaman, böylesine tehlikeli bir problem ortadan kalkmýþ[121]ve umum ifadeli bütün nasslar, her görüþe göre de hüccet olmuþ olur.[122]
Bu konunun problem edilmesi, bir baþka çirkin iddiaya daha götürmüþtür. Bu iddiaya göre Kur´ân´ýn umum ifadeli nasslarý içerisinde, tahsisten sonra hüccet olduðu görüþü kabul edilse bile hakikaten umum kabilinden sayýlacak hiçbirþey yoktur. Böyle bir görüþ, Kur´ânî küllî esaslarýn iptalini ve onlarla istidlalde bulunmayý bütün olarak düþürür. Ancak bu konuda biraz gevþeklik gösterilir ve hüsnü zanda bulunulursa o baþka. Yoksa iþin tahkiki yapýlýr ve kesin hükme varma istenirse bu mümkün olmaz. Bu düþünce, dikkat edilecek olursa þer´î delillerin zaafa uðratýlmasý sonucunu doðurur ve onlara dayanýlmasý esasýný zayýflatýr. Bunlar, görüþlerine esas olmak üzere Ýbn Abbâs´m: "Allah, herþeyi bilicidir" âyeti hariç, Kur´ân´da tahsis görmemiþ hiçbir âmm yoktur" sözünü naklederler. Bütün bunlar, Arap diline muhalif þeylerdir, selef-i sâlihin tahkik sonucunda anladýklarý Kur´ân´ýn umum ifadeli nasslarýna kesin bir surette dayanmalarýna ters düþer. Bu hem, Arabýn kendi dilindeki kasdý, hem de Þâri´in benimsemiþ olduðu hüküm koyma þekilleri hakkýndaki kasdý açýsýndan sakattýr.
Sonra bilindiði üzere Hz. Peygamber´Ýn özelliklerinden biri de kendisine cevâmiu´l-kelim[123] özelliðinin verilmiþ olmasýdýr. Bu özelliðinin bir sonucu olarak söz, onun dilinde olabileciði-nin en son haddinde muhtasar ve maksadý ifadeye de en yakýn bir þekilde gelmiþtir. Bu kabilden olan ifadelerin baþýnda, umum ifadeli nasslar gelir. Kur´ân´da cami´ ifadeler, ancak tahsis, takyid ya da daha baþka delillere ihtiyaç gösterecek þekilde vardýr, denilecek olursa, o zaman bunlar muhtasar cami´ ifadeler olmaktan çýkar. Ýbn Abbâs´tan nakledilen sözün ise, eðer sahih bir senedle sabitse tevili mümkündür.[124]
Doðrusu þudur ki, gelen umum lafýzlarý, kullanýþ þekline ait as-liyetle umumlarý üzeredir; onlarýn umum mahallerini Þâri´in maksatlarýný kavramýþ ve Arap dilinin kullanýþ þekline hâkim olan kimseler anlarlar. Bu bahis görüldüðü gibi, sadece sözde kalan bir konu deðildir; üzerine çok kýymetli fýkhî sonuçlar ve bilgiler bina edilmektedir. Tevfîk ancak Allah´tandýr. [125]
DÖRDÜNCÜ MESELE:
Umum azimetler, her ne kadar ilk bakýþta ruhsatlar tarafýndan tahsis edilmiþ Ýntibaýný veriyorsa da, aslýnda onlar tahsis edilmiþ deðillerdir. Aksine azimetler eski umum halleri üzere bulunmaktadýrlar. Bir terim olarak, ruhsatlarýn onlarý tahsis etmiþ olduðu söylense bile, bu hakikî mânâda olmayýp mecazî mânâda bir kullanýþ þeklidir.
Bunun delili þudur: Ruhsat, ya takat yetmeyen þeye nisbetledir ya da öyle deðildir.
Eðer takat üstü birþeye nisbetle ise, o aslýnda bir ruhsat sayýlmaz. Çünkü takati yetmeyen kimse hitapla muhatap deðildir. Bu durumda onun hakkýnda þöyle denilir: Azimet hükmü getiren hitap, takat üstü yükümlülüðü kaldýran delil ile esastan kalkmýþtýr ve burada azimet daha öncesine muhalif bir baþka þekle ve keyfiyete intikal etmiþtir. Meselâ, kýyama güç yetiremeyen bir kimsenin namaz kýlmasýný ele alalým. Bu kimse artýk kýyamla muhatap deðildir ve onun farzý bundan böyle oturarak veya yan üstü ya da sýrt üstü yatarak kýlmaya dönüþmüþtür. Bundan böyle onun hakkýnda azimet hükmü iþte bu sonuncusu olmuþtur.
Eðer ikinci kýsýmdan ise, o zaman ruhsatýn mânâsý, eðer daha hafif olana intikal ederse kendisine bir günah gerekmez demektir; yoksa ondan kýyam farzý düþmüþtür[126] mânâsýna gelmez. Buna þu husus delâlet eder: Bu. adam tekellüfe girse ve namazýný ayakta kýl-sa; þimdi bu kimse hakkýnda; ya farzýný azimet üzere tam olarak eda etmiþtir denilecek, ya da öyle denilemeyecektir. Onun, namazýný tam olarak eda etmediðini söylemek sahih olamaz. Çünkü o, kýyamýn edasý konusunda saðlam ve kadir olan kimse ile hiçbir fark olmaksýzýn ayný olmuþtur. Böyle bir durumda bu ikisini ayýrmak, delilsiz keyfîlik (tahakküm) olur. Þu halde mutlaka onun kemâl üzere kýyamýný eda etmiþ olmasý gerekecektir. Bu da onun, kýyam hükmünü getiren hitabýn umumu altýna girmesi demektir.
Ýtiraz: Ruhsatla beraber azimet, kendisine nisbetle keffâret özellikleri gösteren þeylerdendir. Kiþi, bu iki hasletten hangisini eda etse, o vücup hükmü üzere iþlenmiþ olur. Durum böyle olunca, kendisinden kesinlik hükmü kalkmýþ olduðu halde onun azimetle amel etmesi, kemâl üzere amel etmek olur. Azimetin umumunun ruhsatla tahsis edilmesinin mânâsý da iþte budur. Bu izaha göre, azimetlerin umumlarý ruhsatlarla tahsis edilmiþ olmaktadýr.[127]Dolayýsýyla onlarýn umumluklarmýn devamýndan söz etmek doðru olamaz.
Sonra[128], azîmet hükmünün devamý ile ruhsatýn meþruiyetini bir arada toplamak, birbiri ile baðdaþmayacak olan iki þeyi bir arada bulundurmak demektir. Çünkü azîmet hükmünün bekasý demek, namazda kýyamýn o kiþi üzerine kesin biçimde farz olmasý demektir. Ruhsat ise, kýyamýn o kimse üzerine kesin olarak farz olmamasý anlamýna gelir. Bu ikisi, birbiri ile baðdaþmayan iki ayrý durumdur ve ayný yerde bir arada bulunmalarý mümkün deðildir. Dolayýsýyla kendisine aðýr gelen kimseye nisbetle, kýyam azîmet hükmünün umumun devam etmekte olduðunu söylemek sahih olamaz.
Bir üçüncü husus, ruhsatla azîmet arasýnda tercih hakký bu-lunmaktadr. Eðer azîmet kesin aslî vücup hali üzere kalmakta devam etseydi, o zaman bundan vacip olan ile olmayan arasýnda bir tercih türünden bir sonuç lâzým gelirdi. Kaide olarak böyle bir sonuç ise muhaldir. Muhal bir sonucu doðuracak þey de muhaldir. [294]
Cevap: Azîmet ve ruhsat keffâret özellikleri gösteren þeylerden deðildir. Zira gerçek bir tercih bulunduðuna delâlet eden sabit bir delil bulunmamaktadýr. Ruhsatýn hakikati ile gelen deliller, onu iþleyen kimsenin günahkâr olmayacaðýný göstermektedir o kadar. Bunun ötesinde mükellefin azîmet ile ruhsat arasýnda muhayyer (seçimli) olduðunu gösteren delil yoktur. Bu ikisi arasýndaki fark, Hükümler bölümünde Azîmet ve Ruhsat bahsinde geçmiþti. Bu husus sabit olunca, azimetin kemâli ve aslî hitap üzere bulunmakta devam ettiði ortaya çýkmýþ olur; muhalefetin ise baþka bir hükmü vardýr (ki o da iþleyenden günahýn kaldýrýlmýþ olmasýdýr).
Sonra, azîmet hükmünü getiren hitap, Allah haklarý yönünden olmaktadýr; ruhsat hükmünü getiren hitap ise, kul haklarý cihetin-dendir ve her iki hitap kul üzerine ayný cihetten gelmiþ deðildir; aksine iki ayrý yönden gelmiþtir. Cihetler farklý olunca, onlarý bir arada toplama (cem) mümkündür ve bir arada bulunma halinde doðacaðý sanýlan çeliþki hali ortadan kalkar.[129]Azîmet hükmünün meþakkatten[130] dolayý yerine getirilmiþ olmamasýnýn benzeri (nazî-ri), hata, unutma ve ikrah (zor kullanma)... gibi mazeretler sebebiyle asýl hükmün bulunmamasýdýr. Bu mazeretlerin bulunmasý halinde aslî hitap düþmemekte[131] ve var olmaya devam etmektedir. Buna raðmen, aslî hitabýn gereðinin bulunmayýþý günahý gerektirmemekte ve mazeret sahibini haraný olan bir durum içerisine düþürmemektedir. Ýþte bu nokta üzerine bir husus daha bina edilir ki hem bu meseleyi hem de baþkalarýný kapsar: O da þudur: Azimet olan umum hükümlerde, muhaliften makbul bir özür sebebiyle günahýn kalktýðý durumlarda, söz konusu azimet hükümleri tahsis olmaksýzýn umumu üzere bulunmaktadýr. Her ne kadar onlar hakkýnda, "özürler tahsis etmiþtir" gibi ifadeler kullanýlýrsa da, bu hakikat anlamda olmayýp mecaz anlamdadýr. Bu konu için müstakil bir mesele açalým: [132]
Ynt: Umum ve Hass By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:57:36
BEÞÝNCÝ MESELE:
Meselenin sýhhatini gösteren deliller yukarýda geçen delillerdir.[133] Mesele, her ne kadar bir yönden ihtilaflý bir konu ise de, doðrusu, onun da azimetle ruhsat arasýndaki iliþki üzerine cereyan etmesidir. Meseleyi iki konu olarak vaz* edelim:
1.
Birincisi[134], mükelleften hatanýn vukubulmasý ve bunun sonucunda haram olan birþeyi iþlemesi, sonra o þeyin nass, icmâ ya da baþka bir yolla haram olduðunun ortaya çýkmasý. Meselâ helâl zannýyla sarhoþluk verici bir içkiyi içen, kendi malý zannýyla yetim ya da bir baþkasýna ait malý yiyen, kâfir zannýyla bir müslümaný öldüren, kendi helâli zannýyla yabancý bir kadýnla yatan vb. örneklerinde olduðu gibi. Bu þeylerin haram kýlýnmasýna esas olan mefsedet-ler ya bilfiil vâkidir ya da beklenti halindedir. Çünkü sarhoþluk veren içkiyi içen, aklýný yitirir ve içki onu ALLAH´ý anmaktan ve namaz kýlmaktan ahkoyar; yetim malýný yemek, o zavallýnýn zarar görmesi ve yoksul düþmesine sebep olur. Müslümaný öldüren (haksýz) bir kan akýtmýþtýr ve onun bu fiili: "Kim onu öldürürse, sanki bütün insanlarý öldürmüþ olur"[135]âyetinin kapsamýna girer. Yabancý kadýnla iliþki kuran kimse, kendi suyundan yaratýlmýþ olan nesebin karýþtýrýlmasýna sebep olur. Bu durumda, acaba bu þeyler hakkýnda: "ALLAH Teâîâ, bunlara izin vermiþ veya onlarý emretmiþtir" demek caiz olur mu Hayýr! Bu gibi durumlar karþýsýnda denilecek olan þudur: ALLAH Teâlâ hatalý olan kimseyi mazur görür, ondan güçlüðü ve bu yüzden girmesi gereken günahý kaldýrýr, ortaya çýkan mefsedeti mümkün mertebe gidermeye yönelik telafi edici hükümler koyar[136]; meselâ mâlî konularda tazmin ettirme, öldürmede diyet ödeme ve keffâret olarak da bir köle azad etme, cinsî iliþki durumunda mehir ödeme ve doðacak çocuðun nesebini kendisine katma gibi. Þu âyetle de bu görüþe delâlet eder: "De ki: ALLAH, çirkin þeyleri emretmez[137]"ALLAH þüphesiz adaleti, iyilik yapmayý, yakýnlara bakmayý emreder; hayasýzlýðý, fenalýðý ve haddi aþmayý yasak eder"[138] Þu kadar var ki, hata mazereti, haramlýk üzerine gerekecek günah hükmünü ortadan kaldýrýr.
2.
Ýkincisi, hâkimin hükmünde hata etmesi konusudur. Hâkim ya delildeki ya da þâhitlerdeki hata yüzünden yanýlýp, malý sahibi olmayana teslim etse veya zevceyi kocasý olmayana verse veyahut suçluyu býrakýp suçsuzu cezalandýrsa ya da masum bir insaný öldürse vb. durum ne olur ALLAH Teâlâ: "O halde, aralarýnda Allah´ýn indirdiði ile hükmet.[139] "Sizden iki âdil kiþiyi þahit tutun.[140] buyurmaktadýr. Þimdi hâkim hata sonucunda ALLAH´ýn indirdiði ile hükmetmemesi halinde, onun hakkýnda "O bununla memurdur" denilebilir mi Keza yalancý iki þahit getirilmiþse, "Hâkim, onlarý kabul etmek ve þahit göstermekle memurdur" demek doðru olabilir mi[141]Böyle birþey, hükümlerde bizce ALLAH´ýn bir lütfü olarak, Mutezile´ye nazaran da vücûben gözetilen maslahatlar prensibine göre asla caiz olamaz. Þu kadar var ki, bu gibi durumlarda hâkim, hükme isabet edemediði için mazurdur. Konu ile ilgili örnekler çoktur.
Þayet yukarýda sayýlan fiileri iþleyen ya da sözü edilen hâkimlerin, hata ettiði þeyler hakkýnda memur ya da mezun (izinli) olsalardý, o zaman hatalarý ortaya çýktýðý zaman o yaptýklarýný telafi etmekle emrolunmalarý, delillerin gereðinin aksine birþey olurdu. Zira emirler ya da izinler arasýnda þöyle ya da böyle bir fark yoktur. Hepsi de ayný þekilde emir ya da izindir; zira hepsi de baþtan öyle konulmuþtur (ibtidâî). Hal böyle iken, diðerlerinde deðil de, sadece bunlarda emrin gereði yapýldýktan sonra dönülüp o þeyi telafi edici baþka þeylerin yapýlmasý izah edilemeyecek birþeydir. Bu, maslahatlarýn dikkate alýnmýþ olmasý ilkesinin gereðine ters düþer.
Þimdi bir kimse kalksa, bu görüþü kabul etse, mahza taabbudî-lik esasý üzerinden yürüse ve bunu da þöyle izah etse: Yükümlülük konusunda güçlük (haraç) kaldýrýlmýþtýr.[142] Mutlak hakikati elde etmek zordur veya güç yetmeyecek birþeyle yükümlü kýlmaktýr. Ýnsan ancak kendi görüþüne göre doðru bildiði þey ile sorumlu tutulur. Bu kiþi de hakikati Öyle sanmaktadýr. Dolayýsýyla o þey, onun için emrolunmuþ, ya da kendisine izin verilmiþ birþey olur. Daha sonra söz konusu olan telafi emri ise, yeni bir hitapla ortaya konan ikinci bir emirdir.
Bu görüþ, þeriatýn ruhunu kavrayamamýþ, tamamen sathî bir anlayýþ üzerine kuruludur. Emir ve Nehiy bahsinde buna dair izah yapýlmýþtý. Eðer bu, birçok örneðin kendisine vurulduðu bir mesele olmasaydý, ona hiç temas etmemek daha uygun olurdu. Çünkü bu, hemen hemen üzerine herhangi bir fýkhî fayda bina edilmeyen bir meseledir.[143] [144]
ALTINCI MESELE:
Umum, sadece âmm lafýzlar yönünden sabit olmaz. Aksine onun sübutu için iki yol vardýr:
a) Vârid olan (âmin) lafýzlar (sîga). Usûlcülerin sözlerinde yaygýn olan da budur.
b) Ýstikra yoluyla zihinde küllî ve âmm bir sonucun oluþmasý. Ýstikra sonucunda elde edilen bu sonuç, hüküm konusunda lafýzdan elde edilen umum yerine konulur. Bu ikinci yolun sýhhatine aþaðýdaki hususlar delâlet eder:
1.
Ýstikranýn mahiyeti bunu gerektirir. Çünkü istikra, söz konusu mânânýn cüziyyâtýný araþtýrmak, onlarý teker teker elden geçirmek ve onlar yoluyla kat´î[145] ya da zannî[146] âmm bir hükme ulaþmak demektir. Bu, hem aklî hem de þer´î ilimlere mensup otoriteler tarafýndan kabul edilmiþ bir yoldur. Ýstikra tam olarak gerçekleþtiði zaman, takdir edilebilen her cüz hakkýnda[147] artýk onun hükmü ile mutlak olarak hükümde bulunulur. Burada kastedilen umumdan maksat iþte budur.
2.
Manevî tevatürün anlamý da zaten budur. Meselâ, Hâtem´in cömertliðini ele alalým: Bu kayýtsýz mutlak ve tahsis edilmek sizin âným olarak sabit olmuþtur. Bu sonuç, onun hakkýnda muhtelif þekillerde ve farklý zamanlarda cereyan eden, fakat hepsi de onun cömertliðine delâlet eden sayýsýz pek çok özel olayýn nakli sonucunda ortaya çýkmýþtýr. Bütün bu nakiller sonucunda muhatapta küllî bir mânâ ki onun cömertliði oluyor oluþmakta ve bunun sonucunda o, sözkomýsu küllî mânâyý Hâtený üzerine yüklemektedir. Vakalarýn özel mahiyetli olmasý, böyle bir sonucu doðurmaya mani deðildir. Ayný þekilde meselâ "dinde zorluk yoktur" esasý konusunda âmm bir lafzýn bulunmadýðýný farzetsek; buna raðmen biz bu sonucu özel mahiyette olan, yönleri farklý bulunan, fakat hep güçlüðün kaldýrýlmýþ olmasý esasýna dayanan pek çok olaydan çýkarabiliriz: Meselâ; teyemmüm, su bulunmadýðý zaman ortaya çýkacak meþakkatten dolayý meþru kýlýnmýþtýr. Oturarak namaz kýlmak, ayakta durarak namaz kýlma durumunda ortaya çýkacak meþakkat yüzünden kolaylýk olsun diye kabul edilmiþtir. Yolculuk sýrasýnda namazlarýn kýsaltýlmasý ve oruç tutulmamasý; yolculuk, hastalýk ve yaðmur gibi hallerde namazýn cem edilmesi, cana ya da organ itlafine sebebiyet verecek ikrah (zor kullanma) durumunda küfür kelimesinin söylenmesine müsade edilmesi; en büyük meþakkat demek olan çaresiz kalma durumunda öleceðinden korkuyorsa murdar hayvan eti vb. gibi haram þeylerin mubah kýlýnmasý[148] kýblenin tayin edilememesi halinde herhangi bir yöne doðru namazýn kýlýnmasý; çýkar-nýa meþakkati ve doðacak zararýn kaldýrýlmasý için mest ve sargý üzerine meshedilmesi; toz ve duman gibi kaçýnmasý mümkün olmayan þeylerin orucu bozmamasý... ve buna benzer daha pek çok cüziyyât hep meþakkatin giderilmesi için konulmuþtur. Ýþte bunlarýn tümünden, Þâri´in güçlük ve meþakkatin kaldýrýlmýþ olmasýna yönelik bir kasdýnýn bulunduðu sonucu çýkar. Bundan sonra da biz, artýk her konuda mutlak olarak güçlüðün kaldýrýlmýþ olduðuna hükmederiz. Bunu yaparken istikra ile amel[149] etmiþ oluyoruz ve onu sanki âmm bir lafýzmýþ gibi kabul ediyoruz. Manevî tevatürün itibara alýnmasý sabit olduðuna göre, onun zýmnýnda[150] konumuz da sabit olur.
3.
Sedd-i zerâi* kaidesi. Selef, bu kaide ile bu mânâ yüzünden amel etmiþlerdir. Meselâ, kudretleri olduðu halde kurban kesmeyi terketmiþlerdir.[151] Hz. Osman, hacc esnasýnda insanlara namaz kýldýrýrken kýsaltmadan tam olarak kýldýrmýþ[152], beraberinde olan as-hab da onun sedd-i zerâi´ kabilinden olan mazeretini makbul görmüþ ve yaptýðýný tasvip etmiþlerdir. Buna benzer daha baþka örnekler de böyledir. Halbuki, sedd-i zerâi´ konusunda varid olan nasslar küllî olmayýp husûsî olaylarla ilgilidir. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber´e: (Bizi gözet anlamýna ´çobanýmýz´ anlamýnda da kullanilabilecek) ´Râýnâ´ demeyin..."[153] "ALLAH´tan baþka yal-vardýklarýna sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aþýrý gidip ALLAH´a sövmesinler"[154] Hadiste de þöyle buyurulur: "En büyük günahlardan biri de kiþinin kendi anne ve babasýna sövmesidir"[155] Nasslar-la belirtilen bu konular husûsî durumlar olup, selefin hükümde bulunduklarý konularla ancak sedd-i zerâi´ mânâsýnda birleþirler. O, zikredilenler hakkýnda problemsiz delil olmaktadýr.
Ýtiraz: Cüz´î olaylardan küllî mânâlar çýkarmak çeþitli açýlardan açýk deðildir:
1.
Böyle birþey ancak aklî konularda (akliyyât) geçerli olabilir; þer´î mesâilde geçerli olamaz. Çünkü aklî mânâlar, terkip kabul etmeyecek basitlikte[156], farklýlýk göstermeyecek benzerlikte olurlar. Akýl, bu gibi konularda, ister görünürde olsun ister olmasýn birþeye onun benzerinin hükmünü verir; çünkü onun aksini farzetmek akla göre muhaldir. Vaz´î meseleler ise böyle deðildir. Çünkü bunlar aklî [30li meseleler gibi konulmamýþtýr. Aksi takdirde o da bizzat onlar gibi olurdu ve vaz´î olmazdý. Bu ise, böylesi bir ayýrýmý ortadan kaldýr. Vaz´î hükümler, aklî meselelerin konulusu gibi konulmadýðýna göre, ihtiyar (tercih) esasýna uygun olarak konulmuþ olduðu taayyün edecektir; ihtiyara göre ise birþey ile benzeri arasýný ayýrmak, birþey ile zýddýný ve çeliþenini bir arada cem etmek sahihtir. Bu durumda cüz´î þer´î meselelerin istikrasý sonucunda onlardan küllî ve âmm bir sonucun çýkarýlmasý sahih olmaz.
2.
Hususîlik, bir ya da daha fazla konuda âmm olan mânâda bulunmayan bir ayrýcalýðýn olmasýný gerektirir. Bu, aklî konularda açýktýr. Çünkü müþterekliði saðlayan noktalar, ayrýcalýðý gerektiren konular deðildir. Bu durumda o husûsîde þer´î hükmün taallukunun, mücered âmm olan mânâya olmasý; hükmün taallukunun sadece hâssa ya da her ikisine birden olmamasý taayyün etmiþ deðildir. Taayyün etmeyince de, o cüz´îlerden küllî mânânýn ortaya konulmasý sahih olmaz. Bunun sahih olabilmesi, hükmün sadece müþterek olan âmm mânâ sebebiyle o husûsîye taalluk etmiþ olduðunun bilinmesi durumunda olur. Bu ise ancak delil ile mümkündür. Delilin bulunmasý halinde ise, âmm hükmün elde edilmesi için o cüz´îlere sarýlmanýn bir mânâsý kalmaz. Zira o delilin umum sîga-sý, bizi böylesi uzun ve yorucu bir iþten müstaðni kýlacaktýr.
3.
Þeriatta tahsis olayý pek çoktur. Bir mahal belli bir hükümle tahsis edilirken, benzeri bir yer daha farklý bir hükme konu olabilmekte; öbür taraftan ayný hükümde farklý olan þeyler cem edilebilmektedir.[157]
Bunun pek çok örnekleri vardýr.[158] Meselâ: Toprak, aslýnda su gibi temizleyici olmadýðý[159]aksine kirletici olduðu halde, onun gibi tamizleyici kýlýnmýþtýr. Gusül, meninin gelmesinden dolayý vacip kýlýnmýþ, mezi ve idrar sebebiyle gerekli görülmemiþtir. Oruç ve namaz hayýz halinde bulunan bir kadýndan düþürülmüþ, daha sonra orucun kaza edilmesi istenirken, namazýn kazasý istenmemiþtir. Hür bir kadýn kocasýný muhsan[160] kýlarken, cariye efendisini muh-san kýlmamaktadýr; halbuki kurulan iliþki arasýnda fark yoktur. Hür kadýnýn ziynet mahallerine bakmak haram kýlýnýrken, cariye-ninkine bakmak haram kýlýnmamýþtýr.[161] Hýrsýzýn eli kesilirken; (emaneti) inkâr edenin, gâsýbýn ve yankesicinin (muhtelis) eli kesilmemektedir. Sadece zina iftirasýnda had vurulurken, diðer çeþit iftiralardan dolayý had vurulmamaktadýr. Her türlü hadde iki þahidin tanýklýðý yeterli kabul edilirken, zina haddinde bu yeterli görülmemiþtir. Ýftira haddi, isnadýn köleye deðil de hür kimseye yapýlmasý halinde uygulanmaktadýr. Vefat iddeti ile talâk iddeti arasýnda fark vardýr; halbuki rahmin her ikisine nisbetle bir ayrýcalýðý yoktur. Hür kadýnýn istibrâsý[162]üç hayýz ile olurken, cariyenin istibrâsý tek bir hayýzla gerçekleþmektedir. Ýftira cezasý ile içki cezasý; zina cezasý ile amden öldürme durumunda kýsastan vazgeçilmesi (af) halinde katile verilecek ceza[163] irtidat cezasý ile katile verilecek ceza ayný kýlýnmýþ; keffâret konusunda zýhâr, katil ve kasten Ramazan orucunu bozma keffâretleri ayný kabul edilmiþ; keza ihramlýnýn av hayvanýný öldürmesi durumunda kasýtlý olup olmamasý arasý ayrýlmamýþtýr.
Sonra teklif karþýsýnda kadýn ve erkek genel anlamda eþit, her birinin kendi yaratýlýþ özellikleri ile ilgili alanlarda ise birbirinden farklýdýrlar. Kadýna nisbetle hayýz, lohusalýk, iddet hükümleri vb. gibi. Bu gibi konularda ayrýcalýðýn olduðu konusunda herhangi bir problem yoktur. Buna raðmen erkekle ilgili birçok özel hüküm gelmiþtir; cuma namazý, cihad, kadýnlarýn içerisinde olsa dahi imamet gibi.[164] Hatta büyük ve küçükten çýkan pislik arasýnda da ayýrým yapýlmýþ, küçük kýz çocuðun sidiði ile erkek çocuðun sidiði hüküm bakýmýndan farklý mütalaa edilmiþtir.[165] Halbuki bu gibi müþterek hususlarda bu ayýrýmý gerektiren (yaratýlýþ Özelliði gibi) bir gerekçe yoktur. Ayný þekilde köle de, diðer erkeklerle müþterek olduðu hususlarda kendisine has farklý hükümlerle muhataptýr.[166] Bütün bunlar ortada iken, Özel vakalardan hareketle genellemelere gitmek ve bunlardan âmm sonuçlar çýkarmak sahih olmaz.
Cevap: Birinci itiraza þu þekilde cevap verebiliriz: Cüz! vakalardan küllî sonuçlarýn çýkarýlmasý, akliyyâtta olduðu gibi þer´î mesâüde de mümkündür. Bunun delili de, selefin pek çok meselede bu yolla kesin hükümde bulunmuþ olmasýdýr. Nitekim daha önce iþarette bulunulmuþtu. Böyle birþey vaki olduðuna göre bu, þer´î ihtiyarî vaz´ þeklinin, genel sonuçlar çýkarýlmasý açýsýndan zorunlu olan aklî vaz´ þekline mümasil olduðunu açýkça gösterir.[167] Çünkü selef, onun Þâri´in maksadý cümlesinden olduðunu anlamadan onunla amel etmez.
Ýkinci itiraza gelince, onlar özel olaylardan âmm sonuçlar çýkarýrken, bunu onlarýn kendi özelliklerinin ve ayrýcalýklarýnýn muteber olmadýðýný gördükten sonra yapmýþlardýr.[168] Onlardan sonra gelenler için de durum aynýdýr. Eðer özel olaylarla ilgili husûsî ayrýcalýklar, mutlak surette dikkate alýnmak zorunda olsaydý, o zaman kýyâs diye birþey kalmaz ve tamamen delil olmaktan çýkardý. Bu ise bâtýldýr; böyle bir sonuca götürecek þey de bâtýl olur.
Üçüncü itiraz ise, bizzat kýyâsýn delil olup olmadýðý meselesine yöneltilen itirazýn aynýdýr. Usûlcülerin o konuda verdikleri cevap, aynen burada da geçerlidir.
Fasýl:
Bu meselenin üzerine aslî ve fer*! olmak üzere terettüp edecek faydalar vardýr: Þöyle ki: Bu meseleyi iyice kavrayan bir müctehid, husûsî delillerin istikrasý sonucunda âmm bir sonuca ulaþýr ve bu sonucun bidüziyeliðini görürse, ondan sonra ortaya çýkan herhangi bir olay hakkýnda istikra sonucunda elde ettiði âmm hükmü ona da tatbik eder ve o olay için husûsî bir delil bulma ihtiyacý duymaz; onu kýyas ya da baþka birþeye gerek kalmaksýzýn istikra sonucunda elde ettiði umum mânânýn altýna sokar. Zira istikra sonucunda elde edilen mânâ, âmm bir lafýzla ortaya konulan umum mânâ gibidir. Böyle bir durumda, o olay için husûsî bir delile niye ihtiyacý olsun
Bunu anlayanlar içen Karâfî´nin, Mâliki mezhebine karþý ileri sürdüðü problemi anlamak kolaylaþýr. Mâlikîler, Þafiî´lere karþý sedd-i zerâi´ konusunda "Onlarýn tapmakta olduklarý þeylere sövmeyin..[169] "Ýçinizden cumartesi günü azgýnlýk edenleri elbette biliyoruz..[170] âyetleriyle; "ALLAH, yahudileri kahretsin! Onlara içyaðý haram kýlýnmýþtý. Onlar bunu yordular (ve satýp parasýný yediler)[171] Davalýnýn (hasým) ve sanýðýn þahitliði caiz deðildir"[172] hadislerini delil olarak kullanmaktadýrlar. Karâfî diyor ki: "Delil olarak kullandýklarý bu ve benzeri þeyler aslýnda onlarýn davalarým isbat etmez. Çünkü bunlar, þeriatýn genel anlamda sedd-i zerâi´e itibar ettiðini gösterir. Bu ise zaten üzerinde icmâ edilen bir konudur. Asýl tartýþma konusu özel zerîalar (yani yasak olana götüren yollar, vasýtalar) hakkýndadýr. Bunlar da büyû´u´1-âcâl (veya ´ýyne) adý verilen örtülü riba satýþlarý ve benzeri þeylerdir. Bu gibi meseleler hakkýnda, tartýþma konusuna ait husûsî deliller zikretmek gerekir; aksi takdirde bunlar boþuna çabalardýr" Devamla þöyle der: "Eðer onlarýn maksatlarý, bu gibi tartýþma konusu meseleleri, üzerinde icmâ bulunan meselelere kýyâs etmekse, o zaman delillerinin sadece kýyâs olmasý gerekir ve bu takdirde, yaptýklarý kýyasýn illetini (cami´ yönünü) belirtmeleri gerekir ki, böylece karþý taraf kýyâs maa´l-fârýk olup olmadýðým görsün ve ona göre tenkitte bulunabilsin. Bu durumda delilleri, tek bir kýyas olacaðý halde, onlar öyle düþünmemektedirler ve ulaþtýklarý hükmü nasslardan aldýklarýna inanmaktadýrlar. Halbuki durum öyle deðildir. Onlarýn büyû´u´l-âcâl (veya ´ýyne satýþlarý) ile ilgili hâss ve sadece ona ait Zeyd b.Erkam´ýn ümmüveledi[173] ile ilgili hadis[174] gibi deliller getirmeleri ve onunla da yetinmeleri uygun düþerdi"
Onun problem olarak ileri sürdüðü þey iþte bu.
Bu itiraz, meselemize uyarlandýðý zaman yerinde olmadýðý görülür. Çünkü kötülüklere yol açan kapýlarýn (zerâi´) pek çok Özel olaylarda kapatýldýðý sabittir. Bunlar, þeriatta sedd-i zerâi´ mânâsýnýn mutlak ve âmm olduðunu gerektirecek çokluktadýr. Ne Ýmam Þafiî´nin ve ne de Ýmam Ebû Hanîfe´nin karþý çýkmasý meselenin esasýný zedeleyecek boyutta deðildir.
Hem biz Ýmam Þafiî´nin de, sedd-i zerâi´ konusunda bir genelliðe ulaþacak þekilde istikrada bulunduðu kanaatindeyiz. Zira vacip olmadýðýný bildirmek için kurban kesmeyi terketmesi onun bu esasý benimsediðinin bir delilidir. Çünkü bu konuda ne Kur´ân´da ne de sünnette açýk bir delil yoktur. Birkaç sahabînin bu doðrultuda amel ettikleri bilinmektedir, o kadar. Sahabî kavlî (ya da amelî) ise Ýmam Þâfi´ye göre delil deðildir.[175] Bu durumda o, ´ýyne satýþlarý konusunda baþka bir delil görmüþ olmalý ve onu daha üstün görerek onunla amel etmiþ ve sedd-i zerâi´ ilkesini iþte bu yüzden terketmiþ olmalýdýr. Zerîa prensibini kendince daha aðýr basan bir muarýzdan dolayý terketmiþ olunca, muhalif sayýlmaz.
Ýmam Ebû Hanife´ye gelince, eðer ona göre bir prensip olarak hiyel yollarýnýn kullanýlmasý caiz ise, o zaman ´ýyne satýþlarý konusunda vereceði hüküm, kabul ettiði bu prensibin bir sonucu olarak cevaz olacaktýr. Bundan sedd-i zerâi´ ilkesini terketmiþ olmasý anlamý çýkmaz. Bu açýktýr. Þu kadar var ki, ondan her ne kadar bazý tafsilatta muhalefet etse de ´ýyne satýþlarý konusunda þedden li´z-zerîa Ýmam Mâlik´e muvafakat ettiði de nakledilmektedir. Durum böyle olunca da, meseleyle ilgili herhangi bir problem kalmamaktadýr. [176]
YEDÝNCÝ MESELE:
Umumlar hep bir mânâyý iþler ve þeriatýn her alanýnda[177] yaygýn olarak kullanýlýr veya ihtiyaca göre tahsis edilmeksizin çeþitli yerlerde tekrarlanýr ise, onlar munfasýl (ayrý) delil ile tahsisin caiz olduðunu kabul etsek bile her halükârda umumlarý üzere cari olurlar.
Bunun delili istikradýr. Meselâ þeriat, çeþitli münasebetlerle farklý yerlerde güçlüðün kaldýrýlmýþ olduðunu ortaya koymuþ ve bundan hiçbir yer ya da durumu istisna etmemiþtir. Bunun üzerine Ýslâm ulemâsý, onu bidüziyelik gösteren genel (âmm) bir kaide olarak kabul etmiþler ve istisnasýz ve tahsis delili olup olmadýðýný araþtýrmaksýzm, onunla hükme icbardan çekinmeksizin, gereði konusunda duraksamaksýzýn meseleleri ona vurmuþlardýr. Bu, tekrar . ve tekit sebebiyle tam bir genellemenin kastedildiðini anlamalarý sonucunda olmuþtur. Keza "Kimse, kimsenin yükünü (günahýný) çekmez"[178] ilkesi genel bir kural olarak sabit olmuþtur. Alimler, bu mânâyý umumu üzere cari kýlmýþlar ve buna muhalif düþen diðer delilleri[179] tevil ya da baþka yollarla reddetmiþlerdir. Tekrar sonucunda "Zarar vermenin ve zarara zararla mukabele etmenin bulunmadýðý"[180] ortaya çýkmýþ ve âlimler bu kaidenin tahsisine yanaþmamýþlar ve onu umumu üzere hamletmiþlerdir. "Kim güzel ya da kötü bir çýðýr açarsa, kendisine uyanlarýn yaptýklarýndan bir pay da kendisine ayrýlýr; eðer iyi ise iyilik; kötü ise kötülük"; "Kim mü´min olarak ölürse cennete girer; kim de kâfir olarak ölürse cehenneme girer" Bunlar da açýklandýðý gibidir.
Kýsaca belirtmek gerekirse, çeþitli münasebetlerle ortaya konan, farklý yerlerde tekrarlanmak suretiyle durumu tekit ve teyid edilen ve sözün kullanýlýþ þekillerinden maksadýn bu olduðu anlaþýlan her esas, umumu üzere câridir. Bu tür esaslar (kaideler) içerisinde en çok tekrarlananlar, Mekke döneminde konulmuþ olanlardýr; adaleti, iyilik yapmayý, yakýnlara haklarýný vermeyi emretmek, çirkin ve kötü þeyleri, zulüm ve taþkýnlýðý yasaklamak... gibi.
Ama umum tekrar ve tekit edilmemiþ, fýkhýn çeþitli bölümlerinde kullanýlmamýþ ise, o zaman ona doðrudan sarýlma konusunda durmak gerekir ve mutlaka o umuma ters düþen bir muarýzýn, ya da onu tahsis eden bir muhassýsýn bulunup bulunmadýðýný araþtýrmak gerekir. Bu iki kýsým arasýnda ayýrým þundan doðmaktadýr: Tekrarlanýp tekit edilen ve fýkhýn çeþitli alanlarýnda kullanýlan genel kaideler, karinelerle kuþatýlmýþ olmasý sebebiyle zahiren herhangi bir ihitimal bulunmayan kafî nass mesabesinde olmaktadýr. Böyle olmayanlar ise farklýdýr; çünkü onlar çeþitli ihtimallere açýktýr. Bu yüzden onlarýn gerekleri ile kesin hüküm vermeden önce durmak, onu baþka essaslara vurmak ve karþý bir delil olup olmadýðýný araþtýrmak gerekir.
Fasýl:
Bunun üzerine, umum ile amel edileceði görüþü terettüp eder. Peki bu, muhassýs olmaksýzýn (ya da araþtýnlmaksýzýn) sahih olur mu Yoksa olmaz mý Eðer konu, yukarýdaki taksime vurulacak olursa, birinci kýsmýn araþtýrmaya ihtiyaç göstermediði, zira onlarýn tahsisinin sahih olmayacaðý, onlarýn tahsisinin ancak kaidelerin birbirlerini tahsis etmesi[181] açýsýndan olabileceði görülür.
Ýtiraz: Tahsis eden bir muhassýsýn olup olmadýðýný araþtýrmadan doðrudan umum ile amel etmekten men olunacaðýna dair icmâýn bulunduðu söylenmektedir. Keza muarýzýnýn olup olmadýðýnýn araþtýrýlmasý hakkýnda da ayný þey söz konusudur. Bu durumda nasýl olur da onlarýn iki kýsým olduðunu ifade eden bu ayýrýmdan söz edilebilir !
Cevap: Ýcmâ, eðer denildiði gibi varsa[182] geçen kýsmýn dýþýndakiler hakkýnda olur. Delillerin arasýný bulabilmek için bu gereklidir. Sonra, araþtýrmalar göstermiþtir ki, umumlardan sözü edilen özellikte olanlar, tahsis edilmiþ olmamakta ve hep umumlarý üzere câri olmaktadýr. Bundan þu lazým gelir: Öncekinin durumunun araþtýrýlmasýndan sonra, istikra yoluyla sabit olan esasa müsteniden sonrakine ait olan þey de araþtýrma yapmaksýzýn ortaya çýkmýþ olacaktýr.[183]
Allahu a´lem! [184]
[1] Yani herhangi bir kaydý bulunmaksýzýn.
[2] Meselâ Hz. Peygamber´in (s.a.) sarýðý üzerine meshetmesi gibi. Bu istisnaî uygulama, abdestte bizzat baþýn meshedilmesinin vücubu kaidesinin genelliðini etkilemez. Bu durumda Hz. Peygamber´in (s.a.) sarýða mes-hetttiði rivayeti, sýhhat yönünden ne kadar güçlü olursa olsun, baþta bulunan bir yara ya da hastalýk gibi bir özre müsteniden genel hükümden istisnaî olarak icra edilmiþ bir uygulama olur.
[3] Meselâ Hz. Osman ve Hz. Ömer´den nakledildiðine göre bunlarýn, bazý hallerde ittifakla meþru olan bazý þeyleri terkettikleri olurdu. Meselâ kurban kesmek gibi. Ýnsanlarýn onu farz sanabilecekleri korkusundan kurban kesmedikleri olurdu.
[4] Yani istisnadan sonra kalan kýsýmda umumîlik baki kalabilir.
[5] Yolculukta oruç tutmama ve namazý kýsaltma ruhsatýnýn illeti (aslýnda hikmeti olmalý) meþakkattir. Konfor içerisinde yolculuðunu sürdüren hükümdar için ise meþakkat tahakkuk etmemiþtir. Nisab konusunda da esas alýnan hikmet belirlenen miktarýn asgarî düzeyde ihtiyaç için yeterli olmasýdýr. Buna raðmen elinde nisap miktarý mal bulunan kimseye, bu yeterli olmayabilir; elinde nisap miktarý mal bulunmayan kimse için ise, elindeki miktar yeterli olabilir. Yani husûsî olarak küllî kaidenin hikmeti bu meselelerde bulunmadýðý halde, hükmü bulunmaktadýr.
[6] Çünkü, ayný anda iki zýt þeyle yükümlülüðü gerektirir. Bu ise caiz deðildir.
[7] Çünkü her iki delilin de ihmali ya da her ikisi hakkýnda da tevakkuf (duraksama) bu iki delilin tearuzu ve birini diðerine tercih ettirecek bir hususun bulunmamasý halinin sonucu olmaktadýr. Durum ise bunun aksinedir; çünkü tearuzdan bahsedebilmek için her iki delilin de birbirlerine eþit kuvvette olmasý gerekir. Burada ise birinin katî diðerinin de zannî olmasý hasebiyle öyle bir durum yoktur.
[8] Ýkincisi yok, muhtemelen asýl metinden düþmüþ olmalý.
[9] Yani umum muteberdir ve cüz´î umuma halel getirmeyecek bir þekilde dilin ve dinî esaslarýn kabul edeceði biçimde yorulur. Bu cüz´înin, Kur´ân âyeti ya da manevî de olsa mütevatir sünnet olmasý hasebiyle gözardý edilemez olmasý halindedir.
[10] Yani cüz´înin delili küllî karþýsýnda dikkate alýnmamasý ve gözardý edilmesi gereken bir delilse o zaman býrakýlýr ve umuma itibar edilir. Bu meselâ delilin sünnet olmasý fakat herhangi bir illetle muallel olmasý yüzünden olabilir. Her iki halde de dikkate alman umum olur ve tahsisten söz edilemez. Ancak birinci halde cüz´înin delili sened itibarýyla kuvvetli olduðu için býrakýlamaz ve tevil yoluna gidilir. Ýkinci durumda ise senedi zayýf olduðu için býrakýlýr ve zaruret olmadýkça tevile ihtiyaç duyulmaz.
[11] Kadâyâ a´yâna Örnek olmak üzere abdest esnasýnda sarýk üzerine mes-hedilmesini Örnek olarak vermiþtik. Tenzih meselesinde ne kadâyâ a´yân ne de hikâye-i hâl var; aksine burada söz konusu olan þer´î cüz´î delillerdir ve bunlar zahiren genel esasla tearuz teþkil edebilecek þekildedir. Meselâ: "Rabbinýiz dünya semâsýna iner..." (Buharý, Teheccüd, 14; Müslim, Müsâfirîn, 168-170) hadisi ile "ALLAH´ýn eli, onlarýn elleri üzerindedir" (48/10) âyeti gibi. Asýl konu ise, kelâm konularýyla deðil usûl-ii fýkýh ya da bizzat fýkýh (furû-u fýkýh) konularý ile ilgili idi; konfor içerisinde yolculuk yapan hükümdarýn yolculuk ruhsatlarýndan istifadesi ve nisaba sahip olan kimsenin ihtiyaç içinde olup, nisaba mâlik olmayan kimsenin ihtiyaç içerisinde olmamasý gibi.
Kýsaca konuda müþkilat var gözükmektedir. Çünkü biz meselenin baþlangýcýndan verilen cevabýn baþýna kadar serdedilen izahlar ve konunun usûl-ü fýkýh konusu olduðu esasý üzerinde yürüdüðümüz zaman, delillerin özeilikie de dördüncüsünün furû-ü fýkýhla ilgili olmadýðý görülecektir. Sonra verilen cevap da zayýftýr. Çünkü cüz´înin gerçekte muarýz olmadýðýný neyle bileceðiz Eðer muâraza varsa ya tevil ya da ihmal yoluna gidilecekti. Bu halde tahsis delilinin (muhassýs) zahirinin murad olmadýðýný nasýl bileceðiz ki tevile gidelim ya da ihtimal üzerinde duralým Sonra tenzih ve peygamberlerin masumiyeti örneklerinin burada iþi ne Bu itiraza, aslýnda bu, gerçekte tahsis sözkonusu olmadýðý halde tahsis zannedilen bir konu ile, tahsis delilinin zahirinin kastedildiði konunun arasýndaki farkýn anlaþýlmasýný kolaylaþtýrmak için yapýlmýþ mücerred bir benzetmedir; gerçek bir örnek deðildir, denilemez. Çünkü aralarýnda çok bü-´: yük fark vardýr. Zira tenzih ve peygamberlerin masumiyeti konularý hem aklî hem de nakli delillerle kesinliði ortaya konulmuþ bulunan esaslardýr. Dolayýsýyla bu esaslara muhalif olarak gelen her delilin tahsis delili oima-dýðý bilinir ve o, ya tevil edilmek ya da güçlü deðilse býrakýlmak durumundadýr. Furû-ü fýkýhtaki genel esaslar ise böyle deðildir; çünkü bunlarýn tamamý haber-i vâhidle de olsa tahsisi kabul edecek durumdadýr. Bu durumda zahiri murad olanla olmayanýn ayýrýmý ve murad olanýn tahsis delili kabul edilmesi, olmayanýn da tevile gidilmesi ya da býrakýlmasý nasýl mümkün olacaktýr Eðer biz bu mesele akaitle ilgilidir dersek, o zaman mevzu dýþýna çýkýlmýþ olacak ve daha öncesinden geçen izahlarla uygunluk arzetmeyecektir. Kaldý ki cevabýn iki yönden olduðunu söyleyip bir yönün zikredilmiþ olmasý, ikinci yönün asýldan düþmüþ olacaðýný göstermektedir. Belki de müþkilat büyük ölçüde bu düþen kýsýmdan kaynaklanmaktadýr. Birinci meseleden maksadýn, usûlcülerin muradlanndan daha genel bir muhteva içermekte olduðu da söylenebilir.
[12] Yani ALLAH Teâlâ´nýn her türlü noksanlýklardan münezzeh olduðu ilkesi
[13] Buhâri, Enbiyâ, 8 ; Müslim, Fedâil, 154.
[14] Buna kaþýntýdan dolayý Hz. Peygamber´in (s.a.) ipek elbise giyilmesine izin vermesini örnek göstermiþlerdir. Bu tür özel mahiyetli uygulamalarla {kadâyâ a´yân) tahsisde bulunmanýn sýhhati konusunda Hanbelîle-re ait iki görüþ bulunmaktadýr. Ancak araþtýrýlýrsa görülecektir ki, bu gibi yerlerde söz konusu olan tahsis, izne gerekçe olan sarih illet sebebiyledir. Eðer illet tasrih edilmiþ deðilse, o zaman tahsis yoktur.
[15] Bu fasýlda zikredilen faydalar, tahsis ve istisna kabul etmeyecek derecede kesin olan küllî esaslar üzerine bina edilmiþtir. Bilindiði gibi, böylesi esaslar usûl-ü fýkýhta deðil, akaitle ilgili konularda (Kelâm) bulunur.
[16] Çünkü geçtiði üzere küllî çeþitli ihtimaller bulundurmaz; o her zaman için tek mânâ üzerinde olur ve tevil kabul etmez. Bu durumda cüz´înîn zahiri dikkate alýndýðý zaman tearuz kaçýnýlmaz olur.
[17] Kasas 28/15-16.
[18] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/243-248
[19] Çünkü bu cüz´îyyâtla olmaz. Zira onlar sonsuzdur ve belli bir sayý altýna girmezler. Bu durumda mutlaka teþrîde genel kaideler buluncaktýr
[20] Ýlletin bulunmasýndan hükmün de bulunmasýna tard, illetin bulunmamasýndan hükmün de bulunmamasýna aks denilir. (Ç)
[21] Meselâ, iki þahit gibi, hakkýn ispatýna yarayan delillerdir. (Ç)
[22] Yani bazen beyyine hatalý olabilir, bazen þahitler yalan söyleyebilir... Buna raðmen, þehadet üzerine büküm vermek vaciptir. Bunun sonucunda bazen hüküm hatalý olabilir. Ama oisun, bu hata nisbeti genelde az olacaðý için dikkate alýnmaz. Zira insanlar arasýnda cereyan etmekte olan âdet-i iîâhî gereðince adaletin icrasý için tutulacak baþka yol yoktur.
[23] Haber-i vahidi rivayet eden râviler, sayýca yalan üzerinde anlaþamaya-cak dereceye ulaþmadýklarý için, yalan söyleyebilirler ya da hata edebilirler. Ancak onlarýn sýhhat þartý için râvilerde aranýlan gerek adalet ve gerekse zabta yönelik sýfatlarýn bulunmasý, onlarýn genelde yalan söylemeyeceklerini ve hata etmeyeceklerini gösterir. Hükme mesned olmasý için bu kadarý da yeterlidir. Zira hükümler galip hale göre verilmektedir. (Ç)
[24] Zayýfýndan kuvvetlisine doðru kýyaslarýn tümü zannîdir. Bilindiði gibi kýyasla ilgili yirmi dört kadar itiraz bulunmaktadýr ve bunlar kýyas sonucunda ulaþýlan hükmün kesin olmayacaðýný ileri sürmektedir. Buna raðmen þeriat, kýyasa itibar etmiþ ve þer´î delillerden biri saymýþtýr. Çünkü kýyas sonucunda ulaþýlan sonuçlar genelde doðru olmaktadýr. Ýtibar ise, tüme deðil, galibedir.
[25] Meselâ þahitlerin yalanýnýn ortaya çýkmasý halinde þahitlikleri reddedilir ve hüküm bozulur. Keza kýyas karþýsýnda bir nass olduðu ortaya çýkarsa kýyastan vazgeçilerek nassa dönülür.
[26] Ýstisna öncesine ait örnektir.
[27] Yani yolculuk olmadýðý halde meþakkatin bulunmasý halinde ruhsat hükümlerinden istifade edilemez; keza yolculuk bulunduðu halde meþakkat bulunmadýðý zaman ruhsat hükümleri kaldýrýlamaz. Çünkü âdeten galip olan duruma göre, yolculuk olmadýðý zaman meþakkat olmaz, yolculuk olduðunda da meþakkat olur. (Ç)
[28] Yani ölçek ile ölçülür olmasý. Ribanýn illeti konusunda görüþ farklýlýklarý vardýr. Hanefîlere göre illet cins birliði ile birlikte keylîlik ya da veznîlik vasfýdýr. Kýsaca miktar ve cins birliði denilebilir. Þâfiîlere göre, gýda maddelirinde yenilir olmasý, altýn ve gümüþte ise semeniyet vasfýdýr.
[29] Yani âdeten insanlar böylesine az bir buðdayý ölçmezler. Miktar, semeniyet ve iktiyât, seferde meþakkat gibi hikmet mânâsýna illet deðildir; aksine bunlar hükmün kendilerine baðlandýðý ve hikmetin mevcudiyetine alâmet kýlýnan munzabýt vasýflardýr. O zaman þöyle denilir: Her ne zaman keylîlik veya semeniyet ya da iktiyât illeti bulunursa mübadelede fazlalýk ribasý haram olur; hikmetin bulunup bulunmamasý aranmaz. Hikmet, sedd-i zerîadýr ve insanlarýn þiddetli derecede ihtiyaç duyduklarý konularda haklarýnýn korunmasýna aþýrý duyarlýlýk göstermektir. Nasýl ki sefer bulunsun bulunmasýn meþakkat anýnda ruhsat hükmü doðar demlemezse, keylîlik veya semeniyet ya da iktiyât illeti bulunsun bulunmasýn hikmet varsa riba da doðar denilemez. Her halükârda riba hükmü bu sayýlan sýfatlarýn (illet) bulunmasýna baðlýdýr.
[30] Azýn da haram kýlýnmasý ve hakkýnda ceza uygulanmasý, zarurî olan aklýn korunmasý esasýnýn tamamlayýcý unsuru olmaktadýr.
[31] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/248-251
[32] Âmidî´nin, el-Ýhkâm´mda munfasýl delille tahsis kýsmýnda anlattýklarý ile konu açýklýk kazanmaktadýr. Orada onunla tahsisin sahih olmamasý sonucunu gerektiren üç yönü münakaþa ettikten sonra özetle þöyle der: Lafzýn umum ifade etmek üzere asý! konulusu dikkate alýndýðý zaman tahsis sahih olur. Lafýzdan umum murad olunmadýðý noktasýna bakýldýðý zaman tahsis sözkonusu olmaz. Lafzýn sözlük bakýmýndan bir mânâya delâlet etmesi ile, o mânânýn o lafýzdan murad edilmiþ olmamasý arasýnda bir baðdaþmazlýk da yoktur.
[33] ALLAH´ýn herþeyin yaratýcýsý ve herþeye kadir olduðunu bildiren âyetler, akýl ile tahsis edilir. Çünkü bu gibi âyetlerde sözü edilen yaratma ve kudret fiillerinin taalluku, ALLAH´ýn zatý, sýfatlarý ve zýddý hariç olmak üzere akýl ile tahsis edilir.
[34] Meselâ þu âyetlerde olduðu gibi: "Onlarý katýmýzdan bir rýzýk olarak herþeyin ürününün toplandýðý ..." (28/57) (Herþeyin ürünü toplanmaz.) ; "(O rüzgar) Rabbinin buyruðu ile herþeyi yok eder" (46/25) ; "Onlarýn üzerine, uðradýðý herþeyi býrakmayýp toza çeviren kuru bir rüzgar gönderdik" (51/42) Duyular, daðlarýn, nehirlerin vb. yok edilmediðini gösteren bir delildir. Dolayýsýyla bu âyetler, duyularla (gözlem) tahsis edilmiþtir.
[35] Kitap ve Sünnetin, istisna, þart, vasýf ve gaye dýþýnda baþka þeylerle tahsisi gibi.
[36] Munfasýl delil ile tahsisin usûlcüîer tarafýndan; akýl, his {duyular, gözlem) ve naklî deliller üzerine hasredilmesi üzerine Karafî þöyle demiþtir:
Böyle bir tahdit mevcut deðildir. Bazen câri âdetlerle de tahsis yapýlabilir. Meselâ: "Ýnsanlarý gördüm, Zeyd´den daha cömerdini görmedim" dersin. Adet (Örf), senin bütün insanlarý görmediðine hükmeder. Karafî´nin bu icmâlen söylemiþ olduðu sözünü müellifin burada açmýþ olduðunda þüphe yoktur. Onun bazý örneklerini de Ýbn Harûf nakletmiþtir. Tahsis, eðer þer´î bir delil ile olacaksa, âdetin Hz. Peygamber (s.a.) zamanýnda yaygýn olarak bulunmasý gereði de bilinen bir husustur. Sonradan ortaya çýkmýþ âdetler ise, sadece o âdet (örf) sahiplerinin konuþmalarýnda geçen tabirleri tahsis edebilir.
[37] Bu, konuyla ilgili bir örnek olmayýp, konunun anlaþýlmasýný kolaylaþtýracak mücerred bir benzetmedir.
[38] Bu amacý delil iie ifade eden kinaye türündendir. Ýfade konusunda daha tesirlidir. Çünkü birþeyin iki ucuna malik olan, baþtan sona ona mâlik demektir.
[39] Rahman 55/17.
[40] Zuhruf 43/84. O, ayný zamanda gökte ve yerde, ikisi arasýnda olanlarýn da Tanrýsýdýr.
[41] Bakara 2/282.
[42] Acaba bu sözü edilen ha! karineleri ya da hâlin gerekleri akýl ya da duyularla anlaþýlan karinelerden baþka birþey mi ki ! Nitekim verilen örneklerde ve âyetlerde öyle olmadýðý açýkça görülüyor. Ancak Ýbn Harûf un sözü müellifin, bu tür þeylerin tahsis olmayacaðý ifadesini teyid konusunda açýktýr. Çünkü akýl ve duyularla lafzýn kapsamý dýþýnda kalan, onun kapsamý altýna girmemiþtir ki, sonradan onun çýkarýlmasý için araþtýrma yapýlsýn ve bu bir tahsis olsun. Müellif bunun malûm oluþunu lisanýn asýl konulusuna nisbet etmiþtir.
[43] Ahkâf 46/25.
[44] Zâriyât 51/42.
[45] Bu da sözün kullanýlýþ þekline göre lafzýn istisna edileni de kapsamasýnýn sahih olmasý halinde olur. Usûlcülerin tuttuðu yola gelince, onlara göre konuluþ (vaz´) itibarýyla lafzýn kapsamýna giren herþey, o lafzýn kapsamýndan akýlla ya da baþka bir vasýta ile çýkarýlabilir ve bu tahsis olur.
[46] Yani bu, azlî vaz´ noktasýnýn göz önünde bulundurulmasý sonucu olur. Mânânýn, karinelerin ve halin gereðinin dikkate alýnmasý halinde ise; sözün kullanýlýþý sýrasýnda hatýra gelmeyen þeyin, o sözün kapsamý dahiline girmesi sahih olmaz ki, onu çýkarmaya ihtiyaç duyulsun. Dolayýsýyla bu durumda tahsis yoktur.
[47] Müslim, Hayd, 105 ; Ebû Dâvûd, Libâs, 38; Tirmizî, Libâs, 7.
[48] Gazzâlî, Ýmam Þafiî´nin, tabaklama yolu ile derilerin temizleneceði hükmünden köpek derisini istisna etmesinin, bitiþik ya da ayrý bir tahsis deliline ihtiyacý olmadýðýný ifade etmek istemektedir. Bu, müellifin burada ispatýna çalýþtýðý esasý teyid etmektedir.
[49] Þu vereceðimiz örnek de bu kabilden sayýlabilir: "Ey inananlar! Ýnanmýþ kadýnlar hicret ederek size gelirlerse... onlarý kâfirlere geri göndermeyin" (60/10) Hudeybiye anlaþmasý þartlarýndan birisi ise, Müslümanlara kim gelirse, o kâfirlere geri iade edilecekti. Bu maddedeki kim gelirse (men câe) ifadesi âmm bir lafýzdýr ve aslî vaz´ itibarýyla kadýnlarý da kapsamaktadýr. Bu konuda tahsis Hz. Peygamber (s.a.) tarafýndan yapýlmýþtýr denilemez; çünkü bir sulh anlaþmasýnda tahsis ancak her iki tarafýn iradesiyle yapýlabilir. Hatta onlar Ebû Cendel için anlaþmanýn tahsis edilmesine razý olmadýklarý için Rasûlullab (s.a.), Ebû Cendel´i Medine´ye kabul etmemiþtir. Rasûlullah (s.a.), hicret ederek Medine´ye gelen kadýnlarý kabul ettiði zaman kâfirlerden anlaþmanýn ihlali var þeklinde bir itiraz gelmemiþtir. Bu, anlaþmayý yapan her iki tarafýn zihninde kadýnlarýn da akde dahil olmadýðýnýn bir delilidir. Halbuki, müstakil vaz´ açýsýndan bu ifade kadýnlarý da kapsamaktadýr. Bu sonuç, meselenin hal karinesine vurulmasýnýn bir yansýmasýdýr. Bu izahla þu husus baðdaþmazlýk etmez: Ümmü Gülsüm bt. Ukbe b. Muayt, sulh anlaþmasýnýn yapýlmasýndan sonra müslüman olarak Medine´ye çýkagelmiþti. Arkasýndan kardeþleri Ammâr ve el-Velîd geldiler ve onu Rasûlullah´tan (s.a.) iade etmesini istediler. Rasûlullah (s.a.) da geri vermedi. Bunun üzerine yukarýdaki âyet indi. Bu, yakarýdaki izaha ters düþmez; çünkü onlar, Ebû Cendel olayýnda olduðu ^ibi onun sulh anlaþmasýnda bulunan ve vaz´ itibarýyla kadýnlarý da içine alan "kim gelirse" lafzýnýn genel kapsamý içerisine girmektedir, dolayýsýyla iadesi gerekir... þeklinde bir talepte bulunmamýþlardýr.
Konu dikkate muhtaçtýr. Bu sayede tefsir kitaplarýnda bu âyet hakkýnda yazýlmýþ bazý ifadeler de açýklýk kazanmýþ olur.
[50] "Ve ALLAH herseyi bilicidir" (2/282) âyetinde olduðu gibi. Burada bilinenler kapsamýna lafýzdan murad o olmamakla birlikte AÝlah´ýn zât ve sýfatý da dahil olduðu için herhangi bir proplem ya da tartýþma yoktur
[51] En´âm 6/82.
[52] Onlar bu halleriyle, lafzý terkip öncesindeki kapsamý üzere almýþ oluyorlardý ve kullanýþ þekli onun önceki kapsamýný daraltmamýþtý. O yüzden de tahsis için delile ihtiyaç duymuþlardý. Bu delil de Hz. Peygamber´in (s.a.) : "Öyle deðil..." sözüdür. Halbuki âyetin siyak ve sibaký (baþ ve alt tarafý) müþriklerle ilgiliydi. Buna raðmen onlar öyle anlamýþlardý.
[53] Daha önce geçmiþti [3/143].
[54] Lokman 31/13.
[55] Birinci rivayet maksadý ifade bakýmýndan daha açýktýr.
[56] Enbiyâ 21/98.
[57] Kâfir de olsalar bunlar, Kur´ân´ýn dilleri üzerine geldiði kimselerdi. Dolayýsýyla onlarýn Kur´ân´ý anlama þekilleri önemlidir. Onlar, sözü edilen âyette geçen âmm ifadeden bunu anlamýþlar ve umumîliðin terkip öncesindeki muhtevasýný aynen korumuþlar siyaký ve âyetin sevkediliþ maksadýný dikkate almamýþlar ve bunun sonucunda lafzýn genel kapsamý içerisine ALLAH´tan baþka tapýnýlan herþeyi; Ýsa´yý (s.a.), melekleri de sokmuþlardýr.
[58] Enbiyâ 21/101.
[59] Bunlara göre örfî hakikat (halkýn kullandýðý dildeki anlam) aynen lügavî hakikat (kelimenin sözlük anlamý) gibidir. Çünkü her ikisine de terkip dikkate alýnmaksýzýn bakýlýr. Meselâ "dâbbe" lafzý ve onun özellikle dört ayaklý hayvanlar için kullanýlmasý hakkýnda söyledikleri gibi. Onun bu mânâda kullanýlmasýnda esas alman müstakillen lafýz açýsýndan olup, örfte ondan ne anlaþýldýðýna ya da sözün siyakýndan ne çýkacaðýna bakýlmamasýdýr. Bu durumda Örfî hakikat ile burada sözünü edeceði kullanýlýþ þekline ait asliyet arasýnda fark vardýr.
[60] Yani, her ne kadar onun vaz´î delâleti kalmasa da, sözün kullanýlýþ þeklinin (isti´tnâl) gerektirdiði bir baþka umuma delâleti bulunmaktadýr. Bu durumda onun delâleti hakikat olup mecazî deðildir. Bu bir tahsis de deðildir ki, "Her tahsis için bitiþik ya da ayrý mutlaka bir delil olmasý gerekir..." þeklinde itiraz ileri sürülsün.
[61] Üç çeþit vaz´ þekli vardýr: a) Kýyâsý asliyet denilen terkip öncesi vaz´. b) Örfî hakikat denilen kullanýþ þekline ait vaz´. c) Þer´î hakikat de denilen þer´î vaz´. Birinci itiraza cevap için ikinci vaz´ þeklinin dikkate alýnmasý yeterli. Ýkinci itiraza cevap verilebilmesi için ise, mutlaka þer´î hakikatin vaz´ý ve þeriatta mevcut bulunan kullanýlýþ þekillerinin dikkate alýnmasý gereklidir. Böylece Araplar arasýnda anlayýþ farkýnýn olduðu ortaya çýksýn. Tabiî þeriatý deðerlendirme konusunda anlayýþlar farklý olunca, bu konuda yeterli olmayanlar, þer´î isti´mâl þekillerini bilmeyenler, kendilerine göre birçok yerde müþkilat görecekler ve kendilerini çýkmaz içerisinde bulacaklardýr. Ýþte itirazda ileri sürülen anlayýþlar isabetli deðildir ve bu noktadan kaynaklanmaktadýr.
[62] Mücâdele 58/11.
[63] Ondan alýnmasý dolaylý olmaktadýr. Nitekim birazdan açýklanacaktýr. Yoksa bu, meselâ "salât" gibi þer´î hakikatten deðildir.
[64] En´âm 6/82.
[65] En´âm 6/74 vd.
[66] En´âm 6/21.
[67] Yani ALLAH´a iftira ve âyetlerini yalanlama. (Ç)
[68] Bu söz, âyetin Kitap´ta en azýndan En´âm sûresinde ALLAH´a iftira ve âyetleri yalanlama hasletlerinin iptaline yönelindiðinin ortaya çýkmadan inmiþ olmasý sonucunu gerektirir. Ancak bu, sözü edilen âyetin nüzul bakýmýndan o âyetlerden sonra olmasýna baðlýdýr. Ki bunun sonucunda onlar tevakkuf etmiþ ve Þâri´in maksadýný anlamamýþ olsunlar ve o yüzden sormuþ olsunlar. Eðer Þâri´in maksadýný ortaya koyan âyetler daha önce nazil olmuþ olsaydý, o zaman Þâri´in zulümden maksadýnýn ne olduðunu anlamýþ olurlar ve soruya ihtiyaçlarý kalmazdý. Müellifin demek istediði bu. Eðer sözü edilen âyetin diðerlerinden önce inmiþ olduðu sabit ise, gerçekten güzel bir izah.
[69] Henüz konulmamýþ bulunan bu genel prensiplerden biri de meselâ: "Allah kendisine ortak koþulmasýný elbette baðýþlamaz. Bundan baþkasýný dilediðine baðýþlar" âyeti idi. (Nisa 4/48)
[70] Yani âyet bizatihi ele alýndýðýnda siyak ve sibakýna bakýlmasa dahi, is-ti´mâl açýsýndan onun mücmel olduðunu; ne vaz´ ne de bir baþka açýdan istiðraka delâlet edecek bir karinenin olmadýðýný, dolayýsýyla soruyu gerektiren ihtimalin mevcut olduðunu görürüz.
[71] Arap dili kurallarýna göre, olumsuzluk ya da soru bildiren ifadelerden sonra gelen nekre (belirsiz) kelimeler umum ifade ederler. (Ç)
[72] Ayetin Þâri´in maksadým ortaya koyan âyetlerin inmesinden sonra inmiþ olduðu takdirine göre dahi tek baþýna ele alýnmasý ve önüne sonuna bakýlmamasý, keza âyetin büyük küçük bütün zulümlerin kastedilebi-leceði hükümlerin konulmasý gibi bir siyakta gelmesi, umumu muhtemel, âyeti de mücmel yapmýþtýr. Dolayýsýyla soruya ve cevaba tahsis için deðil beyân için ihtiyaç duyulmuþtur.
[73] Sanki þöyle demek istemektedir: Zulüm içerisinden bu bir ya da iki tür, bu sûrede özel olarak ele alman ve iptaline çalýþýlan zulüm çeþidi olmaktadýr. "Ýmanlarýna zulüm karýþtýrmayanlar" âyeti indiði zaman, daha ilk geliþinde zikredilen bu mânâ üzerine gelmiþtir; dolayýsýyla tahsise ihtiyaç duyulmamýþtýr. Bu aslýnda açýk olmakla birlikte, zulmün salât, savm gibi þer´î bir hakikat olmak üzere konulduðu konusu açýk deðildir. Çünkü zulüm kelimesi þeriatta, saîât, savm, zekât gibi þer´î bir hakikat olmak üzere konulmamýþ ve eski aslî vaz´î delâleti üzere kalmaya devam etmiþtir. Evet, bu âyetteki þer´î kullanýlýþ þekli daha önce geçen âyetlerden ve bu sûrenin zulmün bu çeþidinin yani þirkin ortadan kaldýrýlmasýna gösterdiði önemden anlaþýlmaktadýr. Bu, ondan muradýn ne olduðuna bir karine olur. Dolayýsýyla, bitiþik ya da ayrý (munfasýl ya da muttasýl) baþka bir delil ile tahsisine ihtiyaç katmaz. Soru ve cevapta bulunan þey, sadece mücmeli iðin uzaklaþtýrýlmasýdýr.
[74] Enbiyâ 21/98
[75] Abdullah b. Ziba´râ (ö. H. 15/636) yýllarýnda ölmüþtür. Kureyþ kâfirlerinin þâiri olup, Mekke fethine kadar azýlý bir Ýslâm düþmanlýðý yapmýþtýr. Fetih sýrasýnda Necrân´a kaçmýþ, sonra dönmüþ, müslüman olmuþ ve Özür dilemiþtir. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine övgüde bulunmuþ ve bir elbise verilmesini emretmiþtir. (Ziriklî, 4/87) (Ç)
[76] Ýbn Hacer, Keþþafýn hadislerinin tahrici sýrasýnda þöyle demiþtir: Bu hadis aslen Arap olmayan pek çok âlimin dilinde dolaþmakta ve kitaplarýnda yer almaktadýr. Gerçekte bir aslý yoktur ve hadis kitaplarýnda se-nedli ya da senedsiz bir þekilde mevcut deðildir. Uydurulmuþ olmasý ihtimali güçlüdür. Þaþýlacak yönü onun muhaddisler tarafýndan da kullanýlmýþ olmasýdýr. (Alûsî).
[77] Enbiyâ 21/101.
[78] Âl-i Ýmrân 3/187-188.
[79] Mervan, âyeti, baþ tarafýný dikkate almadan tek baþýna ele aldý ve genel zannetti. Ýbn Abbâs verdiði cevapta, âyetin siyakýný ve nüzul sebebini dikkate alarak âyetteki umumdan neyin kastedildiðini açýkladý. Müellif, Mervan´a karþý takýndýðý edebinin bir sonucu olarak, "Mervan Þer´î maksatlarý kavrayamadýðý için..." þeklinde bir ifade kullanmamýþ, bunun yerine "Bu da bu kabildendir" demiþtir.
[80] Yani þer´î maksatlarý bilmeye dayanmayan, sebeb-i nüzul gibi halin gereðini dikkate almayan, cüziyyâtý kendilerine vurmak için þeriatýn küllî kaidelerine baþ vurma ihtiyacý duymayan ve daha baþka kelâmdan maksadýn ne olduðunu kavramaya yardýmcý olan ve ondan muradýn ne olduðunu ortaya çýkaran diðer karineleri dikkate almayan mücerred Arab´ýn kullanýþ þeklindeki maksadý kastediliyor. Lafýzdan muradýn ne olduðunu ortaya çýkaran saydýðýmýz bu karineler, mücmelin beyaný gibi olur; lafýzdan murad olunan þeylerin bir kýsmýný çýkarmak anlamýnda tahsis olmaz.
[81] Muttasýl (bitiþik) delil ile de olmadýðý ileride gelecektir.
[82] Bu problem, geçen itiraza verilen cevaptan doðmaktadýr. O itiraz da, kelâmýn akýþý ve halin gerekleri baþka birþey gerektirdiði halde Arabýn lafýzlarý terkip öncesindeki umumîliði üzerine hamletmiþ olmalarýydý. Müellif bu itiraza, sözün kullanýlýþ þekline ait umumun kavranabilmesi ile mümkün olacaðýný, bunun da o sözde gözetilen þer´î maksatlarýn bilinmesine baðlý olduðunu, þer´î maksadý bilme konusunda da ilk müsîü-manlarla sonradan müslüman olanlar, kendisini ilme vermiþ olanlarla öyle olmayanlar arasýnda fark olduðunu, ilimde derinleþenlerin zamanla þer´î kullanýþ þeklini ve Þâri´Ýn maksadýný tam anlamýyla öðrendiðini ve bunun sonucunda daha önce problem olarak gördükleri þeyler hakkýndaki çýkmazlarýnýn ortadan kalktýðýný, "imanlarýna zulüm karýþtýrmayanlar" ifadesini içeren âyet hakkýndaki sahabenin duraksamasý ve soru sorma ihtiyacý duyma sebebinin iþte bu husus olduðunu belirtmiþti. Çünkü âyet En´âm sûresinde bulunuyordu ve bu sûre ilk nazil olan sûrelerdendi. O sýrada þer´î külli esaslar henüz tamamlanmamýþtý. Sahabenin âyetten maksadý anlamamalarýnýn sebebi iþte buydu.
Bu fasýlda ise, bu cevaba þöyle bir itiraz getirecektir: Bu cevap doyurucu deðildir; çünkü içlerinde Hz. Ömer , Muâviye, Ýlerime, Ýbn Abbâs ve daha baþka müetehid imamlarýn da bulunduðu þer´î maksatlarý çok iyi bilen selef-i sâlih, kelâmm´akýþý ve halin gerekleri aksini gerektirse de, sözün umumuna itibar etmiþlerdir. Bu da, onlar katýnda muteber olanýn, lafýzlarýn terkip öncesindeki umum muhtevalarýnýn dikkate alýnmasý gereði olduðunu gösterir. Bu durumda bu fasýlda zikredilen örnekler munfasýl (ayrý) bir delil ile tahsis edilmiþ olur; sizin iddia ettiðiniz gibi, sözün kullanýlýþ þekline ait umumluk üzere konulmuþ ve tahsis görmeden umumluðu baki kalmýþ olmaz. Ýþte burada vaz´ edilecek problem budur.
[83] Ahkâf46/20.
[84] Ahkâf 46/20.
[85] Hz. Âiþe ve Hz. Hafsa validelerimiz, nafaka konusunda baþý çekerek Hz. Peygamber´e (s.a.) karþý isteklerini ortaya koymuþlardý. Bu uzunca hadis için bkz. Buhâri, Mezâlim, 25 (3/104).
[86] Buhârî, Mezâlim, 25 (3/104).
[87] Bunlar; ALLAH yolunda savaþan, ilim öðrenen ve öðreten, malýný hayýr yollarýna harcayan, fakat amelleri ile gösteriþ yapan ve desinler için çalýþan kimselerdir. Bunlar hakkýnda ´onlar âhiret amelleri ile dünya ziynetini isteyen kimselerdir ve istekleri de kendilerine tam olarak verilmiþtir1, denilmiþtir.
[88] Müslim, Imâre, 152.
[89] Hûd 11715.
[90] Akýl sahipleri için müþterek olarak kullanýlan bir ilgi zamiridir. (Ç)
[91] Nisa 4/97.
[92] Buhâri, Tefsir, 4/19 ; Fiten, 12.
[93] Yani müslümanlar arasýnda meydana gelecek haksýz bir savaþa katýlanlara da þâmil kýlmýþtýr.
[94] Bakara 2/284.
[95] Bakara 2/285-286.
[96] Bu ve benzeri rivayetler için bkz. Ýbn Kesir, 1/338.
[97] Hacc 22/78.
[98] Neshin söz konusu olmasý için, baþlangýç itibarýyla o hükmün maksud olmasý ve sonradan ortadan kaldýrýlmasý gerekir. O zaman onlarýn anlayýþlarý yerinde olur ve bu takdirde konu dýþma çýkmýþ olur.
[99] Bu söz, mütekaddimîn ulemânýn ýstýlahýna göre neshin tahsis olmasý esasý üzerine mebnîdir. Açýklasa daha iyi olurdu.
[100] Bu küllî kaide, ALLAH Teâlâ´nýn insanýn zihninden geçmesi gibi þeylerle yükümlü tutmayacaðýna; çünkü bu gibi þeylerin dinde güçlük (harec) ve hatta takat üstü yükümlülük doðuracaðýna bir karinedir. Buna raðmen onlar, inen âyeti lafzýn terkip Öncesindeki kapsamý üzere umumî olarak almýþlar, böyle bir anlayýþa mani olan þer´î kullanýlýþ þeklini dikkate almamýþlardýr. Rasûlullah {s.a.) da onlarýn bu anlayýþlarýný onaylamýþtýr. Bunun sonunda ALLAH´ýn hiçbir kimseye takatinin üstünde yük yükleme-yeceðini belirten âyet gelmiþ ve onu tahsis etmiþtir.
[101] Nisa 4/115.
[102] Hûd 11/5.
[103] Buhârî, Tefsir, 11/1 ; Ýbn Kesîr, 2/436.
[104] Mâide 5/44.
[105] ALLAH´ýn indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kâfir, zâlim ve fâsýk olduðunu belirten âyetîer (5/44, 45, 47), Ýbn Abbâs´m da ifade ettiði gibi yahudiler özellikle de Kureyza ve Nadir oðullarý için inmiþtir. Müslim´in Berâ´dan rivayetine göre ise bütün kâfirler için inmiþtir.
[106] Ayrý (munfasýl) tahsis delillerinden biri de nüzul sebebi vb. þeylerdir. Ancak müellifin bu meyanda zikretmiþ olduðu þey, bundan daha kapsamlý bir mânâdýr. Halin gereði sadece sebebin hususiyetine münhasýr deðildir. Onun maksadý, Hz. Ömer´in ve Muâviye´nin sözlerinde de açýkça görüldüðü gibi daha kapsamlýdýr.
[107] Çoðunluk âlimlerin (cumhur) görüþü, itibarýn lafzýn umumuna olduðu ve sebebin hususîliðine olmadýðý doðrultusundadýr. Tartýþma konusu, müstakil âmm bir lafzýn, özel bir sebep üzerine bina edilmesi haliyle ilgilidir. Meselâ: Hz. Peygamber´in (s.a.), içerisine cife (leþ) atýlan Bidâ´a kuyusu hakkýnda kendisine soru sorulmasý üzerine: "ALLAH, suyu temiz ve temizleyici (tahûr) yaratmýþtýr; onu hiçbirþey pisletmez" buyurmasý gibi. Keza Meymûne´ye ait murdar olarak ölmüþ bir koyunu gördüðünde: "Her bir deri, tabaklandýðýnda temiz olur" buyurmasý gibi. Ýmam Þafiî´den çoðunluk âlimlerin aksine itibarýn husûsî sebebe ait olduðu görüþü nakledilmiþtir. Çoðunluk ona karþý pek çok delil ortaya koyarak onun görüþünde isabetli olmadýðýný, itibarýn lafzýn umumuna olduðunu öne sürmüþtür.
[108] Yani her iki uç da onu kendi tarafýna çekmek için uðraþýr.
[109] Çünkü bu âyetlerin altýna mü´minlerin de sokulmasý uygun deðldir.´
[110] Yani müþkil olarak gösterilen diðer âyetler.
[111] Yani o, Þâri´in ilgili kasdý oranýnda umumdur. Onlar umumu bizzat âmm olan lafzýn üzerine kapanmakla anlamamýþlar; keza hususu da onun bir tahsis olduðu, lafzýn kapsamýna dahil olan birþeyin çýkarýlmýþ olduðu açýsýndan anlamamýþlardýr ki, tahsis delili (muhassýs), yollarýndan bir yolla ayn (munfasýl) olsun.
[112] Yani ilgi zamiri. (Ç)
[113] Ve bunda bir tahsis yoktur, Zeyd´e delâleti bakýmýndan da hakikattir. Bu Ebu´l-Huseyn´in görüþü olmaktadýr. Ona göre müstakil olmayan þart, istisna, sýfat... gibi þeylerle tahsis yapýlmasý durumunda, geride kalan için lafýz, hakikat olur. Çünkü bu zikredilenler, maksûd olan mânâya delâlet eden þeyin birer parçasý haline gelmiþlerdir. Bu parçalar biriikte, artýk ilk konulduklarý mânâlar için deðillerdir ve yeni bir medlulleri vardýr.
[114] Çünkü, kendisinden bazý fertlerinin çýkarýlmýþ olduðu âmm, "Cimrileri hariç, TemimoðuHarma ikram etti" sözünde olduðu gibi umumu üzere hem delâlet hem de murad bakýmýndan bakîdir ve bunun tahsis görmüþ âmmla bir ilgisi yoktur. Müellif burada on sayýsýný Örnek vermiþtir; fakat sayý isimlerinin umum ile ilgisi yoktur. Ancak onun amacý, istisnanýn, yediye delâlet eden sözün bir parçasý olduðunu ifade etmektir ve bu konuda o, sýfattan daha açýktýr.
[115] ikincisi, birinci üzerine terettüp eder. Çünkü lafýz, kaydý ile birlikte murad olunan miktarý verince, kasýt itibarýyla tahsise mahal kalmaz.
[116] Meselâ þöyle tasavvur etmesi gibi: (Mâ raeytü racülen þucâan) örneðinde olumsuzluktan sonra gelen racül (adam) kelimesi âmmdýr, arkasýndan gelen sýfat onu, ânýmýn nev´ilerinden birine kasretmiþtir. Bu halde racül kelimesinin muhtevasý, sýfat gelmeden önceki kapsadýðýndan daha azdýr ve bu muhteva, onun kendisi için konulmuþ olduðu þey (mâ vudýa leh) deðildir; dolayýsýyla mecaz olur.
[117] Bu, sîgayý asli vaz´mdan çýkarmamaktadýr; sadece vaz´ çeþitleri arasýnda murad olan vaz´ý ortaya çýkarmaktadýr.
[118] Taþýnýlan mecazî mânâ ile, tahsisten sonra kalan mânâ arasýnda açýk fark olduðu için nazîri demiþtir. Çünkü birincisi yani mecazî mânâ, lafzýn hakikat üzere kendisi için konulmuþ olduðu þeyin bir parçasý deðii-dir; ikincisi ise, lafzýn kendisi için konulmuþ olduðu þeyin bir parçasýdýr. O yüzden tahsis sonrasýnda lafzýn, hala hakikat olduðunu söyleyenler olmuþtur.
[119] Yani geçen cevaptan anlaþýldýðýna göre sonuç aynýdýr. Onlar her ne kadar tahsis ve âmmýn kapsamý dahilinde bulunan bazý fertlerin çýkarýlmasý gibi isimler veriyorlarsa da, istinbat ve hüküm çýkarma sýrasýnda lafýzlarýn kullanýlýþýna ait vaz´ þekline itibar etmekte, lafzýn terkip öncesi muhtevasýna bakmamaktadýrlar. Bu durumda sonuç aynýdýr ve aradaki ihtilaf tamamen sözde kalmaktadýr.
[120] Yani mübeyyen ile tahsis edilmiþ âmm. Meselâ zimmî ile tahsis edilen "Müþrikleri Öldürün" âmm hükmü gibi. Mücmel ile tahsis edilen âmm ise ittifakla hüccet deðildir. Çoðunluk ulemâ, mübeyyen ile tahsis edilmiþ ânýmýn, geride kalanda mutlak olarak hüccet olduðu görüþündedir. el-Belhî ise, munfasýl ile deðil de muttasýl delil ile tahsis edilmiþse hüccettir, demiþtir.
[121] Çünkü, hüccet olmadýðýný iddia eden kimse delilinde þöyle diyecektir: ´Amra lafýz, tahsis gördüðü zaman, diðer müsemmâlarý hakkýnda mecaz olur. Hatta onun altýnda bulunan müsemmâlar, mecaz konusunda çeþitli mertebelerde bulunur. Bu durumda lafýz mücmel olur ve mutlaka ondan muradýn ne olduðunun belirlenebilmesi için bir delile ihtiyaç duyulur" Görüldüðü gibi, geride kalanýn hüccet oluþu konsundaki problem; tahsisin, lafzýn kapsamý altýnda kalanlarý mecaz kýlmasý iddiasýndan kaynaklanmaktadýr. Müellifin görüþüne göre ise, mecaz olmamaktadýr. Dolayýsýyla âmmm, kastedilenlerin tümü hakkýnda hakikat olduðu konusunda problem olmayacak ve o kastedilenler hakkýnda hüccet olacaktýr. Böylece onun delilliði konusunda mevcut bulunan görüþ ayrýlýðýnýn sebebi ortadan kalkmýþ olacaktýr.
[122] Yani öyle olmasý gerekir. Muhalif durumda olan kimse, eðer bizim dediklerimize vakýf olsa ve muhalefetinin sebebinin ortadan kalkmýþ olduðunu anlasa, çoðunluk ulemâ gibi o da, onun hüccetliðini kabul edecektir.
[123] Yani az bir lafýzla çok mânâlar ifade etme özelliði. (Ç)
[124] Mesele, dönüp dolaþýp müellifin þunu demesine gelmiþtir: Muttasýl ya da munfasýl ile tahsis dedikleri þey, aslýnda tahsis deðildir. Umum lafýzlý nasslar, her ne kadar Þâri´in muradýndan daha fazla olan terkip öncesi muhtevalarý ile kalmamýþlarsa da, onlar kullanýlýþ þekîi ve Þâri´in maksatlarý açýsýndan, sadece murad olanlarý içerecek þekilde, makamýn ve hal karinelerinin gereði üzere kullanýlýr. O, murad olunanlar hakkýnda hakikattir; mecaz deðildir. Bu karineler, tahsis görüþünü kabullenmeyi gerektiren mecazýn karineleri gibi deðil, mücmelin açýklayýcýlarý (mü-beyyin) gibi kabul edilir.
Buna göre, âmmýn kapsamý içerisinden Þâri´ce maksûd olan miktar üzerinde ne müellifin ne de usûlcülerin görüþlerine göre bir farklýlýk yoktur. Kur´ân´da yer alan âmm lafýzlý nasslara itibar edileceði konusu da âmm lafzýn tahsis sonrasýnda kalan kýsma delâletinin kesin olduðu görüþüne göre aynýdýr. Aklî, hissi vb. karinelere kendisi mücmelin beyaný gibi bakmakta; diðerleri ise muhassýs olarak isimlendirmektedir. Eðer biz, muhhassýs olup olmadýðýný tam olarak araþtýrmadan âmm ile amel olunmaz diyorsak, ayný þeyi, beyan edici deliller araþtýrýlmadan mücmel ile de amel edilmez deriz. Bu durumda Kur´ânî küllî esaslarýn iptali ve onlarla istidlalde bulunulamayacaðý iddiasý nerede kaldý ! Sonra cevâmiu´l-kelimliðin ihlâli nerede ! Çünkü âmmm içermiþ olduðu miktar tahsisten ya da beyandan sonra ayný olmaktadýr. Bu durumda, müellifin meseleyi abarttýðýný söyleyebilirz.
[125] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/251-272
[126] Ruhsatýn tarifinde getirilen "aslî hükmün sebebi mevcudiyetini sürdürmekle birlikte..." kaydý, kýyam farzýnýn (azimet hükmün) düþmediðinin bir delilidir.
[127] Sanki þunu demek istiyor: Meselâ öðle namazý kesin farz olmak üzere azimet hüküm olarak dört rekat þeklinde konulmuþtur. Bundan yolcunun durumu müstesnadýr. Yoku ise, iki rekat olarak da dört rekat olarak da eda etse sahih olmaktadýr ve bu durumda bu azîmet hükümden kesin olarak dört kýlýnmasý mecburiyeti kalkmýþ oluyor. Bu, azimet hükmünün delilinin umumunu tahsis demektir. (AUahýý a´lem!)
[128] Bu ve bundan sonraki itiraz, birinci üzerine kurulmuþtur. Birinci izâle edildiði zaman, bunlar da kendiliðinden gidecek kabildendir. O yüzden verilen cevapta, birinci itirazýn cevabý, diðer iki itirazýn da iptali için yeterli görülmüþtür.
[129] Bu görüþe katýlmak mümkün deðildir. Çünkü her halükârda hitap sahibi ayný kiþidir yani ALLAH´týr. Ýki hitabýn birinin ALLAH hakký yönünden, öbürünün kul hakký cihetinden gelmiþ olmasý arasýnda fark yoktur.Bu cevapla itiraz izale edilmiþ deðildir. Çünkü ALLAH Teâlâ, onu bir taraftan azimet hükümle kesin olarak mükellef tutacak, öbür taraftan da kul hakkýný dikkate alarak kesin olmayan bir tarzda yükümlü tutacak. Tek bir konuda, birbirinden farklý olan hükümlerle yükümlü tutmak çeliþki doðurur. Bu yükümlülüklerin sebebi ne kadar farklý olursa olsun, çeliþki var olmaya devam eder ve onu ancak tahsis ya da azimetle ruhsat bahsinin keffâret özelliði gösteren þeylerden olmadýðý cevabý ortadan kaldýrabilir.
[130] Yani teklifi tümden ortadan kaldýrmayacak ölçüde bir meþakkatten dolayý. Burada unutma ve diðer özürlerin takat üstü mü yoksa takat dahilinde ve fakat sadece meþakkat içeren özürler mi olduðu üzerinde durmak gerekiyor. Eðer bu özürler, takat üstü kýsýmdan ise, o zaman teklifin düþmesi gerekir.
[131] Bunlarýn ümmetten kaldýrýlmýþ olduðunu söyleyen hadis, yükümlülüðün deðil, bunlar sebebiyle azimet hükmün terki durumunda günahýn kaldýrýlmýþ olduðunu ifade etmiþtir. Uyandýktan ya da hatýrladýktan sonra onlarýn kaza edilmesinin istenmesi bu mânânýn delilidir.
[132] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/272-274
[133] Oradaki birinci delil hakkýnda þöyle demiþti: "Gücü yetmeyen bir kimse, azimet hükümle muhatap sayýlmaz ve hitap, takat üstü yükümlülüðü kaldýran delillerle esastan kalkmýþ olur..." Bu delilin burada kullanýlmasý konumuza uygun düþmez. Çünkü amaçlanan þeyin aksine bir sonuç verir; hata ve unutma ile birlikte aslýnda bir yükümlülüðün olmadýðý neticesini gerektirir. Sonra hitabý anlamak ve onu yerine getirmeye kadir olmak (kudret) yükümlülüðün þartlarýdýr. Buna itiraz olarak yöneltilebilecek þartý bulunmayan sarhoþun talâký konusuna da onun, hükmü sebebine baðlamak kabilinden olduðu dolayýsýyla teklifi bir hüküm olmayýp, vaz*î hükümlerden bulunduðu þeklinde cevap vermiþlerdir. Bu, hem burada mesele hakkýnda, hem de daha önce söylemiþ olduðu "Azimet hükmünün meþakkatten dolayý yerine getirilmiþ olmamasýnýn benzeri (nazîri), hata, unutma ve ikrah (zor kullanma)... gibi mazeretler sebebiyle asýl hükmün bulunmamasýdýr..." ifadesine göre bir problem arzeder. Ancak þöyle denilebilir: O, onlarýn tümüne birden teklifin yönelik olmasý esasý üzerine cari olmaktadýr. Buna da "her ne kadar ihtilaflý ise de" sözüyle iþaret etmiþ olmaktadýr. Bu görüþe göre þartýn mânâsý, teklifin yönelmesinin þartý mânâsýna olmayýp, hesaba çekilmenin þartý anlamýndadýr. Müellif, Hükümler bölümünde "af mertebesi" bahsinde bu konu üzerinde geniþçe durmuþ ve onun beþ teklifi hüküm dýþýnda birþey olduðunu belirtmiþ ve böyle olduðuna ya da olmadýðýna dair deliller ser-detmiþti. Sabit olduðunu gösteren yerler zikretmiþ ve konuyu burada bitirdiði gibi, aslýnda konu üzerine fýkhý pratik bir sonuç doðmadýðýný ve uygun olanýn konuya hiç girmemek olduðunu belirterek son vermiþti.
[134] Meselenin iki konu þeklinde vaz´ edilmesi, örnekleme kabilindendir; yoksa konu bundan daha da kapsamlýdýr. Üç af mertebesinden birinci nev´i hakkýnda ki bu muarýzý güçlü olan bir delilin gereðiyle amel etmek idi (bkz. [1/168]) ruhsatýn gereði mevcut olmakla birlikte azimetle amel etmeyi oraya almýþtý. Keza helâl zanný ile içki içen kimsenin durumunu da oraya dahil etmiþti. Ayný þekilde, ictihad mahalli bir konuda; nass, icmâ ya da küllî esasllara ters düþmemek kaydýyla kadýnýn hükmünde hata etmesini de o kabilden saymýþtý.
[135] Mâide 5/32.
[136] Yani aksine onu yasaklar; þu kadar var ki, hatalý olan kimseyi mazur gö-, ""r-ve sorgulamaz. Þunu demek istiyor: Müellife ait her fiille ilgili olmak üzere ALLAH Teâlâ´dan ya ibâha ya emir ya da yasak gelmiþ olacaktýr. Burada ne emir ne de ibâha uygun deðildir; o halde geriye onlarla ilgili yasaðýn yönelmiþ olmasý ihtimali kalmaktadýr. Þu kadar var ki, yasak olmasýna raðmen Ailah Teâlâ onu sorgulamayacaktýr; çünkü sorgulamak için gerekli olan þart yoktur. Bu, hiçbir olayýn ALLAH´ýn hükmünden hâli olmayacaðý ve af mertebesi hakkýnda delil olarak kullanýlabilir. Keza her ikisi de, müellifin bu ve önceki meselede üzerinde yürümekte oiduðu esasýn aksine, yukarýda zikredilen iki þartýn bulunmamasý halinde yükümlülüðün temelden bulunmayacaðý esasý üzerine mebnîdir
[137] A´râf7/28
[138] Nahl 16/90.
[139] Mâide 5/49.
[140] Talâk 65/2.
Ynt: Umum ve Hass By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:59:17
[141] Müellif, hayýr aksine bu, kendisine yasaklanmýþtýr demek istiyor. Ancak bu görüþ, müctehidin hata ettiði zaman bir, isabet ettiði zaman iki ecir alacaðýna dair ulemâ arasýndaki ittifak sebebiyle bir problem ortaya çýkarýr. Her müctehide göre ister müfti, ister kadý durumunda olsun bu husus aynýdýr. Bir kimse kendisine yasak edilen bîrþey sebebiyle sevap alabilir mi Niçin "Mükellef, kendi nazarý ve içtihadýna göre onunla memurdur ve o ancak bu kadarý ile yükümlü olabilir; o hiçbir zaman tahkik üzere onunla memur deðildir, o yüzden de ifsad ettiði þeyi telafi etmek için yeni bir emir gelmiþtir" denilmiyor "Emirler arasýnda fark yoktur..." sözü doðru deðildir; bilakis fark açýktýr ve bizzat hükümlerin maslahatlar üzerine bina edilmesi ilkesi bunu gerektirir. Çünkü fiili iþleyen ve hâkim için yükümlülük, kendi gücü dahilinde olan ve doðru zannettiði þeydir. Zanmnm hata olduðu ortaya çýkar ve bundan bir fesad ya da bir baþkasýna zulüm doðarsa, bu zulmün izalesi için yeni bir yükümlülük gelir ve bu, maslahatlara itibar etme ve hükümlerin onlar üzerine bina edilmesi kabilinden olur. Bu konuda, af mertebesi ya da her olay hakkýnda Allah´a ait bir hüküm bulunmasý gerekmez esasý üzerinden yürünecek olsaydý, durum daha açýk olurdu
[142] Bu da maslahatýn dikkate alýnmasýndan baþka birþey deðildir. Bu durumda onun mahza taabbudîlik esasý üzerine câri olduðunu söylemek su götürür
[143] Müellif, Mukaddimeler´de pratik bir deðeri olmayan konulara girmenin ilmi bir deðeri olmadýðýný belirtmiþti. Buna raðmen o, bu konuyu Hükümler bölümünde "af mertebesi" adý altýnda geniþçe ele almýþtý. Burada ise, mücerred tahsis ile olan münasebetinden dolayý ister ondan sayýlsýn, ister sayýlmasýn sadece temas etmekle yetinmiþtir.
[144] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/274-277
[145] Yani tam olarak yapýlmasý halinde.
[146] Yani, cüziyyâtýn büyük çoðunluðuna uygulanmýþsa.
[147] Yani hakkýnda bir nass olmasa bile. Tabiî bu durumda hükmün zannî türünden olacaðý açýktýr
[148] Mubah kýlýnmasýndan maksat izindir. Öleceðinden korkmasýndan kastedilen de daha genel anlamda meþakkattir. Gerçek ölüm tehlikesinin olduðu zaman ise haram olan þeyin yenmesi mubah deðil vacip olur.
[149] Müellif, görüldüðü gibi birinci delil ile ikinci delilin sonucunu birleþtirmiþtir. Çünkü istikrayý manevî tevatürün isbatý için bir yol olarak kullanmýþtýr. Þöyle ki: Bu cüz´îler isbatý murad olunan külliyi tazammun etmektedirler. Çokluklarý ve farklýlýklarýna raðmen onlarýn ortak bir nokta üzerinde birleþmiþ olmalarý, bu sonucu vermektedir.
[150] "Onun zýmnýnda sabit olur" demesi, konumuzun Hâtem´in cömertliði gibi bilinen manevî tevatürden olmamasmdandir. Çünkü cömertlik bir cüz´înin yani Hâtem´in vasfýdýr. Onun cömertliði ile ilgili nakledilen her özel olay doðrudan onda bulunan bu vasfý isbat þeklinde kendisini gösterir. Cüziyyâtýn istikrasý sonucunda umumun ya da küllinin ispatý ise böyle deðildir; her cüz´î doðrudan âmmýn umumunu isbat edici deðildir ki onlarýn tümünden bilinen anlamda manevî tevatür doðsun. Bilakis bu âmm ve küllî mânâ, cüz´îlerin istikrasý zýmnýnda ortaya çýkar yani bu tür cüz*îlerin çokluðu ve farklýlýklarý, hükmün belli bir cüz´îye has olmadýðýný ortaya koyar. Müellifin demek istediði budur.
[151] Beyhakî´nin belirttiðine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, görenler vacip olduðunu zannederler düþüncesiyle kurban kesmezlerdi. Ýbn Abbâs, V Bilâl, Ýbn Mesûd ve Ýbn Ömer´in de ayný þekilde hareket ettikleri rivayet edilir.
[152] Ýslâm ahkâmýný iyi bilmeyenlerin, namazýn iki rekat olduðunu zannedeceklerinden endiþe ederek, yolculuk hükmüne raðmen Mina´da namazý kýsaltmadan dört rekat olarak kýldýrmýþ ve þöyle demiþtir: "Þüphesiz namazý kýsaltmak Rasûlullah´ýn (s.a.) ve iki arkadaþýnýn sünnetidir. Fakat cahil insanlar türedi, (iki rekat kýldýrdýðýmda) bunun sünnet edinilmesinden korktum" (Ç)
[153] Bakara 2/104.
[154] En´âm 6/108.
[155] Hadisin devamý þöyledir: "Kiþi anne ve babasýna söver mi Yâ Rasûlal-lah!" dediler. Hz. Peygamber (s.a.) þöyle cevap verir: "Evet, birinin babasýna söuer; o da onun babasýna söver; onun annesine söver, o da onun annesine söver" (Müslim, Ýman, 145 ; Tirmizî, Birr, 4 ; Ahmed, 2/164, 195, 214, 216).
[156] Mahiyetler azalýp eksilmezler. Dolayýsýyla akliyyâtta, cüziyyâtýn hep ayný hükme dahil olmalarý gerekir. Ýki mümasil, zâti sýfatlarýn tümünde müþterek olurlar ve bu sýfatlar o þeyi kendileriyle niteleme sýrasýnda zâtýn ötesinde ziyade bir mânâya ihtiyaç göstermezler. Meselâ insana nisbetle insanlýk, hakikatlýk, þeylik sýfatlan gibi. Bunlara tekabül eden bir de manevî sýfatlar vardýr. Bunlar, kendileriyle birþeyin nitelenmesi sýrasýnda, o þeyin zatýna nisbetîe ek bir mânânýn göz önünde bulundurulmasýna ihtiyaç gösterir; meselâ cisim için bir yer tutmakta olmasý (tahayyüz) ve sonradan var olmasý (hudûs) gibi. Mümasil olan iki þeyin, vacip, mümkin ve mümtenî olan her özellikte müþterek olmalarý gerekir. Ýkisinden birine verilen her hüküm, mümaseleti gerektiren her konuda diðerine de ayný þekilde verilir. Bunun dýþýnda kalan ve hakikat üzerine zâid bulunan haricî vücûda tâbi olan hususlara gelince, bunlarda mümasil olan iki þeyin farklýlýk göstermeleri caizdir. Meselâ Zeyd´in uzun ve cahil olduðuna hükmedilirken, Amr´m kýsa ve âlim olduðuna hükmedilebilir. Ýkinci itirazda "Hususîlik, bir ya da daha fazla konuda âmm olan mânâda bulunmayan bir ayrýcalýðýn olmasýný gerektirir" derken bu husus kastedilmektedir. Bu, akliyyât konusunda hususî özellikler bulundurabilen haricî vücûda nisbetle geçerlidir.
[157] Bu üçüncüsü, aslýnda ilk iki yönden ayrý þeyler deðildir; aksine daha önce geçen "Bunlar (yani vaz´î mesâil), ihtiyar esasýna uygun olarak konulmuþtur; ihtiyara göre ise birþey ile benzeri arasýný ayýrmak, birþey ile zýddýný ve çeliþenini bir arada cem etmek sahihtir" þeklindeki sözünün açýklanmasýna ve geniþletilmesine yöneliktir. Burada eðer; daha önce geçenler caizliðini gösterirken bu üçüncü bilfiil vuku bulduðunu göstermekte ve örnekler vermektedir, denilecek olursa, doðrudur ancak yine de \yeni birþey getirmemektedir ve bu örnekleri birinci için vererek onunla birleþtirebilir, deriz. Cevaplar farklý olduðu için ayrý bir yön olarak koymuþ olabileceði de söylenebilir. Nitekim müellif de buna iþarette bulunmuþtur.
[158] Ý´lâmu´l-muvakkýîn´in ikinci cildinde burada zikredilecek olanlarýn çoðu hakkýnda doyurucu cevaplar vardýr.
[159] Yani maddî pislikleri ve onlarýn eserlerini su gibi giderici bir özellik taþýmadýðý halde.
[160] Muhsanhk, meþru evlilik içerisinde yapýlan iliþki sonrasýnda kazanýlan bir sýfattýr. Zina olayýnda recinin uygulanmasý için bir þart olarak aranýlýr. (Ç)
[161] Cariyenin avret mahalli, hür kadýnlardan farklý olarak erkeklerinki gibidir.(Ç)
[162] Kadýnýn rahminde çocuk olup olmadýðýnýn anlaþýlmasý için beklenmesi.
(Ç)
[163] Kýsas cezasý maktulün velileri tarafýndan affedilse bile, katil bu fiiliyle toplum güvenliðini ihlal ettiði için devlet baþkaný tarafýndan ayrýca cezaya çarptýrýlýr. <Ç)
[164] Yani bu gibi þeyler her ikisi için de uygun iken sadece erkeklere has kýlýnmýþtýr. Halbuki olmasý gereken bunlarda erkeklerle kadýnlarýn eþit tutulup ayrýcalýk tanýnmamasý idi.
[165] Hadiste, henüz yemek yememiþ erkek sabinin bir kiþinin kucaðýna akýtmasý durumunda sidiði üzerine su dökülmekle yetinileceði; ayný þeyi kýz çocuðunun yapmasý durumunda ise yýkanacaðý belirtilir, {bkz. Ebû Dâvûd, 1/102) (Ç)
[166] Meselâ cumanýn farz olmayýþý gibi.
[167] Geriye itiraz sadedinde ileri sürülen "Vaz´î mesâil ise böyle deðildir. Çünkü bunlar aklî meseleler gibi konulmamýþtýr. Aksi takdirde o da bizzat onlar gibi olurdu ve vaz´î olmazdý...." sözüne cevap kalýyor. Bu, herhangi bir delile dayanmayan kuru bir iddia olduðu için, müellif ona cevap verme ihtiyacýný duymamýþtýr. Çünkü birþeyin, bir baþka þeye herhangi bir konuda benzer olmasý, onlarýn ayný kýsýmdan olmalarýný gerek-tiremez. Eðer o þey, aklî ise aklî olmada, þer´î ise þer´î olmada devam eder.
[168] Geriye itiraz sýrasýnda ileri sürülen "Delilin bulunmasý halinde ise, âmm hükmün elde edilmesi için o cüz´îlere sarýlmanýn bir mânâsý kaimaz. Zira o delilin umum sîgasý, böylesi uzun yorucu bir iþten müstaðni kýlacaktýr." sözünün cevabý kalýyor. Müellif buna da cevap vermeye ihtiyaç duymamýþtýr. Çünkü bu delilin illâ da âmm lafzî bir delil olmasý gerekmez. Daha önce sözü edilen cüz´îlerin istikraya tâbi tutulmasý yolu ile elde edilmiþ bir delil de olabilir. Bu ise âmm bir lafýz içermeyen bir delildir.
[169] Bakara 2/108.
[170] Bakara 2/65.
[171] Daha önce geçmiþti [1/289].
[172] Tirmizî, Þehâdet, 2.
[173] Ümmüveled, efendisinden çocuk doðuran cariye demektir. (Ç)
[174] Hadis daha Önce geçmiþti [1/296]. Ümmü Muhabbet, kendisine ait bir cariyeyi Zeyd´e veresiye sekizyüz dirheme satmýþ, sonra ondan altýyüz dirheme peþin olarak geri almýþtý. Cariye aynen kendi mülkünde kaldýðý için, sonuç altýyüz dirhemin veresiye sekizyüz dirheme satýlmasý þekline dönüþmüþtü.
[175] Bu da dolayýsýyla onun sedd-i zerâi´ ilkesini benimsemiþ olduðunu gösterir.
[176] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/277-285
[177] Yani ibâdetler, muamelât, evlilik hukuku gibi çeþitli alanlarda kullanýlýr ve tekrarlanýrsa.
[178] Ýsrâ 17/15.
[179] Meselâ diyetin âkile üzerine konulmasýný gerektiren deliller gibi. Bu âyet için sözü edilen þeylerin aynýsý, "Ýnsan için ancak çalýþtýðýnýn karþýlýðý vardýr" (53/39) âyeti için de vâriddir. ölü adýna hacc yapýlabileciðini, onun adýna oruç tutulabileciðini gösteren deliller bu esas karþýsýnda tevil edilir. Bu konuda "ameller ve ibâdetler konusunda niyabet" bahsinde söz edilmiþti.
[180] Daha önce geçmiþti [2/46].
[181] Meselâ burada söz konusu olan, nakledilen icmâ ile, birinci kýsma ait olan bu kaide arasýnda olduðu gibi.
[182] Müellif bununla Sayrafi´nin muhalefetine iþaret etmek istiyor. Ýmâmul-Harameyn onun bu muhalefeti hakkýnda: "O itiraz aklý baþýnda birinden çýkmýþ sayýlmaz. O, sadece kalýn kafalýlýktan ve inattan çýkmýþ bir sözdür" demiþtir.
[183] Yani bu durumda araþtýrma yapmak abes olur.
[184] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/285-289