> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Umum ve Hass
Sayfa: [1]   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Umum ve Hass  (Okunma Sayısı 2026 defa)
29 Eylül 2010, 00:55:42
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 29 Eylül 2010, 00:55:42 »



Umum ve Hass

UMUM VE HUSUS (ÂMM VE HÂSS)

Burada umum ve husustan maksadın ne olduğunu açıklamak için kısa bir giriş yapmak gerekmektedir. Burada umumdan mak­sat, (lafzı değil) manevî olan umumdur; kendisi için özel bir lâfzın olup olmaması farketmemektedir. Meselâ namaz ve benzeri diğer vaciplerden birinin vücubu ya da zulüm ve benzeri bir kötülüğün haramlığı konusunda "O âmmdır" dediğimiz zaman, bunun mânâsı "O, umumî bir lafız içersin içermesin bir delil ile mutlak surette ve umumîlik üzere sabittir" demektir. Bu, kullanılan delil­lerin istikrâî (tümevarıma dayalı) deliller olması esasına mebnîdir. Bu tür deliller, istikraya tâbi tutulan delillerin tümünden çıkarılan ortak netice olmaları hasebiyle kesin hüküm ifade ederler. Nitekim mukaddimeler bahsinde bu konu geçmişti. Husus ise, umumun ak­sinedir. Bu bölümde değerlendirmelerimizin esasını teşkil edecek ıstılah anlaşıldığına göre, konu ile ilgili meselelere geçebiliriz:

BİRİNCİ MESELE:

Umumî ya da mutlak[1] bir kaide sabit olduktan sonra, kadıyye-tu´l-ayn (ç. kadâyâ a´yân[2]) tabir edilen özel uygulamaların ve nak­ledilen davranışların (hikâyâtu´l-ahuâl[3]) o kaideye ters düşmesi, onun umumîliğine ya da mutlaklığına etki etmez. Buna aşağıdaki hususlar delâlet eder:

1.

Kaide bilfarz kesin olduğuna hükmedilen birşeydir. Çünkü biz kesin ve küllî olan esaslar hakkında konuşuyoruz. Kadâyâ a´yân denilen özel uygulamalar ise zannî ya da vehmî şeylerdir. Zannî olan birşeyin, katî olan birşey karşısında durması ve ona tearuz teşkil etmesi mümkün değildir.

2.

Kaidenin tevile ihtimali yoktur; çünkü kesin delillere dayalıdır. Kadâyâ a´yân ise çeşitli yorumlara açıktır; mümkündür ki zahiri üzere olmayabilir veya zahiri üzere olsa bile o esastan müstesna kılınmış[4] olabilir. Bu durumda, böyle birşeyin kendisine ters düşer gözükmesi sebebiyle kaidenin küllîliği iptal edilemez.

3.

Kadâyâ a´yân cüz´îdir; bidüziyelik (muttaritlik) arzeden kaide­ler ise küllî esaslardan olmaktadır. Cüz´îlerin, küllî esasları orta­dan kaldıracak gücü yoktur. Bu yüzdendir ki, küllî esasların hü­kümleri cüziyyâtta kendilerinde küllî esasın hikmeti husûsî ola­rak ortaya çıkmasa bile carî olmaya devam eder. Konfor içerisin­de olan bir hükümdarın yolculuk yapması örneğinde olduğu gibi. Keza hususi olarak kendisine yetmeyen bir nisaba sahip olan kim­senin durumu ile, nisaba malik olmadığı halde, elinde olan mikta­rın kendisi için yeterli olduğu kimsenin durumu gibi.[5]

4.

Eğer kadâyâ a´yân genel kaideyle tearuz halinde olacaksa, bu durumda; tearuz mahallinde ya her ikisi ile birlikte amel edilecek ya da her ikisi birden ihmal edilecektir. Ya da biri ile amel edilecek diğeri terkedilecektir. Her ikisi ile birlikte amel edilmesi bâtıldır[6];ikisinin birden ihmali de aynı şekilde bâtıldır. Çünkü her ikisiyle amel etme durumunda zannî ile kat´î arasında muarazamn olduğu­nu kabul etmek[7] anlamı vardır; küllinin bırakılıp cüz´înin amel etti­rilmesi halinde, cüz´înin küllî üzerine tercihi söz konusudur. Bu ise kaidenin aksine bir durumdur. Bu durumda geriye sadece dördün­cü yön kalmaktadır ki, o da cüz´înin bırakılıp küllî ile amel edilme­sidir. Ulaşılmak istenen sonuç da budur.

İtiraz: Bu usûlcülerin ortaya koyduğu tahsis ve takyid bahsi dikkate alındığı zaman problem görünür. Çünkü onlara göre umu­mun tahsisi ve mutlakın takyidi haber-i vâhid gibi zannî delillerle bile caiz olmaktadır. Zikredilen konu da buna girer. Bu durumda ya usûlcülerin dedikleri asılsızdır; ya da ileri sürülen bu kaide bâtıl­dır. Usûlcülerin ortaya koydukları sahih olduğuna göre, bu kaide­nin bâtıl olması gerekir.

Cevap: Bu itiraza iki yönden cevap verilecektir:

Birincisi[8] İleri sürülen bu itirazın konumuzla hiçbir ilgisi yok­tur. Çünkü konumuz, cüz´înin küllî ile tearuz halinde olduğunun samlısı fakat aslında öyle olmayışı hakkındadır. Zira kaide eğer küllî ise, sonra husûsî birşey ve özel bir uygulama (kadıyyetu´1-ayn) hakkında, zahiren sadece o özel uygulama hakkında tearuzu gerek­tiren birşey gelmişse fakat o şeyin küllî kaideye muhalif değil mu­vafık olabilecek şekilde değerlendirilebilirle imkânı da varsa, o za­man bu ikisi arasında bir tearuz olmaz ve bir problemden de bahse­dilemez. Bu durumda (zahiren tearuz halinde gözüken o delil) tevil-ciler için ya yorum mahalli [9] olur, ya da eğer cüz´î ile ilgili delilin terki ve ihmalini gerektiren birşeyse umumun itibara alınması[10]mahalli olur. Nitekim meselâ[11] bizim için tenzih[12] esası külli ve aram olarak sabit olmuştur. Sonra bir yer gelmiş ki, ilgili delil zahiren o konuda teşbihi gerektiriyor; fakat bu, tenzih esasının doğrultusunda zahir mânânın dışında başka bir mânânın da murad edilmiş olabileciği ihtimaliyle oluyor. İşte böyle bir durumda bu özel nass vb. sabit bulunan küllî esasa zarar vermez. Keza, biz pey­gamberlerin masum olduklarını sabit bir esas olarak bilmekteyiz. Buna rağmen: "İbrahim sadece üç yalan söyledi..[13]vb. gi­bi haberlerin gelmesi, bu özel içerikli haberler genel kaideyi ihlâl etmeyecek şekilde yorulabildiklerinden esasa zarar vermez. Aminin tahsisine gelince, o tamamen başka birşeydir. Çünkü orada tahsis, tahsis delilinin (muhassıs) tevili mümkün olmayacak ve başka ihtimaller içermeyecek şekilde zahirinin murad olduğu esası üzerine kuruludur. Bu durumda tahsis delili usûlcülerin dedikle­ri gibi dikkate alınır ve onun- gereği ile amel edilir. Dolayısıyla ileri sürülen itirazla konumuzun ilgisi yoktur.

Fasıl:

Bu konu, cüziyyâttan ve kadâyâ a´yândan[14]olan şeylerin tea­ruzu halinde küllî eesaslara tutunan kimselere nisbetle faydası bü­yük bir konudur.[15] Çünkü böyle bir durumda külliye yapıştığı za­man, cüz´î hakkında onu çeşitli şekillerde yormak konusunda tercih hakkı olur. Cüz´îye tutunması halinde ise, küllî üzerinde herhangi bir tercih hakkı olmaz[16] ve o kişi hakkında tearuz söz konusu olur, böylece çıkmazlar yumağı onu uzak uçurumlara atar. Dinden sap­maların ve sapıklıkların temeli işte bu noktadır. Çünkü sapıklık, müteşâbihâta tutunmak ve muhkem olan kat´î esaslar hakkında şüpheye düşmek demektir. Tevfik, ancak Allah´tandır.

Bu meselenin faydalarından biri de, küllî esaslara yapışan kimsenin tartışma esnasında karşı taraftan kolayca sıyrılması ve fitneyi körüklemek isteyen kimselere fırsat vermemesidir. Bunun Örneğini bazı ilim meclislerinde vuku bulan şu olayı verebiliriz: Gır-nata´ya Afrikalı taşkınlardan biri gelmiş ve peygamberlerin ma­sumluğu konusunda Musa´nın kıptîyi öldürmesini bir çık­maz olarak ileri sürmüş ve Kur´ân´ın zahir ifadesinin ondan güna­hın sadır olduğunu ortaya koyduğunu, çünkü Kur´ân´da onun ağ­zından: "Bu şeytanın işidir"; "Rabbim! Doğrusu kendime zulmet­tim"[17] buyurulduğumı söylemiş, olayı anlatan âyetin bazı lafızları­na tutunmuş ve yapılan tevillerin âyetlerin zahirlerinden çıkarıl­ması olduğunu ileri sürmüş. Böyle bir yaklaşım doğru olamaz ve bu gibi tartışmalar belki de*belli bir nokta üzerinde anlaşmaya ulaş-maksızın biter. Bu arkadaşlardan biriyle müzakere ettiğim bir ko­nuydu: (Ona şöyle izah ettim:) Mesele aslında basittir; yeter ki ilgili asla irca edilsin. Bu asıl, peygamberlerin masumiyetidir. O kişiye şöyle denir: Peygamberler, ehl-i sünnetin icmâı ile büyük gü­nah işlemekten masumdurlar. Küçük günahlardan da ihtilaflı ol­makla birlikte yine masum bulunmaktadırlar. Bu konuyla ilgili de­liller Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Bu durumda, Hz. Mu­sa´nın yaptığı bu fiilin büyük günah (kebîre) olması muhaldir. Eğer peygamberlerin aynı zamanda küçük günahlardan da masum ol­dukları kabul edilecek olursa ki sahih olan budur o zaman bu fiilin küçük günah olması da imkânsızdır. Şu halde onun yaptığı bu fiilin, kendisi hakkında bir günah olmadığı sonucu taayyün et­miş olacaktır. Bu durumda o fiille ilgili, değerlendiricinin önünde peygamberliğe yakışacak ve âyetlerin zahirlerinin de ihmal edilme­yecek şekilde çeşitli tevillere açık olacaktır. Arkadaşım bu yaklaşı­mı güzel buldu ve tartışma (münazara) konusunda bunun ilmî bir yol olduğunu ve çoğu zaman münazaracının görüşünü bu esas üze­rine bina edebileceğini söyledi. Bu güzel bir yaklaşımdır. Allahu a´lem! [18]

İKİNCİ MESELE:

Şâri´in kasdı, insanların genel kaidelere raptedilmesidir.[19] Adetler konusunda ise, sünnetullah, umumî olarak değil de ekseri­yet üzere cereyan etmektedir. Şeriat da, bu vaziyetin gereği üzere konulmuştur. Bunun sonucunda, dikkate alınacak hususlardan biri de, kaideleri âdetlerle ilgili umumîlik esası üzere icra etmek, hiçbir cüz´î hakkında farklılık göstermeyen küllî umumîlik üzere yürüme­mek olacaktır.

Şeriatın sözü edilen konumda olduğu açıktır. Dikkat edilecek olursa yükümlülüklerin konması umumîlik üzeredir ve buna alâ­met olarak bulûğ (ergenlik) kılınmıştır. Bulûğ, yükümlülüğe esas olan aklın mazinnesi yani her zaman ve herkes için öyle olma­makla birlikte genelde bulunduğu zaman aklın da bulunacağı bir dönemdir. Bu tam anlamda küllî olarak bidüziyelik (ıttırâd) ve in´ikâs[20] göstermez; zira bulûğdan önce aklı tamamlanan kimse bu­lunabilir; bulûğa erdiği halde aklı hâlâ tamamlanmayan kimse de olabilir. Ancak galip hal, bulûğ ile birlikte aklın da bulunmasıdır. Aynı şekilde Sâri´ Teâlâ, oruç tutmama ve namazı kısaltma ruhsat hükümlerini meşakkat illetinden (hikmet) dolayı sefere bağlamıştır. Oysa ki, meşakkat bazen sefer esnasında bulunmayabilir; aksi de olur ve sefer bulunmadan da meşakkat bulunabilir. Bu gibi du­rumlarda Sâri´ Teâlâ nâdirattan olan bu hallere riayet etmemiş ve kaideyi galip hal üzere yürür kılmıştır. Zenginlik sınırının nisâb ile belirlenmesi, h...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Umum ve Hass
« Posted on: 25 Nisan 2024, 06:33:32 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Umum ve Hass rüya tabiri,Umum ve Hass mekke canlı, Umum ve Hass kabe canlı yayın, Umum ve Hass Üç boyutlu kuran oku Umum ve Hass kuran ı kerim, Umum ve Hass peygamber kıssaları,Umum ve Hass ilitam ders soruları, Umum ve Hassönlisans arapça,
Logged
29 Eylül 2010, 00:57:36
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Eylül 2010, 00:57:36 »

BEŞİNCİ MESELE:

Meselenin sıhhatini gösteren deliller yukarıda geçen deliller­dir.[133] Mesele, her ne kadar bir yönden ihtilaflı bir konu ise de, doğrusu, onun da azimetle ruhsat arasındaki ilişki üzerine cereyan et­mesidir. Meseleyi iki konu olarak vaz* edelim:

1.

Birincisi[134], mükelleften hatanın vukubulması ve bunun sonu­cunda haram olan birşeyi işlemesi, sonra o şeyin nass, icmâ ya da başka bir yolla haram olduğunun ortaya çıkması. Meselâ helâl zan­nıyla sarhoşluk verici bir içkiyi içen, kendi malı zannıyla yetim ya da bir başkasına ait malı yiyen, kâfir zannıyla bir müslümanı öldü­ren, kendi helâli zannıyla yabancı bir kadınla yatan vb. örneklerin­de olduğu gibi. Bu şeylerin haram kılınmasına esas olan mefsedet-ler ya bilfiil vâkidir ya da beklenti halindedir. Çünkü sarhoşluk ve­ren içkiyi içen, aklını yitirir ve içki onu ALLAH´ı anmaktan ve namaz kılmaktan ahkoyar; yetim malını yemek, o zavallının zarar görmesi ve yoksul düşmesine sebep olur. Müslümanı öldüren (haksız) bir kan akıtmıştır ve onun bu fiili: "Kim onu öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş olur"[135]âyetinin kapsamına girer. Yabancı ka­dınla ilişki kuran kimse, kendi suyundan yaratılmış olan nesebin karıştırılmasına sebep olur. Bu durumda, acaba bu şeyler hakkın­da: "ALLAH Teâîâ, bunlara izin vermiş veya onları emretmiştir" de­mek caiz olur mu Hayır! Bu gibi durumlar karşısında denilecek olan şudur: ALLAH Teâlâ hatalı olan kimseyi mazur görür, ondan güçlüğü ve bu yüzden girmesi gereken günahı kaldırır, ortaya çıkan mefsedeti mümkün mertebe gidermeye yönelik telafi edici hüküm­ler koyar[136]; meselâ mâlî konularda tazmin ettirme, öldürmede diyet ödeme ve keffâret olarak da bir köle azad etme, cinsî ilişki du­rumunda mehir ödeme ve doğacak çocuğun nesebini kendisine kat­ma gibi. Şu âyetle de bu görüşe delâlet eder: "De ki: ALLAH, çirkin şeyleri emretmez[137]"ALLAH şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakın­lara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasak eder"[138] Şu kadar var ki, hata mazereti, haramlık üzerine gereke­cek günah hükmünü ortadan kaldırır.

2.

İkincisi, hâkimin hükmünde hata etmesi konusudur. Hâkim ya delildeki ya da şâhitlerdeki hata yüzünden yanılıp, malı sahibi ol­mayana teslim etse veya zevceyi kocası olmayana verse veyahut suçluyu bırakıp suçsuzu cezalandırsa ya da masum bir insanı öldürse vb. durum ne olur ALLAH Teâlâ: "O halde, aralarında Al­lah´ın indirdiği ile hükmet.[139] "Sizden iki âdil kişiyi şahit tu­tun.[140] buyurmaktadır. Şimdi hâkim hata sonucunda ALLAH´ın in­dirdiği ile hükmetmemesi halinde, onun hakkında "O bununla me­murdur" denilebilir mi Keza yalancı iki şahit getirilmişse, "Hâkim, onları kabul etmek ve şahit göstermekle memurdur" demek doğru olabilir mi[141]Böyle birşey, hükümlerde bizce ALLAH´ın bir lütfü ola­rak, Mutezile´ye nazaran da vücûben gözetilen maslahatlar prensi­bine göre asla caiz olamaz. Şu kadar var ki, bu gibi durumlarda hâkim, hükme isabet edemediği için mazurdur. Konu ile ilgili ör­nekler çoktur.

Şayet yukarıda sayılan fiileri işleyen ya da sözü edilen hâkim­lerin, hata ettiği şeyler hakkında memur ya da mezun (izinli) olsa­lardı, o zaman hataları ortaya çıktığı zaman o yaptıklarını telafi et­mekle emrolunmaları, delillerin gereğinin aksine birşey olurdu. Zi­ra emirler ya da izinler arasında şöyle ya da böyle bir fark yoktur. Hepsi de aynı şekilde emir ya da izindir; zira hepsi de baştan öyle konulmuştur (ibtidâî). Hal böyle iken, diğerlerinde değil de, sadece bunlarda emrin gereği yapıldıktan sonra dönülüp o şeyi telafi edici başka şeylerin yapılması izah edilemeyecek birşeydir. Bu, masla­hatların dikkate alınmış olması ilkesinin gereğine ters düşer.

Şimdi bir kimse kalksa, bu görüşü kabul etse, mahza taabbudî-lik esası üzerinden yürüse ve bunu da şöyle izah etse: Yükümlülük konusunda güçlük (haraç) kaldırılmıştır.[142] Mutlak hakikati elde etmek zordur veya güç yetmeyecek birşeyle yükümlü kılmaktır. İn­san ancak kendi görüşüne göre doğru bildiği şey ile sorumlu tutu­lur. Bu kişi de hakikati Öyle sanmaktadır. Dolayısıyla o şey, onun için emrolunmuş, ya da kendisine izin verilmiş birşey olur. Daha sonra söz konusu olan telafi emri ise, yeni bir hitapla ortaya konan ikinci bir emirdir.

Bu görüş, şeriatın ruhunu kavrayamamış, tamamen sathî bir anlayış üzerine kuruludur. Emir ve Nehiy bahsinde buna dair izah yapılmıştı. Eğer bu, birçok örneğin kendisine vurulduğu bir mesele olmasaydı, ona hiç temas etmemek daha uygun olurdu. Çünkü bu, hemen hemen üzerine herhangi bir fıkhî fayda bina edilmeyen bir meseledir.[143] [144]

ALTINCI MESELE:

Umum, sadece âmm lafızlar yönünden sabit olmaz. Aksine onun sübutu için iki yol vardır:

a) Vârid olan (âmin) lafızlar (sîga). Usûlcülerin sözlerinde yay­gın olan da budur.

b) İstikra yoluyla zihinde küllî ve âmm bir sonucun oluşması. İstikra sonucunda elde edilen bu sonuç, hüküm konusunda lafızdan elde edilen umum yerine konulur. Bu ikinci yolun sıhhatine aşağıdaki hususlar delâlet eder:

1.

İstikranın mahiyeti bunu gerektirir. Çünkü istikra, söz konu­su mânânın cüziyyâtını araştırmak, onları teker teker elden geçir­mek ve onlar yoluyla kat´î[145] ya da zannî[146] âmm bir hükme ulaş­mak demektir. Bu, hem aklî hem de şer´î ilimlere mensup otoriteler tarafından kabul edilmiş bir yoldur. İstikra tam olarak gerçekleşti­ği zaman, takdir edilebilen her cüz hakkında[147] artık onun hükmü ile mutlak olarak hükümde bulunulur. Burada kastedilen umum­dan maksat işte budur.

2.

Manevî tevatürün anlamı da zaten budur. Meselâ, Hâtem´in cömertliğini ele alalım: Bu kayıtsız mutlak ve tahsis edilmek sizin ânım olarak sabit olmuştur. Bu sonuç, onun hakkında muhtelif şe­killerde ve farklı zamanlarda cereyan eden, fakat hepsi de onun cö­mertliğine delâlet eden sayısız pek çok özel olayın nakli sonucunda ortaya çıkmıştır. Bütün bu nakiller sonucunda muhatapta küllî bir mânâ ki onun cömertliği oluyor oluşmakta ve bunun sonucun­da o, sözkomısu küllî mânâyı Hâtenı üzerine yüklemektedir. Vaka­ların özel mahiyetli olması, böyle bir sonucu doğurmaya mani değil­dir. Aynı şekilde meselâ "dinde zorluk yoktur" esası konusunda âmm bir lafzın bulunmadığını farzetsek; buna rağmen biz bu sonu­cu özel mahiyette olan, yönleri farklı bulunan, fakat hep güçlüğün kaldırılmış olması esasına dayanan pek çok olaydan çıkarabiliriz: Meselâ; teyemmüm, su bulunmadığı zaman ortaya çıkacak meşak­katten dolayı meşru kılınmıştır. Oturarak namaz kılmak, ayakta durarak namaz kılma durumunda ortaya çıkacak meşakkat yüzün­den kolaylık olsun diye kabul edilmiştir. Yolculuk sırasında namaz­ların kısaltılması ve oruç tutulmaması; yolculuk, hastalık ve yağ­mur gibi hallerde namazın cem edilmesi, cana ya da organ itlafine sebebiyet verecek ikrah (zor kullanma) durumunda küfür kelimesi­nin söylenmesine müsade edilmesi; en büyük meşakkat demek olan çaresiz kalma durumunda öleceğinden korkuyorsa murdar hayvan eti vb. gibi haram şeylerin mubah kılınması[148] kıblenin tayin edile­memesi halinde herhangi bir yöne doğru namazın kılınması; çıkar-nıa meşakkati ve doğacak zararın kaldırılması için mest ve sargı üzerine meshedilmesi; toz ve duman gibi kaçınması mümkün olma­yan şeylerin orucu bozmaması... ve buna benzer daha pek çok cüziyyât hep meşakkatin giderilmesi için konulmuştur. İşte bunla­rın tümünden, Şâri´in güçlük ve meşakkatin kaldırılmış olmasına yönelik bir kasdının bulunduğu sonucu çıkar. Bundan sonra da biz, artık her konuda mutlak olarak güçlüğün kaldırılmış olduğuna hükmederiz. Bunu yaparken istikra ile amel[149] etmiş oluyoruz ve onu sanki âmm bir lafızmış gibi kabul ediyoruz. Manevî tevatürün itibara alınması sabit olduğuna göre, onun zımnında[150] konumuz da sabit olur.

3.

Sedd-i zerâi* kaidesi. Selef, bu kaide ile bu mânâ yüzünden amel etmişlerdir. Meselâ, kudretleri olduğu halde kurban kesmeyi terketmişlerdir.[151] Hz. Osman, hacc esnasında insanlara namaz kıl­dırırken kısaltmadan tam olarak kıldırmış[152], beraberinde olan as-hab da onun sedd-i zerâi´ kabilinden olan mazeretini makbul görmüş ve yaptığını tasvip etmişlerdir. Buna benzer daha başka ör­nekler de böyledir. Halbuki, sedd-i zerâi´ konusunda varid olan nasslar küllî olmayıp husûsî olaylarla ilgilidir. Meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber´e: (Bizi gözet anlamına ´çobanımız´ anlamında da kullanilabilecek) ´Râınâ´ demeyin..."[153] "ALLAH´tan başka yal-vardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aşırı gidip ALLAH´a sövmesinler"[154] Hadiste de şöyle buyurulur: "En büyük günahlar­dan biri de kişinin kendi anne ve babasına sövmesidir"[155] Nasslar-la belirtilen bu konular husûsî durumlar olup, selefin hükümde bu­lundukları konularla ancak sedd-i zerâi´ mânâsında birleşirler. O, zikredilenler hakkında problemsiz delil olmaktadır.

İtiraz: Cüz´î olaylardan küllî mânâlar çıkarmak çeşitli açılar­dan açık değildir:

1.

Böyle birşey ancak aklî konularda (akliyyât) geçerli olabilir; şer´î mesâilde geçerli olamaz. Çünkü aklî mânâlar, terkip kabul et­meyecek basitlikte[156], farklılık göstermeyecek benzerlikte olurlar. Akıl, bu gibi konularda, ister görünürde olsun ister olmasın birşeye onun benzerinin hükmünü verir; çünkü onun aksini farzetmek akla göre muhaldir. Vaz´î meseleler ise böyle değildir. Çünkü bunlar aklî [30li meseleler gibi konulmamıştır. Aksi takdirde o da bizzat onlar gibi olurdu ve vaz´î olmazdı. Bu ise, böylesi bir ayırımı ortadan kaldır. Vaz´î hükümler, aklî meselelerin konulusu gibi konulmadığına gö­re, ihtiyar (tercih) esasına uygun olarak konulmuş olduğu taayyün edecektir; ihtiyara göre ise birşey ile benzeri arasını ayırmak, bir­şey ile zıddını ve çelişenini bir arada cem etmek sahihtir. Bu du­rumda cüz´î şer´î meselelerin istikrası sonucunda onla...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 00:58:50 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:59:17
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Eylül 2010, 00:59:17 »

[141] Müellif, hayır aksine bu, kendisine yasaklanmıştır demek istiyor. Ancak bu görüş, müctehidin hata ettiği zaman bir, isabet ettiği zaman iki ecir alacağına dair ulemâ arasındaki ittifak sebebiyle bir problem ortaya çı­karır. Her müctehide göre ister müfti, ister kadı durumunda olsun bu husus aynıdır. Bir kimse kendisine yasak edilen bîrşey sebebiyle se­vap alabilir mi Niçin "Mükellef, kendi nazarı ve içtihadına göre onunla memurdur ve o ancak bu kadarı ile yükümlü olabilir; o hiçbir zaman tah­kik üzere onunla memur değildir, o yüzden de ifsad ettiği şeyi telafi et­mek için yeni bir emir gelmiştir" denilmiyor "Emirler arasında fark yok­tur..." sözü doğru değildir; bilakis fark açıktır ve bizzat hükümlerin mas­lahatlar üzerine bina edilmesi ilkesi bunu gerektirir. Çünkü fiili işleyen ve hâkim için yükümlülük, kendi gücü dahilinde olan ve doğru zannettiği şeydir. Zanmnm hata olduğu ortaya çıkar ve bundan bir fesad ya da bir başkasına zulüm doğarsa, bu zulmün izalesi için yeni bir yü­kümlülük gelir ve bu, maslahatlara itibar etme ve hükümlerin onlar üze­rine bina edilmesi kabilinden olur. Bu konuda, af mertebesi ya da her olay hakkında Allah´a ait bir hüküm bulunması gerekmez esası üzerin­den yürünecek olsaydı, durum daha açık olurdu

[142] Bu da maslahatın dikkate alınmasından başka birşey değildir. Bu du­rumda onun mahza taabbudîlik esası üzerine câri olduğunu söylemek su götürür

[143] Müellif, Mukaddimeler´de pratik bir değeri olmayan konulara girmenin ilmi bir değeri olmadığını belirtmişti. Buna rağmen o, bu konuyu Hü­kümler bölümünde "af mertebesi" adı altında genişçe ele almıştı. Burada ise, mücerred tahsis ile olan münasebetinden dolayı ister ondan sayıl­sın, ister sayılmasın sadece temas etmekle yetinmiştir.

[144] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/274-277

[145] Yani tam olarak yapılması halinde.

[146] Yani, cüziyyâtın büyük çoğunluğuna uygulanmışsa.

[147] Yani hakkında bir nass olmasa bile. Tabiî bu durumda hükmün zannî türünden olacağı açıktır

[148] Mubah kılınmasından maksat izindir. Öleceğinden korkmasından kaste­dilen de daha genel anlamda meşakkattir. Gerçek ölüm tehlikesinin ol­duğu zaman ise haram olan şeyin yenmesi mubah değil vacip olur.

[149] Müellif, görüldüğü gibi birinci delil ile ikinci delilin sonucunu birleştir­miştir. Çünkü istikrayı manevî tevatürün isbatı için bir yol olarak kul­lanmıştır. Şöyle ki: Bu cüz´îler isbatı murad olunan külliyi tazammun et­mektedirler. Çoklukları ve farklılıklarına rağmen onların ortak bir nokta üzerinde birleşmiş olmaları, bu sonucu vermektedir.

[150] "Onun zımnında sabit olur" demesi, konumuzun Hâtem´in cömertliği gibi bilinen manevî tevatürden olmamasmdandir. Çünkü cömertlik bir cüz´înin yani Hâtem´in vasfıdır. Onun cömertliği ile ilgili nakledilen her özel olay doğrudan onda bulunan bu vasfı isbat şeklinde kendisini göste­rir. Cüziyyâtın istikrası sonucunda umumun ya da küllinin ispatı ise böyle değildir; her cüz´î doğrudan âmmın umumunu isbat edici değildir ki onların tümünden bilinen anlamda manevî tevatür doğsun. Bilakis bu âmm ve küllî mânâ, cüz´îlerin istikrası zımnında ortaya çıkar yani bu tür cüz*îlerin çokluğu ve farklılıkları, hükmün belli bir cüz´îye has olmadığı­nı ortaya koyar. Müellifin demek istediği budur.

[151] Beyhakî´nin belirttiğine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, görenler vacip olduğunu zannederler düşüncesiyle kurban kesmezlerdi. İbn Abbâs, V Bilâl, İbn Mesûd ve İbn Ömer´in de aynı şekilde hareket ettikleri rivayet edilir.

[152] İslâm ahkâmını iyi bilmeyenlerin, namazın iki rekat olduğunu zannede­ceklerinden endişe ederek, yolculuk hükmüne rağmen Mina´da namazı kı­saltmadan dört rekat olarak kıldırmış ve şöyle demiştir: "Şüphesiz namazı kısaltmak Rasûlullah´ın (s.a.) ve iki arkadaşının sünnetidir. Fa­kat cahil insanlar türedi, (iki rekat kıldırdığımda) bunun sünnet edinil­mesinden korktum" (Ç)

[153] Bakara 2/104.

[154] En´âm 6/108.

[155] Hadisin devamı şöyledir: "Kişi anne ve babasına söver mi Yâ Rasûlal-lah!" dediler. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle cevap verir: "Evet, birinin baba­sına söuer; o da onun babasına söver; onun annesine söver, o da onun an­nesine söver" (Müslim, İman, 145 ; Tirmizî, Birr, 4 ; Ahmed, 2/164, 195, 214, 216).

[156] Mahiyetler azalıp eksilmezler. Dolayısıyla akliyyâtta, cüziyyâtın hep ay­nı hükme dahil olmaları gerekir. İki mümasil, zâti sıfatların tümünde müşterek olurlar ve bu sıfatlar o şeyi kendileriyle niteleme sırasında zâtın ötesinde ziyade bir mânâya ihtiyaç göstermezler. Meselâ insana nisbetle insanlık, hakikatlık, şeylik sıfatlan gibi. Bunlara tekabül eden bir de manevî sıfatlar vardır. Bunlar, kendileriyle birşeyin nitelenmesi sırasında, o şeyin zatına nisbetîe ek bir mânânın göz önünde bulundurulmasına ihtiyaç gösterir; meselâ cisim için bir yer tutmakta ol­ması (tahayyüz) ve sonradan var olması (hudûs) gibi. Mümasil olan iki şeyin, vacip, mümkin ve mümtenî olan her özellikte müşterek olmaları gerekir. İkisinden birine verilen her hüküm, mümaseleti gerektiren her konuda diğerine de aynı şekilde verilir. Bunun dışında kalan ve hakikat üzerine zâid bulunan haricî vücûda tâbi olan hususlara gelince, bunlar­da mümasil olan iki şeyin farklılık göstermeleri caizdir. Meselâ Zeyd´in uzun ve cahil olduğuna hükmedilirken, Amr´m kısa ve âlim olduğuna hükmedilebilir. İkinci itirazda "Hususîlik, bir ya da daha fazla konuda âmm olan mânâda bulunmayan bir ayrıcalığın olmasını gerektirir" derken bu husus kastedilmektedir. Bu, akliyyât konusunda hususî özel­likler bulundurabilen haricî vücûda nisbetle geçerlidir.

[157] Bu üçüncüsü, aslında ilk iki yönden ayrı şeyler değildir; aksine daha ön­ce geçen "Bunlar (yani vaz´î mesâil), ihtiyar esasına uygun olarak konul­muştur; ihtiyara göre ise birşey ile benzeri arasını ayırmak, birşey ile zıddını ve çelişenini bir arada cem etmek sahihtir" şeklindeki sözünün açıklanmasına ve genişletilmesine yöneliktir. Burada eğer; daha önce geçenler caizliğini gösterirken bu üçüncü bilfiil vuku bulduğunu göster­mekte ve örnekler vermektedir, denilecek olursa, doğrudur ancak yine de \yeni birşey getirmemektedir ve bu örnekleri birinci için vererek onunla birleştirebilir, deriz. Cevaplar farklı olduğu için ayrı bir yön olarak koymuş olabileceği de söylenebilir. Nitekim müellif de buna işarette bulunmuştur.

[158] İ´lâmu´l-muvakkıîn´in ikinci cildinde burada zikredilecek olanların ço­ğu hakkında doyurucu cevaplar vardır.

[159] Yani maddî pislikleri ve onların eserlerini su gibi giderici bir özellik taşı­madığı halde.

[160] Muhsanhk, meşru evlilik içerisinde yapılan ilişki sonrasında kazanılan bir sıfattır. Zina olayında recinin uygulanması için bir şart olarak aranı­lır. (Ç)

[161] Cariyenin avret mahalli, hür kadınlardan farklı olarak erkeklerinki gibidir.(Ç)

[162] Kadının rahminde çocuk olup olmadığının anlaşılması için beklenmesi.

(Ç)

[163] Kısas cezası maktulün velileri tarafından affedilse bile, katil bu fiiliyle toplum güvenliğini ihlal ettiği için devlet başkanı tarafından ayrıca ceza­ya çarptırılır. <Ç)

[164] Yani bu gibi şeyler her ikisi için de uygun iken sadece erkeklere has kılın­mıştır. Halbuki olması gereken bunlarda erkeklerle kadınların eşit tutu­lup ayrıcalık tanınmaması idi.

[165] Hadiste, henüz yemek yememiş erkek sabinin bir kişinin kucağına akıt­ması durumunda sidiği üzerine su dökülmekle yetinileceği; aynı şeyi kız çocuğunun yapması durumunda ise yıkanacağı belirtilir, {bkz. Ebû Dâvûd, 1/102) (Ç)

[166] Meselâ cumanın farz olmayışı gibi.

[167] Geriye itiraz sadedinde ileri sürülen "Vaz´î mesâil ise böyle değildir. Çünkü bunlar aklî meseleler gibi konulmamıştır. Aksi takdirde o da biz­zat onlar gibi olurdu ve vaz´î olmazdı...." sözüne cevap kalıyor. Bu, her­hangi bir delile dayanmayan kuru bir iddia olduğu için, müellif ona ce­vap verme ihtiyacını duymamıştır. Çünkü birşeyin, bir başka şeye her­hangi bir konuda benzer olması, onların aynı kısımdan olmalarını gerek-tiremez. Eğer o şey, aklî ise aklî olmada, şer´î ise şer´î olmada devam eder.

[168] Geriye itiraz sırasında ileri sürülen "Delilin bulunması halinde ise, âmm hükmün elde edilmesi için o cüz´îlere sarılmanın bir mânâsı kaimaz. Zira o delilin umum sîgası, böylesi uzun yorucu bir işten müstağni kılacak­tır." sözünün cevabı kalıyor. Müellif buna da cevap vermeye ihtiyaç duy­mamıştır. Çünkü bu delilin illâ da âmm lafzî bir delil olması gerekmez. Daha önce sözü edilen cüz´îlerin istikraya tâbi tutulması yolu ile elde edilmiş bir delil de olabilir. Bu ise âmm bir lafız içermeyen bir delildir.

[169] Bakara 2/108.

[170] Bakara 2/65.

[171] Daha önce geçmişti [1/289].

[172] Tirmizî, Şehâdet, 2.

[173] Ümmüveled, efendisinden çocuk doğuran cariye demektir. (Ç)

[174] Hadis daha Önce geçmişti [1/296]. Ümmü Muhabbet, kendisine ait bir cariyeyi Zeyd´e veresiye sekizyüz dirheme satmış, sonra ondan altıyüz dirheme peşin olarak geri almıştı. Cariye aynen kendi mülkünde kaldı­ğı için, sonuç altıyüz dirhemin veresiye sekizyüz dirheme satılması şek­line dönüşmüştü.

[175] Bu da dolayısıyla onun sedd-i zerâi´ ilkesini benimsemiş olduğunu gös­terir.

[176] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/277-285

[177] Yani ibâdetler, muamelât, evlilik hukuku gibi çeşitli alanlarda kullanı­lır ve tekrarlanırsa.

[178] İsrâ 17/15.

[179] Meselâ diyetin âkile üzerine konulmasını gerektiren deliller gibi. Bu âyet için sözü edilen şeylerin aynısı, "İnsan için ancak çalıştığının karşı­lığı vardır" (53/39) âyeti için de vâriddir. ölü adına hacc yapılabileciğini, onun adına oruç tutulabileciğini gösteren deliller bu esas karşısında tevil edilir. Bu konu...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1]   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes