El- Muvafakat - Þatibi
Pages: 1
Emir Ve Nehiy By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:31:37
Emir Ve Nehiy

Üçüncü Fasýl Emir Ve Nehiy


Konu onsekiz mesele altýnda incelenecektir.

Birinci Mesele:

Emir ve nehiy, emredende bulunan bir istek ve iradeyi[1] gerekli kýlar. Emir, emredilen þeyin istenmesi ve gerçekleþtirilmesinin ira­de edilmesi unsurunu; nehiy ise, yasak edilenin terki talebini ve onun gerçekleþtirilmemesi iradesini içerir. Bununla birlikte, emre­dilen þeyin iþlenmesi, yasaklanan þeyin de terki bir irade unsuru içerir ya da gerektirir[2]; fiil ya da terkin gerçekleþip gerçekleþme­mesi de iþte bu irade iledir.

Açýklamak gerekirse: irade (dileme), þeriatta iki anlama gelir: Birincisi: Her irade edilene yönelik kader ve yaratýlýþla ilgili iradedir (kaderi irade). Meselâ bu anlamda þöyle denir: ´ALLAH´ýn olmasýný dilediði olur. Olmamasýný dilediði de olmaz.´ Veya: ´Olma­sýný dilemediði þeyin olmasý imkansýzdýr.[3]

Ýkincisi: Emredilenin gerçekleþtirilmesi, yasak edilenin de

gerçekleþtirilmemesi isteðine taalluk eden emirle ilgili irade (emrî irade).[4]Bu çeþit irade; ALLAH, emrettiði þeyin iþlenmesini sever ve ondan hoþnud olur, anlamýna gelir. Emredilmiþ olmasý hasebiyle emrolunanýn onu yapmasýný sever ve ondan hoþnud olur. Nehiyde de durum aynýdýr; yani ALLAH, yasak edilenin terkedümesini sever ve ondan hoþnud olur.

ALLAH Teâlâ, kullarýna çeþitli emirler vermiþ ve O´nun yüce ira­desi ikinci anlamýnda olmak üzere bu emirlere taalluk etmiþtir. Çünkü emir iradeyi gerektirir. Zira emir mahiyet itibarýyla, mükel­lefi fiilin iþlenmesine ya da terkine zorlama (ilzam) anlamý taþýr. Öyle ise, bu zorlamanýn murad edilmiþ olmasý gerekir. Aksi takdir­de ne bir ilzâmden söz edilebilir ne de onun (emir) için anlaþýlabilir bir mânâ düþünülebilir. Sonra, yukarýda sözü edilen anlamda, ken­disi ile ilzam edilen þeyin gerçekleþtirilmesi murad olunmaksýzýn ilzamýn murad olunmasý mümkün deðildir. Oysa ki ALLAH tâat eh­line yardýmcý olmaktadýr ve O, ayný zamanda onlardan tâatýn vukuunu da murad etmiþ olmaktadýr. Bu durumda (tâat), birinci yani kaderi anlamýnda iradesine uygun olarak meydana gelmiþtir. Günahkârlara ise yardýmcý olmamaktadýr ve onlardan tâatýn vukuunu murad etmemiþtir. Bunun sonucunda da meydana gelen terk olmuþtur. Bu da birinci anlamda irâdesinin gereði olmaktadýr. Emir, bu birinci anlamda irâdeyi, zorunlu olarak gerektirmez. Do­layýsýyla dilemediði birþeyi emretmiþ olabilir. Dilediði birþeyi de yasaklamýþ olabilir, ikinci (yani emrî irâde) anlamýnda ise, ancak irade ettiði þeyi emreder; sadece irade etmediði þeyleri yasaklar.Ýrâde, her iki anlamda da þer´î nasslarda kullanýlmýþtýr: Birinci anlamda irâde hakkýnda Yüce ALLAH þöyle buyurmuþtur: "ALLAH ki­mi doðru yola koymak murad ederse onun kalbini Ýslâmiyet´e açar, kimi de saptýrmak murad ederse, göðe yükseliyormuþ gibi, kalbini dar ve sýkýntýlý kýlar. ALLAH böylece inanmayanlarý küfür bataklý­ðýnda býrakýr.[5] Hz. Nuh´un (as.) sözünü hikaye tarzýnda da þöyle buyuruyor: "Ancak ALLAH murad ederse onu baþýnýza getirir, siz O´nu âciz býrakamazsýnýz. ALLAH sizi azdýrmak murad ederse, ben size öðüt vermek istesem de faydasý olmaz.[6]Baþka bir âyette de þöyle buyurur: "ALLAH murad etseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardýndan birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrýlýða düþtüler, kimi inandý kimi inkâr etti. ALLAH murad etseydi birbirlerini öldürmezlerdi, lâkin ALLAH istediðini yapar. [7]Bu mânâda nasslar pek çoktur.

Ýkinci anlamda irâde hakkýnda da þöyle buyurur: "ALLAH size kolaylýk murad ederse zorluk istemez[8]"ALLAH sizi zorlamak iste­mez, ALLAH sizi arýtýp üzerinize olan nimetini tamamlamak murad eder ki þükredesiniz[9]; "ALLAH size açýklamak ve sizden öncekilerin yollarýný göstermek ve tevbenizi kabul etmek murad eder. ALLAH bi­lendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ALLAH sizin tevbenizi kabul et­mek murad eder, þehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapýklýða gitmenizi isterler, insan zayýf yaratýlmýþ olduðundan ALLAH sizden yükü hafifletmek murad eder[10] "Ey Peygamberin ev halký! Þüphe­siz ALLAH sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak murad eder.[11] Bu anlamda kullanýlan "irâde" kelimesi de ayný þekilde pek çoktur.

Fahreddin Râzî þöyle demiþtir: Mutezile bu âyeti delil olarak kullanarak, kuldan ALLAH´ýn istemediði þeylerin vâki olabileceðini söylemiþlerdir. Çün­kü meselâ hasta bir kimse tekellüfe girip orucunu tutsa, bu durumda o ALLAH´ýn murad etmediði zorluðu iþlemiþ olacaktýr. Râzî, onlara ´´Yüce Al­lah´ýn iradesi bizzat zorluðun vukuu ile ilgili deðildir, O, zorlukla emret­miþ olmayý murad etmemiþtir" þeklinde cevap vermiþtir. Ne Alûsî´de ne de Baðavî´de, bu âyetlerdeki "irâde"nin müellifin dediði gibi rýza ve mu­habbetle tefsir edildiðini de görmedim. Mutezile´nin çýkmazýný en iyi gide­recek çözüm, kelimenin sözlük anlamýnda bulunacak bir dayanaktýr. Kâmûs´da þöyle denir: "Ýrâde, meþîettir (yani dilemektir)." Þârih ise, bu mânâya herhangi bir ilavede bulunmamýþtýr. Lisânul-Arab´da ise þöyle denir: "Birþeyi irâde etti" demek, onu dilemek (meþîet) demektir. Sonra da þöyle der: "Birþeyi irâde etti" demek, onu sevdi ve onunla ilgilendi demek­tir." Bu durumda Müellifin (r.a.) muradý tamamlanmýþ olmaktadýr.

Bu iki tür irâde arasýndaki farktan gaflet yüzünden konu ile il­gili yanlýþ anlamalar olmuþtur. Bazýlarý mutlak surette emir ve ne-hiyde irâdenin bulunmadýðýný iddia etmiþlerdir.[12] Bazýlarý emredil­meyen þeylerde mutlak olarak bulunmadýðýný, emredilen þeylerde ise mutlak surette bulunduðunu söylemiþlerdir.[13]Her iki yer ara­sýndaki farký kavrayanlar ise, bu konuda herhangi bir karýþtýrma durumu içerisine düþmemiþlerdir. Emri irâde, sonuç itibarýyla teþrî iradesi[14]demektir ve bu durumda emirde irâdenin mutlak surette bulunmasý gerekecektir. Kaderî irâde ise, tekvin (yaratma) irâdesi demektir. Buna göre, bu kayýtlama sadedinde "kasýd" lafzý­nýn kullanýldýðýný ve Þâri´e izafe edildiðini görürsen bil ki, ben onunla teþrî iradesi anlamýna iþaret etmekteyim. Bu ayný zamanda teklif iradesi olmaktadýr. Usûlcülerin "tekvin irâdesi" demeleri ve bununla da ikinci mânâsý ile bu kitapta "kasýd" lafzý ile anýlacak olan þeyi kastetmeleri[15] yaygýndýr. Tabiî bu bir ýstýlah meselesidir ve ýstýlahlarda fazla katýlýk göstermenin bir anlamý yoktur. Yardým ancak ALLAH´tan istenir. [16]

Ýkinci Mesele:

Mutlak (herhangi bir kayýt taþýmayan) þeylerin emredilmiþ ol­masý, Sâri´ Teâlâ´nm onlarýn gerçekleþtirilmesine yönelik kasdý bulunduðunu gerektirir. Nitekim nehiy de, mutlak olarak yasakla­nan o þeyin gerçekleþtirilmeme sine ve terkine yönelik kasdýnýn bu­lunmasýný gerekli kýlar. Þöyle ki:

1.

Emrin mânâsý fiilin, nehyin mânâsý da terkin[17] iktizâsý (gerekli kýlýnmasý) demektir. Ýktizâ ise, talep olmaktadýr. Talep de talep edilen þeyin varlýðýný ve o þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik kasdm bulunmasýný gerekli kýlar.[18] Talebin bunun dýþýnda baþka bir mâ­nâsý yoktur.

2.

Ýkinci bir husus: Eðer kendisinde talep edilen þeyin gerçekleþti­rilmesine yönelik bir kasdm bulunmasýný gerektirmeyecek bir tale­bin varlýðý tasavvur edilebilecek olursa, o zaman emrolunan þeyin gerçekleþtirilmeme sine yönelik bir kasýt ile birlikte bir emrin; iþle-nilmesine yönelik bir kasdýn bulunmasý ile birlikte de bir nehyin gelmesi mümkün olurdu. Bu durumda da ne emir, emir olur; ne de nehiy, nehiy olurdu. Bu tam bir çeliþkidir. Dahasý emrin nehye, nehyin de emre dönüþmesi sahih olurdu. Keza iþlenmesine ya da [123] terkine yönelik herhangi bir kasýt içermeyen bir emir ya da nehyin bulunmasý mümkün olurdu ve bu durumda emredilen ya da yasak­lanýlan þey mubah ya da meskûtun anh (hakkýnda hüküm verilme­yen ve sükût geçilen) olurdu. Bütün bunlar muhal olan þeylerdir.

3.

Üçüncü bir nokta daha var: Emredilen þeyin gerçekleþtirilmesi­ne, nehyedilen þeyin de terkedilmesine yönelik bir kasýt içermeyen emir ve nehiy, kendinde olmayan kimsenin (sâhî), uyuyanýn ve mecnûnun sözü olur. Bunlar ise, ittifakla emir ve nehiy deðildir. Konu, hakkýnda delil aramaya ihtiyaç duyulmayacak kadar açýktýr.

Ýtiraz: Bu (yani emrin, emredilen þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik Þâri´in kasdýnm bulunmasýný lâzým kýlmasý), birkaç yönden

problem arzeder:

1.

Bu esasa göre, takat yetmeyecek þeyle yükümlü kýlma, o þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik kasýt içermiþ olur. Oysa ki tahkîk er­babý âlimler fiilen vuku bulmuþ olmasa da takat üstü yüküm­lülüðü ittifakla caiz görmektedirler. Onun caiz olmasý, takat üstü yükümlülük konusu þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik kasdýn sa­hih olmasýný gerektirir. (Adeten) mümkün olmayan birþeyin gerçek­leþtirilmesine yönelik kasýt ise, abestir. Dolayýsýyla bundan, takat üstü birþeyi emretmeye yönelik kasdýn da abes olmasý sonucu lâzým gelir. ALLAH hakkýnda abesle iþtigali caiz görmek ise muhal­dir. Kendisinden muhal lâzým gelen herþey de muhaldir. O da (emirde), emredilen þeyin iþlenmesine yönelik kasdýn lâzým gelme­sidir.

´Emir, emredilen þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik bir kasdm bulunmasýný lâzým kýlmaz´ dediðimiz zaman ise durum farklý olur. Çünkü bu durumda aklî bir mahzur ortaya çýkmamaktadýr. Dolayý­sýyla da onu kabul etmek gerekecektir.

2.

Bunun benzeri[19] efendi hakkýnda lâzým gelir. Þöyle ki: Kendi­sini kölesini dövdüðü için cezalandýrmak isteyen hükümdar huzu­runda efendi kölesine kendisine itaat etmeyeceði düþüncesiyle bir emirde bulunur ve bununla hükümdarýn huzurunda dileyeceði özre bir ön hazýrlýk olmasýný ister. Bu Örnekte efendi, köleye, em­rettiði þeyi gerçekleþtirmesini kastetmeksizin emirde bulunmuþ­tur. Çünkü burada onda böyle bir kasdýn bulunmasý, kendi nefsinin helakini isteme kasdýný doðurur. Böyle bir kasýt ise akýllý kiþiden çý­kamaz. Bu durumda efendinin emri verirken onun gerçekleþtiril­mesini kastetmiþ olmasý sahih olmaz. Bu sahih olmadýðýna göre de, herbir emirde bulunanýn, emredilen þeyi kastetmiþ olmasý gibi bir sonuç gerekmez. Ayný durum harfiyyen nehiy konusunda da geçer­lidir. Varýlmak istenen sonuç da budur.

3.

Bazý emir sýðalarý vardýr kî "Bir vasýta ile göðe çýksýn da sonra (vahyi) kessin!..[20]gibi karþýdakileri acze düþürmek (ta´cîz) için­dir. Bazýlarý da "Dilediðinizi yapýn![21]þeklinde tehdid içindir. Bu gibi emirlerde (emir ile kasdýn bulunmasý arasýnda adem-i telâzum) zarurîdir. Zira acze düþürmek isteyen ya da tehdidde bulunan, emir sîgasý ile ifade edilen þeyin hakikaten gerçekleþtirilmesine yönelik bir kasýt bulundurmamaktadýr.

Cevap: Birinci itiraza þöyle cevap verilebilir: Takat üstü olan þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik kasdýn bulunmasý zarurîdir ve bundan o þeyin vücut bulmasý gibi bir sonuç da lâzým gelmez. Zira birþeyi emretmeye yönelik kasdýn bulunmasý, o þeyin irâde edilme­sini lâzým kýlmaz.[22] Bu ancak "Emir, fiilin iradesidir" þeklindeki Mutezile görüþüne[23]göre sözkonusu olabilir. Eþ´arîlere gelince, on­lara göre emir, irâdeyi gerekli kýlmaz. Aksi takdirde emredilen þey­ler tümüyle birlikte vuku bulurdu.[24] Sonra takat üstü þeyle yükümlü kýlmada, o þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik bir kasdýn bulun­madýðý varsayýlacak olursa, o zaman o þey takat üstü yükümlülük olmaz. Çünkü takat üstü yükümlülük demek, iþlenmesine güç yet­meyen bir fiili iþlemeye icbar etmektir. Fiile icbar edilmesi, onu yapmasýna yönelik kasdýn bizzat kendisi veya kasdýn lâzýmý olmak­tadýr. Bu bulunmadýðý[25] zaman, onunla yükümlü tutma da yoktur. (Takat üstü yükümlülük) tahsile yönelik bir talep olmakta; o þeyin bizzat ortaya konmasýna (husule) yönelik olmamaktadýr.[26]Bu ikisi arasýnda açýk fark vardýr.

Diðer itiraz noktalarýnda da durum aynýdýr. Çünkü efendi, kö­lesine emirde bulunduðu zaman, ondan emrettiði þeyi tahsil etme­sini istemiþ olmakta; emrettiði þeyin husulünü istemiþ olmamakta­dýr[27] Birþeyin tahsilini istemekle, husulünü istemek arasýnda fark vardýr.

Ta´cîz ve tehdîd için olan emirlere gelince, bunlar her ne kadar emir sîgasý ile gelmiþlerse de aslýnda bir emir deðillerdir. Eðer bun­lar için ´mecaz yoluyla emirdirler´ denilecek olursa, o zaman onlarýn durumu da arzettiðimiz þekilde olacaktýr. Zira emir mecazî de ol­sa bir kasdýn bulunmasýný gerektirir ve emir de bununla olur ve bu þekilde mecaz yönü tasavvur olunur. Aksi takdirde, emredilen þeyin gerçekleþtirilmesine yönelik bir kasýt olmaksýzýn (ta´cîz ve tehdid için getirilmiþ olan bu sîgalar) hiçbir þekilde emir olmaz. [28]

Üçüncü Mesele:


Birþeyi mutlak yani kayýtsýz olarak emretmek, o þeyin mukay-yed yani kayýtlý olarak emredilmiþ olmasýný lâzým kýlmaz. Buna aþaðýdaki hususlar delâlet eder:

1.

Eðer mutlakla emir, mukayyed ile emri lâzým kýlsa idi, o za­man emrin mutlakla olmasý ortadan kalkardý. Halbuki biz meseleyi öyle koyduk. Tabiî bu bir çeliþki olur. Meselâ Sâri´ Teâlâ "Bir köle âzâd et!" dediði zaman bunun mânâsý "Herhangi bir kayýt aramak­sýzýn kendisine ´köle´ denilen birisini âzâd et!" demektir. Eðer bu þe­kildeki mutlak ifadeli emir, mukayyed emri gerekli kýlacak olsaydý o zaman mânâ: "Falanca belirli köleyi âzâd et!" þekline dönüþürdü ve asla emrin mutlaklýðýndan söz edilemezdi.

2.

Emir "sübût" cümlesindendir. Daha genel olan birþeyin (e´amm) sübûtu, daha husûsî olan bir þeyin (ehass1 sabit olmasýný lâzým kýlmaz. Ayný þekilde daha genel (e´amm) olan bir emir de, daha husûsî bir emri lâzým kýlmaz. Bu, zihnî külli esaslarý þer´î konularda dikkate alan bazý usûlcülerin ýstýlahlarý doðrultusunda bir delil olmaktadýr.

3.

Eðer mutlak ifadeli emir mukayyedle emir olmuþ olsaydý, bu ya muayyen, ya da gayrý muayyen[29]olurdu. Eðer muayyen olsa idi, o zaman bundan vuku itibarýyla takat üstü yükümlülük lâzým gelir­di. Çünkü o, nassda tayin edilmemiþtir.[30]Keza bundan o muayyen þeyin, kendisine emir yönelen herkese nisbetle olmasý gibi bir sonuç da lâzým gelirdi. Bu ise muhaldir.[31]Eðer gayrý muayyen ise, o za­man da yine takat üstü yükümlülük sözkonusu olur. Çünkü emrin konusu meçhul olmaktadýr. Bilinmeyen birþeyin yerine getirilmesi ve böylece emre uymuþ olma gerçekleþtirilemez. Dolayýsýyla gayrý muayyen bir þeyle emirde bulunmak muhaldir.Emrin, mukayyede taalluk etmediði sabit olunca, bundan Þâ-ri´in kasdýnýn mukayyede mukayyed olmasý açýsýndan [32] taal­luk etmiþ olmadýðý; emirden maksadýnýn mukayyed bulunmadýðý sonucu lâzým gelecektir. Çünkü biz meseleyi "Þâri´in kasdýmn mut-lakýn gerçekleþtirilmesi olduðu" þeklinde ortaya koymuþtuk. Eðer mutlak ifadeli emirde O´nun mukayyedin gerçekleþtirilmesine yö­nelik bir kasdý bulunsaydý, o zaman kasdý mutlakýn gerçekleþtiril­mesi olmazdý. Tabiî bu mümkün olmayan bir durumdur.

Ýtiraz: Sizin bu iddianýz iki noktadan dolayý doðru deðildir:

1.

Birþeyin baþka bir husus dikkate alýnmaksýzýn mutlak ola­rak emredilmesi, mukayyed ile emri lâzým kümasaydý, o zaman mutlak ile emirde bulunmak da muhal olurdu. Çünkü zihin dýþýn­da mutlak diye birþey yoktur; o sadece zihinde tasavvur olunan bir kavramdýr. Kendisi ile yükümlü tutulan þeyin ise varlýk âleminde mevcudiyeti bulunmalýdýr. Zira emre uymuþ olma, ancak emredilen þeyin varlýk âleminde vücuda gelmesi sýrasýnda meydana gelir. O anda da (mutlak olarak emredilen þey) mukayyed olur. Dolayýsýyla o zaman sizin iddianýza göre onu gerçekleþtirmiþ olmakla emri yeri­ne getirmiþ olmaz. Zihnî olanýn ise varlýk âleminde gerçekleþtiril­mesi mümkün olmaz. Bu durumda onunla yükümlü tutmak, takat üstü yükümlülük olur. Takat üstü yükümlülük ise yoktur (mümtenf). Þu hale göre mutlak ifadeli emrin, mukayyed emri lâzým kýlmasý kaçýnýlmaz olacak ve ancak bu surette emre uyulmuþ olunacaktýr. Dolayýsýyla bu görüþe dönmek ve onu kabullenmek ka­çýnýlmaz olacaktýr.

2.

Eðer mukayyed, mutlak ifadeli emirde kastedilmiþ olmasaydý, sevap, mükelleften meydana gelen cüz´îlerin farklýlýðýna göre farklý olmazdý. Çünkü onlar emrin mutlaklýðý açýsýndan birbirine eþittir­ler. Bu durumda sevabýn da eþit olmasý gerekirdi. Halbuki durum öyle deðildir. Aksine sevap, o mutlak enirin altýna giren mukayyed cüz´îlerin ölçüsüne göre farklý olmaktadýr. Meselâ bir köle âzâd et­mekle emrolunan bir kimse, deðeri en düþük bir köleyi âzâd edecek olsa, sevabý o ölçüde olur. Daha deðerli bir köleyi âzâd etmesi halin­de de sevabý daha büyük olur. Hz. Peygamber´e en faziletli köle azadýnýn hangisi olduðu sorulduðunda: "Kýymetçe en pa­halý, sahibi yanýnda da en deðerli olanýdýr´[33] buyurmuþtur. Kur­ban gibi kendisi ile ALLAH´a yaklaþýlmak istenilen þeylerin deðerli ol­masý, namaz ve diðer ibadetlerin tam yapýlmasý gibi hususlarda aþýrý bir ihtimam gösterilmesini emretmiþ ve böylece sevabýn daha büyük olmasýný istemiþtir. Mutlak emirler karþýsýnda, o emrin altý­na giren cüz´îler içerisinde en üstün olanýna yönelmenin daha fazi­letli ve sevapça diðerlerinden daha üstün olduðu konusunda ihtilaf yoktur. Mutlakýn kapsamýna giren cüzllerdeki farklýlýk, dereceler­de farklýlýðý gerektirdiðine göre, bundan her ne kadar emir mut­lak ifade ile gelmiþ olsa da mukayyedlerin Þâri´in maksadý oldu­ðu lâzým gelir.

Cevap: Birinci itiraz noktasý hakkýnda þöyle demek mümkün­dür: Araplara göre, mutlak emrin mânâsý, zihnî olan birþeyle yü­kümlü tutmak deðildir. Aksine onun mânâsý, varlýk âleminde mev­cut bulunan cüz´îlerinden biri ile, yahut da lafzýn manasýna muta­býk þekilde varlýk âleminde mevcudiyeti sahih olan ve kendisi hak­kýnda o mutlak lafzýn kullanýlmasý doðru olan þeyle yükümlü tut­maktýr. Bu durumda o (yani mutlak), Araplara göre belirsiz fnekra) isim olmaktadýr. Meselâ onlar "Bir köle âzâd et!" dedikleri zaman, bundan kendisi hakkýnda "köle" sözcüðünün kullanýlmasý doðru olacak bir fertle âzâd iþinin gerçekleþtirilmesini istemeyi kasteder­ler. Çünkü onlar "köle" kelimesini cinsin belli olmayan bîr ferdini ifade için koymuþlardýr. Arabýn mutlaktan anladýðý iþte budur. Hâsýlý, mutlakla emir, varlýk âleminde mevcut bulunan cüz´île­rinden biri ile emir olmaktadýr ve mükellef bu cüz´îyi tercih etmede serbesttir.

Ýkinci itiraz noktasýna yani Þâri´in dikkate almýþ olduðu (se­vaptaki) farklýlýk konusuna gelince, burada söz konusu olan kasdý ilâhî, ya bizzat mutlak emrin kendisinden, ya da haricî baþka bir delilden anlaþýlmýþ olur. Birinci ihtimal mümkün deðildir. Zira ge­çen deliller buna manidir. Bu yüzden de mutlak emrin gereði olan [130J vücup ya da nedb konusunda bir farklýlýk meydana gelmemiþtir. Farklýlýk sadece mutlakýn mefhûmu muktezâsýnm dýþýnda baþka bir hususta meydana gelmiþtir. Bu doðrudur, ikincisi ise herkesçe kabul görmektedir. Çünkü farklýlýk, sadece haricî bir delilden anla­þýlmaktadýr. "Âzâd edilecek köleler içerisinde en faziletlisinin kýy­metçe en üstünü olduðunu" bildiren; bütün istenilen âdâb ve erkâ­nýna riayetle kýlman namazýn bu þekilde olmayan ve bazý hususlarý eksik olan namazdan daha üstün olduðunu belirten deliller gibi.

Diðer meselelerde de durum aynýdýr. Farklýlýk, iþte bu noktadan hareketle Þâri´in maksadý olmuþtur. Bu yüzden de o her ne kadar asýl vacip ise de mendûb olmuþ; vacip olmamýþtýr. Çünkü o mut­lak emirden anlaþýlanýn üzerinde bir mânâ olmaktadýr. Þu halde, bazý cüz´îlerin diðerlerinden üstün tutulmasýna yönelik kasýt, cüz´îlere yönelik ayrý bir kasdý lâzým kýlmaktadýr. Bu da mutlak emir cihetinden olmamakta; haricî baþka bir delilden olmaktadýr. Bundan da sonuç olarak ortaya çýkýyor ki, mutlak olmasý açýsýndan mutlaka yönelik kasýt, mukayyet olmasý açýsýndan mukayyede yö­nelik bir kasdýn bulunmasýný lâzým kýlmaz.

Seçimli vacip (el-vâcibýý´l-muhayyer) ise böyle deðildir. Çünkü onun nev´ileri verilen izin ile Þâri´ee maksûd olmaktadýr. Mükellef bir köle âzâd ettiði veya bir kurban kestiði ya da bir namaz kýldýðý zaman, eðer bunlar mutlakýn gereðine de uygun iseler; o kimse bu yaptýklarý mutlakýn kapsamý altýna girdiði için onlarýn ecrini ala­caktýr. Ancak ortada istenilenden fazla birþey varsa, bu durumda haricî olan mendupluk hükmü gereðince ayrýca sevap görecektir. O da mutlak olmaktadýr. Keffâreti, köle âzâdý ile ifa ettiði zaman âzâd sevabý; doyurmak suretiyle yaptýðý zaman doyurma sevabý, giydirerek yaptýðý zaman da giydirme sevabý alacak; yaptýðý iþe gö­re sevaplanacaktýr. Yoksa onun için her üç halde de keffâret olarak verdiði þey dikkate alýnmaksýzýn sadece yemin keffâreti sevabý ha­sýl olmayacaktýr. Çünkü seçimli vacipte þýklardan birini Sâri´ Teâlâ´nýn tayin etmiþ olmasý; O´nun kasdýnýn diðerlerine deðil sade­ce ona yönelik olmasý gibi bir sonucu gerektirir. Mutlaklarda tayin etmemesi ise, sadece ona yönelik özel bir kasdýnýn bulunmamasýný gerektirir. Dolayýsýyla burada bir baþka asýl daha ortaya çýkmýþ ol­du. O da baþlý baþýna bir mesele olmaktadýr ve þudur: [34]

Dördüncü Mesele:


Meselenin özeti þudur: Seçimli emir, emrin altýna giren ve ter­cihe býrakýlan mutlak cüz´îlere yönelik Þâri´e ait bir kasdýn bulun­masýný gerekli kýlar. [35]

Beþinci Mesele:


Þer´an talep konusu olan þeyler iki türlüdür:

a) Ýnsan tabiatýnýn vücut bulmasýna yardýmcý olduðu ve gereði­nin yerini bulmasý için destek verdiði talep konularý. Öyle ki insan tabiatý bu tür taleplerin gereðinin ortaya konmasý için bir itici güç mahiyetindedir. Yeme, içme, cinsî iliþkide bulun­ma, pis ve iðrenç olan þeyleri yemekten ve onlara bulaþmak­tan uzak durma[36] gibi. Veya aklý baþýnda kimselerin huy ve ahlâk güzelliði konusunda carî olan âdetleri bu tür taleple­rin gereðine uygunluk arzeder ve buna karþý koyan cibillî bir duygu da bulunmaz: Avret yerlerinin örtülmesi, kadýnlarýn ve haremin korunmasý[37] vb. gibi. "Buna karþý koyan cibillî bir duygu da bulunmaz" kaydý zina ve benzeri[38] insan tabia­týnýn emrin gereðine muvafakattan yüzçevirme durumuna girdiði þeyleri hüküm dýþý býrakmak içindir.

b) Desteðini cibillî duygulardan ve güzel ahlâk anlayýþýndan al­mayan talep konularý: Taharet (temizlik), namaz, oruç, hac gibi ibadetler, kendilerinden þer´î adaletin gerçekleþtirilmesi amaçlanan þâir muameleler[39] cinayetler, evlilik hükümleri, velayet ve þehâdet bahisleri vb. gibi.

Birinci türden olan talep konularý hakkýnda, Sâri´ Teâlâ bazen (müeyyide olarak) insanýn fýtratýnda bulunan ve þer´î talep konusu olan þeye destek veren bu duygularla (motif) ve geçerli olan âdetlerle yetinir ve ilgili talep aslýnda önemli bir talep konusu ol­masýna raðmen , böyle olmayan konularla ilgili talebin teyit ve tekidi gibi vurgulanmaz. Dikkat edilecek olursa, bu gibi talep konula­rýna muhalefet durumunda belirli cezalar konulmamýþ, sadece âhirette verilecek cezalarýn belirtilmesi ile yetinilmiþtir. Ýþte bu noktadan hareketledir ki pek çok âlim bu türden olan talep konula­rý hakkýnda sünnet, ya da mendûb veya kýsmen mubah gibi hü­kümler vermiþlerdir. Halbuki bu gibi konularla ilgili emir ya da yasaða açýktan muhalefet edilecek olsa o hüküm muktezîye (sün­net, mendûb ya da mubah hükmü) uygun bir þekilde vaki olma­maktadýr. Meselâ kendi kendisim öldüren (intihar eden) bir kimse­nin "kendi kendisini öldürdüðü âletle cehennemde azap göreceði" belirtilmiþtir. Ýmam Mâlik´in mezhebine göre, unutarak necaset içe­risinde namaz kýlan bir kimsenin namazýný iade etmesinin ancak istihsân yolu ile gerekeceði; bu þekilde bile bile kýlmýþ ise o takdirde mutlaka o namazý iade etmesinin gerektiði, çünkü kesin emre mu­halefet etmiþ olduðu belirtilmiþtir. Oysa ki Ýmam necasetin izalesi hakkýnda, insan fýtratýnda mevcut bulunan duygulara ve güzel ah­lak anlayýþýna itimatla "sünnet" tabirini kullanmýþtýr. Buna rað­men eðer kasýtlý olarak muhalefet yoluna gitmiþse o zaman kesin talep þeklindeki esasa tekrar dönmüþ ve o namazý kesinlikle iade etmesi gerektiðini söylemiþtir.

Bundan daha açýðý (Sâri1), yeme, içme, soðuk ve sýcaktan koru­masý için giyinme, neslin bekasýný saðlayan nikâh gibi cibillî duygu­lardan desteðini bulan þeylerin talebi hakkýnda kesin bir nass ge­tirme yoluna gitmemiþtir. Bunlar sadece mubah ve mendûb olan þeylerin zikri sýrasýnda ele alýnmýþtýr. Ancak mükellef, insan tabia­týnýn istediði bu gibi þeylere muhalefet etme gibi bir tutum içerisine girerse o zaman bunlarý almasý emredilir ve (murdar hayvan eti ye­mek gibi) haram olan þeyler de helâl kýlýnýr.

Ýkinci türden olup desteðini cibillî motiflerden ve güzel ahlâk anlayýþýndan almayan talep konularýna gelince, Sâri, Teâlâ bu tür içerisinde teyid ve tekid edilmesi gereken hususlarýn tekidi, hafifle­tilmesi gerekenlerin de hafifletilmesi þeklinde onlarý muhtevalarýna göre deðerlendirmiþtir. Zira bu tür talep konularý hakkýnda insan fýtratýnda yer alan ve onlara destek veren bir müeyyide yoktur; ak­sine çoðu kez insan fýtratýnda mevcut bulunan duygular bu tür ta­lep konularýnýn önüne geçmekte ve onlara mani olmaya çalýþmakta­dýr. Meselâ ibâdetler gibi; çünkü bunlar sadece birer yükümlülük olmakta (bir çýkar içermemektedir).

Bu anlattýðýmýz durum emir taleplerinde böyle olduðu gibi ya-sak taleplerinde de aynýdýr. Çünkü yasak konusu olan þeyler de iki kýsýmdýr:

a) Birincisi pis ve iðrenç olan þeylerin haram kýlýnmasý, edep yerlerinin açýlmasý, zehir içilmesi, insanýn helakini gerektirecek hal ve durumlara girilmesinin yasaklanmasý vb. gibi þeylerdir. Bunlar içerisine peþin bir zevk ya da cibillî bir saik olmaksýzýn haram ký­lýnmýþ þeylerin içerisine dalýnmasýný da katabiliriz: Yalancý hüküm­dar, zinakâr ihtiyar ve böbürlü asalaðýn durumu gibi. Çünkü bu gi­bi þeyler insan cibilliyetine ters düþen ve güzel ahlâk anlayýþý ile baðdaþmayan þeylere yakýn olmaktadýr. Dolayýsýyla þehvet bunlara karþý davetiye çýkarmaz, saðduyu sahibi bir kimse bunlara meylet­mez. Bu kabilden olan yasaklar, genelde konulan belli bir had (sýnýr[40]) ile tekid edilmemiþ, onlar hakkýnda belirli bir ceza[41] da ko­nulmamýþtýr. Aksine bu tür yasaklar, insan cibilliyetinin gerçekleþ­mesine yardýmcý olduðu talep konusu þeylerin emredilmesi gibi (te­kid ve teyidden uzak bir þekilde) gelmiþtir. Þu kadar var ki, bu tür yasaklarý, insan tabiatýnýn ve âdetin gereklerine muhalefetle þerîa-týn koymuþ olduðu yasak sýnýrlarýný çiðneme durumuna girmesi ha­linde kiþi, günahlarý aþikâre iþleyen ve onlarda ýsrarcý ve inatçý bir tavýr sergileyen kiþinin durumuna benzer bir hal gösterir hatta du­rumu bizzat Öyle kabul edilir; bu yüzden de onun hakkýnda verile­cek hüküm daha da aðýr olur. Çünkü böyle bir kimsenin o yasaðý iþ­lemesinde nefsânî arzularýný tatmine yönelik peþin bir haz yoktur ve o haliyle böyle bir kimsenin aklý baþýnda bir insan sayýlmasý mümkün deðildir; bu tavrýyla o olsa olsa hayvanlar mertebesine düþmüþtür, Ýþte bunun içindir ki, ihtiyar zinâkâr ve diðer iki benze­ri hakkýnda gelen azap haberi (vaîd) belli bir dozun üzerinde gelmistir. Kendisini Öldüren kimse hakkýnda gelen azap haberleri de öyledir.

Emrin gereðini unutarak, günahýn sonucunun nereye varacaðý­ný ve emre muhalefet yüzünden iþlediði cinayetin Ölçüsünden gaf­letle kendisini iten bir þehvet ve galebe çalan cibillî istekler sebe­biyle isyan eden kimsenin durumu ise böyle deðildir. O yüzden Al­lah Teâlâ þöyle buyurmuþtur: "ALLAH kötülüðü bilmeyerek yapýp da, hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almýþtýr. ALLAH iþte onlarýn tevbesini kabul eder.[42] Kendisini isyana iten bir sebep, bir saik bulunmayan kimse ise bile bile ve açýktan isyan eden kimse hükmündedir ve bu haliyle o, emir ve nehyin hürmeti­ni çiðnemiþ, kendisine yönelen ilâhî hitap ile alay etmiþ olur. Bu­nun sonucunda da o kimsenin durumu daha þiddetli bir tepki gö­rür.

Buna karþýlýk muhalefetin sâikinin kiþinin cibillî arzularýnýn olduðu her yerde genelde[43] hadler ve ilgili cezalar tertip edilmiþtir ve böylece insan cibilliyetinin istekleri ile çatýþan emir ya da yasak konularýnda itaatin gerçekleþtirilmesi ve saygýsýzlýðýn önünün alýn­masý konusunda aþýrý bir tedbir alýnmýþtýr. Ýnsan tabiatýnýn isteme­diði, arzu duymadýðý ya da bizzat insan tabiatýnýn engellediði emir ve yasak konularýnda ise aksine belirli bir had (ceza) konulmamýþ­týr.

Fasýl:

Bu esasla ilgili istikra sonucunda elde edilen bazý sonuçlar var­dýr ki esasa dikkat bu sonuçlar sebebiyle çekilmiþtir. Böylece þer´î mesâil üzerinde araþtýrma yapan ve düþünen insanlarýn onlarý da göz önünde bulundurmalarý amaçlanmýþtýr. Çünkü bazen emir ve nehiy, zarurî bir konuda olmakla birlikte geliþinden anlaþýlacaðý üzere mendupluk veya mübahlýk ya da tenzîhîlik üzere olabilir. Bu durumda, bu tür emir ya da nehyin konusunun zarûriyyâttan olup olmadýðý konusunda kuþku uyanabilir. Yeme, içme, giyinme ve cinsî iliþki konularý ile ilgili verilen misallerde olduðu gibi. Zararlý, tehlikeli vb. þeylerden korunma yollarý ile ilgili durumlar da ayný þekildedir. Kiþi bu konularda gelen emir ya da nehyin vücup ya da tahrîm ifade etmemesine aldanaralc onlarýn zarûriyyâttan olmadýðý sonucuna varabilir. Halbuki, þer´î istikra neticesinde onlarýn da ay­ný þekilde zarûriyyâttan olduðu görülmektedir. Bazen de durum bu­nun tersine bulunabilir.[44]Ýþte bu sebepledir ki, bu esas üzerine dik­kat çekilmiþ ve müctehidin deðerlendirme sýrasýnda bu konuyu göz önünde bulundurmasý amaçlanmýþtýr. Ancak geçen mesele, kendisi­ne baþvurulan esaslý bir hüküm ve ihlâle uðrramayan bir kaide ol­maktadýr. Bütün bunlardan sonra herkes kendi görüþü ile baþba-þadýr. Kendisinden yardým istenilecek ancak ALLAH´týr. Bu konuya dair Makâsid bölümünde[45]kýsmen dikkat çekilmiþti. Orada belirti­lenler de, buradaki kayýtla mukayyed olmaktadýr. Allahu a´lem! [46]

Altýncý Mesele:


Bir sýnýr ve miktar belirlemeksizin mutlak surette gelen emir ya da nehiy konusu olan her haslette, ilgili emir ya da nehiy o has­letin altýna giren bütün cüz´îlere nisbetle hep ayný yeknesaklýkta deðildir: Meselâ: Adalet, ihsan (iyilikte bulunma), ahde vefa, affýn güzel ahlâktan oluþu, câhillerden yüz çevirme, sabýr, þükür, yakýn­lara, yoksullara ve fakirlere yardýmcý olma, harcama ve biriktirme konularýnda orta yolu muhafaza etme (iktisatlý davranma), müca­delede hasmý en iyi yolla savma, korku, recâ, dünyadan sýyrýlma ve ALLAH´a yönelme, ölçü ve tartýnýn hakkýný verme, doðru yola uyma, ALLAH´ý zikretme, sâlih (yararlý/ihlâslý) ameller iþleme, istikâmet sa­hibi olma, ALLAH için icabette bulunma, haþyet, görmemezlikten gel­me ve baðýþlama, mü´minleri kollama ve onlara karþý merhamet ka­natlarým indirme, ALLAH yoluna davette bulunma, mü´minler için dua etme, ihlâslý olma, iþleri ALLAH´a havale etme, boþ þeylerden uzak durma, emaneti koruma, geceleri ibadetle geçirme, dua ve ni­yazda bulunma, tevekkül etme, dünyada zâhidâne bir hayat sürme, âhiret için çalýþma, ALLAH´a dönme, iyiliði emir, kötülüðü yasakla­ma, takva sahibi olma, alçak gönüllü olma, ALLAH´a muhtaç olma, nefsi her türlü kötülüklerden arýndýrma, hak ile hükmetme, en güzele tâbi olma, tevbe, Hakk´ýn karþýsýnda irkilme, þahitliði yerine getirme, þeytanýn iðvâsý ve dürtüklemesi sýrasýnda eûzü çekip Al­lah´a sýðýnma, kendini ALLAH´a verme, câhil kimselerle sohbetten ka­çýnma, ALLAH´ý ululama, düþünme ve ALLAH´ý anma, tahdis-i nimette bulunma, Kur´ân okuma, Hak ve hakikat yolunda dayanýþma içeri­sinde olma, korku ve ümit arasýnda olma gibi. Ayný þekilde doðru olma, murakabe, iyi söz söyleme, hayýrda yarýþma, öfkeyi yutma, akrabalýk haklarýný gözetme, anlaþmazlýk halinde meseleyi ALLAH ve Rasûlüne götürme, ALLAH Teâlâ´mn emrine teslim olma, iþlerde sebatkâr olma, susma, ALLAH´a yapýþma, ara bulma, huþu, ALLAH için sevme, kâfirlere karþý sert, mü´minlere karþý ise merhametli olma, sadaka verme de böyledir.

Büt\in bu saydýklarýmýz[47] emredilenlerle ilgili örneklerdir.

Yasaklananlara gelince bunlar: Zulüm, fuhuþ (her türlü çirkin­likler), yetim malý yeme, saptýrýcý kimselerin yollarýna tâbi olma, is­raf, pintilik, günah iþleme, gaflet, büyüklenme, âhirete aldýrmayýp dünya ile avunma, ALLAH´ýn gazabýndan emin olma, arzu ve hevesle­rin peþine düþerek hiziplere ayrýlma, baðy, ALLAH´ýn lutfundan ümit kesme, küfrân-ý nimette bulunma, dünya ile sevinme, dünya ile öðünme, ona karþý tutku besleme, ölçü ve tartýda hile yapma, yer­yüzünde bozgunculuk çýkarma, körükörüne atalarýn yoluna uyma, taþkýnlýk, zâlimlere destek verme, ALLAH´ý anmama, ahdi bozma, her türlü kötülükleri iþleme, anne ve babaya isyan etme, savurganlýk, asýlsýz kuruntularýn peþine düþme, böbürlenerek yeryüzünde yürü­me, arzu ve hevesleri peþinde giden insanlara tâbi olma, ALLAH´a kullukta ortak koþma, þehevî arzulara uyma, ALLAH yolundan çevir­me, cürüm iþleme, kalplerin ALLAH´ý unutarak eðlenceye dalmasý, te­cavüzde bulunma, yalancý þahitlikte bulunma, yalan söyleme, dinde aþýrýlýða kaçma, ALLAH´tan ümit kesme, kibirlenme, dünya ile mað­rur olma, hevâya uyma, tekellüfe girme, ALLAH´ýn âyetleri ile istih­zada bulunma, aceleci davranma[48], nefsi temize çýkarma, söz taþý­ma, cimrilik (þuhh), feveran etme, çaresizlik ve þaþkýnlýk göster­me[49], baþa kakma, bahillik, kaþ göz hareketleri ile alayda bulunma, namazdan gaflette bulunma, riya, kazma kürek gibi iðreti alýnacak þeyleri esirgeme, dîni istismar ve az bir paha karþýlýðýnda ALLAH´ýn âyetlerini satma, hakký bâtýl ile karýþtýrma, ilmi saklama, kalp katýlýðý, þeytanýn yoluna uyma, kendi kendini tehlikeye atma, verilen sadakadan sonra baþa kakma ve eza verme, müteþâbih âyetlere uy­ma, kâfirleri dost edinme, yapmadýðý þeye karþý Övülmesini isteme, hased etme, ALLAH´ýn hükmüne boyun eðmeme, Tâgût´un hükmüne razý olma, düþmanlara karþý zafiyet gösterme, hýyanette bulunma, suçsuz kimselere iftirada (bühtan) bulunma, ALLAH ve Rasûlüne muhalefet etme, mü´minlerden baþkalarýnýn yoluna uyma, doðru yoldan sapma, aþikâre kötü söz söyleme, günah ve taþkýnlýkta da­yanýþma, ALLAH´ýn indirdikleri ile hükmetmeme, hükümlerin iptali için rüþvet alma, kötülüðü emirde bulunma, iyiliði yasaklama, Al­lah´ý unutma, nifak (münafýklýk etme), ALLAH´a kullukta yan çizme ve dinin sadece bir kýsmýný benimseme, suizan, tecessüs, gýybet, ya­lan yemin... vb. gibi.

Bu örneklerde sayýlan ve mutlak surette gelen, herhangi bir kayýt içermeyen, belirli bir sýnýr getirilmeyen emir ve yasaklar Kur´ân´da iki türden olmaktadýr:

a) Herþey hakkýnda, her hal üzere[50] genel olarak ve mutlak surette gelmiþ olabilir. Bu durumda emir ve yasaklar, her makamýn durumuna göre ve her yerde mevcut bulunan hal karinelerinin þehâdeti üzere hüküm alýrlar; ne hep ayný yeknesaklýkta ne de hep ayný hükümde olmazlar. Sonra bu konu bizzat mükellefin kendi deðerlendirmesine býrakýlýr; o meseleyi kendi bakýþ açýsý ile ele alýr ve deðerlendirmesini yapar ve bunun sonucunda her bir tasarrufla ilgili olmak üzere þer´î deliller ile âdet edinilmiþ güzellikler arasýnda en layýk ve uygun olanýný bulur: Adalet, ihsanda bulunma, ah­de vefa, malýn ihtiyaçtan fazlasýný infakta bulunma vb. ko­nularda olduðu gibi. Meselâ hadiste: "ALLAH her þeyde ihsaný yazmýþtýr [yani herþeyin güzel yapýlmasýný istemekte­dir.Dolayýsýyla öldürdüðünüz zaman, öldürme iþini de gü­zel yapýn. Boðazlayacaðýnýz zaman, güzel boðazlayýn. Siz­den biriniz (hayvaný keseceði zaman) býçaðýný keskinleþtir-sin ve hayvaný rahatlatsýn (ona eza vermesin)[51] buyurulur. Bu esastan hareketle "Þüphesiz ki ALLAH, adaleti ve ihsaný (herþeyi iyi ve güzel yapmayý) emreder,[52] âyetinde sözü edi­len ihsan, herþey hakkýnda kesin tarzda yapýlmýþ bir emir ile emredilmiþ deðildir; keza ayný tarzda kesinlikle emredil­memiþ de deðildir. Aksine ihsanýn hükmü, hükme esas olan þeye (menât) göre deðiþir. Dikkat edilecek olursa ibadetle­rin rükünlerini yerine getirmek suretiyle iyi ve güzel yapýl­masý vacip olmakta, âdabýna uygun olarak güzel kýlýnmasý ise mendûb olmaktadýr. Hadiste iþaret buyrulduðu üzere öl­dürmenin ve boðazlamanýn da güzel yapýlmasý vacip deðil sadece mendup olmaktadýr. Boðazlama iþinin güzel yapýl­masý bazen olur eðer þart ve rükünleri tamamlamaya yö­nelik ise vacip hükmünü alýr. Ayný þekilde tek bir papuç ile yürümeme konusunda gerçekleþtirilecek adalet ile, kan ve mal konusunda verilecek hükümlerde gerçekleþtirilecek adalet ayný olmayacaktýr. Þu halde "Þüphesiz ki ALLAH, adaleti ve ihsaný (herþeyi iyi ve güzel yapmayý) emreder[53] âyeti hakkýnda (mutlak olarak) bu emir vücûb içindir yahut mendupluk içindir demek doðru deðildir. Aksine durum taf­silata tâbi tutulmalýdýr ve bu konuda yapýlacak deðerlendir­me bazen müctehide bazen de her ne kadar mukallid olsa da bizzat mükellefin kendisine dönük damalýdýr. Bunlar mânânýn açýklýk ya da kapalýlýðýna göre deðerlendirmeyi ya­pacak ve bir sonuca ulaþacaklardýr.

b) Emir ya da yasaklar (tekidin) en üst mertebesinde gelebilir.[54]Bu yüzdendir ki, çoðu kez yasaklarla birlikte azap tehdidinin de birlikte zikredilmiþ olduðu görülür. Keza bu tür emirlerle istenilen þeylerin, ALLAH Teâlâ´nýn övgü ile bahsettiði mü´minlerin özelliklerinden; yasak edilen þeyle­rin de kâfirlere ait yerilen niteliklerden olduðu görülür. Bu konuda istikra yapanlar için vahyin nüzul sebepleri de yar­dýmcý olur. Kur´ân, hal ve vaktin gerektirdiði þekilde Önemi­ni vurgulayarak gayeleri (iki ucu) belirler, bu iki uç arasýn­da dönen[55] (orta yola) iþarette bulunur. Bunun sonucunda akýl iki uç arasýnda olana þer*î delilin delalet ettiði þekilde bakar ve bu iki taraftan birine olan yakýnlýk ya da uzaklýða göre mertebeler arasýný ayýrýr. Böylece yerilmiþ uca yakýn olduðu için hep korku makamýnda veya övülmüþ uca yakýn­lýðýndan dolayý hep ümit makamýnda oturmuþ olmaz; ikisi arasýnda bulunur. Ýþte hikmet sahibi ve herþeyden haberdar olan ALLAH Teâlâ´nýn terbiyesi böyledir.

Hz. Ebû Bekir´in ölümü sýrasýnda Hz. Ömer´e yapmýþ olduðu vasiy-yette yer alan bu mânâda þu sözü rivayet edilmiþtir: "Görmez mi­sin, geniþlik ayeti þiddet âyeti ile, þiddet âyeti de geniþlik âyeti ile birlikte inmiþtir. Böylece mü´minin korku ile ümit arasýnda olmasý amaçlanmýþtýr. Bunun sonucunda mü´min ALLAH hakkýnda temenni­lere kapýlýp hakký olmayan þeyi istemeye kalkýþmayacak; öbür ta­raftan da korkuya kapýlýp kendi kendini helake atmayacaktýr. Gör­mez misin ey Ömer, ALLAH Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiþtir; çünkü O, onlara ait bir iyilik varsa onu kendilerine ge­ri çevirmiþtir. Onlarý hatýrladýðým zaman ´Kendimin onlardan ol­masýndan korkuyorum´ derim. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiþtir. Çünkü onlarýn kötülüklerini ALLAH görmezlikten gelmiþ ve onlarý affetmiþtir. Ben onlarý hatýrladýðým zaman kendi kendime: ´Ben günahkârým; benim amelim nerede, onlarýn amelleri nerede !´ derim."

Nakledilen böyledir ve bu, az önce ifade edilenin mânâsý ol­maktadýr.[56]Eðer bu rivayet sahihse elhak doðrudur. Yok rivayet sahih deðilse, ifade edilen bu mânâ yerindedir ve yapýlan istikra onun doðruluðuna þehadet etmektedir.

Þöyle de rivayet edilmiþtir: "Görmez misin ey Ömer, ALLAH Teâlâ cehennem ehlini kötü amelleri ile zikretmiþtir; çünkü O, on­lara ait bir iyilik varsa onu kendilerine geri çevirmiþtir. Þimdi biri kalkar ve: ´Ben onlardan hayýrlýyým´ der ve ümitvar olur. Cennet ehlini de en güzel amelleri ile zikretmiþtir. Çünkü onlarýn kötülük­lerini ALLAH görmezlikten gelmiþ ve onlarý affetmiþtir. Þimdi biri kalkar ve: ´Ben onlarýn derecelerine nerede ulaþacaðým ´ der ve çalý­þýr (ve onlardan olamamaktan korkar)."

Mânâ bu rivayete göre de sahihtir ve zikredilen þekilde anlaþý­lýr. Ýki uç zikredilmiþ olunca korku ve ümit bizzat nassla belirlen­miþ olan bu iki uç arasýnda, lafzen hükmü sükût geçilmiþ bulunan bir mahalde döner ve onun hükmüne aklî deðerlendirme ýþýðý al­týnda dikkat çekilmiþ olur. Böylece herkes kendi içtihadýna ve de­ðerlendirmedeki baþarýsýna göre bir sonuca ulaþýr; iki uçtan birine olan yakýnlýða, diðerine olan uzaklýða göre deðerlendirmeyi yapmýþ olur.

Sonra Kur´ân, sözün akýþý gereði iki gâib ucu getirmesi hasebiyle, bunlarý aza da çoða da ýtlaký mümkün olacak þekilde mutlak ifa­deler içerisinde getirmiþtir. Sözün akýþý, bu kullanýþ þeklinde mu­radýn öðulen ya da yerilen uçlarýn en son noktasý olduðuna delalet ettiði gibi ayný þekilde lafýz, onun muktezâsýndan aza da çoða da [142] delalet edebilir. Bu durumda mü´min, övgüye deðer özelliklerini tartar ve bunun sonucunda korku ve ümit içerisinde olur. Keza kö­tü özelliklerini tartar ve ayný þekilde korkar ve ümitvar olur. Bir misalle açýklamak gerekirse: Meselâ "Þüphesiz ki ALLAH, adaleti ve ihsaný (herþeyi iyi ve güzel yapmayý) emreder[57]buyruðuna baktýðý zaman kendisini adalet terazisinde tartar. Bunu yaparken de ada­letin en son noktasýnýn, nimetlerin sahibini tanýmak ve onlarýn O´ndan geldiðini itiraf etmek, sonra da onlardan dolayý O´na þük­retmek olduðunu bilir. Bu ise imana girmek ve O´nun þeriatý doð­rultusunda amel etmek, küfürden çýkmak ve küfrün gereklerinden uzaklaþmakla olur. Eðer muhasebe sonunda kiþi kendisini bu özelliklerle nitelenmiþ görürse, kendisinin de adalet sahibi kimse­lerden olmasýný umar ve bu alanda en son gayeye ulaþmýþ olma­maktan korkar. Çünkü kul ne kadar çalýþýrsa çalýþsýn bütün bun­larda Rabb´in hukukunu tam teslimle O´na karþý olan görevlerini eksiksiz yerine getiremez. Meseleye cüz´î plânda yaklaþtýðý zaman da durum ayný olur. Çünkü adalet küllî plânda istenildiði gibi, cüz´î plânda da istenilir. Meselâ eðer hâkim ise insanlar arasýnda adalet­le hükmetmek gibi, aile efradý arasýnda adaleti gerçekleþtirmek gi­bi, hatta ayakkabý vb. giyiminde saðdan baþlamak suretiyle adaleti gerçekleþtirmek gibi... Öbür taraftan bu bunlarýn zýddý hakkýnda da geçerlidir ve adaletin zýddý zulüm olmaktadýr. Bunun da en üst düzeyde olaný ALLAH´a þirk koþmaktýr: "Þüphesiz þirk büyük bir zu­lümdür.[58] Sonra cüz´î olarak ele alýndýðýnda pek çok durum vardýr ve en alt mertebede olaný da meselâ soldan baþlamaktýr. Diðer nite­likler ve onlarýn zýddý ile ilgili durum da aynen böyledir. Bu durum­da mü´min sürekli bu özelliklerle ilgili olmak üzere düþünce, deðerlendirme ve ictihad halinde olacak ve onun bu durumu ALLAH Teâlâ ile karþýlaþýncaya kadar devam edecektir.

Ýþte bundan dolayýdýr ki, mutlak ifadeli emir ve nehiyler hep ayný yeknesaklýkta, hep ayný düzeyde deðildir; aksine emredilmiþ olan þeylerden bir kýsmý vacip, bir kýsmý ise nafile (mendup); yasak­lanan þeylerden bir kýsmý haram, diðer bir kýsmý ise mekruh bulun­maktadýr. Ancak bunlar mükelleflerin görüþ ve deðerlendirmesine býrakýlmýþ ve böylece onlarýn bu gibi konularda ictihadda bulunma­larý ve kulluðu bu suretle icra etmeleri istenmiþtir.

Selef-i sâlih, herhangi bir konuda kesinkes haram demekten sakýnýrlar ve açýkça: "Bu haramdýr, Bu helâldir" demekten sýkýntý duyarlardý. Aksine onlar birþey hakkýnda kendilerine soru yöneltil­diðinde: "Ben bunu sevmiyorum"; "Kerih görüyorum"; "Ben bunu yapmam" vb. gibi ifadeleri kullanmayý yeðliyorlardý. Çünkü bu þey­ler medlulleri hakkýnda mutlak olan, þeriat tarafýndan belirlenmiþ ve öte aþma imkaný bulunmayan sýnýrlarý olmayan mutlak þeylerdi. ALLAH Teâlâ þöyle buyuruyor: "Diliniz yalana alýþmýþ olduðu için, ´Þu haramdýr, bu helâldir´ demeyin, zira ALLAH´a karþý yalan uydur­muþ olursunuz"[59]Bu konuda kesin bulunan istikradan baþka, bu esasý desteklemek üzere þu âyet de gelmiþ bulunmaktadýr: aIþte gü­ven, onlara, inanýp imanlarýna zulüm karýþtýrmayanlaradýr"[60] Bu âyet indiði zaman sahabe: "Bizden hangimiz zulüm etmez ki !" de­diler ve bunun üzerine: "Þüphesiz þirk büyük bir zulümdür"[61] âyeti indi.

Rivayete göre bu âyet inince durum Hz.Peygamber´int ashabýna çok aðýr geldi ve: "Hangimiz imanýna zulüm karýþtýrma-mýþtýr ki !" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber "Öyle deðil. Lokman´ýn oðluna olan "Þüphesiz þirk büyük bir zulümdür[62]sözünü iþitmediniz[63] mi " buyurur.[64]

Sahih hadiste þöyle buyurulur: "Münafýkýn alâmeti üçtür: Ko­nuþtuðu zaman yalan söyler, uadettiði zaman vadinde durmaz,kendisine emanet edildiði zaman hiyanet eder[65] Bu hadis Ýbn Abbâs ve Ýbn Ömer´i çok düþündürdü ve durumu Hz. Peygamber´e açtýlar. Hz. Peygamber güldü ve: «Bunlarla si­zin ilginiz ne Ben bu üç hasleti sadece münafýklara has söyledim. ´Konuþtuðu zaman yalan söyler´ sözüm, ALLAH Teâlâ´nýn bana indir­miþ olduðu "Ey Muhammedi Münafýklar sana gelince ´Senin þüp­hesiz ALLAH´ýn Peygamberi olduðuna þehadet ederiz´ derler.[66] âyeti hakkýndadýr. Peki siz öyle misiniz " buyurdu. Biz: "Hayýr!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birþey yok, siz ondan uzaksý­nýz, ´vadettiði zaman vadinde durmaz´ sözüme gelince, bu da ALLAH Teâlâ´nýn bana indirmiþ olduðu "Aralarýnda ´ALLAH bize bol nime­tinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceðiz ve iyilerden olacaðýz[67] þeklinde devam eden üç âyet hakkýndadýr. Peki siz öyle misiniz " buyurdu. Biz: "Hayýr!" dedik. Hz. Peygamber: "Size birþey yok, siz ondan uzaksýnýz. "Kendisine emanet edildiði zaman hiyanet eder" sözüme gelince, bu da ALLAH Teâlâ´nýn bana indirmiþ olduðu "Doðrusu Biz emaneti göklere, yere, daðlara sun-muþuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmiþler ve ondan kor­kup titremiþlerdir. Pek zâlim ve çok cahil olan insan ise onu yük­lenmiþtir"[68] Her insanýn kendi din ve diyaneti kendisine emanet edilmiþtir: Mü´min gizli de olsa aþikâre de olsa cünüplükten yýkanýr, gizli ve aþikâre oruç tutar, namaz kýlar. Münafýk ise öyle yap­maz. Peki siz böyle misiniz " buyurdu. Biz: "Hayýr!" dedik. Hz. Pey­gamber "Size birþey yok, siz ondan uzaksýnýz" buyurdu.[69]

Þerîat üzerinde düþünen kimseler, bu esasa itimat konusunda kalbe itminan verecek bu kabilden pek çok þey bulur. Tevfîk ancak ALLAH´tandýr. [70]

Yedinci Mesele:

Emir ve nehiyler iki kýsýmdýr:

a) Sarih olanlar.

b) Sarih olmayanlar.

a) Sarih olan emir ve nehiyler: Bunlar iki açýdan ele alýnýrlar:

1.

Mücerred emir ve nehiy olmalarý açýsýndan ele alýnýrlar ve maslahata yönelik bir illeti bulunup bulunmadýðýna bakýlmazlar. Bu ta´lîle gitmeksizin mücerred emir ya da nehiy kipinin mahza taabbudîlik mecrasýna gireceðini ifade edenlerin bakýþ açýsý olmak­tadýr. Bu görüþte olanlara göre, þu ya da bu emir arasýnda keza þu ya da bu nehiy arasýnda herhangi bir fark yoktur. Meselâ: "Nama­zý ikâme ediniz" emri ile "Amellerden gücünüzün yeteceði kadarýný üstleni"[71] emri; "ALLAH´ýn zikrine koþun..." emri ile "Alýþ veriþi bý­rakýn"[72] emri; "Kurban bayramý (nahr) günü oruç tutmayýn"[73] emri ile meselâ "Oruçlarý birbirine ulamayýn (visal orucu tutma-yýn[74]emri vb. gibi aralarýnda fark olduðu anlaþýlan[75] emirlerde olduðu gibi.

Bunlar Sahîh´te zikredilen þu olay türünden olmaktadýr: Hz. Peygamber Übeyy b. Ka´b´m yanma çýktý. O namaz kýlý­yordu. Hz. Peygamber : "Ey Übeyy!" diye çaðýrdý. Übeyy, ona döndü fakat cevap vermedi. Namazý kýsaca kýldý, sonra namazdan çýktý. Hz. Peygamber kendisine: "Ey Übeyy I Seni ça­ðýrdýðýmda bana cevap vermekten seni alýkoyan þey ne idi " diye sordu. O: "Yâ Rasûlallah! Namaz kýlýyordum" dedi. Hz. Peygamber [ allSâmlu] : "Bana vahyedilenler arasýnda ´ALLAH ve Peygamber, sizi, hayat verecek birþeye çaðýrdýðý zaman icabet edin´ [76]buyruðunun olduðunu bilmiyor musun " buyurdu. O, "Evet, ya Rasûlallah! Ýn­þALLAH bir daha yapmam"[77] diye cevap verdi.

Bu hadis Buhârî´de Ebû Saîd b. el-Muallâ´dan rivayet edilmek­tedir ve bu zat olayýn kahramaný olmaktadýr. Bu hadis Hz. Pey­gamber tarafýndan her ne kadar mani durumlar olsa bile mücerred emrin kendisine bakýlmasý gereðine iþaret edildiði­ni[78] göstermektedir. Ebû Davud´un Sünen´inde þöyle rivayet edilir: Ýbn Mesûd cuma günü mescide geldi. Hz. Peygamber hut­be irad ediyordu. O (henüz dýþarda) Hz. Peygamber´i "Oturun!" derken iþitti. Hemen (bulunduðu yere) mescidin kapýsý ya­nýna oturdu. Hz. Peygamber onu gördü ve ona "Abdullah, buraya gel!" diye çaðýrdý.[79]

Abdullah b. Revâha, Hz. Peygamber´i , kendisi yolda iken "Oturun!" derken iþitti. Hemen yola oturdu. Hz. Peygamber onun yanýndan geçerken: "Ne bu halin "diye sordu. O da: "Sizi ´Oturun!´ derken iþittim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: "ALLAH Teâlâ taatini artýrsýn" buyurdu.

Buhârî´de[80] rivayet edildiðine göre Ahzâb (Hendek) gününde Hz. Peygamber: "Hiçbir kimse Kureyzaoðullarý yurduna varmadan ikindiyi kýlmasýn" buyurdu. Yolda iken ikindi vakti ol­du. Ýçlerinden bir kýsmý: "Oraya varmadýkça kýlmayýz" dediler. Ba­zýlarý da: "Bilakis kýlarýz. Hz. Peygamber [ al^Ýsiâmtu] bizden bunu is­temedi" dediler. Daha sonra durum Hz. Peygamber´e söylendi. Fakat o, bu iki gruptan hiçbirini azarlamadý.[81]

Pek çok âlim, mücerred "Alýþ veriþi býrakýn"[82]emrinden dolayý cuma ezanýndan sonra yapýlmýþ olan alýþ veriþ akdini feshetmiþler­dir.

Bu yaklaþým dikkate alýnacak bir bakýþ açýsýdýr ve her ne kadar diðer bakýþ açýsý daha aðýr basýyor durumda ise de, onu kabullen­mek ve genel olarak benimsemek mümkündür. Bu bakýþ açýsýnýn inceleme ve deðerlendirme konusunda geniþ bir alaný vardýr. Bu meyanda söylenecek sözlerden biri de þudur:

Emir ve nehiylerde maslahatlar itibara alýnýr mý alýn­maz mý Eðer biz maslahatlarý dikkate almaz isek, bu durumda gösterilen tavýr mücerred emir ve nehiy sýðalarý ile hareket edilmiþ olunacaðýndan daha uygun olacaktýr. Eðer biz maslahatlarý dikkate alacak olursak, emir ve nehiyler itibara alýnmaksýzýn onlarýn aklen kavram labilen (hikmetlerinden) bizim için ortaya çýkacak ve kýstas olabilecek bir durum husule gelmeyecektir[83] Çünkü maslahatlar, her ne kadar biz onlarý genel anlamda bilebilsek de, tafsilatý ile bili­nemez.[84] Meselâ biz zina haddinin muhsan (evli) kimse için recm (taþlanarak öldürme) yoluyla olmasý hükmünden zinanýn önünü al­manýn amaçlandýðýný bilebiliriz. Fakat bu zina edenin boynunun vurulmasý, ölünceye kadar dövülmesi, ya da belli bir sayýda sopa vurulmasý, hapsedilmesi, oruç tutmasý, ya da keffâretlerde olduðu gibi mal vermesi gibi yollarla yapýlmamakta, sadece recm yoluyla olmasý istenmektedir. Muhsan olmayan kimse için ise, bunun yüz sopa ve bir yýl sürgün cezasý ile gerçekleþtirilmek istendiðini, yine zinanýn önüne geçmeyi aklen mümkün kýlabilecek meselâ recm ya da öldürme yoluyla veya sopa sayýsýnýn yüzün üzerinde ya da altýn­da tutulmasý gibi yollarla yapýlmadýðým görmekteyiz. Bütün bun­larda ceza olarak özellikle belirtilmiþ olan þekil ve miktarlarýn içer­miþ olduklarý maslahatý kavrayamayýz. (Yani niye yüz sopa da meselâ doksan dokuz ya da yüz bir deðil Bu iki sayý da pekâlâ cay­dýrma ve önleme görevini yerine getirebilirdi.) Þimdi biz özellikle belirlenmiþ bu cezalarýn içermiþ olduðu maslahatý kavrayamadýðý­mýza göre ki akýl için bunlarý kavramak mümkün deðildir bu durum belirlenmiþ olan bu þeylerde bizim bilemediðimiz baþka bir maslahatýn bulunduðunu gösterir. Hikmeti aklen kavranabilen di­ðer konularda da hüküm ayný þekilde geçerlidir. Taabbudî konulara gelince durum daha da açýktýr ve orada maslahatlarýn bilinmesi­ne asla imkân yoktur. Þu halde bizim için mücerred emir ve yasak­larý dikkate almaktan baþka çare yoktur.

Çoðu zaman ilk bakýþta bizim için emir ya da nehyin þöyle bir masalahat içerdiði zahir olur, halbuki aslýnda durum tersi olabilir ve bunu onunla tearuz halinde olan baþka bir nass belirler. Bu du­rumda mutlaka ilk bakýþta bize gözüken hikmete deðil de o nassa baþvurmamýz gerekecektir.[85]

Sonra Makâsýd bölümünde de geçtiði üzere, her emir ve nehyin mutlaka taabbudî bir yönü vardýr. Bu sabit olduðuna göre bu taabbudî yönün ihmal edilmesine imkân yoktur. Mücerred emir ve nehiy sýðalarýný dikkate almama sonucunu doðuracak herhangi bir mânâyý esas almak mümkün deðildir. Þu halde emir ve nehiyden anlaþýlan mânâ (yani akýlla bulunabilen hikmet) esas alýndýðýnda eðer bu, o emir ve nehyin ihmali sonucunu doðuracaksa böyle bir þey mümkün deðildir. Aksi takdirde esas alýnacak husus, hikmet deðil emir ve nehyin kendisi olacaktýr. Sonuç olarak maslahatlarýn dikkate alýnmasý konusunda söz dönüp dolaþýp þu sonuca ulaþmýþ­týr: Emir ve nehiyle birlikte maslahatlarýn dikkate alýnmasýna imkân yoktur. Ulaþýlmak istenen sonuç da budur.

Ýtiraz: Mânâ ve hikmetlere iltifatta bulunmamak, Þâri´e ait bilinen maksatlardan yüz çevirmek olur ve sonuçta aynen þöyle di­yen bir kimsenin durumuna düþülmüþ olur: "Ýnsanýn içine iþemiþ olduðu su ile abdest almak caiz deðildir. Eðer bir kaba iþemiþ ve sonra onu suya dökmüþse onunla abdest almak caiz olur"[86]

Cevap: Ýtiraz yerinde deðildir. Çünkü biz diyoruz ki: Bu itiraz emir ve nehiy kiplerinin zahirinin ihmal edilmesi ve mânânýn (hik­met ve masalahat) dikkate alýnmasý hali içinde geçerlidir. Nitekim Hz. Peygamber´in : "Kýrk koyunda bir koyun (zekât) var­dýr[87]hadisi hakkýnda bazýlarý þöyle demektedir: "Mânâ koyunun kýymetidir. Çünkü zekâttan maksat fakirin ihtiyacýnýn giderilmesi­dir; bu ise kýymet ile hâsýl olmaktadýr" Bu tevilin sonucunda mev­cut olan yok; yok olan da mevcut kýlýnmakta ve bu sonuç da koyu­nun vacip olmadýðý neticesini doðurmaktadýr. Bu ise nassa muhale­fetin tâ kendisidir. Mânâ ve hikmetlerrin araþtýrýlmasý neticesinde ortaya çýkan muhalefet þekilleri de bunun benzerleri olmaktadýr. Mânâ ve hikmetler kayýtsýz olarak muteber olmayýp, ancak nassm sýðasýndan gözetilen maksat olmasý açýsýndan muteber olduklarýna göre, nasslarýn bizzat sýðalarýna ki bunlar asýl olmaktadýr tâbi olmak vacip olacaktýr. Çünkü sýðalarýn mânâ ve hikmetlerle olan ilgisi, aslýn fer´i ile olan ilgisi gibidir. Aslýn ilga edilerek fer´inin esas alýnmasý mümkün olmadýðý gibi sîgamn ihmal edilerek mânâ ve hikmetlerin (maslahat) dikkate alýnmasý da sahih olmayacaktýr.

Buraya kadar zikrettiklerimiz bu tarzýn üstünlüðüne iþaret için yeterlidir.

2.

Ýkinci bakýþ açýsý: Ýstikra ayrýca emir ve nehiy sîgasý ile birlik­te bulunan ve bizzat emredilen þeylerde mevcut olan maslahatlara, nehyedilen þeylerde de mefsedetlere delalet eden hal ve söz karinelerini dikkate alma sonucunda ulaþýlan þer´î kasýd açýsýndan deðerlendirme.

Þöyle ki: "Namazý ikâme ediniz" âyetinden anlaþýlan namazý korumak ve ona devam etmektir. "Amellerden gücünüzün yeteceði kadarýný üstlenin"[88] emrinden anlaþýlan da sýkýntý altýna sokulma­sý ya da sonunda ibadetten tümden kesilmesi korkusu yüzünden mükellefe karþý þefkat göstermedir; yoksa maksat bizzat ibadetin azaltýlmasý ya da ALLAH´a yönelmenin terkedilmesi deðildir. "Al­lah´ýn zikrine koþun..." emrinde de durum aynýdýr ve bu emirden maksat cuma namazýnýn kýlýnmasýna karþý önem verilmesini ve bu konuda bir gevþeklik gösterilmemesini temindir. Yoksa bu emirden maksat sadece sýrf ona koþmak deðildir. Arkasýndan gelen "Alýþ veriþi býrakýn"[89]emri de kiþiyi cumaya koþmaktan alýkoyucu dav­ranýþlarý yasaklamak suretiyle birinci emri tekit durumundadýr; yoksa maksat garar satýþý, riba satýþý vb. gibi yasak olan akitlerin yasaklandýðý gibi mutlak olarak o vakitte alýþ veriþ akdini yasakla­mýþ olmak deðildir. Ayný þekilde "Kurban bayramý (nahr) günü oruç tutmayýn"[90] dendiði zaman bundan anlaþýlan Þâri´in husûsiyle o günde oruç tutulmasýnýn terkine yönelik bir kasdýmn bulunduðudur. "Oruçlarý birbirine ulamayýn (visal orucu tutma-yýnf [91] veya "Dehir (yani sene boyu) orucu tutmayýn" [92]dendiði zaman bundan amaç mükellefin sayamayacaðý ve devam edemeye­ceði bir yükümlülük altýna girmemesi için ona karþý þefkat göster-mektir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber visal orucu tutar­dý, oruçlarý peþi peþine tuttuðu olurdu. Bazen hiç iftar etmiyor de­necek kadar oruç tutar, bazen de hiç oruç tutmuyor denecek kadar oruç tutmazdý. Kendisi visal orucu tutmuþtu, yasaðýn varlýðýný bil­melerine raðmen selef-i sâlih de visal orucu tutmuþlardý. Çünkü on­lar nehyin temelinde kullara karþý þefkat ve merhamet yattýðýný; maksadýn oruç tutmamak ya da oruç ibadetini azaltmak olmadýðý­ný biliyorlardý. Temelinde bu anlam yatan diðer emir ve nehiylerle ilgili durum da aynen bu þekildedir.

Öbür taraftan emir ve nehyin temelinde ibâha kasdý[93] yattýðý da anlaþýlmaktadýr. Her ne kadar emir ya da nehiy kipi asýl konu-luþlarý itibarýyla bunu gerektirmiyorsa da karineler bunun böyle olduðunu göstermektedir. Meselâ: "Ýhramdan çýktýðýnýz zaman av­lanýn[94] "Namaz kýlýndýðý zaman yeryüzüne daðdýn"[95] emirle­rinde olduðu gibi. Kesinlikle bilinmektedir ki, Þâri´in bu âyetler­den maksadý ihramdan çýkýldýðý zaman onlarýn avlanmalarýný iste­me ya da namazýn bitiminde hemen yeryüzüne daðýlmalarýný iste­me deðildir. Onun bu emirlerden maksadý sadece, bunlarýn yasak­lanmasýna sebep olan þeylerin ki birinde ihram hükmünün sona ermesi, diðerinde de namazýn sona ermiþ olmasýdýr sona erdiðini bildirmektir.

Bu bakýþ açýsýný da ayný þekilde þer´î istikra desteklemektedir. Ýlgili bazý örnekler geçmiþtir.

Sonra þer´an maslahatlarýn muteber olduðu, emir ve nehiy sýðalarýnýn da maslahattan hâli olmadýðý delil ile sabittir. Bu du­rumda eðer biz maslahatlarý mutlak anlamda dikkate almayacak olursak, o zaman muvafakat kasdýmýza raðmen Þâri´in kasdina mu­halefet etmiþ oluruz. Çünkü bilfarz kabul edilen þey, bu emrin þu maslahat için konulmuþ olmasýdýr. Bu durumda eðer biz emrin ge­reði ile yükümlülük konusunda o maslahatý göz önünde bulundur­mayacak olursak, emrin hükmü altýna girme konusunda Þâri´in dikkate almýþ olduðu þeyi ihmal etmiþ oluruz ve bu durumda o emrin bazý uygulama alanlarýnda O´na muhalefet durumuna her an düþebiliriz.[96] Þöyle ki: Visal orucu ve her gün peþi peþine oruç tutulmasý hakkýnda yasak gelmiþtir. Buna raðmen Hz. Peygamber bu orucu yasakladýðý zaman ashab vazgeçmeyince onlar­la birlikte oruçlarýný birbirine ulamýþ (ve böylece onlarý tedip etmek istemiþtir).

Eðer biz bu durumda nehiy sýðasýnýn zahirine yapýþacak olur­sak karþýmýza iki mahzur çýkacaktýr:

1.

Hz. Peygamber onlara bunu yasakladýðý halde, onla­rýn yasaða uyarak bu oruçtan vazgeçmiþ olmamalarý. Eðer yasak­tan maksat zahiri olmuþ olsaydý o takdirde ashab, Hz. Peygam-ber´in yasaðý karþýsýnda açýktan ona muhalefet etmek su­retiyle inatçý bir tavýr almýþ ve aþikâre isyan ile onu karþýlarýna al­mýþ olurlardý. Böyle birþeyi kabulde ise son derece tehlikeli sonuç­lar vardýr.

2.

Bizzat Hz. Peygamber onlar yasaða uymayýnca onlar­la birlikte yasaklamýþ olduðu þeye yani oruçlarýný birbirine ulama­ya koyuldu. Eðer yasaktan maksat zahiri olsaydý, o zaman Hz. Pey-gamber´in bu tavrý bir çeliþki[97] olurdu. Hâþâ peygamber i-çin böyle bir durumun olmasý söz konusu deðildir. Hz. Peygam-ber´in bu yasakta bulunmasý, sadece onlara karþý gösterdi­ði þefkat ve merhametin bir sonucu idi. Onlar bu kolaylýk ve müsa­mahayý kendi nefisleri için göstermeyip, ALLAH´ýn rýzasýný kazanma yolunda güçlüklere katlanma sevabý talebinde bulununca, Hz. Pey­gamber onlara bu yasaðý niye koymuþ olduðunu bilfiil gös­termek ve böylesi bir ibadetteki meþakkati onlara öðretmek istedi. Böylece onlar Hz. Peygamber´in bu yasaðýnýn kendilerine mahza bir rahmet olduðunu, Rablerinin rýzasýný kazanmak uðrun­da meþakkat ve sýkýntýlara katlanma konusunda sabýr ve taham­mül gösteremeyen zayýf kimseler için en uygun yolun da bu oldu­ðunu anlamýþ olacaklardý.

Keza Hz.Peygamber bazý þeyleri yasaklamýþ, bazý þey­leri de emir buyurmuþtu. O, bu emir ve yasaklarda mutlak bir ifa­de kullanmýþ ve böylece mükellefin gerek kendisi ve gerekse baþ­kalarý hakkýnda orta yolu tutmasýný istemiþ, emir ve nehiy sýða­larýnýn gerektirdiði mutlaklýðm gereðini istememiþtir. Güzel ahlâk ilkeleri ve diðer iyi þeyler mutlak bir ifade ile emredilmiþ; kötü huy­lar ve þâir kötü iþler de ayný þekilde mutlak bir ifade ile yasaklan­mýþtýr. Daha önce de geçtiði gibi, bu gibi yerlerde mükellef kendi içerisinde bulunduðu hal ve durumlarýn gereði doðrultusunda icti-had etmek ve deðerlendirmede bulunmak durumunda idi. Eðer emir ve nehiylerin taþýmýþ olduklarý mânâ ve hikmetlere bakýlmak­sýzýn sýrf lafýzlar dikkate alýnacak olsaydý böyle birþey mümkün ol­mazdý. Meselâ Hz. Peygamber garar (bilinmezlik) satýþým yasaklamýþ ve onlardan bazýlarýný da ismen zikretmiþtir [98]Mey­venin kendisini kurtarmadan önce satýþý, ceninin satýþý, çakýl atýla­rak malýn belirlenmesi þeklinde yapýlan satýþ[99] vb. gibi. Eðer biz ga­rar yasaðý getiren bu nassm zahirine yapýþacak olursak, o zaman alýþ veriþi caiz olan pek çok þeyin satýmý mümkün olmayacaktýr. Meselâ, kabuðu içerisinde ceviz, badem, kestane vb. gibi þeylerin satýlmasý; ucu toprakta gömülü olan direk vb. gibi þeylerin satýlma­sý; kavun, karpuz ve salatalýk türünden olan tüm mahsûllerin satýl­masý; dahasý temelleri toprak altýnda olan evler, dükkanlar gibi gö­zün göremediði kýsýmlar içeren her þey, enkazlar ve benzeri, hakla­rýnda satýþlarýnýn caiz olduðunu gösteren nass bulunmayan sayýla­mayacak kadar pek çok þeyin satýmý yasak olan garar satýþý içerisi­ne girecekti ve satýþý mümkün olmayacaktý. Böyle bir sonuç ise asla doðru deðildir.[100] Çünkü yasak olan garar, aklý baþýnda kimselerce var da olabilir, yok da olabilir þeklinde anlaþýlan bir bilinmezliði içeren durumlara yorulur.[101]Yasaðýn bu þekilde anlaþýlmasýný gerektiren þey maslahat mânâsý (yani mesâlih-i mürsele) olmakta­dýr[102] ve lafza mücerred olarak baðlanýlmamaktadýr.

Bir nokta daha var: Emir ve nehiyler lafýz bakýmýndan ele alýndýklarý zaman neye delâlet edecekleri konusunda müsavidirler. Onlar içerisinden vücup için olan emri, mendupluk için olandan; haramlýk için olan nehyi, mekruhluk için olandan ayýrmak bizzat nasslar yoluyla mümkün olmaz. Bu þekilde bir kýsmý bilinebilse bi­le çoðunluk bilinemez. Bunlar arasýnda meydana gelen fark, bize sadece mânâ ve hikmetlere tâbi olma, maslahatý gözönünde bulun­durma sonucunda ortaya çýkmýþtýr. Keza bunlarýn hangi mertebede bulunduklarý (yani zarûriyyâttan mý, hâciyyâttan mý ya da tahsîniyyâttan mý olduklarý) ancak maslahatýn gözönünde bulundu­rulmasý ve manevî istikra yoluyla ortaya çýkacaktýr. Bu hususlarý öðrenmek için biz mücerred emir ya da nehiy sýðalarýna bakma­maktayýz. Eðer öyle olmasaydý o zaman þeriatta mevcut bulunan emir sýðalarýnýn (meselâ vücûp gibi) hep ayný düzeyde olmasý gere­kir; çeþitli kýsýmlarý bulunmazdý. Nehiy sîgasý için de durum ayný olurdu. Hatta diyoruz ki: Mutlak olarak söylenmiþ Arap kelâmýnýn gerçek anlamýna ulaþýlabilmesi için mutlaka sözün geliþinin dikka­te alýnmasý, sýðalarýn delaleti konusunda amaçlanan mânâlarýn göz önünde bulundurulmasý gerekir. Aksi takdide söz gülünç ve alay konusu olur. Meselâ onlar þöyle derler: "Falan arslandýr" veya "Fa­lan eþektir[103]"Falanýn külü çoktur" veya "Köpeði korkaktýr[104] "Falanca kadýnýn küpesinin düþtüðü yer uzaktýr" [105] Bunlar gibi sa­yýlamayacak kadar çok (kinaye) sözler vardýr ve eðer bunlarda sa­dece lafýz dikkate alýnacak ve mânâ itibara alýnmayacak olsa onla­rýn makûl hiçbir anlamý kalmaz. Hal böyle iken ALLAH ve Rasûlü´-nün kelâmý hakkýnda durum farklý mý olacaktýr sanýrsýn ! Ýþte bu noktadan hareket edilip lafzýn yanýnda mânâ ve hikmetlerin de gö­zönünde bulundurulmasý sonucundadýr ki, durgun suya doðrudan iþemekle, bir kaba iþeyip de sonra onu suya dökmek arasýnda bir ayýrýmýn mümkün olup olmayacaðý ortaya çýkacaktýr.

Ýmamu´l-Haremeyn, Ýbn Süreyc´den nakleder: O, Ebû Bekir b.Dâvûd el-Isbahânî ile nasslarýn zahirine yapýþma konusunda münazara yapmýþtýr. Ýbn Süreye ona: "Sen nasslann zahirlerine yapý­þýyorsun. Peki, ALLAH Teâlâ "Kim zerre kadar hayýr iþlerse onu gö­rür"[106]buyuruyor. Þimdi iki zerre kadar hayýr iþleyen hakkýnda ne dersin " diye sorar. O: "Ýki zerre, zerre ve zerre demektir" diye ce­vap verir. Ýbn Süreye: "Peki, bir buçuk zerre kadar iþlerse " diye sorar. Bunun üzerine o bocalar ve münazarayý býrakýr. Kadý Iyaz bazý âlimlerden "Davud´un bu mezhebinin hicrî ikiyüz yýlýndan son­ra ortaya çýkmýþ bir bidat olduðunu" nakleder. Bu her ne kadar zahir ile ameli red konusunda bir aþýrýlýk ise de mânâ ve hikmetle­rin bir tarafa itilerek sadece nasslann zahiri ile amelde bulunmak da bir aþýrýlýk ve Þâri´in maksadýndan uzaklaþmak olur. Öbür taraf­tan nasslann zahirlerinin ihmali de israftýr, aþýnlýktýr. Nitekim bu konu Makâsýd bölümünün sonunda geçmiþti. ÝnþALLAH daha sonra yine tekrar ele alýnacaktýr.

Ynt: Emir Ve Nehiy By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:37:29
Fasýl:

Bu sabit olduðu ve amelde bulunan kimse emir ve nehyin ille­tinden anlaþýlan muktezâya uygun olarak amel ettiði zamari^o kimse güçlü bir yol üzere yürümüþ, girdisinde çýktýsýnda her husus­ta Þâri´in kasdýna uygun hareket etmiþ olacaktýr. O yüzdendir ki selef-i sâlih, kendilerini ibadete verme ve azimetleri araþtýrma ve onlarla amel etme konusuna vermiþler ve nefislerini Allah´a kulluk uðrunda meþakkat ve sýkýntýlann altýnda ezmiþlerdir. Çünkü onlar emir ve nehiylerin emreden ve nehyeden cihetinden geldiðini ve onlarýn "Nasýl yaptýklarýnýza bakmak için[107] "Hanginizin daha güzel amel iþleyeceðini sýnamak için"[108]olduðunu; ancak mükelle­fin bünyece zayýf, irade açýsýndan güçsüz, sabýr bakýmýndan yeter­siz olmasý hasebiyle, onun öyle olduðunu bilen ve onu o þekilde ya­ratan Allah Teâlâ, kulunu mazur görmüþ ve zayýflýðý sebebiyle ona acýyarak amellere girme konusunda dayanabileceði kolaylýklar ge­tirmiþtir. Bu cümleden olmak üzere onun kalbine taat sevgisini koymuþ ve onu güçlendirmiþ, bazý huzur bozucu ve sarsýntý verici durumlar, zihni kanþtýrýcý düþünceler karþýsýnda sabretmesi halin­de onunla birlikte olmuþ, ona olan rahmetinin bir tecellisi olmak üzere meþakkatlerle karþýlaþma halinde güçlük ve sýkýntýlann kal-dýnlacaðý bir alan kýlmýþ, amele ilk baþlama anýnda hafifletme yo­luyla bir hazýrlýk devresi kýlmýþ ve bu þekilde devamlýlýðýn aðýrlý­ðýný karþýlamak istemiþ, bunun sonucunda yükümlülükler üzerinde devamlýlýðýn kendisine aðýr gelmemesini amaçlamýþtýr. Eðer kula hayýr iþleme tutkusu girerse ve kendisine meþakkatlann kolaylaþ­masý kapýsý aralanýrsa, bundan böyle aðýr olan, ona hafif gelmeye baþlar ve Allah Teâlâ´nýn "Herþeyi býrakýp yalnýz O´na yönel[109]"Ben cinleri ve insanlarý ancak Bana kulluk etmeleri için yarat­tým"[110] gibi âyetlerinde ifadesini bulan mutlak kulluk emrini ifaya kendini verir. Sanki meþakkat ve zýddý kolaylýk hakîkî deðil tama­men izafî (göreli) þeylerdir. Nitekim bu konu Ruhsatlar bahsinde geçmiþti. Þimdi emir yöneltilmiþtir ve emir karþýsýnda herkes kendi nefsinin fakîhidir. Emir ve nehiylerle kullara karþý rahmet ve ge­niþlik murad olunduðuna göre, ayný kasdýn bulunmasý konusunda bunlarla ruhsatlar birleþmiþ olurlar. Bu durumda azimetler konu­sunda emir ve nehiyler genel anlamda uyulmasý maksûd olan þey­ler olurlar; rýfk konusunda ise onlar kula yönelik olur: Eðer kul bu durumda rýfk ve kolaylýk yönünü tercih ederse, o ruhsat gibi olur. Eðer aksi tarafýný tercih edecek olursa o zaman da "Herþeyi býra­kýp yalnýz O´na yönel"[111]buyruðunun vb. gereði olan azimet doð­rultusunda hareket etmiþ olur.

Fasýl :

Sarih olmayan emir ve nehiylere gelince bunlar birkaç kýsým­dan oluþur:

1.

Hükmün ifadesi haber cümlesi þeklinde gelir. Örnekler: "Oruç

size yazýldý[112] "Anneler çocuklarýný tam iki yýl emzirirler[113]"Al­lah, inkarcýlara, inananlar aleyhine asla fýrsat vermeyecektir[114] "Onun keffâreti on yoksulu doyurmaktýr[115]Bunlar ve benzeri içeri­sinde emir mânâsý bulunan fakat haber cümlesi (inþâî deðil de ihbârî) þeklinde gelen nasslar bu türden olmaktadýr. Bu kýsmýn hükmü açýktýr ve bunlar sarih emir ve nehiyler gibi iþlem görürler.

2.

Fiilin ya da o fiili iþleyenin övülmesi; ya da fiilin ya da o fiili iþ­leyenin yerilmesi; emirler hakkýnda fiili iþleyene sevap verileceðinin, nehiyler hakkýnda ise o fiili iþleyene azap edileceðinin belirtil­mesi; ya da emirler hakkýnda fiili iþleyeni Allah´ýn seveceðinin, ne-hiylerde ise fiili iþleyene Allah´ýn buðzedeceðinin ve hoþlanmayaca­ðýnýn veya sevmeyeceðinin bildirilmesi. Bu kýsmýn Örnekleri de açýktýr. Meselâ: "Allah´a ve peygamberlerine inananlar, iþte onlar dosdoðru olanlardýr[116] "Bilakis siz aþýrý giden bir topluluksu­nuz[117] "Ve kim Allah´a ve Peygamberine itaat ederse, onu cennet­lere sokarýz[118] "Kim Allah´a ve Rasûlüne isyan eder ve O´nun sý­nýrlarýný aþarsa, onu cehenneme sokarýz[119] "Allah, iyilik yapanla­rý sever[120] "Þüphesiz O, israfçýlarý sevmez[121]"Kullarý için küfre razý olmaz. Eðer þükrederseniz sizden hoþnud olur"[122]. gibi.Bunlar da açýktýr dedik, çünkü bu ifadeler tartýþmasýz olarak övü­len konularda o fiilin iþlenmesine, yerilen konularda da o fiilin ter-kedilmesine yönelik zýmnî bir talep içermektedirler.

3.

Talep konusu þeylerin gerçekleþmesi kendilerine baðlý olan þeyler: "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiði þey de vacip midir [123]"Birþeyi emretmiþ olmak onun zýddýný da yasaklamýþ ol­mak mýdýr "[124]el-Ka´bî´nin görüþüne[125] göre, "Birþeyin mubah ol­masý, onun emredilmiþ olmasý demek midir " ve daha baþka benzeri aslýnda maksûd olmadýklarý halde talep konusu olan þeylerin iþ­lenmesi ya da terkedilmesi için zorunlu olarak bulunmasý gereken þeyler de bu kýsmý teþkil etmektedir.

Âlimler gerek bu konularda ve gerekse bunlarýn dikkate alýnýp alýnmayacaðý konusunda ihtilaf etmiþlerdir. Bu konular usûl kitap­larýnda iþlenmiþtir. Ancak, þayet biz bunlarýn dikkate alýnmalarý gerektiðini söyleyecek olursak, bu aslî kasýt üzerine deðil talî (ikin­ci) kasýt üzerine olmuþ olacaktýr. Hatta bunlar derece bakýmýndan "Alýþ veriþi býrakýn" gibi tâbi durumda olan sarîh emir ve nehiyler-den daha zayýf olacaklardýr.[126]Çünkü dikkate alma konusunda sarîh olan emrin rütbesi hiçbir zaman zýmnî olanýn rütbesi gibi de­ðildir.

Makâsýd bölümünde geçtiði üzre þer´î maksatlar iki kýsýmdý: a) Aslî maksatlar, b) Tâbi maksatlar. Emir ve nehiylerle ilgili burada zikredilen bu kýsým iþte o taksimden doðmaktadýr. Bu ikisi arasýn- [157] da çok büyük fýkhî incelikler bulunmaktadýr.[127] O yüzden konunun açýklýða kavuþmasý ve sonunda Allah´ýn izniyle baþka benzerlerini de yerlerine oturtabileceðin bir kýstasa ulaþabilmen için bir fasýl açýp orada bir mesele[128] zikriyle izahat vermemiz gerekmektedir.

Fasýl :

Fukahaya göre "gasb" rakabe üzerine teaddîde bulunmak de­mektir. "Teaddî" ise, rakabe üzerine deðil de menfaatler üzerine te­cavüzde bulunmaya has bir ifadedir.

Gâsýb, gasbedilen þeyin rakabesine mâlik olmayý kastederse, bu ona yasaklanmýþtýr ve kasdý cihetinden yaptýðý þeyden dolayý günahkârdýr.[129]Bu durumda kiþi sadece rakabeyi kastetmiþ olmak­tadýr. Bu itibarla nehiy öncelikle rakabe üzerinde malikiyet kur­masý maksadýna yöneliktir.

Menfaatler üzerine teaddîye gelince, burada kasýt rakabeye de­ðil menfaatlerin elde edilmesine yönelik olmaktadýr. O bu kasdý se­bebiyle o þeyle faydalanmaktan yasaklanmýþ olmaktadýr. Bu du­rumda o, sadece menfaatlere yönelik bir kasýt bulundurmuþ olmaktadýr. Ancak her iki durum da, tâbiyet hükmü yoluyla birinci (aslî) kasýtla deðil de ikinci (tâbi) kasýtla diðerinin bulunmasýný zorunlu kýlmaktadýr.[130]

Kiþi eðer gâsýb ise, menfaatleri deðil, rakabeyi tazminle sorum­lu olacaktýr ve rakabenin sadece gasb günündeki kýymetini tazmin edecek, (onu gasbdan hüküm anýna kadar geçen süre içerisinde ulaþtýðý) en yüksek kýymetten ödemeyecektir. Çünkü faydalanma rakabeye tâbi durumdadýr. O tâbi durumda olunca, ondan fayda­lanma hakkýnda gelen yasak da rakabeye el koyma yasaðýna tâbi durumunda olacaktýr. O yüzden de menfaatlerin kýymetini tazmin etmeyecektir; ancak bazý âlimlerin görüþüne göre menfaatlerin tazmini söz konusu olacaktýr ve bunlar görüþlerini "gâsýbm rakabe ile birlikte ayný anda aslî kasýtla menfaatlere yönelik de kasýt bu­lundurmuþ olacaðý" esasýna bina etmektedirler. Daha açýk görüþe göre rakabe gâsýbý üzerine menfaatlerin tazmini gerekmemelidir; çünkü bir genel kaide getiren "el-Harâcu bi´d-damân" (= Cereme kime semere ona.[131]) hadisinin genel kapsamýna bu da girmekte­dir.[132]Bunun sebebi zikredildiði üzere, gasbedilen þeyden fayda­lanmayý yasaklama bizatihi maksûd deðildir; aksine o gasb yasa­ðýna tâbi durumdadýr. Bu haliyle o, cuma vaktinde yapýlan alýþ ve­riþin durumuna benzemektedir. Açýkça yasak bulunmasýna raðmen bu vakitte yapýlan alýþ veriþ yasaktan gözetilen maksat bizzat alýþ veriþi yasaklamak olmadýðý için bir kýsým âlimlere göre sa­hih olunca, zýmnî nehiy ile yasaklanmýþ olmasý durumunda onun öncelikli olarak sahih olmasý gerekecektir.[133]Bu bahis "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiði þey de vacip midir " meselesinde de aynen geçerlidir. Eðer biz vacip deðil dersek, o takdirde bir problem bulunmayacaktýr. Yok vacip diyecek olursak o zaman onun vacipliði bizatihi olmayacak­týr. Ayný þekilde "Eirþeyi emretmiþ olmak onun zýddýný da yasaklamýþ olmak mýdýr ", yine "Birþeyi yasaklamýþ olmak onun zýdlarýndan birini emretmiþ olmak mýdýr " meselelerin­de de durum aynýdýr. Eðer biz öyle dersek, o zaman bu bizatihi maksûd olmayacaktýr ve bu durumda emir ve nehiy için kesin bir hüküm bulunmayacak; ancak bilfarz aslî kasýt ile maksûd olmasý takdirinde kesinlik kazanabilecektir; oysa ki durum öyle deðildir.

Eðer (gâsýb deðil de) müteaddî ise, o takdirde tazmin sorum­luluðu gasb deðil de teaddî tazmini[134] þeklinde olacaktýr; çünkü bu durumda rakabe tâbi durumda olmaktadýr. Durum böyle olunca rakabeye el koyma yasaðý, menfaatlere el koyma yasaðýna tâbi ol­maktadýr. Bu yüzden de mutlak surette en üstün kýymetinden[135] tazmin edecektir ve az çok ne varsa tazminle yükümlü olacaktýr. Teaddî durumunda rakabenin tazmini ise, sadece malýn telef olmasý[136] halinde söz konusudur. Çünkü onun telefi menfaatlerinde telefi sonucunu doðurmaktadýr. Bunlarda gasb hali Ýse böyle de­ðildir.

Eðer bunlar ayný olsaydý o zaman ne Ýmam Mâlik ne de baþka­larý bunlarýn aralarýný ayýrmazlardý. Ýmam Mâlik gâsýb ve hýrsýz (sârik) hakkýnda þöyle demiþtir: "Gasbedilen ya da çalman þeyi pi­yasasýndan ve menfaatlerinden alýkoyar ve sonra olduðu gibi geri iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakký yoktur.[137] Eðer iâreten almýþ (müsteîr) ya da kiralamýþ (mütekârî) (ve teaddîde bulun­muþ ise[138]o takdirde kýymetini tazmin eder" Bu sonuç, Ýmam Mâlik ve tâbilerinin mezhebinde meþhur olan görüþ üzerine kurul­muþtur. Aksi takdirde görüþün mercii farklý olacaktýr. Burada üze­rine binada bulunulan esas ise sabittir.[139]

Her iki kýsmýn arasýnda fark görmeyen kimseler[140] görüþlerini þu yaklaþýmlar üzerine bina etmiþ olmaktadýrlar:

1.

Mezhep müntesiplerinin zikretmiþ olduklarý þu kaide: "Devam ibtidâ (baþlama) gibi midir " Eðer biz devamýn baþlama hükmün­de olmadýðýný söyleyecek olursak, bu meþhur olan görüþe göre gasbda geçerli olmaktadýr. Bu takdirde tazmin gasb günü gereke­cektir. Menfaatler ise tâbidir. Yok devam baþlangýç gibidir, diyecek olursak, bu durumda gasbeden kimse her an gasba yeniden baþlý­yor gibi olacaktýr ve bu haliyle o, her an yeni bir tazmin sorumlulu­ðu altýna giriyor demektir ve bu durumda gasbettiði þeyi en yüksek kýymeti ile tazmin etmek durumunda olacaktýr.[141] Nitekim Ýbn Vehb, Eþheb ve Abdulmelik bu görüþtedirler. Ýbn Þa´bân bunu: "Çünkü her an ona iade gerekmektedir ve onu iade etmediði her an için o malý o anda yeniden gasbetmiþ duruma düþmektedir" þeklin­de izah etmiþtir.

2.

Bir baþka kaide daha var: "Eþyalara hakikî anlamda ancak Yaratýcý mâlik olabilir; kul için sadece onlarýn menfaatleri söz konusudur" Durum böyle olunca rakabeye yönelik olan kasýt, onun menfaatlerine sahip olma amacýna dönüþür mü dönüþmez mi Eðer dönüþür dersek zira eþyalarýn rakabelerinin bir ayýn olma­larý hasebiyle bizatihi bir menfaatleri yoktur ve insanlarca arzula­nan faydalarý içermiþ olmalarý bakýmýndan istenirler o zaman bu, menfaatin tazmini için gasb ile teaddînin arasýný ayýrmama ciheti­ne gidenlerin görüþü olmuþ olur. Eðer dönüþmez dersek, o zaman bu, iki eylemin arasýnýn ayrýlmasýnýn bir gereði olmuþ olur.

3.

Gasbeden kiþi, gasb eylemi ile gasbettiði þeyin rakabesine ma­lik olmak isteyince, acaba bu kasdý sonucunda kendisine yönelen tazmin sorumluluðu karþýlýðýnda o þeye mâlik olmuþ gibi sayýlabilir mi Baþka bir ifade ile "Gasb sonucunda mülkiyet þüphesi do­ðar mý " Eðer bu soruya evet cevabý verecek olursak aynen müs-lümana ait mallarýn kâfirlerin eline geçmesi halinde olduðu gibi o zaman konu Hz. Peygamber´in "el-Harâcu bi´d-damân" (= Cereme kime semere onald[142]) hadisi altýna girmiþ olacaktýr. Bu durumda o malýn ürünü, yükselen ya da düþen kýymeti veya mey­dana gelen bir deðiþiklik, gasbeden kimseye ait olacak ve kendisine tazmin sorumluluðunun gereði lâzým gelecektir. Aynen istihkak ve fasit alýþ veriþ örneklerinde olduðu gibi.

Eðer bu soruya hayýr cevabý verir ve mülk þüphesi doðmaz, gasbedilen mal gasb sonrasýnda da asýl sahibinin mülkiyetinde kal­maya devam eder diyecek olursak, bu durumda o maldan ortaya çý­kacak her türlü ürün ve menfaat sahibinin mülkünde ve ona ait olacak ve gasbeden kimsenin mutlaka onlarý tazmin etmesi gereke­cektir. Çünkü asýl malý gasbettiði gibi onlarý da gasbetmiþ olmakta­dýr. Meydana gelen noksanlýða gelince, eðer bu kusur ve tecavüzü neticesinde meydana gelmiþ ise gasbedenin onu da yüklenmesi ge­rekecektir; çünkü gasbedilmiþ bir malýn noksanlaþtýrýlmasý; onun rakabesinin bir kýsmýný itlaf etmek demektir. Dolayýsýyla, menfaat­ler üzerine teaddîde bulunan kimsenin tazmin ettiði gibi o da taz­min edecektir. Çünkü rakabenin varlýðýnýn olduðu gibi devam et­mesi, onun menfaatleri cümlesinden olmaktadýr. Bunun da mevcut ihtilafýn üzerine bina edilebilecek bir esas olmasý mümkündür.

4.

Þöyle denilebilir: Acaba gasbedilen þey, aynen olduðu gibi tek­rar sahibine iade edilecek olsa, bu durumda o mal teaddî edilen mal gibi kabul edilir mi Zira her ikisinde de görünüþ aynýdýr ve gasbe-den kimsenin gasbettiði þeyi geri vermesi halinde de kasdýnýn bir etkisi olmaz; çünkü Ýmam Mâlik´in ortaya koyduðu kaideye göre iti­bar fiillere olup maksatlara deðildir ve vasýtalar ilga edilir. Yoksa böyle sayýlmaz mý Ýmam Mâlik´in buradaki sözünün iþaretine ba­kýlacak olursa kasdm eseri bulunmaktadýr. Ýbnu´l-Kâsým´ýn sözü-[162] nun zahirinden anlaþýldýðýna göre de kasdm bir eseri yoktur. Bu yüzdendir ki Ýmam Mâlik gasbeden ve hýrsýz hakkýnda "Piyasasýn­dan alýnan þeyi hapseder ve sonra onu olduðu gibi iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakký yoktur. Eðer iâreten almýþ (müsteîr) ya da kiralamýþ (mütekârî) (ve teaddîde de bulunmuþ ise) o takdirde kýymetini tazmin ettirir" sözünü söyleyince Ýbnu´l-Kâsým: "Eðer Mâlik´in bu sözü olmasaydý, hýrsýza kiracýya getirdiði sorumluluðu yüklerdim" demiþtir.

Bu yaklaþýmlar, Ýmam Mâlik ve diðerlerinin mezheplerinde mevcut bulunan ihtilafýn birer izahý olabilir ve bu haliyle "As­lî kasýt ile gelen emir ve nehiylerin hükmü kesindir; tabî (ikinci) kasýt ile gelen emir ve nehiylerin ise durumu böyle deðildir" þeklin­de geçen kaide aslî hali üzere zedelenmeden kalabilir. Bu zikredi­len kaide ile birlikte bu yaklaþýmlar beraberce ele alýndýðý zaman ihtilafýn yönü anlaþýlmýþ olur. Belki de bundan istihsâna dönük ba­zý þeyler çýkmýþ olabilir[143] ve bunlar asýl kaideyi bozmaz. Allah´u a´lem!

Bil ki, gasbedilmiþ bir yerde kýlýnan namaz meselesi, bu esasa vurulduðu zaman, namazýn bâtýl olmadýðýna kail olan çoðunluk ulemâya ait görüþün doðruluk yönü ve bâtýl olacaðý görüþünü taþý­yan Ýmam Ahmed b. Hanbel, Asbað ve diðerlerinin yaklaþýmlarýnýn izahý ortaya çýkmýþ olacaktýr.[144]

Bu mesele, yine bu noktaya çýkan[145] bir baþka meseleyi hatýr­latmaktadýr ve o da þudur: [146]

Sekizinci Mesele:

Emir ve nehiy birbirleri ile telâzum (birinin varlýðýndan öbürü­nün de lâzým gelmesi) halinde bulunan iki þey hakkýnda gelecek ol­sa ve birbirinden ayrý ayrý ele alýnmasý halinde bunlardan biri emredilmiþ[147] diðeri de yasaklanmýþ olsa ve bunlardan biri diðeri­ne varlýkta ve yoklukta tâbi durumunda olsa, bu durumda[148] itiba­ra alýnacak olan metbû {kendisine tâbi olunan) ciheti olacaktýr. Tâbi cihetine yönelik olan ise þer´an ilga edilmiþ ve itibardan düþ­müþ olacaktýr. Delilleri:

1.

Bir önceki meselede arzedilen hususlar.[149]Her ne kadar orada arzedilen emir ve nehiyler sarih deðil ve burada sözü edilenler sa­rih ise de, tâbiyet hükmü sabit olunca bunlar arasýnda fark kalma­maktadýr. Bundan dolayýdýr ki, cuma vaktinde yapýlan alýþ veriþin bâtýl olduðunu söyleyenler bu görüþlerini, nehyin tâbi olduðu esasý üzerine binaetmemiþler[150] butlan hükmünü sadece onun maksûd olduðu esasýndan çýkarmýþlardýr diyoruz.

2.

Emir ve nehyin birbirleri ile telâzum halinde bulunan iki þey üzerine vârid olmasý halinde mutlaka þu ihtimallarden biri buluna­caktýr:

a) Ya her ikisi de onlar üzerine beraber gelmiþ olacaktýr. (Öyle ki bu iki talepten herbiri kendi mahallinde yerini bulacak ve bunlardan biri emredilmiþ, diðeri de nehyedilmiþ olacaktýr.)

b) Ya her ikisi de gelmemiþ olacaktýr.

c) Ya da biri gelmiþ diðeri gelmemiþ olacaktýr.

Birinci ihtimal sahih deðildir; zira biz meseleyi birbiri ile telâzum halinde bulunan iki þey hakkýnda ortaya koymuþ idik. Do­layýsýyla emir ve nehiy bir arada bulunacaðý için kiþinin, her ikisine de birlikte yapýþarak istenileni yerine getirmesi mümkün olmaya­caktýr. Emre uyarak amel cihetine yapýþmasý halinde, yine ayný þeyden yasaklayan nehiy ile karþýlaþmýþ olacaktýr. Nehye uyarak terketmesi halinde de onu yapmasýný isteyen emirle karþý karþýya gelecektir. Bu durumda ister iþlesin ister terketsin mükellef üzerinde emir ve nehyin (ayný konuda ve ayný anda) bir araya gel­mesi sonucu gerekecektir. Bu ise takat üstü yükümlülük (teklîfu mâ lâ yutak) olmaktadýr ve böyle bir yükümlülük vaki deðildir.[151] Dolayýsýyla böyle bir sonuca götürecek þey sahih olamaz.

ikinci ihtimal de aynýdýr. Çünkü bilfarz ortaya konan mesele her iki talebin de yönelmiþ olmasýdýr ve onlarýn beraberce ortadan kalkmasý mümkün deðildir.

Geriye sadece üçüncü ihtimal kalmaktadýr. O da birinin yönel­mesi ikincisinin ise yönelmemesi hali. Biz bunlardan birinin metbû ki aslî olarak maksûd olan oluyor , diðerinin de tâbi bu da ikinci derecede maksûd olan oluyor olduðunu varsaymýþtýk. Bu durumda tabiye deðil de metbûya taalluk eden emir ya da neh­yin esas alýnmasý taayyün etmiþ olacaktýr. Bunun aksi doðru ola­maz; çünkü aklî esaslara ters düþer.

3.

Þeriatýn istikraya tâbi tutulmasý. Meselâ hem menfaatleri[152]hem de ürünleri ile birlikte kök ve gövdeler üzerine akit yapýlmasý, menfaat ve gelirleri ile birlikte rakabe üzerine akit yapýlmasý gibi. Bunlardan her biri haddizatýnda amaçlanan þeylerdir. Ýnsan raka-belere mâlik olabilir ve onlarýn menfaatleri bu rakabe mülkiyetinin arkasýndan gelir. Keza insan bizzat bu menfaatlere de mâlik olabilir ve bu durumda bu menfaatleri kullanabilmesi için menfaa­te tâbi olarak rakabelerin de onun emrine verilmesi gerekir ve bun­lardan herbirine yani hem rakabelere hem de menfaatlere müstakil olarak yönelik kasýd bulundurulabilir. Bu gibi yerlerde ihtilafsýz olarak tâbilik yönünü belirleyecek yollar vardýr. Þöyle ki: Ev, sa­ban, bahçe, köle, hayvan, elbise ve benzeri þeylerin satýn alýnmasý konusunda akit yapmak ihtilafsýz caizdir. Bunlar rakabe üzerine yapýlmýþ akitler olup, ona tâbi menfaatler üzerine yapýlmýþ akitler deðildir. Çünkü menfaatler nadir olarak bulunurlar ve çoðu kez de akit anýnda mevcut olmazlar. Bulunmayýnca da üzerine akit yap­mak imkansýz olur. Çünkü her yönden ve her açýdan bilinmezlikle­ri vardýr; ne miktarlarý, ne nitelikleri, ne müddetleri, ne de baþka hususlarý bilinemez. Hatta onlarýn temelden bulunup bulunmaya­caklarý dahi bilinemez. Bu durumda müstakil olarak ele alýnmalarý halinde yalnýz baþýna onlar üzerine akit yapmak sahih olmaz. Çün­kü bilinmeyen þeylerin satýþý, garar satýþý yasaklanmýþtýr. Dahasý istifade için cinsel organ (sahipleri)[153] üzerine akit yapýlmasý caiz olmaktadýr; ama akit sadece bunlarýn menfaati üzerine yapýlmasý halinde eðer bu cinsî iliþki þeklinde olacaksa mutlak surette bâtýl olacaktýr.[154] Cinsî iîiþki dýþýndaki menfaatler üzerine yapýlacak akit de, onlarý bilinmezlikten çýkaran bir ölçü olmadýkça ayný þekilde imkansýz olacaktýr: Hizmet, sanat ve benzeri tek baþýna rakabe menfaati üzerine yapýlan akitlerde olduðu gibi. Aksi durumda da vaziyet aynýdýr.[155] Meselâ hür insanýn menfaatleri gibi. Bilinmezli­ði ortadan kaldýrýcý ölçünün bulunmasý halinde genel anlamda ica-re yoluyla onun menfaatleri üzerine akit yapmak ittifakla caizdir. Yine ittifakla onun rakabesi üzerine akit yapmak caiz deðildir[156]bununla birlikte onun menfaatleri üzerine yapýlan akit onun raka-besi üzerine de akdin yapýlmýþ olmasý sonucunu beraberinde geti­rir. Zira hür, akit sebebiyle ifaya mecbur olduðu hizmeti teslim için sözleþme süresince rakabe itibarýyla da kýsýtlýlýk altýndadýr. Bu da rakabenin de akde konu olduðunun bir sonucu olmaktadýr; ancak onun akde konu olmasý birinci deðil ikinci kasýtla olmaktadýr. Bu mânâ, hakkýnda delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açýk bulunmak­tadýr. Genel olarak bu bize, metbûlarý ile birlikte bulunan tâbilere tâbi olmalarý açýsýndan emir ya da nehyin taalluk etmeyeceði hakkýnda bir fikir vermektedir. Bunlara emir ve nehyin taalluk et­mesi ancak baþlangýç itibarý ile kendilerine yönelik bir kasýt bulun­durulmasý halinde söz konusu olmaktadýr. O takdirde de bunlar ar­týk tâbilikten, çýkmýþ, metbû haline gelmiþ olacaklardýr.

Ýtiraz: Bu bazý yönlerden dolayý müþkil gözükmektedir:


1.

Alimler, rakabeler hatta daha genel bir ifade ile eþya üzerinde Allah´tan baþka kimsenin mâlikiyeti olamayacaðýný ifade etmiþler­dir. Þer´an mülk edinmeden maksat, eþyanýn menfaatlerine sahip olmaktýr.[157] Çünkü eþyadan kullarýn istifadesine dönen þey, sadece onlarýn menfaatleridir ve bizzat onlarýn zatlarý deðildir. Meselâ topraðýn, evin, elbisenin ya da paranýn bizzat kendilerinin birer zat olmalarý açýsýndan insana ne bir faydalarý ne de bir zararlarý vardýr. Onlardan gözetilen maksad meselâ topraðýn ekip biçilmesi, evin içerisinde oturulmasý, elbisenin giyilmesi, paranýn kendisiyle istifadesi dokunacak birþeyin satýn alýnmasý þeklinde kullanýlmasý suretiyle ancak gerçekleþecektir.[158] Bu belirttikleri gibi çok açýk bir husustur. Durum böyle olunca, yapýlan akit herþeyden önce menfa­at üzerine yapýlmýþ olmaz mý Çünkü rakabeler mülkiyet altýna gir­mez. Dolayýsýyla ortada ne tâbi kalýr ne de metbû. Geçen örnekler­de ve benzeri diðer konularda tâbi ya da metbûun varlýðý tasavvur edilemeyeceðine göre o zaman (meselenin üzerine kurulmuþ olduðu esas) tümden yýkýlmýþ olur ve meselenin ortaya konmasý için zikre­dilen bütün örnekler, ispatý çalýþýlan esasa misal olmaktan çýkar. O zaman herþeyden önce böyle birþeyin þeriatta varlýðýný isbat etmek, sonra da ikinci olarak onu demlendirmeye çalýþmak gerekir.[159]

2.

Haydi diyelim ki akit konusu olan zatlar olsun[160]bu durumda da ilk plânda maksûd olan yine menfaatler olacaktýr. Çünkü az ön­ce de belirtildiði gibi birer zat olmasý açýsýndan zatlarýn ne bir faydalarý ne de bir zararlarý bulunmaktadýr. Dolayýsýyla birinci maksat onlarýn menfaatlerine yönelik olacaktýr. Menfaatler yalnýz baþlarýna elde edilemeyip, onlara ulaþabilmek için zatlarýn elde edilmesine ihtiyaç bulununca akýl sahipleri onlarý elde etmek için koþuþturmaya baþlamýþlardýr. Dolayýsýyla kasýt açýsýndan tâbi durumda olan, zatlar; metbû durumda olan da, menfaatler olacaktýr. Bu durumda birinci kasýtla elde edilenin esas alýnacaðý þeklinde zikrettiðin kaidenin bir gereði olarak menfaatlerle birlikte zatla­rýn yok hükmünde olmasý gerekir. Bu sonuç ise bâtýldýr. Zira hür bir insanýn zatý ittifakla menfaatlerine tâbi deðildir. Hatta herhan­gi bir konuda ne kira ne de icâre, akit konusu olan menfaate o þeyin zatýný tâbi kýlmaz. Örneðin evin kiralanmasý sadece onun menfaa­tini temlik eder ve bu menfaat kendisine evin rakabe mülkiyetini tâbi kýlmaz. Ayný þekilde kiralanmýþ olan toprak, hayvan veya baþka bir metada da durum aynýdýr. Dolayýsýyla eðer sözünü ettiðin esas, bu meseleler üzerine kurulmuþ ise tamamen yýkýlmýþ olur[161]

3.

Bizzat Þâri´in bunun aksine beyanda bulunduðunu görmekte­yiz. Çünkü Hz. Peygamber þöyle buyurmuþtur: "Kim aþý­lanmýþ hurma aðacý satarsa, onun meyvesi satýcýya aittir; ancak müþterinin þart koþmasý hali müstesna[162]"Kim bir köle satar ve kölenin de malý bulunursa, malý efendisine aittir; ancak müþteri­nin þart koþmasý hali müstesna"[163] Bu iki hadis menfaatleri, biz­zat akit sebebiyle müþteriye ait kümamiþtýr; halbuki size göre on­lar diðer eþyalarýn menfaatleri gibi asýllarýna tabidirler. Aksine her iki hadiste de tâbi durumda olan hurma ve mallar satýcýya ait kýlýnmýþtýr. Bu da ancak, meyvenin hüküm bakýmýndan asýldan ay­rý olmasý durumunda mümkün olur.

4.

Akýl ve âdet sahiplerince menfaatler ihtilafsýz maksûd olan þeylerdir. Eðer aslýn da maksûd olduðu farzedilecek olursa, o za­man her ikisi de maksûd bulunur. Bu yüzdendir ki menfaatlerin çokluðuna göre fiyatta artýþ yapýlýr; menfaatlerin azlýðýna göre de fiyattan düþülür. Bu sabit olduðuna göre, menfaatler nasýl olur da ilga edilmiþtir denilebilir Halbuki onun karþýlýðýnda fiyattan bir pay da bulunmakta ve o akit yapýlýrken gözönünde bulundurulmak­tadýr; maksûd olmaktadýr. Bu durum, menfaatlere yönelik kasdýn ayný anda hem bulunmasýný hem de bulunmamasý sonucunu ge­rektirir ki, bu muhaldir.

"Ona yönelik kasýt âdete mebnîdir; kasdýn olmamasý ise þer´îdir. Dolayýsýyla aralarý ayrýlýr ve tenakuzdan bahsedilemez" þeklinde bir izah da getirilemez. Çünkü Þâri´in ona karþý bir kasýt bulundurmamýþ olmasý, örfen ve âdeten böyle bir kasdýn bulunmamasý esasýna mebni olur. Zira teþrîde gözetilen genel prensipler­den biri de, hükümlerin âdetler doðrultusunda konulmuþ olmasý­dýr.[164] Keza bu perensiplerden biri de maslahatlarýn ve onlar hak­kýndaki mükelleflerin maksatlarýnýn dikkate alýnmasýdýr.[165] Yani mahza ibâdet olan yükümlülüklerin dýþýnda kalan hükümleri kas­tediyorum. Asýllarýn maslahatlarý[166] onlarýn menfaatleri olduðuna, menfaatlar da akýllý insanlarca örfen ve âdeten maksûd olduðuna göre, þeriatýn hükmünün de o doðrultuda olmasý lâzým gelecek-tir.[167] Oysa ki siz, þer´an menfaatlarýn asýl ile birlikte ele alýndýkla­rýnda ilga edilmiþ olacaðýný söylemektesiniz. Sizin kaidenize göre o, aklý baþýnda insanlarýn âdetlerinde de ilga edilmiþ olmalýdýr; oysa ki aklý baþýnda insanlarca onlarýn maksûd olduklarý bilinmektedir. Dolayýsýyla muhal olan bir çeliþki söz konusudur.

Cevap: Önce birinci itiraz noktasýný ele alalým: Ýtiraz sýrasýnda ileri sürülen ulemâya ait kaide[168] doðrudur ve o bizim buradaki maksadýmýza ters düþmemektedir. Þöyle ki: Fiiller de ayný þekilde gerçek anlamda kula ait deðildir[169]Ancak sýfat ve zatlarda bulu­nan malikiyetin bir benzeri olarak onlara sahip olmaktadýrlar. Bu durumda nasýl ki fiiller insanlara nisbet ediliyorsa, ayný þekilde sý­fat ve zatlar da onlara nisbet edilebilmektedir ve aralarýnda bir fark da yoktur. Þu kadar var ki fiillerden bir kýsmý bizim kesbimiz olduðu halde, sýfat ve zatlarda bizim müktesebimiz dahilinde olan birþey bulunmamaktadýr. Fiillerden kesb olarak bize nisbet edilen- ler ise, aslýnda bizzat menfaatler, ya da zararlar veyahut da bunla­ra götüren yollardan farklý birþey olmayan müsebbepler için hazýr­lanmýþ sebeplerden baþka birþey deðildir ve biz sebepler konusunda emir ya da nehiy yoluyla iþte bunlar cihetinden yükümlü tutulmuþ bulunmaktayýz.[170] Ama müsebbeb olmalarý açýsýndan bizzat müsebbeblerin kendilerine gelince, onlar Allah´ýn yaratmasý olmak­tadýrlar. Nitekim bu konu Hükümler bölümünde izah edilmiþti. Nasýl ki menfaat ve zararlarýn bize nisbeti her ne kadar bizim kudretimiz dahilinde olmamakla birlikte caiz ise, ayný þekilde zatlarýn da bize uygun biçimde nisbeti caiz olacaktýr.Buna delalet eden hususlardan biri de þudur: Zatlardan bazýla­rý üzerinde onlarý yok etmek ya da deðiþtirmek kabilinden tasarruf­lara giriþmek caiz olmaktadýr: Meselâ yemek için hayvaný boðazla­mak ve Öldürmek, yeme, içme ve giyinme yoluyla yiyecek, içecek ve giyecek maddelerini tüketmek vb. gibi. Keza bize eza versin verme­sin, zarurî ya da hâcî bir menfaatin tamamlayýcý unsuru olma­dan[171] da kendisi ile faydalanýlmayan bazý þeyleri itlaf etme yetkisi de verilmiþtir. Meselâ güneþe engel olan bir aðacý keserek ortadan kaldýrmak vb. gibi. Bizzat eþyalarýn zatý üzerinde, onlarý yok et­mek, deðiþtirmek vb. yollarla tasarrufun caiz olmasý, þer´an onlar üzerinde mülkiyetin bulunduðuna delil olur. Bu durumda "Zatlara ancak Allah mâlik olur" diyenlerle bizim aramýzda sadece bir ýstýlah anlaþmazlýðýndan baþka hiçbir ayrýlýk kalmaz. Asýl mânâda ise uyum olur. Zatlar üzerinde mülkiyet sabit olunca ve menfaatler de onlardan ortaya çýktýðýna göre, menfaatlerin tâbi olmalarý doðru olur ve kaidenin mânâsý (vakýada) tasavvur olunabilir (dolayýsýyla onun sýhhatini ortaya koymak için delil ikamesine giriþmek yerinde bir davranýþ olur).

Ýkinci Ýtiraza Cevap: Bu itiraz her ne kadar genel anlamda

teslim edilebilse de tafsilata inildiðinde kabul edilebilir deðildir. Maksadýn menfaatler olduðu konusunda zaten biz de ayný þeyi söy­lüyoruz. Ancak menfaatler munzabýt deðillerdir ve onlarý belirleye­bilmek için esas alabileceðimiz kendilerinden kaynaklandýklarý zat­larýn dýþýnda baþka birþey de yoktur. Þöyle ki, eþyalar nihayet sayý-labilse de onlarýn menfaatleri sayý altýna girmeyecek kadar çok ve çeþitlidir. Çünkü meselâ kul asýl yaratýlýþý itibarýyla insanoðlunun ihtiyacý bulunan hizmet, meslek, sanat, ilim ve kulluk icrasý gibi her türlü amaca elveriþli þekilde donatýlmýþtýr. Bu beþ þeyden her birisi ise birer cins olup altlarýnda neredeyse sayýlamayacak kadar pek çok nev´iler içerir. Her nev´in altýnda da sayýsýz cüz´îler bulu­nur. Her ne kadar bir insan âdeten bütün bunlarý yapma imkânýna sahip deðilse de, onun bir cins ya da o cinsin bazý sýnýflarý altýna girmesi, sayýlamayacak kadar çok olan menfaatlerin sýnýrlandýrýl­masý konusunda yeterli olur. Öyle ki bu belirleme sonucunda her bir þahsýn belirlenen o sýnýf menfaat üzere baþkasý tarafýndan haya­týnda faydalanacaðý ücretle tutulmasý sahih olur. Ayný þekilde mülk olan her bir rakabe ya da eþyanýn kendisinden faydalanýlmak üzere kiralanmasý da böyledir. Bu durumda zatlarýn dikkate alýnmýþ ol­masý, küllî menfaatlere atf-ý nazarda bulunmak demek olur. Ama biz doðrudan menfaatlere bakacak olursak, onlarý bir yerde sýnýr­landýrmak imkaný bulamayýz. Onlardan ancak bir kýsmý tahdid edilebilir ve vakte, hale ve imkâna göre kasýd ona yönelir. Bu du­rumda onun cihetinden gözetilen kasýt küllî deðil cüz´î olmuþ olur. Menfaatler kasýt açýsýndan bizzat kendileri cihetinden ele alýndýk­larýnda munzabýt deðillerdir; ne vücûda gelmeleri bakýmýndan ne de üzerine þer´an akit yapýlma bakýmýndan belirli deðillerdir; çün­kü haklarýnda bilinmezlik vardýr. Gerçi bir kýsmý bir ölçüye kadar belirlenmiþ olabilir ve malûm birþey haline gelebilir; ancak bütün bunlar, küllî deðil cüz´î özelliktedir. Þu halde sadece menfaatlerin kendisine yönelik nazar, onlarýn cüz´îlerine yönelik bir deðerlendir­me olmaktadýr. Kural olarak küllî olan, hem tabiat itibarýyla hem de aklen öne alýnýr. Dolayýsýyla o (yani küllî olan) daha önce de geçtiði gibi[172] þer´an da öne alýnmýþ olacaktýr.

Bu izahtan ortaya çýkmýþtýr ki, gözetilen maksadýn menfaat­ler olduðunu kabule raðmen zatlar öncelikli olarak maksûd ve metbû; menfaatler ise tâbi durumundadýr. Bunun sonucunda Þâri´in menfaatler için her ne kadar onlar bilinmemekte ve sý­nýrlanmýþ deðilse de rakabe mülkiyetine izin verip; sade menfaat mülkiyetine[173] ise mutlak olarak izin vermeyip, onu belirleme, munzabýt hale getirme ve imkan nisbetinde hakkýnda yeterli bilgi sahibi olma gibi þartlarla ona izin vermesinin hikmeti anlaþýlmýþ olacaktýr. Çünkü bizzat rakabenin kendisi bütün menfaatlerin belirlenmesi için küllî bir ölçü (zabýt) olabilmekte ve o mevcut olan bu küllîlik açýsýndan bilinir olmaktadýr. Bizzat menfaatlerin müstakil olarak ele alýnmasý halinde ise durum böyle deðildir. Çünkü onlar haddizatýnda munzabýt deðillerdir ve ne müddet ne sýnýr, ne fiyat ve ne de deðer olarak bilinir bir haldedirler. Bu durumda iken on­lar, kendilerine uygun bir kýstasa (ölçüye) vurulduklarý zaman, bü­tün bu bilinmezlik yönleri ortadan kalkar ve o zaman onlar üzerine akit yapma ve âdeten ona yönelik bir kasýt bulundurma mümkün hale gelir. Bu duruma gelen bir menfaat üzerine yapýlacak olan akit, eðer Sâri´ tarafýndan caiz görülürse[174] caiz olur; aksi takdirde mümkün olmaz.

Soruda zikredilen hususlardan biri de þu idi: "Menfaatler göze­tilen asýl maksat olunca rakabeler/asýllar tâbi durumda olur. Çünkü onlar maksada ulaþtýran vasýtalardýr" Þimdi eðer itirazcý bu sözle, rakabelerin menfaatlere mutlak surette tâbi olduklarýný kas­tediyorsa, bu arzedilen açýklamalar doðrultusunda[175] yersiz olacak­týr. Yok, bir nevi tâbiliði kastediyorsa o zaman kabul edilebilir ve bundan sakýncalý bir durum da lazým gelmez. Çünkü küllî olan þeyler bazý hallerde herhangi bir yönden kendi cüz´îlerine tabi ola­bilmektedirler ve bundan o küllilerin cüz´îlerine mutlak surette tâbi olduklarý sonucu lâzým gelmemektedir. Meselâ iman[176] dinin asýl ve esasýný teþkil eder. Sonra bakarsýnýz yerinde belirttikleri üzere ibadetlerin sýhhati konusunda onun bir vesile ve þart ola­rak arandýðý görülür. Þart, meþrutun tâbilerinden olmaktadýr. Eðer soruda ileri sürülen hususu kabul edecek olursak o zaman amelle­rin esas, imanýn ise tâbi duruma düþmesi gerekir. Görülmez mi ki, iman amellerin artmasýyla artmakta, eksilmesiyle de eksilmektedir ve bu onun tâbiliðini güçlendiren hususlardan biri olmaktadýr. An- cak bu sonuç sakattýr. Tâbiliðin esasta gözükmesi halinde mut­laka küllî deðil cüz´î olmasý gerekmektedir.

Biz de ayný þekilde söylüyoruz ve diyoruz ki: Yalnýz baþýna menfaatler üzerine akit yapýlmasý halinde rakabeler/asýllar menfa­atlere tâbi olur. Çünkü menfaatler ancak onlardan elde edilirler. Dolayýsýyla asýllarýn onlardan faydalanacak kimselerin elinde bý­rakýlmasý ve sahiplerinin onlardan faydalanmasýnýn engellenmesi kaçýnýlmaz olacaktýr. Aynen rakabeler/asýllar üzerine yapýlan akid-de olduðu gibi. Çünkü bu akit bir nevi mülkiyet anlamýna gelmek­tedir; þu kadar var ki bu mülkiyet sadece üzerine akit yapýlan men­faate münhasýrdýr ve akit konusu menfaatin bitmesiyle de sona er­mektedir. Bu ne þeriatta ne de örfte her ne kadar mânâ itibarýy­la öyle olsa da mülk olarak isimlendirilmemektedir. Zira carî olan âdete ve þeriata dayalý Örfe göre, rakabeler üzerindeki mülki­yet mutlak olmakta ve ancak ölümle veya sahibinin onu tüketme-siyle ya da bir bedel karþýlýðýnda elinden çýkarmasýyla sona ermek­tedir. Ýmam Mâlik müslümanýn kendisini ücret karþýlýðýnda zimmî birisine istihdamýný mekruh görmüþtür. Çünkü o, müslümanýn menfaatine mâlik olunca sanki bu haliyle onun rakabesine de mâlikmiþ gibi olmaktadýr. Bir þeyin, kýsýtlýlýk içeren bir þart üzere satýn alýnmasý da caiz olmamaktadýr: Ummü veled edinmek þartýy­la veya satmamak ya da hibe etmemek þartýyla cariye satýn alýnma­sý vb. gibi. Zira, þart ile rakabenin bazý menfaatlerinden mahrum kýlýnýnca, sanki alýcý onun rakabesine tam olarak mâlik olmamýþ gi­bi olmaktadýr. Ortaklýk da yoktur; çünkü ortaklýk þayi´ olur ve bu öyle deðildir. Bu konuda Muvatta´da[177] iiramü veledin satýlmasý halinde ne yapýlacaðý hakkýndaki baba bakýnýz. Sonuç olarak orta­ya çýkýyor ki, hakkýnda delil getirilen bu esas, esas olmaya elveriþli Özellikte olup, zedelenmiþ deðildir. Allah´a hamd olsun!

Üçüncü itiraza cevap: Zikredilen þeyde meselenin doðrulu­ðuna delalet eden unsurlar da bulunmaktadýr. Þöyle ki: Aðacýn meyvesi gövdede belirdiðinde, satýcýnýn mülkünde iken belirmiþti. Dolayýsýyla meyve üzerinde hak sahibi olan, aðacýn gövdesine daha önceden mâlik olan kimsedir ve bu üstünlüðü ile satýcý meyvelerin asla tâbiliði hükmüne istinaden onlara mâlik olmaktadýr. Aðacýn gövdesi müþteriye geçince ve ortada da þart bulunmayýnca meyve­ler de kendini göstermiþ ve aðaçtan ayrý bir özellik almýþ olduðundan, aslýn müþteriye intikal etmesi ile onlar da intikal etmemekte­dir. Zira onlar, daha önce aslýn kendisinde olduðu satýcýya ait bir fayda olarak zaten taayyün etmiþti. Eðer tâbilik esasýný çalýþtýra­rak meyvelerin müþteriye ait olacaðýný söyleseydik, o zaman bizatihi bu iþlem satýcýya nisbetle tâbilik esasýnýn ortadan kaldýrýl­masý ve ihmali olurdu. Halbuki tâbiliðe hak kazanma konusunda o öncelikli bulunmaktadýr. Böylece onun müþteriden önce geldiði sa­bit olmuþtur.

Kölenin malý hakkýnda da söylenecek söz aynýdýr. Mal onun elinde belirip, efendisinin elinden almasý suretiyle kendisinden ay­rýlmayýnca, bu aðacýn gövdesine nisbetle meyvenin haline benzemiþ olmaktadýr. Dolayýsýyla birinci efendinin o mal üzerinde tabilik yo­luyla hak kazanmasý ikinci efendinin hakkýndan önce olmaktadýr. Müþterinin þart koþmasý halinde ise bir problem bulunmamaktadýr. Bu þartýn ileri sürülmesinin caizliði ise, her ne kadar garar ve bilin­mezlik içermesi sebebiyle mani yani yasak hükmü kendisine taal­luk ediyorsa da, tâbiliðin hala sürmekte olmasý sebebiyledir. Çünkü olgunlaþmadan önce meyve gövdeye muhtaçtýr ve ondan istifade ancak aðaçla birlikte bulunmasý halinde mümkün olmaktadýr. Do­layýsýyla meyve, aðacýn niteliklerinden biri halini almaktadýr. Köle­nin malý hakkýnda da þart ileri sürme her ne kadar tek baþýna sa­týn alýnmasý caiz deðilse de caiz olmaktadýr. Çünkü kölenin mül­küdür ve onun eli altýndadýr. Efendi, ona olmamýþ meyvenin ko­parýlmasý halinde olduðu gibi ancak elinden çekip almak suretiy­le mâlik olabilir.

Hasýlý asla tâbilik mutlak surette sabit bulunmaktadýr.[178]Þu kadar var ki, meyvenin kurtulmasý hali ile kölenin malý bulunmasý meselelerinde iki tâbilik yönü çeliþki halinde olmaktadýr: Satýcý yö­nü ile müþteri yönü. Bu durumda satýcý daha çok hak sahibi olmak­tadýr; çünkü ilk kez hak ona aitti. Ancak müþteri meyve ya da kö­lenin malýnýn kendisine ait olmasýný þart koþarsa, bu durumda tâbilik intikal edecektir. Bu durum son derece açýktýr.

Dördüncü itiraza cevap: Genel anlamda menfaate yönelik kas dm bulunduðu konusunda herhangi bir problem bulunmamak­tadýr. Ancak asýla nisbet edilmesi durumunda þu nokta karþýmýza çýkmaktadýr: Acaba menfaatler müstakil olarak bizzat kendilerin­den dolayý mý maksûddurlar Yoksa onlar aslýn bir sýfatý olarak dü- þünüldükleri için sonuç itibarýyla mý maksûd olmaktadýrlar Eðer onlarýn müstakil olarak maksûd olduklarýný söyleyecek olursan bu doðru olmaz. Çünkü henüz mevcut bulunmayan menfaatler maksûd olabilmekte ve asýl ile birlikte üzerlerine akit yapýlabil­mektedir. Ne var ki onlarýn maksûd oluþlarý ancak asýl yönünden olmaktadýr. Þu halde kasýt sonuç itibarýyla asla yönelik olmaktadýr. Aðaç satýn alýndýðý zaman veya köle henüz hizmet ya da bir sanat öðrenip bir mal edinmeden, tarla sürülmeden veya ekilmeden ve di­ðer þeyler satýn alýndýðý zaman onlarda, bu ve diðer menfaatler maksûd olmaktadýr; ancak bu eþyalar ve rakabeler yönünden ol­makta, menfaatler cihetinden olmamaktadýr. Zira menfaatler he­nüz mevcut deðildir[179]Dolayýsýyla da onlar müstakil olarak maksûd olmayacaklardýr. Onlar maksûd deðillerdir; maksûd olan ancak asýldýr, derken kastedilen mânâ iþte budur. Menfaatler, asýl­da mevcut bulunan sadece birer nitelik (sýfat) gibidirler. Meselâ, yazý yazdýrma menfaati için kâtip bir kölenin, ilminden istifade için âlim bir kölenin[180] ya da bizatihi kâim olmasý mümkün olmayan bir sýfatýndan faydalanýlmasý istenilen bir kölenin satýn alýnmasý gibi. Çünkü zata ait sýfatlar, zat bulunmadan müstakil olarak buluna­mazlar ve bunlar karþýlýðýnda fiyat artýrýlýr. Böylece onun karþýlý-ðýnda fiyattan bir pay bulunur. Bu onun müstakilliði açýsýndan de­ðil; aksine rakabe açýsýndan olmaktadýr. Daha önce de geçtiði üzere rakabeler, küllî olarak menfaatlerin belirlenmesini temin etmek­teydi. Bu, yani menfaatlerin müstakil olmadan maksûd olduðu sa­bit olunca, tenakuz ortadan kalkar ve ortaya konulmuþ olan esas sahih olur. Allah´a hamd olsun! Kýsaca özetlemek gerekirse þöyle deriz: Hakikatte (asýl ve tâbi üzerine biri emir diðeri nehiy olmak üzere) iki ayrý talep yoktur. Aksine talep sadece asýla (metbûa) yö­nelik olmak üzere varid olmaktadýr. (Tâbi olana yönelik talep ügâ edilir ve itibara alýnmaz sözünün anlamý iþte budur. Yani müstakil iken kendisine yönelen talep, tâbi olarak bulunmasý halinde yönel-mez ve o talep dikkate alýnmaz.)

Fasýl :

Burada geriye, geçen açýklamalara uygun olacak þekilde bir taksim yapmak kalýyor: Rakabelerin menfaatleri ki bunlar genel anlamda rakabelere tâbi durumda olan menfaatlerdir üç kýsma ayrýlýr:

1.

Aslýnda kuvve (potansiyel) halinde mevcut bulunup, ne hük­men ne de mevcudiyet bakýmýndan fiile dönüþmeyen kýsým: Aðacýn henüz görünmeyen meyvesi; gebe kalmadan önce hayvanýn yavru­su, gerekli Ön hazýrlýk bulunmaksýzýn kölenin hizmeti, cinsî iliþki vb. gibi. Bu kýsýmdan olan menfaatlerin hüküm bakýmýndan asýl­dan baðýmsýz olmadýðý konusunda ihtilaf bulunmamaktadýr. Çünkü bu türden olan menfaatler, asýllarýndan baðýmsýz olarak ele alýn­malarý bir tarafa, henüz vücut dahi bulmuþ deðillerdir. Dolayýsýyla bu kýsýmda onlara yönelik aslî bir kasýt bulunmamaktadýr. Bu kýsmm hükmü tâbiliktir. Dolayýsýyla sadece rakabenin itibara alýnma­sýyla, bu kýsýmdan olan menfaatler de tâbilik yoluyla rakabenin hükmü içerisine girerler.[181]

2.

Asýldan baðýmsýzlýk hükmü varlýk planýnda ve hükmen âde-ten ya da þer´an olabilir ortaya çýkan menfaatler. Tam olgunlaþ­týktan sonraki haliyle meyve, annesine ihtiyacý kalmayan yavru, elinden alýndýktan sonra kölenin malý vb. gibi. Bu kýsýmdan olan menfaatlerin tâbilik hükmünün kalktýðý ve asýldan müstakil olarak ele alýnacaklarý konusunda da ihtilaf bulunmamaktadýr. Bunlarýn asýllarýna nisbetle olan hükümleri, bir araya gelmeleri halinde ara­larýnda telâzum bulunmayan iki þeyin hükmü gibidir. Dolayýsýyla bu durumda mutlaka aslî kasýd bakýmýndan her ikisinin de dikkate alýnmasý zarureti olacaktýr.

3.

Ýki kýsým arasýnda kalan ve her birine benzerlik arzeden kýsým: Bu kýsýmdan olan menfaatlerin asýllarýndan ayrý olduklarý açýktýr ancak henüz baðýmsýzlýklarýný kazanmýþ deðillerdir. Dolayýsýyla bu kýsýmdan olan menfaatler, ne birinci kýsmýn ne de ikinci kýsmýn içe­risine tam olarak girmemektedir. Bu kýsým da kendi arasýnda iki gruba ayrýlmaktadýr:

a) Kendisinde bu Özelliðin müþahhas olarak (duyularla) görü­lebildiði menfaatler: Aðacýn gövdesinden ayrýlmadan[182] önce ve henüz ona olan Ýhtiyacý sona ermemiþ bulunan mey­ve, elinde halihazýrda mal bulunan köle, annesine olan ihti­yacý henüz sona ermeyen hayvan yavrusu vb. gibi.

b) Bu özelliðin kendisinde müþahhas hükmünde olduðu menfa­atler. Fiilî tasarruf için giyme, binme, cinsî iliþki, hizmet, sanat icrasý, ziraat, oturma vb. gibi yollarla bir ön hazýrlýðýn yapýlmýþ olduðu eþyalarýn, hayvanlarýn ve akarlarýn menfa­atleri gibi.

Bu iki gruptan her biri, Önce geçen iki kýsým ile bir açýdan bir­birine benzemekte, baþka bir yönden de onlardan ayrýlmaktadýr. Ancak her ikisi hakkýnda hüküm aynýdýr.

Ýki taraf (yani birinci ve ikinci kýsým), bu kýsým altýna giren her meselede birbirini tartma ve onun hükmünü kendi hükmü altýna sokma çabasýndadýr. Ancak kýsmen de olsa tâbilik hükmü sabit ol­duðundan bu kýsým hakkýnda (emir ve nehiy þeklinde) her iki tale­bin de birden taalluku durumu ortadan kalkmakta ve daha önce de geçtiði gibi itibar, asýl (metbû) cihetine taalluk eden emir ya da nehye olmaktadýr.[183]

Bir baþka cihetten yaklaþýldýðýnda ise þöyle denir: Tâbi duru­munda olan ortaya çýkýp kendisine yönelik bir amaç bulundurula­cak hale gelince, bedelli akitlerde olsun diðer istifade yollarýnda ol­sun, onu elde etmeye karþý bir amacýn doðmasý ve buna karþýlýk da fiyatta artýrma ya da indirmeye gidilmesi tabiî bir hal almaktadýr ve bunda tartýþmayý gerektirecek bir hal de yoktur. Zira eðer meyve veren aðaç, þayet meyve vermeyen cinsten olsaydý halihazýrdaki fi­yatým etmeyecekti. Keza eli altýnda malý bulunan bir kölenin deðeri de, þayet o mal eli altýnda olmasaydý o kadar olmayacaktý. Kâtiplik sanatýný bilen bir kölenin deðeri böyle olmayan bir kölenin deðeri gibi olmayacaktýr. Ýþte bu açýdan ele alýndýðý zaman bu kýsým içti-had ve deðerlendirme mahalli olarak karþýmýza çýkmaktadýr. Çün­kü bu tür menfaatler yukarýda geçen her iki kýþýma da benzerlik ar-zetmektedir.

Sonra bu üçüncü kýsým üzerindeki birinci ve ikinci kýsýmlarýn çekiþmesi ve onu kendi taraflarýna katmaya çalýþmasýnýn þiddeti de hep ayný deðildir. Aksine duruma göre bazen bunlardan birine ba­zen de diðerine meyil artmaktadýr. Bilindiði gibi meyvenin henüz çiçek halinde bulunmasý halindeki hükmü ve kendisine yönelecek kasýt ile, belirdikten fakat henüz olgunlaþmadan önceki hali ve hükmü bir deðildir. Keza henüz olgunlaþmamýþ durumu ile olgun­laþmadan sonraki kurumadan önceki hali de bir deðildir. Bunlarýn hükümleri ve kendilerine yönelecek kasýtlar farklýdýr. Çünkü mey­veler henüz çiçek halinde olup aþýlanmadan önce satýlmasý halinde müþteriye ait olmaktadýr. Aþýlandýktan sonra ise çoðunluk ulemâ­ya göre müþterinin þart koþmamasý halinde satýcýya aittir. Þart koþmasý halinde ise çoðunluða göre müþterinin olmaktadýr. Olgunlaþmaya yüz tutmasý halinde aðaca olan ihtiyacý azalmýþ ol­duðundan tâbilik durumundan giderek uzaklaþmakta ve bu durum­daki meyvelerin müstakil olarak satýlmasý caiz olmaktadýr. Ancak baðýmsýzlýðý dikkate alan kimseler þöyle demektedirler: Bu halde satýlan meyveler, aðaç baþýnda olgunlaþýp kývamýna ermesi halin­de olduðu gibi toplanmýþ hükmünde mebîdirler. Bu itibarla bun­larda tabiî âfetler karþýsýnda fiyattan o oranda düþülmesi durumu(câiha) yoktur. Henüz baðýmsýzlýðýn bulunmadýðýný ve tabilik hükmünün devam ettiðini dikkate alanlar ise þöyle derler: Bu durum­daki meyvelerin hükmü, tâbiliktir. Çünkü aðacýn aslýna yönelik ka­sýt hala mevcut bulunmaktadýr. Bunlar, tabiî âfetler karþýsýnda fi­yattan o oranda düþülmesi (câiha) gereðini de ifade etmektedirler. Çünkü bu haldeki meyveler aðacýn aslýna henüz ihtiyaç göstermek­te olduklarýndan, sanki onun bir parçasý gibi ona tâbi sayýlacaklar­dýr. Bu haliyle de onlar sanki aðacýn gövdesine mâlik olan satýcýnýn mülkünde imiþ gibi kabul edileceklerdir. Onlardan mutat üzere is­tifade edebilme yönü ortaya çýktýðý için de müstakil gibi kabul edil­mektedir. Dolayýsýyla az miktarda bir âfet halinde bu fiyattan dü­þülmez. Çünkü çok içerisinde az olan, tâbi durumundadýr.

Yine bu noktadan hareketle meyvelerin olgunlaþmaya yüz tut­masýndan sonra aðacýn sulanmasý konusunda da ihtilaf etmiþlerdir: Acaba bu görev satýcýya mý, yoksa müþteriye mi aittir

Meyve normal tadýna ulaþýr ve aðacýn gövdesine bir zaruret ge­reði olmaksýzýn sadece parlaklýðýn korunmasý ve suyunun çekilme­mesi gibi tamamlayýcý yönden bir ihtiyaç duyacak olursa bu du­rumda, âfet durumunda fiyattan düþme (câiha) hükmü hâlâ devam eder mi yoksa etmez mi konusunda ihtilaf edilmiþtir. Ýhtilafýn da­yanaðý meyvelerin tamamen baðýmsýz bir hale gelip, asla olan tâbilik hükmünden kesin olarak çýkýp çýkmadýðý konusudur. Nor­mal kývamýna ve parlaklýðýna ulaþmasý halinde ise bütün âlimler tâbiliðin sona erdiði ve baðýmsýzlýk hükmünün geçerli olacaðý ko­nusunda ittifak etmiþlerdir.

Bu baþlýk altýna girecek diðer meselelerde de hüküm ayný þe­kilde olacaktýr.

Fasýl :

Bu esas üzerine bazý faydalar doðar. Bunlarý aþaðýdaki gibi sý­ralamak mümkündür:

1.

Aralarýnda birbirleri ile tâbilik iliþkisi bulunan þeyler, tâbi ve metbû arasýnda üzerinde ittifak halinde bulunulan[184] hüküm doðrultusunda iþlem görürler. Tabiî bu baþka bir esas ile[185] çatýþma durumu olmadýðý zaman söz konusu olur. Örnekler: Ezan ve cami hizmeti ile birlikte imamlýk için sözleþme (icare)[186], içerisinde aðaç bulunan konaðýn kiralanmasý, içerisinde az miktarda boþ yer bulu­nan bahçenin ortaklýða verilmesi (müsâkât)[187] ikisinden birisinin [isi] az olmasý halinde sarfla[188] birlikte satým akdinin bir arada olma­sý[189] ve benzeri diðer meselelerden olup da aralarýnda his veya kasýt ya da mânâ bakýmýndan ayrýlmazlýk (telâzum) olan, biri diðeri­ne göre az ya da çok olan þeyler gibi. Çünkü az olan için, çok olanla birlikte bulunmasý halinde tâbilik hükmü bulunmaktadýr. Bu hu­sus, her ne kadar aralarýnda varlýk bakýmýndan telâzum bulunma­sa bile pek çok þer´î meselede sabit bulunmaktadýr. Ancak carî olan âdete göre az olan þey, çok olana eklendiði zaman kasýt bakýmýndan ilga edilmiþ bir hal almaktadýr. Dolayýsýyla hüküm bakýmýndan da ilga edilmiþ gibi olmaktadýr.

2.

Kendisine yönelik kasýt bulundurulan her tâbi için, fiyatta bir artýþýn olacaðýný belirtmiþtik. Acaba tâbi için maksûd olan bu fazla­lýk, tafsil üzere olmayýp genel anlamda mýdýr Yoksa hem genel an­lamda hem de tafsil üzere mi maksûd olmaktadýr Tâbilik hükmü­nün gereði olmak üzere bu ziyadeliðin maksûd olmasý tafsili olarak deðil de genel anlamda olmalýdýr. Zira eðer tafsil üzere olsaydý, o zaman müstakillik hükmüne yüz tutardý ve hakkýnda nehiy mevcut bulunurdu. Dolayýsýyla da üzerine akit yapýlmasý mümkün olmazdý. Bu kas dm bulunmasýnýn farzedilmesi halinde de durum ayný olur­du. Bu itibarla o, genel anlamda kastedilmiþ olmaktadýr. Kasdýn genel anlamda olmasý halinde ise tâbilik hükmü ile bu caiz olacak­týr. Tâbilik hükmü sabit olunca karþýmýzda þimdi bunun iki yönü bulunmaktadýr:

a) Kendisinden dolayý fiyatýn artýrýlmasý yönü.

b) Tafsil üzere kendisine yönelik bir kasdýn bulunmamasý yönü.

Bu durumda söz konusu tâbi´in ortadan kaybolmasý halinde acaba karþý taraftan onun kýymetini ödemesi istenir mi Yoksa is­tenmez mi Bu konuda ihtilaf edilmiþtir. Bu yüzden de bu kaide al­týna giren fer´î meseleler hakkýnda ihtilaflar bulunmaktadýr. Meselâ elindeki malý itlaf edilen bir köle ayýp muhayyerliði sebe­biyle geri iade edildiði zaman, müþteri acaba satýcýdan belirlenen fi­yatýn tamamýný mý ister Yoksa Öyle olmaz mý [190] Aðacýn meyvesi, koyunun yünü vb. konularda da durum aynýdýr.

3.

Bir diðer fayda da "el-Harâcu bi´d-damân" (Cereme kime se­mere ona) kâidesidir. Semere, asla tâbidir. Mülkiyetin þer´an hasýl olmasý halinde o þeyin menfaatleri ona tâbi olacaktýr. Daha sonra istihkak durumu ortaya çýksýn, çýkmasýn farketmemektedir. Daha sonra istihkak durumunun ortaya çýkmasý halinde bu, o andan iti­baren mülkiyetin intikâli gibi kabul edilmektedir.[191] Eðer istihkak konularý ile ilgili olmak üzere, geçmiþe yönelik ürünlerin istenip is­tenmemesi konusunda mevcut bulunan ihtilaflar üzerinde düþüne­cek olursanýz, onlarýn hep bu esas doðrultusunda cereyan etmekte olduklarým görürsünüz.

4.

Zenâatkârlarýn tazmini konusunda, sipariþ verilen þeye tâbi durumunda olan þeylerin hükmü ne olacaktýr. Acaba zenâatkâr bunlarý da tazmin edecek midir Yoksa etmeyecek midir Meselâ kýlýcýn kýný, elbisenin bohçasý, ekmeðin tabaðý, istinsah edilecek ki­tap nüshasý, zahire kabý vb. gibi þeyler. Bunlar tâbi olduklarý için, asýllarýný tazmin ettiði gibi bunlarý da tazmin edecek midir Yoksa zenâatkâr yanýnda býrakýlmýþ birer emanet olmalarý hasebiyle taz­min edilmeyecek midir

5.

Sarf bahsinde ele alman kýlýç, mushaf ve benzeri þeylerin altýn ya da gümüþle süslenmiþ olmasý halinde, bunlarýn yine altýn ve gü­müþle satýlmasý durumunda hüküm ne olacaktýr. Bunlarýn tâbi du­rumda kabul edilmesi ya da edilmemesi hallerine göre hüküm deði­þecektir.[192]Kýsaca bu esas altýna girecek þer^ mesâil pek çoktur.[193]

Fasýl:

Bu konudaki faydalardan biri de þudur: Kendisinde bir menfa­at bulunmayan þeylerin bedelli akitlerde akit konusu olmasý sahih deðildir[194]Kendisinde bir menfaat ya da menfaatler bulunan þey­ler ise þu üç kýsýmdan ibarettir:

1.

Kendisi ile faydalanýlmasý tamamýyla haram olan þeyler. Bu gi­bi þeylerin hiçbir menfaati bulunmayan þeyler mesabesinde olacaðý konusunda herhangi bir poblem bulunmamaktadýr.

2.

Tamamen helâl olan þeyler. Bu gibi þeyler üzerine akit yapýl­masýnýn sahih olacaðý konusunda da herhangi bir kuþku bulunma­maktadýr.

Bu iki kýsmýn, her ne kadar zihinde tasavvurlarý mümkün ise de, varlýk âleminde bilfiil mevcut bulunmasý çok uzaktýr. Zira var­lýk âleminde mevcut bulunup kendisi ile faydalanma ve üzerinde tasarrufta bulunma imkâný olan hiçbir þey yoktur ki, onda bir mas­lahat ciheti, bir de mefsedet ciheti bulunmasýn; bu mümkün deðil­dir. Bu konuya Mâkâsýd bölümünde temas edilmiþti.[195] Dolayýsýyla bu konunun göz önünde bulundurulmasý zarureti vardýr. Bu istikra ile sabit bulunmaktadýr. Þu halde geçen bu iki kýsým sonuç itibarý ile üçüncü kýsma dönüþmüþ olacaktýr.

3.

Bazý menfaatlerinin helâl, diðer bazýlarýnýn da haram olmasý hali. Ýþte bu nokta meselenin bel kemiðini teþkil etmektedir ve üze­rinde durulmasý gerekmektedir:

Önce bu kýsým iki gruba ayrýlmaktadýr:

a) Ýki taraftan birinin örfen ve asaleten maksûd bulunmasý; diðer tarafýn da âdeten maksûd bulunmayýp tâbi durumda olmasý; ona yöneltilecek kasdm ancak husûsî bir tarzda ve âdete muhalif olarak olmasý. Bu grup hakkýnda hükmün, asaleten ve örfen maksûd olana ait olduðu, diðer tarafýn ise hükümsüz olacaðý hakkýnda herhangi bir problem bulunma­maktadýr. Zira eðer biz bu gibi þeyler hakkýnda tâbi durum­da olaný esas alýp ona itibar edecek olsak o zaman bizim hiç­bir þeyi mülk edinmemiz, menfaati sebebiyle hiçbir þey üze­rine akit yapmamýz mümkün olmayacaktýr. Çünkü o þeyde mutlaka haram olan menfaatler bulunacaktýr.[196] Bu, tâbi durumda olan menfaatlerin talep konusu olmaktan çýktýkla­rýný gösteren delillerden olmaktadýr. Bu husus geçen mesele­de izah edilmiþ ve orada tâbi durumda olan þeye, müstakil olarak ele alýndýðýnda hakkýnda mevcut dikkate alýnmasý gereken talebin ilga edilmiþ olduðu belirtilmiþti. Burada da durum aynýdýr.[197]

Ancak, akit yapanýn bu haram olan tâbi durumdaki menfaate özel bir kasýt beslemesi halinde hüküm farklý olur. Çünkü bu durumda iki ihtimal bulunmaktadýr:

1. Bizzat maksûd da olsa tâbi olanýn ilga edilip aslî olan kasdm dikkate alýnmasý. Bu durumda mesele birinci gruba dahil olmuþ olur.

2. Sonradan ortaya çýkan kasdm (el-kasdu´t-târi1) dikka­te alýnmasý. Zira kiþinin özel olarak ona yönelik bir amaç bulundurmasý yüzünden bu, önceden var kabul edilen bir kasýt ya da onun gibi bir durum almýþtýr. Onun haricinde olan ise tâbi gibidir. Dolayýsýyla hüküm ona (yani özel ola­rak belirlenen kasda) ait olacaktýr. Aslî maksat helâl olmak­la birlikte özel olarak sonradan ortaya çýkmýþ olan bir duru­ma yönelik kasdm bulundurulduðu menfaatler için örnekler: Fuhuþ yaptýrmak ve böylece para kazanmak amacýyla cariye satýn almak[198], kendisini günah iþlerde kullanmak üzere (lÝvata gibi) köle satýn almak, þarap elde etmek için üzüm satýn almak, yol kesmek için silah satýn almak, insanlarý al­datmak Ýçin (tedlis) bazý þeyler satýn almak gibi. Asýl itiba­rýyla haram olan (ve fiilin iþlenmesi sýrasýnda onu helal kýlý­cý özel bir maksat bulundurulan) menfaatlere örnekler: Avcý­lýk, hayvancýlýk ya da ziraat için köpek satýn almak[199] ta­biî bu köpek satýn almanýn yasak olduðu görüþünde olanlara göredir , gübre olarak kullanmak üzere hayvan dýþkýsý sa­týn almak[200] sirke yapmak üzere þarap satýn almak, gemi­nin kalaslarýný yaðlamak ya da insanlarý aydýnlatmak üze­re murdar hayvana ait içyaðý satýn almak vb. gibi. Bu iki kýsýmdan kurala baðlanabilir (munzabýt) olaný birincisi­dir ve onu destekleyen pek çok tanýk (þevâhid) bulunmaktadýr. Çünkü asaleten ve örfen kastedilmekte olan þeyin dikkate alýnma­sý, bizzat þerîat tarafýndan haram ya da helal kýlmak suretiyle za­ten dikkate alýnmýþ olan bir husus olmaktadýr. Çünkü cariyenin, eðer nazik ve yüksek seviyeden ise odalýk, kaba ve aþaðý seviyeden ise hizmet için satýn alýnmasý, þarabýn içmek için alýnmasý, murdar hayvan, kan ve domuzun yemek için alýnmasý, kendilerine Kur´ân´m inmiþ olduðu Arap ulusu içerisinde yaygýn ve mutat olan bir husustu. Bu yüzdendir ki haramlýk ve helallik hükmünü geti­ren âyetlerde, hükmün baðlandýðý þeyin zikrine gerek duyulmamýþ, hazfedilmiþtir. Meselâ þöyle buyrulmuþtur: "Size analarýnýz haram kýlýndý.... Onlarýn dýþýndakiler sizin için helal kýlýndý" [201]Bu âyette helâl ve haram kýlýnma bizzat zikredilenlerin zatlarýna nis-bet edilmiþ ("analarýnýzla meselâ evlenmeniz... haram kýlýndý" gibi bir ifade kullanýlmamýþtýr). Çünkü maksat anlaþýlmaktadýr. Ayný þekilde: "Mallarýnýzý aranýzda bâtýl yollarla yemeyin" [202]"Yetimle­rin, mallarýný haksýz yere yiyenler[203]vb. gibi âyetlerde de du­rum aynýdýr. Her ne kadar yemenin dýþýnda diðer haksýz tasarruf­lar da haram ise de özel olarak yeme üzerine dikkat çekilmiþtir. Çünkü mallarla ilgili ilk ve en Önemli maksat yeme kasdýdýr. Bu­nun dýþýnda kalan ve âdeten haddizatýnda maksûd olmamakla bir­likte ancak tâbilik yolu ile kastedilebilen diðer menfaatlerin ise bir hükmü bulunmamaktadýr. Murdar hayvan ile ayný hükümde bulu­nan benzeri þeyler haram kýlýndýðýnda Hz. Peygamber´e murdar hayvanýn içyaðý hakkýnda, "onunla gemi kalaslarýnýn yað­landýðýný ve insanlarýn onunla aydýnlandýklarým´´ söylemiþlerdi. Bu­na raðmen Hz. Peygamber [ ale^Ýdimu ] onun satýmýnýn yasaklýðmý be­lirtmiþ ve bazý vakitlerde ona karþý duyduklarý ihtiyaçlarý dikkate almamýþtýr. Çünkü ondan gözetilen aslî maksat ki yemek olu­yor haramdýr. Bu meyanda o þöyle buyurmuþtur: "Allah yahudi-lere lanet etsin! Onlara içyað haram kýlýnmýþtý. Fakat onlar bunu yordular ve onu sattýlar da parasýný yediler"[204]Þarap hakkýnda [187t da: "Ýçmesi haram olan þeyin satmasý da haramdýr.[205] (Bir baþka yerde de) Allah birþeyi haram kýldýðý zaman onun bedelini de ha­ram kýlar"[206] buyurmuþtur. Çünkü âdeten haram olan þeyden gö­zetilen maksat, haramlýk hükmünün kendisine yöneldiði (burada yemek ve içmek oluyor) husustur. Bunun dýþýnda kalan diðer men­faatler ise tâbi durumdadýr ve onlarýn bir hükmü yoktur.

Bu noktadan hareketle, karýsý üzerine evleneceðine dair yemin eden kimsenin devamlý beraberlik kastý olmaksýzýn sadece yeminini yerine getirmiþ olmak amacýyla evlenmesine cevaz vermiþlerdir. Çünkü bu nikaha tâbi unsurlardan olup, nikahýn aslýnda maksûd deðildir. Dolayýsýyla baþlýbaþma dikkate alýnacak durumda olma­yýp[207] ancak bir tâbi olmasý açýsýndan dikkate alýnýr. Eðer tâbi du­rumda olan þeyler þer´an maksûd bulunsalardý ve bunun sonucun­da onun gereði talep kendilerine yönelseydi, o zaman akitlerden pek çoðu maksûd olan o menfaatlerin bilinmemesi yüzünden caiz olmaz, hatta nikah dahi caiz olmazdý. Çünkü erkek nikah akdinde bulunduðu zaman ona, verdiði mehirden baþka zevcesine infakta bulunmasý ve Ýhtiyaç duyacaðý diðer ihtiyaçlarýný gidermesi lazým gelir. Bütün bunlar onun, karýsýnýn kadýnlýðýndan istifadesinin bir bedeli gibidir. Bu ise meçhul bir bedel (semen) olmaktadýr. Bu iti­barla rakabeye tâbi ve üzerine akit yapýlan menfaatler ya da âde-ten aslî kasýd üzere öncelikli olarak kendisine yönelik amaç bulun­durulan menfaatler, bizzat dikkate alýnmasý gereken menfaatler ol­makta, bunun dýþýnda kalan tâbi durumdaki diðer menfaatler üze­rine ise herhangi bir hüküm bina edilmemektedir. Ancak ona yöne­lik Özel bir kasýt bulundurmasý halinde ise o zaman konu üzerinde durmak gerekmektedir. Zahir odur ki, ilk bakýþta þeriattan anlýþýl-dýðý kadarýyla tâbi durumda olan menfaate yönelik bir hüküm olmanialýdýr. Çünkü yukarýda geçen (ve metbûun hükmüne muhale­fet durumunda tabiin hükmüne itabar edilmeyeceðini gösteren) de­lillerin genel kapsamý ve murdar hayvanýn içyaðý hakkýnda onunla gemi kalaslarýnýn yaðlandýðý ve insanlarýn aydýnlanmada kullan­dýklarý þeklinde yöneltilen soruya cevap olarak verilen hadisin özel delaleti bunu gerektirmektedir. Ýçyaðmýn kullanýldýðý bu her iki durum da, genel anlamda onunla faydalanýlmasý sahih olan þeyler­dendir. Ancak bu özel kasýt, genel nitelikteki kasda tearuz edecek nitelikte deðildir.[208]

Eðer tâbi durumda olan, kasýtta yaygýn ve bazý zamanlarda ge­çerli bulunan örfe göre önde olur ve bunun sonucunda asaleten ol­masý gereken kasýt atýlmýþ ve yok gibi bir hal alýrsa, o zaman hü­küm tersine döner. Bunun bu þekilde mutlak surette bulunabile­ceðini sanmýyorum ama eðer bulunabileceði farzedilecek olursa o zaman hüküm tersine dönecektir. Buna raðmen kaide þeriatta konulmuþ olduðu gibi sabittir. Bu örfen tâbi´in kasýtta metbûa dönüþmesi hali bulunmasa bile böyledir, Ancak tâbi olana yönelik [189] kasýt çoktur. Asýl olan, örfen benzeri kastedilen þeylerin dikkate alýnmasýdýr. Her iki ihtimale mebni olarak mesele genel anlamda üzerinde ihtilaf bulunan bir konu olmaktadýr. Zerâi´ kaidesi de ya­sak olan þeye yönelik kasdm öne geçmesi[209] ve iki akdin birbirine eklenmesinin[210] çokça görülmesi esasý üzerine mebnidir. Zerâi´ kaidesine itibar etmeyenler görüþlerini, örfen her iki akdin birbi­rinden ayrýlmasý konusunda aslî kasda itibar esasý üzerine bina et­mekte ve aslî kasdýn onun hilafýna olduðunu söylemektedirler.[211]

Ýkinci kýsým: Âdeten mevcut bulunan kasýtta iki taraftan biri­nin diðerine tâbi durumda bulunmamasý, aksine her birinin âdeten aslî kasýtla istenilir durumda olmasý. Haram olan ziynet eþyalarý ve kaplar gibi. Bu altýn ya da gümüþün ve onlarýn ziynet için iþlen­mesinin ayný anda örfen maksûd olmasý takdirinde böyledir. Ya da her birinin tek baþýna ele alýndýðýnda örfen Önce bulunur olmasý. Bu durumda geçen kaidenin bir gereði olarak o konuda emir ve nehyin bir arada bulunacaðýna hükmetmek mümkün deðildir. Çün­kü taalluk ettikleri þeyler birbirleri ile telâzum (birinin varlýðýndan diðerinin varlýðýnýn lâzým gelmesi) halinde bulunacaklardýr. Bu durumda mutlaka hükmen içlerinden birinin ayrýlmasý ve diðerinin atýlmasý gerekecektir. Daha önce de geçtiði gibi tâbilik durumunun itibara alýnmasý halinde ise tabiye yönelik olan talep düþecektir. Tâbiliðin itibara alýnmamasý halinde ise, tâbi olan af kapsamýna girmiþ olacaktýr.[212] Bu durumda konunun tayini gerekecektir[213]Bu haliyle konu ictihad mahallidir ve problem olarak karþýmýzda durmaktadýr. Bu türden örneklerin bulunmasý þeriatta azdýr. Þayet böyle bir durumun meydana geldiði takdir edilecek olursa, bu du­rumda herkes kendi içtihadý sonucunda ulaþtýðý görüþle baþbaþa olacaktýr.el-Mâzir£, Büyü bahsinde bu kabilden olan þeyler hakkýnda þöyle demiþtir: "Bu kýsmýn yasak olan þeylere katýlmasý uygun olur. Çünkü haram olan menfaatin maksûd olmasý, onun fiyattan bir payý olmasýný gerektirir. Akit ise tektir ve tek birþey üzerine yapýl­mýþtýr; onu parçalara ayýrma imkaný yoktur. Haram olan birþey karþýlýðýnda bedel almak ise haramdýr. Haram olan kýsmý ayýrma imkâný olmayacaðýndan sonuçta hepsi haram olur. Yine bu durum­da mubah olan diðer menfaatlerin fiyatý da akit ile tek baþýna ele alýnmasý farzedilse bile meçhul duruma düþer.[214] " Onun dedikleri bunlardýr, bu da kabul edilebilir bir sözdür.

Keza sedd-i zerâi´ kaidesi de bunu desteklemektedir. Zira ya­sak olan þeye yönelik kasýt sabit olmuþtur. Ayný þekilde maslahatýn celbi için mefsedetin defi kaidesi de burada geçerli olmaktadýr. Çünkü mefsedetin defi önce gelmektedir. Yine teâvun (yardýmlaþ­ma) kaidesi[215] burada, böyle bir muamelede bulunmanýn kötülük ve taþkýnlýk üzerinde yardýmlaþma olacaðýna hükmetmektedir. Bu yüzdendir ki þarap yapma kasdý ile üzüm alma, yol kesme kasdý ile silah satýn alma, oðlancýlýk gibi kötü amaçlarla köle satýn alma ve benzeri konular her ne kadar bu kasýt aslî olmayýp sonradan gö­zetilen bir kasýt ise de ittifakla yasaklanýr. Bu durumda sözünü ettiðimiz konunun yasaklýðý hükmünde ittifak edilmiþ olmasý önce­lik arzeder.[216] Ancak[217] bu kötülüklere giden yolun kapanmasý ka-bilindendir. Bu konuda mevcut ihtilaflar, sadece hükmün kesildiði yere ve bedel almanýn fâsid olup olmayacaðý konusuna nisbetle vu ku bulmuþtur.[218] Bu konu hakkýnda Mâkâsýd bahsinde yeterince durulmuþtu. [219]

Ynt: Emir Ve Nehiy By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:41:27
Dokuzuncu Mesele:


Ýki þey hakkýnda emir ve nehiy bulunsa ve bu þeylerden her bi­ri diðerinin tâbisi durumunda olmasa, aralarýnda ne varlýk ne de geçerli bulunan örf bakýmýndan telâzum (birbirini zorunlu olarak gerektirme durumu) da bulunmasa, ancak mükellef amaç itibarýyla bu iki þeyi tek bir fiil içerisinde ve ve tek bir garazla bir araya getir­me kasdý bulundursa meselâ tek bir akit içerisinde haram ve helâli bir arada toplamak gibi bu durumda (hüküm ne olur )

Biz bu konuya "emrin ibâha yerine konulmasý" demek istiyo­ruz. Çünkü hüküm her ikisinde de birdir. Zira emir bazen ibâha için olabilmektedir. Meselâ þu âyette böyledir: "Namaz kýlýndýðý zaman, yeryüzüne daðdýn ve ALLAH´ýn lütfundan (nasibinizi) ara­yýn"[220] Burada bu ýstýlahla sadece ihtisarda bulunma kastedilmiþ­tir. Mânâ siyak ve sibaktan anlaþýlmaktadýr.

Malum olduðu üzere onlardan her biri bilfarz kasýt konusunda tabi durumunda deðildir ve onlarýn münferit hükmünde kabul edilmesi de mümkün olmamaktadýr. Çünkü bu kasýt ile baðdaþma­maktadýr. Zira maksatlar tasarruflarda dikkate alýnmaktadýr. Yine þer´î mesâil üzerinde yapýlan istikra ortaya koymaktadýr ki; hü­kümler konusunda, iki þeyin bir arada olmasýnýn, yalnýz baþýna bu­lunmalarý durumunda olmayan tesirleri vardýr[221]

Bu konuda emredilen birþeyle, yasaklanýlan bir þeyin yada em­redilen iki þeyin veyahut da yasaklanýlan iki þeyin bir araya gelmiþ olmasý arasýnda fark bulunmamaktadýr. Hz. Peygamber bey´ ve selefi yasaklamýþtýr.[222] Halbuki bunlardan her biri tek baþý­na ele alýndýklarýnda caiz olmaktadýr. ALLAH Teâlâ iki kýz kardeþin ayný nikah altýnda toplanmasýný yasaklamýþtýr. Halbuki teker te­ker olmak kaydý ile her biri üzerine akitte bulunmak caizdir. Ha­diste de bir kadýnýn, halasý ve teyzesi ile birlikte bir arada nikâh altýnda tutulmasý yasaklanmýþtýr.[223] Hz. Peygamber gerekçe olarak da bu yasaða þu sözü ile iþaret buyurmuþtur: "Eðer siz bunu yaparsanýz, o zaman akrabalýk baðlarýný koparmýþ olur­sunuz" Bu konu da, mânâ bakýmýndan konumuza dahil olmakta­dýr; çünkü burada toplama halindeki hüküm, onlarýn teker teker olan hükümlerinden farklý olmaktadýr. Dolayýsýyla bir arada bu­lunmanýn hükme tesiri bulunmaktadýr ve bu bir delildir. Bu tür ni­kahlarýn tesiri akrabalýk baðlarýnýn kesilmesi konusundadýr ve bubirliðin kaldýrýlmasýdýr. Bu bir arada olmanýn tesiri olduðu hakkýnda da delil olmaktadýr. Yine hadiste sadece cuma gününde oruç tut­mak yasaklanmýþ[224] ve bir gün Öncesi ya da bir gün sonrasý ile bir­likte tutulmasý istenmiþtir. Ayný þekilde Ramazan ayýndan bir ya da iki gün Önce oruç tutmaya baþlamak da yasaklanmýþtýr.[225]Fýtýr bayramý gününde oruç tutmak da böyledir.[226] Zekat yükümlülüðün­den kaçmak için ayrý olan zekât matrahý mallarý birleþtirmek, bir­leþik olanlarý da ayýrmak da yasaklanmýþtýr.[227] Bütün bunlar bir arada bulunma (içtimâ) halinin, tek baþýna bulunma (infirâd) hali­ne ait olmayan etkileri bulunduðunu gerektirir. Ýnfirâd hali için, içtimâ halinden farklý hükmün bulunmasý gereði, içtimâ haline ait, infirâd halininin hükmünden farklý bir hükmün bulunduðunu içtimâ halinde, infirâd haline dönme Özelliði ortadan kalksa bile[228] açýklar. Yine Hz. Peygamber içecekler bahsinde (üzüm ve hurma gibi) iki ayrý þeyin birbirine karýþtýrýlmasýný ya­saklamýþtýr.[229] Çünkü bunlarýn birbirine katýþtýrýlmalan sarhoþluk verme özelliðini çabuklaþtýrýcý bir etki göstermektedir. (Satýlan) an­ne cariye ile çocuðunun aralarýnýn ayrýlmasýný yasaklamýþtýr. Bu hadis Sahih´te bulunmaktadýr.[230] Ayný þekilde iki kardeþin arasý­nýn ayrýlmasýný yasaklamýþtýr.[231] Bu da hasen bir hadis olmaktadýr. Þeriatta bu türden örnekler çoktur.

Sonra bir arada bulunma (içtimâ) hakkýnda delil ikâmesi konu­sunda daha genel bir anlamda[232] yaklaþýldýðý zaman, onun kýsmen dikkate alýnmýþ olduðunu gösterecek deliller daha da çoðalacaktýr.Meselâ birlik halinde olmanýn emredilip, ayrýlýk halinde olmanýn yasaklanmasý gibi. Çünkü birlikte olma halinde, yalnýz olma halin­de bulunmayan özellikler vardýr: Meselâ dayanýþma ve yardýmlaþ­ma, Ýslâm´ýn güç ve kudretini gösterme, küfrün egemenliðine son verme gibi. Ýþte bu noktadan hareketle dînî etkinliklerden olmak üzere cemâatler, cumalar, bayramlar konulmuþ; özel olarak akra­balar arasýnda, genel olarak da bütün müslümanlar arasýnda bað­lar tesis edilmiþ ve bunlar arasýnda irtibat kurulmasý istenilmiþtir. Toplu halde olmak övülmüþ, ayrýlýk hali yerilmiþtir. Ýnsanlarýn ara­larýnýn bulunmasý emredilmiþ, bunun aksine hareketler ve sonuç itibarýyla ayrýlýk doðuracak her türlü faaliyetler yerilmiþtir.

Keza nazarî yaklaþým da, beraberlik haline ait, ayrýlýk hali için bulunmayan hususiyetlerin mevcudiyetine hükmeder.

Bu, beraber olma (içtimâ) halinin etki edeceðinin ve onun dik­kate alýnacaðýnýn izahý olmaktadýr.

Ayrý bulunma (iftirâk) halinin de bir baþka yönden etkisi var­dýr: Ayrýlýk halinde bulunmayan bazý hususiyetlerin, beraberlik hali için söz konusu olduðu gibi, ayrýlýk hali için de bazý özellikler vardýr ve bunlarý beraberlik hali ortadan kaldýrmaz. Meselâ bir arada olan bey´ (satýþ) ve selefi (karz) yasaklayan hadis, tek baþlarý­na bulunduklarý zaman bunlardan her birine ait bazý hususiyetle­rin bulunduðuna ve bunlarýn bir arada bulunma halinde ortadan kalkmayacaðýna hükmeder. Bu özellik bunlardan her biri ile istifa­de durumudur ve bu, bir arada olma durumunda ortadan kalkmaz. Ancak bu birleþme sonucunda bunlarýn arasýnda ilave bir özellik vücuda gelir ki, yasak da iþte bundan dolayý gelmiþtir. Beraber ol­ma halinde doðan bu ilave özellik, tek olarak bulunma halinde mevcut özellikleri tümden ortadan kaldýrmaz. Ýki kýz kardeþi ayný anda bir arada nikah altýnda tutma[233] ve delillerin zikri sýrasýnda belirtilen benzeri diðer konularda da durum aynýdýr.

Sonra nasýl ki, beraber bulunma halinde ayrý iken mevcut ol­mayan bazý özellikler var idiyse, münferit halde iken mevcut olup beraber bulunma halinde ortadan kalkmayan bazý özellikler de vardýr. Çünkü bir araya gelenlerin her birinin kendisine ait var olan özelliði, eðer bir araya gelme sebebiyle ortadan kalkacak ol­saydý, o zaman birleþme (içtimâ) halinin özellikleri ortadan kalkmýþ olurdu. Aynen insanla, organlar arasýndaki iliþkide olduðu gibi. Bu organlarýn toplamý insaný oluþturmaktadýr. Ancak bu organlarýn tek yönden birleþmiþ olmalarý ya da tek bir özelliði ortaya koymuþ olmak için birleþmeleri düþünülecek olsaydý, o zaman insan ortaya çýkmazdý.[234] Baþ, elin göstermediði özelliði göstermekte; el ise aya­ðýn vermediði faydayý saðlamaktadýr. Kemikler, sinirler ve damar­lar gibi birbirine benzer halde bulunan diðer organlarda da durum aynýdýr. Bunlar farklý özellikler taþýmakta ve birleþme anýnda bu özelliklerini yitirmemekte ve bütün bunlarýn toplamýndan insan meydana gelmektedir. Eðer insan ve organlar için tatbik ettiðimiz bu husus anlaþýldýysa, diðer birleþme (içtimâ) hallerinde de duru­mun ayný olduðu anlaþýlacaktýr.

Þu halde birlik halinde olmayý isteyen emir ve ayrýlýðý yasakla­yan nehiy, içtimâ halinde iken cüzlerin faydalarýný[235]ortadan kaldirmaz. Ýçtimâ hali yoluyla fayda meydana geldiði gibi, içtimâ ha­linde iken de cüzlerin ayrý ayrý ele alýnmasý yönünden fayda hasýl olmaktadýr. Sonra iki þeyin bir arada bulunmasý (içtimâi) duru­munda, bunlardan her birinin, o açýdan itibara alýnmasý sahih ola­cak bir hüküm ile müstakil olarak ele alýnmasý mümkün olduðu gi­bi, meselemiz gibi olan yerlerde birbirleri ile tearuz halinde de ola­bilirler ve bu halde mesele üzerinde durmak gerekir. Bu durumda sadece içtimâ halinin dikkate alýnmasý, infirad halinin dikkate alýn­masýndan daha öncelikli (evlâ) deðildir.[236]

Her birinin, müctehidlerin bakýþ açýlarýný üzerlerine çekecek izah ve dayanaklarý vardýr.

Hal böyle olunca, maksat açýsýndan her iki durumun da birbiri içerisine girmesi halinde, bunlar hüküm açýsýndan varlýk ve yokluk bakýmýndan birbirleri ile baðýntý (telâzum) halinde bulunan ve hü­kümleri tek bir þeyin hükmü gibi olan iki þey olurlar. Bu durumda emir ve nehyin beraberce onlar üzerine gelmiþ olmasý (içtimâi) birbirleri arasýnda varlýk ve yokluk bakmmdan baðýntý (telâzum) bulunan þeylerde olduðu gibi mümkün deðildir. Bu durumda mutlaka emir ya da nehiy yoluyla onlarýn her ikisine birden yöne­len bir hükmün bulunmasý gerekecek midir Yoksa gerekmeyecek midir Alimlerden bir kýsmý, onlar üzerine çözülme ve müstakil olma hükmünü uygulamaktadýr ve bunlar örf-i vücûdî ile istimali dikkate almaktadýrlar. Tabiî bu her birinin diðer eþinden ayrý ola­rak ele alýnmasý mümkün olduðu zaman için söz konusudur. Alimler arasýndaki görüþ ayrýlýðý "haram ve helali içeren akit" meselesinde sürmektedir ve her iki tarafýn görüþlerinin izahý orta­ya çýkmýþtýr.

Ýtiraz: Delilin desteklemiþ olduðu görüþ birincisidir. Çünkü bir arada olma (içtimâ) halinin bir tesiri bulunduðu ve ona ait yalnýz baþýna bulunma halinden farklý hüküm olduðu sabit olduðuna göre, o zaman bütüne nisbetle iki þeyden her biri, asýla´(metbû) nisbetle tâbi halini almýþ olur. Çünkü her biri bütünün bir parçasý duru­mundadýr. Bütünün bir kýsmý, o bütüne tâbi durumundadýr. Bunu [198] destekleyen delillerden biri de Hükümler bahsinde geçen, birþeyin cüz itibarýyla mubah, kül itibarýyla ise matlûp veya cüz itibarýyla mendûb, kül itibarýyla ise vacip olmasýdýr. Diðer hükümlerde de ay­ný þekilde cüz itibarýyla ele alýndýðýnda farklý, kül itibarýyla ele alýndýðýnda ise daha farklý hükümler doðmaktaydý. Bu durumda emir ve nehyin ayný anda gelmiþ olmasý düþünülemez. Biz bütüne baktýðýmýzda, nehye mahal olan þeyin bütün içerisinde mevcut ol­duðunu görürüz. Bu durumda nehiy, o þey içerisinde ilgili olduðu þeye yönelmiþ olacaktýr. Bu durum, Mâzirî´nin talîlinde ve onunla birlikte zikredilen þeylerde izahýný bulmaktadýr.

Cevap: Ýtiraz yerinde deðildir. Eðer bütünü meydana getiren cüzlerden her biri, metbûya nisbetle tâbi gibi kabul edilecek olursa, o zaman haram olan cüzün metbû olmasý, tâbi olmasýndan daha evlâ olmayacaktýr.[237] Hükümler bahsinde belirtilen husus doðru­dur, ancak orada muarýz durumunda olan vardýr ve o, daha önce de geçtiði gibi fertlerin dikkate alýnmasýdýr. Mâzirî´nin izahý[238] ise üzerinde ihtilaf edilen bir konu olup, Ýmam Mâlik ya da baþka bir imamýn mezhebinde mevcut bulunan ve üzerinde görüþbirliði edi­len konulardan deðildir.[239]Dolayýsýyla mesele, müctehidin deðer­lendirmesi sonucunda kabul edip etmeyebileceði bir husus olarak kalmaya devam edecektir. [240]

Onuncu Mesele :



Biri diðerinin tâbisi durumunda olmayan iki þey hakkýnda iki emrin bulunmasý halinde, eðer mükellef kasýt itibarýyla o iki þeyi bir fiil içerisinde ve tek bir garazla toplamak amacý taþýmaktaysa, bir önceki meselede ortaya konduðu gibi, toplama halinin etkisi bu-[199J hunnaktadýr. Ýçtimâ halinde, infirâd halinde bulunmayan bir mânâ (özellik) vardýr. Öbür taraftan münferid halde iken bulunan özellik­ler de, içtimâ haliyle ortadan kalkmamaktadýr.

Ancak burada þöyle bir durum vardýr: Acaba bunlardan her bi­ri, hükümleri bakýmýndan diðerinin hükümleri ile baðdaþmaz (mü-nâfî) bir durumda mýdýr Yoksa deðil midir

Eðer öyle ise, o zaman konu, hüküm bakýmýndan kasýt itiba­rýyla bir arada bulunan iki þey üzerine emir ve nehyin gelmesi me­selesine dahil olacaktýr ve bu bir önceki meselenin bir gereði olmak­tadýr. Bunun mânâsý þudur: Birþeyin kendisine ait þer´î hükümleri bulunduðu zaman, bu hükümler o þeye, içermiþ olduðu maslahatlar sebebiyle baðlanmýþ olmaktadýr. Mükelleflerin fiillerinden olan her fiilin hükmü de ayný þekilde böyledir. Bu fiil ister âdet olsun, ister ibadet olsun fark etmemektedir. Ýki fiil bir araya gelir ve bunlardan birine ait hükümler, diðerinin hükümleri ile baðdaþmaz ise bu þöy­le olur: Bu iki þey kasýt açýsýndan tek birþey durumuna gelmiþtir ve bunun tabiî sonucu olarak maslahatlar için konulmuþ olan fakat birbiri ile baðdaþmaz halde bulunan hükümler bir araya gelmiþtir. Bu durumda maslahat yönleri birbiriyle baðdaþmayacak ve birbiri ile çekiþmiþ olacaktýr. Birbiri ile baðdaþma durumu olmayýnca, infirâd halinde olduðu üzere bir maslahat kalmýþ olmayacaktýr. Bu durumda hal, maslahatlarýn, emredilen þeyle yasaklanmýþ olan þe­yin birleþmesi hali üzere karar kýlmýþ olacaktýr. Bunlar hükümle­rin baðdaþmazlýðý konusunda birbirleri ile eþit durumdadýrlar. Çünkü nehiy mefsedetlere, emir de maslahatlara dayanýr. Bunla­rýn bir arada toplanmalarý ise, daha önce de geçtiði gibi imkân­sýzlýða (mümtenî) götürür. Dolayýsýyla benzeri birþey de imkânsýz olacaktýr.

Bu konunun esasýný Hz. Peygamber´in "bey´ (satýþ) ve selefi (karz) yasaklamasý" teþkil etmektedir. Çünkü satýþ konusu, karþýlýklý olarak istifadeyi artýrma esasýna dayanýrken; selef (karz, ödünç), cömertlik, iyilik ve müsamahayý gerekli kýlar. Bunlar bir arada bulunduklarý zaman, selef içerisine, satýþ akdinde mündemiç bulunan mânâlar girer ve bunun sonucunda selef aslî halinden çý­kar. Çünkü selef (karz), gümüþün gümüþle, ya da altýnýn altýnla va­deli olarak satýlmasý yasaðýndan istisna olarak meþru kýlýnmýþtýr. Satýþ ile beraber akdedilen selef, tekrar istisna edilmiþ olduðu eski aslýna dönmüþ olacaktýr. Aslý sarf[241] olmaktadýr. Bunda ise esas, mümkün mertebe karþý tarafa daha fazlaya satmak, daha çok kâr elde etmektir. Karzda ise bu amaçlar yasaktýr. Selef, satýþ akdi ile bir arada yapýlmasý sebebiyle eski aslýna döndüðü zaman (ortaya çýkan hâsýla) iki yönden caiz olmamaktadýr:

1. Selefte mevcut bulunan vade.

2. Kâr amacýnýn güdülmesi. Kiþi karz akdini satýþ akdine ek­lemekle, bu iki akdin bir arada toplanmasý kasdýna, sözü edilen bu mânâ dahil olmuþ olmaktadýr.

Mükellefin vacip, mendup ya da mubah[242] olmak üzere emro-lunduðu ibadetlere diðer amaçlarý katmasý durumu da eðer biri diðeri için tâbi durumunda deðil[243]ve hükümleri de birbirileri ile baðdaþmayacak þekilde ise ayný doðrultudadýr. Meselâ namazda, onun hükümleri ile baðdaþmayacak olan yemek, içmek, boðazla­mak, konuþmak vb. fiilleri bir arada yapmak gibi. Farz ve mendu-bu bir arada yerine getirmiþ olmak için namaz ve diðer ibadetlerde farz ile nafileye birlikte niyet etmek[244]; bir fiilde iki farzý birleþtirerek, iki öðleyi veya iki ikindiyi, ya da bir öðle ile ikindiyi birleþtir­mek[245], Ramazan orucunu hem eda hem de kaza niyetiyle birleþtir­mek ve benzeri örnekler gibi.

Ýþte bu yüzdendir ki, Ýmam Mâlik akitlerin birbiri ile cem edil­mesini caiz görmemiþtir. Bunlardan bir kýsmý hakkýnda eðer görüþ ayrýlýðý var ise, cevaz görüþü, içtimâ halinde dahi infirâd haline itibar[246] sonucunda hükümler arasýnda baðdaþmazlýk bulunmadýðý deðerlendirmesi üzerine bina edilmiþ olmaktadýr. Ýmam Mâlik bu noktadan hareketle bir arada yapýlan sarf ve satýþý; nikah ve satýþý, kýrâz (mudârabe) ve satýþý, müsâkât ve satýþý, þirket ve satýþý, cul[247] ve satýþý yasaklamýþtýr. Bu sayýlan akitlerle birleþme konu­sunda icâre de, satýþ akdi gibi olmaktadýr. Keza Ýmam Mâlik, götü­rü ile ölçüm iþinin bir arada olmasýný yasaklamýþtýr.[248] Alimler, icâre akdinin satýþ akdi ile birleþmesi konusunda ihtilaf etmiþler­dir. Bütün bunlar, tek bir akit içerisinde birbiri ile baðdaþmayan farklý hükümler içeren akitlerin bir arada bulunmasý sebebiyle ol­maktadýr. Þöyle ki: Sarf akdi, alaný son derece dar tutulan ve ek Özel þartlan bulunan bir tasarruftur. Bu meyanda olmak üzere cins ve karþýlýklý bedellerin kabzedilmesi ki bu konuda herhangi bir tereddüt ya da ertelemeye[249] veya az bir bakiyyenin býrakýlmasý gi­bi bir duruma asla müsade edilmemektedir konularýnda taraflar arasýnda tam bir eþitliðin (mümaselet) tahakkuk etmiþ[250] olmasý aranmaktadýr. Satýþ akdi ise böyle deðildir. Nikâh akdi; karþýlýklý saygý, müsamaha ve cömertlik esasý üzerine kurulmuþtur. Bu yüz­den ALLAH Teâlâ, kadýna verilen mehiri, nýhle diye isimlendirmiþ­tir. Bu, bir bedel karþýlýðýnda olmaksýzýn verilen bir hediye demek­tir. Nikâh konusunda tefVîze (havale iþine) izin verilmiþtir. Halbu­ki satýþ akdinde durum farklýdýr. Kýrâz ve müsâkât akitleri geniþ­lik ve müsamaha esasý üzerine kurulmuþtur. Zira her ikisi de þer´an yasak olan belirsiz icâre kapsamýndan istisna yoluyla meþru kýlýnmýþ iki tasarruf olup bir nevi ruhsat sayýlmaktadýr. Satýþ akdi ise, bunun aksine, karþýlýklý bedellerde, vadede ve diðer konularda bilinmezliðin giderilmesi esasý üzerine kurulmuþtur. Dolayýsýyla satýþ akdi ile ilgili hükümler, kýrâz ve müsâkât hükümleri ile bað­daþmayacak türdendir. Þirket (ortaklýk) akdi, her iki taraf için de geçim temini konusunda yardýmlaþma ve dayanýþma anlamý içer­mektedir. Satýþ akdi ise bunun zýddmadýr. Cu´l, yapýlacak iþin meç-hullüðü esasý üzerine kuruludur. Karþý taraftaki koþturacak insan (âmil) ise muhayyerdir.[251] Satýþ akdi, her iki hükümle de baðdaþ­maz. Ölçülebilen maddelerde ölçünün esas alýnmasý, ölçülecek olan þeyin miktarýnýn tam olarak bilinmesini amaçlar. Götürü usûlü ise kolaylaþtýrma ve meblaðý bilme konusunda müsamahalý olma esasý­na dayalýdýr ve bu usûlde satýlan þeyin miktarý hakkýnda asla kesin bilgiye ulaþtýrmayacak olan tahmine baþvurulur. Ýcâre akdi, hali­hazýrda mevcut olmayan menfaatler üzerine kurulmuþ bir akittir. Bu haliyle bilinmezlik taþýmaktadýr. Ancak duyulan ihtiyacýn çok­luðuna binaen ve þirkette olduðu gibi yardýmlaþma amacýyla caiz kabul edilmiþtir. Satýþ akdi ise böyle deðildir[252]Âlimler akde konu olan iki maldan biri hakkýnda kesinlik, diðeri hakkýnda ise muhay­yerlik koþulmasý konusunda da ihtilaf etmiþlerdir. Cevaz verme­yenler görüþlerini, akdin kesinliði ile muhayyerliðin birbirleri ile baðdaþmayacaklarý esasý üzerine bina etmektedirler.

Ýlgili hükümlerin birbiri ile baðdaþýp baðdaþmayacaðý konu­sundaki deðerlendirmelerden doðan ihtilaf sonucu, âdetlerle ilgili iki þeyin bir fiil içerisinde toplanmasý konusunda âlimlerin Ýhtilaf ettikleri gibi, bir ibadetle bir âdetin bir fiil içerisinde toplanmasý konusunda da ayný þekilde ihtilaf etmiþlerdir. Hac ya da cihad esnasýnda ticarette bulunmak gibi.[253] Abdest alýrken serinlemek kas-dý, oruç tutarken ayný zamanda perhizde bulunmak amacý bulun­durmak gibi. Keza iki ibadetin toplanmasýnda da ihtilaf etmiþler­dir: Cünüplükten arýnmak ve cuma namazý için birlikte gusül ab-desti almak gibi. Bu konunun açýklanmasý, gerek burada ve gerek­se Mâkâsýd bölümünde aslî maksatlarla tâbi maksatlar arasýndaki iliþkiden söz edilirken yapýlmýþtýr. Basan ancak ALLAH´tandýr.

Eðer hükümleri birbiri ile baðdaþmaz türden ise, bu durumda da mutlaka içtimâ kasdimn dikkate alýnmasý gerekecektir. Bunun delili daha önce geçmiþti. Bu durumda içtimâ hali, ya nehyi gerekti­ren bir durum ortaya çýkaracaktýr veya çýkarmayacaktýr:

Eðer böyle bir durum ortaya çýkaracak olursa, o zaman o þey bütün olarak yasaklanmýþ olacak ve talep yönü birleþmiþ olacaktýr. Çünkü içtimâ hali, cüzlere yönelik olan talebi ilga etmiþ ve bunun sonucunda o þeyin bütünü, emrin ya da nehyin kendisine yöneldiði tek birþey halini almýþtýr. Tabiî bunun sonucunda eðer maslahat varsa emir, yok mefsedet varsa nehiy taalluk edecektir. Burada ta­savvur edilen mefsedeti gerektiren bir bütün olduðuna göre tabiî ki taalluk eden talep, nehiy olacaktýr. Meselâ iki kýz kardeþin veya bir kadýnla hala ya da teyzesinin ayný anda nikah altýnda tutulmasý, Ramazan´ýn ilk günü ile Þaban´m son gününü, Ramazan´ýn son gü­nü ile de Þevval´in ilk gününü birleþtirerek oruç tutmak, iki þýrayý birbirine karýþtýrarak içmek, Ýmam Mâlik´in mezhebinde bazýlarý­nýn görüþüne göre iki adamýn mallarýný birleþtirerek satmalarý gibi. Çünkü birleþtirme hali cüzlerin aslî kasýt ile dikkate alýnma­masýný gerektirir. Bu da iki satýcýdan her birine nisbetle bedelin bilinmezliði[254]sonucunu doðurur. Her ne kadar tümüne yönelik yoksa da sonuçta kaçýnýlmaz olan bu bilinmezlik ve sebep olduðu mefsedet yüzünden böyle bir birleþtirme iþi caiz olmamaktadýr. Böyle bir akde cevaz veren kimse muhtemelen baþka birþeyi dikka­te almýþ olmalýdýr: Þöyle ki: Mal sahipleri, mallarýný birleþtirme doðrultusunda niyetlerini ortaya koyunca bu haliyle onlar bir nevi þirket (ortaklýk) kurmuþ olurlar; yani sanki onlar yaptýklarý bu sa­týþla önce ortaklýk kurmayý, sonra da onu satýp parasýnda ortak ol­mayý kararlaþtýrmýþ gibi olurlar. Bunlar iki ortak hükmünde olun­ca, artýk herbiri kendi malýnýn bedelini dikkate almýþ olmamakta­dýr. Çünkü ortaklýk hükmüyle bu mallar, bir tek olan mebîin (satý­lan mal) birer parçasý mesabesinde olmakta ve bunlara yönelik ka­sýt, bütüne yönelik aslî kasýda tâbi hal almaktadýr. Böyle bir kasdm da etkisi yoktur. Sonra alman bedel, aralarýnda taksim edilmesi durumunda (hükmî) ortaklýðý oluþturan sermayelerine[255] göre pay edilir. Bunun da imkânsýz bir tarafý yoktur; zira bilinmezlik içermemektedir. Sonuç olarak böyle bir birleþtirme hali bir fesadýn doðmasýný gerektirmez.

Birleþtirme halinde nehyi gerektirecek bir durum yoksa, o za­man emir yönelir. Zira üzerine dikkat çekilen ýstýlah üzere ya emir vardýr ya da nehiy vardýr. [256]

ONBÝRÝNCÝ MESELE:


Ýki emir[257] olsun ve bunlarýn her ikisi de iki itibar ile ayný þey hakkýnda bulunsun; eðer bunlardan biri bütüne yönelik, diðeri de bütünün bazý tafsilatýna[258] ya da niteliklerine[259] veyahut da cüzlerine[260]yönelik ise, bir arada bulunmalarý caizdir. Nitekim usûlde sabit olmuþtur.

Burada sözü edilen emirlerden biri tâbi, diðeri ise metbû (asýl)dýr. Asýl olan bütüne yönelik olanýdýr, diðeri ise tâbidir. Çünkü detaylara, niteliklere ya da cüzlere yönelik olan, bütünün tümleyicisi ve tamamlayýcýsý mahiyetindedir. Böyle bir durumda olan þeye yönelik talep ise, mutlak olmayýp ancak o yönden olacaktýr; tâbi ol­masýndan kastedilen de iþte budur. Sonra bu talep, bütüne yöne­lik emrin gereði olmaksýzýn vücuda gelecek þekilde yalnýz baþýna bulunmaz; dahasý bütüne yönelik emrin yokluðu tasavvur edildiði zaman, tafsilâtýn ortaya konulmasý mümkün de deðildir. Çünkü tafsilât, ancak bir asýl üzerinde söz konusu olur. Niteliklerin bulun­masý için de nitelenenin olmasý gerekir. Cüzi de ancak, küllî açýsýn­dan tasavvur edilebilir. Durum böyle olunca, bunlara yönelik talep, bütünle ilgili talebe tâbilik yoluyla olacaktýr.

Bunun Örnekleri vardýr: Meselâ, bir namazýn kýlýnmasý talebi vardýr; bir de namazla ilgili olmak üzere hadesten[261] ve necaset­ten[262] taharet, güzel ve temiz elbiselerin giyilmesi, huþu, zikir, kýraat, dua, kýbleye yönelme vb. durumlarla ilgili talep vardýr. Ze­kâtýn verilmesi talebi yanýnda, kazancýn en temizinden seçilmesi, vaktinde verilmesi[263], zekât verilecek mallarýn türlerinin ve zekât oranlarýnýn belirlenmesi[264] gibi konularla ilgili talep bulunmakta­dýr. Oruç tutma emri yanýnda, oruçta iftarýn tacili, sahurun tehiri, her türlü kötü söz ve davranýþlarýn terki, orucu tehlikeye atacak durumlardan uzak durma[265] gibi hallere[266]yönelik talebin bulun­masý da böyledir. Ayný þekilde, her türlü tafsilâtý, cüzleri ve ta­mamlayýcý nitelikleri durumunda olan þeylere yönelik taleple bir­likte hac emri de böyledir. Kýsas ve kýsasta âdil davramlmasý, had-din aþýlmamasý, denkliðin aranmasý[267] talebi; alýþ veriþte ölçü ve tartýya tam riayet edilmesi, ödeme ve borç talebinin güzel yapýlma­sý, insaflý davramlmasý[268] vb. gibi konularýn talebi de böyledir. Buþeylerin talebi, bunlarýn aslý durumunda olan þeyin talebine baðlý­dýr. Bunlarýn müstakil olarak tasavvur edilmeleri mümkün deðil­dir; bunlar ancak asýl durumunda olan ve bütün olarak ele alýnýp talep edilen þeylere istinaden istenilirler. Asýllarý ile birlikte ele alý­nan diðer tâbiler hakkýnda da durum aynýdýr.

Emir ve nehyin tâbi ve metbû (asýl) üzerine gelmesi hali ise böyle deðildir.[269] Olgunlaþmadan önce meyve aðacýnýn durumu gibi. Çünkü burada nehiy, meyva satýþý üzerine ancak müstakil olarak ele alýnmasý halinde gelmiþtir. Eðer biz meyvanýn aðaçtan müstakil olmadýðýný düþündüðümüzde, bu meyvanýn aðaca tâbi onun bir par­çasý kýlýnmasý anlamýna gelir. Bu ise kýsmen içtimâ haline yönelik kasýt bulundurulmasý sonucunu gerektirir. O da hem aðaç hem de meyva üzerine birden akit yapma kasdý olmaktadýr. Bu durumda nehiy geçtiði üzere mutlak olarak kalkmýþ olmaktadýr. Bundan da o anda emrin ittihadý sonucu doðar. Yani bir bütün üzerine; biri aslýna itibarla, diðeri de tafsilatýna veya niteliklerine veyahut da cüzlerine itibarla olmak üzere iki emrin gelmesi þekline döner.

Zarûriyyât ile hâcî ve tahsînî olan esaslar arasýndaki iliþki iþte bu tertip üzere cereyan eder. Çünkü geniþletme ve güçlüðün kaldýnlmasý, kendisinde darlýk ve güçlük bulunabilen birþeyin olmasýný gerektirir. Tabiî bu gereken þey de hiç kuþkusuz zarûriyyâttýr. Tahsîniyyât, tamamlayýcý ve bütünleyici unsurlardýr; dolayýsýyla bunlarýn tamamlayacaklarý þeylerin olmasý zorunludur. Çünkü gü­zelleþtirme, tamamlama ve geniþletme gibi kavramlar için, mutla­ka bir konu olmalý ki, bu sayýlanlar olmadýðý zaman o þey, güzel de­ðil, tam deðil, kolay deðil; aksine meselâ çirkin veya eksik veya dar ya da zor kabul edilsin. Þu halde bunlarýn mutlaka talep konusu olan bir baþka þeye dayanmasý gerekmektedir. Sonuç olarak güzel­leþtirmesi ya da geniþlik ve kolaylýk getirmesi istenilen þey, talep konusunda güzelleþecek ve geniþleyecek olan þeye tâbidir. Bu ise geçen tâbilik ve metbûluk (asillik) talebinin mânâsý olmaktadýr. Bu nokta ortaya konulunca, konu ile ilgili bir durum daha karþýmýza çýkmaktadýr: [270]

ONÝKÝNCÝ MESELE:


Deriz ki: Emir ve nehiy, birþey üzerine vârid olduðu zaman, eðer bunlardan biri o þeyin bazý niteliklerine veya cüziyyâtma vb. yönelik ise, bir önceki meselede böyle bir içtimâ halinin caiz oldu­ðunu ortaya koyan izah geçmiþti. Bunun iki þekli vardýr:

a) Emir bütüne, nehiy ise bütünün niteliklerine yönelik olur. Bu þekil çoktur. Meselâ: Yemek hazýr iken namaz kýlmak, sýkýþýk vaziyette iken namaz kýlmak, mekruh vakitlerde namaz kýlmak, bayram günlerinde oruç tut­mak, garar ve bilinmezlik içeren alýþ veriþ yapmak, (kýsas yoluyla) öldürmede aþýrýlýk göstermek ve adaletin gözetilmesi konusunda sýnýrý aþmak, alýþ veriþ vb. akit­lerde hile ve aldatmada bulunmak... gibi.

b) Nehyin bütüne yönelik olmasý, emrin ise niteliklerle ilgi­li olmasý. Bunun da örnekleri vardýr: Meselâ, günah iþlerken gizli iþlenmesinin emredihnesi gibi. Hz. Peygam­ber hadislerinde þöyle buyurmuþlardýr: "Siz­den kim bu pisliklerden birine müptela olursa, ALLAH´ýn örtüsü ile örtünsün"[271]Yapýlan bir kötülüðün peþinden "...Sonra hemen tevbe ederler´[272] âyet-i kerîmesinin bir gereði olarak derhal bir iyilik yapýlmasý emri [273]de böy­ledir. "Sizden bir tamah peþinde giden, yavaþ yürü­sün´[274]rivayeti de böyledir.

Birinci þekil üzerinde usûlcüler durmuþlardýr [275]dolayýsýyla onu burada tekrar etmenin bir anlamý yoktur. Ýkinciye gelince, onun hakkýndaki hüküm de, birinci hakkýndaki sözlerinden çýkarý­labilir. Detaylarla ilgili olmak üzere usûl kitaplarýnýn ilgili bölümlerine müracaat etmelisin. Allahu a´îem!

Burada bir konu daha açýlýyor ki o da þudur: [276]

ONÜÇÜNCÜ MESELE:[277]


Talebin, asýl ya da tabiye yönelik olmasý arasýnda derece farký vardýr: Bütüne yönelik talep, dikkate alma açýsýndan tafsil veya ni­telik ya da cüziyyâta yönelik olan talepten daha güçlüdür.

Bunun delili daha önce geçtiði üzere, tabiin ikinci kasýtla amaçlanmýþ olmasýdýr. Bu yüzdendir ki tâbi yönü, asýl (metbû) ya-mnda yerine göre ilga edilmektedir. Tâbi, dikkate alýnmasý halinde aslýn ihlali neticesini doðuruyorsa, itibara alýnmamaktadýr[278]Bu durum tabiin asla nisbetle bir cüz ya da sýfat veyahut da tamamla­yýcý unsur gibi olmadýðý müddetçe böyledir. Kýsaca bu husus daha önce açýklanmýþtý. Bütün bunlar, dikkate alma konusunda aslýn güçlülüðünü, tabiin de zayýflýðýný göstermektedir. Þu halde itibar açýsýndan asla taalluk eden emir, tâbie yönelik olan emirden daha güçlüdür.[279]Bu tertip sayesinde, þeriatta mevcut bulunan bütün emirlerin tekit açýsýndan hep ayný düzeyde olmadýklarý, onlarýn hep ayný bir kasýt altýna girmedikleri öðrenilmiþ olur. Çünkü zarûriyyâtla ilgili bulunan emirler, hâcî ve tahsînî olan hususlarla ilgili emirler gibi deðildir. Keza zarûriyyâtýn tamamlayýcý unsurlarý ile ilgili olan emirler, bizzat zarûriyyâtýn kendisi ile ilgili emirler gibi deðildir. Bilakis bunlar arasýnda bilinen farklar vardýr. Dahasý zarûriyyât-tan olan hususular hakkýndaki emirler de hep ayný düzeyde deðil­dir. Meselâ dinin aslýna yönelik talepler, tekit bakýmýndan nefsin korunmasýna yönelik taleplerden daha güçlüdür; nefsin korunmasý­ný isteyen emirler de, aklýn korunmasýný isteyen taleplerden... daha güçlüdür. Hâciyyât konusunda da durum aynýdýr; aslýnda bir manii olmayan mubahlara yönelik taleple, böyle bir manii bulunan mu­bahlardan istifadeye yönelik talep arasýnda kuvvet farký vardýr. Meselâ mubah olan lezzetlerden yararlanma île, karz, selem ve müsâkât vb. akitlerden[280] yararlanma talepleri arasýnda fark var­dýr. Bunlarýn talebi ile, terki durumunda kýsmen güçlükle karþýlaþý­lacak olan ruhsatlarýn iþlenmesine yönelik talep arasýnda da fark vardýr. Bunlarla terki durumunda takat üstü yükümlülüðün doða­caðý durumlar arasýnda da fark vardýr.[281] Ayný durum, harfiyyen tahsîniyyât için de geçerlidir.

Bu durumda, mesele hakkýnda görüþ ayrýlýklarý sýrasýnda mut-

lak bir ifade ile "emir, vücûb veya mendupluk ya da mübahlýk için­dir... veya müþterektir" [282] þeklinde söz etmek ya da "bunlarýn dýþýnda baþka bir mânâ içindir" demek, iþte emrin bu özelliðine varýp çýkmaktadýr. Çünkü onlar, "Emir, aksine bir delil olmadýkça vücûb içindir" demektedirler. Bu, her emrin hükmü konusunda delile tâbi olma mânâsýna gelir. Hal böyle olunca sonuçta zikredilen noktaya çýkýlýr. Ancak, delili zahir olmayan konuda mutlak bir ifadeyle emir þöyledir demek zordur. Konu ile ilgili görüþler arasýnda doðruya en yakýn olaný, tevakkuf görüþüdür. Arap dilinde, ileri sürülen görüþ­lerden sadece birini destekleyecek ve diðerlerini itibardan düþüre­cek deliller bulmak mümkün deðildir.

Bu konuda þöyle bir kural koyabiliriz: Her emre bakýlýr: Acaba birinci (aslî) kasýtla mý istenilmektedir Yoksa ikinci kasýtla mý Eðer birinci kasýtla istenilmiþ se, o emir, kendisine talep yönelen tü­rün en üst mertebesindedir. Eðer ikinci kasýtla talep edilmiþse ba­kýlýr: Asýl olan zarurî, varlýk bakýmýndan onsuz mevcudiyetini sürdürebiliyor mu Yoksa sürdüremiyor mu Ki bunun sonucunda ona zarurî adý verilebÝlsin.[283]Eðer onsuz varlýðýný sürdüremÝyorsa, o zaman talep konusu olan þey, ikâme edilen zarurî aslýn rüknü ve cüzü durumunda olacaktýr. Eðer onsuz, zarurî olan asýl varlýðým sürdürebiliyorsa, talep edilen o þey rükün deðildir; fakat tamamla­yýcý ve bütünleyici bir unsurdur.[284]Bu haliyle de o, ya hâciyyâttan ya da tahsîniyyâttan olacaktýr. Sonuç itibarýyla emrin, zikredildiði þekil üzere mertebesine bakýlacak ve her bir cüz konusunda þeriatta yapýlacak olan istikranýn sonuçlan doðrultusunda güçlülük durumu tesbit edilecektir. [285]

ONDÖRDÜNCÜ MESELE:


Birinci kasýt üzere birþeyi emretmek, tevâbi´i[286] emretmek de­ðildir. Tevabi´, eðer emredilen birþey ise ayrýca yeni bir emre ihtiyaç duyar. Bunun delili, daha önce geçtiði üzere, mutlak emirden mukayyed enirin lâzým gelmediðidir. Burada tevabi´, asýllarýn (metbû) belli bir þekil üzere edasý anlammadýr. Emir ise mutlak olarak taalluk etmiþ olup mukayyed deðildir. Dolayýsýyla mutlak lafýzlarýn gereði[287] ne ise onun yerine getirilmesi yeterlidir. Bu du­rumda asýllarýn illâ da belli bir þekil ya da belli bir sýfat üzere ger­çekleþtirilmesi gerekmez. (Böyle bir tekellüf için, sair þekiller ve sý­fatlar içerisinde) belli bir þekil ya da sýfatýn belirlenmesi gerekir. Lanz ise husûsî olarak böyle birþeyi ortaya koymamaktadýr. Bu du­rumda husûsî olarak belli bir þekil ya da sýfatýn tahsisi için yeni bir delile ihtiyaç vardýr. Ulaþýlmak istenen sonuç da budur.

Bunun üzerine þu sonuç doðar: Mükellef, mutlak olarak gelen emirlerin gereklerini yerine getirirken, onlarý illâ da belli bir þekil üzere ifa etmeyi iltizam etmesi için delile ihtiyaç duyar. Meselâ biz mükellefin bir ibadetin belli bir þekil üzere diye kayýtlama yapýl­maksýzýn edasý ile memur olduðunu düþünelim. Böyle bir du­rumda meþru kýlýnan þey, belli bir þekil ya da sýfat üzere diye ka-yýtlanamaz. Aksine mutlak emir sýðasýnýn altýna girecek þekilde ifasý yeterlidir. Meselâ âzâd ile emrolunan kimse, mutlak surette âzâd ile emrolunmuþ olur ve âzâd edilecek kölenin meselâ kadýn de­ðil de erkek olmasý, beyaz deðil de siyah olmasý, usta deðil de kâtip olmasý vb. gibi herhangi bir kayýtla takyidine gidilmez. Buna rað­men mükellef, âzâd konusunda illâ da þöyle olacak diye bu saydýk­larýmýzdan belli bir neVi iltizam edecek olursa, bu iltizamýnýn sahih olabilmesi için delile ihtiyacý vardýr. Aksi takdirde onun bu iltizamý gayrý meþru olacaktýr. Ayný þekilde mükellef, meselâ öðle namazýn­da baþkasýný deðil de illâ þu sûreyi okuyacak diye iltizamda bulun­sa, veya dere suyundan deðil de illâ kuyu suyundan abdest alacak diye, ya da benzeri asýllar hakkýndaki emrin tevâbi´i (yani ifa þekil­lerinden biri) durumunda olan daha baþka bir tekellüfe girse, bu­nun þer´an bir anlamý olabilmesi için mutlaka delile ihtiyaç vardýr. Aksi takdirde þeriatta bunlar sahih olmaz, öbür taraftan bu gibi te-kellüfler, aslý ortadan kaldýrma gibi bir sonuca da götürebilecek özelliktedir.[288]

Þöyle ki: Emir, emredilen asýla mutlak bir ifade ile taalluk etti­ði, o aslýn illâ da tâbi durumunda olan belli bir þekil ya da sýfat üze­re yapýlmasýný gerektiren baþka bir emir de bulunmadýðý zaman, biz Þâri´in kasdýndan, meþru kýlmanýn mutlak (kayýtsýz) bir amel olduðunu ve lâfzýn delâlet ettiði hususun (emredilen þeyin) illâ da belli bir þekil ya da sýfat ile kayýtlý olmadýðýný anlamýþ oluruz. Hal böyle iken, onu belli bir þekil ya da sýfatla tahsis eden kimse, o em­ri mutlak hali üzere gerçekleþtirmiþ olmaz. Dolayýsýyla tekellüfe girdiði kayýtlama için delile ihtiyaç duyar, ya da bu haliyle Þâri´in maksadýna muhalefet etmiþ olur.

Ýmam Mâlik´e mescidde kýraatte[289] bulunmanýn hükmü soru­lur. O þöyle cevap verir: "Eskiden böyle birþey yoktu. O sonradan ihdas edilmiþtir" Sonra þöyle devam eder: "Kur´ân okumak güzel birþeydir. (Ancak þu unutulmamalýdýr ki) bu ümmetin sonra gelen­leri, önde gelenlerinin yapageldiklerinden daha isabetli hiçbir þey ortaya koyamayacaklardýr" O yine þöyle der: "Bugünün insanlarý, acaba kendilerini Önceki nesillerden hayra daha çok raðbetli mi görmektedirler ki !"

Ýbn Rüþd de þöyle der: "Her sabah namazýnýn sonunda Kurtuba camiinde yapýldýðý üzere, sanki sünnetmiþ gibi namazlardan sonra ya da belli bir þekil üzere Kur´ân okumayý âdet edinmek bid´âttir. Ama böyle olmaksýzýn mescidlerde Kur´ân okumakta bir beis yok­tur ve mekruh olacak bir tarafý olmaz. Ýmam Mâlik´in iþaret etmiþ olduðu þey, bir baþka yerde açýkça söylediði olmalýdýr. Çünkü o, meselâ Ýskenderiyelilerin yaptýðý gibi toplantý yapýp belli bir sûreyi (hep bir aðýzdan koro halinde) okuyan bir topluluk hakkýnda yap­týklarýnýn mekruh olduðunu söylemiþ ve bu yaptýklarýnýn sahabe­nin yapageldikleri amele uymadýðýný belirterek tepki göstermiþtir.

Ýmam Mâlik´e yine Arafa günü insanlarýn mescidde ikindi na­mazýndan sonra oturup dua etmelerinin hükmü sorulur. O bunu da mekruh görür. Ona: "Bir insan yerinde otururken diðerleri etrafýna toplamp çoðahyorlar. Böyle bir halde ne yapmalý " diye sordukla­rýnda o: "Oradan ayrýlýr. Böyle bir durumda o kimsenin evinde oturmasý daha hayýrlý olur" der. Ýbn Rüþd þöyle diyor: Ýmam bunu, haddizatýnda duanýn güzel birþey olmasýna ve en efdalinin de Arafa gününde yapýlaný olmasýna raðmen mekruh görmüþtür. Çünkü bu­nun için toplanmak bid´âttir. Hz. Peygamber´den þöyle bu­yurduðu rivayet edilir: "En güzel hidayet (din) Muhammed´in teb­lið ettiði hid´ayettir. Ýþlerin en þerlisi sonradan ihdas olunanlardýr. Her bidat sapýklýktýr´[290] Ýmam Mâlik, bir kimsenin sadece secde âyetlerini okuyarak secde etmesini mekruh görmüþtür. Müdevve-ne´de bir kimsenin oturup dinleyenlere öðrenme kasdý olmaksý­zýn secde âyetlerini okumasýný mekruh görmüþ, bunlarý mescidde okuyup etrafýna toplanýlan birisine tepki göstermiþ ve oradan uzak-laþýlmasýný söylemiþtir. Yine Müdevvene´de: "Bir kimse, mescidde oturup orada secde âyetini okuyacaðýný bildiði biri ile beraber otur­maz, oradan kalkar" demiþtir.

Ýbnul-Kâsým þöyle der: Ýmam Mâlik´i iþittim; þöyle diyordu: "Namazda, ayaklar hiç oynamayacak þekilde durmayý (itimad) ilk kez ihdas eden kimse ünlü sanlý biridir. Ancak ben onun adýný ver­mek istemiyorum" Ýmam onun hakkýnda övgüde bulunmazdý. Ýbn Rüþd þöyle der: Ýmam Mâlik´e göre bir insanýn namazda iken ayak­larýný oynatarak rahatlamasý caizdir. Onun mekruh gördüðü þey ayaklarýn birbirine iyice bitiþtirmesi ve bunun sonucunda her iki ayaðýnýn üzerine aðýrlýðýný vermemesidir. Bu þekilde hareket (yani itimad) namazýn erkânýndan deðildir. Zira bu ne Hz. Peygamber´-den ne ashabtan ne de selef-i sâlihten gelmemiþtir. Dola-yýsya bu sonradan ihdas edilmiþ bid´atlerden olmaktadýr.[291]

Ýmam Mâlik´ten benzeri þeyler, dua için ayakta durmak, hatim duasý yapmak, namazdan çýktýktan sonra dua için toplanmak, na­maz için çaðýrýyý yenilemek (tesvîb), hayvan boðazlarken çekilmesi gereken besmeleye ilavede bulunmak, tavaf sýrasýnda devamlý oku­mak, birþeye hayret sýrasýnda salavât getirmek... ve benzeri insan­lar arasýnda yaygýn bulunan birçok konu hakkýnda da gelmiþtir. Bu gibi konularda emir mutlak olarak gelmiþ, daha sonra insanlar bir delile dayanmaksýzýn bazý kayýtlar getirerek tekellüfe girmiþlerdir. Sonradan ihdas edilen bid´atlarýn çoðu böyle çýkmýþtýr.

Hadiste þöyle buyurulur: "Sakýn sizden biri, namazýnda þeyta­na bir pay ayýrmasýn! Kiþi, namaz (kýldýðý yerden) ancak sað taraf­tan ayrýlmasý gerektiðine inanýr"[292]

Ýbn Ömer ve diðerlerinden namazda iken saða sola bakmanýn (iltifat) hükmü sorulmuþ, o þöyle cevap vermiþtir: "Þöyle þöyle ba­karýz ve insanlarýn yaptýklarýný yaparýz" Bu haliyle sanki o, saða sola bakmamayý tekellüf saymýþ ve riayet edilmesi için hakkýnda bir delil bulunmadýðýný düþünmüþtür.[293]

Hz. Ömer (Amr b. el-Âs´a) þöyle demiþtir: "Hayret! Ey Âsî oðlu! Haydi sen elbiseler buldun; peki herkes bulabiliyor mu Vallahi eðer ben bunu yaparsam, bu sünnet olur. Bilakis gördüðümü yýka­rým, görmediðim üzerine de su serperim (olur biter)" [294]O bunu de­vamlý olarak yapýlmayan birþey hakkýnda söylemiþtir. Ya bir de de­vamlý olarak tekeffül edilen þey hakkýnda ne demeli

Bu konuda hadis ve haberler çoktur ve hepsi de mutlak olarak gelen emirlerin gereði konusunda, belirli þekil ve niteliklerin ilti­zam edilmesi için mutlaka delile ihtiyaç bulunduðunu göstermekte­dir. Aksi takdirde ileri sürülen, þer´î bir dayanaktan yoksun kafadan atma bir söz olur ve deðeri olmaz. Elde edilen bu fayda, bu me­sele ile birlikte mutlak emir mukayyede hamledilmez[295] meselesi­nin birlikte deðerlendirilmesinin sonucu olmaktadýr. [296]

ONBEÞÝNCÝ MESELE:


Kül olarak iþlenmesi istenilen birþey[297], birinci kasýt ile talep edilmiþ olmaktadýr. Bu, bazen ikinci kasýtla terki istenilen þey hali­ne de dönüþebilir. Nitekim bunun aksi de varittir. Yani, kül olarak terki istenilen þey, birinci kasýtla terki talep edilen þey olmaktadýr ve bu da bazen ikinci kasýtla iþlenmesi istenilen þey haline dönüþe­bilir.[298] Bu durumda her biri, aslî kasýtla olan talep özelliðini yitirmez.

mez.[299]Birincinin izahý çeþitli yönlerden ortaya çýkar:

a) (Kül olarak iþlenmesi istenilen þey), Þâri´in kasdý açýsýndan ele alýnabilir. Asýl da budur. Bu durumda kiþi onu meþru bir þekil üzere almýþ ve meþru bir þekilde de faydalanmýþ olur. Ne ondaki, ne onun mukaddimelerindeki, ne tâbilerin-deki, ne de beraberinde bulununlardaki ALLAH´ýn hakkýný unutmaz. Kiþi, onu bu þekil üzere aldýðý zaman, o þey cüz olarak mubah, kül olarak ise matlup bir hal alýr. Çünkü mu­bahlar, Sâri´ tarafýndan mutlak olarak kullarýn çýkarlarýna uygun düþecek bir þekilde kullanýlmalarý için konulmuþtur. Onun kullanýlmasý, ne dine ne de âhirete zarar vermeyecek þekilde olacaktýr. Bu, itidal hali olmaktadýr. Ýþte bu yönden ele alýndýklarý zaman mubahlar nimet sayýlmýþlar, ALLAH´ýn bir in´âm ve ihsaný kabul edilmiþler, "hayýf ve "lütuf" diye isimlendirilmiþlerdir.

Mükellef, onlarý kullanýrken, dünyasý ya da dini için zararlý ha­le gelecek þekilde kullanmak suretiyle itidal sýnýrýndan çýktýðý za­man, mubahlar iþte bu yönden yerilir bir hal alýr. Çünkü bu haliyle o, onlarýn öncesinde, beraberinde ve sonrasýnda ifasý gereken hak­lara riayetten uzaklaþmýþ, dolayýsýyla hem dünyasý hem de âhireti için maslahatlar yerine mefsedetler doðmuþtur. Bunun sebebi de, mükellefin mubahlardan taþýyamayacaðý kadarým yüklenmiþ ol­masýdýr. Çünkü mükellef eðer mubahlardan herhangi bir þekil, ve­ya bir tür ya da bir miktar ile yetinebiliyorsa ve onun maslahatlarý bu seyir üzere arzulandýðý þekilde yürüyorsa, sonra o idare edeme­yeceði kadar fazla, aklî ve bedenî kuvvetinin üstünde bir yük altýna girerse, ölçüyü aþmýþ, aþýrý gitmiþ olur ve bütün bunlarý taþýmaya da gücü yetmez. Bunun sonucunda da çözülmeler baþ gösterir ve bozulma (fesad) doðar. Meselâ beslenmesi için kendisine bir çörek yeterli olan bir adamý örnek olarak ele alalým: Onun doðru dürüst kazanma mükellefiyeti, ona bu kadarým yükler; çünkü onun yapýsý buna göre hazýrlanmýþtýr, daha fazlasýný kazanacak güçte yaratýl­mamýþtýr. Þimdi bu kiþi bir çörek yerine iki çörek yemek istediði za­man þu sonuçlarla karþýlaþýlýr:

1) Önce kesp (kazanma) açýsýndan bir israfa girmiþ olur; çünkü takva ile birlikte sadece kendisine yetecek kadarýnýn külfeti­ni yüklenmesi gerekirken, iki kiþinin külfetini yüklenir ol­muþtur. Buna ise o, ancak baþka taraflardan yan çizerek güç yetirebilecektir.

2) O mubahýn kullanýlmasý açýsýndan israf etmiþ olacaktýr. Çünkü normal bünyesinin ihtiyacý üstünde bir gýda almasý için nefsim zorlamýþ olacaktýr. Bu ise kendisine güç gelecek­tir, belki bu yüzden daralacak ve sýkýntýsý artacaktýr. Bütün bunlar onu, ALLAH Teâlâ ile beraber olmak için onun huzu­runda durmasý istenilen ibadetlerden alýkor.

3) Sonucu itibarýyla da israf olur; çünkü her derdin aslý obur­luktur. Bu kiþi, bu haliyle dert kazanma yoluna girmiþ ve ona yakalanmaya da ramak kalmýþtýr. îsraf anýndaki zahir ve bâtýn diðer bütün hallerinin hükmü iþte böyledir. O, as­lýnda bu haliyle kendi üzerine mefsedeti celbetmeye çalýþ­maktadýr. Yoksa yenilen çöreðin bizzat kendisi gýda olma­sý ve hayatýn kendisine baðlý olmasý açýsýndan yerilmiþ de­ðildir.

Bu örnek üzerinde düþündüðün zaman, yergi konusu olan þe­yin, bizzat nimetlerin kendisi deðil, mükellefin onlarý kullanýþ tarzý olduðunu göreceksin. Nimetler, yergi konusu olan halin vasýtasý ol­masý hasebiyle iþte bu açýdan yergiye konu olmuþlardýr ki bu da ikinci kasýt olmaktadýr. Çünkü o mükellefin yergiye konu olan kas­dý üzerine bina edilmiþtir. Yoksa ALLAH Teâlâ, kullarýna nimetleriy­le kendisim tamtmýþ, onlarla ihsanda bulunduðunu belirterek ken­disine karþý minnet borçlan olduðunu ifade etmiþtir. Tabiî Yüce Al­lah bunu, mükellefin bu nimetler karþýsýndaki tavrýndan katýnazar-la mutlak olarak yapmýþtýr. Bu, nimetlerin aslî kasýt üzere mutlak olarak övgüye deðer olduklarýnýn bir delilidir. Yergiye konu olmasý, ancak ALLAH yolundan ahkor olduðu zaman söz konusu olmaktadýr. Düþünen kimse için bu husus açýktýr.

b) Mubahlarýn ALLAH´a minneti gerektiren nimet olma yönü as­la yok olmaz. Ýsraf ise tamamen ortadan kalkabilir. Devam­lý olan ve hiçbir þekilde zail olmayacak olan, birinci kasýt ile istenilmiþ olandýr. Zail olabilecek Özellikte olan ise böyle de­ðildir. Çünkü mükellef mubahý, kendisine belirlendiði þekil­de elde ederse, bunda herhangi bir yergi unsuru bulunmaz. Arzu ve heveslerinin bir sonucu olarak onu almýþ ve kendisi için belirlenmiþ yola riayet etmezse, heva ve heveslerine uy­muþ olmasý açýsýndan yergi konusu olur, öbür açýdan ise yergiye mahal deðildir. Sonra yergi yönü bazen nimeti ta-zammun eder ve nimet onun içinde bulunur. Ancak onu he­va ve hevesleri bürümüþ olur. Meselâ kiþi mubahý meþru ol­mayan þekil üzere aldýðý zaman, bu hareketi zýmnýnda ge­nelde maslahatlarý gerçekleþmiþ olur. Her ne kadar þaibeli ise de, bu hevasma uyulmuþ olmasý yüzündendir. Asýl olan nimettir. Ancak heva ve hevesleri ona bazý fesad özellikleri bulaþtýrmýþtýr; fakat asýl maslahatý ortadan kaldýrmamýþtýr. Eðer asýl maslahat ortadan kalkacak olsaydý, mubahýn aslý da ortadan kalkardý; çünkü mübahlýk maslahat üzerine bi­na olmaktadýr. Dolayýsýyla, mubahýn aslý, her ne kadar yergi konusu olan kesp tarzý ve kullanýþ biçimi sonucunda þaibeli bir hal alsa da, hala var olmaya devam etmektedir. Bu,

ayný zamanda mubahýn yergi konusu ve terki matlup olan bir hal almasý durumunun birinci kasýtla deðil de ancak ikinci kasýtla olacaðýný gösteren delillerden biridir.

c) Bu husus bizzat þeriat tarafýndan da açýklanmýþtýr: Meselâ þu âyetleri buna örnek gösterebiliriz: "Öyleyken bâtýla ina­nýyorlar ve ALLAH´ýn nimetini inkâr mý ediyorlar [300] "Fa­kat insanlarýn çoðu þükretmezler[301]"Taze et yemeniz, ta­kýndýðýnýz süsleri edinmeniz ve ALLAH´ýn bol nimetinden fay­dalanmanýz için denize... boyun eðdiren de O´dur. Artýk belki þükredersiniz"[302]

Bu ve benzeri âyetler, yeryüzüne yayýlmýþ bulunan nimet ve menfaatlerin aslî halleri üzere bulunduklarýný göstermektedir. An­cak mükellef için bunlar üzerinde yükümlülüðe esas olan tercih hakký konulmasý sebebiyle, bu nimetler üzerinde þaibeler doðdu. Bu þaibeler, onlarýn mükellef için ilk konuluþ þekli açýsýndan deðil­dir. Zira ilk konuluþlarý itibarýyla bunlar halis nimetlerdir. Eðer bunlar yükümlülük konusunda meþru esaslar çerçevesinde kulla-mlýrlarsa, bu þükür olur; þükür, nimetlerin aslî konuluþlarý doðrul­tusunda kullanýlmasý demektir. Eðer meþru olmayan þekil üzere kullanýlacak olursa bu da küfrân-ý nimet olur. Ýþte bu þekilde kul­lanýlýþýndan mefsedetler doðar ve mükellefi kuþatýr. Sonuçta bun­larýn hepsi de ALLAH´ýn kaza ve kaderi ile olmaktadýr. "Ve ALLAH sizi ve sizin yapmakta olduklarýnýzý yarattý"[303]

Hz. Peygamber de þöyle buyurmuþtur: "Sizin hakký­nýzda en çok korktuðum þey, dünyanýn sizden öncekilere kapýlarýný açtýðý gibi, size de açmasýdýr" Denildi ki: "Hayýr, hiç þer getirir mi "

Þöyle buyurdu: "Hayýr ancak hayýr getirir.[304] Þüphesiz baharýn bi­tirdiði her nebat þiþkinlikten ya öldürür ya da ölüme yaklaþtýrýr´[305]

Keza, sedd-i zerâi* bahsi de bu kabildendir. Çünkü sedd-i zerâi´, yapýlmasý istenilen[306] birþeyin, ortaya çýkan bir maniden do­layý terkinin istenmesi demektir. Bu, genel anlamda üzerinde itti­fak edilen bir prensip olmaktadýr. Her ne kadar âlimler tafsilatýnda ihtilaf etmiþlerse de, bazý fer´î meseleler üzerindeki bu görüþ ayrý­lýklarý, sedd-i zerâi´ prensibi üzerinde meydana gelen genel anlam­daki icmâý ortadan kaldýracak ölçüde deðildir. Çünkü âlimler meselâ: "Ey iman edenler! Peygamber´e: (Bizi gözet anlamýna ´çoba­nýmýz´ anlamýnda da kullanýlabilecek) ´Râýnâ´ demeyin; ´unzurnâ (bize bak)´ deyin[307]"ALLAH´tan baþka yalvardýklarýna sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek aþýrý gidip ALLAH´a sövmesinler" [308]gibi ör­neklerde sedd-i zerâi´ prensibi üzerinde ittifak halindedirler. Bu ko­nuyu destekleyecek örnekler çoktur.

Menduphýk üzere yapýlmasý talep edilen þeylerde de durum ay­nýdýr. Böyle birþey, bazen ikinci kasýtla mendupluk üzere terki iste­nen birþey haline dönüþebilir. Nitekim, dinde taþkýnlýða ve aþýrýlýða gitmeyi, visal orucunu, peþi peþine oruç tutmayý, evlenmemeyi ya­saklayan hadisler bu hususu ortaya koymaktadýr. Bu türden daha önce pek çok örnek geçti.

Azimet olarak yapýlmasý vacip olarak istenilen birþeyin, ikinci kasýtla ayný þekilde terki matlup bir hal almasý da mümkündür. Eðer azimet hükümle amel edilmesi halinde, o ameli ihlal edebile­cek ve vacibin edasýný noksan hale getirecek unsurlar[309] bulunursa, o zaman terki istenilebilmektedir. Meselâ: "Yolculuk esnasýnda [22i] oruç tutmak, takvadan (birr) deðildir" [310] hadisinde olduðu gibi.

Hulâsa, mutlak surette birinci kasýt ile iþlenmesi istenilen bir þey, ikinci kasýtla bazen terki matlup olan birþey haline dönüþebi­lir. Varmak istediðimiz sonuç iþte budur.

Ýtiraz: Burada þöyle denilebilir: Bunun aksini gösteren husus­lar vardýr. Övgü ve yergi, yeryüzünde yayýlan þeylere ve menfaatle­re eþit olarak ayný düzeyde yönelmektedir. Çünkü ALLAH Teâlâ þöyle buyurmaktadýr: "Arþý su üzerinde iken, hanginizin daha güzel iþ iþ­leyeceðini ortaya koymak için, gökleri ve yeri altý günde yaratan O´dur" [311]"Hanginizin daha iyi iþ iþlediðini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O´dur[312]"And olsun ki, sizi içinizden cihada Çýkanlarý ve sabredenleri meydana çýkarana ve haberlerinizi açýk­layana kadar deneyeceðiz" [313]Daha önce de geçtiði gibi, yükümlü­lük sýnamak ve denemek için konulmuþ, böylece ilm-i ezelîde ma­lum olan þeyin þühûd âleminde de ortaya çýkarýlmasý amaçlanmýþtý. ALLAH´ýn ezelî ilminde þunlann cennetlik, þunlarýn da cehennemlik olduðu sabitti; ancak bu sonuç yapýlacak olan imtihana göre belir­lenmiþti. Ýmtihan ise; ancak iki yönü olan birþeyle gerçekleþebilir; tek yönlü bir þeyle olmaz. Ýþte bu noktadan hareketledir ki, kullar için yeryüzünde yayýlmýþ olan nimetler bizatihi kendileri açýsýn­dan övgü ya da yergiye, emir ya da nehye mahal olmazlar. Bu gi­bi þeyler onlara ancak mükellefin onlarý kullanmasý açýsýndan taal­luk eder. Onlara nisbetle mükelleflerin tasarruflarý da eþittir; mü­kellefin tasarruflarý açýsýndan nimet ve maslahat kabul edildiði gi­bi, yine onun tasarruflarý açýsýndan fitne ve azap da kabul edilmek­tedir. Bunu þu husus da açýklar: Yeryüzünde faydalanýlmak üzere yerleþtirilmiþ bulunan þeyler, hem maslahat hem de mefsedet cihe­tine yatkýn olup, her iki türden tasarrufa elveriþlidirler. Yeryüzünde yerleþtirilmiþ bulunan bu þeyler, imtihan kasdý ile teklif için ve izah edildiði þekil üzere olunca, bu iki taraftan biri diðerine nasýl aðýr basacaktýr Ki bunun sonucunda birinci kasdýn, onlarýn yeryü­züne nimet olarak yerleþtirilmesi olsun. Onlarýn azap ve fitne oluþu da ancak ikinci kasýt üzere bulunsun.

Cevap: Ýtiraz yerinde deðildir ve iki açýdan dedikleriniz arasýn­da bir terslik yoktur:

a) Yeryüzüne yerleþtirilen þeylerin, þaibelerden uzak sade ni­metler olduðunu ortaya koyan nasslann zahirleri ya oldu­ðu gibi muraddýr; birinci olarak matlûp olan da budur. Ya da onlarla, aslýnda öyle olmadýklarý kastedilmiþ olabilir. Bu ikinci ihtimal sahih deðildir; zira ne aklen ne de naklen ALLAH Teâlâ´nýn birþeyi olduðu gibi bildirmemesi mümkün deðildir. Eðer biz yeryüzüne yerleþtirilen bu þeylerin mah-za fitne ve azap olmadýklarý gibi halis nimetler de olmadýk­larým tasavvur edecek olursak, o zaman ALLAH Teâlâ´nýn onlarýn nimet olduðunu bildirmesi ve bunlar sebebiyle kulla­rýn kendisine minnet borcu olduðunu ifade buyurmasý ve onlarý insanlarýn aleyhine bir hüccet olarak kullanmasý, þü­kür için bunlarý bir gerekçe kabul etmesi akýl ve mantýða ters düþecektir. Sonra biz meselâ: "Biz yeryüzünü bir be­þik, daðlarý da onun için bir kazýk kýlmadýk mý .[314] "Yukarýdan size su indiren O´dur. Ondan içersiniz; hay­vanlarý otlattýðýnýz otlar da onunla biter[315]gibi âyetlerde bahsedilen nimetlerin tafsilatýna baktýðýmýz za­man, bunlardan herhangi biri hakkýnda mutlak olarak ´ha­yýr öyle deðildir´ diyebilir miyiz Yahut da ´onlar þu kavme nisbetle nimet, baþka kavimlere nisbetle ise fitne ve azap­týr´ iddiasýnada bulunabilir miyiz Bütün bunlar hem akla hem de nakle aykýrý olan þeylerdir.

Þu husus da bunun doðruluðunu destekler: Þüphesiz ki Kur´ân, hidayet, rahmet ve kalplerde bulunan hastalýklara þifa olmak üzere indirilmiþtir. O en yüce nurdur ve onun getirdiði yol ´tarîk-i müstakîm´dir. Ona bunun aksine bir sýfat nisbet etmek sahih deðil­dir. Buna raðmen Kur´ân hakkýnda þöyle âyetler gelmiþtir: "ALLAH onunla bir çoðunu saptýrýr, bir çoðunu yola getirir. Onunla saptýr­dýðý ancak fâsýklardýr[316]"O, (baþkalarý için deðil) takva sahiple­ri için bir hidayettir[317]"O, iyilik sahipleri için bir hidayet ve rahmettir"[318]Þimdi bu ve benzeri âyetlere bakarak ´Kur´ân, bir kýsým insanlar için hidayet, diðerleri için ise sapýklýk olmak üzere inmiþtir´ ya da ´o hem hidayet, hem de sapýklýk için gelmiþ olabilir; her ikisi de muhtemeldir´ denilebilir mi Böyle bir sakat düþünce­den ALLAH´a sýðýnýrýz.

Burada þöyle denilemez: O, zikri geçen iki itibara[319] göre bazen sahih olabilir Meselâ dünya hayatý, bir bakýma oyun ve eðlencedir; öbür taraftan da saadete bir merdivendir; ciddiyettir; þaka deðil­dir. "Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasýndakileri oyun olsun diye ya­ratmadýk" [320]

Çünkü biz þöyle demekteyiz: Bu, ALLAH´ýn kendisini nimetlerle tanýtmasýný, âyetlerin zahiri üzerine hamlettiðimiz zaman doðrudur. Aynen, Kur´ân´m icmâýn da delalet ettiði gibi hidayet, þifa ve nûr olmasýnýn sahih olmasý gibi. Bunun dýþýnda kalanlar ise, ni­metlerin yeryüzüne yayýlmasý konusunda gözetilen aslî kasdý ihlâl etmeyecek þekil üzere yorulur.

b) Nimetlerin, sahipleri hakkýnda fitne ve azap haline dönüþ­mesi, ancak mükellefin tavrý sonucu olmaktadýr. Çünkü ni­metler durup dururken fitne ve azaba dönüþmezler; maksûd olmayan þekil üzere kullanýlmýþ olmasý, onu bu hale dönüþ­türen husus olmaktadýr. Çünkü yeryüzünün beþik, daðlarýn kazýk kýlýnmasý vb. hepsi de açýk nimetlerdir ve nimet olma özellikleri deðiþecek türden deðildir. Ancak, þükür yerine belirlenilen þekil üzere kullanýlmamak suretiyle küfrân-ý ni­metle mukabele edilince, nimet olan bu þeyler, mükellef için vebal halini almýþtýr. Aslýnda vebal olan þey, nimetler deðil mükelleflerin bizzat fiilleri olmaktadýr. Çünkü onlar, Al­lah´ýn bu nimetlerini masiyet için vasýta edinmiþlerdir.

Kur´ân´m durumu da ayný minval üzeredir. Çünkü onlar, Al­lah´tan baþka edinilen putlarý, zayýflýk konusunda örümceðe benzetilince[321], kendilerine söylenilen bu konuda düþünmeyi ve te­fekkürü terkettiler. Bu halleri, tâ kendilerine söylenen baþlarýna gelinceye kadar devam etti. Bunlar, bu temsil karþýsýnda ne kaste­dildiðine bakmaksýzýn bizzat örümcek ile yapýlan benzetmenin zahirine kafalarýný taktýlar ve "ALLAH, bu temsille neyi kastetti [322] dediler. Yüce ALLAH da, vaziyeti böyle olan kimseler hakkýnda ezel­de sabit olan gerçeði bildirdi ve "ALLAH onunla birçoðunu saptýrýr, bir çoðunu yola getirir" buyurdu. Sonra beklenti halinde olan açýk­lamayý da yaparak "Onunla saptýrdýðý ancak fâsýklardýr" [323] bu­yurdu ve böylece Kur´ân´ýn, bir kýsým insanlara doðru yolu göster­mek için, diðerlerini de sapýtmak için geldiði þeklinde anlaþýlabile­cek sakat düþünceyi ortadan kaldýrmýþ oldu. Yani o bir hidayet ki­tabýdýr. Daha Önce buyurduðu gibi "O, takva sahipleri için bir hi­dayettir" [324](diðerleri için de öyle) ancak fâsýklar Kur´ân´m indiril­mesinden güdülen asýl amacý gözardý ederek baþka þeylere bakma­larý yüzünden sapýtmýþlardýr. Kur´ân, ayný þekilde muhtevasýndaki hakikatlere bakan müttekî kimseler için de hidayettir. Bu hakikat-lar, Kuran´m indiriliþ amacý olmaktadýr. Bu sonuç, konu ile ilgili bi­rinci meseleden çýkarýlýr. Bu husus ortaya konulunca, nimetlerin birinci kasýt ile nimet olduklarý da anlaþýlmýþ olur. Bir kýsým insan­lar için nimet olmamalarý ise, onlarý istenilen meþru þekil üzere almamalarýndan kaynaklanmaktadýr. Ýkinci kasdýn mânâsý da iþte budur. Allahu alem!

Ýkinciye yani kül olarak terki matlup olan þeyin terkinin birin­ci kasýt ile talep edilmiþ olduðu konusuna gelince, onda da durum aynýdýr. Çünkü onlar, iþlenmesi matlup olan þeylere ters düþen þey­leri destekler bir hal alýr ve bu yüzden de terki matlup bir hale dö­nüþür. Bu gibi þeylerde zamaný boþa Öldürmekten baþka hiçbir fay­da yoktur. Kendisinden husûsî olarak meydana gelmesi beklenilen bir kasýd da yoktur. Bu durumda mesalâ (cüz olarak) mubah olan mûsikî, ne bir zarurî, ne bir hâcî ne de tekmîlî olan bir asla hizmet eder bir hal almaz; aksine onunla zamaný öldürmek, zarurî, hâcî ya da tahsînî esaslar için hadim olan þeyden[325] yüz çevirmek demek­tir. Dolayýsýyla onlarýn zýddma hadim olmaktadýr.

Ýkinci bir husus, o Sâri´ Teâlâ´nýn ´bâtýl´ olarak nitelediði eð­lence kabilindendir. Meselâ: "Onlar bir kazanç veya bir eðlence (lehv) gördüklerinde[326] âyetinde lehvden[327] maksat, davul veya zurna ya da þarkýdýr. Dünyayý yerme sadedinde de "Doðrusu dün­ya hayatý bir oyun ve oyalanmadýr" [328] buyurulmuþtur. Hadiste de: "Her eðlence bâtýldýr; üç tanesi müstesna...[329] buyurulur, oyun ve eðlence faydasýz bir uðraþý kabul edilir ve bundan üç tanesi[330]istisna tutulur. Çünkü bu istisnalar, zarurî olan bir esasýn en iyi bir þekilde varlýðýný sürdürmesine yardýmcý hususlardýr; o yüzden istisnasý gerekli görülmüþ ve bu eðlenceler bâtýl sayýlmamýþtýr.

Bir üçüncü husus, ALLAH Teâlâ, bu türden birþeyin zikri ile kendisine minnet borcumuz bulunduðundan bahsetmemiþtir. Keza bu gibiler, birinci kýsýmda olduðu gibi nimetlerin sayýlmasý sýrasýn­da da zikredilmemiþtir. Dolayýsýyla meselâ bizâtihî ne eðlenceden, ne cûþa gelmeden, ne de onun sebebi açýsýndan ele alýnýp, bunlara karþýlýk ALLAH´a karþý minnet borcumuz olduðu ifade edilmemiþ; aksine bunlar matlup olan bir hususa destek vermesi yönünden ele alýnmýþlardýr.[331]Hem sonra bu istisna edilen þeyler, insanlar ara­sýnda carî bulunan güzel âdetlere de uygundur. Ýstisnalar dýþýndaki eðlenceler ise tümüyle, carî güzel âdetlerin çerçevesi dýþýnda bu­lunmaktadýr. Bu þu hususu da ortaya koyuyor: Gerek yaratýlýþ ve gerekse icat bakýmýndan istifade þekillerinin esbabý kullar için özel olarak hazýrlanmýþ bulunmaktadýr. Minnet beklentisi, iþte bu yön­den hasýl olmaktadýr. Eðlence ve oyun için, aslî yaratýlýþ bakýmýn­dan özel olarak konulmuþ bir hazýrlýk bulamazsýn.[332] Onlar sadece yeryüzüne yayýlmýþ, fakat onlar yönünden asla bir minnet beklen­tisi olduðu ortaya konmamýþtýr. Meselâ þu âyetlere bakýlabilir: "Al­lah´ýn kullarý için yarattýðý ziynet ve temiz nzýklarý kim haram ký­labilir[333]"ALLAH, yeri canlý yaratýklar için meydana getirmiþtir. ... Bu iki denizden de inci ve mercan çýkar" [334]"Sizin için atlarý, katýrlarý ve merkepleri binek ve süs hayvaný olarak yaratmýþtýr[335] Ve benzeri daha pek çok âyet. Ne Kur´ân´da ne de Sünnette, ALLAH Teâlâ´mn bize oyun ve eðlenceyi yaratmak suretiyle in´âm ve ihsan­da bulunduðunu gösteren bir nass bulamazsýn[336]

Ýtiraz: Lezzetin husulü, nefsin rahatlamasý, insanýn neþelen­mesi haddizatýnda maksûd olan birþeydir. Bu yüzden de bunlar, birinci kýsým içerisinde yayýlmýþ bir halde bulunmaktadýr. Meselâ ye­mek, içmek, cinsî iliþkide bulunmak, binmek gibi þeylerden alman hazlar gibi. Bu gibi nazlarýn arkasýnda bulunan neye hizmet et­tikleri noktasýný göz önünde bulundurmadan mücerred kendileri­ni talep etmek caiz olmaktadýr. Dolayýsýyla ayný þey, iþlenmesi Þâri´ce maksûd bulunan mesire yerlerinde gezinmek, mûsikî dinlemek vb. gibi yollarla eðlenmek ve oynamak konusunda da caiz olsun.[337] Bunun doðruluðunu gösteren deliller de vardýr:

1.

Bunlarýn birinci kýsým içerisinde yayýlmýþ bulunmasý.

2.

Kur´ân´da bunlarýn kastedildiðim gösteren deliller bulunmasý: Meselâ: "Onlarý (hayvanlarý) getirirken de, gönderirken de zevk alýrsýnýz" [338]"Sizin için atlarý, katýrlarý ve merkepleri binek ve süs hayvaný olarak yaratmýþtýr"[339] "Hurma aðaçlarýnýn meyvelerin­den ve üzümlerden de içki ve güzel rýzýk elde edersiniz"[340] Ve daha benzeri baþka âyetler. Bütün bunlar nimetlerle in´âmda bulunuldu­ðunu, mallardan bir haz alma duygusu verildiðini ve onlarla haya­týn süslendiðini belirtme sadedinde zikredilmiþ þeylerdir. Ýçki elde etmek de, eðlence ve oyun mânâsýna gelir.[341] Dolayýsýyla bunlarýn da birinci kýsým içerisine girmesi uygun olur.

3.

Bu gibi þeyler her ne kadar bir açýdan kül olarak matlup bulu­nan þeylerin zýddýna hadim ise de, ayný zamanda emrolunan þeyle­re de destek verir durumdadýrlar.[342]Çünkü bunlar vücuda verdikleri zindelik sonucunda ibadetlerin ve diðer hayýrlý iþlerin yapýlma­sýna da yardýmcý olurlar. Dolayýsýyla bunlar da kül olarak matlup olanlar gibi olurlar. Bu durumda iki kýsým da aynýdýr ve aralarýný ayýrma uygun deðildir.

Cevap: Zindelik ve haz arayýþlarý, kül olarak matlup bulunan þeyler arasýna yayýlmýþ ise, iþlenmesi istenilen esaslara hadim bulunmaktadýr. Eðer bu özellikten soyutlanacak olurlarsa, biz onlarýn haddizatýnda maksûd olduklarýný kabul etmeyiz. Tartýþma konusu da iþte bu noktadýr. Maksûd olan, nazlarýn ve zindeliðin zarurî ya da baþka bir esasýn hadimi olduðu bir konuda olmasýdýr.

Buna delalet eden hususlardan biri de Hz. Peygamber´in: "Her eðlence bâtýldýr; üç tanesi müstesna..."[343]buyruðudur. Bu hadisin­de Hz. Peygamber, tekitli bir þekilde talep olunan þeyle­re hâdira durumda olan þeyleri istisna etmiþ; diðer eðlencelerin ise bâtýl olduðunu söylemiþtir. Hadiste[344] de þöyle gelmiþtir: Hz. Pey­gamber´in ashabý biraz sýkýlmýþlardý: Tâ Rasûlallah! Bi­ze anlat" dediler. Nefisleri uyaracak birþeyler istiyorlardý. Bunun üzerine "ALLAH, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Ki-tab´ý sözlerin en güzeli olarak indirmiþtir. Rablerinden korkanlarýn bu kitaptan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri ALLAH´ýn zikrine yumuþar ve yatýþýr. [345]âyeti indi. Bu þu mânâya geliyordu: ALLAH´ýn kitabýna ciddiyetle yönelmek, sizin talep edece­ðiniz en son nokta olacaktýr. Çünkü onda þer"î hükümler, hikmet­ler, mev´izeler, sakýndýrmalar, müjdelemeler vardýr; bunlar kurtu­luþu saðlayacak, ebedî saadeti kazandýracak hususlarda tefekküre ve ibret almaya yöneltecek özelliktedir. Gelen bu cevap, onlarýn is­tediklerinin aksi olmaktadýr.[346] Râvi þöyle der: Sonra yine sýkýlýr gi­bi oldular ve: "Yâ RasûîALLAH! Bize hadisin üzerinde Kur´ân´m altýn­da birþeyler anlat" dediler. Bunun üzerine de Yûsuf sûresi nazil ol­du. Bilindiði gibi onda ibret verici âyetler, mev´izeler, hatýrlatýcý sözler, acâÝblikler vardýr ki, bunlar da ayný þekilde ALLAH´a taat ko-nusunuda ciddiyete teþvik eden, buna raðmen yükümlülüklerin aðýrlýklarýndan da rahatlatan þeylerdir. Böylece onlar, maksatlarý­na, zarurî olan esaslara ters düþecek þeylerle deðil de onlara hadim olabilecek þeylerle ulaþmalarý gerektiðine irþad edilmiþ oldular.Hadiste de þöyle buyurulur: "Her ibadet edenin (âbid) bir zindelik ve raðbet aný vardýr. Her zindeliðin de bir fütur (gevþeklik ve usan­ma) aný vardýr. Sonrasý da ya sünnet, ya da bid´attir.[347] Fütur anýnda sünnete uygun hareket eden, doðruya eriþmiþ olur. Fütur hali, sünnetin dýþýnda baþka bir mecraya kayan[348] kimse ise helak olmuþ olur´[349]

Ziynet, güzellik ve içki edinmeden bahseden âyetlere gelince, bunlar bu nimetlerin aslýnda gözetilen esas maksatlara sadece tâbilik yoluyla zikredilmiþlerdir[350]Yoksa bunlar bu sayýlan nimetlerden gözetilen aslî maksatlar deðillerdir. Sonra güzellik ve birþe-yin ziynet olmasý birinci kýsým içerisine giren þeylerdendir. Çünkü birinci kýsýmdan olanlara hadim bulunmaktadýr. Buna ALLAH Teâlâ´nm þu buyruðu da delâlet eder: "ALLAH´ýn kullarý için yarattý­ðý ziynet ve temiz rýzýklarý kim haram kýlabilir "[351] Hz. Peygam­ber de þöyle buyurur: "Þüphesiz ki ALLAH güzeldir, güzel­liði sever" [352] "Þüphesiz ki ALLAH, verdiði nimetlerin eserini kulu­nun üzerinde görmekten hoþlanýr´[353] Ýçki edinme âyetine gelince, Yüce ALLAH onu ifade ederken "ondan içki elde edersiniz" buyura­rak, içki edinme fiilini onlara nisbet etmiþ ve onu güzel vasfý ile ni-telememiþtir. Rýzýk hakkýnda ise "güzel rýzýk" buyurarak onu güzellikle nitelemiþtir. Bu durumda in´âm ve ihsanda bulunulduðunu ifade, tasarruf mahalli olan asýl sebebiyle olmakta, bizzat tasarruf sebebiyle olmamaktadýr. Aynen tasarrufa mahal olan diðer nimet­lerle in´am ve ihsanda bulunulduðunun belirtilmesi gibi. Çünkü kullar meþru ya da gayrý meþru tasarrufta bulunabilmektedirler. Diðer nimetlerde olduðu gibi, hiçbir zaman gayrý meþru tasarruf þekli, bizden beklenilen minnete esas olmak üzere zikredilmiþ de­ðildir. Aksine ALLAH Teâlâ meselâ þöyle buyurmuþtur: "De ki: Al­lah´ýn size indirdiði rýzkýn bir kýsmýný haram, bir kýsmýný helâl kýl­dýðýnýzý görmüyor musunuz De ki: Size Allak mý izin verdi, yoksa ALLAH´a karþý yalan mý uyduruyorsunuz ´[354] Bu nokta iyi kavran-malýdýr.

Ynt: Emir Ve Nehiy By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:46:32
Üçüncü yöne gelince, eðer onun emredilen bir þeye hadim ol­duðu farzedilecek olursa, bu takdirde o birinci kýsýmdan olacaktýr. Kiþinin hanýmý ile oynaþmasý, at talimi vb. yollarla eðlenmesi gibi. Ancak bunlarýn emredilmiþ olan þeylere hadim olmalarý birinci ka­sýtla deðil ikinci kasýtla olmaktadýr. Zira bu tür oyunlarla oynadýðý o anda, kül olarak yapýlmasý matlup bulunan bir amelle kendisini gaflet ve tenbellikten uyaracak bir baþka amel iþlemesi mümkün­dü; zevce ile oynaþmak gibi. Bunun için herþeyi terketmek suretiyle istirahate çekilmesi de yeterlidir. Uyumak ve baþka yollarla din­lenmek sonucunda, her zaman için çalýþma yorgunluðu ortadan kalkmayabilir. Bütün bunlar (yani uyku vb. þeyler) mubahtýr. Çün­kü birinci kasýt ile matlûp olan þeye hadim bulunmaktadýr. Oyun ve eðlence yolu ile dinlenme ise, böyle deðildir. Eðer kiþi bu oyun­lardan devamlýlýk olmamak kaydý ile oynar ve eðlenirse, o zaman iþlenmesi matlup þeye hadim olan birþeyi içeren bir iþ[355] yapmýþ olur. Onun hâdimliði ise birinci kasýtla deðil, ikinci kasýtladýr. Do­layýsýyla birinci kýsýmdan ayrýlmýþ olur. Zira birinci kýsýmdan olan­da ibtidaen hadim olan þey yapýlmýþ iken, bu kýsýmda terki matlup olan þeye hadim olan iþlenmiþtir. Þu kadar var ki, devamlýlýk olma­dýðý takdirde[356] oyun, iþlenmesi matlup olan þeye hizmet mânâsý da içermektedir. Düþünen kimse için bu açýktýr.

Fasýl:

Ýtiraz: Burada þöyle denilebilir: Bu bahis, fýkhý bir faydasý ol­mayan lüzumsuz bir tetkiktir. Çünkü her iki kýsým da, aslî konu­munun gereðinin zýddýný içermektedir.[357] Bu durumda yapýlmasý gereken þey, mubahýn kullanýlmasý ya da terki konusunda durum ne gerektiriyorsa[358] o þekilde amel etmektir. Bunun ötesinde kalan þeylerin göründüðü kadarý ile hiçbir faydasý yoktur. Yapýlan sadece mevhum bir duruma zihnin takýlmasý ve yorumlara gidilmesidir. Böyle birþey ise ciddî ilim adamlarýna yakýþmaz.

Cevap: Bilakis bu konu üzerine hem fýkhý durumlar[359] hem de

amelî esaslar terettüp eder:

1.

Bunlardan birincisi þudur: Bu konu, fesadý gerektiren arýzî du­rumlarýn ortaya çýkmasý halinde, mubahlardan vazgeçilmesi isteni­lecek olanla, böyle bir durumda fesadý gerektiren arýzî engellere raðmen terki istenmeyecek olan kýsýmlar arasýný ayýrmamýza imkân verir. Þöyle ki: Alýþ veriþ, birlikte yaþama, birlikte ikamet et- [232] me... gibi asýl olmak üzere meþru kýlýnan esaslarý ele alalým: Yeryü­zünü fesat kaplasa ve her tarafta münker olan þeyler yayýlsa, öyle ki mükellef, ihtiyaçlarýný gidermesi ve lüzumlu tasarruflarda bu­lunmasý halinde genelde bu tür münkerât ile karþýlaþmak ve onlara bulaþmaktan kurtulamasa; zahir, bu durumda onun böyle bir sonu­ca götürecek herþeyi býrakmasýný gerektirecektir. Fakat hakikat öy­le deðildir; onun mutlaka ihtiyaçlarýný iþlenmesi ister cüz, ister kül olarak matlup bulunsun gidermesini gerekli kýlar. Giderilme­si gerekli kýlman bu ihtiyaçlar ya aslî üzere matluptur ya da, aslî olarak matlup olana hadim durumdadýr. Çünkü, eðer bu du­rumda mükellefin ihtiyaçlarýndan el çekmesi istenecek olursa bu sý­kýntý ve zorluða (harec) ya da takat üstü yükümlülüðe götürür. Bunlar ise bu ümmetten kaldýrýlmýþ olan zor ya da imkânsýz yü­kümlülüklerdir. Ýnsan için bu tür ihtiyaçlarýn giderilmesi kaçýnýl­mazdýr. Ancak elinden geldiði kadar karþýlaþacaðý bu münker þey­lerden kaçýnmaya çalýþýr; güç yetiremediklerinden de affolunur (ma´fuvvun anh).[360] Zira bunlar (yani karþýlaþýlan münkerât), asýl hükmüyle deðil tâbilik hükmüyle ortaya çýkmaktadýr. Ýmam Gazzâlî, Ehyâ adlý kitabýnýn helâl ve haram bahsinde konuyu bun­dan daha husûsî bir biçimde[361] ele almýþ ve orada açmýþtýr. Bu ge­nel bir kaide olarak alýndýðý zaman süreklilik ve bidüziyelik göste­recektir.

Ýbnu´l-Arabî, hamama girmenin caiz olduðunu belirttikten son­ra þöyle der: "Eðer denirse ki: Hamam çoðu kez münkerâtm görül­düðü bir yerdir; dolayýsýyla oraya girmenin hükmünün haram ol­masý, mekruh olmasýndan daha isabetli gözükmektedir. Bu durum­da caiz olmasý da nerede kaldý Biz de deriz ki: Hamam tedavi olu­nan, temizlik yapýlan bir yerdir. Bir nehir mesabesindedir. Nehirde de avret yerlerinin açýlmasý ve münker þeylerin yapýlmasý gibi þer´an hoþ kabul edilmeyen durumlar galip halde bulunabilir. Bu­nunla birlikte insan, ihtiyaç duyduðu zaman ona girer ve mümkün mertebe gözünü ve kulaðýný esirgemeye çalýþýr. Münker olan þeyler bugün mescidlerdedir; ülkeyi kaplamýþtýr. Hamam da genel olarak ülke, özel olarak da nehir gibidir" Onun sözü böyle. Bu sözün, konu­muza delâleti açýktýr.[362]

Asýl itibarýyla meþru olan her konuda deðerlendirme bu þekilde olacaktýr. Bu ortaya çýkan arýzî durumdan sakýnma hali, sýkýntýya maruz býrakacaksa böyledir. Ama böyle bir sonuca götürmeyecekse ve farzedilen durum ile nehyin bulunduðu konuda bir çýkýþ noktasý bulunuyorsa sedd-i zerâi´de olduðu gibi o zaman mesele üzerin­de düþünmek gerekecektir. Bu halde iki taraf birbirini tartmýþ ola­caktýr; kim arýzî olan yönü dikkate alacak olursa, fesada giden yolu kapatacaktýr; üstü örtülü riba satýþlarý (büyûu´l-âcâl) ve benzeri hi-yel yollarýnda olduðu gibi. Kim de aslý dikkate alacak olursa, o da yasak olan þey açýkça ortaya çýkmadýðý sürece men yoluna gitmeye­cektir.

Meseleye, ayný zamanda asýl olan ile galip halde bulunanýn ça­týþmasý (tearuzu) durumu da dahil olmaktadýr. Çünkü asla itibarýn önemli bir yeri vardýr Diðer hususlarý dikkate almak ise, yardým­laþma kabilinden tamamlayýcý unsur mahiyetindedir.[363] Bu konu da açýktýr.Ama mubah, kül olarak terki matlup olan türden ise, durum bunun aksinedir. Hiçbir kimse için musikî dinleme, mubah oldu­ðunu kabul etsek bile eðer bu sýrada yasak olan þeyler ortaya çý­kýyorsa veya yolunda varsa caiz olmaz. Çünkü musikî dinlemek, haddizatýnda iþlenmesi matlup olan þey deðildir. Ýþlenmesi isteni­len birþeye hadim durumda da deðildir. Bu durumda, hal böyle iken mükellefin musikîden nasibini almasý mümkün olamaz ve onu tümden terketmesi gerekir. Oyun vb. diðer þeylerde de durum ayný­dýr. Hükümler kitabýnýn Ruhsatlar faslýnda bu konu için yeterince açýklama yapýlmýþtý. Dünya hayatýnýn cazibesi ve fitneleri karþýsýn­da gelen haberlerden kiminin onlara karþý uyarýcý ve onlardan ka­çýnmayý teþvik edici ifadeler içermesi, diðer bir kýsmýnýn ise bu tür ifadeler içermemesi arasýný bulma (telif) da iþte bu noktanýn dikka­te alýnmasý yoluyla olacaktýr.

Ýtiraz: Selef, mefsedetlere götüren þeylerden her ne kadar aslý kül olarak matlup olsa ya da matlup olana hadim bulunsa da uzak durulmasý konusunda uyarmýþlardýr. Onlar bu yüzden cemaa­ti, cenaze merasimlerine katýlmayý vb. þer´an matlup bulunan bir­çok þeyleri terketmiþlerdir. Birçoklarý evliliðin terki ve çor çocuk sahibi olmama konusunda ruhsat vermiþtir; çünkü bu gibi þeylere pek çok münkerât girmiþti. Ýmam Mâlik´ten zikre dil diðine göre o cumalarý, cemaatleri, ilim öðretmeyi, cenazelere katýlmayý vb. an­cak insanlar arasýna katýlmak suretiyle yapýlabilen ve matlup olan þeyleri terketmiþtir.[364] Diðerleri de böyle. Onlar büyük âlimler, fa-kihler ve veli kullardý; hayýr iþlemek, sevap elde etmek konusunda son derece hýrslý kimselerdi. Bütün bunlar hakkýnda þeriatta delil de vardýr: Meselâ Hz. Peygamber[ BÝevehs´iumtu ] ÞÖyle buyurur: "Çok sür­mez müslümanýn en hayýrlý malý koyun olur; vadilerde, yaðmur düþen yerlerde onu yayar. Dinini kurtarmak için fitnelerden ka-çar[365] Benzer daha baþka uzleti teþvik eden hadisler vardýr. Böyle bir hayat, kül ya da cüz olarak yapýlmasý mendup ya da vacip ol­mak üzere matlup olan, bir baþkasýna hadim bulunan ya da bizati­hi maksud olan pek çok þeyin terki neticesini içerir. Vacip için du­rum böyle olursa mubahýn durumu ne olur

Cevap: Bu itiraz iki yönden yerinde deðildir:

a) Biz, zarurî ve diðer ihtiyaçlarýn giderilmesi konusunda in­sanlarla birlikte olmanýn caizliðini söylemiþ olduk. Bir kim­se iki caizden biri doðrultusunda hareket ederse, bunda herhangi bir sakýnca olmaz. Cüz olarak matlup olan bize karþý

ileri sürülemez. Çünkü biz bu meselede o konuya girmek durumunda deðiliz.

b) Hakkýnda uyan bulunan ve selefin yapmýþ olduklarý þeyler, terkettikleri konularda onlarýn kendi ictihadlarý sonunda gördükleri daha güçlü bir muarýz sebebiyledir. Meselâ fitne­lerden kaçmak gibi. Çünkü fitne zamanlarýnda bunlara ka­rýþmak, zarurî olan esaslarýn bir çoðunu zedeleyecek sonuç­lara sebep olabilmektedir; haksýz yere müslümanlar arasýn­da kan dökülmesi gibi. Yahut da insanlarla beraber olma durumunda elde edecekleri faydalarla, kaybedecekleri de­ðerler ve uðrayacaklarý zararlar arasýnda bir tercih yapma­larý sonucunda olmuþtur. Veyahut da aþýrý takva sahibi kimseler kendilerine baþkalarý için aðýr gelebilecek meþak­katler yüklerler. Meþakkatler ise, izafi olup kiþiden kiþiye deðiþir. Nitekim Hükümler bahsinde geçmiþti. Dolayýsýyla bütün bunlar bizim ortaya koyduðumuz hususu zedeleyecek mahiyette deðildir.

Fasýl:

2.

Ýkinci fayda, mubahlardan niyet ile tâate dönüþenler ile dönüþ-meyenler arasýndaki ayýrýmýn yapýlmasýdýr. Þöyle ki: Mubahlardan emrolunmuþ birþeye hadim olanýn niyet ile tâat þekline dönüþmesi mümkündür. Çünkü yemek, içmek, cinsî iliþkide bulunmak ve ben­zeri þeyler, zarurî olan bir esasýn gerçekleþtirilmesi için sebep ol­maktadýrlar. Bu durumda alýnan þeyin lezzet ve kalitenin en üst mertebesinde olup olmamasý arasýnda fark yoktur. Bu ikisi arasýn­da, onlarýn mutlak haz sebebiyle ya da þer´î hitap açýsýndan alýnmýþ olmalarý dýþýnda dikkate alýnacak bir fark yoktur. Eðer haz cihetin­den alýnýrlarsa, o bizzat mubah olmuþ olur. Þer´î izin açýsýndan alýn­malarý durumunda ise, o kül olarak matlup demektir.[366] Çünkü þer´î kasýtta matlûp olana hadim unsur vardýr ve onun talebi birinci kasýtla olmaktadýr. Bu taksim Hükümler bölümünde açýklanmýþtý.

Bu sabit olunca, iþlenmesi matlup olan birþeye hadim durumda olan mubahýn niyet ile tâate dönüþmesi sahih olacaktýr. Zira arala­rýnda fark olarak sadece haz ya da izin açýsýndan alma kastý bulun­maktadýr. Terki matluba hadim olan mubaha gelince, bunlar kül olarak ele alýndýðýnda terki istenilir olduklarýndan onun iþlenmesi­nin matlup þekle dönüþmesi sahih olmaz[367]Çünkü mubah, matlup hale ancak izin açýsýndan ele alýnmasý halinde dönüþür. Halbuki meselemizde birinci kasýtla iznin bulunmadýðý kabullenilmiþti. Ge­riye haz yönünden alýnmasý kalýyor. Bu takdirde de yapýlan tâat de­ðildir; dolayýsýyla kül halinde terki matlup olan mubahlarýn tâat haline dönüþmesi sahih olmaz. Mesela oyun, temiz yiyecek ve içe­ceklerin yenilmesi ve içilmesi gibi talep edilmiþ olan þeylerin hadimi durumunda deðildir. Çünkü yeme ve içme gibi hususlar zarûriyyât ve çerçevesi dahilinde bulunan cinse dahil olma özelli-ðindedir. Oyun ise böyle deðildir. Çünkü oyun, özellik bakýmýndan zarûriyyâtm zýddý olan þeylerin cinsi içerisine dahil bulunmaktadýr. Bu mubah olsa olsa, husûsi olarak "lâ be´se bih" yani iþlenmesi du­rumunda bir sakýnca olmayan kýsýmdan olmaktadýr; yoksa hakikî anlamda mubah gibi mükellefin tercihine býrakýlmýþ mânâsýna de­ðildir. Bu konunun açýklamasý daha önce geçmiþti.[368] Ýþte bu esasa müsteniden mubah olan semâ meselesi ortaya çýkmýþtýr. Çünkü bazil arý, niyet ile onun tâate dönüþeceði görüþündedirler. Konu bu esasa vurulduðu zaman Allah´ýn izniyle hakikat ortaya çýka­caktýr.[369]

Ýtiraz: Biz, terki istenilen þeye hadim olanýn, birinci kasýtla terki matlup bulunduðunu kabuîlensek bile, daha önce de geçtiði gibi o, ikinci kasýtla iþlenmesi matlup hale dönüþebilmektedir. Oyun, musikî ve benzeri þeylerle vazifelerin yapýlmasý ve tâatlerin ifa edilmesi için zindeleþme amaçlanmýþ s a, bu açýdan onlar tâat ha­lini almýþ olurlar. Bu durumda nasýl olur da, bu gibi mubahlar ni­yet ile tâate dönüþmez denilebilir !

Cevap: Tâata karþý zindelik yönünün dikkate alýnmasý, o þeyin oyun ya da musikî olmasý açýsýndan olmamakta, bilakis onun içer­miþ olduðu þey açýsýndan olmaktadýr ve bu birinci kasýtla deðil­dir.[370] Çünkü mutlak istirahat açýsýndan o, meselâ uyku, sýrt üstü uzanma, zevce ile oynaþma ile aynýdýr. Hal böyle iken oyunu ya da musikîyi tercih etmiþ olmasý, istirahat eden kiþinin tercihini kul­lanmasýnýn sonucu olmaktadýr. Kiþi bunlarý kendi ihtiyarý ile seçin­ce, hazzý peþinde koþmuþ olur; talep de yoktur. Talep yönünden al­mýþ olsa desek, daha önce de geçtiði gibi bu kýsým hakkýnda talep bulunmamaktadýr[371]Eðer onlarýn içermiþ olduðu þeyler, (Þâri´in nazarýnda matlup olacak biçimde) ikinci kasýt ile dikkate alýnmýþ olsaydý, o zaman kiþinin o þeyi çokça ve devamlý surette yapmýþ ol­masý kendisine zarar vermezdi ve o þey kül olarak ele alýndýðý zaman yasak edilmiþ olmazdý. Çünkü o, iþlenmesi matlup olan þeye hadim olmuþ olurdu ve bunun sonucunda da kül olarak iþlenmesi matlup olan kýsýmdan bulunurdu. Halbuki biz onun bunun aksine olduðunu ortaya koymuþtuk. Böyle bir sonuç tutarsýzlýktýr. Bu, an­cak nefsin tâate karþý uyandýnlmasý ve zindeleþtirilmesi için mek­ruh birþeyin iþlenmesine benzemektedir. Nasýl ki mekruh, böyle bir kasýt ile tâate dönüþmezse, o mânâda olan ve onun benzeri bulunan birþey de niyet ile tâate dönüþmez.

Fasýl:

3.

Üçüncü fayda, Hz. Peygamber´in sonucunun kötü o-lacaðým bilmesine raðmen, bazý insanlar için kendilerine çok mal verilmesi için dua etmesinin izahý olacaktýr. Meselâ Sa´lebe b.Hâtýb´a "Þükrünü eda eylediðin az mal, þükrünü eda edemediðin çok maldan hayýrlýdýr" dedikten sonra, kendisine çok mal vermesi için Allah´a dua etmiþtir.[372] Þimdi bu durum karþýsýnda bazýlarý: "Eðer Hz. Peygamber çok malýn ona zarar vereceðini bil­seydi, ona böyle dua etmezdi" dernektedirler. Ýþte bu müþkilatm ce­vabý, sözünü ettiðimiz bu bahisten çýkacak ve þöyle denilecektir: Hz. Peygamber´in ona duasý, mal kazanma konusunda e-sas bulunan mübahlýk ya da ilgili talebin aslýna yönelik olmakta­dýr; dolayýsýyla Hz. Peygamber´in netice hakkýndaki bilgi­si ile bu duasý arasýnda herhangi bir çeliþki bulunmamaktadýr.

Bir diðer örnek: Mal kazanmanýn aslýnda meþru olmasýna rað­men, Hz. Peygamber tarafýndan onun fitnesinden sakýn­ma gereði vurgulanmýþtýr. Meselâ o þöyle buyurur: "Sizin hakký­nýzda en çok korktuðum þey, Allah´ýn size yerin bereketini açmasý­dýr" Dediler ki: "Yerin bereketi nedir " "Dünyanýn yüzünüze gül­mesi (zehratu´t-dünya)" buyurdu. Kendisine: "Hiç hayýr, þer getirir mi " diye sorduklarýnda da: "Hayýr, hayýrdan baþkasýný getirmez. Þüphesiz ki bu mal revnaklýdýr, tatlýdýr..."buyurdu. Hakîm b. Hi­zam da þöyle anlatýr: Rasûlullah´tan istedim, bana verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra yine istedim, yine verdi, sonra þöyle buyurdu: "Þüphesiz ki bu mal revnaklýdýr, tatlýdýr.[373] Yine Hz. Peygamber þöyle bu­yurmuþtur: "Dünyada (malý) çok olanlar, kýyamet gününde (sevabý) az olanlardýr (ancak þöyle þöyle yapanlar hariç)´[374] Buna benzer daha baþka dünya malýndan sakýndýran hadisler gibi. Buna raðmen fitnelere neden olan kazanma yasaklanmamýþ, keza ihtiyaç mikta­rýndan fazla olan kýsmý da yasaklanmamýþtýr. Çünkü mal konusunda asýl olan onun þer´an istenilir olduðudur. Kazanma þekli, matlup olan bu amaca hadim bulunmaktadýr. O yüzden mal kazanma, kiþi ister varlýklý olsun ister yoksul, þartlarýna riayet edilmesi duru­munda esasta helâl olmaktadýr. Ýsraf ile ilgili yasaklar da onu asýl helalliðinden çýkarmamaktadýr. Çünkü talep aslî, nehiy ise tâbidir. Dolayýsýyla aralarýnda çeliþki yoktur. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygam­ber, ashabýnýn dünyevî ihtiyaçlarým karþýlamak üzere ça­lýþmalarýna müsade etmiþtir. Bu sonucun bu kaideden ortaya çýk­masý açýktýr.

Kaide üzerine bina edilen faydalar çoktur. [375]

ONALTINCI MESELE:

Daha Önce de geçtiði üzere, emir ve nehiyler tekit açýsýndan hep ayný düzeyde deðildir. Amellerin gerek iþlenmesine ve gerekse terkine yönelik talebin dozu farklýdýr. Bu farklýlýk, emirlerin yerine getirilmesi, nehiylerden de uzaklaþýlmasý sonucunda ortaya çýkan maslahatýn, aksi durumda da beliren mefsedetin farklýlýðý yüzün­dendir.

Ýktizâ´mn (gerektirme); vaciplik, mendupluk, mekruhluk ve haramlýk þeklinde dörde ayrýlmasýnýn iþte bu noktadan hareketle olduðu tasavvur edilir.

Bir deðerlendirme daha vardýr ki, ona göre böyle bir taksim ya­pýlmaz. Bilakis hüküm sýrf iktizâya tâbi kýlýnýr. Buna göre iktizâ­nýn iki yönü vardýr: a) Ýþlemeyi gerektirme, b) Terki gerektirme.

Ýþlenmesi istenilen þeyler içinde vaciple mendup; terki isteni­len þeyler içinde de mekruh ile haram arasýnda bir fark yoktur. Bu deðerlendirme, sûfiyyeye ve onlar gibi düþünüp dünya isteklerine tümüyle sýrt çeviren, âhiret yolculuðunda ciddiyet ve azimetle yü­rüyen kimselere aittir. Çünkü bunlar, iþleme konusunda vacip ile mendup arasýný; terk konusunda da haram ile mekruh arasýný ayýr­mamaktadýrlar. Hatta onlarýn bir kýsmý, sâlike mendubun vacip, mekruhun da haram olduðunu söylemiþlerdir. Bunlar, mubahlarý Ruhsatlar bahsinde daha önce de geçtiði gibi ruhsat[376]olarak kabul eden kimselerdir. Onlar bu deðerlendirmeye iki yoldan ulaþ­mýþlardýr:

a) Meseleyi emreden yönünden ele almýþlardýr. Bu emir ve ne-hiy konusunda mücerred iktizâya itibar-edenlerin[377]görüþü­dür. Bu bütün kýsýmlarý (yani farz, vacip...) kapsamaktadýr. Onlarýn tümünde muhalefet, emredene ve nehyedene muha­lefet olmaktadýr. Bu ise þer´an çirkin birþeydir (kabîh). Onun çirkin olmasý bir tarafa, burada asýl üzerinde durulan nokta muhalefet üzerine terettüp eden yergi ya da azap deðildir;aksine emredene karþý muhalefet etmek ve ona karþý koy­maktýr. Bunlardan bir kýsmý, bu deðerlendirme dolayýsýyla hüküm konusunda ileri gitmiþ ve bunun sonucunda muhale­fet (yani günah) arasýnda büyük ya da küçük ayýrýmý yap­mamýþ ve her muhalefeti büyük (günah, kebîre) saymýþtýr. Bu, Ebu´l-Meâlî´ nin Ýrþâd adlý eserindeki görüþü olmakta­dýr. O, emreden ve nehyedene nisbetle büyük ve küçük gü­nah diye bir ayýrým yapmanýn uygun olmayacaðý görüþünde­dir. Ona göre böyle bir ayýrým, emreden ve nehyedenden sar-fýnazarla, bizzat muhalefetin kendisine nisbetle yapýlabilir. Onun bu görüþü, deðerlendirme açýsýndan doðrudur.

b) Emir ve nehyin mânâsýna nisbetle. Bu deðerlendirmenin de çeþitli þekilleri vardýr:

1.

Emir ve nehyin gereði ile Allah´a yaklaþma kasdma bakma. Çünkü emirlere yapýþma ve yasaklardan uzaklaþma, bizzat emir ve nehiy olmalarý sebebiyle , kendisine yönelinene yaklaþmayý ge­rektirir. Nitekim muhalefet de O´ndan uzaklaþmayý gerektirir. Ya­kýnlýk isteyen kimse için vacip olanla mendup arasýnda fark yoktur; çünkü her ikisi de yaklaþtýrýr. Nitekim þer´î deliller bu hususu be­lirtmiþtir. Keza bu kimse için mekruh ile haram arasýnda da fark yoktur; çünkü her ikisi de yakýnlýðýn zýddýný gerektirir; bu da ya uzaklýktýr, ya da daha fazla yaklaþma imkâný varken durmaktýr. Matlup olan yaklaþmada mütemâdîliktir. Dolayýsýyla yaklaþma ve uzaklýktan kaçma kasdý ile ele alýnmasý durumunda emirler ve ya­saklar hep ayný düzeyde kabul edilecektir.

2.

Emir ve nehiylere uyulmasý durumunda ortaya çýkacak masla­hat, muhalefet edilmesi durumunda ise ortaya çýkacak mefsedet açýsýndan meseleye bakma. Daha önce de geçtiði gibi, þeriat masla­hatlarýn celbi, mefsedetlerin de defi için konulmuþtur. Meseleyi bu açýdan ele alan kimse için ne emirler ne de nehiyler arasýnda bir ayýrým yoktur.[378] Aynen bir önceki deðerlendirmede, yaklaþma kas­dý karþýsýnda bir ayýrým olmadýðý gibi. Sonra emir ve nehiylerde söz konusu olan derece farklýlýðý sonunda hadim olan tamamlayýcý un­sura ve destek verilen ve tamamlanan esasa dönük olacaðýndan, so­nuçta bunlar birbirine nisbetle sýfat ile mevsûf (sýfatlanan) gibi olur. Ne zaman menduplar iþlenecek olsa, bununla vacipler tamamlanmýþ olacak; aksi halde de bunun zýddý meydana gelecektir. Bu durumda emir, zarurî esaslarýn en mütekâmil bir þekilde ortaya ko­nulmasý esasýna varýp çýkacaktýr. Bunun sonucunda mendûba olan ihtiyaç, vaciplerin edasý sýrasýnda kendisine ihtiyaç duyulan þeyler gibi olacaktýr. Dolayýsýyla menduplar, bu ihtiyaç yönünden vacip­lerle tezâhum halinde (yani ayný mahali paylaþýr halde) bulunur ve bunun sonucunda da hepsine birden ayný hüküm verilir. Mekruh ile haram arasýndaki iliþki de ayný bu tertip üzere ele alýnýr; çünkü mekruh haramýn önderi ve alýþtýrýcýsýdýr.[379] Zira herhangi birþeye muhalefete alýþmak, âdet olduðu üzere daha büyük þeylere muhale­fete alýþtýrýr. Bunun içindir ki þöyle demiþlerdir: "Günahlar, küfrün habercisidir" Buna Allah Teâlâ´nm þu âyeti de delâlet eder: "Hayýr, hayýr! Onlarýn kazandýklarý kalplerini paslandýrýp köreltmiþtir[380]Âyetin açýklamasý hadiste gelmiþtir.[381] Bu konudaki bazý hadisler de þöyledir: "Helâl bellidir, haram bellidir; aralarýnda ise ´müþtebihât´ (yani hangisinden olduðu ayýrt edilemeyenler) var­dýr[382] "Koruluk etrafýnda otlatan çobanýn oraya düþmesine ramak kalmýþtýr´[383]Emir ve nehye yapýþma konusunda da þöyle buyurul-muþtur: "Kulum Bana kendisine farz kýldýðým þeylerle yaklaþtýðý

gifa jjir oaþka þeyleyaklaþamaz[384]

3.

Nimete karþý þükür ya da küfür (nankörlük) açýsýndan mesele­ye bakma. Emir ve yasaklara uymak, mutlak olarak nimete karþý þükür anlamýna gelir. Aksi davranýþta bulunmak ise küfrân-ý nimet olur. Nimet, hükmî irtibat ile Arþ´tan yeryüzüne indirilmiþ ve "Göklerde olanlarý, yerde olanlarý, hepsini sizin buyruðunuz altýna vermiþtir´[385]; "Gökleri ve yeri yaratan, yukarýdan indirdiði su ile size rýzýk olarak ürünler yetiþtiren... Allah´týr. Allah´ýn nimetlerini sayacak olsanýz bitiremezsiniz. Þüphesiz ki insan çok zâlim ve nan-kördür´[386] vb. âyetlerin açýkça ortaya koyduðu gibi herþey insanýn emrine âmâde kýlýnmýþtýr. Bu durumda nimetin, emrin gereðine uygun olarak kullanýlmasý sana ulaþan ya da ulaþmasýna sebep olan her nimet için þükür olur. Onlarý sana ulaþtýran sebepler (yani emirler) ya da yardýmcý hususlar arasýnda ise bir ayýrým yapýlamaz. Dolayýsýyla göklerde, yerde ve bunlar arasýnda bulunan nimetlere þükür (bu þekilde) gerçekleþmiþ olur. Emre muhalif olarak kullanýl­masý ise, sana ulaþan ya da ulaþmasýnda sebep olan nimetlere karþý nankörlük olur.

Bu bakýþ açýsýný Ýmam Gazzâlî, Ihyâ´smda zikretmiþtir. Bu de­ðerlendirme emir ve nehiyler arasýnda herhangi bir ayýrým yapma­mayý gerektirir. Her emre uymak mutlak anlamda nimete karþý þü­kür, her emre muhalefet de mutlak anlamda nankörlük olur.

Daha baþka yaklaþýmlar varsa da bu zikrettiklerimiz yeterlidir.

Sûfîlerin bu deðerlendirmeleri, tamamen ýstýlahý anlamda olup esasta bir ihtilaf bulunmamaktadýr. Çünkü bu deðerlendirme sa­hipleri, çoðunluk âlimlerin kabul ettiði þekildeki emir ve nehiylerin {içermiþ olduklarý maslahat ve mefsedetlere nisbetle ve) nazarî ta­savvura göre kýsýmlara ayrýldýðýný inkar etmemektedirler. Bilakis onlar baþka bir tarz üzere yürümüþlerdir. Þöyle ki: Kendisi hakkýn­da: "Cinleri ve insanlarý ancak Bana kulluk etmeleri için yarat-tým´[387]buyurulan bir kimsenin, tek olan Yaratýcýya yönelme konu­sunda kulluk gösterisi ve bu uðurda bütün gücünü ortaya koymasý dýþýnda bir baþka þeyle uðraþmasý yakýþýk almaz. Emir ve yasaklarý mertebelere ayýrma düþüncesi, kulun/kölenin efendisine karþý hak aramasý gibi bir mânâ taþýmaktadýr. Ne dünyada ne de âhirette kendisi için hiçbirþeye sahip olmayan bir kulun, böyle bir davranýþ içine girmesi uygun olmaz. Zira kulun/kölenin Rab/efendi üzerinde

Görüldüðü gibi, nafileler farzlarý tamamlamakta ve bunun sonucunda kul, Allah´ýn sevgisini kazanma derecesine yükselmektedir. kul/köle olmasý açýsýndan bir hakký yoktur. Aksine ona düþen ona kulluk yolunda bütün gücünü ortaya koymaktýr. Rab/efendi ise dilediðim yapacaktýr.

Fasýl:

Bu bakýþ açýsý, emredilen þeyin terki ve yasaklanýlan þeyin iþ­lenmesi suretiyle meydana gelen her türlü muhalefet yüzünden tevbe edilmesi gereðini ortaya koyar. Çünkü Þâri´e muhalefet þer´an çirkin birþey olduðuna göre, bu muhalefeti gösteren kimse­nin tevbe ile piþmanlýk göstermesinin de gereði ortaya çýkar. Bu ge­reklilik; ya emir ve nehye[388] muhalefet açýsýndan, ya Allah´a yak­laþma konusunda kusur gösterdiðinden, ya maslahatlarýn asýl ko-nuluþ amacýna ters hareket etmiþ olmasýndan ya da küfrân-ý nimet­te bulunmuþ olmasýndandýr. Bu görüþe göre, bu kýsmýn altýna mu­bah da girer. Çünkü onlara göre mubah, ruhsatlar kýsmmdandýr ve onlarýn görüþü, azimetlerle amel etme doðrultusundadýr. Daha önce de geçtiði gibi, en uygun olam, mükellefin gücünün yettiði her ko­nuda ruhsatlarý terkederek azimetlerle amel etmesiydi. Bundan, mubah ile amel etmenin tercihe þayan olmadýðý sonucu çýkar. (Ter­cih edilmesi gereken varken, tercihe þayan olmayanýn alýnmasý uy­gun deðildir.) Tercih edilmesi gereken, emrolunmuþ þeyler içerisin­de bulunan ve tercihe þayan olmayanýn zýddý birþey olacaktýr. Güç ve imkân varken emrolunmuþ bulunan birþeyi terketmek muhale­fettir. Þu halde mubahlarý iþlemek, bu açýdan ele alýndýðý zaman her ne kadar hakikatta öyle olmasa da bir anlamda muhalefet sayýlmaktadýr.

Bu izah ýþýðýnda Hz. Peygamber´in þu hadisleri daha iyi anlaþýlabilecektir: "Ey insanlar! Allah´a tevbe edin. Çünkü ben Allah´a günde yetmiþ defa tevbe ederim´[389]"Kalbime öyle þeyler gelirki, (günde yetmiþ kez) Allah´a istiðfar ederim´[390]Allah Teâlâ´-nýn þu buyruðunun genel ifadesi bu mânâyý da içerir: "Toptan Al­lah´a tevbe edin, ey mü´minler![391] Yine bunun içindir ki bir kýsým sûfîler, bazý kemâl mertebelerini sâlikin bir üst dereceye ulaþma­sý imkâný varken ihmal ve kusur göstermesi durumunda noksan­lýk ve mahrumiyet olarak nitelemiþlerdir. Çünkü en üstün mertebe­yi gerektirecek olan yaþantý, onun daha altýnda olan mertebeleri ge­rektirecek olandan daha üstündür. Akýllý olan kiþi, en üstün var­ken, daha aþaðýda olana razý olmaz. Ýþte bu yüzdendir ki, hayýrlý iþlerde mutlak anlamda yarýþ emredilmiþ ve mükellefler (mukarra-bîn), "ashâbu´l-yemîn" (saðcýlar, amel defterleri saðýndan verilen­ler) [ve "ashâbu´þ´ÞÝmâl" (solcular, amel defterleri solundan veri­lenler] diye kýsýmlara ayrýlmýþ ve haklarýnda þöyle buyurulmuþtur: "Eðer o ölen kiþi, gözdelerden (mukarrabîn) ise, rahatlýk, hoþluk ve nimet cenneti onundur. Eðer ashâbu´l-yemînden ise ´Ey saðcýlardan olan kiþi, sana selâm olsun!´ denilir"[392] Bu insanlarýn özellikleri, fazilet meydanýnda koþuþturmaktýr. Hatta öyle ki, her gün biraz daha ileri gitmeyen kimseyi nakýs (eksik), nefeslerini boþa tüketen­leri de tenbel olarak kabul ederler. Bu, tartýþmaya gerek býrakma­yacak derecede açýk olan bir konudur. Kýyametin piþmanlýk günü olacaðým bildiren hadis[393] de bu mânâyý teyid eder; çünkü bu piþ­manlýk inanan inanmayan herkes için söz konusu olacaktýr; kötü­ler, iyi olmadýklarý için, iyiler de iyiliklerim artýrmadýklarý için piþ­man olacaklardýr.

Ýtiraz: Bu kemâl mertebelerinde noksanlýk bulunduðunun id-dasýdýr. Kemâl mertebelerinde noksanlýk buulunmadýðý ise daha Önce geçmiþti.

Cevap: Burada mutlak anlamda bir noksanlýk olduðu iddiasý yoktur. Sadece söz konusu olan tercihe þayan olan (râcih) ve ondan daha üst derecede bulunan( ercah) þeylerin varlýðý hakkýndadýr. Bu ise mevcuttur. Cennetin yüz derecesi olduðu sabittir. Bunlarýn en kâmillik ve en üstünlük yönünden olduðu konusunda kuþku yok­tur. Allah Teâlâ peygamberler hakkýnda da þöyle buyurur: "Ýþte bu peygamberlerden bir kýsmýný diðerlerine üstün kýldýk´â[394]Þüphe­siz peygamberlerden bir kýsmýný diðer bir kýsmý üzerine üstün kýl-dýk´[395] Bununla birlikte, nübüvvet makam ve mertebelerinde her­hangi bir noksanlýðýn bulunmadýðý bilinen bir husustur. Þu kadar var ki, hayýrlý iþlerde koþuþturma ve yarýþma âdeten mümkün olabilecek en üst mertebelere talip olmayý gerektirir. En üstün merte­belere ulaþmasý mümkün olan kimselerin, daha aþaðýdaki mertebe­lerle yetinmesi yakýþýk almaz. O yüzdendir ki, yükselme imkâný varken daha aþaðý mertebelerde kalmayý nefisler noksanlýk olarak telakki eder ve daha üst mertebeleri gördükçe onlara karþý, kâfir­lerden ve günahkâr mü´minlerden olan gerçek noksanlýk sahibi kimselerin kemâl mertebelerini görmeleri anýnda duyduklarý piþ­manlýða benzer nedamet ve özlem duyar. Hz. Peygamber, Ensâr evlerini üstünlük sýrasýna göre sýralayýp: "Ve Ensâr´ýn her evinde hayýr vardýr" buyurduklarýnda, Sa´d b. Ubâde þöyle dedi: ´Tâ Rasûlallah! Ensâr evleri tercih edildi, biz ise sonuncu kýlýndýk" Hz. Peygamber buna cevap olarak: "Sizin de hayýrlýlar­dan olmanýz size yetmez mi " buyurdu. Baþka bir hadiste de: "Þüphesiz sizi pek çoklarýna üstün kýlmýþtýr" ifadesi vardýr[396]Bu da gösterir ki, var olan kemâl mertebeleri, mutlak kemâl vasfý al­týnda toplanýr. Dolayýsýyla aralarýnda bir çatýþma yoktur. Allahu a´lem! "Hasenâtu´l-ebrâr seyyiâtu´l-mukarrabîn"[397] sözünün çýkýþ yeri de iþte burasýdýr denilebilir. Bu da açýktýr. Allahu a´lem! [398]

ONYEDÝNCÝ MESELE:

Daha önce haklarýn iki kýsým olduðu geçmiþti. Bunlar: a) Allah hakký b) Kul hakký þeklindeydi.[399]Kul hakký olan þeyler, içerisinde bir yönden Allah hakký bulundururlar. Nitekim Allah hakký diye nitelediðimiz haklar da sonuç itibarýyla kullarýn maslahatlarýna yö­nelik þeylerdir. Buna göre burada Allah´ýn izniyle bir ayrýntý­ya gidip þöyle diyebiliriz:

Emirler ve nehiyler: a) Ýçermiþ olduklarý kula yönelik maslahat ve benzeri þeylerden sarfý nazarla[400] sadece Allah hakký olmalarý yönünden ele alýnabilirler, b) Bunun aksine kullarýn haklarýný dik­kate alma açýsýndan da deðerlendirilebilirler. Bunu bir örnekle açýklayalým: Meselâ mükellef: "Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kabe´yi haccetmesi gerekir´[401]buyruðunu iþittiði zaman bu emre uymak için iki çýkýþ yönü olabilir:

1.

Birincisi meþhur olan ve yaygýn olarak bilinen yöndür. Mükel­lef kendisine bakar; mesafeyi katedip edemeyeceðine, oraya ulaþtý­racak kadar azýðý bulunup bulunmadýðýna, binek vasýtasýna, yol gü­venliðinin olup olmadýðýna, yolda kendisine destek verecek kafile­ye, yalnýz baþýna hacca gitmenin zorluk ve tehlikelerine... ve benze­ri sonuç itibarýyla dünyevî ve uhrevî maslahat ya da mefsedetleri ortaya çýkaracak olan konulara bakar ve bir deðerlendirme yapar:Eðer bütün bunlardan sonra yolculuk sebepleri ve normalde bulun­masý gereken þartlarý tahakkuk etmiþse, hac emrini yerine getir­mek için yola koyulur. Eðer sebepler ve þartlar tahakkuk etmemiþ­se, bu ilâhî hitabýn kesin olarak kendisine yönelik olmadýðý anlaþýl­mýþ olur.[402]

2.

Hac emri ile ilgili hitabýn bizzat Allah´tan kendisine yönelmiþ olmasýna bakar ve bunun ötesinde, þu þu sebepler ya da þartlar bu­lunmasý gerekirmiþ gibi hususlarý asla dikkate almaz ve bunun so­nucunda her halükârda haccm ifasý için yola koyulur. Onu bu az­minden ancak halihazýrda mevcut olan bir acziyet veya ölüm dur­durabilir. Bu düþünce sahibi, kendisinde hayat eseri olduðu sürece hac yapma imkânýna sahip olduðunu düþünür; sonradan ortaya çý­kacak olan arýzî haller ve endiþe edilen sebepler Ýse, Allah´ýn emri azameti karþýsýna çýkýp onu itibardan düþürebilecek deðerde deðil­dir. Yahut da baþa gelecekler ya da arýzî haller Allah´a olan yakînî iman ve O´na güven içerisinde hesaba katýlmaz. Nitekim bu konu Hükümler bölümünün Sebeb ve Müsebbeb bahsinde geçmiþti.Diðer emir ve nehiyler karþýsýndaki durum da ayný olur.

Birinci hareket noktasý, kul haklarýnýn dikkate alýnmasý sonu­cu olmaktadýr. Çünkü fukahânýn, þart olan istitâat (güç yetirebil-me) konusunda ileri sürdükleri þeylerin tümü, sonuç itibarýyla kul-[249J larm haklarýna (çýkarlarýna) yönelik olmaktadýr.

Ýkinci hareket noktasý ise, kul haklarýnýn düþürülmesi yönün­den olmaktadýr. Bu kabilden olan düþürmenin sahih olacaðýný gös­teren deliller daha önce geçmiþti.[403] Bu düþünce tarzýnýn doðrulu­ðuna aþaðýdaki hususlar da delâlet etmektedir:

1.

Kur´ân-ý Kerîm´de kullardan istenilen þeyin mutlak anlamda kulluk icrasý olduðuna delâlet eden ve rýzkýn ise esbabýna yapýþ­ma olsun olmasýn[404] Allah´a ait olduðunu gösteren âyetler: Meselâ: "Cinleri ve insanlarý ancak Bana kulluk etmeleri için ya-ratmýþýmdýr. Onlardan bir rýzýk istemem; Beni doyurmalarýný da istemem[405]"Ehline namaz kýlmalarýný emret, kendin de onda de­vamlý ol. Biz senden rýzýk istemiyoruz, sana rýzýk veren Biziz. So­nuç Allah´a karþý gelmekten sakýnanýndýr"[406] Açýktýr ki, Allah hak­ký ile kul haki çatýþtýðý zaman Allah hakký Öne alýnacaktýr. Çünkü kullarýn haklarý Allah Teâlâ tarafýndan garanti edilmiþtir. Rýzýk kullarýn en büyük haklarýndan biridir. Dolayýsýyla konu þu mecraya ulaþmýþtýr: Kim Allah´a ibadetle meþgul olur ve kendisini [250] Allah´a adarsa, Allah onun rýzkýný üstlenir.[407] Bu rýzýk hakkýnda böyle olduðuna göre, diðer celbi istenen maslahatlar, defi istenen mefsedetler hakkýnda da geçerlidir. Zira Allah Teâlâ hepsine kadirdir. Yüce Allah þöyle buyurur: "Allah sana bir sýkýntý verirse, onu O´ndan baþkasý gideremez. Sana bir iyilik dilerse O´nun nime­tini engelleyecek yoktur[408] "Allah sana bir iyilik verirse, baþkasý onu engelleyemez. O, herþeye kadirdir´[409]Allah, kendisine karþý gelmekten sakýnan kimseye kurtuluþ yolu saðlar, ona beklemediði yerden rýzýk verir" ifadesinden sonra "Allah´a güvenen kimseye O yeter´[410]buyurur. Bütün bunlar gösteriyor ki, kim kendisini Al­lah´a verirse, Allah onun ihtiyaçlarýný karþýlamaya kefildir. Bu ko­nuyu iþleyen âyetler çoktur.

2.

Sünnette de ayný doðrultuda deliller vardýr. Meselâ Hz. Pey­gamber þöyle buyurmuþtur: "Allah´ý gözet, Allah da seni gözetsin. Allah´ý gözet ki, O´nu önünde bulasýn. Bolluk anýnda O´nu an ki, sýkýntý anýnda O da seni ansýn, istediðin zaman Allah´tan is­te. Yardým istediðin zaman Allah´tan iste. Olacaklar yazýlmýþ ve kalem, (mürekkep) kurumuþtur. Bütün insanlar, Allah´ýn senin için yazmadýðý birþeyi sana vermek için birleþseler, buna güç yetiremez-ler. Senin için yazmýþ olduðu birþeyin sana ulaþmasýný engellemek için birleþseler güç yetiremezler"[411] Bütün bunlar, sebeplere yapýþ­manýn terki ve Allah´a dayanmanýn gereði, herþeyin Allah´ýn elinde olduðu konusunda nassdýr[412]Rýzýk ve ecelle ilgili hadisler de böy­le: Meselâ: "Allah´ým! Senin verdiðini engelleyecek yoktur; senin esirgediðini verecek yoktur. Senin (kaderin karþýsýnda) çalýþýp ça­balayanýn çabasý hiçbir fayda vermez´[413]Hz. Peygamber Hz. Ömer´e, (kâhin) Ýbn Sayyâd(´ý öldürmek istemesi) hakkýnda: "Eðer oysa (yani Deccalsa), ona güç yetiremeyeceksin[414] buyurmuþ­tur.[415] Hadislerde: "Baþýna ne gelecekse kalem onu yazmýþ ve kuru­muþtur´[416] "Kadýn, sahanýný kendisi için boþaltmasý ve onun yeri­ne kendisinin nikahlanmasý için kardeþinin talâkýný istemesin. Çünkü kendisi için ne takdir olunmuþsa o vardýr"[417]buyurulmuþ-tur. Azil hakkýnda da: "Onu yapmamanýz gerekmez. Çünkü o canlý deðildir. Allah´ýn (varlýk âlemine) çýkmasýný yazdýðý her can, mut­laka olacaktýr´[418] buyurur. Yine hadislerde: "Masum, Allah´ýn ko­ruduðu kimsedir[419]"Þüphesiz ki Allah, Âdemoðlu üzerine zina­dan nasibini yazmýþtýr; onu mutlaka elde edecektir´[420] buyurulmuþtur. Bunlara benzer daha birçok delil vardýr ki, bütün bunlar sebeplerin aslýnýn tesebbüb (esbaba yapýþmak) olduðunu, ve onun da hiçbirþeyi getirebilecek ve çevirebilecek durumda olmadýðýný, ve­renin de alanýn da ancak Allah olduðunu ve Allah´a tâatin birinci sýrada azimet olduðunu belirtme konusunda sarihtir.

3.

Peygamberler de bu doðrultuda hareket etmiþler ve Allah´a itaati bizzat kendi haklarýndan önde tutmuþlardýr. Hz. Pey­gamber ayaklarý þiþinceye kadar kýyamda durmuþ ve ken­disine: "Senin geçmiþ ve gelecek bütün günahlarýn affolunmuþ tur " diyenlere karþý: "Ben Rabbime þükreden bir kul olmayayým mý [421] demiþtir. Kavmi kendisini öldürmek için anlaþtýklarý bir sýrada, Rabbinin risâletini onlara teblið etmiþ, buna karþýlýk Allah kendisi­ni korumuþ ve þöyle buyurmuþtur: "De ki: Allah´ýn bize yazdýðmdan baþkasý baþýmýza gelmez. O bizim Mevlâmýzdýr. inananlar O´na güvensin[422]"Ýnkarcýlara, münafýklara itaat etme, eziyetleri­ne aldýrma; Allah´a güven, güvenilecek olarak Allah yeter´[423] Ko­runduðu þeyleri atmasýný emretmiþ, çünkü Allah´ýn kendisine ye­terli olduðunu bildirmiþtir: "Allah´ýn göndermiþ olduklarýný teblið edenler, Allah´tan korkarlar ve O´ndan baþka kimseden korkmaz­lar´[424] Daha öncesinde de þöyle buyurmuþtu: "Allah´ýn emri þüphe­siz gereði gibi yerine gelecektir"[425]Hûd (s.a.) kavmine peygamber­lik görevini teblið ederken þöyle demiþti: "Hepiniz bana tuzak ku­run, sojýra da ertelemeyin. Ben ancak benim de sizin de Rabbiniz olan Allah´a güvenirim...[426]Musa (s.a.) ve Hârûn (s.a.) : "Rabbi-mizl Onun bize kötülük etmesinden veya azgýnlýðýnýn artmasýndan korkarýz" dediklerinde Allah Teâlâ onlara: "Korkmayýn, Ben sizin­le beraberim; iþitir ve görürüm[427] buyurmuþtur.

Abdullah b. Ümmü Mektûm, (âmâ olmasý) sebebiyle (Nisa 4/95) âyeti gereðince cihada katýlmadan mazurdu. Fakat buna raðmen daha sonra o: "Ben âmâyým; kaçamam. Sancaðý bana verin ve beni iki saf arasýna (yani Ýslâm ordusu ile düþman askerleri arasýna) oturtun" der ve kendisine tanýnan ruhsatý terkeder, böylece Al­lah´ýn hakkýný kendi hakký üzerine takdim ederdi. Cenda´ b. Damra hakkýnda anlatýlýr: Bu zat iyice yaþlý biriydi. Hicret emri çýkýp bu konuda müsamaha edilmeyince, dinde zorluðun olmadýðýný ve takat üstü yükümlülüðün bulunmadýðýný bildiði halde o oðullarýna: "Þüp­hesiz ben bir çare (hiyle) biliyorum; dolayýsýyla mazur olamam. Be­ni bir sedye üzerinde taþýyýn!" demiþtir. Onlar da öyle yaptýlar. Yol­da Ten´îm´de öldü. Saðýný solu üzerine vurur ve: "Bu senin için, bu Rasûlün için!" derdi. Bir sahabî de þöyle, anlatmýþtýr: Ben ve bir kardeþim Uhud´da Rasûlullahf ile beraber hazýr bulunmuþ­tuk. Ýkimiz de yaralý olarak döndük. Hz. Peygamberin i-lancýsýnm düþmaný takip için çýkýlacaðým bildirmesi üzerine karde­þime þöyle dedim (ya da o bana þöyle dedi): "Rasûlullah ile birlikte gazayý kaçýracak mýyýz " Vallahi, ne bineðimiz vardý; ne de durumumuz iyi idi, ikimiz de aðýr yaralýydýk. Buna raðmen Hz. Peygamber ile birlikte çýktýk. Benim yaram onunkinden biraz daha hafifti. Onun durumu iyice aðýrlaþtýðý zaman biraz ben taþýrdým, biraz kendi giderdi. Böyle böyle müslümanlarm son var­dýklarý yere kadar vardýk.Kaynaklarda bu kabilden pek çok nakil vardýr. Onlardan yeter­li bir miktar Hükümler bölümünün Azimet ve Ruhsat bahsinde geç­miþti.[428]

Ýtiraz: Eðer ortaya konulduðu þekilde anlaþýlýr ve zikredilen bu delillerin gereði ile amel edilecek olursa, o zaman sebeplerin ya­ni kullarýn maslahatlarýna yönelik olanlarýn tümden atýlmasý gerekir. Bu ise sahih deðildir. Çünkü Sâri´ onlarý koymuþ ve onlarýn ya­pýlmasýný emretmiþtir. Hem Rasûlullah hem sahabe hem de tabiîn onlarý kullanagelmiþlerdir. Esbaba tevessül, þeriatýn üze­rinde önemle durduðu bir umde olmaktadýr.

Sonra, Allah haklarý talep konusunda hep ayný düzeyde deðil­dir. Bir kýsmý kesinkes talep edilmiþtir: Beþ zarurî esas ve her mil­lette riayet edilegelen diðer zarûriyyât gibi. Bir kýsmý da vardýr ki, kesinkes talep edilmemiþtir: Menduplar gibi. Bu durumda nasýl olur da, menduplar, vacip de olsa kul haklarý önüne takdim olunur, denilebilir. Böyle bir deðerlendirme doðru olamaz.

Keza, geçen deliller ile tearuz halinde bulunan deliller daha çoktur. Meselâ: "Kendi kendinizi tehlikeye atmayýn[429]"Azýk edi­nin[430]"Onlara karþý gücünüzün yettiði kadar kuvvet ve savaþ at­larý hazýrlayýn.[431] âyetleri gibi. Hz. Peygamber gerek geçimini temin ve gerekse savaþ ve diðer yapacaðý iþler için hazýr­lýklarýný görür, gerekli önlemleri alýrdý. Ayný þekilde ashabý da çalý­þýrdý. Kâinatta yaratýlýþ kanunu, herþeyin esbaba baðlanmasý þek­linde cereyen etmektedir. Zikrettiðiniz deliller ise, esbaba tevessü­lün gerekmediðini söylüyor. Bu durumda, bu delillerden bir grubun sahih olmasý gerekiyor. Biri sahih olduðu zaman diðeri bâtýl olur. Sizin delil olarak ileri sürdüklerinizin, bizim ileri sürdüklerimizden üstün bir tarafý yoktur. Delil olmaksýzýn bir tercihe gitmek ise keyfîlik olur.

Cevap: Bizim ileri sürdüðümüz deliller, sebeplerin atýlmasý ge­reðine delâlet etmez; aksine husûsî bazý sebeplerin ki bunlar Al­lah haklarýnýn gerektirdiði sebepler olmaktadýr kul haklarýnýn gerektirmiþ olduðu sebeplere delillere dayanan þer´î ictihâdî bir þekil üzere takdimine delâlet eder. Dolayýsýyla bununla, Hz. Pey-gamber´in esbaba yapýþýlmasýný emretmesi ve bizzat ken­disinin de sebepleri kullanmasý arasýnda bir tearuz (çatýþma) yok­tur. Bunun delili de, bizzat Hz. Peygamber´in tearuz du­rumunda esbaba tevessülü terkeden kimselerin davranýþlarýný onaylamýþ olmasý, birçok yerde kendisinin de ayný þekilde hareket etmesi ve yerine göre bu gibi davranýþlara teþvik etmesidir. Nite­kim bunun mendup olduðunu gösteren hadisler geçmiþti. Hüküm­ler bölümünün Sebeb bahsinde, sebeplere girmenin keyfiyeti açýkla­nýrken bu konunun fýkhý yeri ve inceliði ortaya konmuþtu. Ýtirazýn birinci þýkkýna cevap bu.

Ýtirazýn ikinci þýkkýna gelince: Allah haklan, hangi þekil üzere farzedilmiþ olursa olsun, kul haklarýna karþý her nasýl olursa ol­sun daha üstün konumda olurlar. Mükellefin hakkýný almasý ve onu talep etmesi azimet üzere gelen talepler þeklinde deðil, ancak ruhsat ve geniþletme kabilinden olmaktadýr. Bunun açýklamasý da Ruhsat ve Azimet bahsinde geçmiþti. Durum böyle olunca, azimet­ler muarýz bir delil olmadýkça takdime daha layýktýr.

Sonra eðer Allah haklarý mendup kabilinden ise, o tahsînât ka­bilinden olmak üzere bir zarurîye hadim durumda olacaktýr ve onun ihlâli belki de zarurî esasýn ihlâli sonucunu doðuracaktýr. Kaldý ki cüz olarak mendup olanlar, kül itibarýyla vaciptirler. Bü­tün bunlar sebebiyle, onlarýn kul haklarý üzerine takdimi akla ilk gelen husus olmaktadýr.[432]Bu deðerlendirme bakýmýndan saðlýklý bir fýkhý yaklaþým olmaktadýr.

Ýtirazýn üçüncü þýkkýna gelince, ortada herhangi bir tearuz du­rumu yoktur. Çünkü itirazcýnýn ileri sürdüðü deliller, kul haklarý­nýn Allah haklan önüne takdim edileceðini göstermemektedir. Böyle bir delâlet olmayýnca, deliller arasýnda tearuzdan bahsetek mümkün deðildir. Bütün bunlara ilaveten þunu da belirtelim ki, kul haklarýnýn takdimi, Allah hakký takdim edildiði zaman, O´nun baþka bir hakkýnýn zayi olmasý sonucunu doðuracak bir muânzýn bulunmasý durumunda ancak söz konusu olabilir. Meselâ kiþiye hasta olduðu için oruç tutmak aðýr gelse, fakat buna raðmen tutsa, oruç yüzünden maruz kaldýðý meþakkat kendisini kemâli üzere na­maz kýlmaktan ya da ona devam etmekten vb. alýkoysa, bu durum­da Allah hakkýnýn takdiminde bulunmak, yine Allah´a ait bir baþka hakkýn zayi olmasý sonucunu doðuracaktýr; dolayýsýyla bu gibi du­rumlarda takdimde bulunulamaz. Ama böyle bir sonuç doðmuyorsa, Allah hakkýnýn kul hakký üzerine takdimi hiçbir þekilde kötü birþey deðildir; aksine mutlak surette yapýlmasý uygun olan da odur. Bu, mesele ile ilgili gerçekten çok güzel nkhî bir inceliktir.[433] Baþarý ancak Allah´tandýr,

Fasýl:

Üzerinde durduðumuz bu konu, yani kul haklannýn Allah hak­lan karþýsýnda geri plâna itilmesi, mükellefin bizzat kendi haklan-na nisbetledir. Baþka bir kulun hakký söz konusu ise, o haklar da kendisine nisbetle Allah haklanndan olmaktadýr. Bu husus yerinde açýklanmýþtýr. [434]

ONSEKÝZÝNCÝ MESELE:


Emir ve nehiy bir fiil üzerine gelse, bunlardan biri asýl yönüne, diðeri de (sonuç ve) yardýmlaþma yönüne yönelik olsa; acaba asýl yönü mü yoksa yardýmlaþma yönü mü esas alýnýr

Her ikisinin birden dikkate alýnmasý mümkün olmaz[435] Bu du­rumda mutlaka tafsilata gerek vardýr. Þöyle ki: Emir ya asýl yönü­ne yönelik olacaktýr ya da yardýmlaþma yönüne.

Eðer emir asla yönelik olursa[436], o zaman konu sedd-i zerâi*kaidesine çýkar.[437] Çünkü sedd-i zerâÝ\ yasak olan birþeye vesile edinilmemesi için caiz olanýn[438] menedilmesidir. Daha önce sedd-i zerâi´ hakkýnda söz edilmiþti

[439]Konu hakkýndaki ihtilann esasý üç ihtimalin bulunmasý noktasýna çýkar:

1. Aslý dikkate almak. Zira, munzabýt yol, bidüziyelik gösteren kural budur.

2. (Sonuç ve) yardýmlaþma yönünü dikkate almak. Çünkü bu durumda aslýn itibara alýnmasý, yasak olan sonuçlara götürmektedir. Eþyanýn haram ya da helâl olmasý, (bizzat

kendileri deðil) sonuçlarý itibarýyladýr. Sonra aslýn dikkate alýnmasý durumunda hiyel (hile) yollarý açýlmaktadýr.

3. Tafsilata tâbi tutmak gerekir: Buna göre (yasak olan) yar­dýmlaþma tarafý ya galiptir ya da deðildir.

Eðer galipse, asim dikkate alýnmasý vaciptir. Çünkü burada eðer galip dikkate alýnacak olursa, asim tümden ortadan kalkmasý­na sebep olur. Bu ise bâtýldýr. Galip deðilse konu içtihada mahaldir.

Eðer ikinci þekil söz konusu ise (yani nehiy asla, talep yardým­laþmaya yönelikse), zahire göre bu, çirkin bir iþtir. Çünkü bu, yar­dýmlaþma yönünden emrolunmuþ birþeye ulaþmak için yasak yönü­nü ilga etmek demektir. Yardýmlaþma, zarurî ve hâcî esaslarýn ika­mesinden daha sonra gelir. Çünkü yardýmlaþma tamamlayýcý un­surlardandýr. Bu yoksullara yardým etmek, köprü yaptýrmak vb. için hýrsýzlýk ve soygun yapmaya, gaspda bulunmaya benzer. Ancak yerini bulduðu zaman bu kýsým da sahih olur. Bu da kamu yaran [260j için özel kiþiler aleyhine hükmetmek kabilinden þeylerdir. Meselâ, yiyecek kervanýnýn pazara inmeden karþýlanmasý gibi. Böyle bir fii­li engellemek aslýnda yasaktýr. Çünkü bu insanýn çýkarlarýndan menedilmesi türünden birþeydir. Aslý ise, pazar halký için zarurî ya da hâcîdir. Þehirlinin köylü adýna simsarlýk yapmasý da böyledir. Çünkü bu aslýnda, kiþinin kardeþine karþý olan iyiliðini engelle­mektir. Ancak þehir halký için bunda fayda vardýr. Zenaatkârlarm tazminle sorumlu tutulmalarý da bu türden olabilir. Daha baþka bir çok benzerleri vardýr. Çünkü burada yardýmlaþma yönü daha güçlü olmaktadýr. Hz. Ebû Bekir halife olduðu zaman sahabe kendisine ticareti ve ailesinin nafakasýna saðlamak için çalýþmasýný terketme-sini iþaret etmiþlerdir. Çünkü yardýmlaþma konusunda, müslüman-larýn genel maslahatlarýnýn yüklenilmesi gibi faydasý daha genel olan bir durum vardýr. Bunun karþýlýðýnda da ihtiyaçlarýnýn beytül-malden karþýlanmasýný Öngörmüþlerdir. Bu nev´i tefsir edildiði üze­re sahihtir. Allahu a´lem![440] [441]


[1] Buradaki iradeden maksat, ´mümkin´ i, caiz olan bazý þeylerle tahsis eden sýfatýn eseri deðildir. Çünkü bu Ehl-i sünnete göre her zaman emirle bulunmaz; araiarýnda telâzum yoktur. Nitekim bunu müellif de belirtecektir. Bu durum Mutezileye göre böyle olmaktadýr. Hatta bunun sonucunda onlar, Allah Teâlâ´nm birþeyi dilediði halde, o þeyin vuku bulmamasý, irâde etmediði þeyin de vuku bulmasý gibi bir sonucu ka­bullenmek zorunda kalmýþlardýr. Sünnîler görüþlerini desteklemek üze­re birçok delil getirmiþlerdir. Bunlardan biri þudur: Ebû Leheb´in îmaný ittifakla matlûp olan birþeydir fakat vuku mümtenîdir. Aksi halde ilim cehalete dönüþür. Mümtenî olunca, o þeyin irade edilmesi hem bizim hem de onlarýn ittifaký ile sahih olmaz. Ebû Ali ve oðlu Ebû Hâþim, ta­lebin iradeden baþka birþey olduðunu itiraf etmiþlerdir. Ýbn Berhân þöy­le der: Bizim için üç irade vardýr: 1} Sýðanýn ortaya konulmasýnýn irade­si. 2) Lafzýn, emir cihetinin dýþýndaki þeylerden çevrilmesinin iradesi. 3) Ýmtisal (emre uyma) iradesi. Bizimle, Ebû Ali ve oðlu arasýnda tartýþma konusu olan irade iþte bu sonuncusudur. Bu üç þeyi el-Gazzâlî ve el-Ýmâm zikretmiþtir. Ebû Ali görüþlerini þöyle delillendirmiþtir: Sîga (emir kipi) talep için kullanýldýðý gibi, tehdîd için de kullanýlýr. Bu du­rumda bunlarýn arasýný ayýracak irâdeden baþka bir unsur bulunma­maktadýr. Onun bu deliline, emir kipi ile yapýlan tehdidin mecaz olduðu þeklinde cevap verilmiþtir.

[2] Yani emredilen ve yasaklanýlandan. Çünkü her ne kadar Allah´ýn irâdesi olmadan varlýk âlemine çýkamasa da bizzat onun iradesi ile fi­il meydana gelir ya da gelmez. "O´nun dilemesi olmadan siz birþey dile­yemezsiniz."

[3] Bu þekilde "veya" þeklinde ikinci bir ihtimale gitmesi þu ihtilâfa dayan­maktadýr: Varlýk âleminde bulunmayan yoklar (ademler) hakkýnda, acaba onlarýn bulunmamalarý için irâde talluk etmiþ midir Yoksa onla­rýn varlýðýna irâdenin taalluk etmemesi ile yetinilmiþ midir Ýradenin, vücûdun yokluðuna taalluku lâzým deðil midir Meselâ nehiyde kendisi ile yükümlü kýlýnan þey, el çekmek mi, yoksa fiilin nefyi mi Fiilin nef-yi diyenlere þöyle cevap verilir: O ademdir; dolayýsýyla kudretin taallu­kuna elveriþli deðildir. Yani iradenin taallukuna deðildir. O buna þöyle cevap verir: Hayýr elveriþlidir. Zira yapmamasý ve böylece yokluðun (adem) sürmesi mümkün olduðu gibi, yapmasý ve böylece ademin sür­memesi de mümkündür. Bu durumda ademin, kudret ve iradeye taal­luk etmesi mümkün olmaktadýr. Buna göre ikinci ibare kapsam baký­mýndan birinciden daha þümullü olmaktadýr.

[4] Bu söz ilk bakýþta irâde, bizzat talebin kendisini ortaya koyar, belirler, þeklinde anlaþýlýr. Halbuki eðer öyle olsaydý, o zaman sevmesi ve ihti­mam göstermesi anlamýna göre, iradenin bizzat murad olunan þeye ta­allukundan gözetilen maksada aykýrý olurdu. Dolayýsýyla bu sözü, irâde talebe mülâzýmdýr (bitiþiktir) þeklinde anlamak gerekir.

[5] En´âm 6/125.

[6] Hûd 11/34.

[7] Bakara 2/253.

[8] Bakara 2/185.

[9] Mâide 5/6.

[10] Nisa 4/26-28.

[11] Ahzâb 33/33.

[12] Bunlar Ehl-i sünnet´in ´emir ile irâde arasýnda telâzum {birinin varlýðýn­dan diðerinin de lâzým gelmesi) yoktur´ þeklindeki görüþünün zahirine sarýlan ve irâdenin iki anlama geldiðinden habersiz olan kimselerdir.

[13] Bunlar da, Mutezile´nin ´emir irâdeyi içerir ya da gerekli kýlar1 þeklinde­ki görüþünün zahirine sarýlan kimselerdir

[14] Yani, teþri makamýnda vâki olan iradedir.

[15] Yani bunlar ´tekvin irâdesi´ kelimesini kullanýrlar ve bununla teþri irâdesini kastederler. Bu, müellifin kitabýnda kullandýðý ýstýlahlarýn ak­sine olmaktadýr.

[16] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/115-118

[17] Ya da el çekmenin.

[18] Çünkü talep, talip (isteyen) ile matlûp (istenilen) olmadan düþünüle-meyen nisbî bir kavramdýr.

[19] Bu takat dahilinde olduðu için, "benzeri" tabirini kullanmýþtýr. Çünkü burada sözü edilen, aslýnda mümkün olmakla birlikte akýllý bir insanýn yapmayacaðý birþeydir.

[20] Hacc 22/15.

[21] Fussýlet 41/40.

[22] Yani, birþeyin gerçekleþtirilmesine yönelik kasch gerekli kýlan þey, onun husulünü irâde etmeyi gerektirmez.

[23] Mutezile, irâde; emri, rýzayý ve muhabbeti gerekli kýlar, demektedirler.

[24] Yani: Ya da onlar içerisinden irâde ettiði þey olmazdý. Bu durumda Allah´ýn murad ettiði þey olmamýþ, kulun murad ettiði ise olmuþ olurdu. Böyle bir görüþün çirkinliði ise her ne kadar Mutezile bunu benimse-miþlerse de ortadadýr.

[25] Nâþir´in notu doðrultusunda çevrilmiþtir. (Ç)

[26] Bu durumda yükümlülükten gözetilen fayda, þahsýn denenmesi ve emre

uyuyor mu uymuyor mu diye göstereceði tavrýn belirlenmesi olacaktýr. Müellifin bu noktayý zikretmesi gerekirdi. Çünkü takat üstü yükümlü­lük hakkýnda ileri sürülen abesle iþtigal þeklindeki itirazýn asýl cevabý bu nokta olmaktadýr.

[27] Bu cevabýn zayýflýðý ortadadýr. Çünkü akýllý kiþi, kendi nefsinin helakine sebep olacak birþeyin husulünü istemeyeceði gibi tahsilini de istemez. Burada verilecek en güzel cevap usûlcülerin dedikleri gibi olmalý ve bu emir sýðasýnýn hakikat anlamda olmadýðýný ve durumun taciz ve tehdid sîgalanndaki gibi olduðunu söylemek olmalýdýr.

[28] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/118-121

[29] Emrin belli bir kayýtla mukayyed olmasýndan, onun muayyen olmasý ge-

rekmez. Çünkü tayin, ancak hiçbir iþtirake meydan vermeyecek þekilde bizzat belirlemek suretiyle olur. Sadece belli bir kayýtla takyidde bulun­mak, meselâ satýþ akdinin emsal fiyatla yapýlmasý kaydý gibi, sözü edi­len bizzat belirleme mânâsýný ifade etmez. Bu durumda müellifin sözü doðru olur.

[30] Nihayetsiz cüz´îlerden biri ve Sâri´ tarafýndan da bir nass ile belirlenmemiþ olduðu halde onunla yükümlü tutmak, mükellefin gücünü aþan bir þeyle mükellef tutmak olur. Çünkü mükellefin, emri yerine getirebilmek için yükümlü tutulan o belli þeyi emsalleri arasýndan ayýracak ve onu belirleyecek birþeyi elde etmesi mümkün deðildir.

[31] Yani, ayný belli birþeyin emre muhatap herkes tarafýndan teker tek^r bizzat konulmuþ olmasý muhaldir. Çünkü A´nýn yapmakta olduðu cüz´î, B´nin yaptýðýndan farklýdýr; birbirinin ayný deðildir. C´ninki de öyle, D´ninki de Öyle...O zaman muayyen birþey ile yükümlü tutmak, muhal ile yükümlü tutmak olur. O muayyenin emre muhatap bütün mükellef­lere nisbetle ayný olmasýnýn lüzumuna gelince, çünkü o, kendisi ile mu­ayyen þeyin kastedildiði mutlak tek bir lafýzla hepsine yöneltilmiþ ve on­lardan istenilmiþ olmaktadýr.

[32] Ama mukayyedin de, mutlakýn altýna giren bir cüz´î olmasý ve ortaya ko­nulduðu zaman gerçekleþtirilmesi maksûd olan mutlakýn tahakkuk et­miþ olmasý açýsýndan bakýldýðýnda mukayyede de kasýt taalluk eder.

[33] Buhârî, Itk, 2 ; Ýbn Mâce, Itk, 4 ; Muvatta, Itk, 15.

[34] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/121-125

[35] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/125

[36] Bu Örneði hem cibillî motifin hem de güzel ahlâk anlayýþýnýn bir gereði olarak kabul etmiþtir. Bu pis ve iðrenç þeylerin yenmesi ve onlarýn ele yüze sürülmesi konusunda açýktýr. Ama sadece elbiseye meselâ sidik bulaþmasý gibi þeylere gelince bunlar güzel ahlâk anlayýþýna yönelik bir durum olmaktadýr.

[37] Bunu da aklý baþýnda kimselerin güzel âdetleri ile ilgili bir örnek olarak vermiþtir. Bunun üzerinde durulabilir ve kadýnlarýn, ailenin, çocuklarýn korunmasý cibillî motiflerden de sayýlabilir. Hatta biraz daha ileri gidi­lerek bu duygunun bütün canlýlarýn cibilliyetinde mevcut olduðu söyle­nebilir. Bazý insanlarda görülen gayret azlýðý, arýzî durumlarla ilgilidir. Sonra bu gayretsizliðin bir zaaf olduðunu, tümden bu duygudan soyut­lanmýþ olmadýðýný da söyleriz.

[38] Hýrsýzlýk ve riba gibi yollarla helâl olmayan þekilde insanlarýn mallarýný yemek gibi. Çünkü güzel ahlak anlayýþý her ne kadar hýrsýzýlýðm olma­masýný, baþkalarým canýna, malýna ve ýrzýna karþý tecavüzde bulunul­mamasýný gerektirirse de, ancak bu gibi yerlerde insan fýtratýnda güzel ahlâk anlayýþýnýn gereklerine karþý koyan ve bunlarda kendisine ait bir maslahat gördüðü için bunlarýn içine girmeyi isteyen bir duygu vardýr. O yüzden bu gibi yerlerde yasaðýn dozu artýrýlmýþtýr.

[39] Sâri´ Teâlâ´nýn, insanlann gereði doðrultusunda muamele etmeleri için koymuþ olduðu muamelât kaideleri hakkýnda, onlarýn insan fýtratýnýn ya da güzel ahlâk anlayýþýnýn bir gereði olduðu söylenemez. Bilakis bunlar, muamelât konusunda Yüce Allah´ýn koymuþ olduðu kýstaslardýr; Yüce Allah ezelî ilmi ile bunlarý, insanlar arasýnda adaleti yerleþtirece­ðini, zulmü bertaraf edeceðini, aldatmayý ortadan kaldýracaðýný, insan­lar arasýnda anlaþmazlýklarýn, çekiþmelerin Önünü alacaðýný bildiði için vaz´ etmiþtir. Çünkü insanlar hayatlarýnýn her safhasýnda, her türlü muamelelerinde bu kaideler içerisinde baþvuracak hakem konumunda kýstaslar bulacaklardýr.

[40] Hükümdarýn yalanýnýn, ihtiyarýn zinasýnýn sayýsýnýn, yoksulun böbürlen­mesinin keyfiyetinin belirlenmesi gibi

[41] Yani zâid olan bu vasýflar dikkate alýnarak normal zina cezasýnýn üzerin­de bir ceza getirilmemiþtir. Bunun yalan ve böbürlenme konusunda da geçerli olduðu ileri sürülebilir. Onlar hakkýnda da ne sayý bakýmýndan ne de keyfiyet bakýmýndan belli bir had konulmamýþtýr. Keza onlar hak­kýnda dünyevî bir ceza da verilmemiþtir. Dolayýsýyla misal zina hakkýn­da açýktýr; diðer ikisi hakkýnda deðildir. Þehvet bulunmaksýzýn haram olan þeylerin içerisine atýlma örnekleri de böyledir. Türkler þimdilerde kendilerini domuz eti yemeye atýyorlar. Ancak bunu domuza olan iþtiha-Iarýndan deðil, Mustafa Kemâl adýndaki liderlerinin, îslâmî emirlerin atýlmasý konusunda kendisine son derece baðlý olduklarýný, her konuda batýlýlaþmak istediklerini anlamasý için yapmaktadýrlar. Onlarýn domuz yemelerinin bir iþtihâ (þehvet) sonucu olmadýðý belli; çünkü bu kavim domuz yemeye alýþýk bir millet deðildi ve üstelik onlar geçen bir seneye kadar domuzdan nefret eder, onu iðrenç bulurlardý. Onlar bu konuda kör ve çok kötü bir taklidin peþindedirler. Çünkü onlar, batýlýlarýn domuzu ancak belli bir muayeneden ve bu hayvanýn kalýtým yoluyla ya da bulaþý­cý yollarla taþýyabileceði öldürücü mikroplardan uzak olduðunu kesin olarak Öðrenmedikçe yemediklerini bilmemektedirler....(N)

Nâþir´in bu notunu yerinde bulmuyoruz. Türk milletinin domuza karþý olan hassasiyeti hâlâ devam etmektedir. Genelde Arap âlemi Türk­lerin millet olarak ilhâdda bulunduðuna inanýrlar ve bunu çeþitli vesile­lerle ifade de ederler. Türk milleti çeþitli badireler atlatmýþtýr; ancak hiç­bir kimse onun maþerî vicdanýna, imanýna ipotek koyamamýþtýr ve koya­mayacaktýr da. (Ç)

Ynt: Emir Ve Nehiy By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:47:50
[42] Nisa 4/17.

[43] ´Genelde´ ifadesinin dýþýnda kalan hususlardan biri de meselâ gasbdýr. Bu insan tabiatýnýn meyledebileceði bir fiil olmakla birlikte hakkýnda belli bir had ve bedenî ceza konulmamýþtýr. Çünkü bundan sakýnmak ve gasbedilen þeyi mahkemeye baþ vurmak suretiyle geri almak kolayca mümkündür. Gasbeden kimse genelde, gasbettiði þeyin kendisine ait ol­duðunu iddia eder. Bu durumda hakkýn kime ait oîdduðunun mahkeme­de isbatmdan baþka bir yol kalmaz. Gasb hakkýnda gelen "Kim bir karýþ kadar bir yer gasbederse, yedi kat yer (yarýn kýyamette) boynuna dola­nýr..." þeklindeki ceza âhiret âlemi ile ilgilidir. Tabiî bu tür kimseler için dünyada hâkimin uygun göreceði ve gasbm önünü almaya matuf bir tazir cezasý da bulunmaktadýr.

[44] Meselâ yalnýz baþýna da olsa namaz halinde iken avret yerlerinin örtül-

mesi vaciptir. Bu durumda örtünme iyi âdet ve üstün ahlâk anlayýþýnýn bir tezahürü olmaktadýr. Avret yerlerinin eþler dýþýnda baþka insanlar­dan örtülmesi ise zarurî esaslarýn tamamlayýcý unsurlarýndan olmakta­dýr. Çünkü avret yerinin açýk olmasý þehveti tahrik eder ve zinaya bir kapý açar. Zinanýn haramlýðý ise zarurî esaslardan olmaktadýr.

[45] Dördüncü Nev´i, Üçüncü Mesele´de.

[46] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/125-130

[47] Bu emredilenlerin birçoðu birbiri aitma girse ya da birbirinin lâzýmý bir

sonucu olsa da bunlar kitap ve sünnet nasslarýnda emir þeklinde geldik­leri için burada ayn ayrý zikredilmiþlerdir. Yasaklarla ilgili olarak sayý­lanlar da ayný þekildedir.

[48] Hadiste acele edilmediði zaman dualarýn kabul edileceði belirtilmiþtir. Keza baþka bir hadiste de aceleciliðin þeytandan olduðu bildirilmiþtir.

[49] Çünkü böyle bir tavýr sabýrsýzlýðýn ve ALLAH´a itimadýn olmamasýnýn tabiî bir sonucudur.

[50] Yani nassda emredilen ya da yasaklanýlan þeyin hali ile baþka bir hal arasý ayrýlmaksýzm mutlak gelmesi halinde. Bu durumda nasslar tama­men kayýttan uzak bir þekilde gelmekte ve eðer þöyle olursa vacip, þöyle olursa, mendup, þöyle olursa, mekruh olur gibi bir açýklama içermemek­tedir. Aksine tam anlamýyla mutlak olarak gelmekte herhangi bir kayýt bulundurmamaktadýr. Talep konusu olan þeyin vacip mi, mendûp mu yoksa mubah mý, yasak ise haram mý hatta küfre götürecek birþey mi ol­duðunu belirtecek talebin kuvvetini gösterecek herhangi bir belirtiden uzak olmaktadýr. Yukanda yetmiþüç kadar sayýlan hasletlerde galip olan emir þekli böyledir. Doksanbir kadar sayýlan yasak konusu haslet­lerde de durum aynýdýr.

Burada þöyle bir itiraz ileri sürülebilir: ALLAH´a ibadette ortak koþ­mak, ALLAH´ýn rahmetinden ümit kesmek, AUa´ýn âyetleri ile istihzada bulunmak, ALLAH´ý unutmak ve daha baþkalarý gibi bazý yasak konulan vardýr ki, bunlar hep aynýdýr ve bunlarýn cüzileri biri diðerinden farklý­lýk göstermez. Çünkü bunlar hep bir derecededir ve o da küfürdür.

Cevap: Ýtiraz yerinde deðildir. Çünkü: Bunlar kendi aralarýnda farklý farklý olan þeylerdir. Meselâ þirk koþma hakkýnda gelen: "Ben ko­þulan ortaklar içerisinde ortaða en müstaðni olaným. Kim bir amel iþler ve amelinde bana bir baþkasýný ortak kýlarsa, onu þirki ile baþbaþa býra­kýrým" hadisini ele alalým. Burada sözü edilen ortak koþma, bazen riya yolu ile olabilir. Riya da þirkin bir nev´idir; ama küfrü gerektirmemekte­dir. Keza kalbin ALLAH´ýn emirlerini yerine getirme konusunda gaflet içe­risinde bulunmasý ALLAH´ý unutma olur ve bu bazen ALLAH´ýn âyetleri ile istihza þeklinde nitelenebilir. Bu þekliyle bu ikisi küfür derecesine ulaþ­mayan günahlardan olur. "ALLAH´ýn âyetlerini istihza konusu etmeyin´´ âyetinin tefsiri sýrasýnda bildirildiði üzere bu âyet, zevceye Önce talâk, sonra rücû, sonra talak, tekrar rücû... yolu ile zarar verme hakkýnda in­miþtir. Ayný þekilde diðer sayýlan hasletler hakkýnda da düþündüðün za­man onlarýn da müellifin belirttiði gibi olduðunu göreceksin.

[51] Daha önce geçti [bkz. 2/203],

[52] Nahl 16/90.

[53] Nahl 16/90.

[54] Yani bazen emir ve nehiyier mutlak olur ve ne büyük sevaplar vadeder ne de þiddetli azapla korkutma unsuru içerir; bazen de birþeyin yapýl­masýný isteyen emir sýðasý, en üst düzeyde tekid unsurlarý içererek, me­seleye gereken heybeti vererek gelir. Böylece mükellefin o konuda gev­þeklik göstermemesini temin amaçlanmýþ olur. Emrin sarih (açýk) olma­sý île sarih mânâsýnda olmasý arasýnda fark yoktur.

Örnekler: "Bana uyun ki ALLAH sizi sevsin." (3/31) ; "Kim nefsinin cimriliðinden korunursa, iþte onlar kurtuluþa erenlerdir." (59/9) ; "Eðer ALLAH´a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanýz, onu sizin için kat kat yapar ve sizi baðýþlar..." (64/17) ; "Kim ALLAH´a ve rasûlüne itaat ederse, ALLAH onu cennetlere sokar."; "Hiçbir sýðýr ve koyun sahibi yoktur ki onlarýn hakkýný vermesin de, kýyamet günü geldiðinde düz ve geniþ bir yerde onlarýn allýna serilerek, adý geçen hayvanlardan hiçbiri hariç kal­mamak ve içlerinde çarpýk boynuzlu, boynuzsuz, kýrýk boynuzlu bulun­mamak þartý ile onu boynuzlarý ile toslamasýn, týrnaklarý ile ezmesin..." (Buhârî, Zekât, 43 ; Müslim, Zekât, 24) hadisi ; ALLAH´ýn yarattýðý canlý­lara þefkat göstermeyi isteyen "Bir kadýn, baðlayýp hapsettiði bir kedi . yüzünden cehenneme girdi" (Müslim, Tevbe, 25 ; Birr, 125) hadîsi ve benzeri sayýlamayacak kadar çok olan emirler gibi.

Yasaklara Örnek olarak da þunlarý verebiliriz: "ALLAH´ýn rahmetin­den ümidinizi kesmeyiniz." (12/87) ; "Doðru yol kendisine apaçýk belli olduktan sonra, peygamberden ayrýlýp, inananlarýn yolundan baþkasýna uyan kimseyi, döndüðü yere döndürür ve onu cehenneme sokarýz." (4/115) ; "Mü´minler, mü´minleri býrakýp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa ALLAH katýnda bir deðeri yoktur..." (3/28) ; "Bana yalan isnadýnda bulunmayýn. Kim bile bile bana yalan isnadýnda bulunursa ateþe girer." (Buhârî, Ýlim, 38 ; Tirmizî, Ýlim, 8) ; pek þiddetli tehdit içe­ren riya hadisleri gibi.

[55] Burada þöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Bunun ortaya çýkabilmesi için þer´î delilde belirtilen iki gayenin tek bir haslete taalluk etmesi gerekir. Onunla ilgili emir büyük sevap vadiyle, zýddý olan þeyi yasaklayan talep de þiddetli azap haberiyle birlikte gelir. Bunun sonucunda o þeyin biri övülmüþ, diðeri de yerilmiþ olmak üzere iki ucu bulunur. Bu iki uç ara­sýnda ise mertebeler vardýr ve akýl onlarýn her iki uca olan yakýnlýk ya da uzaklýklarýna bakar ve onlarýn yerlerini belirler. Bu tüm emir ve ne­hiyier hakkýnda bidüziye (muttarit) olmayan bir husustur. Cevap: Ýtiraz yerinde deðildir. Çünkü durum bizim dediðimiz gibi­dir. Þöyle ki: Bir konuda sadece emrin gelmiþ olduðunu farzetmemiz halinde, yerilmiþ olan ikinci taraf ki nehiy tarafý oluyor her ne ka­dar hakkýnda özel bir delil olmasa bile onun delili, bizzat zýddýndan neh-yi gerektiren emir olmaktadýr. Aksi durumda da söylenecek söz aynýdýr. Kaldý ki bu, iki ucun anlamý hakkýnda burada lâzým da deðildir. Aksine murat, içerisinde vaad bulunan emri yerine getirmek suretiyle umut (recâ) gerektiren genel taraf ile bunun mukabili olan taraftýr; o da Al­lah´ýn gazabýndan genel anlamda korkmayý gerekli kýlan diðer genel ta­raf olmaktadýr.

[56] Hz. Ebû Bekir bu rivayete göre cehennem ehlini hatýrlamasý durumunda korku içerisine düþme meylindedir. Cennet ehlini hatýrladýðýnda ise, nefsi umuda kapýlmýyor ve aksine kusurlarýný zikrederek çalýþmasý ge­rektiðini ifade ediyor ve ümitvar olmuyor; her iki halde de korku maka­mýnda bulunuyor. Dolayýsýyla bu rivayette onun daha önce geçen mânâya uygun olarak iki uç arasýnda dönmekte olduðuna dair bir dela­let yoktur. Birazdan gelecek olan ikinci rivayette ise, mânâ arzedilen noktaya uygun düþmektedir. Öyle gözüküyor ki, birinci rivayet bizzat Hz. Ebû Bekir´in kendi halini ortaya koyuyor. Bilindiði gibi onda galip olan hal hep korku makamý idi. Ýkinci rivayette ise o, baþkalarýnýn dili ile konuþmuþ oluyor

[57] Nahl 16/90.

[58] Lokman 31/13.

[59] Nahl 16/116.

[60] En´âm 6/82.

[61] Lokman 31713.

[62] Lokman 31/13.

[63] Bu durumda âyet, "Onlarýn çoðu, ortak koþmadan ALLAH´a inanmaz­lar" (12/106) âyeti kabilinden olmuþ olur. Bu durumda "Ýmanýn þirkle karýþtýrýlmasý nasýl olabilir; halbuki iman þirkle bir arada bulunmaz " gibi bir soru sorulamaz. Âyetle ilgili sahabenin durumunda ve hadiste, bu tür sarih olmayan mutlak nehiy sýðalarýnýn, belli bir sýnýr belirleme­diði konusunda açýk delâlet vardýr. Ayet ve hadiste bu tür mutlak nehiy sýðalarý nehyin en üst mertebesinde olmaktadýr. Sahabe, bu tür nehyin diðer alt mertebelere de þâmil olduðu düþüncesine kapýlmýþtýr ve onlarýn bu düþünceleri Hz. Peygamber (s.a.) tarafýndan tashih edilmiþtir.

[64] bkz. Ýbn Kesir, 2/152-154 ; 3/444.

[65] Buhârî, îman, 24 ; Müslim, îmân, 107, 109.

[66] Münâfýkûn 63/1.

[67] Tevbe 9/75.

[68] Ahzâb 33/72.

[69] Hadisin kaynaðýný Kütübü Tis´a içerisinde bulamadýk.

[70] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/130-138

[71] Buharý, Savm, 49; Müslim, Ýmân, 199

[72] Cuma 62/9.

[73] Müslim, Sýyâm, 141.

[74] Buhârî, Savm, 48.

[75] Yani belirtilerin bir gereði olmak üzere. Ýkinci bakýþ açýsýný izah sýrasýnda bu birinci bakýþ açýsýnýn bu âyet ve hadislere tatbiki keyfiyeti daha iyi anlaþýlacaktýr.

[76] Enfâl 8/24.

[77] bkz.îbn Kesir, 2/297.

[78] Burada þöyle denilebilir: Bu âyet, namaz kýlan kimse üzerine konuþmamasýný gerekli kýlan "Gönülden boyun eðerek ALLAH için namaza durun" {2/238} âyetini tahsis etmiþ olmaktadýr. Bu itibarla Hz. Peygamber (s.a.) bu hadisi ile tahsise iþaret etmiþ ve kiþi namazda da olsa icabet âyetinin bir gereði olarak Rasûlullah´ýn çaðýrýþýna cevap verme­nin vacip olduðunu göstermiþ olmaktadýr. Dolayýsýyla bu hadiste müelli­fin amacýna uygun bir delâlet unsuru bulunmamaktadýr.

[79] Ebû Davud, 1/286.

[80] Buhârî, Meðâzî, 30 (5/50); Müslim, Cihâd, 69.

[81] Hz. Peygamberin (s.a.) azarlamamýþ olmasý her iki görüþün de doðru olduðunu göstermez. Çünkü içtihadýnda hata eden müctehid de azar ye­mesi bir tarafa bir sevap almaktadýr. Dolayýsýyla hadiste mücerred emir sýðasýna bakmanýn gereði þeklindeki müellifin amacým destekleye­cek bir unsur bulunmamaktadýr. Kaldý ki namazý normal vaktinden te­hir etmek suretiyle kýlmayanlar, gelen namazý kýlma yasaðýnda, Hz. Peygamber´in (s.a.) bildiði fakat hemen açýklamadýðý dînî ya da dünyevî bir maslahat bulunduðu düþüncesi ile kýlmamýþ olmalarý da mümkün­dür; dolayýsýyla mücerred emri emir olduðu için gozönünde bulundur­muþ olmayabilirler

[82] Cuma 62/9.

[83] Yani sözü edilen ve þer´î emir ve nehiylerin yönlendirilmesi konusunda hâkim konumda olacak þekilde maslahatý, emri ve nehyi anlamak için kýstas olarak kullanabileceðimiz, bir durum meydana gelmeyecektir.

[84] Çünkü biz genel olarak hikmeti kavrayabilsek de iþin künhüne nüfuz edemeyiz. Bizim ulaþabildiðimiz maslahatla ilgili bu yüzeysel bilgi de bir esas kabul edilecek özellikte deðildir. Dolayýsýyla sarih emir ve nehyi bir tarafa iterek bunun üzerine hüküm binasýnda bulunamayýz.

[85] Yani biz maslahatlarý icmâlî olarak bilebilsek de bu dahi her zaman için bidüziyelik arzetmez. Çoðu zaman ilk bakýþta maslahat zannettiðimiz þeylerin daha sonra karþýmýza çýkan baþka nasslann delaleti, ya da yeni tabiat kanunlarýnýn keþfi vb. gibi sebeplerle aslýnda hiç de öyle olmadý­ðýný anlamýþ oluruz. Bu durumda emir ya da nehiy için hikmet kesinkes tayin edilemeyeceðine göre, emir ya da nehiy kipinin zahirinin gereðin­den çýkarak kesinlik arzetmeyen maslahatlarý esas alarak onlarýn peþi­ne takýlmak doðru olmayacaktýr.

[86] Fukahâ, idrarýn doðrudan suya yapýlmasý ile bir kaba yapýlýp sonra suya dökülmesi arasýnda bir fark görmemektedir. Ancak Zaniriyye mezhebi "Sizden bîriniz durgun suya iþeyip de sonra onunla (ya da onda) abdest almasýn veya yýkanmasýn"hadisinin lafzýna yapýþarak farklý düþünmüþ­ler ve hatta suyun içerisine iþemek ile büyük abdest bozmayý bile farklý mütalaa etmiþler; birinciyi haram kýlarken ikincisini haram kýlmamýþ-lardýr. Nevevî, bunun onlardan nakledilen ve zahire yapýþma taassubu­nun en çirkin örneði olduðunu söyler. Onlarýn bu iki þey arasýný ayýrma­larý ve aralarýnda fark görmeleri, açýk þer´î maksatlardan yüzçevirmek olmaktadýr

[87] Tirmizî, Zekât, 4; Nesâî, Zekât, 5; Ýbn Mâce, 13.

[88] Buhârî, Savm, 49; Müslim, Ýmân, 199.

[89] Cuma 62/9.

[90] Müslim, Sýyâm, 141.

[91] Buhârî, Savm, 48.

[92] Dehr orucu yani sene boyu tutulan oruç istenmemiþ, buna mukabil onun yerini tutacak (bir gün oruç bir gün iftar þeklinde tutulan) Dâvûd orucu tavsiye edilmiþtir, (bkz. Müslim, Sýyâm, 190 vd.)

[93] Emir sýðasý için onalti tane mecazî anlam zikretmiþler ve ibâha ya da baþka bir mânânýn sýðanýn dýþýnda baþka bir yolla bilinmesinin gerekli­liðini bildirmiþlerdir. Böylece bu bilgi, emir sîgasmdan talebin dýþýnda baþka birþeyin kastedilmiþ olduðuna karine olacaktýr. Mâide 5/2

[94] Mâide 5/2. 89

[95] Cuma 62/10

[96] Çünkü biz,emir yada nehyi gerçekleþtirmek için gelmiþ olduðu maslahatlarý ihmal edecek olursak bu tavýr bizi emir yada nehyi sýnýrlarý belirleme konusunda tutarsýz kýlabilir.Çünkü o durumsadece emir yada nehyin sýðasýndan baþkabizi Þari in maksadýna ulaþtýracak bir rehberimiz olmaz.Siga ise maksadý belirleme açýsýndan her zaman için yeterli olmayabilir

[97] Çünkü o, yasaklanan visalin o þekliyle bir ibadet olduðunu kabulle on­larýn o tavýrlarýný tasvip etmiþ oldu. Halbuki eðer yasak zahiri üzere alýnacak olsaydý bu oruç bizatihi bir masiyet olurdu. Burada neshten de söz edilemez; çünkü ilk hüküm aslî þekli üzere devam etmektedir.

[98] Garar satýþý: Varlýðý (ya da sýfatý} hakkýnda bilinmezlik olan þeylerin satýþý olmaktadýr. Mülâmese, münâbeze, müzâbene gibi çeþitli þekilleri vardýr. Tarifleri daha önce geçmiþti.

[99] Panayýrlarda halka geçirmek suretiyle yapýlan ve bir çeþit kumar olan satýþlar gibi. (Ç)

[100] Hadis sarihleri garar satýþýndan iki þeyin istisna edileceðini söylerler:

a) Satýþ konusu olan þeyin içerisine tâbilik yolu ile girenler.

b) Ya deðersizliðinden ya da ayýrma ve belirleme meþakkatinden dola­yý müsamaha ile karþýlanan þeyler. Bu zikredilenlerin altýna giren ör­neklerden bazýlarý:þunlardir: Binanýn temelleri, memedeki süt, hayva­nýn karnýndaki cenin, cübbenin içerisine teðellenmiþ pamuk vb.

[101] Ceviz, badem gibi þeylerde aklý baþýnda insanlar için varlýk ya da yoklukla ilgili bilinmezlik yok deðil. Bu itibarla konu ile ilgili baþ vurulacak husus, hadis sarihlerinin belirtmiþ olduklarý bu gibi þeylerin meþakkat­ten dolayý âdeten müsamaha ile karþýlanmýþ olacaðý esasý olmalýdýr.

[102] Temelleri toprak altýnda bulunan evlerin, kavun gibi peyder pey üreyen þeylerin, tadý ancak kabuðunun kýrýlmasý suretiyle anlaþýlabilen ceviz, badem gibi þeylerin satýþlarýnýn caizliðine dair teþri döneminde sözlü, fiilî ya da takriri bir delilin bulunmamasý ve bunlarýn cevazlarýnýn mesâlih-i mürsele yoluyla garar nassýnm tahsisi sonucunda olmasý ger­çekten zak bir ihtimal olmaktadýr Kaldý ki þöyle de söylenebilir: Bunlar hakkýnda mesâlih-i mürseleden nasýl söz edebilirsiniz; çünkü yasaklayýcý nass bunlarý da içine almakta­dýr. Ancak burada "Hayýr, müellifin maksadý istihsândýr´ þeklinde bir izah getirilebilir. Ancak o zaman da döner ve þöyle sorarýz: Hz. Peygam­ber {s.a.) döneminde kavun çarþý ve pazarlarda açýkça satýlýp alýnmýyor muydu Zadu´I-Meâd´da yer alan bir rivayette belirtildiðine göre Hz. Peygamber (s.a.) kavunu (býttîh) taze hurma (rutab) ile birlikte yiyor ve: "Bunun harareti bunun soðukluðunu giderir" buyuruyordu..

[103] Bunlar cesaret ve hamakatte teþbih için kullanýlýr. (Ç)

[104] Bu ikisi misafiri çoktur, cömertlik ve kerem sahibidir anlamýnda kulla­nýlýr. (Ç)

[105] Bu sözle de ceylan gibi boynu uzun ve zarif demeyi kastederler. (Ç)

[106] Zilzâl99/7.

[107] Yunus 10/14.

[108] Mülk 67/2.

[109] Müzemmii 73/8.

[110] Zâriyât 51/56.

[111] Müzemmil 73/8.

[112] Bakara 2/183.

[113] Bakara 2/233.

[114] Nisa 4/141.

[115] Mâide 5/89.

[116] Hadîd 57/19.

[117] Yâsîn 36/19.

[118] Feth 48/17.

[119] Nisa 4/41.

[120] ÂI-i îmrân 3/134.

[121] En´âm 6/141.

[122] Zümer39/7.

[123] Meselâ yüzün tam olarak yýkanmýþ olabilmesi için baþýn bir kýsmýnýn yýkanmasýnýn zorunlu olmasý gibi. Çünkü âdeten yüzün tam olarak yý­kanmasý ancak baþýn da bir kýsmýnýn yýkanmasý ile mümkün olur. Þim­di baþýn sözü edilen bu kýsmýný yýkamak yüzün yýkanmasý hükmüne tâbi olarak vacip olur mu Yoksa olmaz mý Yoksa her ne kadar âdeten gerekli ise de þer´an vacip olmaz mý Þayet mükellef onu yapmadýðý za­man sadece yüzünü yýkamamasý dolayýsýyla mý günahkâr olur; yoksa hem yüzünü yýkamadýðý hem de o kýsmý yýkamadýðý için ayrýca günahkâr mý olur Bu konuda tercih edilen görüþe göre îbn Hâcib´in de dediði gibi vacibin tamamlanmasý için zorunlu olarak bulunmasý gereken þeyler þer´î bir þart olmadýkça þer´an vacip olmazlar. Aklî ya da âdý (âdete mebnî) þartlar ise muhtar olan görüþe göre tâbi olarak vacip olmazlar. Ortada sadece yüzün yýkanmasý vacibi vardýr. Bir görü­þe göre ise bu þartlarýn tümünün vacip olduðu, bir baþka görüþe göre de tümünün vacip olmadýðý söylenmiþtir. Bu ihtilâflar sebebler hakkýnda deðildir. Sebeblerin vücûbu hakkýnda icmâ bulunduðu nakledilmiþtir.

[124] Tercih edilen görüþe göre, emir, zýddýný nehiy deðildir hatta onu tazam-muýý da etmez.

[125] Görüþü birinci ciltte mubah bahsinde geçmiþti. (Ç)

[126] O yüzden de tâbi durumda olan sarih emir ve nehiylerin aksine bunla­rýn þer´î emir ya da nehiy olup olmadýklarý tartýþýlmýþtýr.

[127] Yani aslî maksatlarla tâbi maksatlarý ayýrmak esasý üzerine pek çok þer´î fýkhî mesâil bina oÝunur.

[128] Yani özellikle buradaki konumuza yani aslî ve tabî emir ve nehiyier bahsine uygun düþecek aslî ve tâbi maksatlarla ilgili bir mesele zikre­deceðiz ve bunun sonucunda aslî ve tâbi emir ve nehiyler konusunda diðer benzeri meselelerde hükme ulaþabilmek için elimizde bir kýstas oluþmuþ olacaktýr.

[129] Ve hâkim uygun göreceði bir ceza ile kendisini cezalandýrmak zorun­dadýr.

[130] Çünkü rakabenin gasbedilmesi durumunda ister istemez menfaatlere de el konulmuþ ve mâlikin onlardan istifade imkaný ortadan kaldýrýl­mýþ olacaktýr. Menfaatler üzerinde teaddînin olabilmesi için de mutla­ka rakabe üzerine el konulmasý ve mâlikle o malýn arasýna girilmesi gerekecektir. Bu itibarla bu ikisi arasýnda amelî olarak telâzum (biri­nin varlýðýndan diðerinin varlýðýnýn lâzým gelmesi hali) vardýr. Bu du­rumda gasb ile teaddî arasýný ancak gözetilen kasýt ayýrabilecektir. Bi­ri bunlardan hangisini aslî olarak kastederse diðeri ona tâbi olacaktýr. Tabiatýyla buna baðiý olarak da farklý hükümler alacaktýr.

[131] Ebû Dâvûd, Büyü, 71; Tirmizî, Büyü, 53; Nesâî, Büyü, 15; Ýbn Mâce, Ticârât, 43; Ahmed, 6/49.

[132] Yani gasbedilen þey, gasb ile gasb anýndan itibaren gasbedenin tazmin sorumluluðu altýna girmiþtir; dolayýsýyla bu sorumluluðuna karþýlýk olmak üzere bundan sonra onun semeresi kendisine ait olmalýdýr.

[133] Yani cuma vakti alýþ veriþ yapma sarih olarak yasaklanmýþ olmasa da sadece "ALLAH´ýn zikrine koþun" emri zýmnýnda tâbiyet yolu ile ifade edilmiþ olsaydý o zaman tam benzeri olurdu. Bu durumda rakabeye el koyma yasaðýna tâbi olan menfaatlerden istifade yasaðý üzerine cu­ma vakti alýþ veriþ yasaðýnda olduðu gibi nehyin hükmü terettüp et­meyecektir. Dolayýsýyla menfaatlerin kýymeti dikkate alýnmayacak ve onlar tazmin edilmeyecektir. Çünkü bu konuda mevcut olan nehiy aslî deðil tâbi durumdadýr. Cuma vakti alýþ veriþ yasaðýnda gördüðümüz gibi tâbi durumda olan nehiyler sarih dahi olsa bir hüküm ifade etme­diðine göre burada öncelikli olarak hüküm ifade etmeyecektir.

[134] Gasb tazmini ile teaddî tazmini arasýnda þu farklarýn bulunduðunu söylemiþlerdir:

1. Rakabenin semavî bir âfetten dolayý telef olmasý halinde gasbda tazmin vardýr; teaddîde ise yoktur.

2. Fiyatlarýn deðiþmesi gasb halinde dikkate alýnmazken teaddî halinde dikkate alýnýr ve en üst deðerinden tazmin eder. Hýrsýzlýkta da hüküm gasbda olduðu gibidir.

3. Gâsýbýn, gasbettiði þeyde meydana getirdiði az bir bozulma so­nucunda mâlik, dilerse gasbedilen malýn sadece kýymetini alýr; teaddî durumunda ise bizzat az kusurla ayýplanan mal ile aradaki noksan farkýný da ahr.

4. Gasbda, gasbedilen malýn kendiliðinden kusurlu hale gelmesi halinde, mal sahibi ya ayýplý haliyle onu olduðu gibi kabullenmek ya da gasb günündeki kýymetini almak arasýnda muhayyerdir ve maîý ge­ri almayý tercih ettiði takdirde ortaya çýkan kusur karþýlýðýnda her­hangi bir talepte bulunamaz.

Kiracýnýn, kiraladýðý hayvaný sahibinin rýzasý ve izni olmaksýzýn þart koþulan mesafeden ya da zamandan ya da yük miktarýndan daha fazla kullanmasý da hiç kuþkusuz teaddî þekillerinden olmaktadýr. Çünkü bunlarda asýl amaç menfaatin elde edilmesidir; rakabe ise tâbi durumundadýr.

[135] Çünkü malýn menfaatlerinden biri de onun kýymetidir. Dolayýsýyla en yüksek kýymeti onun menfaatleri içerisine dahildir. Bundan dolayý mutlaka onu tazmin eder; en yüksek fiyatýn ilk önce olup sonra ucuzla­masý, ya da önce ucuz iken sonra yükselmesi arasýnda fark yoktur. Ke­za kýymetin artmasý hakkýnda teaddîde bulunanýn bir katkýsýnýn olup olmamasý arasýnda da fark yoktur, öbür taraftan az çok her ne ürün vermiþse teaddide bulunan kimsenin onu da tazmin etmesi gerekmek­tedir.

[136] Yani bizzat teaddîde bulunanýn kusuru sonucunda telef olmasý halinde. Çünkü kendi kusuru sonucunda telef olmasý halinde gasb ile teaddî arasýnda bir fark bulunmamaktadýr

[137] Yani ne en yüksek fiyatýný ne de menfaatlerini.

[138] Yani iare alýrken ya da kiralarken ileri sürdüðü þarttan daha fazla faydalanmak cihetine giderse o zaman müteaddî olur ve kýymetini taz­min eder.

[139] Bu esas, tâbi durumda olan emir ve nehyin kesinlik arzetmeyeceðidir. Aslî kasýt ile kesinlik arzeden esas ise sabittir. Meþhur görüþe muhalif olan, görüþünü bu esasla baðdaþmayacak bir esas üzerine kurmamak­ta; aksine bu esasý zedelemeyecek olan baþka yaklaþýmlar (kaideler) üzerine bina etmektedir ve müellif bunlardan dört tanesini zikretmiþ­tir. Eðer bu kaideler sabit olmasaydý ve tâbi durumda olan emir de ke­sinlik arzetseydi o zaman bu ihtilaflarýn bir mesnedi olmazdý.

[140] Þâfiîler gibi.

[141] Yani bu durumda fiyatlarýn deðiþmesi dikkate alýnacak ve kiþi bu kýy­meti ortadan kaldýrmýþ durumda olacaðý için onu tazminle sorumlu bulunacaktýr.

[142] Ebû Dâvûd, Büyü, 71; Tirmizî, Büyü, 53; Nesâî, Büyü, 15; Ýbn Mâce,Ticârât, 43;Ahmed,6/49.

[143] Müellif burada koymuþ olduðu esasýn saðlama alýnmasý konusunda ih­tiyatlý davranýyor ve bazý fer´î meselelerin ona muhalif olmasý halinde esasýn zedelenmeyeceðini belirtmek istiyor. Çünkü bu muhalefetin, belki de baþka bir þer´î delile ki o istihsân oluyor riayet etmenin sonucu ortaya çýkmýþ olabileceðini söylüyor.

[144] Çünkü gasbedilmiþ yerde namaz kýlmak, o yerin bazý menfaatlerine el koymak demektir. Dolayýsýyla ilgili nehiy, yerin rakabesine el koyma yasaðýna tâbi durumdadýr. Bu haliyle yukarýda geçen sözlerin tamamý içindeki sýhhat ve butlan hakkýndaki ihtilafa esas olan dört yakla­þýmla birlikte bu konu için de geçerli olmaktadýr.

[145] . Yani muteber olanýn tâbi deðil metbû (kendisine tâbi olunan) olmasý açýsýndan iki mesele ayný noktaya çýkmaktadýr ve iki mesele arasýndaki müþterek nokta sadece bu kadardýr. Bunun ötesinde her iki mesele de birbirinden konu itibarýyla farklýdýr. Keza metbûa olan iti­bar da farklýdýr. Gelecek meselede tâbi þer´an ilga edilmiþ ve itibardan tamamen düþmüþtür; çünkü onun dikkate alýnmasý metbûun dikkate alýnmasý ile baðdaþmamaktadýr. Geçen meselede ise sadece hükmü ke­sinlik arzetmemekte ve destekleyici durumlarýn bulunmasý halinde dikkate alýnabilmekte, onun dikkate alýnmýþ olmasý metbûun dikkate alýnmasýný düþürmemektedir. Yeni meselede tâbi hakkýnda bir emir ya da nehyin taalluku söz konusu deðil iken, geçen meselede tabiye emir ve nehiy taalluk etmiþtir ancak bu kesin bir tarzda olmamýþtýr

[146] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/138-157

[147] Mubah da bu kýsma dahildir.

[148] Yani bu ikisinin bir araya gelmesi durumunda.

[149] Yani asîî kasýt ile tâbi kasýt arasýndaki fark ve ikincinin deðil de birin­cinin dikkate alýnmasý konusu. Bunun da açýklanmasý gasb ve teaddî üzerinde verilmiþti. Her ne kadar orada sözü edilen emir ya da nehiy sarih deðil ise de, tabiliðin sabit olmasý halinde aralarýnda fark yok­tur. Aslýnda bu delil bir giriþ mahiyetinde olup, bir usûl meselesinde yalnýz baþýna delil olabilecek halde deðildir. Kaldý ki meselede ihtilaf da bulunmaktadýr. Diðer deliller ise yerindedir.

[150] Yani nehiy sarih olmakla birlikte hükmün binasý için onun sarihliði üzerine iltifatta bulunmamýþ ve bu yönden namazýn bâtýllýðý hükmüne ulaþmamýþtýr. Bilakis görüþü alýþ veriþi býrakmanýn da aynen namaza koþma gibi bizatihi aslî kasýd ile maksûd olduðu esasý üzerine bina edilmiþtir.

[151] Yani konumuz sadece aklî ve farazî bir mesele deðildir; bilakis o misal­lerde olduðu gibi vakidir.

[152] Bu menfaatler akit sýrasýnda mevcut olmayabilirler ve hatta menfaat­lerin tabiî özellikleri sebebiyle onlar akit esnasýnda çoðu zaman mev­cut olmazlar. Bu ise baþlý basma düþünüldüðü zaman akde mani bir özelliktir. Ancak aslî maksada tabi olmasý hasebiyle metbûu ile birlik­te üzerine akit yapýlmasý caiz kabul edilmiþ ve nehiy ciheti itibara alýnmamýþtýr. Burada sözü edilen nehiy ciheti bu menfaatlerin içermiþ olduklarý bilinmezlik ve garar (yani bulunup bulunmama ihtimali) ol­maktadýr.

[153] Vakýa kölenin üzerine yapýlan mutlak akit onun menfaatleri için ol­maktadýr; mâlikin diðer mülkünde olduðu gibi onun zatý üzerinde her­hangi bir tasarruf yetkisi oktur.

[154] Kölenin zatý ve rakabesi üzerine yapýlan akit, onunla cinsî iliþkide bu­lunma ve þâir diðer menfaatlerini de efendiye mubah kýlmaktadýr. An­cak bu zata tâbi olmaktadýr. Eðer meselâ yapýlacak cinsî iliþki gibi sa­dece bu menfaatleri üzerine akit yapýlacak olsaydý bu mutlak surette imkansýz olurdu.

[155] Yani kölenin rakabesi üzerine akit yapmak sahihtir ve bu akit arka­sýndan içerisinde cinsel istifade de bulunan onun faydalarýný da kendi­sine tâbi kýlar. Ama tek baþýna bu menfaatler üzerine akit yapýlacak olsaydý bu caiz olmazdý. Hür bir kimsenin de menfaatleri üzerine akit yapýlabilir ve bu akit beraberinde onun rakabesinin de hizmeti satýn alan kimseye teslimini gerektirir. Halbuki hür bir kimsenin müstakil-len zatý üzerine herhangi bir akit yapýlamaz. Birinci misalde cinsel is­tifade, ikinci misalde de rakabe tâbi durumdadýr. Dolayýsýyla bunlar hakkýnda, tek baþlarýna akde konu olmalarý halinde söz konusu olan nehiy delili esas alýnmamaktadýr.

[156] Çünkü rakabe üzerine akit ona mâlikiyet demektir. Hür ise mülk altý­na girmez.

[157] Menfaatler de her ne kadar gerçek anlamda ALLAH´ýn mülkü dahilinde ise de, ancak Sâri´ Teâlâ onlarý uygun gelecek þekilde kullara temlik etmeyi amaçlamýþtýr.

[158] Ayný þey yenilecek, içilecek þeyler için de geçerlidir. Bunlann yenmesi

ve içilmesinden de maksat gýdalanmak ve kanmak gibi onlarýn fayda­lan olmaktadýr. Bunlar bizzat zatlarý için yenilip içilmezler. Ancak müellif kasdm zata deðil de onun menfaatine yönelik olduðunu çok açýk olarak ortaya koyacak þeyleri misal getirmeyi tercih etmiþ; yeme ve içme gibi durumu ilk bakýþta anlaþýtamayacak þeyleri misal olarak vermekten kaçýnmýþtýr. Tabiî onun buradaki asýl amacý probîemi güç­lendirmektir. O yüzden de amacýna en çabuk ulaþtýracak örnekleri seç­miþtir. ALLAH rahmet eylesin müellifimiz cedelde son derece ustadýr.

[159] Yani bu esasý isbat için zikretmiþ olduðu bütün meseleler, zatlarýn mülkiyete konu olabileceði ve menfaatlerinde ona tâbi olacaðý esasýndan hareketledir. Zatlar üzerinde mülkiyet ortadan kalkýnca geriye sadece menfaat mülkiyeti kalacaktýr. O zaman önce varlýk âleminde birbiri ile telâzum halinde bulunan ve biri metbû diðeri de tâbi durumunda olan iki þeyin varlýðýný ortaya koymalýsýn; ondan sonra da iddia ettiðin hük­mün sýhhatini ortaya koyacak deliller getirmeye çalýþmalýsýn. Senin bu yaptýðýn gerçeklerden uzak, varsayým üzerine varsayým kurmaktan öte bir þey deðildir. Böyle birþeyin ise, birinci ciltte Mukaddimeler bahsinde de geçtiði Üzere ilimle alâkasý yoktur.

[160] Yani þer´an mülk edinmeden amaç zatlar olsun. Birinci itiraz sadedinde reddettiði þeyi burada ilk plânda teslim etmiþ oluyor. Ancak makûdun aleyhin zatlar olduðu ya da olmadýðý konusunda orada birþey geçme­miþti. Orada söylenen þey doðrudan zatlarýn temellük edilemeyeceði þeklinde idi. Burada ise ifade edilen þudur: Biz zatlara yönelik mülk edinme kasdmý kabu! etsek bile, bu aslî kasýtla olmayacaktýr; çünkü bu sadece onlarýn menfaatlerinin elde edilmesi, onlara ulaþýlmasý için olacaktýr.

[161] Çünkü onun tasavvuru her konuda zatlarýn menfaatlere tâbi olacaðý

þeklindeki bâtýl bir sonuca götürmektedir. Bu itiraz noktasýný, icmali bir tenakuz þeklinde özetlemek mümkündür. Bundan sonraki itiraz ise zat ve menfaatin birbirinden ayrý olduðunu ve aralarýnda tâbilik iliþki­sinin bulunmadýðým ortaya koymaya yöneliktir.

[162] Buharý, Büyü, 90, Müsâkât, 17; Muvatta, Büyü, 9.

[163] Buhârî, Müsâkât, 17; Müslim, Büyü, 87.

[164] Makâsýd bölümü, Dördüncü Nev´i, Onbeþinci Mesele´de geçmiþti.

[165] Maslahatlarýn dikkate alýnmýþ olmasý âdetlerin dikkate alýnmýþ olmasýný gerektirecektir.

[166] Yani bu asýllardan akýllý insanlar için âdeten maksûd bulunan maksatlar.

[167] Çünkü Þâri´in kasdýnýn aklýselim sahibi insanlarýn maksatlarý ve örfle­ri doðrultusunda olmasý lâzýmdýr. Dolayýsýyla bunun gereði olarak on­larýn Þâri´ce maksûd olmalarý, kaide gereðince de maksûd olmamalarý gerekecektir. Bu ise bir çeliþkidir.

[168] Yani "Zatlar ancak ALLAH´ýn mülkiyetine girebilir; çünkü onlarýn yara­týcýsý ve varlýklarýnýn idame ettiricisi O´dur, Onlar insanlarýn mülkiye­tine ise girmez" þeklindeki kaide.

[169] Yani Eþ´arî mezhebine göre. Çünkü kul, kendisine nisbet edilen fiiller­den hiçbirisininin yaratýcýsý deðildir.

[170] Meselâ suyun içilmesi, menfaat demek olan kanmanýn sebebi, topraðý ekmek de bitmenin sebebi olmaktadýr. Bitme, aslýnda bizatihi menfaat olmayýp yakýn ya da uzak menfaate götüren bir yoldur. Kesb sebebiyle bize zayýf bir nisbetle nisbet edilen fiiller menfaatler olmamakta, bila­kis yakýn ya da uzak onlara götüren yollar olmaktadýr. O zaman iþ þu­na varýyor: Bizim kudretimiz dahilinde olmamasý bakýmýndan menfa­atler ile zatlar arasýnda bir fark yoktur. Onlara olan malikiyetimiz de ne hakîkî ne de kesbî bir mâlikiyet deðildir. Siz menfaatlerin bize olan nisbetini kabul ediyorsunuz. O zaman onlarla ayný durumda olan ve aralarýnda fark bulunmayan zatlarýn her iki durumda da bize uygun olacak biçimde bize olan nisbetini de kabul etmelisiniz.

[171] Bu kaydý þunun için getirmiþtir: Eðer bir zarurî ya da hâcînin tamam­layýcýsý durumunda olsaydý, o zaman itlaf fiili matlûp hal alýr mübah-hktan çýkardý ve itlaf hükmü o takdirde, itlaf edenin mülkünde olma þartýna da baðlý kalmazdý ve iddiasýna delil olmaktan çýkardý Meselâ ahaliye zarar vermesinden korkulan bir þedde açýlan gediðin onarýlma­sý lazým geldiðinde bir baþkasýnýn duvarýný yýkmak ve enkazý ile o ge­diði tamir etmek durumunda olduðu gibi.

[172] Deliller bölümünün baþýnda.

[173] Yani rakabe bulunmaksýzýn tek baþýna menfaate mâlik olmaya.

[174] Yani hakkýnda gerekli olan yeterli bilginin dýþýnda aranan diðer þart­larýn da tam olarak bulunmasý suretiyle

[175] Yani zatlara yönelik olan nazar küllî deðerlendirme olmakta ve küllî olan hem tabiatý itibarýyla, hem aklen, hem de þer´an öne alýnmakta­dýr, þeklindeki açýklamayý kastediyor.

[176] Bu þer´î bir misaldir ve her ne kadar konumuzla ilgisi olmasa da aslýn, tâbilerine herhangi bir yönden uyabileceði sonucunu ortaya koymasý bakýmýndan buraya alýnmýþtýr

[177] bkz. Muvatta, Büyü, 5 (2/616).

[178] Yani bütün asýllar ve onlarýn uzantýlarý arasýnda tâbilik mevcuttur.

Hatta hadiste geçen aðacýn meyvesi ve köienin malt konusunda da du­rum farklý deðildir. Hadisin, tâbi olanýn metbûdan ayrýldýðýna delil olarak kullanýlmasý yerinde deðildir; bilakis hadis tâbilik konusunu desteklemektedir.

[179] Buna raðmen mevcut olmayan bu menfaat yüzünden Fiyat yükselmekte

ve noksanlaþmaktadýr. Dikkat edilecek olursa, âdeten meyve verdiði bilinen bir aðaç, her ne kadar þu anda meyvesi olmasa bile, genelde meyve vermediði bilinen benzeri bir aðaca göre daha fazla para etmek­tedir. Þu halde menfaatler maksûddur ve bilfiil mevcut olmasa bile menfaatler sebebiyle aslýn fiyatý yükselmekte veya düþmektedir.

[180] Bu iki misalde her ne kadar menfaatler müstakil deðilse de çünkü

bunlar zat için birer sýfat olmaktadýrlar ancak her iki misalde de ilim ve yazý ile faydalanýlmak için bir ön hazýrlýk mevcut bulunmakta­dýr. Dolayýsýyla bu iki örnek de birazdan gelecek olan fasýlda ele alýna­cak üçüncü kýsýmdan olmaktadýr. Konu ise birinci kýsýmla ilgili idi. Gerçi buna bir mani yoktur; çünkü birinci ile üçüncü kýsmýn hükümle­rinin genelde ayný olduklarýný göreceksin. Müellifin maksadý, menfaatlerin asýldan baðýmsýz olarak bulunmamalarýna raðmen onla­ra yönelik kasdýn bulunacaðýný isbat etmektir. Bu her iki misalde de açýktýr. Çünkü her ikisinde de menfaat, zât için birer sýfat olmaktadýr. Eðer bizim belirttiðimiz meyve vermesi mutat olan aðacý örnek olarak verseydi, o zaman konuya daha uygun olurdu.

[181] Yani, "Sana bu aðacý meydana gelecek menfaatleri ile birlikte sattým" demekle, menfaatlerden hiç söz etmeden, "Sana þu aðacý sattým" de­mek arasýnda hiçbir fark yoktur. Üçüncü kýsýmda ise, menfaatler asýldan tamamen ayrý müstakil birþey olarak dikkate alýnmaktadýr ve her kýsýmla ilgili özel hüküm bulunmaktadýr.

[182] Yani olgunlaþmadan ve aðaca ihtiyacýsona ermeden önceki haliyle meyve.

[183] Yani asýl meselede de ortaya konulduðu üzere birbirleri ile telâzum halinde bulunan iki þey hakkýnda nasýl ki ayný anda her ikisine de emir ya da nehiy taalluk etmiyor ve itibar asýl durumunda olana olu­yor idiyse burada da durum ayný olur. Ancak iki tarafýn birbirini tart­masý durumuyla ilgili olmak üzere bir nokta daha var: O da câiha ve sulama külfeti gibi deðerlendirme ve ictihad neticesinde ulaþýlan farklý sonuçlara göre hükmü de farklý olan hususlardýr. Müellif bundan son­ra gelecek izahlarý ile bu noktaya temas edecektir.

[184] Bu bir önceki fasýlda bulunan birinci kýsým olmaktadýr. Bir kimse bir konak ya da arazi kiralasa ve orada meyvesi henüz (çiçek halinden) kurtulmamýþ aðaç da bulunsa ve meyvenin deðeri tüm ücretin üçtebi-ri ya da daha az miktarda olsa, kira müddeti de meyvenin olacaðý belli bir süreye kadar olsa ve aylýk halinde olmasa, aðaç için oraya girmek suretiyle kiracýdan baþkasýnýn konaða ya da araziye girmemesinin te­mini de amaç olsa, bu durumda meyveli aðacýn da icâre içerisine so­kulmasý caiz olacaktýr. Çünkü kiymeti üçtebir ya da daha az olunca, bu durumda asýl olana ki konak ya da arazi olmakta­dýr tâbi ve dolayýsýyla caiz olmaktadýr. Her ne kadar henüz çiçek ha­linden kurtulmamýþ meyvenin yalnýz baþýna satýlmasý caiz deðilse de, tâbilik hükmü gereðince cevaz hükmünü almaktadýr. Bu durumda, he­nüz kurtulmamýþ meyvenin aslýna tâbi olarak satýn alýnmasý muamle-si görmekte ve kira caiz olmaktadýr.

[185] Sedd-i zerâi, mefsedetlerin uzaklaþtýrýlmasýnýn öne alýnmasý, dayanýþ­ma kaidesi gibi.

[186] Namaz kýlanlar tarafýndan imamlýk için bir kimsenin ücretle tutulma­sý mekruh olmaktadýr. Vakýf tarafýndan icâre ile tutulmasý ise iane ka­bilinden sayýlmaktadýr. Ýbn Arfa, farz namazlara imamlýk için yapýlan icârenin, eðer ezana tâbi olmak suretiyle yapýlýrsa caiz olacaðýný söyle­miþtir. Benzeri bir hüküm mescidin hizmetini görme konusu hakkýnda da öncelikli olarak sabit olacaktýr. Çünkü mescidin hizmetlerini görme meþakkati, imamet meþakkatinden daha aðýrdýr ve caiz olan birþeye tâbi olmak suretiyle icra edilince o da caiz olmaktadýr. Ezan okuma ve mescidin hizmetini görme karþýlýðýnda icâre akdinin caiz olduðu bili­nen bir husustur. Nitekim Hz. Ömer, ezan karþýlýðýnda ücret vermek­teydi. Ancak Ýbn Hâcib, Hz. Ömer´in bunu, diðer emir ve kadýlar için olduðu gibi beytülmâldan onlara bir atiyye (maaþ) olmak üzere verdi­ðini söylemiþtir. Kadý ve benzerlerinin, davalarýna baktýðý kimselerden ücret almalarý ise caiz deðildir.

[187] Yani, aðaçsýz olan kýsmýn kirasý, aðaçlarýn meyvesi ile birlikte bütün kiranýn üçtebiri ya da daha azý olmasý halinde buna cevaz verilecektir. Tabiî tohumun emek sahibi tarafýndan olmasý, keza emeðin tamamen yine ona ait olmasý þartlarý bulunmaktadýr. Ayný þekilde aðaçsýz ký­sýmdan kendisine tahsis ettiði kýsmýn, müsâkâtta kendisi için þart koþ­tuðu aðaç oranýnda olmasý da gerekecektir. Eðer orada üçtebir þart koþmuþsa, burada da üçtebir; dörttebir þart koþmuþsa burada da dört-tebir olacaktýr. Böylece aðaçsýz olan o kýsmýn, aðaçlara tâbiliði tahak­kuk etmiþ olacaktýr. Ayný durum ekin ekmek suretiyle akdedilen müsâkat ortaklýðýnda tarlada aðaç bulunmasý halinde de geçerlidir. Eðer bu aðaçlarýn kýymeti üçtebir ya da daha az bir nisbette ise ekine tâbi olarak bunlar da müsâkât akdi içerisine girecektir. Bu durumlar­da hüküm metbû durumda olana ait olacak ve bu hüküm tabiye de si­rayet edecektir. Her ne kadar tek baþýna ele alýndýðý zaman hüküm farklý olsa da zira ekin ortaklýðý ile aðaç ortaklýklarý hüküm baký­mýndan farklýdýr tâbilik yoluyla aslýn hükmünü alacaktýr.

[188] Paranýn (altýn ve gümüþ) yine para karþýlýðýnda satýlmasý. Her iki be­delin de peþin olmasý, kendi cinsi ile satýlmasý durumunda her iki tara­fýn da eþit olmasý gibi normal satýþ akitierinde aranan þartlara ilave özel þartlarý vardýr, bkz. Hidâye, 3/81 vd. (Ç)

[189] Bey, yani satýþ akdi ile sarf akdinin bir arada bulunmasý haramdýr. Çünkü bunlar sonuç itibarýyla birbirleri ile baðdaþmayacak þeylerdir.

1 Zira satýþ akdinde veresiye vermek, muhayyerlik tanýmak gibi þeyler caiz iken sarf akdinde bunlar caiz deðildir. Ancak bunlardan birinin az olmasý halinde sarf ile satýþ akdinin bir arada bulunmasýna cevaz verilmiþtir. Tek bir dinar ile yapýlmasý halinde olduðu gibi. Meselâ bir kimsenin bir dinar ile bir koyun ile beþ dirhem satýn almasý durumun­da bu caiz olmaktadýr. Keza on elbise ve on dirhemi onbir dinar karþý­lýðýnda bir dinarýn yirmi dirhem olmasý halinde - satýn almasý da caiz olmaktadýr. Bu durumda sarf, bey, (satýþ) akdine tâbi kýlýnýr ve bu tâbilik hükmü ile satýþ akdine ait cevaz hükmünü alýr.

[190] Eðer biz fiyattaki ziyadenin tafsîl üzere mal için olduðunu kabul ede­cek olursak, o zaman satýcýdan malýn kýymeti dýþýnda kalan bedeli is­ter. Eðer biz tafsil üzere mala yönelik bir kasýt bulunmadýðýný kabul edecek olursak, o zaman müþteri satýcýdan belirlenen fiyatýn tamamýný ister ve sözü edilen malýn fiyattan bir karþýlýðý olmuþ olmaz.

[191] Yani, mülkiyet sanki istihkakýn ortaya çýktýðý andan itibaren baþlamýþ gibi olmakta ve ortaya çýkan hak sahibinin mülkiyeti ancak o andan itibaren yeniden baþlamakta; hakkýn kendisine ait olduðunun tesbiti anýndan itibaren geriye doðru hasýl olan menfaat ve ürünlerine mâlik olmamaktadýr.

[192] Eðer yapýlan bu süs kýlýç ya da mushaf süsü gibi caiz türden ise, bu durumda böyle birþeyi altýn ya da gümüþ ile satýn almak caiz olmakta­dýr. Tabiî bu, þu þartlara baðlýdýr: Süsün sökülmesi durumunda zarar ya da tazmin söz konusu olacaktýr, makûdun aleyh peþin olacaktýr. Bu þartlarýn bulunmasý zarurîdir. Süsün tâbi durumda olmasý, süs made­ninin kendi cinsiyle ya da baþka cins para ile satýlmýþ olup olmamasý arasýnda fark yoktur. Ayný cinsten bir para iîe satýlmasý halinde bir þart daha ilave edilecektir: O da süsün satýlan eþyanýn üçtebiri ya da daha azý kadar olmalý ve tâbi durumunda bulunmalýdýr. Müellifin kas­tettiði de budur.

[193] Meselâ þu örneði hatýrlayabiliriz: Abdestsiz bir kimsenin mushafý taþý­masý halinde, eðer mushaf taþýdýðý eþyalarýna tâbi durumda ise caiz ol­maktadýr. Daha baþka Örnekler de vardýr.

[194] Makûdun aleyhte aranan þartlardan birisi de þer´an kendisi ile fayda­lanýlabilir olmasýdýr. Bu þart ile yemesi haram olan hayvan gibi þeyle­rin akit konusu yapýlamayacaðýný ifade etmiþ olmaktadýrlar. Bu konu aslýnda açýktýr. Ancak bir önceki mesele ile alakasý nedir Öyle anlaþý­lýyor ki üçüncü kýsýmda anlattýklarý burada anlatacaklarý için bir giriþ ve Ön hazýrlýk mahiyetindedir.

[195] Birinci nev´ide beþinci meselede. Orada da belirtildiði üzere yeryüzün­de mevcut bulunan hiçbir þey mahza mefsedet ya da mahza maslahat deðildir. Mutlaka birine diðerinin katkýsý bulunmaktadýr. Bunlardan hangisi galip ise o tarafýn hükmünü almakta ve o þey maslahat ya da mefsedet olmaktadýr.

[196] Zira daha önce de belirtildiði üzere mahza maslahat olan hiçbir þey yoktur. Her bir maslahat tâbi durumda da olsa mutlaka bir yönden mefsedet içermektedir. Eðer tâbi yönü dikkate alýnacak olsaydý o za­man yeryüzünde hiçbir þeyi mülk edinmek, onlar üzerinde herhangi bir akitte bulunmak mümkün olmayacaktý.

[197] Çünkü bu tâbilik yönünün de dikkate alýnmasý halinde son derece bü­yük güçlükler ve sýkýntýlar ortaya çýkacaktýr. Hatta bazen mübadele zarurî mertebesinde bulunacak ve onun meninden zarurî olan bir prensibin ihlali gibi bir netice doðacaktýr.

[198] Cariye satýn almak, meselâ hizmet için ya da odalýk olarak kullanmak için örfen ve âdeten aslî kasýtla istenilen birþeydir. Ancak cariyenin fu­huþ yaptýrmak için satýn alýnmasý amacý, cariye alýmýnda aslî bir kasýt olmayýp sonradan ortaya çýkmýþ olmaktadýr. Bunun aksi, asaleten ha­ram olan menfaatler için de söylenebilir: Çünkü meselâ þarap satýn almakta asýl olan amaç, onu haram olan bir þekilde içmektir. Sirke yapma amacý ise, onu satýn almada aslî kasýt olmayýp sonradan ortaya çýkmýþ olmaktadýr.

[199] Av ya da bekçi köpeðinin beslenmesinin caiz olduðu konusunda ittifak bulunmakla birlikte satýmý konusunda ihtilaf etmiþlerdir. Bazýlarý bu­na cevaz vermiþler ve hadiste gelen yasaðý av ya da bekçilik için olma­yan köpeðin parasýna yormuþlardýr. Bunlar içerdiði maslahata baka­rak, sonradan ortaya çýkan kasdý metbû, diðerini de tâbi saymýþlardýr. Bazýlarý da hadisteki yasaðý genelleþtirerek köpek satýmýný mutlak su­rette men etmiþlerdir. Bunlar gâlib olaný metbû (asýl) yapmýþ ve ona itibar etmiþ olmaktadýrlar. Köpek alýmýnda gâlîb olan kasýt da, bekçi­lik ya da avcýlýk kasdýnm bulunmamasý þeklindedir. Her ne kadar bu hususta galip olan, memleketlere ve onlarýn Örflerine göre deðiþiyorsa da burada þimdi o, örnek durumundadýr; çünkü onda Örfen ve aslî ka­sýt itibarýyla asýl olan haramhktýr; ancak alýcý sonradan ortaya çýkan bir baþka kasýt gütmekte ve bu kasdý önceden mevcut olan ya da onun gibi olan birþey kýlmaktadýr. Bu durum da onun aslî haramhktan he­lalliðe çýkmasýný gerektirmektedir. Bu durumda müellifin " tabiî bu köpek satýn almanýn yasak olduðu görüþünde olanlara göredir " sözü yerine "cevaz verenlerin görüþüne göredir" demesi gerekirdi. Çünkü biz eðer av köpeðinin satýþýný yasaklayanlarýn görüþü doðrultusunda hareket edecek olursak, o takdirde tâbi´i her ne kadar husûsî bir suretle kendisine yönelik bir kasýt bulundurulmuþ olsa da ilga etmiþ olacaðýz ve bu durumda da birinci gruba dönmüþ olacaðýz. Bu hafimiz­le biz, konumuz olan sonradan ortaya çýkmýþ kasdý dikkate almýþ ol­mayacaðýz

[200] Bu konuda üç görüþ þeklinde ihtilaf bulunmaktadýr: a) Caizdir, b) Mut­lak surette caiz deðildir, c) Topraðýn ýslah zarureti dolayýsýyla caizdir.

[201] Nisa 4/23.

[202] Bakara 2/188.

[203] Nisa 4/10.

[204] [1/289] da geçmiþti.

[205] Müslim, Müsâkât, 68 ; Nesâî, Büyü, 90 ; Muvatta, Eþribe, 12.

[206] Hadisin bu kýsmýný içyaðýn haramlýðýný bildiren hadisin devamý olarak Ebû Davud (3/280) ve Ahmed rivayet etmiþtir.

[207] Bu konuda Sebebler bahsinin onüçüncü meselesi sonundaki fasla bakýnýz.

[208] Dolayýsýyla hüküm olduðu gibi hela] ya da haram olarak kalacaktýr.

[209] Tâbi olduðuna bakýlmaksýzýn mücerred kasdýn yasak olan þeye yönelme­si esasýna mebnidir.

[210] Yani tek bir akit içerisinde bir akdin baþka bir akde eklenmesi þeklin­de. Meselâ bey´ (satým) ve selef (Sana þunu, bana þu kadar borç ver­men þartý ile þu kadar fiyata sattým ve benzeri þekillerde yapýlan akit) sonucunu doðuracak akit gibi. Halil ve sarihler þöyle demiþlerdir: "Bu Mâlik´e göre töhmet sebebiyle þedden li´z-zerî´a (yasak olan birþeye gö­türecek yolu kapamýþ olmak için) menedilmiþtir. Çünkü þer´an mene-dilmiþ birþeye yönelik bir kasýt bulundurmasý zanný vardýr. Bununla insanlarýn yasak olan ribaya ulaþma kasýtlarý çok olmaktadýr" Meselâ bir malý veresiye ona satýp, peþin beþe geri almak gibi. Mâlik´e göre de­mesi, bu tür zýmnî olan bey´ ve selef uygulamalarý için söz konusudur. Yoksa açýktan yapýlan bey´ ve selefin yasakhðý konusunda ihtilâf yok­tur.

[211] Bu durumda aslî maksada ters olmasý esas alýnmakta ve tâbi durum­da olan maksadýn çok olup olmamasýna bakýhnamaktadýr. Ýki akit me­selesinde asýl olan bunlarýn birbirinden ayrý ayrý olmalarýdýr. Ancak burada, iki akdin bir araya gelmesi halinde asýl olan, kasdm yasak olan þeye yönelmiþ olmasýdýr, þeklinde bir iddia ileri sürülebilir.

[212] Yani bu durumda düþmesi bir tarafa, kendisine bir talep dahi taalluk etmiþ olmayacaktýr.

[213] Yani tâbi durumda olan, altýn ve gümüþün, kullanmasý kendisine he­lal olmayan kiþi için iþlenmesi; asýl ise, altýn ve gümüþün mülk edinil­mesi midir Yoksa bunun aksi midir Birinci duruma göre alýþ ve satýþ caizdir. Ýkinciye göre ise caiz deðildir.

[214] Yani, haram olan menfaatlerin dýþýnda kalanýnýn fiyatý hakkýnda bi­linmezlik kaçýnýlmaz olacaktýr. Bu onun yasaklýðým gösteren üçüncü bir yön olur

[215] Yani yasak olan birþey için caiz olan birþeyle yardýmlaþma ki bu þer´an yasaklanmýþ olmaktadýr. Yani tâbilik kaidesi ile tearuz halinde bulu­nan daha baþka pek çok esas bulununca, tâbilik yönünün dikkate alýn­masý hususu ilga edilmiþtir. Nitekim müellif buna ikinci faslýn baþýnda "baþka bir esas ile tearuz halinde olmadýkça" diye iþarette bulunmuþ­tur.

[216] Çünkü iki taraftan biri diðeri için tâbi durumda deðildir. Aksine tak­dir edilen durumda olduðu gibi kasýt her birine yönelik bulunmakta­dýr. Üzüm alma ve benzeri durumlarda ise böyle deðildir.

[217] Belki de metin "Çünkü..." þeklinde olmalýdýr.

[218] Bu mukadder bir suale cevap olmaktadýr: Soru þu: Bu usûl kaideleri­nin bir gereði olmak üzere, bu grubun yasaklýðý üzerinde âlimlerin itti­fak etmeleri gerekirdi. Oysa ki onlar ihtilaf etmiþlerdir Müellif bu so-Yuya: "Bilakis onlar yasaklýðýnda ve haramlýðmda ittifak etmiþlerdir; ihtilaf ancak bedel almanýn fasit ya da sahih olup olmayacaðý konu­sundadýr" diye cevap vermektedir. Bilindiði üzere birþeyin haram ol­duðunu söylemek, o þeyin fesadýna hükmetmeyi gerektirmez. Þâfîîler ve Mâlikîler sýhhate delalet eden bir delil bulunmadýðý zaman fâsid olur, ister delil bitiþik olsun ister ayrý olsun derler. Hanefi´lere göre ise, bazý suretlerine nisbetle konu hakkýnda ihtilaf vardýr.

[219] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/157-183

[220] Cuma 62/10.

[221] Ayný durum maddelerin bir arada bulunmalarý halinde de söz konusu­dur. Meselâ ayrý ayrý alýndýðý zaman bir zararý olmayan iki sývý, birbi­rine karýþtýrýldýðý zaman öldürücü zehir olabilmektedir. (Ç)

[222] Daha önce geçti [1/276].

[223] Buhâri, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33.

[224] Ahmed 1/288.

[225] Buhâri, Savm, 5, 14 ; Müslim, Sýyâm, 21.

[226] Hz. Peygamber (s.a.) þöyle buyurmuþtur: "Ýki günde oruç tutulmaz: Fýtýr bayramý günü, kurban bayramý günü" (Müslim, Sýyâm, 140.)

[227] Daha önce geçti [1/275].

[228] Ancak birleþme halinde tek baþýna ikenki özelliðinin yok olmasý, cüz­lerin özelliklerini kaybettirmez. Bu Özelliðin giderilmiþ olmasý, cüzle­rin müstakil olarak ele alýnmamalarý ve onlara uygun hüküm verilme­mesi sonucunu ortaya koymaz.

[229] Câbir (r.a.) þöyle rivayet etmiþtir: Hz. Peygamber fs.a.) kuru üzüm ile kuru hurmanýn birlikte; koruk hurma ile kuru hurmayý birlikte karýþ­týrmayý yasakladý ve: "Kuru üzüm ile kuru hurmayý birlikte þýra (nebiz) yapmayýn; yaþ hurma ile koruk hurmayý birlikte þýrayapmayýn" huyurdu. (Müslim, Eþribe, 23, 24 ; Nesâî, Eþribe, 6,11).

[230] Ebû Eyyûb (r.a.) þöyle der: Hz. Peygamber´i (s.a.) þöyle buyururken iþittim: " Kim anne ile çocuðu arasýný ayýrýrsa, Allak da kýya­met gününde onunla sevdikleri arasýný ayýrýr" (Tirmizî, Büyü, 53 ; Ýbn Mâce, Ticârât, 46).

[231] Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ali´ye (r.a.) kendisine hibe etmiþ olduðu iki kardeþ köle çocuktan birini sattýðýnda: "Onu geri al! Onu geri al!" bu­yurmuþlardýr. (Tirmizî, Büyü, 52 ; Dârimî, Büyü, 40 ; Ahmed, 6/400).

[232] Yani daha önce getirilen, iki emredilmiþ þeyin ya da emredilmiþ þey ile nehyedilmiþ þeyin birleþtirilmesi gibi kayýtlar dikkate alýnmaksý­zýn. Çünkü müslümanlar arasýnda beraberliði isteyen emir hakkýnda, sözü edilen kýsýmlardan biridir demek mümkün deðildir.

[233] Yani her iki kýzkardeþin bir arada nikah altýnda bulunmalarý halinde, zevcede aranýlacak menfaatler her ikisinde de mevcuttur. Ancak ya­sak, birleþme anýnda ortaya çýkan ilave bir sebepten dolayý ki bura­da akrabalýk baðlarýnýn kesilmesi olmaktadýr gelmiþtir.

[234] Yani el, el olma, baþ da, baþ olma özelliðini... yitirecek ve bütün organ­lar tek baþ özelliði ya da tek el olma Özelliði göstererek birleþecek olsa­lardý, o zaman insan denilen heyet-i mecmua ortaya çýkmazdý.

[235] Aksine bu içtimâ halinde mündemiç bulunan insan fertlerinden her biri, bu hallerinde þâir özelliklerini korumaktadýr. Nitekim bu durum gayet açýktýr.

[236] Yani acaba içtimâ halinin etkisine mi bakýlýr Yoksa infirad halinin etkisinin devamýna mý hükmedilir Ýþte bu hususta ictihad ve deðer­lendirme yapma durumunda olan insanlar için iki yaklaþým bulun­maktadýr: Bunlardan birincisi içtimâ halinin etkisi üzerine kurulu­dur. Diðeri ise, cüzlerin beraberlik halinde Özelliklerini korumuþ ol­duklarý esasýna mebnîdir.

[237] Aslýnda, metbû durumda olanýn haram olan cüz olduðu ifade edilme­miþtir. Aksine mefsedeti gerektiren haram olan cüz ile diðerinden mey­dana gelen heyet-i mecmuadýr. Nehiy ise mefsedete dayanmaktadýr.

[238] Sayfa [3/190].

[239] Geriye onun zikretmiþ bulunduðu mefsedetin defi, sedd-i zerîa ve daya­nýþma kaidelerine karþý cevap vermesi kalmýþtýr. Müctehidin, insan be­deni ile organlar arasýnda bulunan iliþki benzetmesinden hareketle haddizatýnda sabit bulunmayan infirad halinin tesiri ve cüzlerin özel­liklerinin içtimâ halinde de devam ettiði kaidesi karþýsýnda, bu üç önemli usûl kaidesini görmemezlikten gelmesi kolay deðildir.

[240] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/183-188

[241] Doðrusu bey´ (satýþ) olmaktadýr.

[242] Burada mubahýn, vacip ve mendup üzere atfedilmesi ancak meselenin baþýnda belirttiði ýstýlah üzere olmaktadýr.

[243] Meselâ abdest ve gusülde, hadesi giderme niyeti yanýnda serinlemek, temizlenmek ve duyularý uyarmak amacý bulundurmak; oruç tutarken farziyeti yerine getirme yanýnda ayný zamanda perhiz yapmýþ olmak; hacda sýhhatli olma amacý gütmek ve benzeri kasýt konusunda ibadet­lere tâbi durumunda olan diðer þeylerde olduðu gibi. Bu gibi durum­larda ibadetin ihlas mertebesinden çýkýp çýkmayacaðý konusunda îb-nu´1-Arabî ile Gazzâlî arasýnda görüþ ayrýlýðý bulunmaktadýr. Ibnu´l-Arabi´ye göre her iki kasdý birbirinden ayrý olarak ele almak mümkün­dür. Gazzâlî´ye göre ise her iki kasdýn da ayrý ayrý ele alýnmasý müm­kün ise de varlýk bakýmýndan mücerred bir arada bulunmalarý dikkate alýnýr. Bu konuda Makâsýd bölümünün Dördüncü Nev´inin Altýncý Me­selesine bakýnýz.

Az önce de geçtiði üzere birinin diðerine tâbi olmasý durumunda, hükümleri birbiri ile baðdaþmayacak bir halde de bulunsa tek bir di­narda satýþ ve sarf akitlerinin birleþmesinde olduðu gibi bu durum tâbi ilga edileceði için zarar vermemekte idi. Müellifin tâbi hakkýndaki sözü, zikredilen bu satýþ ve sarf þekli üzerine yorulacak olursa, o za­man ifade açýklýk kazanmýþ olacak ve hem daha önce geçen hem de bi­razdan gelecek olan ve hakkýnda ihtilaf bulunan abdest alýrken serin­lemek kastým da bulundurma ve benzeri konulara ters düþmüþ olma­yacaktýr. Bu durumda müellifin buradaki "tâbi durumda deðilse" þek­lindeki sözünün, muamelât konusunda olsa bile zikri geçen þekle benzer konulara hamledilmesi taayyün edecektir. Konu ise ibadetler­le içtimâ halinde olan þeyler hakkýndadýr.

[244] Meselâ namazýný cemaatle birlikte iade etmek isteyen bir kimsenin, bu namazla hem farza hem de nafileye niyet etmiþ olmasý gibi. Bu kiþi bu fiiliyle hükümleri itibarýyla birbiriyle baðdaþmayan iki þeyi bir arada toplamýþ olmaktadýr. Zira farz ile nafilenin hükümleri çok fark­lýdýr. Meselâ, farzý terkeden kimse günahkâr olur, nafileyi terk eden günahkâr olmaz; farzý cemaatle kýlmak sünnettir, nafile ise böyle deðildir; farz için kamet yapýlýr, nafile için yapýlmaz; farzda gücü yeten kimse için kýyamda durmak farzdýr, nafile içinse bu gerekli deðildir... Ayný þekilde öðle namazýnýn farzýna durup ayný namazla öðlenin ilk ya da son sünnetini de kýlmýþ olmaya niyet etmek de böyledir. Çünkü bu durumda, o namazýn önceki mi, sonrski mi, yoksa aradaki mi sayýlacaðý konusunda açýk bir baðdaþmazlýk vardýr. Bu yüzden hiçbir kimse böyle bir namazý caiz görmemiþtir. Ancak Öðle namazýna ve bu arada tahiyye-tu´1-mescid (mescidi selamlama) namazýna niyet edecek olursa, âlimler onun bu niyeti ile sevap alacaðýný ve kendisinden tahiyye talebinin düþ­müþ olacaðýný söylemiþlerdir. Niyet etmemesi halinde ise tahiyyenin düþeceði fakat sevap alamayacaðýný ifade etmiþlerdir. Üzerinde Rama­zan orucunun kazasý bulunan bir kimsenin onunla birlikte Aþurâ, eyyâm-ý bîz (dolunay günleri) ve Arafe günü oruçlarý gibi nafile oruçla­ra birlikte niyet edebileceðini söylemiþlerdir. Vakýa nafile, þartlarý ve kendisinden istenilen þeyler bakýmýndan farzdan daha esnek bir mahi­yet arzetmektedir. Dolayýsýyla, aralarýnda baðdaþmazlýk olmaksýzýn farz ile birlikte bir arada bulunabilmeleri mümkündür. Tabiî bu, zik­retmiþ olduðumuz iki durumda olduðu gibi baðdaþmazlýðý doðuracak bir baþka engelin bulunmadýðý zaman söz konusu olacaktýr. Farz ile birlikte tahiyyetü´I-mescide de niyet edilebileceði konusunda herhangi bir ihtilaf görmedim.

[245] Çünkü bu iki ibadetten biri belli bir vaktin, diðeri de baþka bir vaktin olmasý hasebiyle birbirleri ile baðdaþmayacak durumdadýrlar.

[246] Nitekim Eþheb, bir arada olan satýþ ve sarfýn haram olmayacaðýný söy­lemiþ, ve Ýmam Mâlik´in böyle bir görüþü olduðunu kabul etmemiþtir. Eþheb bu görüþünde her iki akdi de ayrý ayrý ele almýþ ve onlarýn caiz olduklarýný söylemiþtir. Ýmam Mâlik´in haram kýldýðý þey, her birinin yanýnda baþka mal olmasý halinde altýnýn altýnla mübadele edilmesidir, demiþtir. Ýbn Arfe, her ne kadar meþhur olanýn hilafýna bir izah ise de bunun daha yerinde olduðunu söylemiþtir.

[247] Belirli olmayan bir iþ karþýlýðýnda verilen ücret. Meselâ: Kiþinin "Kayýp devemi bulup getirene þu kadar ücret (ödül) vereceðim" demesi gibi. (Ç)

[248] Yasak olan ayný akit içerisinde tahýldan bir kýsmýnýn ölçülerek bir kýs­mýnýn da götürü usûlü ile belirlenmiþ olmasý þekline mahsustur. Ancak meselâ tahýlý ölçü ile, yeri de götürü usûlü ile belirlemek þeklinde bir akit içerisinde satacak olsa bunda bir sakýnca olmamaktadýr.

[249] Kesinlik kazanmasý konusunda þartlarý en dar tutulan akit, sarf ol­maktadýr

[250] Sarf akdi; cins, sayý, tartý gibi konularda taraflardan birinin tasdiki yolu ile olmamakta, bunlarýn bizzat tahakkuk etmesi istenmektedir.

[251] Çünkü cu´l akitle baðlayýcý olmamaktadýr. Satýþ akdi ise muhayyer­lik hakký tanýnmadýðý zaman böyle deðildir ve baðlayýcýdýr.

[252] Dolayýsýyla her ikisinin bir akit içerisinde bir arada bulunmasý caiz de­ðildir. Ancak mezhepte bilinen, hükmün böyle olmadýðýdýr. Halil, satýþ akdi ile birlikte akdedilen icârenin fasit olmadýðýný açýkça ifade etmiþ­tir. Sarihler de ayný þekilde, satýþ akdi ile icâre hükümleri arasýnda baðdaþmazlýk bulunmadýðý için, icârenin fasit olmayacaðýný söylemiþ­lerdir. Ýcârenin bizzat satýþ akdinin konusu olan mal (mebî) ile ilgili olup olmamasý arasýnda da fark görmemiþlerdir. Ancak mebî dý­þýnda baþka bir malýn icâresi durumunda herhangi bir þart aranmaz­ken, bizzat mebînin icâresi durumunda ilave þartlar ileri sürmüþlerdir.

[253] Hac sýrasýnda ticarette bulunmanýn caiz olduðu konusunda bizzat Kur´ân´da izin bulunmaktadýr. "(Hacda) Rabbinizden refah istemenizde bir günah yoktur" (2/198) Gerçi Ebû Müslim bu konuda muhalefet et­miþ ve hac esnasýnda ticaretin yasak olduðunu söylemiþ ve âyetteki ce­vaz hükmünün hac menasikinin tamamlanmasýndan sonra olduðunu söylemiþse de, çoðunluk ulemânýn kabulleri daha doðrudur ve bu konu­daki mevcut sahih haberler onun görüþünün isabetli olmadýðýný ortaya koymaktadýr. Kaldý ki âyetin iniþ sebebi de onun isabetsiz olduðunu or­taya koymaktadýr.

[254] Anlaþmazlýða ve nizaya sebep olan bilinmezlik akitleri ifsat eder.

[255] Sermayeleri, mallarýný almak için verdikleri paralardan oluþur.

[256] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/193-196

[257] Buradaki emir sözcüðü, geçen iki meseledeki ýstýlah üzere olmayýp ha­kiki anlamýndadýr.

[258] Tafsilattan maksat, meselâ namazda kýraat, zikir gibi parçalandýr.

[259] Namazýn rükû ve secdelerini uzatmak, huþulu olmak gibi.

[260] Namazýn bir bütün olarak ele alýnmasý noktasýndan hareketle öðle na­mazý, teheccüd namazý, vitir namazý... gibi.

[261] Hadesten taharet: Abdestsizlik ve cünüplük halinden annma. (Ç)

[262] Necasetten taharet: Maddî pisliklerden arýnma. (Ç)

[263] Bu ikisi niteliðe yönelik talebe örnektir. Tür ve oranlarýn belirlenmesi örnekleri de bütünün cüzüne yönelik talebe ait örneklerdir.

[264] Zekâtýn, altýn ve gümüþ, ticaret mallarý, ekinler ve otlak hayvanlarýn­dan verileceðinin belirlenmesi gibi. Keza kýrkta bir, ya da onda bir þeklinde oranlarýn belirlenmesi gibi. Bütün bunlar "Zekâtý verin" genel emrine tâbi taleplerdir.

[265] Oruçlunun karýsý ile kucaklaþarak yatmasý, onunla oynaþmasý, aðzýný ve burnunu yýkamada mübalaða etmesi gibi. Çünkü bütün bunlar oru­cun bozulmasýna götürebilecek hareketlerdir. Hadiste belirtildiði üzere hacamat yapanýn ve yaptýranýn durumu da böyledir.

[266] Örneklerin tamamý, orucun kemâl sýfatlan ile ilgilidir.

[267] Hürriyet ve müslümanlýk gibi þartlarda denkliðin aranmasý gibi. Meselâ, köleye karþýlýk hür, kâfire karþýlýk müslüman Öldürülmez. Adaletin ve denkliðin aranmasý zarûriyyâttan olan kýsas talebinin ta­mamlayýcý unsurlarýdýr.

[268] Alýþ veriþle ilgili örnekler, onu tamamlayýcý mahiyette niteliðe yönelik taleplerdir. Ancak þöyle denilebilir: Alýþ veriþ mübâh olan tasarruflar­dandýr; bu dört talep ise, hükmi vaciplik ve rnendupluk arasýnda

þen emirlerdir. Bu durumda kon ýyla ilgisi nasýl olabilir Bu itiraza þöyle cevap verilebilir: Alýþ veriþ daha önce de geçtiði gibi kül olarak ele alýndýðý zaman- zarûriyyât ya da bâciyyâttan olmaktadýr. Þu halde o, hem zatý itibarýyla hem de tevâbii itibarýyla matlûp olmakta ve kendisine yönelik emirler bulunmaktadýr. Kaldý ki mubah olan þeyler, her ne kadar cüz itibarýyla mubah iseler de kül iti­barýyla vacip idiler.

[269] Yani bu durumda vaziyet aksinedir. Ýki emrin gelmesi meselesinde, emir tâbi olana ancak, asýlla ilgili olan emre müsteniden gelebiliyordu. Öyle ki, aslý dikkate almaksýzýn tabiye yönelik bu emirlerin varlýðý ta­savvur edilmiyordu. Zekât emri olacak ki, onun miktarýndan bahseden emirden bahsedilebilsin. Emir ve nehyin gelmesi ise farklý. Çünkü meselâ nehyin tabiye yönelik olmasý, ancak aslý dikkate almama duru­munda söz konusu olacaktýr. Hatta öyle ki eðer asla bakýlacak olsa, nehiy düþmekte ve mülðâ olmaktadýr. Bu haddi zatýnda açýktýr. Ancak söz, bu meselenin amelî faydasý hakkýndadýr. Hiç þüphe yok ki, biraz­dan zikredeceði ittihaddan maksat, emirlerin geldiði yer hakkýndaki ittihaddýr. Þu mânâda ki, tafsilat ve niteliklere yönelik talep, bu nite­liklerin dikkate alýnmasý açýsýndan bütün üzerine yöneliktir. Her ne kadar bu, niteliklerle ilgili emir için asýlla ilgili emir üzerine ek yeni bir etki meydana gelmemesini gerektirmiyorsa da bu böyledir. Hatta bazen, tâbi unsurun dikkate alýnmasý sonucunda varid olan emir, biz­zat asýlla ilgili olan emirden daha kuvvetli olabilmektedir. Meselâ alýþ veriþe nisbetle ölçü ve tartýnýn tam yapýlmasý gibi. Bazen de bunun ak­si olur; sahurun tehiri emrinde olduðu gibi. Bazen de bu tafsilin aslî bir cüz ya da þart gibi, bütünün varlýðý için gerekli olduðunu beyan için gelmiþ olabilir. Onüçüncü meselede konu ile ilgili daha geniþ açýk­lama gelecektir ve orada meselemizin büyük ve amelî bir faydasýný gö­receksin. Müellif ona burada son paragrafta çok kýsa olarak iþaret et­mekle yetinmiþtir. Yani zarûriyyât bir bütün olarak ele alýnmaktadýr; asýl ve metbû olan odur. Onun dýþýnda kalan hâcî ve tahsînî þeyler ise kimi tekit edici, kimi tekit etmeyici tâbi durumda olan tafsilatlardýr.

[270] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/193-196

[271] Muvatta, Hudûd, 12. Ýmam Gazzâlî, Ýhyâ´da rivayet etmiþtir. el-Irâkî, Hâkim´in þu þekilde tahric ettiðini söyler: "ALLAH´ýn yasakladýðý bu pis­liklerden kaçýnýn. Kim bunlardan birini iþleyecek olursa, ALLAH´ýn örtü­sü ile örtünsün" Ýsnadý hasendir.

[272] Nisa 4/17

[273] Konu üzerinde daha fazla düþünme gereði vardýr. Çünkü meselâ iþle­nen bir kötülüðün ardýndan derhal bir iyilik yapýlmasý emrinde, kötü­lük ile iyilik hem zaman hem de iþleme bakýmýndan birbirinden ayrý­dýr. Sanki bu emirde þöyle denmiþ gibidir: "Þayet senden bir kötülük sadýr olursa, senden istenen þey, yapacaðýn bir iyilikle onu telafi etme­ye çalýþman olacaktýr" Bu durumda söz konusu olan tek bir taleptir, ilk iki örnek ise böyle deðildir. Çünkü onlarda nehyin bütüne, emrin de tabiye yönelik olduðu açýktýr.

[274] Kaynaðý bulunamamýþtýr.

[275] Nehyin haramhk için olmasý durumunda, Özellikle ibadetler konusun­da ya da hem ibadetlerde hem de sair konularda taalluk ettiði þeyin fe­sadýný gerektirir mi Bizzat fiilin kendisine taalluk edilen nehiy ile fiil­le birlikte zorunlu olarak bulunan ya da böyle bir zorunluluk bulun­mayan bir vasfa taalluku arasýnda ayýrým var mý gibi konular bunlar­dandýr. Bunlarýn hepsinde görüþ ayrýlýklarý vardýr,

[276] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/196-197

[277] Bu mesele onbirinci mesele ile irtibatlýdýr ve aralarýnda asýl ile fer´in iliþkisi vardýr. Bu mesele ona dayandýrýlmýþtýr.

[278] Ýtibara alýnmamasý açýktýr. Çünkü nehiy tâbi hakkýnda gelmiþtir. Meselâ henüz olgunlaþmadan önce meyvanm satýlmasý örneðinde ol­duðu gibi. Asla tâbi olarak satýlmasý durumunda nehiy ilga edilmiþ ol­maktadýr.

[279] Az önce dipnotta yaptýðýmýz açýklamada bunun her zaman için bidüzi-yelik arzetmediðini, bazen alýþ veriþ ve bunlar hakkýnda varid Olan ölçü ve tartýnýn tam olarak yapýlmasý talebinde olduðu gibi tâbi hakkýnda bulunan talebin asýlla ilgili olan talepten daha güçlü olabile­ceðine iþaret etmiþtik. Araþtýrma neticesinde þeriatta buna dair pek çok örnekler bulabilirsin. Meselâ namazýn nafile olmasýna raðmen rü­künlerinin farz oluþu gibi. Müellif de meselenin sonuna koyduðu ku­ralda buna iþaret edecektir.

Ynt: Emir Ve Nehiy By: ayten Date: 29 Eylül 2010, 00:50:11
[280] Bu akitler, aslýnda caiz olmamasý gerekirken insanlarýn bunlara ihti­yacý gözönünde bulundurularak genel kuraldan istisna yoluyla mubah kýlýnmýþ olan akitlerdir. Çünkü karzda, bedelin geciktirilmesi (nesîe) anlamý vardýr ve bu yasaklanan ribâ mânâsýna gelir. Selem akdi, mev­cut olmayan malýn satýlmasýdýr; kural olarak madûmun satýþý caiz de­ðildir. Müsâkâtta ise bilinmezlik vardýr; bilinmezlik ise akdi bozar. Þu halde bunlar hakkýnda varid olan talep, güç bakýmýndan þer"î bir asla ters düþmeyen ve istisna yoluyla caiz kýlýnmayan bir mubahtan istifa­de talebi kadar güçlü deðildir.

[281] Terki durumunda güçlük bulunan bir durumla, takat üstü yükümlü­lük ortaya çýkan durumlar da kuvvet bakýmýndan farklýdýr. Meselâ ba­zý hallerde teyemmümü terketmekle, çaresiz durumunda kalan kimse­nin murdar hayvan eti yemeyi terketmesi arasýnda kuvvet bakýmýn­dan fark vardýr. Çünkü çaresiz kalan kimse, yemediði takdirde helak olacaðýndan korkarsa, kendisine onu yemesi vacip olmaktadýr, böyle bir anda sabretmesi ve ölmesi istenilecek olursa bu bir takat üstü yü­kümlülük halini alýr,

[282] Cumhur ulemânýn görüþü, emirin vücûb ifade ettiði þeklindedir. Râzî, doðrusunun da bu olduðunu söylemiþtir. Ebû Hâþim ve Mutezilenin tamamý emrin, menduplukta hakikat olduðu görüþündedirler el-Eþ´arî ve el-Kâdî, emrin vücûb için mi yoksa mendupluk için mi konuldu­ðu konusunda tevakkuf (çekimserlik) etmiþlerdir. Bu ikisinin tevakkuf­larýnýn, emrin mânâsý bilinemez anlamýnda olduðu da söylenmiþtir. Muhtemeldir ki emir, bu ikisi ve onun için zikredilen diðer tehdid, tek­vin, ta´cîz... gibi anlamlarýnda müþterektir. Bazýlarý vücûb ve mendup­luk arasýnda müþterek olduðunu, bazýsý da buna mübahhðýn da dahil ol­duðunu söylemiþlerdir. Bir kýsmý da emrin, mübahlýk için olduðunu söy­lemiþlerdir. Her bir görüþün usûl kitaplarýnda serdedilen delilleri vardýr.

[283] Yani, mezkûr zarurî onsuz var olmaya devam ediyor ve o tabiin yok ol­masýyla zarurî de yok olmuyor mu Meselâ, misvak kullanýlmadan ya da bir sünneti iþlenmeden kýlman namaz gibi. Böyle bir namaza, bu haliyle de þer´an namaz denilmektedir.

[284] Yani, talebin gücü konusunda asýla yönelik olandan daha zayýftýr deni­len kýsým iþte bu kýsýmdýr. Aslýn rüknü kabul edilen ve onsuz aslýn varlý­ðýný sürdüremediði kýsým hakkýnda ise böyle denilemez

[285] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/197-199

[286] Burada tevabi" sözünden maksat daha hususî bir mânâ olup "Burada tevabi´, asýllarýn (metbû) belli bir þekil üzere edasý anlamýnadýr" þeklindeki müellifin sözünde açýklanmaktadýr. Yani emredilen þeyin altýna giren cüz´îlerden biri anlamýna olmayýp, emredilen þeyin ifa edi­lebileceði þekiller anlammadýr.

[287] Mutlak iafzýn gereði, o lâfzýn aitma giren cüz´îlerden herhangi birinin gerçekleþtirilmesidir. Ýllâ da belli bir cüz´înin ifasýnýn kastedilebilmesi için, o lafýzdan onun kastedildiðine dair ayrý bir delilin bulunmasý ge­rekir.

[288] Bu tür kayýtlara itibar etme durumunda iþ zorlaþýr ve emredilen þey neredeyse doðru dürüst yapýlamaz hale gelir. Abdesti hep kuyu suyun­dan alma tekeîlüfiine girme örneðinde olduðu gibi iþ zorlaþýr. Üstelik, Þâri´in teþrî´deki kasdýna muhalefet etmiþ ve meþru olmayan birþeyi þeriatýn gereði saymýþ olacaðý için sevabýný da yitirir.

[289] Birazdan Ýbn Rüþd´ün sözünde kayýtlanacaktýr.

[290] Buharý, Edeb, 70; Müslim, Cvraý´a, 43; Ýbn Mâce, Mukaddime, 7.

[291] Böyle bir kayda itibar etme durumunda iþ zorlaþýr ve neredeyse doðru dürüst kýyam yapýlamaz hale gelir. Dolayýsýyla böylesine bir külfet ge­tiren bir þekle riayete çalýþmak, hakkýnda delil olmayan bir bid´attir

[292] Müslim, Müsâfirin, 59; Ýbn Mâce, Ýkâmet, 33.

Hadiste, namazdan çýkarken saða selâm vererek çýkmak kastedil-memektedir. Kiþinin namazýný bitirdikten sonra, kýldýðý yerin sað tara­fýndan ayrýlmasý gerektiðine inanmasý ve buna hep riayet etmesi Þey­tana ayrýlmýþ bir pay sayýlmýþtýr. Çünkü bu dinden olmayan, serî bir delile dayanmayan bir kuruntu ve bid´attir. Her bid´at ise sapýklýktýr.

[293] Nasýl olur Namazda saða sola bakmayý þiddetle yasaklayan bir çok hadis vardýr. Bütün mezhepler de bunun mekruh olduðunu benimse­miþlerdir.

[294] Ýmam Mâlik´in rivayetine göre Hz. Ömer, içlerinde Amr b. el-As´m da bulunduðu bir kafile ile umreye çýkmýþtý. Hz. Ömer ihtilam oldu. Sa­bah çok yakýndý. Kafilede de su yoktu. Hz. Ömer bineðine bindi ve su­yun yanma gitti ve ihtilam eseri_olarak gördüðü þeyleri yýkadý. Bu ara­da ortalýk aydýnlandý. Amr b. el-Âs´m kendisine: "Beraberimizde elbise­ler var. Býrak elbisen yýkansýn" demesi üzerine yukarýdaki sözünü söy­ledi. (Muvatta, Taharet, 83.)

[295] Üçüncü Fasýl, Üçüncü Mesele´de ele alýnmýþtýr.

[296] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/199-203

[297] Ýster mubahlardan, ister menduplardan ister vaciplerden olsun, farket-memektedir. Nitekim müellif ileride buna iþaret edecektir.

[298] Ýleride buna nefsin ve bedenin ferahlamasý sonucunu da içeren mûsikîyi örnek verecektir. Ferahlama, hayýr ve ibadet için zindelik ve­rici bir haldir... Sâri´, musikîyi doðrudan kastetmiþ deðildir; bilakis içermiþ olduðu hayra yardýmcý olan ferahlýk vermesi açýsýndan kastet­miþ olmaktadýr. Bu durumda mûsikîye olan kasýt tâbilik yoluyla ol­maktadýr.

[299] Ýleride izahý geleceði üzere, ikinci kasda intikal etse bile aslî kasýt ile olan ilgisi var olmaya devam eder

[300] Nahl 16/72.

[301] Bakara 2/243.

[302] Nahl 16/14.

[303] Saffât 37/96.

[304] Yani, kiþi meþru yolu üzere gider ve onu sýnýrlarý içerisinde kullanýrsa, hayýr elbetteki hayýrdan baþka birþey getirmez. Ancak sýnýrlarýndan çýkar ve meþru olmayan þekil üzere kullanmaya baþlarsa kiþiyi mefse-detlere götürür. Ancak bu hayrýn bizzat kendi tabiatýndan deðildir; onun kullanýlýþý yönündendir. Nitekim hadis buna iþaret etmektedir. Þöyle ki: Bahar güzel birþeydir; insanýn ve hayvanýn hayatý ona baðlý­dýr. Buna raðmen hayvan onun bitirici özelliðinin sonucu olarak orta­ya çýkan öldürücü otlardan yiyebilir ve bunun sonucunda ölür ya da ölüme çok yaklaþýr. Bu sonuç baharýn kusuru deðil, bizzat o hayvanýn fiili sonucunda olan birþeydir. Eðer yediði ot, hayvanýn bünyesine za­rarlý ise, bu o hayvanýn kendisi için faydalý olaný býrakýp zararlý olaný­ný yemesindendir. Eðer yediði haddizatýnda zararlý deðil, fakat doðan zarar ihtiyacý olan miktardan fazla yediði için olmuþsa, o zaman örnek son derece açýk olacaktýr. Hadis Buhâri´nin ve Müslim´in bir rivayetin­de "Baharýn bitirdiði otlardan bazýsý vardýr ki..." þeklinde, Müslim´in diðer rivayetlerinde ise: "Baharýn bitirdiði her ot..." þeklindedir. Ýkinci rivayete göre, "ihtiyacý olan miktardan fazlasýný yemesi halinde" þeklin­de anlamak gerekecektir. Ancak kendi ihtiyacý olan kadarýný yemesi halinde zararý olmayacaktýr.

[305] Daha önce geçti [1/113].

[306] "Yapýlmasý istenilen" ifadesinden maksat izin verilen demektir. Nite­kim onsekizinci meselede gelecek olan sedd-i zerâi´in tarifi bu þekilde anlamayý gerektirmektedir.

[307] Bakara 2/104.

[308] En´âm 6/108.

[309] Mükellefin, o yükümlülüðü gereði þekilde yapmasýna engel olabilecek Ölçüde meþakkat içeriyorsa o zaman, terki istenilen þekle dönüþecektir.

[310] Daha önce geçti [1/321].

[311] Hûd 11/7.

[312] Mülk 67/2.

[313] Muhammed 47/31.

[314] Amme 79/6 vd.

[315] Nahl 16/10.

[316] Bakara 2/26.

[317] Bakara 2/2.

[318] Lokman 31/3.

[319] Biri, dünyanýn kuruluþ amacý olan hikmetten sarfýnazarla mücerred olarak ele alma, ikincisi de, bu hikmeti göz Önünde bulundurarak ele alma. Delillerin tearuzu bahsinde üçüncü meselede bu iki itabarm açýklamasýna yönelik çok güzel bir izah gelecektir.

[320] Enbiyâ 21/16.

[321] Ankebût 29/41.

[322] Bakara 2/26.

[323] Bakara 2/26.

[324] Bakara 2/2.

[325] "Bu üç þeyden yüz çevirmek olur" dememiþtir. Çünkü eðer öyle olsay­dý, o zaman eðlence sadece kül olarak deðil, cüz olarak da yasaklan­mýþ olmasý gerekirdi. O (yani eðlence) kazanç eîde etme vb. diðer mu­bah olan þeylerden alýkoymaktadýr. Eðlencenin iptaline götürdüðü bu mubahlar ise, zarurî, hâcî ve tahsînî olan üç esasýn hadimi durumun­dadýr. Sonuç itibarýyla eðlence bu mertebelerin zýddýna hadim olacak­týr; dolayýsýyla birinci kasýtla yerilmiþ olmasý gerekir.

[326] Cum´a 62/11.

[327] Bu âyette lehv, yergi sadedinde zikredilmiþtir. Davul ve âyette sözü edilen þey, lehviyyattan sayýlmýþtýr. Bu durumda davul ve beraberin­de olan þeyler, Sâri´ nazarýnda birinci kasýtla yerilmiþ olan hususlar­dan olmaktadýr

[328] Muhammed 47/36.

[329] Daha önce geçti [1/129].

[330] Bunlar, eþle oynaþma, atý terbiye etme ve okçuluk olmakta idi.

[331] Yani zikri geçen üç þey ve benzerleri ile bize in´amda bulunulduðunun belirtilmesi, onlarýn birer eðlence olmalarý açýsýndan deðil, aksine on­larýn sonuç itibarýyla destek verdikleri esaslar ve ortaya çýkan fayda sebebiyledir. Meselâ zevce ile oynaþma, nesÝin bekasý esasýna hadim olmaktadýr; at talimi ve okçuluk yoluyla eðlenme ise, düþmana karþý güçlü olma prensibine, dolayýsýyla dinin korunmasý esasýna hadimdir. Söz konusu minnet, iþte bu yönden doðmakta olup, onlarýn bizzat birer eðlence olmalarý noktasýndan hareketle deðildir. Hem sonra bunlar, insanlar arasýnda carî bulunan güzel âdetlerden de sayýlmaktadýr. Mûsiki ve benzeri þeyler ise, güzel görülen âdetler çerçevesinin dýþýnda kalmaktadýr. Bu da onlarýn aslî kasýt ile yerilmiþ olduklarýnýn bir deli­lidir.

[332] Yani, yüce ALLAH hiçbir þey yaratmamýþtýr ki, onun aslî yaratýlýþ amacý oyun ya da eðlence için olsun.

[333] AVâf7/32.

[334] Rahman 55/10 vd.

[335] Nahl 16/8.

[336] Ayetlerde in´am ve ihsanda bulunulduðunun ifadesi, bizzat eðlence açýsýndan gelmemiþtir. Birinci âyette, kendileri için ziynet telakki et­tikleri þeyleri çýkarmasý ve yaratmasýný ifade ile, ikinci âyette yerin donatýlmasýný ve yerde bulunan besleyici maddelerin çýkarýlmasýný ifade ile, keza denizden ziynet eþyalarý çýkardýðýnýn ifadesi ile olmakta ve onlarla süslediði için minnet beklentisinden bahsedilmemekte; üçüncü âyette de ziynet, binme faydasýna tâbi kýlýnmaktadýr. Bütün bunlar üçüncü hususu yani eðlenceyi yaratmakla bize in´am ve ihsan­da bulunmuþ olduðuna dair hatýrlatmanýn olmadýðýný teyid etmekte­dir. Yani aslî yaratýlýþ amacý eðlence olan hiçbir þey yaratmadýðýna gö­re, eðlencenin zikri yolu ile bize in´am ve ihsanda bulunmuþ olduðunu ve buna karþýlýk da bizden minnet beklediðini ifade edecek bir husus olmayacaktýr.

[337] Madem ki nazlarýn ve nefsi ferahlatacak olan bu þeylerin zarurî olan esaslara hizmet ettiði düþüncesi olmaksýzýn dahi maksûd olduðunu kabul ediyorsunuz, hizmet niyeti bulundurulmadýðý zaman bunlar ile mûsikî dinlemek, oyun ve eðlencede bulunmak arasýnda bir fark kal­mamaktadýr, o zaman, onlarýn da cevazýný ve birinci kasýtla maksûd olduklarýný kabul etmeniz gerekir.

[338] Nahl 16/6.

[339] Nahl 16/8.

[340] Nahl 16/67.

[341] Aksine, eðlence kapsamýna, içki almaktan daha çok giren bir baþka þey yoktur.

[342] Yani her ne kadar, kül olarak iþlenmesi istenilen þeylerin zýddý olana hadim olduðu gibi, onlardan diðer bir kýsmýna da hadim olmaktadýr. Meselâ ibadet ve hayýr iþler gibi. Çünkü bunlar bedeni zindeleþtirir, nefsi gevþeklik, tenbellik doðuran her türlü zihnî yorgunluklardan, düþünce ve kederlerden uzaklaþtýrýr. Böylece gerek ibadetlere ve ge­rekse diðer hayýr iþlere daha bir istekle yönelme imkâný verir.

[343] Daha önce geçti [1/129].

[344] Taberi, tefsirinde Ýbn Abbâs´tan nakletmiþtir.

[345] Zümer 39/23.

[346] Yani eðer onlarýn istedikleri eðlence, þer*an maksûd olan þeylerden ol­saydý, onlarýn bu isteklerine olumlu cevap verilir ve arzularý yerine ge­tirilirdi. Sonra onlar bu taleplerinde ýsrar edince onlara yine doðrudan bir þekilde cevap verilmemiþ, bilakis Yûsuf sûresi dolayýsýyla hem dinî bilgi ve tecrübeleri artýrýlmýþ hem de bu arada dolaylý olarak istekleri karþýlanmýþtýr

[347] Bid´at, müellifin belirlediði anlamda, bizzat Sâri´ tarafýndan konulmamýþ olan ibadet þekilleriyle olur; ibadetlerin dýþýnda baþka sahada bid´atten söz edilmez. Hadiste geçen bid´ate bu mânâ verildiði zaman, burada söz konusu edilen þarký gibi eðlence çeþitlerinin kastedilmiþ olmasý mümkün olmaz.

[348] Bu ifade, oyun ve eðlenceyi de içine almaktadýr. Vakýada da görüldüðü üzere, aþýrý derecede kendilerini ibadete veren kimseler sonra bu halieri-ni sürdürememekteler ve kendilerini oyun ve eðlenceye kaptýrmaktadýr­lar.

[349] Keþfu´1-h.afâ, 2/210. Hadis, "Amellerin en hayýrlýsý orta yollu olaný­dýr" hadisi gibi, amellerde itidalli olmayý öðütlemektedir.

[350] Yani bu âyetlerde sözü edilen ziynetlik, sayýlan þeylerde aslî olarak göze­tilen, ýsýnma, binme, uzak yerlere yük taþýma, süt içme, çadýr vb. yapý­mýnda kullanýlan deri elde etme... vb. gibi menfaatlarm yanýnda tâbilik yoluyla zikredilmiþ bir maksat olmaktadýr. Bu tezi destekleyen hususlar­dan biri de, nimetlerin zikri mücmel ve mufassal olarak çeþitli yerlerde tekrar edildiði halde, güzellik ve ziynet oluþlarý, baþka âyetlerde yani nimetlerin sayýldýðý ve minnet beklendiði bildirilen âyetlerde geçmemiþ­tir. Bunlarýn baþka yerlerde zikredilmemesi, onlarýn o nimetlerden aslî olarak gözetilen maksatlara tâbilik yolu ile zikredilmiþ olduðunu göste­rir. Tabiin hükmünü ise geçen meselede görmüþtün.

[351] A´râf7/32.

[352] Daha önce geçti [1/131].

[353] Daha önce geçti [1/131], Nimetin eserinin kiþi üzerinde görülmesi (ki bu þükür olur), nimete bâdim olan hususlardandýr. Bu ve bir öncesinde ge­çen hadis daha önce cüz olarak mubah olan þeyin, kül olarak ele alýndý­ðýnda mendup olmak üzere matlup olacaðýna dair þahit olarak kullanýl­mýþtý. Öyleki bütün insanlar bunu terkedecek olsalar, bu yaptýklarý mek­ruh olacaktýr. Mubah bahsi ikinci meseleye bkz.

[354] Yûnus 10/59.

[355] Yani zarurî, hâcî gibi iþlenmesi matlup olan birþeye hadim olan zindelik ve ferahlýk vermesi gibi. Bu, iþlenmesi matlup olan þeylere doðrudan destek vermemekte, dolaylý yönden hadim durumunda olmaktadýr. An­cak terki matlup olan þeye doðrudan yardýmcý olmaktadýr. Birinci kýsma gelince, meselâ yemek, içmek, at taliminde bulunmak gibi, bunlar talep edilen esaslardan birine doðrudan hadim bulunmaktadýr. Ýþte bu yüzden bu iki kýsmýn hükmü birbirinden ayrýdýr.

[356] Devamlýlýk olduðu ve böylece vakti öldürdüðü takdirde ise, hiçbir masla­hata hizmet etmiþ olmaz. Aksine maslahatlarý ortadan kaldýrmýþ olur. Bu yüzdendir ki, devamlýlýk üzere oyun oynamak yasaklanmýþtýr.

[357] Yani kül olarak terki talep edilen mubahýn, iþlenmesi matlup olabiliyor; kül olarak iþlenmesi matlup olan mubahýn da terki istenebiliyordu. (Ç)

[358] Yani, eðer mubahýn kullanýlmasý bir maslahatýn ortadan kalkmasý sonu­cunu doðuracaksa o yasaklanýr; aksi takdirde yasaklanmaz.

[359] Yani çeþitli meselelerle ilgili fer´î konular. "Amelî esaslar" dan maksat ise, pratik sonuçlan olan küllî kaideler demektir.

[360] Bu kýsmý avf kapsamýnda olarak nitelemiþtir. Birinci ciltte daha önce geç­tiði üzere "ma´fuvvun anh" (sükût, boþluk), beþ teklifi hüküm dýþýnda ayrý birþeydir ve mubah kapsamýna dahil deðildir.

[361] Çünkü Gazzâlî, konuyu þu esas üzerine oturtmuþtur: Eðer mubahlar ko­nusunda bir sýnýr tanýnmazsa, münkerât onlarýn tabiatlarýndan doðar. Müellifin burada sözünü ettiði münkerât ise, arýzîdir ve bizzat mubahla­rýn tabiatý dýþýndadýr.



[362] Müellif, mubah bahsinde onikinci meseleyi bu konuya açmýþ ve orada ye­terli tafsilatta bulunmuþtu.

[363] (Hayvancýlýk yapýlan yerlerde yollarda hayvan pislikleri de bulunur ve yaðmur yaðdýðý zaman çamur olur.) Þimdi bu gibi yerlerden geçen kim­selere pislik bulaþmasý galip olan bir durumdur. Fakat asýl olan da eþyanýn temiz olmasýdýr. Þimdi böyle bir yoldan geçildiðinde galip olana itibarla pislik bulaþmýþtýr þüphesi (þekk) ile namaz kýlmak caiz olur mu Namazýn sýhhati ya da bâtýl olacaðý ne üzerine bina edilecektir. Ýmam Mâlik, asla itibar ederken; Ýbn Habib de galip olana itibar etmiþtir

[364] Tahkik sonucu biliyoruz ki, Ýmam´ýn bu gibi þeyleri terketmesinin sebebi sonradan ortaya çýkan idrar tutamama haliydi. O bu halini insanlara söylemek istememiþti. Çünkü bunda ilâhî kaza ve kadere karþý bir nevi sýzlanma olduðunu düþünmüþtü. Dolayýsýyla onun bu gibi fiilleri terki, þu anda sözünü ettiðimiz sebep yüzünden deðildi.

[365] Buhârî, îmân, 12, Fiten, 14 ; Ebû Dâvûd, Fiten, 4; Ýbn Mâce, Fiten, 13.

[366] Mubah bahsinin birinci ve ikinci meselelerine müracaat ettiðimizde ko­nu açýkîýk kazanýr ve mubahýn kül olarak matlup olmasý, onun izin yö­nünden alýnmasý noktasýna tevakkuf etmez. Nitekim ibarenin zahirin­den anlaþýlan da budur. Keza kül olarak matlup olan mubah, mutlaka iþ­lenmesi istenilen birþeye hadim durumundadýr. Bu halde bir fiile mubah denilmesi, mükellefin o fiildeki hazzý nokta-ý nazanndandýr. Hazlar iki türlüdür: a) Talep altýna giren kýsým. Bu kýsmý kul talep cihe­tinden elde edebilir ve bunun sonucunda haz kaçýrýlmýþ olmaz, b) Ýkinci­si, talep altýna girmeyen musikî dinleme ve çeþitli oyunlar gibi hazlar. E´.mlarý elde etmesi ancak kendi ihtiyarý ve hazzý yönünden olur.

"O kül olarak matlup demektir" sözünden maksat tarif deðildir. Ak­sine ondan murat þudur: Mubahýn izin yönünden alýnmasýnýn sahih ola­bilmesi için, kül olarak matlup olan türden olmasý gerekir; ne zaman da bu þekilde alýnacak olursa, hazdan ârî olur ve mubah olmaktan çýkarak tâat haline dönüþür.

[367] Çünkü matlup hale dönüþebilmesi için, matlup olana hizmet eder olmasý gerekiyordu. Halbuki burada matlup olanýn zýddýna hadim durumdadýr. Keza, matlup hal alabilmesi için külli talep altýna girmiþ olmasý gerek­mektedir. Halbuki sözü edilen, kül olarak terki matlup olandýr. Dolayý­sýyla kül olarak terki matlup olan mubahlarýn izin cihetinden alýnmala­rý ve bunun sonucunda hazdan ârî bir hale gelerek tâate dönnüþmeleri mümkün deðildir.

[368] Mubah bahsinin dördüncü meselesinde.

[369] Yani onun tâate dönüþmesinin makûl olmayacaðý ortaya çýkacaktýr. Çünkü semâ kül olarak yasak olan þeylerdendir. Mükellef, onu Þâri´in kendisinden istemiþ olmasý yönünden talep edemez; çünkü Sâri´ onu cüz´î olarak istememiþtir ve bu açýktýr; külli olarak da istememiþtir; çün­kü kül olarak ele alýndýðýnda yasaklanmýþ olmaktadýr. Bu halde onun tâat haline dönüþmesi hiçbir þekilde mümkün deðildir.

[370] Yani, musikînin dikkate alýnmasý birinci kasýtla olmayýp, onun ihtiva et­miþ olduðu hayýr iþleri yapmaya yardýmcý olan rahatlama itibarýyladýr. Bizzat musikînin kendisi ise, yardýmcý olma þöyle dursun, ahkoyucu ma­hiyettedir.

[371] Yani dikkate alýnacak olan birinci kasýt ile bir talep bulunmamaktadýr. Þer´î bir talep olmaksýzýn tâatten bahsetmek ise mümkün deðildir. Çün­kü tâat, Þâri´in emrine imtisal demektir. Burada ise emir (talep) yoktur.

[372] Daha önce geçmiþti [2/264].

[373] Daha önce geçmiþti [1/113].

[374] Ahmed, 2/358. 391, 525, 5/181.

[375] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/203-224

[376] Ruhsatýn geldiði dördüncü anlam bu idi. Bu mânâya göre, kullar için mutlak anlamda geniþlik getiren herþey ruhsattýr. Azimet ise, Yüce Al­lah´ýn "Ben cinleri ve insanlarý ancak Bana kulluk etsinler diye yarattým" âyetinde iþaret ettiði husustur. Demek ki esasta kullar, mülktür ve onla­rýn ne bir hak ne de haz iddia etmeleri söz konusu deðildir. Bilakis onla­ra düþen tek þey, tamamen kendilerini ALLAH´a kulluða vermek ve bu ga­yeden alýkoyup, meþgul edecek her türlü þeyleri hatta mubahlarý dahi terk etmektir. Buna raðmen onlara bazý hazlar edinmeleri konusunda izin verilmesi, ruhsat ve geniþlik olmaktadýr.

[377] Bu, Ebû Mansûr el-Mâturîdî olmaktadýr. O emir sîgasý, talep içindir; ya­ni iþlenmesinin terkine tercih edilmesidir demiþtir. Bu görüþü Mîzân´da, Semerkant ulemâsýna nisbet etmiþtir. Bunlar nehiy konusunda da emir hakkýnda söylediklerini söylemiþlerdir. Bu durumda nehyin mânâsý, el çekme talebidir yani, fiilin terkinin, iþlenmesine tercih edilmesidir.

[378] Yani, hepsi de ya bir maslahatýn temini ya da bir mefsedetin defi içindir.

[379] Yani mekruh haramlar için öncülük yapar, yer hazýrlar ve haramýn irti­kabýný nefse kolaylaþtýrýr. Aynen kýlavuzun, arkadan gelenlere yolu ko­laylaþtýrdýðý gibi, mekruh da harama giden yolu a. ar. Nefis, küçük mu­halefetlere alýþa alýþa büyüklerini iþlemeye karþý cüret kazanýr. Nitekim´ Buhârî hadisinde þöyle Duyurulmuþtur; "ALLAH hýrsýza lanet etsin; yu­murta çalar, eli kesilir; ip çalar eli kesilir" Yani küçük þeylerle baþlar ve hýrsýzlýða devam eder; derken iþi büyütür ve eli kesilir.

[380] Mutaffifîn 83/14.

[381] Tirmizî´nin rivayet edip sahih olduðunu söylediði hadis þöyledir:

"Kul, bîr hata iþlediði zaman kalbinde bir leke oluþur. O bundan kaçýnýr, istiðfarda bulunur ve tevbe ederse, kalbinden o leke gider. Eðer tekrarlarsa kalbindeki o leke gittikçe büyür ve sonunda bütün kalbini kaplar. ALLAH Teâlâ´nm bahsettiði "pas tutma" iþte budur" (Tefsir, Sûre, 83; Ýbn Mâce, Zühd, 29}

Yani kalplerinde pas tutmuþ olan günahlar, onlarýn küfür yüzün­den ebedî cehennemlik olmalarýnýn sebebi olmuþtur. Bunun her ne kadar konumuzla ilgisi yoksa da, anlaþýlmasýný kolaylaþtýrýcýdýr. Küçük çaplý muhalefetlere alýþmak, nefsi daha büyük muhalefete hazýrlar. Her ne kadar âyet, küfre götüren haramdan söz etmekte olup harama götüren mekruhtan bahsetmemekte ise de konunun anlaþýlmasýna yardýmcý ola­cak mahiyettedir. Hadislere gelince, onlar geçen iki deðerlendirmeye tam delil olacak mahiyettedirler.

[382] Daha önce geçmiþti [3/85].

[383] Ebû Dâvûd, Büyü, 3; Buhârî, îmân, 31; Müslim, Müsâkât, 107; Ýbn Mâce, Fiten, 14.

[384] Ahmed, 5/268, 6/256. Hadisin devamý þöyledir: "Kulum Bana nafilelerle yaklaþmaya devam eder ve bunun sonucunda Ben onu severim. Ben onu sevince de, iþittiði kulaðý... olurum"

[385] Câsiye 45/13.

[386] Ýbrahim 14/32-34.

[387] Zâriyât 51/56.

[388] Emreden ya da nehyedene muhalefet açýsýndan deseydi daha uygun olurdu.

[389] Buhârî, Deavât, 3 ; Müslim, Zikr, 42.

[390] Müslim, Zikr, 41 ; Ebû Dâvûd, Vitr, 26.

[391] Nûr 24/31.

[392] Vakýa 56/89. Sâbikînden olan mukarrabînden bulunan kimseler hakkýn­da bunca özellik sayýldýðý halde ashâbu´l-yemîn için sadece azaptan emin olacaklarýnýn bildirilmesi, hepsi de amel defterleri sað tarafýndan veri­lenler ve cennetlik olmalarýna raðmen aralarýnda kemâl farký olduðunu gösterir.

[393] Tirmizî hadisi þöyledir: "Ölen hiçbir kimse yoktur ki, piþmanlýk duyma­sýn: Eðer iyi bir kimse ise, daha fazla iyilik yapmýþ olmadýðý için piþman olacaktýr. Eðer kötü biri ise, kötülükleri býrakýp iyi bir insan olmadýðý için üzülecektir" (Tirmizî, Zühd, 59) Hadisin müellifin sözlerine vurul­masý durumunda farklýlýk olduðu ortaya çýkmaktadýr. Çünkü hadis, her­kesin Ölümü anýnda söz konusu olan piþmanlýktan bahsetmektedir. Bu piþmanlýðýn herkes için ve ayný anda kýyamet günü olacaðýný ifade için bir baþka delile ihtiyaç vardýr. Belki de müellif, bir baþka hadise atýfta bulunuyor olabilir. Buna raðmen bu Tirmizî hadisi müellifin meramýný desteklemeye yeterlidir.

[394] Bakara 2/253.

[395] Ýsrâ 17/55.

[396] Buhârî, Menâkibul-Ensâr, 7 ; Müslim, Fedâil, 10.

[397] Yani, ebrâr sýnýfýndan olan kimselerin iyilik diye niteledikleri ve yaptýk­larý þeyler, daha üst mertebede olan mukarrabîn zümresi için seyyiât ya­ni günah ve ayýp menzilesindedir. (Ç)

[398] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/224-230

[399] ALLAH haklara ihtiyaç göstermekten münezzehtir. Her iki kýsýmdan olan haklar sonuç itibarýyla kullarýn maslahatlarýnýn temini ya da mefsedet-lerin defi noktasýna çýkar. Haklarýn ALLAH hakký ya da kul hakký diye ayýrýmý ýskatý yani düþürülme imkânýnýn olup olmamasý açýsýndandýr. Eðer kul tarafýndan düþürülebiliyorsa o hakka kul hakký, düþürülemi-yorsa o hakka da ALLAH hakký denilmektedir. Karma nitelikli olup iki ta­raftan biri diðerine galebe çalan haklar da vardýr. Bununla birlikte her kul hakký, o hakkýn kendisine ulaþtýrýlmasýný temin eden ALLAH´ýn emri açýsýndan, ALLAH hakký da içermektedir. (Ç)

[400] ALLAH hakký yanýnda kul hakký esastan dikkate alýnmaz; hatta kulun bir hakký olmasý aslýnda düþünülemez. Dolayýsýyla ALLAH hakký ile ilgili olan emirlerin, kul hakký ile ilgili olan emirlerle tearuzundan bahsetmek diye bir mesele ortaya çýkmaz. Çünkü biri ruhsat, diðeri ise azimet kabul edi­lir ve aralarýnda bir tearuz söz konusu olmaz.

[401] Âl-i Ýmrân 3/97.

[402] Yani haccýn þartlarýnýn kendisi hakkýnda tahakkuk edip etmediði konu­sunda bakar ve onlarýn ya da bir kýsmýnýn mevcut olmadýðýný görürse, talebin kendisi hakkýnda kesinlik kazanmadýðýný anlamýþ olur. Ancak talep kendisine de yönelik olmada devam eder. Çünkü þartlar tahakkuk etmemesine raðmen hac için yola çýkar da eda etmeye güç yetirebilecek olursa, bu hac sahih olmakta ve tâat olarak kabul edilmektedir. Birþeyin tâat olabilmesi için o konuda aslî talebin bulunmasi gerekir. Bu, talebin kendisine yönelik olarak devam ettiðine delil olmaktadýr. Bu durumda þartlarý tahakkuk etmeyen haccý yapmamasý halinde günahkâr olmama­sý geniþ anlamda ruhsat olmaktadýr. Çünkü vücûp hükmü için sebep tam olarak bulunmamýþtýr.

[403] Sebeb bahsinin yedinci meselesinde. Bu hâl erbabý olup, hakikatte se­beplerin de müsebbeplerin de ALLAH´ýn elinde olduðuna inanan ve mutlak olarak sebeplerin bir etkisi bulunmadýðýna itikat eden kimselere ait bir hareket þekli idi

[404] Sebebler bahsinin ikinci meselesinde "Biz senden rýzýk istemiyoruz" dan maksadýn, esbaba tevessül anlamýna yönelik olmadýðý, bilakis bizzat kendisi hakkýnda esbaba tevessül edilen rýzka olduðu açýklanmýþtý. Eðer maksat, esbaba tevessül olsaydý, o zaman mükelleften herhangi bir þe­kilde rýzýk aramak için uðraþý vermesi, hatta aðzýna lokma koymak ya da tahýl ekmek suretiyle de olsa istenmezdi. Ancak bu Ýttifakla bâtýldýr. Müellifin "Bu açýktýr..." demesi üzerinde de tartýþýlabilir. Çünkü, daha önce rýzkýn garanti edilmesinin esbaba tevessülle bir ilgisi yoktur dedik­ten sonra bu iki âyette tearuz nerede Tercih nerede

[405] Zâriyât 51/56.

[406] Tâhâ 20/132.

[407] Yani, rýzýk için konulmuþ bulunan esbaba tevessül etmeksizin. Ancak bu sonuç nerede âyetler nerede Ayetlerde, zýmnen de olsa esbaba tevessülü terketmemizi gerektiren en ufak bir iþaret yoktur. Ki bunun sonucunda rýzýk, mücerred ibadetlerle meþgul olma sonucunda gelir sonucuna vara­lým. Vakýa ve þer´î delillerin gösterdiði sonuç þudur: Ýbadetler bir tarafa, iman ile dahi nzýk arasýnda bir baðlantý yoktur. Belki bazen durum tam tersi de olabilir ve gayrimüslimler için daha bol rýzýk verilebilir. Nitekim buna Hz. Ömer hadisi de delâlet eder. O, Hz. Peygamber´e (s.a.): "ALLAH´a dua et de, ümmetine bolluk versin" dediðinde Hz. Peygamber (s.a.) : "Ya Ömer, yoksa sen þüphe içerisinde misin Onlar, iyilikleri dün­yada iken kendilerine peþin olarakauerilen kimselerdir" þeklinde cevap vermiþtir, (bkz. Buhârî, Nikâh, 83) ALLAH, kendisine karþý gelmekten sa­kýnan kimseye kurtuluþ yolu saðlar, ona beklemediði yerden rýzýk verir. ALLAH´a güvenen kimseye O yeter" âyetinde ise, þart "beklemediði yer" ifadesi üzerine baðlanmýþtýr.

[408] Yûnus 10/107.

[409] En´âm 6/17. Yani ALLAH Teâlâ´nýn senin hakkýnda dilediði her hangi bir hayýr ya da zararý defetmek hiçbir kimse için mümkün deðildir. O´na hiç­bir kimse galebe çalamaz. Bu son derece açýktýr. Ancak biz esbâb olarak konulan þeylere yapýþmakla mükellef kýlýnmýþýzdýr. Her ne kadar, bu fii­limizin rýzýk konusunda bir etkisi yoksa da, biz bununla memur olunmu­þuz.

[410] Talâk 65/3. Evet "Önce deveni saðlam baðla sonra tevekkül et" (Tirmizî, Kýyamet, 60); "Eðer siz gerçek anlamda ALLAH´a tevekkül etseydiniz, Al­lah sizi kuþlarý rýzýklandýrdýðý gibi rýzýklandýrýrdý; onlar aç çýkarlar; tok olarak dönerler" {Tirmizî, Zühd, 33) buyurulur. Gerçek anlamda tevek­kül edenlerin kendisine benzetiîdiði kuþ, esbaba tevessül eder, saða sola gider, rýzkýný arar. Tevekkül ile, sebeplerin haddizatýnda herhangi bir et­kileri olmadýðýna itikat etmek arasýnda bir baðdaþmazlýk yoktur. ALLAH Teâlâ, hem sebeplerin hem de müsebbeplerin birlikte yaratýcýsýdýr.

[411] Tirmizî, Kýyamet, 59 ; Ahmed, 1/293, 303.

[412] Sebeplere dayanmayý terketmek, sebepleri terketmek mânâsýna gelmez. Çünkü mü´mine göre sebeplere dayanmanýn mânâsý, sebeplere eðer ol­mazlarsa ALLAH Teâlâ müsebbebi yaratmaz gözüyle bakmaktýr. Bu mânâda sebeplere dayanmamak, emre imtisalen onlarý iþlemeye ters düþmez.

[413] Buhârî, Kader, 12 ; Deavât, 17 ; Müslim, Salât, 194.

[414] bkz. Tecrid, 4/520.

[415] Yani, onu Öidürme için yeterli güç ve kudretin bulunsa bile, kaderi deðiþ­tiremezsin, demektir.

[416] Buhârî, Nikâh, 8 ; Nesâî, Nikâh, 4.

[417] Buhârî, Nikâh, 53 ; Kader, 4.

[418] Buhârî, Kader, 4.

[419] Buhârî, Kader, 8 , Ahkâm, 42.

[420] Buhârî, Kader, 9 ; Müslim, Kader, 20.

[421] Buhârî, Teheccüd, 6.

[422] Tevbe 9/51.

[423] Ahzâb 33/48.

[424] Ahzâb 33/39.

[425] Ahzâb 33/38.

[426] Hûd 1756.

[427] Tâhâ 20/45-46.

[428] Müellifin burada kullandýðý deliller üzerinde tartýþýlabilir. Þöyle ki: Hz. Peygamber´in (s.a.) ayaklan þiþinceye kadar kýyamda durmasýnýn müel­lifin tezine delil olabilmesi için, bu yaptýðýnýn kendisinden kesin olarak istenilen miktardan fazla olduðunun sabit olmasý gerekir. Çünkü Hz. Peygamber´e (s.a.) hususi olmak üzere: "Ey örtünüp bürünen Muham­medi Birazý müstesna gece kalk ue kýyamda dur" (73/1-2) emri vardýr. "Senin geçmiþ ve gelecek bütün günahlarýn affolunmuþ tur. Kendini niçin bu kadar yoruyorsun " diyenlere karþý cevap olarak "Ben Rabbime þük­reden bir kul olmayayým mý " buyurmasý, þükrün emre uyma yoluyla oi-masma münafi deðildir. Kavminden korkmasýna raðmen peygamberlik görevini teblið etmesine gelince, bu onun kesin görevi olmakta ve bu ko­nuda kendisine þöyle buyurulinaktadýr: "Kalk da uyar. Rabbini yücelt... Rabbin için sabret" (74/1-7) ; "Emrolunduðun þeyi açýkla" (18/94) Bu ke­sin emir, kendisinin destekleneceði garantisi ile birlikte verilmiþ ve þöyle buyurulmuþtur: "Puta tapanlara aldýrýþ etme. ALLAH´la beraber baþka bir tanrýnýn bulunduðunu kabul eden alaycýlara karþý Biz sana kâfiyiz" (15/95} ; "ALLAH kuluna yetmez mi Ey Muhammedi Seni O´ndan baþka þeylerle korkutuyorlar... ALLAH, güçlü olan, öç alabilen deðil midir " (39/36) Ýþ, teblið safhasýna, ancak ALLAH Teâlâ tarafýndan güven altýna alýndýktan sonra ulaþmýþtýr; ALLAH yüce kudretini ona göstermiþ, yeri ve gökleri dolduran askerlerine onu muttali kýlmýþ, askerlerinden, daha Ön­ce gerçek þeklinde görmüþ oiduðu Cibril gibi sadece birinin bütün yeryü­zünü ve orada bulunanlarý bir anda silip süpürebileceðini göstermiþ, böy­lece ona tam bir gönül rahatlýðý ve teminat vermiþ ve ondan sonra kesin teblið emri gelmiþtir. Daha önce müellif, esbaba tevessülün bilinen se­beplere münhasýr olmadýðýný söylemiþ ve Hz. Peygamber´in (s.a.) evde yi­yecek bulamadýðý zaman ailesine namaz kýlmalarýný emrettiðini bildir­miþti. Çünkü Yüce ALLAH: "Ehline namaz kýlmalarýný emret ve kendin de onda devamlý ol. Biz senden rýzýk istemiyoruz, Sana rýzký veren Biziz" (20/132) buyurmaktaydý. Bu tavýr, Hz. Peygamber´e (s.a.) has keramet­lerden biri olmak üzere nzýk için hususî bir sebeptir. Müellifin oradaki bu kabil sözleri, birinci delil hakkýndaki bizim görüþümüzü destekler. Âyet müellifin muradý olan konuya delil olarak kullanýlabilecek þekilde genel olarak alýnamaz; kaldý ki konumuza delil olsun. Müellif, korkusu­nun bulunmasýna ve þartlarýn ya da sebeplerin tam olarak mevcut olma­masýna raðmen peygamberlik görevini teblið etti, demiþtir. Bunun yeri­ne meselâ þöyle deseydi: Hz. Peygamber (s.a.), peygamberliðini tebliði konusunda kendisinden istenilenden fazla gayret gösterdi, o kavminin iman etmesine ve davetin yerini bulmasýna karþý son derece arzu gösteri­yordu. Bunun için takat ve gücünün üstünde çalýþýrdý. Onlarýn imâna koþmamalarý ve davetine icabet etmemeleri sebebiyle son derece elem duyardý. Hatta Öyle ki bunun sonucunda duyduðu üzüntüyü hafifletmeye yönelik âyetler indi: "Ey Muhammedi Ýnanmýyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin" (26/3) ; "Peygamberin görevi sade­ce teblið etmektir" (5/99) ...vb. Rasûlullah (s.a.) davetle ilgili emrin aslýný normalin üstünde ciddiye almýþ ve diðer þeylerden tamamen yüz çevirmiþ­tir... Müellif, eðer böyle deseydi, iþte o zaman bu tezine delil olabilecekti. "ALLAH´tan baþka hiçbir kimseden korkmazlar" âyeti de bizim dediklerimi­zi teyid eder. Çünkü ALLAH´tan baþkasýndan korkmamalarý, ancak gördük­leri, huzur ve sükûn bulduklarý ilahî teyide mazhar olduktan sonra ve bu konuda kendilerine vaadde bulunulmasý sebebiyle olmuþtur. Dikkat edile­cek olursa Musa (s.a.), ilk kez Firavun´a karþý tebliðle emrolunduðu za­man, Önce kendisinden daha fasih konuþan kardeþi Harun ile teyidini is­temiþ ve kendisinin öldürdüðü kýptiye karþýlýk kýsas yoluyla öldürülebiie-ceðini belirtmiþtir. Kendisine yardýmcý olarak Harun (s.a.) da görevlendi­rilince bu kez her ikisi birden: "Rabbimiz! Onun bize kötülük etmesinden veya azgýnlýðýnýn artmasýndan korkarýz´ demiþlerdir" (20/45) "Korkma­yýn! Ben sizinle beraberim; iþitir ve görürüm" (20/46) teyid-i ilâhîsini iþi­tince, emrolunduklarý görevi yerine getirmek için Firavun´un askerlerin­den ve onun dehþetinden korkmadan ileri atýlmýþlardýr. Hûd´un (s.a.) "Hepiniz bana tuzak kurun, sonra da ertelemeyin. Ben ancak benim de si­zin de Rabbiniz olan ALLAH´a güvenirim..." (11/67) demesi, kendisinin ilâhî teyide mazhar olduðunu bilen bir memur olduðunu gösteren en açýk bir delildir. Dolayýsýyla o da konumuza deli] olacak türden deðildir. Eðer öyie olmasaydý o zaman onun yaptýðý gerekçesiz kendi kendini tehlikeye atmak olurdu ve ALLAH Teâîâ´nm bütün kavmini ona karþý tuzak kurmaya çaðýrmasýnýn eðer sonunda kesin olarak onu bozmak olmasaydý kav­minin hidayetine bir faydasý olmazdý. Ýbn Ümmü Mektûm ve Cenda´ b. Damr

[429] Bakara 2/195. Burada þöyle denilebilir: Bu âyet, nefsi helake götürecek davranýþlarda bulunmayýn þeklinde anlaþýldýðý zaman burada delil ola­maz; çünkü nefsin korunmasý kul haklarýndan deðil, ALLAH haklarýndan olmaktadýr. Nitekim daha önce de müellif, nefsin korunmasýnýn ALLAH haklarýndan olduðunu söylemiþti.

[430] Bakara 2/197.

[431] Enfâl 8/60. Bu âyet de sonuç itibarýyla cihadla ilgili olduðundan ALLAH haklarýyla ilgili bir konu hakkýnda olmaktadýr, denilebilir.

[432] Görüldüðü gibi delil, hatâbîdir; ikna edici deðildir.

[433] Gerçekten de öyle. Ancak konunun haklar meselesi üzerine bina edilme­si ve dipnotta da belirttiðimiz gibi delillerin su götürür bir þekilde serde-diimesi, onun deðerini azaltmýþtýr.

[434] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/230-239

[435] Çünkü böyle birþey vuku itibarýyla takat üstü yükümlülðe götürür. Böy­le birþeyin olmadýðý da üzerinde ittifak edilen bir husustur.

[436] Meselâ bir kimsenin ihtikâr (karaborsacýlýk) için erzak satýnalmasý gibi. Aslýnda satmalýna fiili, caizdir; çünkü geçim için gereklidir. Ancak bu iþ, halkýn sýkýntý çekmesine sebep olur. Ýhtikâr, böyle bir sonuca ne­den oluyorsa yasaktýr. Nitekim Ýmam Mâlik, Hz. Ömer´den: "Bizim pa­zarýmýzda karaborsacýlýk yoktur" sözünü rivayet etmiþtir.

[437] Bu durumda kimi kaideyi her yerde iþleterek aslý da meneder; Ýmam Mâlik gibi. Kimi de, bazý yerlere tahsis eder; bu durumda bu, menedil­mesi gereken kýsýmdan olabilir de olmayabilir de.

[438] Bu ifade, sedd-i zerâi´ kaidesinin amel ettirilmesi esasýna mebnîdir.

[439] Yani sedd-i zerâi´ kaidesinin genel anlamda üzerinde ittifak edilen bir konu olduðu ve görüþ ayrýlýklarýnýn tafsilatýnda olduðu belirtilmiþti.

[440] Meseleyi þöyle açabiliriz: Bir fiil üzerine iki açýdan emir ve nehiy teret­tüp edecek olsa, bu durumda: a) Aslý ve zatý itibarýyla ele alýnmasý ve so­nucuna bakýlmamasý, b) Sonucuna ve yardýmlaþma esasýna bakýlmasý gi­bi iki bakýþ açýsý karþýmýza çýkacaktýr.

Fiilin aslý zarûriyyât ya da hâciyyâttan olsa bu durumda: a) Ya emir fiilin aslýna, nehiy de ortaya çýkacak sonucuna yönelik olacaktýr, b) Ya da bunun tersi olacaktýr.

Eðer birinci ihtimal söz konusu ise bu konuda görüþ ayrýlýklarý var­dýr:

1. Asýl dikkate alýnýr ve sonucuna´bakýlmaz. Çünkü bidüziyelik ve munzabithk gösteren asýldýr.

2. Yardýmlaþma ve fiilin sebep olacaðý sonuç esas alýnýr. Çünkü as­im´ dikkate alýnmasý ve sonucun dikkate alýnmamasý, yasak olan sonuç­lara götürür. Keza bu hiyel yollarýnýn açýlmasýna sebep olur. Çünkü hi­yel, birþeyin sûretâ da olsa helâllik þartlarýný tam olarak bulundurmasý, sebebiyet vereceði þeriat tarafýndan yasaklanmýþ olan mefsedetlere aldý­rýþ edilmemesi esasýna dayanýr. Örtülü riba satýþlarýnda olduðu gibi. Bunlar zahirde helâl gibi gözükür; fakat sonuç itibarýyla ribaya götürür.

3. Tafsile ihtiyaç vardýr: Eðer yasak olan yardýmlaþma yönü gâlipse, asla itibar olunur. Çünkü bu durumda asla itibar edilmeyecek olursa, o zaman hakkýnda izin verilmiþ olan asýl ile ki o ya bir zarurîdir ya da hâcîdir amel bâtýl olmuþ olur. Bu da takat üstü yüküm­lülüðe ya da güçlüðe sebep olur. (Onbeþinci meselenin birinci faslýnda ge­çen bilgiler bu konuya yardýmcý olacak mahiyettedir. Oraya bakýlmalý.) Eðer galip deðilse o zaman konu ictihad mahallidir.

Eðer ikinci ihtimal söz konusu ise yani nehiy asla, talep yardýmlaþ­maya yönelik ise, hüküm nehyin ilgâsýna neden olmasýn diye asla ait olan nehye itibar doðrultusunda olacaktýr. Þer´an yasak olan birþeyle matlup olan birþeye tevessül etmek zayýftýr ve istihsânî bir durumdur. Bu yardýmlaþma yönü olmaktadýr. Müellifin zikrettiði yoksullara yardým için çalmak, soygun yapmak... gibi. Bu bâtýldýr. Nehyin dikkate alýnma­sý, kamu maslahatýnýn, özel maslahatla karþý karþýya gelmemesi halin­dedir. Böyle bir durumda ise kamu maslahatý takdim olunur. Yiyecek ge­tiren kervanýn pazara inmeden karþýlanmasý örneðinde olduðu gibi. As­lýnda karþýlama kiþinin ailesinin nafakasýný temin etmesi için zarurî ya da hâcî olan bir fiildir. Nafaka temini için çalýþmamak ve ihmalde bulun­mak yasaklanmýþtýr. Ancak bu fiile müsade edilmesi halinde kamu zarar görmektedir. Zira böyle bir fiile imkân verilmediði takdirde þehir halký, fiyatlarýn yükselmesine sebep olan aracýlar araya girmeden doðrudan pazara gelen yiyeceklerden ihtiyaçlarýna göre satmalabileceklerdir. Þu halde bu toplum menfaatini amaçlayan bir yasak olmaktadýr ve burada kamu yararý öne alýnmýþtýr. Bunun bir baþka benzeri de þehirlinin köylü adýna simsarlýk yapmasýdýr. Bu da þehir halký için zararlý sonuç doðura­cak bir fiildir. Þehir halkýnýn çýkarlarý göz önünde bulundurularak aslýn­da köylü ve þehirli için zarurî ya da hâcî esaslar içerisine girebilecek olan bu fiil yasaklanmýþtýr. Zanaatkarlarýn tazminle yükümlü tutulmasý meselesi de böyledir. Zanaatkarlar, aslýnda kendilerine sipariþ verilen insanlara ait inallar konusunda vekil ve emanetçi gibi tazmin sorumlu­luðu olmamasý gereken (emin) bir kimsedir. Onlarýn tazminle sorumlu tutulmasý aslýnda yasaktýr; haklarýnýn korunmasý bunu gerektirir. An­cak yardýmlaþma konusu ile ilgili talep yönü dikkate alýnmýþ ve kamu maslahatý takdim edilerek onlar tazmin sorumluluðu ile yükümlü tutul­muþlardýr. Hz. Ebû Bekir´in meselesi de aynýdýr: Ailesinin nafakasýný te­min için çalýþmasý zarurî veya hâcîdir; bunu terki ise yasaktýr. Ancak asýl olan yasaða itibar edilmesi halinde müslümanlarýn genel menfaati zarar görmektedir. Dolayýsýyla asýl olan yasak tarafý ilga edilmiþ; yar­dýmlaþma ve sonuca itibar yönü esas alýnmýþtýr ki, bu da zarurî ya da hâcî mesabesinde olan kamu yarandýr.

Toplum menfaati için özel þahýslar aleyhinde hükümde bulunma bahsi geniþ bir konudur. Ýstimlâk konusu da bunun altýna girer. Bir di­ðer Örnek de Muâviye zamanýnda Uhud þehidlerinin mezarlarýnýn, Uhud yanýndan geçirilecek su yolu sebebiyle baþka yere nakledümesidir. Bu sahabenin huzurunda olmuþ ve hiçbir kimse buna karþý çýkmamýþtýr. Týbbî faydalar mülahazasýyla ölünün otopsi yapýlmasý da bu kabilden olabilir.

[441] Þâtýbi, el-Muvâfakât, Ýz Yayýncýlýk: 3/239-243
   

Ynt: Emir Ve Nehiy By: burcu113 Date: 09 Ekim 2014, 15:32:27
Dünya çabaladýðýmýz kadarýný  öbür dünya yada çabalarsak bizim için daha iyi olacaðýný biliyorum   sizde bunu bana fark ettirdiðiniz için teþekkür ederim
Ynt: Emir Ve Nehiy By: Rukiye Çekici Date: 21 Ekim 2014, 14:34:25
Aleyküm Selam hocam bunu yazana teþekkür ederim
Ynt: Emir Ve Nehiy By: Rukiye Çekici Date: 21 Ekim 2014, 14:50:49
Aleyküm Selam bu yazý için teþekkürler


radyobeyan