> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > El- Muvafakat - Şatibi > Emir Ve Nehiy
Sayfa: [1] 2   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Emir Ve Nehiy  (Okunma Sayısı 5259 defa)
29 Eylül 2010, 00:31:37
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 29 Eylül 2010, 00:31:37 »



Emir Ve Nehiy

Üçüncü Fasıl Emir Ve Nehiy


Konu onsekiz mesele altında incelenecektir.

Birinci Mesele:

Emir ve nehiy, emredende bulunan bir istek ve iradeyi[1] gerekli kılar. Emir, emredilen şeyin istenmesi ve gerçekleştirilmesinin ira­de edilmesi unsurunu; nehiy ise, yasak edilenin terki talebini ve onun gerçekleştirilmemesi iradesini içerir. Bununla birlikte, emre­dilen şeyin işlenmesi, yasaklanan şeyin de terki bir irade unsuru içerir ya da gerektirir[2]; fiil ya da terkin gerçekleşip gerçekleşme­mesi de işte bu irade iledir.

Açıklamak gerekirse: irade (dileme), şeriatta iki anlama gelir: Birincisi: Her irade edilene yönelik kader ve yaratılışla ilgili iradedir (kaderi irade). Meselâ bu anlamda şöyle denir: ´ALLAH´ın olmasını dilediği olur. Olmamasını dilediği de olmaz.´ Veya: ´Olma­sını dilemediği şeyin olması imkansızdır.[3]

İkincisi: Emredilenin gerçekleştirilmesi, yasak edilenin de

gerçekleştirilmemesi isteğine taalluk eden emirle ilgili irade (emrî irade).[4]Bu çeşit irade; ALLAH, emrettiği şeyin işlenmesini sever ve ondan hoşnud olur, anlamına gelir. Emredilmiş olması hasebiyle emrolunanın onu yapmasını sever ve ondan hoşnud olur. Nehiyde de durum aynıdır; yani ALLAH, yasak edilenin terkedümesini sever ve ondan hoşnud olur.

ALLAH Teâlâ, kullarına çeşitli emirler vermiş ve O´nun yüce ira­desi ikinci anlamında olmak üzere bu emirlere taalluk etmiştir. Çünkü emir iradeyi gerektirir. Zira emir mahiyet itibarıyla, mükel­lefi fiilin işlenmesine ya da terkine zorlama (ilzam) anlamı taşır. Öyle ise, bu zorlamanın murad edilmiş olması gerekir. Aksi takdir­de ne bir ilzâmden söz edilebilir ne de onun (emir) için anlaşılabilir bir mânâ düşünülebilir. Sonra, yukarıda sözü edilen anlamda, ken­disi ile ilzam edilen şeyin gerçekleştirilmesi murad olunmaksızın ilzamın murad olunması mümkün değildir. Oysa ki ALLAH tâat eh­line yardımcı olmaktadır ve O, aynı zamanda onlardan tâatın vukuunu da murad etmiş olmaktadır. Bu durumda (tâat), birinci yani kaderi anlamında iradesine uygun olarak meydana gelmiştir. Günahkârlara ise yardımcı olmamaktadır ve onlardan tâatın vukuunu murad etmemiştir. Bunun sonucunda da meydana gelen terk olmuştur. Bu da birinci anlamda irâdesinin gereği olmaktadır. Emir, bu birinci anlamda irâdeyi, zorunlu olarak gerektirmez. Do­layısıyla dilemediği birşeyi emretmiş olabilir. Dilediği birşeyi de yasaklamış olabilir, ikinci (yani emrî irâde) anlamında ise, ancak irade ettiği şeyi emreder; sadece irade etmediği şeyleri yasaklar.İrâde, her iki anlamda da şer´î nasslarda kullanılmıştır: Birinci anlamda irâde hakkında Yüce ALLAH şöyle buyurmuştur: "ALLAH ki­mi doğru yola koymak murad ederse onun kalbini İslâmiyet´e açar, kimi de saptırmak murad ederse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. ALLAH böylece inanmayanları küfür bataklı­ğında bırakır.[5] Hz. Nuh´un (as.) sözünü hikaye tarzında da şöyle buyuruyor: "Ancak ALLAH murad ederse onu başınıza getirir, siz O´nu âciz bırakamazsınız. ALLAH sizi azdırmak murad ederse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz.[6]Başka bir âyette de şöyle buyurur: "ALLAH murad etseydi, belgeler kendilerine geldikten sonra, peygamberlerin ardından birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ayrılığa düştüler, kimi inandı kimi inkâr etti. ALLAH murad etseydi birbirlerini öldürmezlerdi, lâkin ALLAH istediğini yapar. [7]Bu mânâda nasslar pek çoktur.

İkinci anlamda irâde hakkında da şöyle buyurur: "ALLAH size kolaylık murad ederse zorluk istemez[8]"ALLAH sizi zorlamak iste­mez, ALLAH sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak murad eder ki şükredesiniz[9]; "ALLAH size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek murad eder. ALLAH bi­lendir, hüküm ve hikmet sahibidir. ALLAH sizin tevbenizi kabul et­mek murad eder, şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa gitmenizi isterler, insan zayıf yaratılmış olduğundan ALLAH sizden yükü hafifletmek murad eder[10] "Ey Peygamberin ev halkı! Şüphe­siz ALLAH sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak murad eder.[11] Bu anlamda kullanılan "irâde" kelimesi de aynı şekilde pek çoktur.

Fahreddin Râzî şöyle demiştir: Mutezile bu âyeti delil olarak kullanarak, kuldan ALLAH´ın istemediği şeylerin vâki olabileceğini söylemişlerdir. Çün­kü meselâ hasta bir kimse tekellüfe girip orucunu tutsa, bu durumda o ALLAH´ın murad etmediği zorluğu işlemiş olacaktır. Râzî, onlara ´´Yüce Al­lah´ın iradesi bizzat zorluğun vukuu ile ilgili değildir, O, zorlukla emret­miş olmayı murad etmemiştir" şeklinde cevap vermiştir. Ne Alûsî´de ne de Bağavî´de, bu âyetlerdeki "irâde"nin müellifin dediği gibi rıza ve mu­habbetle tefsir edildiğini de görmedim. Mutezile´nin çıkmazını en iyi gide­recek çözüm, kelimenin sözlük anlamında bulunacak bir dayanaktır. Kâmûs´da şöyle denir: "İrâde, meşîettir (yani dilemektir)." Şârih ise, bu mânâya herhangi bir ilavede bulunmamıştır. Lisânul-Arab´da ise şöyle denir: "Birşeyi irâde etti" demek, onu dilemek (meşîet) demektir. Sonra da şöyle der: "Birşeyi irâde etti" demek, onu sevdi ve onunla ilgilendi demek­tir." Bu durumda Müellifin (r.a.) muradı tamamlanmış olmaktadır.

Bu iki tür irâde arasındaki farktan gaflet yüzünden konu ile il­gili yanlış anlamalar olmuştur. Bazıları mutlak surette emir ve ne-hiyde irâdenin bulunmadığını iddia etmişlerdir.[12] Bazıları emredil­meyen şeylerde mutlak olarak bulunmadığını, emredilen şeylerde ise mutlak surette bulunduğunu söylemişlerdir.[13]Her iki yer ara­sındaki farkı kavrayanlar ise, bu konuda herhangi bir karıştırma durumu içerisine düşmemişlerdir. Emri irâde, sonuç itibarıyla teşrî iradesi[14]demektir ve bu durumda emirde irâdenin mutlak surette bulunması gerekecektir. Kaderî irâde ise, tekvin (yaratma) irâdesi demektir. Buna göre, bu kayıtlama sadedinde "kasıd" lafzı­nın kullanıldığını ve Şâri´e izafe edildiğini görürsen bil ki, ben onunla teşrî iradesi anlamına işaret etmekteyim. Bu aynı zamanda teklif iradesi olmaktadır. Usûlcülerin "tekvin irâdesi" demeleri ve bununla da ikinci mânâsı ile bu kitapta "kasıd" lafzı ile anılacak olan şeyi kastetmeleri[15] yaygındır. Tabiî bu bir ıstılah meselesidir ve ıstılahlarda fazla katılık göstermenin bir anlamı yoktur. Yardım ancak ALLAH´tan istenir. [16]

İkinci Mesele:

Mutlak (herhangi bir kayıt taşımayan) şeylerin emredilmiş ol­ması, Sâri´ Teâlâ´nm onların gerçekleştirilmesine yönelik kasdı bulunduğunu gerektirir. Nitekim nehiy de, mutlak olarak yasakla­nan o şeyin gerçekleştirilmeme sine ve terkine yönelik kasdının bu­lunmasını gerekli kılar. Şöyle ki:

1.

Emrin mânâsı fiilin, nehyin mânâsı da terkin[17] iktizâsı (gerekli kılınması) demektir. İktizâ ise, talep olmaktadır. Talep de talep edilen şeyin varlığını ve o şeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasdm bulunmasını gerekli kılar.[18] Talebin bunun dışında başka bir mâ­nâsı yoktur.

2.

İkinci bir husus: Eğer kendisinde talep edilen şeyin gerçekleşti­rilmesine yönelik bir kasdm bulunmasını gerektirmeyecek bir tale­bin varlığı tasavvur edilebilecek olursa, o zaman emrolunan şeyin gerçekleştirilmeme sine yönelik bir kasıt ile birlikte bir emrin; işle-nilmesine yönelik bir kasdın bulunması ile birlikte de bir nehyin gelmesi mümkün olurdu. Bu durumda da ne emir, emir olur; ne de nehiy, nehiy olurdu. Bu tam bir çelişkidir. Dahası emrin nehye, nehyin de emre dönüşmesi sahih olurdu. Keza işlenmesine ya da [123] terkine yönelik herhangi bir kasıt içermeyen bir emir ya da nehyin bulunması mümkün olurdu ve bu durumda emredilen ya da yasak­lanılan şey mubah ya da meskûtun anh (hakkında hüküm verilme­yen ve sükût geçilen) olurdu. Bütün bunlar muhal olan şeylerdir.

3.

Üçüncü bir nokta daha var: Emredilen şeyin gerçekleştirilmesi­ne, nehyedilen şeyin de terkedilmesine yönelik bir kasıt içermeyen emir ve nehiy, kendinde olmayan kimsenin (sâhî), uyuyanın ve mecnûnun sözü olur. Bunlar ise, ittifakla emir ve nehiy değildir. Konu, hakkında delil aramaya ihtiyaç duyulmayacak kadar açıktır.

İtiraz: Bu (yani emrin, emredilen şeyin gerçekleştirilmesine yönelik Şâri´in kasdınm bulunmasını lâzım kılması), birkaç yönden

problem arzeder:

1.

Bu esasa göre, takat yetmeyecek şeyle yükümlü kılma, o şeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasıt içermiş olur. Oysa ki tahkîk er­babı âlimler fiilen vuku bulmuş olmasa da takat üstü yüküm­lülüğü ittifakla caiz görmektedirler. Onun caiz olması, takat üstü yükümlülük konusu şeyin gerçekleştirilmesine yönelik kasdın sa­hih olmasını gerektirir. (Adeten) mümkün olmayan birşeyin gerçek­leştirilmesine yönelik kasıt ise, abestir. Dolayısıyla bundan, takat üstü birşeyi emretmeye yönelik kasdın da abes olması sonucu lâzım gelir. ALLAH hakkında abesle iştigali caiz görmek ise muhal­dir. Kendisinden muhal lâzım gelen herşey de muhaldir. O da (emirde), emredilen şeyin işlenmesine yönelik kasdın lâzım gelme­sidir.

´Emir, emredilen şeyin gerçekleştirilmesine yönelik bir kasdm bulunmasını lâzım kılmaz´ dediğimiz zaman ise durum farklı olur. Çünkü bu durumda aklî bir mahzur ortaya çıkmamaktadır. Dolayı­sıyla da onu kabul etmek gerekecektir.

2.

Bunun benzeri[19] efendi hakkında lâzım gelir. Şöyle ki: Kendi­sini kölesini dövdüğü için cezalandırmak isteyen hükümdar huzu­runda efendi kölesine kendisine itaat etmeyeceği düşüncesiyle bir emirde bulunur ve bununla hükümdarın huzurunda dileyeceği özre bir ön hazırlık olmasını ister. Bu Örnekte efendi, köleye, em­rettiği şeyi gerçekleştirmesini kastetmeksizin emirde bulunmuş­tur. Çünkü burada onda bö...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 00:32:57 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Emir Ve Nehiy
« Posted on: 24 Nisan 2024, 07:30:44 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Emir Ve Nehiy rüya tabiri,Emir Ve Nehiy mekke canlı, Emir Ve Nehiy kabe canlı yayın, Emir Ve Nehiy Üç boyutlu kuran oku Emir Ve Nehiy kuran ı kerim, Emir Ve Nehiy peygamber kıssaları,Emir Ve Nehiy ilitam ders soruları, Emir Ve Nehiyönlisans arapça,
Logged
29 Eylül 2010, 00:37:29
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 29 Eylül 2010, 00:37:29 »

Fasıl:

Bu sabit olduğu ve amelde bulunan kimse emir ve nehyin ille­tinden anlaşılan muktezâya uygun olarak amel ettiği zamari^o kimse güçlü bir yol üzere yürümüş, girdisinde çıktısında her husus­ta Şâri´in kasdına uygun hareket etmiş olacaktır. O yüzdendir ki selef-i sâlih, kendilerini ibadete verme ve azimetleri araştırma ve onlarla amel etme konusuna vermişler ve nefislerini Allah´a kulluk uğrunda meşakkat ve sıkıntılann altında ezmişlerdir. Çünkü onlar emir ve nehiylerin emreden ve nehyeden cihetinden geldiğini ve onların "Nasıl yaptıklarınıza bakmak için[107] "Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini sınamak için"[108]olduğunu; ancak mükelle­fin bünyece zayıf, irade açısından güçsüz, sabır bakımından yeter­siz olması hasebiyle, onun öyle olduğunu bilen ve onu o şekilde ya­ratan Allah Teâlâ, kulunu mazur görmüş ve zayıflığı sebebiyle ona acıyarak amellere girme konusunda dayanabileceği kolaylıklar ge­tirmiştir. Bu cümleden olmak üzere onun kalbine taat sevgisini koymuş ve onu güçlendirmiş, bazı huzur bozucu ve sarsıntı verici durumlar, zihni kanştırıcı düşünceler karşısında sabretmesi halin­de onunla birlikte olmuş, ona olan rahmetinin bir tecellisi olmak üzere meşakkatlerle karşılaşma halinde güçlük ve sıkıntılann kal-dınlacağı bir alan kılmış, amele ilk başlama anında hafifletme yo­luyla bir hazırlık devresi kılmış ve bu şekilde devamlılığın ağırlı­ğını karşılamak istemiş, bunun sonucunda yükümlülükler üzerinde devamlılığın kendisine ağır gelmemesini amaçlamıştır. Eğer kula hayır işleme tutkusu girerse ve kendisine meşakkatlann kolaylaş­ması kapısı aralanırsa, bundan böyle ağır olan, ona hafif gelmeye başlar ve Allah Teâlâ´nın "Herşeyi bırakıp yalnız O´na yönel[109]"Ben cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarat­tım"[110] gibi âyetlerinde ifadesini bulan mutlak kulluk emrini ifaya kendini verir. Sanki meşakkat ve zıddı kolaylık hakîkî değil tama­men izafî (göreli) şeylerdir. Nitekim bu konu Ruhsatlar bahsinde geçmişti. Şimdi emir yöneltilmiştir ve emir karşısında herkes kendi nefsinin fakîhidir. Emir ve nehiylerle kullara karşı rahmet ve ge­nişlik murad olunduğuna göre, aynı kasdın bulunması konusunda bunlarla ruhsatlar birleşmiş olurlar. Bu durumda azimetler konu­sunda emir ve nehiyler genel anlamda uyulması maksûd olan şey­ler olurlar; rıfk konusunda ise onlar kula yönelik olur: Eğer kul bu durumda rıfk ve kolaylık yönünü tercih ederse, o ruhsat gibi olur. Eğer aksi tarafını tercih edecek olursa o zaman da "Herşeyi bıra­kıp yalnız O´na yönel"[111]buyruğunun vb. gereği olan azimet doğ­rultusunda hareket etmiş olur.

Fasıl :

Sarih olmayan emir ve nehiylere gelince bunlar birkaç kısım­dan oluşur:

1.

Hükmün ifadesi haber cümlesi şeklinde gelir. Örnekler: "Oruç

size yazıldı[112] "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler[113]"Al­lah, inkarcılara, inananlar aleyhine asla fırsat vermeyecektir[114] "Onun keffâreti on yoksulu doyurmaktır[115]Bunlar ve benzeri içeri­sinde emir mânâsı bulunan fakat haber cümlesi (inşâî değil de ihbârî) şeklinde gelen nasslar bu türden olmaktadır. Bu kısmın hükmü açıktır ve bunlar sarih emir ve nehiyler gibi işlem görürler.

2.

Fiilin ya da o fiili işleyenin övülmesi; ya da fiilin ya da o fiili iş­leyenin yerilmesi; emirler hakkında fiili işleyene sevap verileceğinin, nehiyler hakkında ise o fiili işleyene azap edileceğinin belirtil­mesi; ya da emirler hakkında fiili işleyeni Allah´ın seveceğinin, ne-hiylerde ise fiili işleyene Allah´ın buğzedeceğinin ve hoşlanmayaca­ğının veya sevmeyeceğinin bildirilmesi. Bu kısmın Örnekleri de açıktır. Meselâ: "Allah´a ve peygamberlerine inananlar, işte onlar dosdoğru olanlardır[116] "Bilakis siz aşırı giden bir topluluksu­nuz[117] "Ve kim Allah´a ve Peygamberine itaat ederse, onu cennet­lere sokarız[118] "Kim Allah´a ve Rasûlüne isyan eder ve O´nun sı­nırlarını aşarsa, onu cehenneme sokarız[119] "Allah, iyilik yapanla­rı sever[120] "Şüphesiz O, israfçıları sevmez[121]"Kulları için küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnud olur"[122]. gibi.Bunlar da açıktır dedik, çünkü bu ifadeler tartışmasız olarak övü­len konularda o fiilin işlenmesine, yerilen konularda da o fiilin ter-kedilmesine yönelik zımnî bir talep içermektedirler.

3.

Talep konusu şeylerin gerçekleşmesi kendilerine bağlı olan şeyler: "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir [123]"Birşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış ol­mak mıdır "[124]el-Ka´bî´nin görüşüne[125] göre, "Birşeyin mubah ol­ması, onun emredilmiş olması demek midir " ve daha başka benzeri aslında maksûd olmadıkları halde talep konusu olan şeylerin iş­lenmesi ya da terkedilmesi için zorunlu olarak bulunması gereken şeyler de bu kısmı teşkil etmektedir.

Âlimler gerek bu konularda ve gerekse bunların dikkate alınıp alınmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konular usûl kitap­larında işlenmiştir. Ancak, şayet biz bunların dikkate alınmaları gerektiğini söyleyecek olursak, bu aslî kasıt üzerine değil talî (ikin­ci) kasıt üzerine olmuş olacaktır. Hatta bunlar derece bakımından "Alış verişi bırakın" gibi tâbi durumda olan sarîh emir ve nehiyler-den daha zayıf olacaklardır.[126]Çünkü dikkate alma konusunda sarîh olan emrin rütbesi hiçbir zaman zımnî olanın rütbesi gibi de­ğildir.

Makâsıd bölümünde geçtiği üzre şer´î maksatlar iki kısımdı: a) Aslî maksatlar, b) Tâbi maksatlar. Emir ve nehiylerle ilgili burada zikredilen bu kısım işte o taksimden doğmaktadır. Bu ikisi arasın- [157] da çok büyük fıkhî incelikler bulunmaktadır.[127] O yüzden konunun açıklığa kavuşması ve sonunda Allah´ın izniyle başka benzerlerini de yerlerine oturtabileceğin bir kıstasa ulaşabilmen için bir fasıl açıp orada bir mesele[128] zikriyle izahat vermemiz gerekmektedir.

Fasıl :

Fukahaya göre "gasb" rakabe üzerine teaddîde bulunmak de­mektir. "Teaddî" ise, rakabe üzerine değil de menfaatler üzerine te­cavüzde bulunmaya has bir ifadedir.

Gâsıb, gasbedilen şeyin rakabesine mâlik olmayı kastederse, bu ona yasaklanmıştır ve kasdı cihetinden yaptığı şeyden dolayı günahkârdır.[129]Bu durumda kişi sadece rakabeyi kastetmiş olmak­tadır. Bu itibarla nehiy öncelikle rakabe üzerinde malikiyet kur­ması maksadına yöneliktir.

Menfaatler üzerine teaddîye gelince, burada kasıt rakabeye de­ğil menfaatlerin elde edilmesine yönelik olmaktadır. O bu kasdı se­bebiyle o şeyle faydalanmaktan yasaklanmış olmaktadır. Bu du­rumda o, sadece menfaatlere yönelik bir kasıt bulundurmuş olmaktadır. Ancak her iki durum da, tâbiyet hükmü yoluyla birinci (aslî) kasıtla değil de ikinci (tâbi) kasıtla diğerinin bulunmasını zorunlu kılmaktadır.[130]

Kişi eğer gâsıb ise, menfaatleri değil, rakabeyi tazminle sorum­lu olacaktır ve rakabenin sadece gasb günündeki kıymetini tazmin edecek, (onu gasbdan hüküm anına kadar geçen süre içerisinde ulaştığı) en yüksek kıymetten ödemeyecektir. Çünkü faydalanma rakabeye tâbi durumdadır. O tâbi durumda olunca, ondan fayda­lanma hakkında gelen yasak da rakabeye el koyma yasağına tâbi durumunda olacaktır. O yüzden de menfaatlerin kıymetini tazmin etmeyecektir; ancak bazı âlimlerin görüşüne göre menfaatlerin tazmini söz konusu olacaktır ve bunlar görüşlerini "gâsıbm rakabe ile birlikte aynı anda aslî kasıtla menfaatlere yönelik de kasıt bu­lundurmuş olacağı" esasına bina etmektedirler. Daha açık görüşe göre rakabe gâsıbı üzerine menfaatlerin tazmini gerekmemelidir; çünkü bir genel kaide getiren "el-Harâcu bi´d-damân" (= Cereme kime semere ona.[131]) hadisinin genel kapsamına bu da girmekte­dir.[132]Bunun sebebi zikredildiği üzere, gasbedilen şeyden fayda­lanmayı yasaklama bizatihi maksûd değildir; aksine o gasb yasa­ğına tâbi durumdadır. Bu haliyle o, cuma vaktinde yapılan alış ve­rişin durumuna benzemektedir. Açıkça yasak bulunmasına rağmen bu vakitte yapılan alış veriş yasaktan gözetilen maksat bizzat alış verişi yasaklamak olmadığı için bir kısım âlimlere göre sa­hih olunca, zımnî nehiy ile yasaklanmış olması durumunda onun öncelikli olarak sahih olması gerekecektir.[133]Bu bahis "Vacibin ancak kendisi ile tamamlanabildiği şey de vacip midir " meselesinde de aynen geçerlidir. Eğer biz vacip değil dersek, o takdirde bir problem bulunmayacaktır. Yok vacip diyecek olursak o zaman onun vacipliği bizatihi olmayacak­tır. Aynı şekilde "Eirşeyi emretmiş olmak onun zıddını da yasaklamış olmak mıdır ", yine "Birşeyi yasaklamış olmak onun zıdlarından birini emretmiş olmak mıdır " meselelerin­de de durum aynıdır. Eğer biz öyle dersek, o zaman bu bizatihi maksûd olmayacaktır ve bu durumda emir ve nehiy için kesin bir hüküm bulunmayacak; ancak bilfarz aslî kasıt ile maksûd olması takdirinde kesinlik kazanabilecektir; oysa ki durum öyle değildir.

Eğer (gâsıb değil de) müteaddî ise, o takdirde tazmin sorum­luluğu gasb değil de teaddî tazmini[134] şeklinde olacaktır; çünkü bu durumda rakabe tâbi durumda olmaktadır. Durum böyle olunca rakabeye el koyma yasağı, menfaatlere el koyma yasağına tâbi ol­maktadır. Bu yüzden de mutlak surette en üstün kıymetinden[135] tazmin edecektir ve az çok ne varsa tazminle yükümlü olacaktır. Teaddî durumunda rakabenin tazmini ise, sadece malın telef olması[136] halinde söz konusudur. Çünkü onun telefi menfaatlerinde telefi sonucunu doğurmaktadır. Bunlarda gasb hali İse böyle de­ğildir.

Eğer bunlar aynı olsaydı o zaman ne İmam Mâlik ne de başka­ları bunların aralarını ayırmazlardı. İmam Mâlik gâsıb ve hırsız (sârik) hakkında şöyle demiştir: "Gasbedilen ya da çalman şeyi pi­yasasından ve menfaatlerinden alıkoyar ve sonra olduğu gibi geri iade ederlerse sahibinin tazmin ettirme hakkı yoktur.[137] Eğer iâreten almış (müsteîr) ya da kiralamış (mütekârî) (ve teaddîde bulun­muş ise[138]o takdirde kıymetini tazmin...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:41:27
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 29 Eylül 2010, 00:41:27 »

Dokuzuncu Mesele:


İki şey hakkında emir ve nehiy bulunsa ve bu şeylerden her bi­ri diğerinin tâbisi durumunda olmasa, aralarında ne varlık ne de geçerli bulunan örf bakımından telâzum (birbirini zorunlu olarak gerektirme durumu) da bulunmasa, ancak mükellef amaç itibarıyla bu iki şeyi tek bir fiil içerisinde ve ve tek bir garazla bir araya getir­me kasdı bulundursa meselâ tek bir akit içerisinde haram ve helâli bir arada toplamak gibi bu durumda (hüküm ne olur )

Biz bu konuya "emrin ibâha yerine konulması" demek istiyo­ruz. Çünkü hüküm her ikisinde de birdir. Zira emir bazen ibâha için olabilmektedir. Meselâ şu âyette böyledir: "Namaz kılındığı zaman, yeryüzüne dağdın ve ALLAH´ın lütfundan (nasibinizi) ara­yın"[220] Burada bu ıstılahla sadece ihtisarda bulunma kastedilmiş­tir. Mânâ siyak ve sibaktan anlaşılmaktadır.

Malum olduğu üzere onlardan her biri bilfarz kasıt konusunda tabi durumunda değildir ve onların münferit hükmünde kabul edilmesi de mümkün olmamaktadır. Çünkü bu kasıt ile bağdaşma­maktadır. Zira maksatlar tasarruflarda dikkate alınmaktadır. Yine şer´î mesâil üzerinde yapılan istikra ortaya koymaktadır ki; hü­kümler konusunda, iki şeyin bir arada olmasının, yalnız başına bu­lunmaları durumunda olmayan tesirleri vardır[221]

Bu konuda emredilen birşeyle, yasaklanılan bir şeyin yada em­redilen iki şeyin veyahut da yasaklanılan iki şeyin bir araya gelmiş olması arasında fark bulunmamaktadır. Hz. Peygamber bey´ ve selefi yasaklamıştır.[222] Halbuki bunlardan her biri tek başı­na ele alındıklarında caiz olmaktadır. ALLAH Teâlâ iki kız kardeşin aynı nikah altında toplanmasını yasaklamıştır. Halbuki teker te­ker olmak kaydı ile her biri üzerine akitte bulunmak caizdir. Ha­diste de bir kadının, halası ve teyzesi ile birlikte bir arada nikâh altında tutulması yasaklanmıştır.[223] Hz. Peygamber gerekçe olarak da bu yasağa şu sözü ile işaret buyurmuştur: "Eğer siz bunu yaparsanız, o zaman akrabalık bağlarını koparmış olur­sunuz" Bu konu da, mânâ bakımından konumuza dahil olmakta­dır; çünkü burada toplama halindeki hüküm, onların teker teker olan hükümlerinden farklı olmaktadır. Dolayısıyla bir arada bu­lunmanın hükme tesiri bulunmaktadır ve bu bir delildir. Bu tür ni­kahların tesiri akrabalık bağlarının kesilmesi konusundadır ve bubirliğin kaldırılmasıdır. Bu bir arada olmanın tesiri olduğu hakkında da delil olmaktadır. Yine hadiste sadece cuma gününde oruç tut­mak yasaklanmış[224] ve bir gün Öncesi ya da bir gün sonrası ile bir­likte tutulması istenmiştir. Aynı şekilde Ramazan ayından bir ya da iki gün Önce oruç tutmaya başlamak da yasaklanmıştır.[225]Fıtır bayramı gününde oruç tutmak da böyledir.[226] Zekat yükümlülüğün­den kaçmak için ayrı olan zekât matrahı malları birleştirmek, bir­leşik olanları da ayırmak da yasaklanmıştır.[227] Bütün bunlar bir arada bulunma (içtimâ) halinin, tek başına bulunma (infirâd) hali­ne ait olmayan etkileri bulunduğunu gerektirir. İnfirâd hali için, içtimâ halinden farklı hükmün bulunması gereği, içtimâ haline ait, infirâd halininin hükmünden farklı bir hükmün bulunduğunu içtimâ halinde, infirâd haline dönme Özelliği ortadan kalksa bile[228] açıklar. Yine Hz. Peygamber içecekler bahsinde (üzüm ve hurma gibi) iki ayrı şeyin birbirine karıştırılmasını ya­saklamıştır.[229] Çünkü bunların birbirine katıştırılmalan sarhoşluk verme özelliğini çabuklaştırıcı bir etki göstermektedir. (Satılan) an­ne cariye ile çocuğunun aralarının ayrılmasını yasaklamıştır. Bu hadis Sahih´te bulunmaktadır.[230] Aynı şekilde iki kardeşin arası­nın ayrılmasını yasaklamıştır.[231] Bu da hasen bir hadis olmaktadır. Şeriatta bu türden örnekler çoktur.

Sonra bir arada bulunma (içtimâ) hakkında delil ikâmesi konu­sunda daha genel bir anlamda[232] yaklaşıldığı zaman, onun kısmen dikkate alınmış olduğunu gösterecek deliller daha da çoğalacaktır.Meselâ birlik halinde olmanın emredilip, ayrılık halinde olmanın yasaklanması gibi. Çünkü birlikte olma halinde, yalnız olma halin­de bulunmayan özellikler vardır: Meselâ dayanışma ve yardımlaş­ma, İslâm´ın güç ve kudretini gösterme, küfrün egemenliğine son verme gibi. İşte bu noktadan hareketle dînî etkinliklerden olmak üzere cemâatler, cumalar, bayramlar konulmuş; özel olarak akra­balar arasında, genel olarak da bütün müslümanlar arasında bağ­lar tesis edilmiş ve bunlar arasında irtibat kurulması istenilmiştir. Toplu halde olmak övülmüş, ayrılık hali yerilmiştir. İnsanların ara­larının bulunması emredilmiş, bunun aksine hareketler ve sonuç itibarıyla ayrılık doğuracak her türlü faaliyetler yerilmiştir.

Keza nazarî yaklaşım da, beraberlik haline ait, ayrılık hali için bulunmayan hususiyetlerin mevcudiyetine hükmeder.

Bu, beraber olma (içtimâ) halinin etki edeceğinin ve onun dik­kate alınacağının izahı olmaktadır.

Ayrı bulunma (iftirâk) halinin de bir başka yönden etkisi var­dır: Ayrılık halinde bulunmayan bazı hususiyetlerin, beraberlik hali için söz konusu olduğu gibi, ayrılık hali için de bazı özellikler vardır ve bunları beraberlik hali ortadan kaldırmaz. Meselâ bir arada olan bey´ (satış) ve selefi (karz) yasaklayan hadis, tek başları­na bulundukları zaman bunlardan her birine ait bazı hususiyetle­rin bulunduğuna ve bunların bir arada bulunma halinde ortadan kalkmayacağına hükmeder. Bu özellik bunlardan her biri ile istifa­de durumudur ve bu, bir arada olma durumunda ortadan kalkmaz. Ancak bu birleşme sonucunda bunların arasında ilave bir özellik vücuda gelir ki, yasak da işte bundan dolayı gelmiştir. Beraber ol­ma halinde doğan bu ilave özellik, tek olarak bulunma halinde mevcut özellikleri tümden ortadan kaldırmaz. İki kız kardeşi aynı anda bir arada nikah altında tutma[233] ve delillerin zikri sırasında belirtilen benzeri diğer konularda da durum aynıdır.

Sonra nasıl ki, beraber bulunma halinde ayrı iken mevcut ol­mayan bazı özellikler var idiyse, münferit halde iken mevcut olup beraber bulunma halinde ortadan kalkmayan bazı özellikler de vardır. Çünkü bir araya gelenlerin her birinin kendisine ait var olan özelliği, eğer bir araya gelme sebebiyle ortadan kalkacak ol­saydı, o zaman birleşme (içtimâ) halinin özellikleri ortadan kalkmış olurdu. Aynen insanla, organlar arasındaki ilişkide olduğu gibi. Bu organların toplamı insanı oluşturmaktadır. Ancak bu organların tek yönden birleşmiş olmaları ya da tek bir özelliği ortaya koymuş olmak için birleşmeleri düşünülecek olsaydı, o zaman insan ortaya çıkmazdı.[234] Baş, elin göstermediği özelliği göstermekte; el ise aya­ğın vermediği faydayı sağlamaktadır. Kemikler, sinirler ve damar­lar gibi birbirine benzer halde bulunan diğer organlarda da durum aynıdır. Bunlar farklı özellikler taşımakta ve birleşme anında bu özelliklerini yitirmemekte ve bütün bunların toplamından insan meydana gelmektedir. Eğer insan ve organlar için tatbik ettiğimiz bu husus anlaşıldıysa, diğer birleşme (içtimâ) hallerinde de duru­mun aynı olduğu anlaşılacaktır.

Şu halde birlik halinde olmayı isteyen emir ve ayrılığı yasakla­yan nehiy, içtimâ halinde iken cüzlerin faydalarını[235]ortadan kaldirmaz. İçtimâ hali yoluyla fayda meydana geldiği gibi, içtimâ ha­linde iken de cüzlerin ayrı ayrı ele alınması yönünden fayda hasıl olmaktadır. Sonra iki şeyin bir arada bulunması (içtimâi) duru­munda, bunlardan her birinin, o açıdan itibara alınması sahih ola­cak bir hüküm ile müstakil olarak ele alınması mümkün olduğu gi­bi, meselemiz gibi olan yerlerde birbirleri ile tearuz halinde de ola­bilirler ve bu halde mesele üzerinde durmak gerekir. Bu durumda sadece içtimâ halinin dikkate alınması, infirad halinin dikkate alın­masından daha öncelikli (evlâ) değildir.[236]

Her birinin, müctehidlerin bakış açılarını üzerlerine çekecek izah ve dayanakları vardır.

Hal böyle olunca, maksat açısından her iki durumun da birbiri içerisine girmesi halinde, bunlar hüküm açısından varlık ve yokluk bakımından birbirleri ile bağıntı (telâzum) halinde bulunan ve hü­kümleri tek bir şeyin hükmü gibi olan iki şey olurlar. Bu durumda emir ve nehyin beraberce onlar üzerine gelmiş olması (içtimâi) birbirleri arasında varlık ve yokluk bakmmdan bağıntı (telâzum) bulunan şeylerde olduğu gibi mümkün değildir. Bu durumda mutlaka emir ya da nehiy yoluyla onların her ikisine birden yöne­len bir hükmün bulunması gerekecek midir Yoksa gerekmeyecek midir Alimlerden bir kısmı, onlar üzerine çözülme ve müstakil olma hükmünü uygulamaktadır ve bunlar örf-i vücûdî ile istimali dikkate almaktadırlar. Tabiî bu her birinin diğer eşinden ayrı ola­rak ele alınması mümkün olduğu zaman için söz konusudur. Alimler arasındaki görüş ayrılığı "haram ve helali içeren akit" meselesinde sürmektedir ve her iki tarafın görüşlerinin izahı orta­ya çıkmıştır.

İtiraz: Delilin desteklemiş olduğu görüş birincisidir. Çünkü bir arada olma (içtimâ) halinin bir tesiri bulunduğu ve ona ait yalnız başına bulunma halinden farklı hüküm olduğu sabit olduğuna göre, o zaman bütüne nisbetle iki şeyden her biri, asıla´(metbû) nisbetle tâbi halini almış olur. Çünkü her biri bütünün bir parçası duru­mundadır. Bütünün bir kısmı, o bütüne tâbi durumundadır. Bunu [198] destekleyen delillerden biri de Hükümler bahsinde geçen, birşeyin cüz itibarıyla mubah, kül itibarıyla ise matlûp veya cüz itibarıyla mendûb, kül itibarıyla ise vacip olmasıdır. Diğer hükümlerde de ay­nı şekilde cüz itibarıyla ele alındığında farklı, kül itibarıyla ele alındığında ise daha farklı hükümler doğmaktaydı. Bu durumda emir ve nehyin aynı anda gelmiş olması düşünülemez. Biz bütüne baktığımızda, nehye mahal olan şeyin bütün içerisinde mevcut ol­duğunu görürüz. Bu durumda nehiy, o şey içerisinde ilgili olduğu şeye yönelmiş olacaktır. Bu durum, Mâzirî´nin talîlinde ve onunla birlikte zikredilen şeylerde izahını bulmaktadır.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Eğer bütünü meydana getiren cüzlerden h...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 00:44:02 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:46:32
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 29 Eylül 2010, 00:46:32 »

Üçüncü yöne gelince, eğer onun emredilen bir şeye hadim ol­duğu farzedilecek olursa, bu takdirde o birinci kısımdan olacaktır. Kişinin hanımı ile oynaşması, at talimi vb. yollarla eğlenmesi gibi. Ancak bunların emredilmiş olan şeylere hadim olmaları birinci ka­sıtla değil ikinci kasıtla olmaktadır. Zira bu tür oyunlarla oynadığı o anda, kül olarak yapılması matlup bulunan bir amelle kendisini gaflet ve tenbellikten uyaracak bir başka amel işlemesi mümkün­dü; zevce ile oynaşmak gibi. Bunun için herşeyi terketmek suretiyle istirahate çekilmesi de yeterlidir. Uyumak ve başka yollarla din­lenmek sonucunda, her zaman için çalışma yorgunluğu ortadan kalkmayabilir. Bütün bunlar (yani uyku vb. şeyler) mubahtır. Çün­kü birinci kasıt ile matlûp olan şeye hadim bulunmaktadır. Oyun ve eğlence yolu ile dinlenme ise, böyle değildir. Eğer kişi bu oyun­lardan devamlılık olmamak kaydı ile oynar ve eğlenirse, o zaman işlenmesi matlup şeye hadim olan birşeyi içeren bir iş[355] yapmış olur. Onun hâdimliği ise birinci kasıtla değil, ikinci kasıtladır. Do­layısıyla birinci kısımdan ayrılmış olur. Zira birinci kısımdan olan­da ibtidaen hadim olan şey yapılmış iken, bu kısımda terki matlup olan şeye hadim olan işlenmiştir. Şu kadar var ki, devamlılık olma­dığı takdirde[356] oyun, işlenmesi matlup olan şeye hizmet mânâsı da içermektedir. Düşünen kimse için bu açıktır.

Fasıl:

İtiraz: Burada şöyle denilebilir: Bu bahis, fıkhı bir faydası ol­mayan lüzumsuz bir tetkiktir. Çünkü her iki kısım da, aslî konu­munun gereğinin zıddını içermektedir.[357] Bu durumda yapılması gereken şey, mubahın kullanılması ya da terki konusunda durum ne gerektiriyorsa[358] o şekilde amel etmektir. Bunun ötesinde kalan şeylerin göründüğü kadarı ile hiçbir faydası yoktur. Yapılan sadece mevhum bir duruma zihnin takılması ve yorumlara gidilmesidir. Böyle birşey ise ciddî ilim adamlarına yakışmaz.

Cevap: Bilakis bu konu üzerine hem fıkhı durumlar[359] hem de

amelî esaslar terettüp eder:

1.

Bunlardan birincisi şudur: Bu konu, fesadı gerektiren arızî du­rumların ortaya çıkması halinde, mubahlardan vazgeçilmesi isteni­lecek olanla, böyle bir durumda fesadı gerektiren arızî engellere rağmen terki istenmeyecek olan kısımlar arasını ayırmamıza imkân verir. Şöyle ki: Alış veriş, birlikte yaşama, birlikte ikamet et- [232] me... gibi asıl olmak üzere meşru kılınan esasları ele alalım: Yeryü­zünü fesat kaplasa ve her tarafta münker olan şeyler yayılsa, öyle ki mükellef, ihtiyaçlarını gidermesi ve lüzumlu tasarruflarda bu­lunması halinde genelde bu tür münkerât ile karşılaşmak ve onlara bulaşmaktan kurtulamasa; zahir, bu durumda onun böyle bir sonu­ca götürecek herşeyi bırakmasını gerektirecektir. Fakat hakikat öy­le değildir; onun mutlaka ihtiyaçlarını işlenmesi ister cüz, ister kül olarak matlup bulunsun gidermesini gerekli kılar. Giderilme­si gerekli kılman bu ihtiyaçlar ya aslî üzere matluptur ya da, aslî olarak matlup olana hadim durumdadır. Çünkü, eğer bu du­rumda mükellefin ihtiyaçlarından el çekmesi istenecek olursa bu sı­kıntı ve zorluğa (harec) ya da takat üstü yükümlülüğe götürür. Bunlar ise bu ümmetten kaldırılmış olan zor ya da imkânsız yü­kümlülüklerdir. İnsan için bu tür ihtiyaçların giderilmesi kaçınıl­mazdır. Ancak elinden geldiği kadar karşılaşacağı bu münker şey­lerden kaçınmaya çalışır; güç yetiremediklerinden de affolunur (ma´fuvvun anh).[360] Zira bunlar (yani karşılaşılan münkerât), asıl hükmüyle değil tâbilik hükmüyle ortaya çıkmaktadır. İmam Gazzâlî, Ehyâ adlı kitabının helâl ve haram bahsinde konuyu bun­dan daha husûsî bir biçimde[361] ele almış ve orada açmıştır. Bu ge­nel bir kaide olarak alındığı zaman süreklilik ve bidüziyelik göste­recektir.

İbnu´l-Arabî, hamama girmenin caiz olduğunu belirttikten son­ra şöyle der: "Eğer denirse ki: Hamam çoğu kez münkerâtm görül­düğü bir yerdir; dolayısıyla oraya girmenin hükmünün haram ol­ması, mekruh olmasından daha isabetli gözükmektedir. Bu durum­da caiz olması da nerede kaldı Biz de deriz ki: Hamam tedavi olu­nan, temizlik yapılan bir yerdir. Bir nehir mesabesindedir. Nehirde de avret yerlerinin açılması ve münker şeylerin yapılması gibi şer´an hoş kabul edilmeyen durumlar galip halde bulunabilir. Bu­nunla birlikte insan, ihtiyaç duyduğu zaman ona girer ve mümkün mertebe gözünü ve kulağını esirgemeye çalışır. Münker olan şeyler bugün mescidlerdedir; ülkeyi kaplamıştır. Hamam da genel olarak ülke, özel olarak da nehir gibidir" Onun sözü böyle. Bu sözün, konu­muza delâleti açıktır.[362]

Asıl itibarıyla meşru olan her konuda değerlendirme bu şekilde olacaktır. Bu ortaya çıkan arızî durumdan sakınma hali, sıkıntıya maruz bırakacaksa böyledir. Ama böyle bir sonuca götürmeyecekse ve farzedilen durum ile nehyin bulunduğu konuda bir çıkış noktası bulunuyorsa sedd-i zerâi´de olduğu gibi o zaman mesele üzerin­de düşünmek gerekecektir. Bu halde iki taraf birbirini tartmış ola­caktır; kim arızî olan yönü dikkate alacak olursa, fesada giden yolu kapatacaktır; üstü örtülü riba satışları (büyûu´l-âcâl) ve benzeri hi-yel yollarında olduğu gibi. Kim de aslı dikkate alacak olursa, o da yasak olan şey açıkça ortaya çıkmadığı sürece men yoluna gitmeye­cektir.

Meseleye, aynı zamanda asıl olan ile galip halde bulunanın ça­tışması (tearuzu) durumu da dahil olmaktadır. Çünkü asla itibarın önemli bir yeri vardır Diğer hususları dikkate almak ise, yardım­laşma kabilinden tamamlayıcı unsur mahiyetindedir.[363] Bu konu da açıktır.Ama mubah, kül olarak terki matlup olan türden ise, durum bunun aksinedir. Hiçbir kimse için musikî dinleme, mubah oldu­ğunu kabul etsek bile eğer bu sırada yasak olan şeyler ortaya çı­kıyorsa veya yolunda varsa caiz olmaz. Çünkü musikî dinlemek, haddizatında işlenmesi matlup olan şey değildir. İşlenmesi isteni­len birşeye hadim durumda da değildir. Bu durumda, hal böyle iken mükellefin musikîden nasibini alması mümkün olamaz ve onu tümden terketmesi gerekir. Oyun vb. diğer şeylerde de durum aynı­dır. Hükümler kitabının Ruhsatlar faslında bu konu için yeterince açıklama yapılmıştı. Dünya hayatının cazibesi ve fitneleri karşısın­da gelen haberlerden kiminin onlara karşı uyarıcı ve onlardan ka­çınmayı teşvik edici ifadeler içermesi, diğer bir kısmının ise bu tür ifadeler içermemesi arasını bulma (telif) da işte bu noktanın dikka­te alınması yoluyla olacaktır.

İtiraz: Selef, mefsedetlere götüren şeylerden her ne kadar aslı kül olarak matlup olsa ya da matlup olana hadim bulunsa da uzak durulması konusunda uyarmışlardır. Onlar bu yüzden cemaa­ti, cenaze merasimlerine katılmayı vb. şer´an matlup bulunan bir­çok şeyleri terketmişlerdir. Birçokları evliliğin terki ve çor çocuk sahibi olmama konusunda ruhsat vermiştir; çünkü bu gibi şeylere pek çok münkerât girmişti. İmam Mâlik´ten zikre dil diğine göre o cumaları, cemaatleri, ilim öğretmeyi, cenazelere katılmayı vb. an­cak insanlar arasına katılmak suretiyle yapılabilen ve matlup olan şeyleri terketmiştir.[364] Diğerleri de böyle. Onlar büyük âlimler, fa-kihler ve veli kullardı; hayır işlemek, sevap elde etmek konusunda son derece hırslı kimselerdi. Bütün bunlar hakkında şeriatta delil de vardır: Meselâ Hz. Peygamber[ Bİevehs´iumtu ] ŞÖyle buyurur: "Çok sür­mez müslümanın en hayırlı malı koyun olur; vadilerde, yağmur düşen yerlerde onu yayar. Dinini kurtarmak için fitnelerden ka-çar[365] Benzer daha başka uzleti teşvik eden hadisler vardır. Böyle bir hayat, kül ya da cüz olarak yapılması mendup ya da vacip ol­mak üzere matlup olan, bir başkasına hadim bulunan ya da bizati­hi maksud olan pek çok şeyin terki neticesini içerir. Vacip için du­rum böyle olursa mubahın durumu ne olur

Cevap: Bu itiraz iki yönden yerinde değildir:

a) Biz, zarurî ve diğer ihtiyaçların giderilmesi konusunda in­sanlarla birlikte olmanın caizliğini söylemiş olduk. Bir kim­se iki caizden biri doğrultusunda hareket ederse, bunda herhangi bir sakınca olmaz. Cüz olarak matlup olan bize karşı

ileri sürülemez. Çünkü biz bu meselede o konuya girmek durumunda değiliz.

b) Hakkında uyan bulunan ve selefin yapmış oldukları şeyler, terkettikleri konularda onların kendi ictihadları sonunda gördükleri daha güçlü bir muarız sebebiyledir. Meselâ fitne­lerden kaçmak gibi. Çünkü fitne zamanlarında bunlara ka­rışmak, zarurî olan esasların bir çoğunu zedeleyecek sonuç­lara sebep olabilmektedir; haksız yere müslümanlar arasın­da kan dökülmesi gibi. Yahut da insanlarla beraber olma durumunda elde edecekleri faydalarla, kaybedecekleri de­ğerler ve uğrayacakları zararlar arasında bir tercih yapma­ları sonucunda olmuştur. Veyahut da aşırı takva sahibi kimseler kendilerine başkaları için ağır gelebilecek meşak­katler yüklerler. Meşakkatler ise, izafi olup kişiden kişiye değişir. Nitekim Hükümler bahsinde geçmişti. Dolayısıyla bütün bunlar bizim ortaya koyduğumuz hususu zedeleyecek mahiyette değildir.

Fasıl:

2.

İkinci fayda, mubahlardan niyet ile tâate dönüşenler ile dönüş-meyenler arasındaki ayırımın yapılmasıdır. Şöyle ki: Mubahlardan emrolunmuş birşeye hadim olanın niyet ile tâat şekline dönüşmesi mümkündür. Çünkü yemek, içmek, cinsî ilişkide bulunmak ve ben­zeri şeyler, zarurî olan bir esasın gerçekleştirilmesi için sebep ol­maktadırlar. Bu durumda alınan şeyin lezzet ve kalitenin en üst mertebesinde olup olmaması arasında fark yoktur. Bu ikisi arasın­da, onların mutlak haz sebebiyle ya da şer´î hitap açısından alınmış olmaları dışında dikkate alınacak bir fark yoktur. Eğer haz cihetin­den alınırlarsa, o bizzat mubah olmuş olur. Şer´î izin açısından alın­maları durumunda ise, o kül olarak matlup demektir.[366] Çünkü şer´î kasıtta matlûp olana hadim unsur vardır ve onun talebi birinci kasıtla olmaktadır. Bu taksim Hükümler bölümünde açıklanmıştı.

Bu sabit olunca, işlenmesi mat...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

29 Eylül 2010, 00:47:50
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 29 Eylül 2010, 00:47:50 »

[42] Nisa 4/17.

[43] ´Genelde´ ifadesinin dışında kalan hususlardan biri de meselâ gasbdır. Bu insan tabiatının meyledebileceği bir fiil olmakla birlikte hakkında belli bir had ve bedenî ceza konulmamıştır. Çünkü bundan sakınmak ve gasbedilen şeyi mahkemeye baş vurmak suretiyle geri almak kolayca mümkündür. Gasbeden kimse genelde, gasbettiği şeyin kendisine ait ol­duğunu iddia eder. Bu durumda hakkın kime ait oîdduğunun mahkeme­de isbatmdan başka bir yol kalmaz. Gasb hakkında gelen "Kim bir karış kadar bir yer gasbederse, yedi kat yer (yarın kıyamette) boynuna dola­nır..." şeklindeki ceza âhiret âlemi ile ilgilidir. Tabiî bu tür kimseler için dünyada hâkimin uygun göreceği ve gasbm önünü almaya matuf bir tazir cezası da bulunmaktadır.

[44] Meselâ yalnız başına da olsa namaz halinde iken avret yerlerinin örtül-

mesi vaciptir. Bu durumda örtünme iyi âdet ve üstün ahlâk anlayışının bir tezahürü olmaktadır. Avret yerlerinin eşler dışında başka insanlar­dan örtülmesi ise zarurî esasların tamamlayıcı unsurlarından olmakta­dır. Çünkü avret yerinin açık olması şehveti tahrik eder ve zinaya bir kapı açar. Zinanın haramlığı ise zarurî esaslardan olmaktadır.

[45] Dördüncü Nev´i, Üçüncü Mesele´de.

[46] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/125-130

[47] Bu emredilenlerin birçoğu birbiri aitma girse ya da birbirinin lâzımı bir

sonucu olsa da bunlar kitap ve sünnet nasslarında emir şeklinde geldik­leri için burada ayn ayrı zikredilmişlerdir. Yasaklarla ilgili olarak sayı­lanlar da aynı şekildedir.

[48] Hadiste acele edilmediği zaman duaların kabul edileceği belirtilmiştir. Keza başka bir hadiste de aceleciliğin şeytandan olduğu bildirilmiştir.

[49] Çünkü böyle bir tavır sabırsızlığın ve ALLAH´a itimadın olmamasının tabiî bir sonucudur.

[50] Yani nassda emredilen ya da yasaklanılan şeyin hali ile başka bir hal arası ayrılmaksızm mutlak gelmesi halinde. Bu durumda nasslar tama­men kayıttan uzak bir şekilde gelmekte ve eğer şöyle olursa vacip, şöyle olursa, mendup, şöyle olursa, mekruh olur gibi bir açıklama içermemek­tedir. Aksine tam anlamıyla mutlak olarak gelmekte herhangi bir kayıt bulundurmamaktadır. Talep konusu olan şeyin vacip mi, mendûp mu yoksa mubah mı, yasak ise haram mı hatta küfre götürecek birşey mi ol­duğunu belirtecek talebin kuvvetini gösterecek herhangi bir belirtiden uzak olmaktadır. Yukanda yetmişüç kadar sayılan hasletlerde galip olan emir şekli böyledir. Doksanbir kadar sayılan yasak konusu haslet­lerde de durum aynıdır.

Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: ALLAH´a ibadette ortak koş­mak, ALLAH´ın rahmetinden ümit kesmek, AUa´ın âyetleri ile istihzada bulunmak, ALLAH´ı unutmak ve daha başkaları gibi bazı yasak konulan vardır ki, bunlar hep aynıdır ve bunların cüzileri biri diğerinden farklı­lık göstermez. Çünkü bunlar hep bir derecededir ve o da küfürdür.

Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü: Bunlar kendi aralarında farklı farklı olan şeylerdir. Meselâ şirk koşma hakkında gelen: "Ben ko­şulan ortaklar içerisinde ortağa en müstağni olanım. Kim bir amel işler ve amelinde bana bir başkasını ortak kılarsa, onu şirki ile başbaşa bıra­kırım" hadisini ele alalım. Burada sözü edilen ortak koşma, bazen riya yolu ile olabilir. Riya da şirkin bir nev´idir; ama küfrü gerektirmemekte­dir. Keza kalbin ALLAH´ın emirlerini yerine getirme konusunda gaflet içe­risinde bulunması ALLAH´ı unutma olur ve bu bazen ALLAH´ın âyetleri ile istihza şeklinde nitelenebilir. Bu şekliyle bu ikisi küfür derecesine ulaş­mayan günahlardan olur. "ALLAH´ın âyetlerini istihza konusu etmeyin´´ âyetinin tefsiri sırasında bildirildiği üzere bu âyet, zevceye Önce talâk, sonra rücû, sonra talak, tekrar rücû... yolu ile zarar verme hakkında in­miştir. Aynı şekilde diğer sayılan hasletler hakkında da düşündüğün za­man onların da müellifin belirttiği gibi olduğunu göreceksin.

[51] Daha önce geçti [bkz. 2/203],

[52] Nahl 16/90.

[53] Nahl 16/90.

[54] Yani bazen emir ve nehiyier mutlak olur ve ne büyük sevaplar vadeder ne de şiddetli azapla korkutma unsuru içerir; bazen de birşeyin yapıl­masını isteyen emir sığası, en üst düzeyde tekid unsurları içererek, me­seleye gereken heybeti vererek gelir. Böylece mükellefin o konuda gev­şeklik göstermemesini temin amaçlanmış olur. Emrin sarih (açık) olma­sı île sarih mânâsında olması arasında fark yoktur.

Örnekler: "Bana uyun ki ALLAH sizi sevsin." (3/31) ; "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (59/9) ; "Eğer ALLAH´a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız, onu sizin için kat kat yapar ve sizi bağışlar..." (64/17) ; "Kim ALLAH´a ve rasûlüne itaat ederse, ALLAH onu cennetlere sokar."; "Hiçbir sığır ve koyun sahibi yoktur ki onların hakkını vermesin de, kıyamet günü geldiğinde düz ve geniş bir yerde onların allına serilerek, adı geçen hayvanlardan hiçbiri hariç kal­mamak ve içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulun­mamak şartı ile onu boynuzları ile toslamasın, tırnakları ile ezmesin..." (Buhârî, Zekât, 43 ; Müslim, Zekât, 24) hadisi ; ALLAH´ın yarattığı canlı­lara şefkat göstermeyi isteyen "Bir kadın, bağlayıp hapsettiği bir kedi . yüzünden cehenneme girdi" (Müslim, Tevbe, 25 ; Birr, 125) hadîsi ve benzeri sayılamayacak kadar çok olan emirler gibi.

Yasaklara Örnek olarak da şunları verebiliriz: "ALLAH´ın rahmetin­den ümidinizi kesmeyiniz." (12/87) ; "Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygamberden ayrılıp, inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yere döndürür ve onu cehenneme sokarız." (4/115) ; "Mü´minler, mü´minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa ALLAH katında bir değeri yoktur..." (3/28) ; "Bana yalan isnadında bulunmayın. Kim bile bile bana yalan isnadında bulunursa ateşe girer." (Buhârî, İlim, 38 ; Tirmizî, İlim, 8) ; pek şiddetli tehdit içe­ren riya hadisleri gibi.

[55] Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Bunun ortaya çıkabilmesi için şer´î delilde belirtilen iki gayenin tek bir haslete taalluk etmesi gerekir. Onunla ilgili emir büyük sevap vadiyle, zıddı olan şeyi yasaklayan talep de şiddetli azap haberiyle birlikte gelir. Bunun sonucunda o şeyin biri övülmüş, diğeri de yerilmiş olmak üzere iki ucu bulunur. Bu iki uç ara­sında ise mertebeler vardır ve akıl onların her iki uca olan yakınlık ya da uzaklıklarına bakar ve onların yerlerini belirler. Bu tüm emir ve ne­hiyier hakkında bidüziye (muttarit) olmayan bir husustur. Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü durum bizim dediğimiz gibi­dir. Şöyle ki: Bir konuda sadece emrin gelmiş olduğunu farzetmemiz halinde, yerilmiş olan ikinci taraf ki nehiy tarafı oluyor her ne ka­dar hakkında özel bir delil olmasa bile onun delili, bizzat zıddından neh-yi gerektiren emir olmaktadır. Aksi durumda da söylenecek söz aynıdır. Kaldı ki bu, iki ucun anlamı hakkında burada lâzım da değildir. Aksine murat, içerisinde vaad bulunan emri yerine getirmek suretiyle umut (recâ) gerektiren genel taraf ile bunun mukabili olan taraftır; o da Al­lah´ın gazabından genel anlamda korkmayı gerekli kılan diğer genel ta­raf olmaktadır.

[56] Hz. Ebû Bekir bu rivayete göre cehennem ehlini hatırlaması durumunda korku içerisine düşme meylindedir. Cennet ehlini hatırladığında ise, nefsi umuda kapılmıyor ve aksine kusurlarını zikrederek çalışması ge­rektiğini ifade ediyor ve ümitvar olmuyor; her iki halde de korku maka­mında bulunuyor. Dolayısıyla bu rivayette onun daha önce geçen mânâya uygun olarak iki uç arasında dönmekte olduğuna dair bir dela­let yoktur. Birazdan gelecek olan ikinci rivayette ise, mânâ arzedilen noktaya uygun düşmektedir. Öyle gözüküyor ki, birinci rivayet bizzat Hz. Ebû Bekir´in kendi halini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onda galip olan hal hep korku makamı idi. İkinci rivayette ise o, başkalarının dili ile konuşmuş oluyor

[57] Nahl 16/90.

[58] Lokman 31/13.

[59] Nahl 16/116.

[60] En´âm 6/82.

[61] Lokman 31713.

[62] Lokman 31/13.

[63] Bu durumda âyet, "Onların çoğu, ortak koşmadan ALLAH´a inanmaz­lar" (12/106) âyeti kabilinden olmuş olur. Bu durumda "İmanın şirkle karıştırılması nasıl olabilir; halbuki iman şirkle bir arada bulunmaz " gibi bir soru sorulamaz. Âyetle ilgili sahabenin durumunda ve hadiste, bu tür sarih olmayan mutlak nehiy sığalarının, belli bir sınır belirleme­diği konusunda açık delâlet vardır. Ayet ve hadiste bu tür mutlak nehiy sığaları nehyin en üst mertebesinde olmaktadır. Sahabe, bu tür nehyin diğer alt mertebelere de şâmil olduğu düşüncesine kapılmıştır ve onların bu düşünceleri Hz. Peygamber (s.a.) tarafından tashih edilmiştir.

[64] bkz. İbn Kesir, 2/152-154 ; 3/444.

[65] Buhârî, îman, 24 ; Müslim, îmân, 107, 109.

[66] Münâfıkûn 63/1.

[67] Tevbe 9/75.

[68] Ahzâb 33/72.

[69] Hadisin kaynağını Kütübü Tis´a içerisinde bulamadık.

[70] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/130-138

[71] Buharı, Savm, 49; Müslim, İmân, 199

[72] Cuma 62/9.

[73] Müslim, Sıyâm, 141.

[74] Buhârî, Savm, 48.

[75] Yani belirtilerin bir gereği olmak üzere. İkinci bakış açısını izah sırasında bu birinci bakış açısının bu âyet ve hadislere tatbiki keyfiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

[76] Enfâl 8/24.

[77] bkz.îbn Kesir, 2/297.

[78] Burada şöyle denilebilir: Bu âyet, namaz kılan kimse üzerine konuşmamasını gerekli kılan "Gönülden boyun eğerek ALLAH için namaza durun" {2/238} âyetini tahsis etmiş olmaktadır. Bu itibarla Hz. Peygamber (s.a.) bu hadisi ile tahsise işaret etmiş ve kişi namazda da olsa icabet âyetinin bir gereği olarak Rasûlullah´ın çağırışına cevap verme­nin vacip olduğunu göstermiş olmaktadır. Dolayısıyla bu hadiste müelli­fi...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
« Son Düzenleme: 29 Eylül 2010, 00:49:34 Gönderen: Ayten »
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes