Ýslam,Tasavvuf,Hayat
Pages: 1
Tasavvuf ve Hayat By: neslinur Date: 26 Haziran 2010, 18:52:53
TASAVVUF VE HAYAT

Çok deðerli kardeþlerim!..

Deðerli dinleyiciler; beyefendiler, hanýmefendiler!..

Bu konferansý teklif ettiði için tertip heyetine, Yeþilay kolunu çalýþtýran kardeþlerimize ve dinlemeye teþrif ettiðiniz için sizlere teþekkür ediyorum.

Benim için gerçekten heyecanlandýrýcý bir þeref... Boðaziçi Üniversitesi'ni ve deðerli hocalarýný, deðerli öðrencilerini gözümde saygýyla büyütüyorum, gönlümde onlara karþý saygý duyuyorum. Ciddî bir ilim müessesesi olarak görüyorum.


Bendeniz bir ilâhiyatçýyým, ama edebiyatçý bir ilâhiyatçýyým. Yâni Ýstanbul Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldum. Ankara Ýlâhiyat Fakültesi'nde de Türk-Ýslâm Edebiyatý benim dalým olduðu için, biraz ilâhiyatçý, biraz edebiyatçýyým. Elbette yetiþme tarzý ve çalýþma sahasý, alaný belli olan bir insanýn, kendi sahasý ile ilgili konularda faydalý olmasý mümkün olur. Ben de Tasavvuf ve Hayat üzerinde bildiðim bazý þeyleri, bazý önemli noktalarý vurgulayarak size anlatmaða çalýþacaðým.

"Niye Tasavvuf ve Hayat konusunu seçtiniz?" denilirse; önce, ben bu konularla ilgiliyim onun için... Sonra, bu konular canlý, ilgi duyulan, sevilen konular... Belki bu konulara benim kadar yakýn olmayan bazý kimseler, benim aðzýmdan konunun anlatýlmasýný ilginç bulabilirler.


Hayat, hepimizin büyük bir titizlikle koruduðu bir varlýk... Hayatý iyi deðerlendirmeðe çalýþýyoruz ve her yerde baþarýlý olmaða gayret ediyoruz. Hayat, bir müddet yaþama, bir ömür çizgisi... Bu çizginin boyu insanlarda farklý olabilir. Ama nihayet, çizgi... Bir þairin dediði gibi:


Kývrýlýr, uzar; fakat, daire olmaz bu hat!..


Hat, çizgi demek. Yâni, ne kadar kývrýlsa, ne kadar uzasa, daire olmadýðý için devamlý deðil... Sonlu ve fanî bir çizgi yaþam çizgisi...

Ýnsanoðlu düþünen bir varlýk olduðu için, çok da meraklý bir varlýk olduðundan, denizlerin dibine iniyor, fezaya gidiyor, yerin altýný üstünü araþtýrýyor... Bu arada kendisinin doðumundan öncesini de merak ediyor. Doðumdan önce nerdeydik?.. Vefattan sonra nereye gideceðiz diye merak ediyor. Ýranlý bir þairin Farsça bir mýsrasý hatýrýmda...

Biliyorsunuz elyazmasý kitaplarý kýymetlidir. Her birisi çünkü, baþlý baþýna önem taþýr. Ama, umumiyetle biz kütüphanelerde araþtýrma yaparken, yazýsý eski, kâðýdý eski, gerçekten antika güzel bir eser bulduðumuz zaman hayran oluruz, çok seviniriz. Hattâ bu Konya'daki Ýzzet Koyunoðlu Müzesi'ni tesis eden zât þöyle derdi:

"--Ben böyle kitaplara meraklý olduðum için, Anadolu'dan bana çuvalla kitap getirirdi satýcýlar... Ben o çuvalý açarken, evlendiði hanýmýn duvaðýný açan bir damat kadar heyecanlanýrdým." derdi.

Bu çuvalýn içinden, bu yazma eserlerin içinden ne çýkacak?.. Kutadgu Bilig gibi bir þey mi çýkacak?.. Divân-ý Lügatit Türk gibi dünyada ender olan bir eser mi çýkacak?.. Hiç belli olmaz.

Þâir bu hayatý böyle bir kitaba benzetiyor. Diyor ki:


Evvel ü âhiri in köhne kitâb melhûdest
"Bu kitabýn baþý da, sonu da kopmuþtur."


Hakikaten eski kitaplarýn baþý sonu kopuk olur umumiyetle... Hem de, en önemli kýsýmlarýdýr. Çünkü, baþ sayfalarda müellifin ismi vardýr, kitabýn ismi vardýr. Bir de içindekiler kýsmý olabilir. Ýlk sayfasý koptu mu, siz onun müellifini bulmak için çok ciddî araþtýrmalar yapmak zorunda kalýrsýnýz. Sonu da çok mühimdir; çünkü, ketebe kaydý, fenâ kaydý denen kýsýmlar olur en sonunda... Yâni bunu, yazar hangi tarihte yazmýþ, hangi kâtip ne zaman kopyesini çýkartmýþ, nerede yazýlmýþ gibi bilgiler vardýr. Baþý ve sonu çok mühimdir. Fakat, cildi koptu mu, ilk sayfalar koptu mu, bir yazma eserin müellifini, yazarýný bulmak çok zor olur. Baþý böyle koptuðu zaman, çok üzülürüz biz...

Ýþte buna benzetiyor hayatý, o Ýran'lý þâir... Baþý ve sonu kopmuþ bir köhne kitap... Köhne, eski... Baþý da bilinmiyor, bazý insanlar tarafýndan... Sonu da bilinmiyor, bir çok insan tarafýndan... Ama biz biliyoruz. Kendi inancýmýzdan aldýðýmýz bir takým haberlerle, biz biliyoruz.


Bu hayatýn nasýl geçirilmesi gerektiði üzerinde de, hayatýn mahiyetinde olduðu gibi çeþitli görüþler vardýr. Felsefeler vardýr, düþünceler vardýr. Hayatý sürdürme yollarý çok farklý... Ýnsanlarý görüyorsunuz, arkadaþlarýnýza da bakabilirsiniz, hayatý nasýl sürüyorlar diye... Çevrenizde de görebilirsiniz. Çünkü burasý zengin, çeþitli fikirdeki insanlarýn geldiði bir üniversite...

Ama ben burda þu noktayý çok önemli görüyorum ki, bizim komþu vardý. Biz yardýmcý olduk, bahçeli güzel bir villa tuttu, girdi içine... Ýnþaat mühendisi kendisi, ama elektrik çalýþmýyor. Sonunda ben gittim, elektriðini baðladým, çalýþýr hale getirdim; ilk taþýndýðý zaman...

Benim kendi evime de ilk gittiðim zaman Ankara'da; elektrikçi kasden sabotajlar yapmýþ. Yâni artý kutupla eksi kutbu bir yerlerde birbirine baðlamýþ. Sigortayý takar takmaz gümbürtüyle yüzünüze patlýyor, korkuyorsunuz. Balkonun elektriðini apliðin içinden geçirmiþ, þöyle yapmýþ, böyle yapmýþ... On onbeþ tane sabotaj yapmýþ oraya ki, buraya giren insan bana muhtaç olsun diye... Bir de kooperatifin evlerinin olduðu mahalleye elektrikçi dükkâný açmýþ. Geçimini ordan saðlayacak. Bütün evlerde on tane, onbeþ tane arýza var. Tabii oraya giren düzeltecek. Ben bunu anlayýnca dedim ki:

"--Özellikle seni çaðýrmayacaðým ve bu iþi kendim yapacaðým!"

Merdivenlerde lamba tertibatý vardýr, üstten açarsýnýz, alttan kapatýrsýnýz; alttan açarsýnýz, üstten kapatýrsýnýz. Oturdum, bu nasýl olur diye düþündüm, onlarý çözdüm. Kendi evimin elektrik iþini kendim hallettim.


Deðerli gençler, sevgili ve muhterem dinleyenler! Biraz bu elektrik iþine benzetiyorum bu hayatý ben... Herkes bir çeþit hayat tarzý sürüyor. Sistemini kurmuþ, tesisatýný yapmýþ ama, düðmeyi çevirdiðiniz zaman lamba yanmýyorsa, siz aydýnlanmýyorsanýz, yanlýþsa baðlantý; kýymeti yok!.. Hayat felsefeleri çok, yaþam tarzlarý farklý ama, sistem olarak hangisi doðru, bunu mutlaka iyi tesbit etmek zorundayýz.

Bir genç hatýrýma geliyor. Eskiler boyu "dal" gibi olmuþ derlerdi. Burdaki dal sözü, aðaç dalý deðil. Alfabenin harflerinden bir dal vardýr, böyle eðri... Boyu dal gibi olmuþ demek, boyu iki büklüm olmuþ demek... Yaþýný soruyorsunuz, 32 yaþ... Boyuna bakýyorsunuz, dal harfi gibi iki kat olmuþ, öyle geziyor. Yerde bir þey arýyormuþ gibi... Neden?.. Yanlýþ bir hayat tarzý sürmüþ. Gençliðini telef etmiþ. Ýfnâ etmiþ kendi vücudunu... Artýk telâfisi mümkün olmayan bir noktaya da gelmiþ. O vücudun ondan sonra tekrar onarýlmasý mümkün olmuyor.

O bakýmdan tesisatýn doðru baðlanmasý, hayatýn doðru anlaþýlmasý ve doðru yaþanmasý, elektriðin yanmasýný ve ortalýðýn ýþýklanmasýný esas olarak görüyorum. Yanlýþ bir yaþam tarzýnýn telâfisi mümkün deðildir. Çünkü deney kendi yaþamýnýn üzerinde yapýlýyor. O bittikten sonra, artýk ikinci bir hayat verilmiyor insana...


Bu hayatýn tabii çok kompleks meseleleri var... Bileþik, karmaþýk muammâlarý, esrârengiz taraflarý var... Harikalarý var, insanlarý hayrete sevkeden taraflarý var...Vakit olsa, onlar üzerinde de konuþabilirim.

Ýþte bu hayatýn nasýl baþladýðý, nasýl biteceði, "Evveli ne?.. Sonrasý ne? Ortasý ne ve ortasýnda insanýn nasýl hareket etmesi lâzým gelir?" sorularýný cevabýný çeþitli akýllar vermiþtir, çeþitli filozoflar vermiþtir, düþünen insanlar vermiþtir. Bir takým sosyal kurumlar, müsseseler vermiþtir.

Din de bu sorularý cevaplandýran bir müessese, bir kurum... Hem de bu sorularýn cevabýný kendisi üreterek, kendisi düþünerek bulmuyor. Mâverâdan, transandantal, öteki, bizim görmediðimiz öbür taraflardan haberler getirerek buluyor. O zaman o kýymetli... Yâni, havanda su döðmek deðil, kendi içimizde, kendi zihnimizde mevcut malzemeyi evirip çevirip bir þeyler düþünmek deðil de, dýþarýdan bir haber ile, bunlarýn çözümlerini, sorularýn cevaplarýný getiriyor.


Tasavvuf da dinin özge, farklý bir yaþam þekli... Dinî bir hayat var, dindarâne bir hayat var... Dine dindarâne bir baðla baðlý olmayan, veya inanmayan, ateist, münkir veya inançsýz, tamamen her þeyi reddeden insanlar olabiliyor. Dindar insanlarýn içinde de bir tasavvufî meþrep, tasavvufî tarz, özge bir yaþam biçimi, düþünce biçimi var...

Bu bizim için çok önemli ve biz dindar ve mutasavvýf bir milletiz. Kültürümüz tasavvufla yoðrulmuþtur. Her þeyimizde mimarîmizde, konuþmamýzda, edebiyatýmýzda, örfümüzde, adetimizde tasavvufun tesiri vardýr.


Osmanlý mutasavvýftýr, tüm münevverleriyle, hattâ padiþahlarýyla... Padiþahlar derviþtir. Halbuki, derviþ kelimesi padiþah kelimesinin zýddý gibidir. Birisi zengin birisi fakir... Derviþ fakir demek, kapý kapý dolaþýp bir þey isteyen insan demek Farsça'da... Ama padiþah derviþtir. Osmanlý padiþahlarý birisine baðlanmýþ, tasavvufa girmiþ ve derviþ olmuþtur. Tasavvufî hayatý, eðitimi görmüþtür.

Alimler öyledir, halk öyledir, esnaf öyledir. Esnafýn ticârî hayatýnda tasavvufî bir neþ'e vardýr. Esnaf teþkilâtlarý, fütüvvet teþkilâtlarý tasavvufî yapýdadýr.

Asker öyledir. Yeniçeri ocaðý tasavvufî bir hava içindedir ve Hacý Bektâþ-ý Velî'nin makamý vardýr. Yeniçerilerin piri Hacý Bektâþ-ý Velî'dir.

Osmanlý þeyhülislâmlarýndan hepsi hürmet görmüþler, ama bir tanesi padiþah tarafýndan azledilmiþ; Çivizâde filânca efendi... Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'ye ve mutasavvýflara karþý fikirler taþýdýðý için... Yâni, tasavvufa karþý diye þeyhülislâmý makamýnda tutmamýþlar.


Þairimiz mutasavvýftýr. Þiirini anlamak için mutlaka tasavvufu bilmek lâzýmdýr. Birbirimize hitab ederiz, "Eyvallah!" deriz, "Erenler" deriz, "Câným!" deriz; bunlarýn hepsi tasavvufî terimdir. Ya Mevlevî tarikatýndan girmiþtir, ya Bektâþî tarikatýndan girmiþtir ama, dilimiz, yaþayýþýmýz, düþüncemiz, insanlara bakýþ tarzýmýz tasavvufîdir.

Biz öyle batýlýlarýn yaptýðý gibi, eski püskü elbisesi olan bir kimseyi gördüðümüz zaman, küçümsemeyiz. Deriz ki, "Belli olmaz; 'Her gördüðünü Hýzýr bil, her geceyi kadir bil!' demiþ büyükler; belki bu evliyâullahtan birisidir." diye ona saygý duyarýz. Tepeden bakmayýz. Ama bir Batýlý böyle deðildir.

Hasýlý biz, dedelerimiz, bu güne gelinceye kadar þu ülkenin insaný, kültürü tasavvufî bir yapýdadýr. Ve tasavvuf hâlâ ilgi çekiyor. Müzede vardýr tasavvuf; tarihte vardýr, kitapta vardýr ama, ayný zamanda hayatta da vardýr. Þu andaki hayatýmýzda da bir çok kimse mutasavvýftýr, bir çok kimse ehl-i tariktir.


Hattâ bizim Ankara Ýlâhiyat Fakültesi'nden, televizyonlara çýkýp tatlý konuþmalar yapan bir Ýbrahim Agâh Çubukçu Bey var... Biz Fransýz profesör Ankara'ya gelmiþ. Bizim rektör, "Bunu sen misafir et, sen gezdir!" diye emretmiþ, ona mihmandarlýk yapýyor. Bana anlattý kendisi, Ýbrâhim Agâh Bey... Fransýz demiþ ki, Etnografya Müzesi'ni gezerken:

"--Þu þahýs var ya uzaktaki..."

"--Evet..."

"--O þahýs ehl-i tariktir, mutasavvýftýr. Git sor istersen!" demiþ.

Felsefecidir Ýbrâhim Agâh Bey... Yürümüþ, gitmiþ, sormuþ, tanýþmýþ, iltifat etmiþ, gönlünü almýþ... Biraz yakýnlýk peydah ettikten sonra, "Hacý bey, nereye mensubsunuz, intisabýnýz nereyedir?.." filân demiþ. O da söylemiþ. Fransýz'ýn dediði doðru çýkmýþ. "Yâhu kardeþim, elin Fransýz'ý bizim halkýmýzýn ne olduðunu bizden iyi biliyor. Baktý uzaktan... Þu ehl-i tariktir diye anladý." diyor.

Bizim Prof. Yusuf Ziyâ Binatlý Bey de, --Allah ömür versin, çok muhterem, tatlý bir kimse-- "Biz gençken karþýlaþtýðýmýz zaman birbirimize, 'Hangi takýmý tutuyorsun?' diye sormazdýk. 'Mîrim, hangi dergâhtan feyz alýyorsun?' diye sorardýk." diyor. Kimisi Mevlevî dergâhýndan, kimisi baþka bir yerden... Böyle bir toplumun içinden gelmiþ bir kuþaksýnýz, nesilsiniz.


Bu, sadece halkýn arasýnda kalmýþ bir þey de deðil... Son zamanlarda bizim devlet idaresi de mutasavvýflaþtý, derviþleþti. Geçen seneki kültür yýlý, Yunus Emre yýlý oldu. Bu sene Ahmed Yesevî yýlý oldu. Bir seneyi bir mutasavvýfýn anýsýna tahsis ediyoruz. Ve biz de iþte geçen hafta --biliyorsunuz-- Çemberlitaþ'ta iki gün Ahmed Yesevî sempozyumu yaptýk. Muhterem profesörler konuþtular o konuda...

Mevlânâ ihtifallerini biliyorsunuz reisicumhurlar katýlýyor. Evren Paþa'nýn dönenlere, "Aferim, dön bakalým!" diye aferim bahþettiklerini hatýrlýyorum eski ihtifallerin birinde...

Hayret edilecek daha baþka bir olgu, Avrupa'da, Amerika'da Almanlar, Fransýzlar, Ýngilizler, Amerikalýlar bakýyorsunuz derviþ oluyor. Almanya'dan tanýdýðým birileri var, Mevlevî tarikatýndan... Hem de herhalde biraz bir pâye de kazanmýþ, zikir de yaptýrýyor. Ýngiltere'den --sizin Ýngilizceniz daha kuvvetli, bilirsiniz-- Abdülkadir Es-Sûfî ve onun ekolü var... Amerika'da s™fî batýlýlar var... Fransa'da var...

Filozof Roger Garudî Ýstanbul'a gelmiþ, Abdülkadir Karahan Bey'le filân konuþmuþlar. Prof. Abdülkadir Karahan demiþ ki: "Çok memnun olduk sizin müslüman olduðunuza, sayýn üstad! Aman dikkat edin, tasavvufa çok meyletmeyin!" demiþ. Tabii bir ilgi var... "Mistisizm nedir? Ýslâm tasavvufu nedir?" diye batýlýlar da bunu merak ediyorlar.


Þimdi bu tasavvuf, sadece biz Osmanlýlar'da deðil... Evet, bizim devletimiz ve milletimiz baþka milletlerden farklý... Kültürler deðiþik olabiliyor. Meselâ biz bir Suud vatandaþý gibi deðiliz. Suudî Arabistan'ýn ana yapýsý, dinî zihniyeti bize benzemez. O vahhabîlik cereyanýný çýkartmýþ, selefîlik cereyanýn çýkartmýþ. Meselâ bir Ýran'ýn dindarlýðý baþka türlü... O da þiî mollalara, ayetullahlara sýmsýký baðlýlýk tarzýnda...

Tasavvuf, daha baþka bir dinî hava gösteriyor. Hattâ mutasavvýf olup da, bölgeleri farklý olduðu için farklý görünümler arz eden ülkeler vardýr. Meselâ Hindistan'daki tasavvuf ili Kuzey Afrika'daki tasavvuf, Tunus'taki, Cezayir'deki tasavvuf hiç ayný deðildir. Yemen'deki ayný deðildir. Orta Asya'daki bizim Türk ecdadýmýzýn tasavvufî yaþantýsý, görünümü, manzarasý farklýdýr.

Tabii bu farklýlýk nerden doðuyor; onu kýsaca düþünecek olursak, bir kere uzun asýrlar içine yayýlmýþ tasavvuf müessesesi, kurumu... Geniþ alanlara yayýlmýþ. Hem tarih boyutu var, zaman boyutu var, hem mekân boyutu var; hem de çeþitli ülkelere yayýldýðý için, çeþitli kültürlere hakim olduðu için, o kültürlerin rengi tasavvufa biraz aksetmiþtir. Beyaz her yerde beyazdýr ama, biraz boyadýðýnýz yerin boyasý ýslaksa, kýrmýzý yeri beyaza boyadýðýnýz zaman pembeleþir. Yeþili boyadýðýnýz zaman filizî olur, maviyi boyadýðýnýz zaman gök mavisi olur. Yâni, dipten biraz bir þeyler alýr. Biraz öyle olmuþ.


Ama, bütün bunlarýn üstünde Ýslâm tasavvufunun baþka tasavvuflardan çok net ve bâriz bir farký vardýr. Bizim tasavvufumuz batýlýnýn mistisismine benzemez, yahudi mistisismine benzemez, Hint mistisizmine benzemez, Yunan'ýn panteizmine benzemez. Tenâsuh ve hulûl akideleri, yâni ruhun bir varlýktan öbür varlýða, öbür varlýktan öbür varlýða geçmesi, ahirete gidip tekrar gelmesi gibi düþüncelerle ilgisi yoktur.

Çünkü kaynaklarý çok farklýdýr. Farklý kaynaklarla farklý müesseseler oluþuyor. Buna alýþmalýsýnýz, alýþmalýyýz ve bu farký fark etmeye de çalýþmalýyýz.

Meselâ bir müslümanýn selâmlaþma þekli, "Selâmün aleyküm!" demek suretiyledir. Bizim Çselâmün aleykümÈümüz ile, ÇgünaydýnÈýn, Çgood morningÈin çok büyük farký vardýr. ÇSelâmün aleykümÈün mânâsý çok daha derindir. "Dünyada da selâmet üzerine olsun, ahirette de selâmet üzerine olsun senin!.. Sen ahirette de sâlim ol, cennete gir! Azaptan, gamdan, kederden uzak ol!" gibi bir mânâ taþýyor.

Sonra, batýlýnýn bir "Bay bay" demesi ile bizim "Allah'a ýsmarladýk!" dememiz arasýnda büyük bir fark vardýr. Biz Allah'a veriyoruz, ayrýldýðýmýz kimsenin korunmasýný Allah'tan istiyoruz. "Seni Allah'a havale ettim! Seni Allah korusun!" deyip öyle ayrýlýyoruz.

Hattâ batýlýnýn ÇGodÈ kelimesi ile bizim ÇAllahÈ kelimemiz ayný deðildir. Bir Fransýz, bir Ýngiliz God dediði zaman baþka þeyi düþünür. Belki Hazret-i Ýsa'yý düþünür. Biz God dememeliyiz, Allah demeliyiz. Biz Allah dediðimiz zaman, bizim düþündüðümüz trandantal varlýk daha baþkadýr.

Batýlýnýnki, Hintlininki, Mýsýrlýnýnki, Japonunki farklýdýr. Japon güneþe tapýyor, imparator güneþin oðlu diye düþünüyor meselâ... Biz öyle görmüyoruz meseleyi...

Demek ki, müþterek kullanýlan kelimeler her yerde ayný deðildir. Hattâ harfler ayný deðildir. Harfler bile farklýdýr. Bizim ÇvÈ harfimizle, Arab'ýn ÇvÈ harfi farklýdýr. Arap, dudaklarý yuvarlatarak telâffuz eder. Bizim bazý harflerimizi, meselâ ÇýÈ harfimizi onlar çýkartamaz. Ýngilizlerin ÇthÈ sesini biz çýkartamayýz. Harflerin farklarý vardýr.


Ýþte tasavvuf tarih boyunca var olmuþ, her millette var ama, bizim tasavvufumuz farklý... Onu vurgulamak istedim bu sözlerle... Ve yaþýyor. Tarihî bir kurum, müzelik bir varlýk deðil; hâl-i hazýrda yaþýyor ve seviliyor. Doðuda da, batýda da raðbet görüyor. Bakýyorsunuz Mevlânâ'yý anma törenlerine Ýngiliz'i de geliyor, Fransýz'ý da geliyor, Amerikalýsý da geliyor. Bakýyorsunuz o da Mevlevî olmuþ, külâh giymiþ... Bu gibi durumlarý görebiliyorsunuz.

Çünkü, tasavvuf bir gerçek ihtiyacý karþýlýyor. Bir ruhî ihtiyacý karþýlýyor. O ihtiyacý duyan herkes, bu müesseseye yanaþýyor. Baþka çaresi yok...

Bizim tasavvufumuz öteki tasavvuflardan gerçekten farklýdýr. Ýçine girdiðiniz zaman, çok net olarak görürsünüz. Farklý; çünkü, kaynaklarý farklý, kökenler farklý... Onun için her þeyde büyük bir farklýlýk görülüyor.


Ýslâm tasavvufu ana ölçülerini Kur'an'dan alýyor; Peygamber Efendimiz'in yaþayýþýndan alýyor. Yâni, sünnetinden alýyor. Buna uymadýðý zaman tenkid görüyor, reddediliyor, kabul edilmiyor, itiraz görüyor. O bakýmdan, ana kaynaðý Kur'an-ý Kerim olan, Peygamber Efendimiz'in sözleri ve hareketleri, hayat sürme tarzý olan bir kurum...

Ýslâm dini kendisi mâhiyeti itibariyle öbür dinlerden farklý olduðu için, Ýslâm tasavvufu da ana yapýsý itibariyle çok bâriz bir yapý farký gösteriyor.

Ýslâm dininde ana mesele, bir kere Allah'ýn varlýðý ve birliðidir. Vahdâniyyet... Ýslâm dinini öteki ilâhî dinlerden, beþerî dinlerden, dinler tarihinde bahis konusu edilen çeþitli dinlerden ayýran ana mesele odur. Vahdâniyyet, Allah'ýn birliði...


Ýslâm dini, bütün öteki ilâhî kaynaklý dinleri tasdik eden, onaylayan bir dindir. Eðer Ýslâm gelmeseydi, ötekilerden de bir þüphe ve tereddüt duyabilirdi bilim adamlarý ama, Ýslâm onlarý tasdik etmiþ oluyor. Ve belki bilseler Avrupalýlar þaþýrýrlar, biz Hazret-i Ýsâ'yý da seviyoruz, Hazret-i Mûsâ'yý da seviyoruz. Hattâ çocuklarýmýza onlarýn ismini koyuyoruz. Ýsâ, Mûsâ, Ýbrâhim, Dâvud, Ýshak, Yâkub, Eyyûb... vs. Onlarýn kitaplarýnda adý geçen þahýslara sevgi ve saygý duyuyoruz, isimlerini koyuyoruz çocuklarýmýza...

Ve Kur'an-ý Kerim, bütün eski kitaplarýn içindeki özü ihtiva ettiðini kendisi bildiriyor. Hazret-i Ýbrâhim AS'ýn ümmetine söylediði þeylerin, Mûsâ AS'ýn ümmetine söylediði þeylerin, Ýsâ AS'ýn ümmetine söylediði þeylerin Kur'an-ý Kerim'de olduðu bildiriliyor.

Tabii, Ýslâm'ýn en önemli özelliklerinden birisi, saðlam korunmuþ olmasý, bilgilerinin saptýrýlmamýþ olmasý... Ama öteki dinlerde bu durum yok... Apokrif, güvenilmeyen rivayetler var... Güvenilecek kaynaklar az ve asýl mahiyet nedir diye tereddütler fazla...


Sonra bir baþka önemli husus, bütün eski dinlerde, "Ýlerde böyle Allah'ýn çok sevgili bir kulu gelecek!" diye bir bilgi var... Hattâ, Turfan kazýlarýndan çýkan Türkçe metinlerin içinde bile, Budizm metinlerinde bile, bir kurtarýcý, --mehdi veya mesih gibi-- geleceðine dair haberleri görüyoruz. Kur'an-ý Kerim bunlar hakkýnda diyor ki: "Tevrat'ta ve Ýncil'de Hazret-i Muhammed'in ismiyle geleceði bildirilmiþtir."

Gerçekten de bir çok papaz veya Yahudi alimi bu konuda Kur'an-ý Kerim'in söylediði gibi, "Evet böyledir!" diyerek müslüman da olmuþtur. Meselâ Abdullah ibn-i Selâm, Hazret-i Peygamber zamanýnýn Yahudi hahamlarýndandýr. "Evet, haklýsýn, Tevrat'ta vardýr. Biz zaten böyle bir peygamber bekliyorduk." diye müslüman olmuþtur.

Abdullah et-Tercüman vardýr. Tunus'a geçmiþ, müslüman olmuþ ve Tuhfetül Erîb, Fî Reddi Alâ Ehlis Salib diye eser yazmýþtýr.

Sonra, benim eserini neþrettiðim Ýbrâhim-i Müteferrika... Yâni, bizim ilk matbaacýmýz... O bir papazdýr aslýnda... Romanya'nýn Kolojvar þehrinden yetiþmiþ bir papazdýr. "Kütüphanedeki eski kitaplarý okudum ve orada Kur'an-ý Kerim'in beyânatýnýn doðru olduðunu gösteren delilleri gördüðüm için müslüman oldum." diyor. Kitabýný onun için yazmýþ. O benim neþrettiðim eseri Risâle-i Ýslâmiye, kendisinin niçin müslüman olduðunu anlatan bir kitaptýr.


Sonra, yakýn zamanýn bir papazý vardýr. 19. Yüzyýlýn baþýnda yaþamýþ, Ýstanbul'da bulunmuþ. Eski ismi Abdül Mesih iken, sonradan Abdül Ehad Dâvud ismini almýþ. O, yazdýðý kitapta çok net olarak bunu isbat ediyor. Kendisi Ýbrânice biliyor, Süryânice biliyor, Ermenice biliyor, Ýngilizce biliyor, Fransýzca biliyor, Latince biliyor. Ýki doktora yapmýþ, Ýran'da profesörlük yapmýþ. Çok þükür ondan sonra da gelmiþ müslüman olmuþ, bize zahmet býrakmýyor. Biz onlarý inceleyeceðiz de, bir þey yazacaðýz. Diyecekler ki, "Bu zaten müslümandý. Müslümanlýðý korumak, kollamak için iþte tarafgirâne yazý yazýyor." diyecekler. Ama, kendisi hristiyan olan, kendisi papaz olan bir kimse bunu böyle söyleyince, daha etkili oluyor.

"Ýncil, müjde demektir." diyor. "Evangelos, müjde demektir. Neyin müjdesi?.. Hazret-i Ýsâ, kendisinden sonra gelecek Hazret-i Muhammed'in müjdesi için konuþmuþtur, va'z vermiþtir. Onun için müjdedir, bir peygamber gelecek mânâsýna..." diyor.

Evet iþte bu sebeplerden ve yirminci yüzyýlda beðenilen ve bir çok insanýn inanmasýna, baðlanmasýna, müslüman olmasýna sebep olan bir din, bizim tasavvufumuzun kaynaðýdýr. Ýnanç bakýmýndan saðlam, akla ve mantýða uygundur.


Ýslâm tasavvufu nedir kýsaca?.. Bir insan Kur'an-ý Kerim'i okusa, Peygamber Efendimiz'in hadis-i þeriflerini de okusa, müslüman olsa, --öyle olanlar var zâten-- mutasavvýf olanlarýn bunlardan farký ne?.. Bunlarýn ötekilerden bir farký var... Ýnsan kendi kendine Kur'an-ý Kerim'i öðrenebilir, ibadetini yapabilir, âbid ve zâhid olabilir. Peygamber Efendimiz'in tavsiyelerine uygun hareket edebilir. Mutasavvýf, böyle yaþayan bir insandan biraz daha farklý bir manzara gösteriyor; o fark nedir?..

Ama bu sahanýn mütehassýsý olarak, þunu da size altýný çizerek ve kesin olarak söyleyeyim ki; bize itiraz ederler, Ýslâmî konularda, inanç konularýnda sorular sorarlar. Bazý gençler fikirlerini söylerler. Bazý konularda duyduklarý itirazlarý bize naklederler. Bazýsý "Radikal müslümaným!" diyor, "Selefî müslümaným!" diyor. Yâni, "Kur'an-ý Kerim'i esas kabul ediyorum, asýrlarýn getirdiði terettübâtý, yýðýntýlarý silip, köke dönüp, asýl Ýslâm'ý öyle yaþamak istiyorum." diyor. "Kur'an-ý Kerim'i kabul ederim ben!" diyor. Ýþte böyle bir insan ile bir mutasavvýf arasýnda bir fark var mýdýr?.. Mutasavvýfýn ekolüne göre deðiþir bu... Þeriata baðlý bir mutasavvýf ile, böyle bir insanýn varacaðý nokta arasýnda fark yoktur.

Ben onun için diyorum ki, "Buyurun, tamam, siz Kur'an-ý Kerim'e tabî olun! Ben sizi bütün kalbimle desteklerim. Tilkinin dönüp dolaþýp geleceði yer kürkçü dükkanýdýr. Nasýl olsa buraya geleceksiniz. Ýster istemez buraya geleceksiniz." Çünkü þu müessese, þu müessese... Zâten tasavvufun esaslarý Kur'an-ý Kerim'dendir diye söylüyoruz.


Tasavvufun ana farký, öteki müslümanlarýn yaþayýþýndan mutasavvýfýn yaþayýþýndaki ana fark, çarpýcý fark nedir? Oralardan iþe girelim, biraz anlatmaða çalýþayým:

Din kitaplarýnýn bir kýsmý formeldir, þekilcidir. Namaz nasýl kýlýnacak, abdesti nasýl alacaksýnýz?.. Akþam vardý TGRT'de... Çocuk abdest alýyor. "Evlâdým üç defa aðzýný yýka, üç defa burnunu yýka!.." diye annesi söylüyor. Yâni formel, þekil... Namazý nasýl kýlacaksýnýz?.. Zekâtý nasýl vereceksiniz, ne miktarda vereceksiniz?.. Mirasý nasýl taksim edeceksiniz; kaçta kaçý ona düþecek, kaçta kaçý buna düþecek?.. Bu formel þekli, zahirî þeklidir.

Bir bu zahirî görünümü vardýr dinin, bir de batýnî, iç yapýsý vardýr. Yâni elmanýn bir dýþý vardýr, bir de içi vardýr. Elmanýn dýþý kýrmýzý olabilir, içi çürük olabilir. Dýþý baþka içi baþka olabilir. Zarf çok güzel olabilir ama, mazruf, zarfýn içindeki iyi olmayabilir. Tasavvuf içe önem veriyor, için güzel olmasýna önem veriyor.


Ben de bir ziyafette bir erik görmüþtüm masanýn üstünde... Hiç elimi uzatmak istememiþtim ona... Bir ramazanda, Erenköy'de, bahçede bir ziyafette... Kocaman bir masa... Masanýn üstündeki her þeyden almak istedim de köþede bir erik vardý, ondan almak istemedim. Çünkü, dýþý ceviz gibi yeþil görünüyordu. Ama acýdým eriðe... "Bu kadar nimetin hepsini yiyorum, tadýna bakýyorum, þu zavallý eriðin de bir hatýrýný sorayým, bir de onun tadýna bakayým!" dedim, aldým. Bir ýsýrdým ki, içi bir kere þeftali gibi kýrmýzý... Tadý þeker gibi tatlý, fevkalâde güzel... Bana derviþi hatýrlattý; dýþ görünüþü yok ama, içi çok güzel...

Sonra araþtýrdým, sordum, "Bu eriðin cinsi nedir?.. Aman bu eriði hangi aðaçtan almýþsanýz bir aþýsýný alalým! Bizim bahçedeki eriðe de onu aþýlayalým!" dedim. Bulamadým, bulamadým, nihayet bizim Çanakkale'deki köyde birisine, bir köylüye anlattým. Dedim:

"--Böyle bir erik biliyor musunuz?"

"--Haa, ona hýrsýz almaz eriði derler." dedi. Dýþ görünüþü güzel olmadýðý için hýrsýz almýyor ama, alsa iyi ederdi; çünkü çok tatlý, çok güzel...

Ýþte tasavvuf iþin içine bakýyor, dýþ þekle bakmýyor. Onun için dýþý kýrk tane yamalý aba olabiliyor, ama içinde büyük bir filozof, çok büyük bir hakîm, çok güzel bir ahlâkçý olabiliyor.


Tasavvuf dinin özüne bakýyor, kalbe bakýyor. Hattâ alimlerden birisi diyor ki, "Fýkh-ý zâhir vardýr." Yâni dýþýn fýkhý vardýr. Dinin ahkâmýný inceleyen, þu þöyledir, bu böyledir diye ahkâm kesen ilme fýkýh ilmi diyoruz. Ýslâm hukuku diyebiliriz. "Tasavvuf da fýkh-ý bâtýn'dýr." Yâni, kalbin, gönlün fýkhýdýr. Böylece ayýrt edebilirsiniz.

Birisi aklýn fýkhýdýr, akla göre hükümler; ikincisi, duygulara göre, kalbe göre hükümler... Onu inceler. Yâni, dýþ þekil itibariyle, formel olarak bir þey güzel görünebilir. Ama içinden güzel olmayabilir. Birisi size çok saygý gösteriyor gibi yapabilir, önünüzde reverans yapar, tebessüm eder; ama azýlý düþmanýnýz olur, arkanýzý döndüðünüz zaman sizi çelmeleyecek veya hançerleyecek olabilir. Demek ki dýþý güzel ama içi güzel deðil...


Tasavvuf, iç güzelliðine önem veren bir ilim... Ama bu iç güzelliði, lâik bir iç güzelliði deðil... Yâni inanca dayanmayan, pozitivist, yâhut bizim Cahit Tanyol'un lanse ettiði gibi Sokrates'in lâik ahlâký deðil... Ýnanca dayalý, Allah'a dayalý... Allah'a inanmaya ve Allah'a hesap vermeye yönelik bir samimiyet içindeki bir güzel ahlâk... Efendim, Sokrates lâik insanmýþ da... O da belli deðil... Eski Yunanda malzeme ne kadar elimize geçmiþtir ki Sokrates'in ne olduðunu iyi bilelim.

Sokrates'e soruyorlar:

"--Yâhu, sen gençleri niye aldatýyorsun?.. Niye baþka bir yola çekiyorsun?.. Niye bizim tanrýlarýmýzdan vazgeçirmeðe çalýþýyorsun?.. Niye yoldan, baþtan çýkartmaya çalýþýyorsun bunlarý?.. Bunlarý sana birisi mi söylüyor?" diyorlar.

"--Evet, bana ilâhî ilham geliyor." diyor.

Sonra, tenkid ettiði hususlar güzel... Cahit Tanyol onu lâik ahlâkýn kaynaðý gösteriyor ama, o da belki dinci, o da belki bir peygamber... Belki o ülkeye gönderilmiþ bir peygamber... Yunanlýyý çok tanrýdan, þarap tanrýsýndan, aþk tanrýsýndan, harp tanrýsýndan... kurtarýp vahdaniyeti öðretmeye çalýþan bir insan...


Dinî olduðu için, tasavvufun ilk meselesi Allah'a inanmak, Allah'ý bulmak, Allah'ý bilmektir. Buna kendi tabirleriyle "ma'rifetullah" diyorlar, "irfan" diyorlar. Böyle olan kimseye de "ârif" diyorlar, ârif-i billâh diyorlar. Yâni Allah'ý bilen, Allah'a ermiþ bir kimse...

ÇErenÈ diyorlar. Ermek kelimesinden gelmiþ olabilir eren kelimesi... Benim de bir nazariyem var, eren kelimesinin etimolojisi hakkýnda... Farsça'da çoðul takýsý "-ân" ekidir. Merd, adam demek; merdân, adamlar demek... Zen, kadýn demek; zenân, kadýnlar demek... Dost, ahbab olunan kimse demek; dostân, dostlar demek...

Aþýkpaþazâde'nin taksimatý var... Anadolu'ya gelmiþ, o ilk sâfî müslüman kütlelerin içinde Gaziyân-ý Rum var... Ne demek?.. Gazâ ile meþgul olan kimseler... Rum, Anadolu... Anadolu'nun gazileri... Sonra bir de Bâciyân-ý Rum varmýþ. Yâni Anadolu'daki dindar hanýmlar; onlar da bir takým Ýslâmî çalýþmalar yapýyorlarmýþ. Sonra, Ebdalân-ý Rum; Anadolu'nun üçleri, yedileri, kýrklarý gibi, birisi ahirete göçtüðü zaman yerine sayý tam olsun diye yerine bedel geldiði için, ebdal denilen, Ebdalân-ý Rum'larý varmýþ.

Ýþte onun gibi, erân; yâni er kiþiler... Ermekten deðil de, er kelimesinin Farsça çoðulu gibi geliyor bana... Arapça'da ricâlullah, Allah eri, Allah ehli kimseler vardýr. Onun Türkçesi gibi geliyor bana... Farsça takýlý Türkçe kelime gibi geliyor. Bunu da bu arada, edebiyatçýlýðým dolayýsýyla anlatmýþ olayým.


Çünkü, bir hadis-i þerifte þöyle buyuruluyor:

ÇSizden biriniz devenize bindiniz, çölde seyahat yapýyorsunuz. Ýhtiyacýnýz oldu, deveden indiniz. Baðlayacak bir yer yok, aðaç yok... Kumlarýn arasýndasýnýz. Siz indiniz namaz kýlmak için... Deve ürktü, kaçtý... Þimdi bu uçsuz bucaksýz çölde, bu deveyi yakalayamazsanýz öleceksiniz, helâk olacaksýnýz. Çünkü su tulumlarý, yiyecekler devede... Mutlaka yakalamanýz lâzým... Ama, deve de kaçmýþ durumda... Kovalasanýz, yetiþemezsiniz. Kumda zaten yürümek bir afettir. Bata çýka yürümek çok yorar insaný... O zaman deyin ki, (Yâ ricâlalah, einûnî!) "Ey Allah'ýn erleri, bana yardým edin!.. (Yâ Ricâlallah, eðýsûnî!) Ey Allah'ýn erleri, benim imdadýma yetiþin!" deyin. (Feinne lillâhi ibâden lâ yerâ.) Çünkü Allah'ýn, o kiþinin görmediði bazý er kiþileri vardýr.È diyor.

Sanýyorum ki, bu eren kelimesi öyle olsa gerek... Öteki mânâsý da olabilir. Bir rûhî eðitimini tamamlamýþ, en son noktaya ulaþmýþ, maksûda ermiþ; o mânâ da olabilir ama, derviþler öyle biraz kendilerini ermiþ de saymazlar. Tevâzularý dolayýsýyla, "Ben âciz" derler, "Ben günahkâr" derler. Kendilerinden dâimâ böyle tevâzu ile bahsederler. "Ed'afül ibâd, kullarýn en zaifi" derler. "Efkarül fukarâ, fakirlerin en fakiri" derler. "Allah'ýn rahmetine en muhtac olan kul" derler. "Pür-günah, pür-hatâ, pür-isyan" derler kendilerine ama, hiç de öyle deðildir aslýnda... Sabah akþam ibadette, hayýrda, hasenattadýrlar da tevâzuan söylerler. Onun için, eren kelimesinde böyle bir mâna, bana biraz zayýf geliyor.


Allah'ý bilmek, Allah'a ermek, arif olmak tasavvufun ana hedeflerinden birisidir. Yunus Emre'nin güzel bir sözünü söyleyebiliriz:


Ýstemegil aný ýrak,
Gönüldedir ana durak.


Yâni, "Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni uzakta, fezâda, mâverâda arama! Senin gönlündedir Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin makamý!.." diye söylüyor. O aþkla, Allah'ý bilme ve ona erme aþkýyla yanýp tutuþuyor. Onu sevmek ve her þeyi onun rýzasý için yapmak ve tabii ana amaç, Allah tarafýndan sevilen bir kul olmak...

Kulun sevgisine önem vermiyorlar... Kulun alkýþlamasýna önem vermiyorlar... Þöhrete önem vermiyorlar... Kulun verdiði bahþiþe ve sâireye önem vermiyorlar. Allah'ýn kendilerini sevmesini istiyorlar. Tabii, bu sevmenin nasýl olacaðýný gece gündüz düþünüp, onun yolunda da sevgiyi kazanmak için çalýþýyorlar.


Yeri gelmiþken söyleyelim: Allah'ýn bir kimseyi sevmesi için, onlarýn düþündükleri nelerdir?.. Neleri elde etmeðe çalýþýyorlar, Allah sevgisini kazanmak için?..

Peygamber Efendimiz yahudi din adamlarýný dine çaðýrýnca demiþler ki, "Biz Allah'ý seviyoruz, Allah'ýn sevgili kullarýyýz. Bizim dinimiz var, kendi inancýmýz var; ne diye senin yanýna gelelim?.. Sana tabi olmaða lüzum yok, zâten biz Allah'ý tanýyoruz, seviyoruz." deyince, ayet-i kerime inmiþ:

(Kul inküntüm tühibbûnallahe fettebiûnî yuhbibkümullah, ve yaðfirleküm zünûbeküm.) Âl-i Ýmran sûresindeki 31. ayet-i kerime... "Eðer onlar Allah'ý seviyorlarsa, --sen Allah'ýn sevgili kulusun, rasûlüsün-- sana uysunlar! O zaman Allah da onlarý sever." buyuruluyor.

Burdan Allah'ýn bir kulu sevmesinin þartý kesin olarak ortaya çýkýyor. Allah tarafýndan bir kulun sevilmesinin ana þartý nedir?.. Rasûlüllah'ýn izinden yürümek, Hazret-i Peygamber gibi olmak... Hazret-i Peygamber'in tavsiyelerini tutmak ve ona tabi olmak... Bunu uygulamýþlardýr.


Biliyorsunuz çok tatlý bir mutasavvýf vardýr, Eþrefoðlu Rûmî derler. Ýznik'te çok güzel çinili camisi ve dergâhý vardýr.


Ey Allah'ým beni senden ayýrma!
Beni senin cemâlinden ayýrma!
Balýðýn câný su içre diridir.
Ýlâhi balýðý gölden ayýrma!..


diyen, balýk gölde nasýl olursa, o da Allah'ýn sevgisi içinde, cemâlullah içinde sað ve saðlam olacaðýný söyleyen þahýs... Diyor ki:

"Ýki vazifesi vardýr mürþidlerin:

1. Kullarý Allah'a sevdirmek.

2. Allah'ý kullara sevdirmek."

Tabii, kullara Allah'ý sevdirmek güzeldir. Çocuða baklavadan, börekten, elma þekerinden, horoz þekerinden, çukulatadan bahsedersiniz, verirsiniz; tadar, sever. Kullara Allah'ý sevdirmek kolay... Allah, kendisine tesir edilebilen bir varlýk deðil ki, Allah'a kullarý nasýl sevdireceksiniz?..

Onu þöyle cevaplandýrýyor Eþrefoðlu Rûmî: "Müridleri Rasûlüllah'a uydururum, Rasûlüllah'ýn sünnetine tabi ederim, sünnet-i seniyyeye göre yetiþtiririm. Onlar öyle olunca, Allah onlarý sever." Çünkü bu ayet-i kerime zâten bunu bildiriyor.


Onun için, tasavvufta, tarikatta Allah'ýn sevgisini kazanmak için birinci esas, Rasûlüllah'a ittibâ etmektir. Böylece, bid'atlerden uzak yaþamak, sünnete uygun yaþamak esas oluyor. Bid'at, --biliyorsunuz-- dinde sonradan uydurma olarak ortaya çýkmýþ þeylere deniliyor.

Meselâ tarikatlerin en meþhurlarýndan Nakþî tarikatýnýn ilk sayfada ana cümlesi budur: Sünnet-i seniyyeye ittibâ etmek, bid'atlerden ictinâb etmek... Kadirî tarikatý da öyledir, Halvetî tarikatý da öyledir, Mevlevî tarikatý da öyledir. Açarsanýz, ana kitaplarýnda bu esasý görürsünüz. Ama, þimdi bir kardeþimiz diyebilir ki:

"--Bazý tasavvuf erbabýný biliyoruz, böyle deðil!.."

Tamam, ben de biliyorum. Meselâ on sene kadar önce, Cumhuriyet gazetesinin bir röportajcýsý gazeteci Arnavutluða gitmiþti. Arnavutluk'ta Bektâþî tekkelerini gezmiþ. Orada tekkede kendisine raký ikram etmiþler. E þimdi tabii bunu duyan bir insan, Cumhuriyet gazetesinde bunu okuyan --tamam misafir gitmiþ, ikisinin de resmi var; oranýn baþkaný da buna raký ikram etmiþ-- tabii diyecek ki:

"--Hani Ýslâm'da içki yasaktý? Niye böyle yapýyor?.."

Bunun cevabý þudur: Tasavvuf çeþitli tarikatler halinde geliþmiþtir ve çeþitli ülkelerde farklýlýk gösteriyor, ve bulunduðu bölgeden bazý tesirler alýyor. Hani beyaz boya bazý yerde filizî yeþil olur, bazý yerde pembe olur, bazý yerde gök mavisi olur dedik ya... Altý biraz ýslaksa, ordan tesir alýyorsa...

Þimdi orada da --Balkanlar'da-- tabii hristiyanlar var... Bölge kültür bakýmýndan tam safî Ýslâmî bir bölge deðil; ordan tesir almýþ.

"--Peki Doðu Anadolu'da da, Orta Asya'nýn falan yerinde de böyleleri var... Veya Ýran'da da var..."

Ýran'da da Zerdüþtlük var daha önceden... Öbür tarafta da Þamanizm var... Onlardan tesir almýþsa, elbet buna benzer durumlar olacaktýr.


Onun için tarikatlarý inceleyen kitaplar ikiye ayýrýrlar zâten:

l. Sünnî tarikatlar.

2. Rafýzî tarikatlar, yâni sünnî olmayan tarikatlar.

Bunlarý merhum Fuat Köprülü baþladý ilkönce kullanmaða; ortodoks tarikatlar, heterodoks tarikatlar filân diye... Ortodoks, muhafazakâr demek... Tabii bu tatlý olmuyor. Ortodoks deyince, hristiyanlýk hatýra geliyor. Öyle deðil, sünnî tarikatlar demek lâzým! O kelimeyi kullanmamak gerek...

Allah'ýn sevgisini kazanmak için bulduklarý mantýkî þey güzel... Ayet-i kerimede bildirildiði gibi, Rasûlüllah'a, yâni Allah'ýn sevgili kuluna uygun hareket edecek; Allah o sevgili kulunu sevdiði gibi, elbet ona uyan kimseyi, kendisini ona uyduran, benzeten kimseyi de sevecek. Akýl mantýk kabul ediyor, ayet ve hadis bunu gösteriyor; bir...

Ýkincisi: Allah kendisine kafa tutaný mý sever, itaat edeni mi sever?.. Asî olaný mý sever, ibadet edeni mi sever?.. Ýyilik yapaný mý sever, yasakladýðý zulmü, kötülüðü yapaný mý sever?.. Çok net, bunun cevabý da gayet aþikâr... Ýtaat edeni sever, iyilik yapaný sever, muhsin kullarýný sever. Zâten ayet-i kerimede de bildiriliyor:

(Ýnnallahe yuhibbül muhsinîn.) "Allah, ibadetini cân ü gönülden güzel yapan kullarýný sever." buyuruluyor.

Elbette bunu da anlýyoruz. Bir genelmüdüre bir memur kendisini sevdirmek istiyorsa, yükselmek istiyorsa, elbette sözünü dinleyecek... Bir öðrenci sýnýfý geçmek istiyorsa, elbette hocasýnýn dediðini yapacak... Derslere çalýþacak, onun imtihanda istediði baþarýyý gösterecek. Bunun gibi bir þey...

Onun için vazifelerini yapmasý lâzým!.. "Namaz kýl!" Kýlmýyor. "Abdest al!" Almýyor. "Oruç tut!" Tutmuyor. "Zekât ver!" Vermiyor. "Ýyilik yap!" Yapmýyor. "Zulmü býrak!" Býrakmýyor. "Tembelliði býrak!" Býrakmýyor. E tabii, böyle bir insan sevilmez. Öteki insan sevilir. Ýyilik yapan, fedâkârlýk yapan, ibâdette tâatte olan insan sevilir.


Üçüncüsü: Karþýlýklý sevgi esasýný kullanmýþlardýr. O da þundan kaynaklanýyor, mantýklý bir þey olarak bunu görüyoruz. Hadis-i þeriflerde Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:

(Hakkat mahabbetî lil mütehâbbîne fiyye) buyurmuþ Allah-u Teâlâ Hazretleri... Yâni, "Birbirlerini seven müslümanlarý Allah sever." O halde Allah'ýn sevmesi için müslümanlarýn birbirlerini sevmesi lâzým!..

(hakkat mahabbetî lil mütezâvirine fiyye) "Birbirlerini ziyaret edenleri Allah sever." O halde birbirlerini ziyaret etmesi, aramasý, yoklamasý, soruþturmasý, nasýlsýn demesi lâzým!..

(hakkat mahabbetî lil mütebâziline fiyye) "Birbirlerine bezl eden, ikramda, hediyede, baðýþta bulunanlarý Allah sever." O halde, insanýn dostuna hediyeler ikramlarda bulunmasý lâzým!..

(hakkat mahabbetî lil mütenâsihîne fiyye) "Birbirine karþý samîmî olup, güzel, açýk kalple hareket edenleri sever."


Ýþte bu ayetlerden, hadis-i þeriflerden çýkan bir mânâ da, müslümanýn müslümaný sevmesidir. Baþka bir hadis-i þerifi, maksadý iyi ifade etsin diye belge olarak, delil olarak söyleyeyim:

Allah-u Teâlâ Hazretleri, meselâ kadir gecelerinde günahkâr kullarý affediyor. Affediyor ama, affetmediði insanlar var... Birbirleriyle dargýn olanlarý, birbirleriyle düþmanlýk yapanlarý affetmiyor. Melekler, "Bunu da affet yâ Rabbi!" diye teklifi götürünce huzuruna; diyor ki, "Onlar birbirleriyle aralarýný düzeltsinler, ondan sonra..."

Demek ki, müslümanýn müslümanla iyi geçinmesi lâzým!..

Sonra bir baþka delil: Müslüman müslümana üç günden fazla dargýn kalamaz! Dargýn kalmasý haramdýr. Ýçki haram, adam öldürmek haram, hýrsýzlýk yapmak haram, dargýn durmak da haram!..

Demek ki, müslümanýn müslümaný sevmesi lâzým! Böylece Allah'ýn sevgisini kazanacak.


Onun için, tasavvufta ve tarikat içinde bir tarikat kardeþliði, bir muhabbet, bir ahiret kardeþliði kuvvetle vardýr. Hattâ köylümüzde --köylerde yaþayan, köylerle ilgisi olan dinleyici kardeþlerimiz bilirler ki-- bazý kimseler bazýlarýný ahiret kardeþi edinirler. Ve hattâ bazýsý bazýsýna samîmî hitab etmek istiyorsa, "Nasýlsýn ahretlik?" der. Yâni, "Ey benim ahiret yönünden kendisini kardeþ seçtiðim kimse, nasýlsýn?" demiþ oluyor.

Onun için bu sevgi ve muhabbet, dostluk ve kardeþlik, Allah'ýn sevgisini kazanmak için fevkalâde önemli bir husus olmuþ oluyor.

Sonra hadis-i þerif var:

(Men lâ yerham, lâ yürham.) "Baþkalarýna merhamet etmeyen, kendisi merhamet görmez."

Hattâ bir hadis-i þerif var: Kadýnýn birisi zalimlik yapmýþ. Kýzmýþ kedinin birisine, --kendisini mi týrmaladý, ortalýðý mý pisletti, ne yaptýysa-- kediyi hapsediyor. Yiyecek vermiyor, dýþarýya da çýkartmýyor. Hapsedilen yerde kedi ölüyor. Hadis-i þerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Bu kediyi öldürdüðü için, bu kadýn cehennemlik oldu." Yâni, bir basit mahlûka bile zulmettiði için, bu cezâya uðruyor.

Sonra bir kadýndan bahsediliyor ki, kendisi çölde, su olan bir kuyuya tutunarak inmiþ, suyu içmiþ. Dýþarý çýkmýþ bakmýþ ki, bir susamýþ köpek, dili sarkmýþ, baygýn, bitkin... Acýmýþ ona... Demiþ ki, "Ben susuzdum, içtim, suya kandým. Þuna da bir su alayým!" Aþaðý inmiþ tekrar... Maþraba yok, kap yok, naylon yok o zaman... Pabucunu suyun içine daldýrmýþ, yukarýya çýkarmýþ, köpeði sulamýþ. "Bu davranýþýndan dolayý, o kimsenin bütün eski günahlarýný Allah affetti. Onu cennetlik eyledi." diye de hadis-i þerif var...

Demek ki, merhamet ve mahlûkata sevgi var...


Benim tesbit ettiðim þeylerden sonuncusu hizmet var... Neyi sayýyoruz, nedir bu saydýklarýmýz?.. Kul Allah'ýn sevgisini kazanmak için bir yol izleyecek, bir þeyler yapacak; nedir yaptýklarý?.. Rasûlüllah'a uymak, ibadetlerin taatlerini yapmak, öteki müslümanlarý sevmek, bütün mahlûkata karþý þefkatli olmak... Ve beþincisi hizmet!.. Yâni, hizmet edecek.

E mecbur mu bu, hizmetçi mi, müstahdem mi? Niye hizmet edecek?.. Allah rýzasý için... Ýyilik yapacak, hizmet edecek, hizmet götürecek... Çeþme yapacak, köprü yapacak... Yükünü taþýyýverecek... filân. Hizmetin sonsuz türleri olabilir. Hizmet edecek!.. Hizmet eden ilerliyor ve Allah'ýn sevgisini kazanýyor ve yükseliyor.


Ýþte bir mutasavvýfýn ana mantýðý, Allah'a kendisini sevdirmek... Sevdirecek þeyleri yapmak sûretiyle Allah'ýn sevdiði kulu haline gelmek... Bu hale gelmek için, bu sayýlan þeyleri yapmak için de, bir takým metodlar geliþtirilmiþ, uygulanmýþ. Ýþte bu metodlara tarikat deniliyor.

Þöyle bir söz bütün tarikat kitaplarýnda yazýlýr baþ taraflarýna:

(Etturûku ilallahi biadedi enfâsil halâik.) "Allah'a giden yollar çoktur. O kadar çoktur ki. mahlûkatýn nefesleri sayýsýnca çoktur." Yâni, ben bir tek varlýðým ama, bu yaþýma gelinceye kaç tane nefes aldým!.. "Mahlûkatýn sayýsýnca" demiyor, "Mahlûkatýn nefesleri sayýsýnca" diyor. O kadar çok... Yâni, insan çeþitli yollarla Allah'ýn sevgisini kazanabilir, Allah'a ulaþabilir. Ama yine de bir takým metodlar ortaya koymak lâzým, bu insanlarý yetiþtirmek lâzým!.. Tasavvuf bunu üstlenmiþ bir yoldur.


Ýslâmî ilimleri ele aldýðýmýz zaman her birinin konusunu görüyoruz: Tefsir ilmi, Kur'an-ý Kerim'i anlamayý, anlatmayý esas alýyor. Akaid ilmi, doðru bir inancý tarif ediyor, öðretiyor. Fýkýh ilmi, muamelat dediðimiz insanlar arasý hukuku tanzim ediyor. Hadis ilmi, Peygamber Efendimizden gelen rivayetlerin ilmini yapýyor; doðrusunu eðrisini, açýklamasýný ortaya koyuyor. Tasavvuf ilmi de, insanýn ahlâkî olgunlaþmasýný, kemâle ermesini saðlayan bir ilim...

E tabii, gaye bu olunca, bu saðlamayý nasýl yapacak diye bir takým metodlar geliþtirmiþlerdir. Bu metodlar, birisinde ötekisinden farklý olduðu için çeþitli yollar, usüller, metodlar geliþmiþ; onun için, çeþitli tarikatlar ortaya çýkmýþtýr. Hak tarikattýr, doðrudur, ama metodu farklýdýr. Neye benzetebiliriz bunu?.. Çeþitli otomobiller vardýr: BMV vardýr, Mercedes vardýr, Ford vardýr, Rolly Roise vardýr, Chavrole vardýr... Hepsi otomobildir ama, metodlarý farklýdýr. Birinin parçasý ötekisinden farklý olabilir.

Ýnsanýn yetiþmesi için tasavvufun uyguladýðý iki ana yol var:

1. Ýnsanýn kendisini, iradesini, nefis dediðimiz varlýðýný yola getirmek için, bir sýký eðitim, askerî disiplin içinde bir eðitim... Bu disipline riyâzet diyorlar. Rûhî bir riyâzet, rûhî bir idman... Jimnastiðin eski dildeki adý riyâzetül beden, bedenin eðitimi... Bir de ruhun riyâzeti var; o da iþte tasavvuf... Yâni ahlâken geliþmesini saðlayacak.

2. Bir de aþk, sevgi ve muhabbet yolu var... Birisi, askerî disiplin içinde bir takým meþakkatli eðitimler geçirerek yetiþtiriyor; ötekisi, ona sevgi aþýlayarak seven insan, aþýk insan haline getirerek onu iyi iþleri yapmaða güçlü hale getiriyor.


Bu iki ana yoldan bizim kültürümüz, Osmanlý kültürü, Orta Asya kültürü, bizim mazimizle, tarihimizle ilgili olan eðitim yolu aþk yoludur. Sevgi, aþk, coþkunluk yoludur. Onun için, Ahmed Yesevî'yi ele alýn, þiirlerini, hikmetlerini okuyun; Yunus Emre'yi ele alýn, divanýný okuyun; Mevlânâ'yý ele alýn, þiirlerini okuyun, baþtan sona iþlediði konularýn istatistiðini yapýn çok büyük ölçüde sevgi temasýnýn, ilâhî aþk temasýnýn iþlendiðini göreceksiniz. Coþkunluk göreceksiniz.

Meselâ, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'de muazzam bir rûhî coþkunluk, sevgi, asýrlar ötesinden hissediyoruz, görüyoruz. Yunus'ta o insan sevgisini çok net olarak görüyoruz. Eþrefoðlu Rûmî'de çok net olarak görüyoruz:


Senin sevgin benim dinim, imâným.


Sevgi ile yanýp yakýlýyor. "Balýk suyun içinde canlýdýr, çýkýnca ölür. Beni de senin aþkýn deryasýndan dýþarýya çýkarma yâ Rabbi! O deryanýn içinde olayým." diyor.

Orhan Veli'nin dediðinin biraz farklýsýný söylüyor. Orhan Veli, "Bir de raký þiþesinde balýk olsam!" demiþ. Ondan asýrlarca önce Eþrefoðlu Rûmî, "Beni aþkýnýn deryasýndan dýþarý çýkartma yâ Rabbi!" diyor. Kültürler farklý, dünyalar farklý, edepler farklý...

Bizim ana yolumuz aþk yoludur. O bakýmdan tarihimizde büyük mutasavvýf olarak gördüðümüz þahýslarýn hepsinde bu ana fikri görüyoruz, sevgi halini görüyoruz. Þiirlerinde bunu okuyoruz.

Fuzûlî de ayný ekoldendir. Fuzûlî, Mevlânâ, Hacý Bektâþ-ý Velî, Yunus Emre, Ahmed Yesevî... Bunlar Horasan'ýn aþk ve sevgi ekolünün mümessilleridir. Fuzûlî'yi biliyorsunuz, neler söylüyor:


Aþk derdiyle hoþem el çek ilâcýmdan tabîb,
Kýlma derman kim, helâkim zehri dermanýmdadýr.


"Ben bu aþk derdiyle çok mutluyum, memnûnum bu halimden. Sen beni tedâvi etmekten vaz geç!.. Doktor, beni tedâvi etme, býrak þu ilâcý!.. Ben tedâvi edilirsem, mahvolurum. Býrak böyle aþýk kalayým, böyle hasta kalayým!.."

Þeyh Galib öyle, Hüsn-ü Aþk'ý yazmýþ. Mevlânâ ve bütün taraftarlarý... Hakîkaten de aþýk adamlar... Hayatlarý böyle, sevgi içinde... Seven bir insanýn artýk, sevdiði için yapmayacaðý fedâkârlýk kalmýyor. Yunus Emre'nin sözü hepimizin bildiði bir sözdür:


Yaradýlaný hoþ gör, Yaradan'dan ötürü!..


Yunus sen bu dünyaya niye geldin?
Gece gündüz hakký zikretsin dilin,
Evliyâya uðramaz ise yolun,
Göçtü kervan, kaldýn daðlar baþýnda...


Bizim kendi kültür çevremizde, kendi tasavvuf alanýmýzda, "Mutasavvýf nasýl insandýr?" diye baktýðýmýz zaman, döðene elsiz, söðene dilsiz, mütevâzî, gönülsüz, kibirlenmeyen bir insan karþýmýza çýkýyor. Tatlý dilli, güleç yüzlü, hizmet ehli, fedâkâr, iyilik yapan; etrafa, ufak tefek iþlere aldýrmayan, ufak tefek haksýzlýklara önem vermeyen ama çok aktif bir insan karþýmýza çýkýyor.


Diyorlar ki, "Derviþlik miskinlik imiþ; geri kalmamýzýn sebebi derviþler imiþ. Böyle söyleniyor." Bazan aþaðý mahallede birisi bir yalan söyler, yukarý mahalleye gelince kendisi de inanýr derlerler. Doðru olduðu düþünülebilir. Ama, misaller üzerinde düþündüðümüz zaman, doðru deðil!.. Çünkü bakýyorsunuz ki, Horasan erenleri, Ahmed Yesevî'nin derviþleri hiç de öyle oturmamýþlar bir yerde; Anadolu'ya kadar gelmiþler, burayý Ýslâmlaþtýrmýþlar. Burada da durmamýþlar, Balkanlar'a kadar gitmiþler.

Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan'ýn nefis bir makalesi vardýr bu konuda: "Kolonizatör Türk Derviþleri" diye... Balkanlar'ý nasýl müslüman etmiþler, onu anlatýr.

Derviþ gidiyor, ölmeðe razý, ölümden korkmuyor. Yoksulluða alýþkýn, yoksulluktan kormuyor. Yabancý bir diyara gidiyor. Mütevâzi, kendi halinde bir insan... Kervanlarýn geçtiði bir dað belinde, bir geçitte, bir derbentte yerleþiyor adamcaðýz... Herkese iyilik yapýyor. Gelene geçene ikramda bulunuyor, akþam evinde misafir ediyor. Misafirler çoðalmýþsa, binayý büyütüyor, bir tekke haline getiriyor. Nihâyet, orasý bir yerleþme alaný oluyor. Kervanlarýn gidip gelip durduðu bir yer oluyor. Sonra bir þehir haline geliyor. Bir gayrimüslim ülkede, bir koloni meydana getiriyor. Sonra ordan etrafa yayýlýyor.

Hristiyanlar da bakýyorlar, seviyorlar adamý... Ahali bakýyor ki, dürüst, tatlý dilli, güleþ yüzlü þair ruhlu, iyiliksever bir insan... Hizmet ehli bir insan...

Tabii bu sadece insana yönelik ve insandan bir menfaat gelsin diye, materyalist bir anlayýþla deðil!.. Buraya özellikle dikkatinizi çekerim. "Ben Yugoslavya'ya gideyim, bir koloni kurayým. Sonra, orayý geniþleteyim; Yugoslavya benim olsun!" dese, bu nedir?.. Materyalist bir hesaptýr. Böyle yapmýþ deðil bunlar...


Bunlar sadece insana hizmet etmemiþ, hayvana da hizmet etmiþ. Uyuz bir köpeði görüyor, acýyor. Alýyor, tedâvi ediyor. Neden?.. Yaradýlaný Yaradan'dan dolayý hoþ tutmaða çalýþýyor. Köpeðe bile yapýlan iyiliðin, kendisine fayda vereceðini biliyor.

Peygamber Efendimiz'e bir sahabi geliyor diyor ki:

"--Yâ Rasûlallah! Binbir zahmetle bir kuyu kazdým. Kendi develerim su içsin diye, kuyudan su çekiyorum, hazneye boþaltýyorum. Ýpler elimi yara yapýyor. Uyuz, yaþlý, sahibinin artýk bakmadýðý, ot vermediði, salýverdiði, baþýboþ develer de geliyor, bu sudan onlar da içiyorlar. Ben çok zahmet çekiyorum, kuyudan suyu çýkartýrken; ne yapayým?.."

Diyor ki, Peygamber Efendimiz:

"--Býrak onlar da içsin!.. Onun da ciðeri var, onun da ciðeri yanar; o da hayýrdýr." diyor.

Derviþ iyiliði yaparken Allah'tan bekliyor. O deveden bir fayda yok... Faydasý olsa, sahibi býrakmazdý. Belli bir yaþtan sonra, merkepleri salýveriyorlar. Hattâ adalara, su olmayan adaya býrakýyorlar. --Affedersiniz-- Eþþek Adasý bilmem ne; niye o ismi almýþ?.. Çünkü oraya býrakýveriyor. Zavallý hayvan denizin tuzlu suyunu içerek yaþarsa yaþýyor, ölürse ölüyor.


Ýyiliði Allah için yapýyor. Vakýf kurabiliyor. "Ev sahibinin bulaþýklarýný yýkarken tabak kýran hizmetçi dayak yemesin, azar çekmesin!" diye, hizmetçilerin kýrdýðý tabaklarý telâfi eden vakýf kuruyor. Kanadý kýrýk, bacaðý kýrýk olduðu için uçamayan leyleklere baksýnlar diye vakýf kuruyor. Evini inþâ ettiði zaman, sað üst köþesine kuþ köþkü yapýyor; serçeler gelsin, orda yuva yapsýn diye... Çünkü, onun cývýldaþmasý da Allah'a bir niyaz, bir zikir olarak düþünülüyor.

Çiçeðe bile baktýðý zaman onun haliyye halleniyor, konuþuyor:


Sordum sarý çiçeðe, niye benzin sarýdýr?


"Niye sen sararmýþsýn, solmuþsun?" diye soruyor. Haaa, ölüm varmýþ da, ölümden korkuyormuþ da, ondan sararmýþ. "Neden boynun eðridir o halde, ey çiçek?" diye soruyor. Sarý çiçek, böyle boynu bükük... "Evet, boynum eðri ama, özüm Hakk'a doðrudur." diyor. "Kardeþin var mý?" vs. Bakarsýn Yunus Emre sarý çiçekle konuþur, bakarsýn Yunus Emre gýcýr gýcýr dönüp su çeken dolapla konuþur. Kuþlarý sever, aðaçlarý sever, çiçekleri sever.


Bizde, bizim kültür tarihimizde çiçek sevgisi muazzam bir þeydir. Baron de Büsbek, Hollanda'dan kalkmýþ pâyitahta, Ýstanbul'a elçilik için geliyor. Yedikule'den kervaný Ýstanbul'a doðru yaklaþýrken, gördüðü lâle, sümbül bahçelerinden, gül bahçelerinden hayran kalýyor, hayretlere düþüyor. Kitabýna þöyle yazmýþ: "Bu Osmanlýlarýn çiçek sevgisine akýl ermez, bunlar çiçek aþýklýsýdýr. Bir çiçeðe dünyanýn parasýný verirler." Lâle soðanýný alýp Hollanda'ya götürmüþ olan adam, o adam... Lâleyi bizden alýp oraya götürmüþler.

Bir çiçek sevgisi, bir kuþ sevgisi, bir bülbül segisi, mahlûkata acýma duygusu, bir insana hizmet etme aþký; birisinin duasýný almak, hiç kimseyi hor görmemek, toprak gibi mütevâzi olmak, gündüz kazanýp akþam kazandýðýyla baþkalarýna hayýr hasenat yapmak... Bu eðitimle yetiþiyorlar.


Ýbn-i Batuda meþhur seyyah, Arap seyyahý... kervanýyla, atlarýyla Anadolu'yu geziyor. Denizli þehrine geldiði zaman, atýnýn yularýný palabýyýklý bir adam yakalýyor. "Yürü!" diyor. Tabii o adam Türkçe bilmiyor. Bu da Türk, Arapça bilmiyor. Palabýyýklý bir adam... Belinde de kocaman bir yataðan var... Kuþaklý, þalvarlý, babayiðit, kýrmýzý yanaklý bir insan... Arap seyyahýn ödü patlýyor. "Eyvah!.." diyor. Kendi devesi var, atý var... Arkasýnda katýrlarda kendisine hediye verilmiþ halýlar var, hediyeler var... Sevilen, padiþahlara misafir olan bir kimse... Malý mülkü dolu... "Eyvah, benim mallar gidiyor galiba?.." diye korkuyor.

Tam o korku içindeyken, bir palabýyýklý daha geliyor. O da öbür tarafýndan tutuyor atýnýn... Birisi bir tarafa götürmek istiyor, birisi öbür tarafa götürmek istiyor. Aralarýnda bir tatlý münâkaþa... Anlayamýyor ne olduðunu...

Münâkaþanýn sebebi þu: Ýlk yakalayan þahýs diyor ki:

"--Bu tanrý misafirini ilk defa ben gördüm. Onun için, bunu bizim tekkeye götürmem lâzým; orada yedirip içirip aðýrlamamýz lâzým!"

Onun için yakalamýþ. Ýkinci gelen þahýs da diyor ki:

"--Ýyi ama kardeþim, ayýp deðil mi? Bu mýntýka bizim mýntýkamýz... Bizim mýntýkamýzdan sen misafiri al, öbür mýntýkaya götür; olur mu? Kýsmet bize gelmiþ, biz aðýrlayacaðýz bunu... Yedireceðiz, içireceðiz, yatma yeri göstereceðiz ve bunun duasýný, sevabýný biz kazanacaðýz. Olur mu þimdi senin bunu öbür mýntýkaya götürmen?.."

Kavga bu... Osmanlýnýn, derviþin, Yunus'un, Mevlânâ'nýn, Eþrefoðlu Rûmî'nin, Erzurumlu Ýbrâhim Hakký'nýn vs. erbâb-ý tasavvufun ana yapýsý bu...


Ýþte bu güzelliklerden dolayý, bu tecrübelerden dolayý ve ortaya çýkan insan tipinin, Mevlânâ gibi bir insan olmasý; þarkýn garbýn beðendiði güzel fikirleri söyleyen, insancýl fikirler, insan haklarýna uygun fikirler söyleyen kimseler olmasý, son derece zarif ve edip kimseler olmasý herkesi hayran býrakýyor.

Mevlânâ Hazretleri'ne birisi gelmiþ, fukara... Bir yazý yazýyor, vezire gönderiyor, "Bu fukaranýn iþini yap!" diye... Vezir de cevap gönderiyor Mevlânâ Hazretleri'ne, diyor ki: "Divan mevzuatýna uygun deðildir isteðiniz!" Yâni, resmi devletin kanunlarýna isteðiniz uygun deðildir. "Divan mevzûatýna uygun olmadýðýndan, isteðiniz yerine getirilememiþtir efendim!" diye mektup yazýyor.

O mektubun altýna tekrar yazýyor, diyor ki: "Vezir hazretleri divânýn sahibidir. Divan vezire sâhib deðildir." diyor ama, divan Farsça'da iki mânâya geliyor. Bir, bizim bildiðimiz devlet dairesi mânâsýna geliyor. Bir de, div kelimesinin çoðulu oluyor; divân, devler mânâsýna geliyor. Dev de Türkçe'deki büyük adam mânâsýna deðil, þeytan mânâsýna Farsça'da... Divan, þeytanlar demek... Yâni, Mevlânâ yazdýðý cevapta demiþ ki: "Vezir hazretleri divanýn sahibidir, istediðini yaptýrabilir. Þeytanlar vezire ters þey göstermesinler." demiþ gibi oluyor. Fakirin iþini yapmayanlarý da þeytana benzetiyor. Tabii, bu nükteden gülmüþ vezir... Hoþuna gitmiþ bu nükte...


Zarif insanlar, tatlý insanlar, ölümden korkmayan insanlar... Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, þeb-i arus (düðün gecesi) diyor ölümüne... "Ben öldüðüm zaman, benim arkamdan aðlamayýn!" diyor. "Elvedâ demeyin, ayrýlýða deðil kavuþmaða gidiyorum." diyor. Ýnanmýþ insan...

Tasavvuf onun için yaþýyor. Tasavvuf büyükleri onun için seviliyor. Bu eðitim aynen bugün de devam ettiði için, Avrupalýsý, Amerikalýsý mutasavvýf oluyor. Bizde kanunen yasak olduðu için pek çok kimse olmamýþ ama, Avrupa'da böyle bir yasak olmadýðýndan, onlar Mevlevî, veyahut Kadirî, veya Nakþî, veya Kuzey Afrika'daki filânca þeyhten feyz almýþ olabiliyor.


Toplum arasýndaki münâsebetleri düzenleyen konuya ahlâk diyoruz. Ahlâk, toplumun bir kurumudur, insanlar arasýndaki münâsebetleri düzenler. Ýþte tasavvuf, o toplum münâsebetlerini en güzel, en fedâkâr, en hasbî, en menfaat duygusundan uzak þekilde düzenleyen bir eðitim verdiðinden, bugün de seviliyor. Bugün de hayatla candan iliþkili... Bugün de bu eðitimi görmek zorundayýz.

Biliyorsunuz öðretim görmek için müesseselerimiz var: Ýlkokul, ortaokul, lise, üniversite, master, doktora, doçentlik, profesörlük var... Öðretim var, bilgi öðreniyoruz ama, bu ahlâk eðitimini nerede göreceðiz?.. Yâni, sevgiyi nerden öðreneceðiz, merhameti nerden öðreneceðiz?.. Menfaatimizi ayaklar altýna alarak bir insaný sevindirmeye nasýl alýþacaðýz?.. Birbirimizi sevmeyi, birbirimizi saymayý nasýl öðreneceðiz?.. Bunun da eðitimi lâzým!..

Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî diyor ki:


Þuz nihânî hikmeti Yunâniyân,
Hikmeti imâniyan ra bemidân.


"Madem ki Yunanlýlarýn felsefesini öðreniyorsun, imanlýlarýn felsefesini de bir öðren! O da lâzým!.."

Ýþte Boðaziçi Üniversitesi, iþte Bilkent Üniversitesi, iþte Ýngilizce eðitim... Ýþte sosyoloji, psikoloji, iþletme, çeþitli ilim dallarý... Hani ahlâkýn insana kazandýrýlmasý?.. Öðretimi demiyorum. Öðretim, bilgi vermek... Bilgili olur ama, bir þey olmaz!.. Eðiteceksin. Eðittiðin zaman, centilmen bir insan olduðu zaman kýymeti var...

"--Þimdi buralardan yetiþen modern bir insan centilmen insan olmuyor mu?.. Amerika'dan yetiþen insan centilmen olmuyor mu?.."

Amerika'nýn centilmeni, bizim Yunus'umuz gibi olamaz!.. Onlarýn centilmenliði, bizim Yunus'umuzun centilmenliði gibi, Mevlâna'mýzýn centilmenliði gibi olamaz!..

Mevlâna Hazretleri yolda bir papazla karþýlaþmýþ. Papaz bakmýþ ki, karþýdan nurlu, mübarek bir þahýs geliyor... Eðilmiþ önünde... Mevlânâ Hazretleri de ona eðilmiþ. Papaz kalkmýþ bakmýþ ki, bu büyük zât, müslümanlarýn itibarlý büyük alimi ona eðiliyor. Kendisi fukara, o devirde þehrin kenar mahallesinde oturan bir kimse... Bu sefer o tekrar eðilmiþ, Mevlânâ da tekrar eðilmiþ. Kalkmýþ bakmýþ yine eðiliyor. Bir daha eðilmiþ, bir daha eðilmiþ. Mevlânâ da ondan aþaðý kalmamýþ eðilmekte... O da ona eðilmiþ. Sonunda papaz müslüman olmuþ.

Benim hoþuma giden tarafý þu bu fýkrada: Sonra Mevlânâ Hazretleri olayý anlatýrken birisine, diyor ki:

"--Papazýn birisi tevâzû vazifesini bizim elimizden alýp, bizimle tevâzûda yarýþmaða kalktý; hiç ona verirmiyiz?.."


Ýþte bu anlayýþta olduðu için, bu eðitimin Amerika'da yapýlmasý mümkün deðil... Avrupa'da yapýlmasý mümkün deðil... Cambridge Üniversitesi'nde yapýlmasý mümkün deðil... Yale Üniversitesi'nde görülmesi mümkün deðil... Boðziçi'nde de mümkün deðil... Bu eðitimin görülmesi lâzým!..

Allah bizi hem dünyevî bilgilerle, hem zâhirî bilgilerle öðrenimini tamamlamýþ; hem de kalb ve gönül eðitimini batýnî bilgilerle, derûnî, transandantal birtakým güzel hisler ve duygularla, beþerî insânî duygularla, iç eðitimini, kalb eðitimini yapmýþ insanlardan eylesin....


Soru:

--Tasavvufu, "Nafile ibadetlerin organize edilmiþ bir þeklidir." diye tanýmlayabilir miyiz?


--Hayýr! Tasavvuf, nafile ibadetlerin organize edilmiþ bir þekli deðildir. Bazan nafile ibadeti bile býrakýr mutasavvýf... Bizim büyüklerimiz diyor ki: "Ýnsana hizmet bahis konusu olduðu zaman, nafile ibadeti terkederiz. Çünkü, nafile ibadet insanýn ferdî kazancýdýr. Ama, baþkasýna hizmet topluma kazançtýr; bunun sevabý çoktur."

Ýbrâhim AS Kâbe'yi binâ ettiði zaman, dört köþesinde biner rekât namaz kýlmýþ. Demiþ ki:

"--Ýbadet ettim. Bunu beðendin mi yâ Rabbi?.. Sana yapabileceðim bundan daha sevgili bir ibadet var mý?.."

"--Evet yâ Ýbrâhim! Bir fakirin kursaðýnda bir lokma ekmek..." buyurmuþ.

Demek ki, þahsen sen ibadet ediyorsun, faydasý sana... Ama baþkasýna faydalý bir þey yaptýðýn zaman, onun kýymeti daha yüksek oluyor, nafile ibadetten önce geliyor.

Onun için, tasavvufta hizmet esas olduðundan, hürmet esas olduðundan, böyle bir nafile ibadetlerin organize edilmiþ þekli diyemeyiz. Aksine, gece gündüz çok nafile ibadet eden insanlar vardýr, onlara âbid diyor mutasavvýflar... Ama âbidlik, tasavvufun aþaðý mertebesidir. En aþaðý mertebesi âbidlik mertebesi... Ondan sonra, zâhidlik mertebesi geliyor, ondan sonra âriflik mertebesi geliyor, ondan sonra aþýk-ý sâdýklarýn mertebesi geliyor. Allah'ý seven, Allah tarafýndan sevilenlerin mertebesi... Yüksek mertebe bu oluyor.


Soru:

--Ýnâbe ve biat nedir, aralarýndaki fark nedir? Dindeki konumlarý nedir?


--Ýnâbe, Allah'a dönmek demek... Münîb, derler, inâbe eden kimseye... Tevbe de dönmek demek... Tevbe ve inâbe, yanlýþ yolu býrakýp Allah'ýn sevdiði yola yönelmek demektir.

Ýnâbe, bir insandaki iç deðiþikliðini sembolize ediyor, onu gösteriyor. Bey'at ise; bir mürþide, bir þeyhe gidip onun eðitimini kabul ettiðini, onun ustalýðýný, hocalýðýný kabul ettiðini bildirip, "Ben sana tâbîyim!" demektir. Bey'at bir anlaþmadýr, sözleþmedir. Hattâ el tutularak yapýlýr.

Peygamber Efendimiz'in sahâbesi (Rýdvânullahi aleyhim ecmaîn), Peygamber Efendimiz'in yanýna gitmiþ, elini sýkarak sözleþmiþlerdi.

--Nerede?..

Birinci Akabe Bey'ati, Ýkinci Akabe Bey'ati, Hudeybiye Bey'ati gibi umûmî bey'atler var... Þahsî bey'atler var, grup bey'atleri var... El tutarak söz vermek sûretiyle... Kadýnlarýn bey'ati var, erkeklerin bey'ati var...

Bey'at demek, sözleþme demek... Yâni, hukûkî bir form kazandýrýyor inâbesine, dönüþüne... Ve birisine baðlandýðýný ifade ediyor. Fark budur aralarýnda...

Dindeki konumlarý: Peygamber Efendimiz SAS'e bey'at etmeyi ayet-i kerimeler bildiriyor:

(Ýnnellezîne yübâyiûneke innemâ yübâyiûnallah) [Muhakkak ki sana bey'at edenler gerçekte Allah-u Teala'ya bey'at etmiþlerdir.]

(Ýzâ câekel mü'minâtü yübâyi'neke alâ en lâ yüþrikne billâhi þey'en) [Mü'min hanýmlar Allah'a hiç bir ortak koþmamak üzere bey'at etmek için sana geldikleri zaman...] gibi ayet-i kerimelerde mübâyaa vardýr.

(Lekad radýyallahu anil mü'minîne iz yübâyiûneke tahteþ þecereti) [Allah, aðaç altýnda baþ eðerek sana bey'at eden mü'minlerden râzý olmuþtur.] ayet-i kerîmesi gibi ayet-i kerimeler vardýr. Yâni, Kur'an-ý Kerim'den bir hakikattir. Elbette o devrin insanýnýn Peygamber Efendimiz'e baðlanmasý gerekli idi. Kur'andandýr, dinin esaslarýndandýr.


Bu zamanýn insaný ne yapacak?.. Peygamber Efendimiz var iken, bir müslümanýn Peygamber Efendimiz'e baðlanmasý gerektiðini hepimiz kabul ediyoruz, itiraz duygusu gelmiyor içimizden... Peygamber Ef

Ynt: Tasavvuf ve Hayat By: neslinur Date: 26 Haziran 2010, 19:00:44
Bu zamanýn insaný ne yapacak?.. Peygamber Efendimiz var iken, bir müslümanýn Peygamber Efendimiz'e baðlanmasý gerektiðini hepimiz kabul ediyoruz, itiraz duygusu gelmiyor içimizden... Peygamber Efendimiz'den sonra ne olacak?..

Ne olduðuna bir bakalým: Peygamber Efendimiz'den sonra Ebûbekir Sýddîk Efendimiz'e baðlanýlmýþtýr. Ondan sonra, Hulefâ-yý Râþidîn'e baðlanýlmýþtýr. Ondan sonra, bir zorbalýk devri gelmiþtir. Zorla, Medine-i Münevvere'nin mescidinin kapýlarýnda silâhlý askerlerin durup, "Ýlle Emevî hükümdarýna bey'at edeceksiniz! Etmezseniz kafanýzý keserim!.." diye zorbalýkla, zorla tâbî kýlma... Tabii, bu esas bey'at deðildir.

Bu bakýmdan, alimler ile yöneticiler arasýnda zaman zaman çeþitli ihtilâflar çýkmýþtýr. Haccâc-ý Zâlim Mekke-i Mükerreme'yi muhasara edip, Abdullah ibn-i Zübeyr'i þehid etmiþtir. Yezid ibn-i Muâviye zamanýnda, Peygamber Efendimiz'in torunu Hazret-i Hüseyin Irak'a çaðrýlmýþken, çoluk çocuðu ile beraber katliama uðratýlmýþtýr.

Tabii, o zaman onlara yapýlan bey'at, saðlam, hakîkî ve kalbi rahatlatan bir bey'at olmuyor. O zamandan itibâren evliyâullaha, din alimlerine bey'at etmiþlerdir ve edilmesi gerekir.


Soru:

--Said-i Nursî (Rh.A), devrin tasavvuf devri deðil de imaný muhafaza ve kurtarma devri olduðunu müteaddit defalar zikretmiþ; bunu yorumlar mýsýnýz?


--Said-i Nursî merhûmun, bizim Gümüþhâneli Ahmed Ziyâeddîn Hazretleri'ne üstadým dediðinin þahitleri var: Samsun'da Mustafa Baðýþlayýcý, Eskiþehir'de Abdülvahabý'n babasý... Bizzat Said-i Nursî'yle görüþüp anlattýklarý þeyler var...

Meselâ, Gümüþhâne'lidir söylediðim þahýs... "Nerelisin evlât?" demiþ Said-i Nursî merhum kendisine... "Gümüþhâneliyim!" deyince, "Hocamýn memleketindensin..." diyerek açýkça Gümüþhâneli Hocamýz'a baðlý olduðunu söylemiþ.

Benim hocam Mehmed Zâhid-i Bursevî'ye de, bir muhakemesi olduðu zaman gelmiþ olduðunu hocam bana nakletmiþti. "Hocam ben de Evrâd-ý Bahâiyye'yi --Bahâeddîn-i Nakþýbend Hazretleri'nin evradýný-- okuyorum." dediðini; "Bana dua edin, bugün mahkememiz var!" dediðini söylüyorlar.

Ayrýca Mustafa Baðýþlayýcý'nýn da, baðlý olduðuna dair hatýralarý var... Kendisinin tasavvufa baðlýlýðý vardýr; bir... Ýkincisi imaný kurtarma ve muhafaza, ma'rifetullah'a ermek, mü'min-i kâmil olmak, zâten tasavvufun iþidir.

O bakýmdan ya bu sözü söylemedi üstâd; ya da söylediyse, "Þu sýrada böyle bir þeyhe baðlanmayýn da, benim tavsiyelerimi tutun! Çok acil bir durum içindeyiz. Þu risâleleri okuyun, yazýn; böyle bir çalýþma yapalým!" demiþ olabilir.


Soru:

--Tasavvufun modernizasyondan etkilenmesi ne derecededir? Sizin tasavvufu modern dünyaya adapte ettiðiniz söyleniyor; bu ne derecede doðrudur?


--Tasavvufta modernizasyonu diye bir þey sezmiyorum ben, tasavvufun içinde... Tasavvufun kendisi ter ü tâzedir, bayatlamamýþtýr, bozuk deðildir ki, modernizasyonu olsun.

Yalnýz, biz daha ziyâde Nakþî, Kadirî, Çeþtî, Sühreverdî, Kübrevî Tarikatlarý yoluyla gelmiþ bir an'aneye baðlýyýz. Bizim yolumuzda, Kur'an-ý Kerim'e ve sünnet-i seniyyeye baðlýlýk çok önemlidir. Biz tasavvuf içinde sünnet-i seniyyeye baðlýlýðý etkili hale getirmeye çalýþýyoruz. Bid'atlere karþý, sünnet-i seniyye'ye gelmeye yönelik çalýþmalara önem veriyoruz.

Bazýlarý da bizi bu yönden suçluyor. Meselâ, Hürriyet Gazetesi'nin çýkardýðý tarikatlar ve tasavvufla ilgili küçük bir kitap var; herhalde Yaþar Nûrî Öztürk yazmýþ. Orda Bektâþîliði medhediyor: "Güzeldir, kadýn erkek bir aradadýr. Ýçki hususunda ve sâirede de müsamahasý vardýr... Mevlevîlik güzeldir, mûsikîye müsaade etmiþtir. Dönüyorlar, bir çeþit dans yapýyorlar. Raks vs. câiz gibi oluyor. Ney var, çalgý var..." filân diye. Ama bizim Nakþîliðe biraz çatmýþ: "Bunlar yobazdýr, gericidir. Ýnkýlaplara karþý çýkan falan þahýs, filânca þahýs bunlardandýr." gibi sözler söylüyor.

Onlarýn da bir çeþit þahitliðidir bu sözleri ki, biz sünnet-i seniyyeye uygun hareket etmek istiyoruz. Yapmak istediðimiz budur. Yoksa, Ýslâm'dan gayri bir tesiri tasavvufun içine getirmekten, modernizasyon veya reform adý altýnda böyle bir þey yapmaktan Allah'a sýðýnýrýz. Biz Rasûlüllah'ýn (SAS) hayatýnýn ana esaslarýna göre yaþamayý istiyoruz, onu uygun görüyoruz. Kur'an'a göre yaþamayý uygun görüyoruz.


Soru:

--Tasavvufta Yunan ve Hint etkisi hakkýnda ne dersiniz?


--Felsefî tasavvufta, iþin sözünün edilmesinde, kitaplarda yazýlmasýnda bunlardan bahsediliyor. Olabilir. Hindistan'daki bazý tarikatler, Türkistan'daki bazý tarikatlar þamanizmden, brahmanizmden, budizmden etkilenmiþ olabilirler. Baþka yerlerdeki bazý tarikatlar hristiyanlardan filân bazý etkiler almýþ olabilirler, mümkündür. Ama bunlar meövziîdir, münferit olaylar tarzýndadýr.

Almýþsa bile mahzuru olmayan þeyleri almýþtýr. Çünkü o da tepeden týrnaða batýl deðildir. Belki hristiyanlýðýn aslî tarafýndandýr, veya yahudiliðin aslî tarafýndandýr. Ýnsanlara þefkattir veya nefsi terbiye etmek için bir metoddur. Metod kullanýlabilir. Ýlim Çin'de bile olsa alýnacaðý için, nefsin terbiyesi için bir metod belki kullanýlmýþ olabilir. Bizde yoktur. Bizim yürüdüðümüz yolda, biz hadis-i þerife uygun, Kur'an-ý Kerim'e uygun olan þeyi yapmaða, onun dýþýndaki þeyleri yapmamaða ve böyle bir etki varsa onu ayýklamaða çalýþýyoruz.

Bu Hint etkisi meselâ Kalenderîlik'te vardýr. Kalenderîler dört þeyi kesiyor: Saçý kesiyor, cascavlak kalýyor. Kaþý kesiyor, býyýðý kesiyor, sakalý kesiyor. Diyorlar ki: "Ýþte bu Kalenderîler Hindistan'dan etkilenmiþ, ordan gelmiþ." Olabilir. Peygamber Efendimiz'in böyle bir þey yapmasý yok... O halde bir etkilenme olabilir.

Alevî-Bektâþî gruplarýnýn içinde týrnak uzatmak, saçý, býyýðý uzatmak görülüyor. Adetâ bir tasavvufî bir þey verilmiþ ona... Ýlle kâsenin içine girecek, içerken yüzecek filân diye... Bunlar tabii Ýslâmî görünmüyor. Belki, þamanizmden gelmiþ bazý þeyler...

Veya giyim kýyafette boynuna baðladýðý bir takým þangur þungur malzeme ve sâire bazý þamanist etkileri anlatýr. Ama bunlar küçük, mevziî olaylar...


Soru:

--Bir alimimiz, "Bu zaman tarikat zamaný deðil, hakîkat zamanýdýr." demiþ; ne dersiniz?


--Tarikat, bir eðitim sonunda hakîkate ulaþtýrýyor insaný... Ýnsan nefsini yeniyor, iradesini kontrol ediyor, Allah'ýn sevdiði iþleri yapýyor; Allah'ýn sevgili kulu oluyor, hakîkate ulaþýyor, ermiþ kimse oluyor. Tarikattir yolu onun, baþka türlü olmuyor o...

Kitap okumakla olsaydý, Allah gökten kitabý indirirdi, "Okuyun bunu!" derdi. Böyle olmuyor. Sohbet yoluyla oluyor.

Peygamber Efendimiz gelmiþ, 23 senede insanlarý Ýslâm'ýn hakîkatlerine alýþtýrmýþ ve eðitmiþtir. Eðitim yoluyla olduðu için kitap yoluyla, okumak yoluyla olmaz! Eðitimin içinde kitap olabilir ama, mutlaka bir eðiticinin olmasý þarttýr ve öyle olmuþ.

Sonra bazý insanlarý öðretebilirsiniz, þunu oku, þunu ezberle filân diyebilirsiniz ama; fiilen göstererek þunu þöyle yap demek, çok yaygýn bir eðitim tarzýdýr. Çýrak usta yetiþtirme usûlüdür. Gayet kolaydýr. Görerek ve uygulamalýdýr. Tasavvuf bunu yapýyor. Onun için, böyle olmasý þarttýr.


Soru:

--"Günümüz toplumu tarikata uygun deðildir. Bir yere kapanýp zikir yapmaktansa, dýþarda insanlara Ýslâm için hizmet yapmak gereklidir. Bunun için tarikat gereksizdir." deniliyor. Ne dersiniz?


--"Günümüz toplumu tarikata uygun deðildir." diyemiyoruz. Olaylar da öyle göstermiyor. Amerika'lý bile, yahudi bile, Fransýz, Ýngiliz, Alman bile müslüman olup tarikata girebiliyor. Hattâ Abdülkadir Es-Sûfî'nin Londra yakýnýnda ayrý bir yer aldýðý, ayrý okullar açtýðý, helâl gýda satýlan ayrý bir süpermarket açtýðý, Ýslâmî bir topluluk meydana getirmeðe çalýþtýðýný biliyoruz.

Toplum tarikata uygun deðilse, Ýslâm'a uygun deðilse; o zaman, müslüman olan insan topluma uymuyor, toplum içinde kendi varlýðýný sürdürmeðe çalýþýyor. Biz de öyle yapýyoruz. Biz de Türkiye'deki çevre içinde, ortam içinde, çeþitli gayr-i Ýslâmî tesirlerin karþýsýnda hanýmlar giyim bakýmýndan; erkekler sakal, namaz vs. konularda herkes, "Öz inancýma uygun yaþayayým!" diye bir direnç gösteriyor. Ýnsan ille topluma tâbî olmuyor, bazan da topluma karþý çýkarak, direnç göstererek bazý haksýzlýklarý engellemeðe çalýþýyor.

O bakýmdan, toplum tarikata uygun deðilse, tarikat da gerekli bir eðitimi --iç eðitimi, ahlâk eðitimi-- veriyorsa; o zaman, toplumun ihtiyacý var buna... Toplumun deðiþmesi lâzým!.. Bu inadýndan vazgeçsin, þu ahlâk eðitimi yapýlsýn da, hayâlî ihracatlar, arsýzlýklar, yüzsüzlükler vs. bitsin!.. Ahlâk toplum için gerekli olduðu için, ahlâk eðitiminin yapýlmasý gerekli olduðuna göre, bu taraftan da bakabiliriz bu konuya...


"Bir yere kapanýp zikir yapmak" sözüyle tarikata bir sataþma oluyor. Bir iddia, bir kötüleme oluyor. Tarikat sanýldýðý gibi böyle deðildir. Belki, böyle yapanlar hristiyan rahiblerdir. Ýslâm'dan önceki mistikler böyle yapmýþlar. Uludað'a çekilmiþ, --onun için keþiþ daðý denmiþ-- orda ibadet etmiþ. Maðaraya çekilmiþler veya Niðde Aksaray'daki peribacalarýnýn olduðu yerlerde, vs. böyle dünyayý terkederek, târik-i dünya olarak, ruhbanlýkla evlenmeyerek, ibadetle meþgul olmuþlar.

Ýslâm böyle deðildir. Ýslâm'da mutasavvýflarýn hepsi bir meslek sahibidir. Meselâ, okuyun Tezkiretül Evliyâ'yý: Ya attârdýr, ya kassâbdýr, ya nessâcdýr, dokumacýdýr... Çünkü, elinin emeðiyle kazanmak sevap olduðundan çalýþmýþlardýr. Ýbadetini çalýþýrken yapmýþlardýr. Çalýþýp da sevap kazanmayý düþünmüþlerdir. Çalýþýp kazandýklarýyla hayýr yapmayý düþünmüþlerdir.


Ýslâm tasavvufunda böyle bir kenara çekilip de, toplumdan kaçmak yoktur. Bazý zamanlar yapýlan bir halvet var; o da eðitim içindir. Hiç bir kimse üniversitenin son sýnýfýna gelmiþ bir öðrenci, tam proje devresinde evinden üç gün dýþarý çýkmadý, projeyi yetiþtirmek için gece gündüz çalýþtý diye onu suçlayamaz. Çünkü, nihâyet bir proje hazýrlayacak, imtihanlara hazýrlanýyor. Bu normal bir þey...

Tarikatta da eðitim için bir þey vardýr. Bazý eðitim þekilleri vardýr. Kýrk gün halvete girecek, zikir yapacak; gönül gözü açýlacak, ma'rifetullaha erecek, Allah'ýn sevgili kulu olacak. Kýrk gün orda bir ibadet vardýr amma, ondan sonra da çýkýp hizmet vardýr. Meselâ, Eþrefoðlu Rûmî Hama'ya gitmiþ. Hama'daki Saâdeddîn-i Hamevî Hazretleri'nden üç defa halvet, erbaîn, çile çekmiþ. Yüzyirmi gün, dört ay yâni... Dört ay devamlý ibadetle meþgul olmuþ ama, ondan sonra gelmiþ Ýznik'te, halkýn eðitimiyle, irþadýyla, derviþlerin yetiþtirilmesiyle, dînî ilimlerin öðretilmesiyle meþgul olmuþ.

Ayrýca, kendileri de yine kazançlarýný kendileri saðlamaya dikkat etmiþler. Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin nasýl geçindiðini biliyorsunuz. Kaþýk yontarmýþ, kaþýklarýný pazara gönderir, sattýrýrmýþ. Hattâ kendisi gitmezmiþ. Hayvanýn iki tarafýndaki küfeye koyarmýþ, dehlermiþ hayvaný... Hayvan gider orda pazarda dolaþýrken, herkes kaþýklarý alýrmýþ parayý içine býrakýrmýþ. Eðer adam parayý vermezse, parayý verinceye kadar hayvan onun önünden ayrýlmazmýþ.

Böyle þeyler anlatýlýyor ama, þunu çok net olarak biliyoruz ki, çalýþýyorlar. Kimseye yük olmadan, alnýnýn teriyle geçiniyorlar. Cihad ederek geçiniyorlar. Ticaret var, cihad var, hizmet var... Zikir de var ama, müsaade et de geceleyin saat iki ile üç arasýnda yarým saat zikretsin, Allah Allah desin, gözyaþý döksün!.. O da var çünkü hadis-i þerifte...


Soru:

--Tasavvufta tebliðe bakýþ açýsý nedir; misallerle açýklar mýsýnýz?


--Teblið demek; Ýslâmiyet'i birisine anlatmak, onun müslüman olmasýný saðlamak... Tasavvufun en mühim faaliyetlerinden birisi budur. Ýrþâd ve teblið... Zâten tasavvufun büyüðü olan þeyhe, mürþid derler. Yâni, irþâd eden kimse...

Misâl istiyorsanýz Yesevî derviþleridir, Horasan erenleridir. Horasan'ý býrakmýþlar, bu diyarlarý müslüman etmiþler. Ýslâm'ý bu diyarlara yamýþlar. Savaþmak gerektiði zaman savaþmýþlar, anlatmak gerektiði zaman anlatmýþlar, öðretmek gerektiði zaman öðretmiþler.

Bizimkilerin prensibi þudur: Gündüz çalýþmak, kazanmak, hizmet, vs. Gece ibadet... Bu tarzda gayret göstermiþlerdir. Biliyorsunuz Ýmam-ý Gazâlî tasavvufun meþhurlarýndan birisidir. Bir medresesi vardý; orada profesörlük yapýyordu, talebe yetiþtiriyordu. Medresesinin karþýsýnda da tekke vardý; orda da tasavvufî eðitim yapýyordu. Böyle olmuþtur.

Bizim tasavvuf büyüklerinin çoðu, ayný zamanda büyük müderristir, profesördür. Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî müderristi. Ýmam-ý Gazâlî müderristi. Sonra, Ankara'lý Hacý Bayrâm-ý Velî müderristi; þimdi müze olarak kullanýlan medresede müderrislik yapýyordu. Ondan sonra tasavvufa intisab etti. Hepsi ayný zamanda öðretmendir, profesördür, ilimle meþgul olan insandýr. Kur'an tefsiri yazmýþtýr, hadis kitabý yazmýþtýr, fýkýh kitabý yazmýþtýr. Dinde bilgili insanlardýr, üstad insanlardýr. Gerçekten deryâ gibi bilgisi olan insanlardýr.

Yusuf-u Hemedânî Hazretleri --rivâyet ediliyor ki-- doksanbin mecûsîyi müslüman etmiþ. Kapý kapý gidermiþ, Ýslâm'ý anlatýrmýþ; mecûsîyi, ateþperesti Ýslâm'a çekermiþ. Fuat Köprülü'nün Ýlk Mutasavvýflar isimli eserinde vardýr Yusuf-u Hemedânî... Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin hocasý oluyor.

Ahmed-i Yesevî Hazretleri de tarikatý ondan aldýktan sonra bütün Türkistan ve Sibirya bozkýrlarýndaki göçebelere, Türkçe konuþan kavimlere Ýslâm'ý yaymýþtýr.

Sonra, Çeþtî Tarikatý Hindistan'a yaymýþtýr Ýslâmiyeti... Hindularýn müslüman olmasýna sebep olmuþtur. Sunûsî Tarikatý Afrika'da, Sudan'da yaymýþtýr. Bir çok gayrimüslimin Ýslâm'a gelmesinde en büyük emeði olan, en büyük katkýyý saðlayan mutasavvýflardýr.

Hepinize çok teþekkür ederim. Dünya ve ahiret mutluluklarýný temenni ederim.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..


Mayýs 1993 - Boðaziçi Üniversitesi


radyobeyan