Son Dilek By: rabia Date: 20 Mayýs 2010, 16:21:22
Son Dilek
Hayat serüvenimize onunla ayný mahallede, ayný sokakta ama bize verilmiþ farklýlýklarla baþlamýþtýk. Annemizin hamilelikleri ayný aylara, doðumumuz mayýsa rastlamýþtý.
Ben ve diðer çocuklar sýradandýk. Vaktinde emekleyen, yürüyen; saatinde konuþan, saðlýklý, cin gibi, annesinin, babasýnýn en akýllýlarý, en güzelleri ve bir taneleriydik.
O farklýydý. Ýki ayaðýnýn üzerinde durabilmek için yýllarca uðraþtý. Çok geç ve zorluklarla yürüdü. Hiç hýnzýr bakýþlarý olmadý. Hep duru, berrak ve mahzun bakardý. Konuþmasý da bizlerden çok farklýydý. Biz gerekli gereksiz, herkesle her þeyi konuþurken o ancak kendini anlayanlarla konuþurdu. Usta bir ebrucunun yumuþacýk fýrçasýný ahenkle dolaþtýrýverdiði hissini veren gözleri, çizgi gibi çekik ve baygýndý. Zamanýnýn çoðunluðunu bir türlü aðzýna sýðmak istemeyen ve aðzýnýn kenarýndan taþan pürtüklü ve þiþkin dilini aðzýna sýðdýrmaya ayýrýrdý. Olup bitenleri her daim þaþkýnlýkla seyreden gözleriyle yüzümüze çok ender bakardý.
Ýki elinin parmaklarýný olanca gücüyle, geriye doðru gerdirir, kývrýlan parmaklarýný, anlayamadýðýmýz bir keyifle býkýp usanmadan dakikalarca seyrederdi. Ben de onun bu halini seyrederdim.
Gözünün köþelerine sinsice yerleþmiþ çapaklar müsaade etse birer bezelyeden ibaret çipil gözlerini hiç kýrpmadan saatlerce, günlerce seyredebilirdik; vücuduna göre epeyce küt ve tombul parmaklarýný. Daha ikimiz de küçükken merakýmý dizginleyemez, yanýna çömelir, ona sorardým. “Fahri, parmaklarýnda ne görüyorsun?” Adýný duyunca bakýþlarýný bana çevirir, yakýndan bakýnca iyice yeþeren gözleriyle gözlerime uzun uzun bakardý. Yanýna çömelmem öyle hoþuna giderdi ki keyifle yüklü; ne olduðunu anlayamadýðým birtakým sesler çýkarýr, mahcuplaþýr; patisiyle yüzünü gizlemeye çalýþan yavru kedi edasýyla gergin parmaklarýný gözlerinin önüne perdeler, perdenin arkasýndan kadife bakýþlar sunardý.
Sonra tekrar parmak uçlarýna döner; sýrlarla bezeli âlemini -bir þeyler görme umudunu hiç yitirmeden- kaldýðýmýz yerden seyre devam ederdik. O da annesinin bir tanesiydi. Bizim sýradanlýðýmýza karþýn annesi, Fahri’nin -bize göre- eksiklerini kabullenmiþ, benimsemiþ; hatta böyle bir çocuðun kendine verilmiþ olmasýný bir ayrýcalýk olarak görürdü. Önce onu oyunlarýmýza almayýp gizli aþikâr her fýrsatta itiþtirip kakýþtýrarak çocukluðun sýnýrsýz hýnzýrlýðý hatta hainliði ile ondan üstün yanlarýmýzý o anlamasa da ona sergilemeye baþladýk. Ýçimizdeki minik benlik canavarlarý Fahri’yi âdeta kobay gibi kullanýyordu. Daha çok da evde ana baba sopasýna baðýþýklýk kazanmýþlar, sevginin kýrýntýsýný bile tadamamýþlar, evde baskýya vücutlarýnýn bir parçasýymýþçasýna uyum saðlamýþlar; okul dönüþünü azgýn bir sabýrsýzlýkla beklerdi. Baský gören ezmenin, hakaret gören küfretmenin þiddet gören dayak atmanýn ustasý ve hastasý oluyordu. Bu, çocuksu gözlemlerimin ilk ve engin tecrübesiydi.
O, önce bu yaptýklarýmýzý hiç ama hiç anlayamadý. Þaþýrmadý da. Yataðýnda yýllardýr aheste kývrýlýþlarlaakan; hýzýný ve akýþýný hiç bozmayan hüzünlü derecik misali insanýn içine akan ýlýk, bakýþlarla öyle baktý baktý. Olanlarý niye anlayamadýðýný anlamak istedi âdeta.
Biz ne kadar itiþtirirsek itiþtirelim o, büyük bir cevvallik ve mutluluk saçan haykýrýþlarla düþtüðü yerden kalkar, bizim kendisiyle oynadýðýmýzý veya þakalaþtýðýmýzý sanarak her seferinde artan bir coþkuyla oyun halkalarýna girmeye çalýþýrdý. Çocuklar çoðunu vurdulu kýrdýlý ucuz televizyon filmlerinden kopya çektikleri artistik usullerle onu her defasýnda toza topraða fýrlatmanýn ekþimiþ keyfini çýkarýrlardý.
Bir zaman sonra tavýrlarýmýza karþý refleks geliþtirerek oyunlarýmýza katýlmamaya baþladý. Oyun alanýmýzýn hemen yanýndaki beton elektrik direðinin dibini kendine mekân seçti. Arkadaþlýkta ise birinci sýrayý bizden aldý. Bizim yerimize yavrusuyla, yetiþkiniyle mahallenin hatta öteki mahallenin köpeklerini koydu. Onlarla hemhal, yoldaþ oldu. Bize ise sadece parmaklarýyla gözlerine çektiði perdenin ardýndan mahzunluk, anlaþýlmamanýn küskünlüðü ile yüklü bakýþlarýný gönderdi; bizim ona bakmadýðýmýz anlarda.
Bize bakacaðý zaman, onun adeta ayine dönüþen hareketlerine þaþar kalýrdým. Bir kemanýn telleri kadar gerginleþen tombul ve küt parmaklarla bezenmiþ elini olabildiðince aðýr hareketle gözünün hizasýna gelene kadar kaldýrýrdý. Bunu yaparken bakýþlarý muhakkak yerde hatta yerin diplerinde seyrederdi. Ancak gözüne perdeyi çektikten sonra bakýþlarýný yine aðýr çekimle bize çevirirdi. Hâlbuki biz zaten onu görecek gözlere sahip deðildik; niçin bu kadar titizleniyordu ki.
Bizim, babalarýmýzýn babalarýnýn bile oynadýðý kadar eski, sýradan, bir o kadar da bilindik oyunlarýmýz vardý. Esir almaca, sek sek, kaydýrak, dokuztaþ, yakan top, aç kapýyý bezirgânbaþý, orta sýçaný, köþe kapmaca, körebe, ebecilik, saklambaç, istop, yýlan, uzuneþek. Onun oyunlarý ise hiç oynanmamýþ, bu yüzden hiç eskimemiþ ve kimsenin bilmediði oyunlardý. Bizim ona dalaþmadýðýmýz zamanlarda kucaðýnda, sýrtýndaki köpekleri incitmeden birer birer yere indirir, bakýþlarý topraðý eþeleyerek sokaðý arþýnlamaya baþlardý. Böyle zamanlarda dili iyice salýnýr, tortop olur her zaman mahzun bakan gözleri birbirine alabildiðine yaklaþýrdý.
Yerlerde, kýyýda köþedeki küçük çalý çýrpý parçalarýný sadece iki parmaðýyla hayalindeki bahçeden çiçek toplarcasýna ihtimamla alýr, diðer elinin avucuna ayný ihtimamla yerleþtirirdi. Topladýklarýnýn ayný boy, ayný incelikte olmasý beni hayretler içinde býrakýrdý. Dayanamaz onun oyununa katýlýr, ben de düzgün çalý çýrpý toplamaya çalýþýrdým. Ama onun topladýklarýnýn yanýnda benimkiler her zaman eciþ bücüþ kalýrdý. Yýllar yýllarý kovaladý birlikte baþlayan hayat masalýmýz devam etti. Biz büyüdük, o da büyüdü. Biz okullara gittik. Okul dönüþlerinde o, hep köþesinde mahallenin elektrik direðinin dibindeydi.
Biz evlendik, çalýþmaya baþladýk. Þehirden ayrýlanlarýmýz oldu. Ben de artýk sadece yazlarý gelebiliyordum. Bunlardan birinde sabaha karþý girmiþtik mahalleye eþim, çoluk çocuk.
Gözlerime inanamadým o, direðin dibindeydi. Kucaðýnda ve çevresinde irili ufaklý köpekler, sýrtýný beton direðe vermiþ, baþý hafiften yana kaykýlmýþtý. Onu uyandýrmaktan korkarak sessizce yanýna çömeldim. Týpký otuz sene önce, çocukluðumuzdaki gibi Fahri’yle diz dizeydik. Elinde yarýsý yenmiþ ekmeði, kucaðýnda ekmekten nasiplenmeye çalýþan henüz birkaç aylýk bir yavru köpek vardý. Fahri’nin yaþý sanki yýllardan birine takýlmýþ kalmýþ da ilerlememiþti. Çocukluðumuzdaki kadar küçük deðildi. Fakat asla olmasý gereken yaþta da görünmüyordu.
Yetiþkin bir erkeðe benzemiyordu. Çocukluk simasýndan ise çok az emare yakalamýþtým. Seyrek sakallarýna tek tük aklar yerleþmiþti. Bu haliyle yaþlý bir çocuk ya da çocuksu bir yaþlý gibiydi. Derin derin nefes alýrken hafiften horluyordu. Bizim çoktandýr tadýný unuttuðumuz huzurlu ve keyifli bir uykunun tam ortalarýndaydý. Bir müddet seyrettim. Yýrtýk gömleðinden inip kalkan göðsü görünüyordu. Parmaklarý çocukluðundakinden daha da tombullaþmýþ çoktandýr kesilmemiþ týrnaklarýnýn kimi kýrýktý. Gayri ihtiyari parmaklarýna usulca dokundum.
Gözlerini, sudan baþýný uzatan kaplumbaða mahmurluðuyla kýrpýþtýrdý. Çapaklarýn birbirine yapýþtýrdýðý kirpiklerini güçlükle araladý. Beni gördü. Tebessüm etmek istedi fakat dilini bir türlü içeri alamadýðýndan edemedi. Gerdirdiði elini, avucu bana dönük olarak kaldýrdý, gözüne perdeledi. Parmaklarýnýn arasýndan uyku mahmurluðuyla beni seyretmeye baþladý.
Biz bakýþarak hasret gidermeye çalýþýrken yavru köpek yediði ekmeði bitirmiþ, þükranlarýný belirtmek için Fahri’nin yüzünü gözünü yalamaya baþladý.
Ýþte þimdi olan olmuþtu. Bu sahneyi benden iyi kimse bilemezdi. Fahri köpeðin kendisini yalamasýna hiç ama hiç dayanamazdý. Anlamýný hâlâ çözemediðim bir sebeple köpek onu yaladýðýnda makaralarý koyuverirdi. Yaslandýðý yerden doðruldu, ensesinden kavradýðý köpeði en sevdiði oyuncaðý göðsüne yaslar gibi yaslayýp önce yavaþ, sonra gittikçe artan bir tonla gülmeye baþladý. Gülmeler kahkahaya; kahkahalar haykýrýþa dönüþtü. Çevresindeki köpekler ona havlayarak eþlik etmeye çalýþýyordu. Birbirine zaten yakýn olan gözleri iyice kaymýþ sakallarýndan akan salyalar çýplak göðsüne doðru inmeye baþlamýþtý. Oturduðu yerde hopluyor, nefesi bitene kadar gülüyor, ayný þevkle kâh yükselen kâh alçalan nidalarla gülmesini sürdürüyordu. Onun gücü bitmemiþti. Fakat ben daha fazla dayanamamýþ çömeldiðim yerde hýçkýrýklarýmý zaptetmeye çalýþýyordum.
Bir zaman sonra sakinleþerek pili biten oyuncaklar gibi anlaþýlmaz seslerle yerine oturdu.
“Merhaba Fahri, nasýlsýn? Bak ben geldim...” Biraz daha yaklaþtým. Tokalaþmak için elimi uzattým. Fahri böyle zamanlarda yaptýðý gibi asker selamýyla karþýlýk verdi. Ben de ona.
Sonra yüzünü beton direðe döndü, yanaðýný yapýþtýrdý. Gözlerini kapadý. Saçlarýna týpký benimkiler gibi kýrklý yaþlarýn henüz acemi aklarý üþüþmüþtü. Eli hala selamda, kahkahasý yüzünde eðretice asýlý kalmýþtý. Sonra ter olmadýðýna emin olduðum iki damla yuvarlandý gözlerinden. Bu iki damla Fahri’de gözyaþý bende birer kor oldu. “Ah Fahri! Sana yaptýklarýmýz için senden nasýl özür dileyeyim bilmem ki. Sen de bu mahallenin çocuðuydun biz de. Niye akýl edemedik senin de bizim gibi yaþamaya hakkýn olabileceðini? Bu koca dünyada sana bu elektrik direðinin dibinden gayrý yerler de olabileceðini neden düþünemedik? Sen orada köpeklerinle muhabbette, ben burada sana yaptýklarýmýzla baþ baþa. Yaþamaksa ikimiz de yaþýyoruz.”
Bir de annesi vardý Fahri’nin, týpký oðlu gibi çizgi dýþý, hatta zaman zaman çizginin ötelerinde gezinen. Bizimkiler camdan cama, balkondan balkona, kapý önlerinde ya da pazar yolunda ne zaman konuþma fýrsatý bulsalar, anlaþýlmaz bir iþtiyakla; çocuk, ardýndan da koca dedikodusuna baþlarlar; dedikodunun dayanýlmaz büyüsüne kapýldýklarýndan ocakta yemekler yanar, o gün yapýlacak iþler aksar, o zaman da koro halinde hayatlarýndan, çocuklarýndan þikâyete koyulurlardý. Hâlbuki Fahri’nin annesinden bir gün bile deðil þikâyet, sitem dahi duymamýþtýk. Fahriyi tanýmayanlar, onun oðlundan bahsediþini duysa; normal, hiçbir kusuru olmayan, annesinin her dediðini yapan, oturup kendisiyle saatlerce sohbet eden, annesine asla yük olmayan bir oðla sahip sanýrdý.
Fahri’nin annesi Saniye Haným, bazen mahalledekilere baþtan savma selamlar gönderirken, mahalleye yeni taþýnmýþ biriyle kýrk yýllýk dostmuþ gibi selamlaþýr, çocuklarla sohbet ederken onlarýn karþýsýnda muhakkak çömelir, onlarýn yaþýtýymýþ gibi düzgün cümlelerle konuþur, ellerini öpmeden yanýndan ayrýlmazdý. Bazen de sýrtýna vurduðu koca bir çuvalý doldurana kadar mahalledeki çöpü, lüzumsuz taþý topraðý toplardý; mahallelinin iðrenen bakýþlarý altýnda.
Ya güvercin perestliðine ne buyrulur! Onun güvercinlerle olan sýrlý muhabbeti mahallelinin ona “deli” damgasý vurmasýnýn -mahallelilerce- yerden göðe kadar haklý sebeplerindendi.
Gece yarýsýný çoktan geçmiþ, geceden çok sabaha ait saatlere kadar; o dizi senin bu dizi benim televizyon karþýsýnda beynini atýk deposu haline getirerek helâk olan mahalleli, tam uykunun ýlýk, insaný sarýveren deryasýna dalacakken o da ne? Sanki odalarýnýn, hatta yataklarýnýn içinde, yüzlerce güvercin sonsuza kadar sürecekmiþ hissi veren “hu hu” larla, kâh kanat çýrpar, kâh kuyruk titretirdi. Onlarý umursamayýp uykunun rehavetine salýnmak için bir o yana, bir bu yana döndükçe güvercin sesleri de onlarla birlikte saða, sola dönerdi.
Mahalleli ve Saniye Haným’ýn takýþtýðý en belirgin nokta bence sabahý karþýlama þekilleriydi. Biri yatarak ve sessiz; diðeri ayakta ve sesli olarak buyur ediyordu günü. Güneþ henüz ilk ýþýklarýný gönderme telaþýndayken Saniye Haným, elinde yirmi kiloluk boþ bir zeytinyaðý tenekesi, tenekede mýsýr taneleri pür telaþ sokaða fýrlardý. Onunla birlikte karþýlama törenine mahallenin diðer sakinleri de farklý edalarla icabet ederdi. Saniye Haným, daha içeride mýsýrlarý tenekeye boþaltýrken görünmeyen biri güvercinlere seslenmiþçesine onlar gizlendikleri yerden þaþýlasý bir ahenkle, telaþsýz, bir o kadar alýþkýn hareketlerle inerlerdi. Besli vücutlarýný pembe ve incecik ayaklarýnýn üzerinde zorla taþýyarak iki yana yýkýla yýkýla mýsýrlara yaklaþýrlardý. Güvercinlerin hemen arkasýndan kediler, köpekler sabah mahmurluðunu atmak için keyifle gerinirlerdi. Henüz güne alýþamadýklarýndan veya mecalleri olmadýðýndan birbirlerine dalaþmazlar âdet olsun diye yarým yamalak bir iki havlayýp, miyavlardý.
Kapýnýn açýlmasýyla güvercinlerin yerden yükselerek yaptýklarý kanatlý alkýþlama töreni baþlardý. Saniye Haným, önünde, arkasýnda, omuzlarýnda güvercinler, eli mýsýr tenekesinin içinde mýsýrlarý karýþtýrarak sokaðýn köþesine doðru cemaatini coþturan þaman edasýyla ilerlerdi. O, tenekedeki mýsýrlarý karýþtýrýrken güvercinler uykuda kalmýþ arkadaþlarýna da seslenir sanki dünyadaki bütün güvercinler buraya doluþuverecek diye heyecanlanýrdým.
Bu sabahlardan birinde onlarý uzaktan seyretmekle yetinmeyip aþaðýya yanlarýna indim. Selamlaþmadan sonra Saniye Haným, kestirmeden kafasýndaki konuya girdi. “Bak kýzým sen okumuþsun yaþýn benden küçük olsa da iyi bilirsin. Þimdi, bu mahalleli bana ateþ püskürüyor, biliyorum, bakýþlarýndan okuyorum. Neymiþ, kuþlara yem veriyormuþum, kuþlar buraya pisliyormuþ. Fahrinin köpeklerinden de þikâyetçiler. Onlar da sesleriyle rahatsýz ediyorlarmýþ. Eee kuþlarý yemleme, köpekleri besleme; varsa yoksa kendi rahatlarý, kendi istekleri.”
Kadýn ne zamandýr doluymuþ ki beni görüp -kendini dinleyecek birini bulunca- seti çekilmiþ baraj sularý gibi boþalýverdi.
—Ne yapayým, bunlar her sabah cama gelip “Hani mýsýr hanii hanii” diye seslenirken mýsýr yok mu diyeyim.
Saniye Teyze sanki güvercinlerden deðil de insanlardan söz ediyormuþ gibiydi. Hatta bir ara mahalleyi göstererek, “Bunlara selam verip de ne yapacaksýn? Arkaný dönsen dedikodunu ederler. Ama þunlara bir avuç mýsýr ver seni ölene kadar unutmazlar. Her gün pencereme gelip hatýrýmý sorarlar, Saniye Teyze’miz bize mýsýr veriyor diye birbirlerine haber verirler...” Kadýn sakin sakin anlatýyor, anlatýyordu. Býraksam aylarca hatta yýllarca konuþacakmýþ hissi veriyordu. Bir boþluðunu yakalayýp araya girdim: “Saniye Teyze Fahri’yle aran nasýl?” Konuþmanýn baþýndan beri ilk kez baþýný çevirdi, gözleri gözlerimle buluþtu. Biraz önceki yarý çýlgýn kadýn gitmiþ; yerine sesiyle, bakýþýyla müþfik ama hüzün yüklü bir anne gelivermiþti. “Ah kýzým iþte þimdi yarama bastýn!” diyerek derin bir ah çekti. Ayaklarýmýn dibinde kalmýþ, tek tük mýsýrlarý tanelerini almaya çalýþan güvercinleri korkutmaktan çekinerek bana doðru bir adým yaklaþtý. “Ben cahilim, ilk mektebe bile tam gidemedim ama þu yalan dünyada ne istediysem Allah bana verdi. Kocam oldu, kýzým oldu, oðlum oldu, evim oldu, aç kalmadým, açýk kalmadým. Çok istediðim hiçbir þey geri çevrilmedi. Sen bilmezsin Allah beni hacca bile gönderdi. Ama þimdi...” Burada durakladý. Ýyice ötelere daldý. Sanki yüksek makamlardan istekte bulunacak memur tavrýyla; yeleðinin önünü birleþtirdi, bakýþlarýný uzaklara çok uzaklara çevirdi:
— Ama þimdi bir tek isteðim var, buradan giderken; bana onu versin yeter...”
Biraz önceki tek düze konuþmayý býrakmýþ, þimdi gözleriyle, elleriyle konuþmaya baþlamýþtý. Yüzümdeki onu gerçekten dinleyen ve anlayan ifadeyi iyice yoðunlaþtýrdým. Ne istediðini iyice merak etmeye baþlamýþ, aðzýndan çýkanlarýn bir hecesini bile kaçýrmadan dinliyordum.
— Fahri’nin halini görüyorsun. Ben gittikten sonra ona kimse bakamaz, belki bakmak isterler ama bakamazlar çünkü onu anlayamazlar. Onu öyle toz toprak içinde görenler “deli” diyenler Fahri’nin içindeki Fahri’yi bilmezler. Sanki gördüklerimiz hakikatmiþ gibi kafalarýndakine göre hüküm kesip, kalem kýrýyorlar. Ýþte bu gücüme gidiyor. Anlamadan sormadan… Bilir misin? Fahri, evde benim odama kapýyý vurmadan girmez. Anne diyemez ama onun çýkardýðý hýrýltýnýn anne olduðunu ben anlarým, bilirim. Yemeði hazýrlar, sofraya koyarým; “Oðlum sen ye!” derim. Ne kadar aç olursa olsun, ben gelmeden yemeðe baþlamaz. Gel demeden sofraya elini sürmez. Beni beklerken baþparmaðýný emerek açlýðýný gidermeye çalýþýr. Dýþarýda Fahri’ye yemek verirler ama yemez, çünkü utanýr. Onlarda önüne atar giderler. Alýr çok sevdiði köpeklerine yedirir. Herkes kapýsýna polis arabasý geldi mi; korkar, endiþelenir. Hâlbuki ben polisi kapýmda görünce sevinirim. Çünkü bazen benim polis oðullarým onu sokakta bulur, polis arabasýna -hem de önüne- oturtup, eve kadar getirirler. Öyle geceler sabaha kadar uyumaz da beni de uyutmaz. Polis arabasýna bindim diye kalkar kalkar sarýlýr bana. Ne zaman ki kahkaha atmaktan yorulur; sýzar kalýr. Bazý geceler saat iki, üç olur eve gelmez çýkar ararým. Çoðu zaman da bir elektrik direðinin dibinde köpekleriyle haþýr neþirdir. Öyle mutludur, benim oðlum. Alýr gelirim eve, karnýný doyurur, üstünü giydirir, yatýrýrým ancak o zaman yüreðim rahatlar, yatar karþýsýna uyurum ferah ferah. Bilirsin o, seninle yaþýttýr kýzým. Koca adam oldu artýk. Her sabah oturtur sakallarýný týraþ ederim. Önce huysuzlanýr ama bitince hoþuna gider. Gelir elimi öper, yüzümü öper, sesler çýkarýr kendince teþekkür eder uzun uzun. Ýþte bütün bunlarý yapacak kimse yoktur. Ben gidince ne yapar? Tek derdim budur. Onun için bu dünyadan bir tek Fahri’yi dilerim. Dünyayla baþkaca da bir alýþveriþim yoktur.
Derdini anlatýrkenki sýra dýþý hali, kadýnýn susmasýyla birlikte üzerinden sis perdesinin kalkýþý gibi kalktý ve mahalleliyle didiþen Saniye Hanýma dönüþüverdi. Sözlerini bitirdi ve biraz önceki güvercinli dünyasýna daldý gitti. Kadýn, bir yerlerle sýký bir irtibattaydý. Söyledikleri karþýsýnda söyleyecek hiçbir þey bulamadýðýmdan “Allah gecinden versin!” diye mýrýldandým.
Anneciði; herkesin sadece akan salyalarý, sarkmýþ dili, anlaþýlmayan homurtulardan ibaret sandýðý Fahri’nin asla bilemeyeceðimiz ve göremeyeceðimiz yanýný ayan etmiþti; bakýp göremeyen, görüp anlayamayan biz normallere.
Gün iyice aðarmýþ, güneþ göz kamaþtýran bir nazla yükseliyordu. Güvercinler yedikleri mýsýrlarýn üzerine yerdeki leðenden sularýný içerek gölgeliklere doðru kanat vurup aheste çýrpýnýþlarla uzaklaþtýlar. Günler, aylar tam tamýna bir yýl geçti bu çözemediðim sohbetin üzerinden. Güvercinler her sabah olduðu gibi kapýya dayandýlar. Ýki yana yýkýla yýkýla taþýdýklarý tombul vücutlarýyla beklediler, beklediler. Onca huhuladýlar. Misket yuvarlaðý gözlerini belertip dört bir yana baktýlar. Kapýnýn önündeki boþ mýsýr tenekesini gagalarýyla týk týklayýp neler olduðunu tenekenin vereceði yansýmadan öðrenmek istediler. Ama ne yaptýlarsa nafileydi.
Bu gün mahallede bir fevkaladelik vardý. Camiden alýnan cenazeler, omuzlarda, art arda mahalleye girdi. Tabutlardan birinin üzerine dikkatlice yerleþtirilmiþ polis þapkasý bulunuyordu. Cemaatteki polis üniformalýlarýnýn çokluðu cenazeyi görenleri bunun bir polis cenazesi olabileceðini düþündürdü, mahallelinin suratýnda ise buruk, yarým yamalak bir tebessüme sebep oldu. Cenazeler eve yaklaþýrken elektrik direðinin dibindeki irili ufaklý köpeklerin yanýnda ilkokula bu yýl baþlamýþ iki afacan, tüm dikkatlerini gazetedeki habere vermiþ onu heceleyerek okumaya çalýþýyorlardý. “Özürlü oðluyla yaþayan yaþlý kadýn ve oðlu dün akþam evlerinde þofbenden sýzan gazdan zehirlenerek can verdiler. Yaþlý anayla oðlunun acý ölümü bütün þehri yasa boðdu.”
Ýffet Oral
radyobeyan