Ýslam Hukuku - Ýmam Gazali
Pages: 1
Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:55:10
Ahad Haberler

1. Haber-i Vahidle Amel Etmenin Ýstendiðinin Ýsbatý
Mesele: (Sem´î Deliller Olmaksýzýn Akýl Tek Baþýna Haber-Ý Vahidle Amelin Vücubunu Gösterir Mi?)
Mesele: (Haber-Ý Vahidle Amel Aklen Vacip Veya Ýmkansýz Olmayýp, Sem´an Vakidir)
2. Ravinin Þartlarý Ve Sýfatý
Karþýt Görüþ Sahiplerinin Þüpheleri
Rivayet Ve Þehadet Konusunda Son Söz:
3. Cerh Ve Tadil
A. Tezkiye Edenlerin Sayýsý
B. Cerh Ve Tadil Sebebinin Zikredilmesi
C. Tezkiye
D. Sahabenin Adaleti
4. Ravinin Müstenedi Ve Zabt Keyfiyeti
Üçüncü Asýl: Ýcma
A. Ýcmaýn Hüccet Oluþunun Ýsbatý
1. Ýcmâ´ Lafzýnýn Anlamý
2. Ýcmâ´ýn Gerçekleþme Ýmkaný
4. Ümmetin Hata Etmesinin Ýmkansýzlýðý
A. Kitaba Dayanýlmasý
B. Sünnet´e Dayanýlmasý
Ýcmâ´ý Ýnkar Edenlerin Bu Haberler Karþýsýndaki Tavrý
1) Redd
2) Te´vil
3) Muaraza
C. Manevi Yol (Akýl)
B. Icma´ýn Rükünleri
1. Icmâ´ Ehli
2. Ýcmâ´ (Nefsu´1-Îcma´)
Bunlarýn Þüpheleri (Delilleri)
Mesele: [Letihad Ve Kýyas, Ýcmâ´ Ýçin Dayanak Olur Mu?]
Ýctihad Ve Kýyas Kaynaklý Ýcmâ´a Karþý Çýkanlarýn Þüpheleri
C. Ýcma´ýn Hükmü.
Mesele: Ümmetin Ýki Görüþ Üzere Ýttifak Etikleri Bir Meselede Üçüncü Bir Görüþ Ýleri Sürülebilir Mi?
Karþýt Görüþ Sahiplerinin Þüpheleri
Dördüncü Asýl: Akýl Delili Ve Istýshab
Ýkinci Kutbu Tamamlayýcý Ek Bölüm (Hatime): Mevhum Deliller.
A. Þer´u Men Kablena
Karþýt Görüþte Olanlarýn Tutunduklarý Hadisler
B. Sahabi Sözü:
Mesele: Sahabeyi Taklid Etmek Caiz Midir?
C. Ýstihsan.


B. Ahad Haberler

1. Haber-i Vahidle Amel Etmenin Ýstendiðinin Ýsbatý


Ýlim ifade etmemesine raðmen haber-i vahidle amel etmenin istendiðinin is­batý hususunda dört mesele serdedeceðiz.

Mesele: (haber-i vahid bilgi ifade eder mi?)

Biz burada haber-i vahid ile, tevatür derecesine ulaþmayan haberi kastedi­yoruz. Bu bakýmdan msl. Beþ veya altý kiþinin naklettiði haber de haber-i vahid-dir. Fakat doðruluðu bilindiði için peygamberin sözü, haber-i vahid olarak adlan-dýrýlamaz.

Haber-i vahid bilgi ifade etmez.. Bu husus zorunlu olarak bilinmektedir. Ni­tekim biz her duyduðumuz þeyi tasdik etmeyiz. Yine þayet haber-i vahidi tasdik edecek isek. Ýki haber arasýnda bir çeliþki takdir ettiðimizde iki zýt þeyi nasýl tas­dik edebiliriz! Hadiselerden, haber-i vahidin bilgi gerektirdiði yönündeki nakle gelince; her halde onlar bu sözleriyle haber-i vahidin, amelin vücubunu bilmeyi gerektirdiðini kastetmiþlerdir. Nitekim zan, ilim olarak adlandýrýlabilmektedir. Bunun içindir kî kimi hadisçiler, haber-i vahid zahir bilgi meydana getirir demiþ­lerdir. Halbuki bilgi için zahir ve batýn diye bir þey yoktur. O halde zahir bilgi dedikleri þey, zan´dýr. Onlarýn, ´eðer onlarýn mümin olduklarýný bilirseniz´ (mümtehine, 60/10} ayetini de tutamak yaparak, ALLAH zahiri (zahiren bilmeyi) kastetmiþtir diyemezler. Çünkü ayetteki bilme sözüyle kastedilen, kelime-i þeha-det ile olan hakiki bilgidir ve kelime-i þehadet, imanýn zahiridir; mükellef olunmayan batýný deðil. Lisan ile olan iman ise, mecazen iman olarak adlandýn- [ý, 146 lir. Yine ´hakkýnda bilgin olmayan þeyin peþine düþme´ {isrâ, 17/36} ayetini tutamak yapýp ´þayet haber bilgi ifade etmeseydi onunla amel etmek caiz olmaz­dý´ diyemezler. Çünkü ayetle kastedilen husus, gerçekleþmiþ þeyler dýþýnda þahidi þehadeti kesinlemekten men etmektir. Haber-i vahidle amel etmenin vacip oluþu ise, doðruluk zanný durumunda amel etmeyi gerektiren kesin bir delil ile bilin­mektedir. Zan kesin olarak oluþmaktadýr ve zannýn oluþmasý durumunda amel et­menin vacipliði de kesin olarak bilinmektedir; iki þahidin þahitliði ile veya dava­lýnýn yeminden kaçýnmasý durumunda davacýnýn yeminiyle hüküm vermek gibi.

Mesele: (haber vahidle amelin aklen cevazý)

Kimileri, sem´an vukuu bir yana, haber-i vahidle mükellef olmanýn (taab-büd) aklen caiz oluþunu da inkar etmiþlerdir. Onlara sormak gerek; siz bunun im­kansýzlýðýný nereden bildiniz? Bunu zarurî olarak bilmiþ olamazsýnýz. Çünkü biz bu konuda size muhalefet ediyoruz. Halbuki zarurî þeylerde tartýþma olmaz. Yok­sa bir delilden hareketle mi bildiniz? Böyle bir delil göstermeniz de mümkün de­ðildir. Çünkü haber-i vahidle amel imkansýz olsaydý, bu imkansýzlýk ya zatýndan dolayý ya da yol açtýðý bir mefsedetten dolayý olurdu. Zatýndan dolayý imkansýz deðildir; mefsedete de itibar edilmez. Kaldý ki mefsedeti dikkate alsak bile bunun bir mefsedete yol açacaðýný kabul etmiyoruz. Öyleyse bu mefsedetin ne olduðunu açýklamanýz gerekir.

Denirse ki:

Mcfsedcl þudur; bir kiþi, kan akýtýlmasý veya ýrzýn helal kýlýnmasý konusun­da bir haber rivayet ediyor ve belki de yalan söylüyor. Bu habere dayanýlarak kan dökmenin, gerçekte öyle olmadýðý halde, ALLAHýn emriyle olduðu zannediliyor. Bu bilinmezliðe (cehl) raðmen hücum nasýl caiz olabilir! Birisi, ýrzýnýn ve kaný­nýn akýtýlmasýnýn mübahlýðý hususunda bizi kuþkuya düþürse, bu kuþku sebebiyle ona hücum etmemiz caiz deðildir. Ýnsanlarý cehle ve tevehhüm sebebiyle batýla alýlmaya havale etmek sari için çirkin bir davranýþtýr. Aksine ALLAH bir þeyi em-rcüiðinde, emrini bize tanýtmalýdýr ki. Gerek imtisal edenler gerekse muhalefet edenler basiret üzere olsunlar.

Cevap:

Eðer bu sual, þeriatleri inkar eden birinden sadýr olsaydý ona þöyle derdik; ALLAH´ýn, kullarýna ´sizinjizerinizdcn bir kuþ uçarsa ve siz bu kuþun karga olduðu­nu zannedersiniz, bu takdirde size þunu þunu vacip kýldým ve týpký güneþin zeva­lini namazýn vücubu için bir alamet yaptýðým gibi, zannýnýzý da amelin vücubu için bir alamet yaptým´ demesinde ne gibi bir imkansýzlýk vardýr! Bu durumda zannýn kendisi vücub için bir alamet olmaktadýr. Zannýn varlýðý da duyu yoluyla idrak edildiðine göre, vücub bilinmiþ olmaktadýr. Zann oluþtuðunda vacibi yerine getiren kiþi, kesinlikle imtisal etmiþ ve doðru davranmýþ olur. Zevalin veya uçan kuþun karga olduðu zannýnýn bir alamet yapýlmasý caiz olduðuna göre, raviyi iþiten kiþiye de ´eðer ravinin, þahidin ve yemin eden kiþinin doðru söylediðine dair bir zannýn varsa, o sözle hüküm ver; sen bu kiþilerin doðru söylediðini bil­mekle deðil, doðru söylediklerine dair bir zann oluþturduðunda, amel etmekle yükümlüsün. Bu kiþiler ister doðru ister yalan söylemiþ olsunlar sen her halükar­da doðru davranmýþ (musib) olursun. Senden istenen onun doðru söylediðini bil­mek deðil, gönlünde hissettiðin bir zan oluþturman durumunda, onun sözüne gö­re amel etmektir´ denilerek, haberin doðruluðuna iliþkin zannýn bir alamet kýlýn­masý niçin caiz olmasýn! Ýþte kýyas, haber-i vahid ve s, ah id ve yeýnin ile hüküm verme gibi konularda bizim kanaatimiz budur.

Bu sual, þer´i ikrar eden birinden sadýr olmuþ ise, þer´i ikrar eden birinin böyle bir soru sormasý mümkün deðildir; çünkü bu kiþi, þehadet ile, hüküm ile, fetva ile, ka´be´yi gözle görmekle ve h/.. Peygamberin haberi ile amel etmekle mükellef tutulmuþtur. Bu beþ þey ile mükellef tutuluþunu açýklayacak olursak þöyle diyebiliriz: þehadet, týpký hz. Peygamberin, hz. Peygamberin tek baþýna [ý, 147 þahitliðini tasdik ettiði huzeyme b. Sabit´in, murfa, harun ve diðer peygamberle­rin þehadeti gibi kesin olabildiði gibi, bunlar dýþýndakilerin þehadeti gibi zannîde olabilir ve amelin vacipliði noktasýnda zannî olan þehadet kattye ilhak edilir. Yi­ne hz. Peygamberin fetvasý ve hükmü kat´îdir; diðer imamlarýn fetvasý ve diðer kadýlarýn hükmü ise zannîdir. Bu durumda zannî olanlar, malum olana ilhak edi­lir. Yine ka´be, gözle görmek suretiyle kesin olarak bilinir; ictihad yoluyla ise zannedilir ve týpký gözle görmek durumunda olduðu gibi, zann durumunda da amel vacib olur. Hz. Peygamberin haberi de bunun gibi olup, tevatür durumunda bu haber ile amel vaciptir. Zannî olan haberin, özellikle amelin vacipliði nokta­sýnda, maluma (tevatüren bilinene) ilhak edilmesi niçin imkansýz olsun! Bu beþ hususu, mefsedet veya maslahat noktasýnda birbirinden ayrý düþünmek isteyen kiþi buna muktedir olamaz.

Denirse ki: peki fasýkýn haberiyle amel etmekle yükümlü tutulmak (taab-büd) caiz midir?

Deriz ki:

Kimi alimler, doðruluðunu zannetmek þartýyla bunun caiz olduðunu söyle­miþlerdir. Bu þart bize göre fasiddir. Aksine, týpký felekin hareketinin namaz ile yükümlü tutulmanýn alameti yapýlmasý caiz olduðu gibi, fasýkýn dilinin hareketi­nin de bir alamet kýlýnmasý caizdir. Haberin varlýðý durumunda amel ile mükellef tutulmak bir þey, haberin doðruluðu veya yalanlýðý ise baþka bir þeydir.

Mesele: (Sem´î Deliller Olmaksýzýn Akýl Tek Baþýna Haber-Ý Vahidle Amelin Vücubunu Gösterir Mi?)


Kimileri, aklýn, sem´î delillere gerek olmaksýzýn, haber-i vahidle amelîn va-cipliðine delalet edeceðini ileri sürmüþler ve bu yönde iki delile tutunmuþlardýr. Bu delillerden ilki þudur: müfti, kitab veya icma veya mütevatir sünnetten kesin bir delil bulamayýp, haber-i vahid bulsa; þayet bu haber-i vahid ile amel etmeye­cek olursa hükümler tatil edilmiþ olur. Ve çünkü hz. Peygamber bir asýrda yaþa­yanlara gönderildiðine göre, etrafa elçiler göndermeye gerek duyacaktýr. Zira hz. Peygamber, tek tek herkesle yüzyüze görüþmeye ve hükümlerini herkese müte­vatir olarak yaymaya muktedir deðildir. Zira, þayet her bir bölgeye tevatür sayý­sýnca elçi görderecek olsaydý,.yaþadýðý þehirdeki insanlarýn sayýsý buna yetmezdi.

Bu delil zayýftýr. Çünkü müfti, týpký haberi vahid bulamamasý durumunda olduðu gibi, kesin delil bulamayýnca da beraet-i asliyye ve ýstýshaba baþvurur. Hz. Peygamber´e gelince; o da tebliðine güç yetirebildiði kiþilerle iktifa eder. Ni­tekim, uzak bölgelerde (adalarda) nice insanlar vardýr ki kendilerine þer´ ulaþma­mýþtýr ve onlar þer ile mükellef deðildir. Demek ki bütün herkesin mükellef tutul­masý vacip deðildir. Hal böyle olunca, þayet bir peygamber bütün insanlarý mükellef tutmak, hiç bir olayý ALLAHýn hükmünden ve hiç bir þahsý tekliften hali bý­rakmamak ile mükellef tutulmuþ ise, bu takdirde haber-i vahidle yetinmek bu peygamber hakkýnda bir zaruret olur.

Ýkinci delil de þudur: onlar derler ki; ravinin doðru söylemiþ olmasý müm­kündür. Þayet haber-i vahidle amel etmeyecek olursak, belki de ALLAHýn emrini ve peygamberinin emrini terketmiþ oluruz. Öyleyse haber-i vahidle amel etmek daha ihtiyatlý ve daha saðlamdýr.

Bu delil de üç yönden batýldýr.

A)ravinin yalan söylemiþ olmasý da mümkündür. Biz bunun haberiyle amel edecek olursak, amelimiz belki, vacip olana aykýrý olur.

B)bu delile göre kafirin ve fasýkýn haberiyle amel etmek de vacip olur; çünkü bunlarýn da doðru söylemesi mümkündür.

C)beraet-i zimmet, akýl ve aslî nefy ile bilinmektedir. Dolayýsýyla beraet-i [ý, 148] zimmet vehim ile kaldýrýlamaz. Kimileri bununla haber-i vahidin nefyine istidlal

Etmiþlerdir ki bu, fasid bile olsa, hiç deðilse ´ravinin doðru söylemesi mümkün olunca, onun haberiyle amel etmek vaciptir´ sözünden daha tutarlýdýr.

Mesele: (Haber-Ý Vahidle Amel Aklen Vacip Veya Ýmkansýz Olmayýp, Sem´an Vakidir)

Sahabe, tabiun, fukaha ve kelamcýlar gibi selefin çoðunluðu, haber-i vahid­le amel etmenin (teabbüd) aklen imkansýz olmadýðý gibi vacip de olmadýðý; fakat bunun sem´an vaki olduðu görüþündedir. Kaderîlerin çoðunluðu ile bunlara uyan kâsânî[1] gibi bazý zahir ehli, haber-i vahidle teabbüdün sem´an haram olduðunu ileri sürmüþlerdir. Bunlarýn görüþlerinin batýl olduðunu þu iki husus göstermekte­dir. Birincisi, sahabenin haber-i vahidi kabul hususundaki icmaý; ikincisi de, hz. Peygamberin, deðiþik bölgelere valiler ve elçiler gönderip, muhataplarý, þer´den naklettikleri þeyler hususunda bunlarý tasdik etmekle mükellef tuttuðuna dair ge­len mütevatir haberdir. Þimdi bu iki hususu açýklayalým.

1) sahabenin pek çok olayda haber-i vahidle amel ettiði tevatüren nakledil­miþtir. Bunlarýn her biri tek tek mütevatir olmasa bile, bunlarin toplamý ile bilgi oluþur. Biz bunlardan bir kýsmýna iþaret edelim:

Ömer´in bir çok olayda haber-i vahidle amel ettiði nakledilmiþtir. Bunlar­dan bazýlarý þunlardýr:

Cenin kýssasý: cenin kýssasý olduðunda ömer kalkarak cenin hakkýnda hz. Peygamberden bir þey duyan var mý? Diye sordu. Orada bulunan hamel b. Mâlik en-nâbiða kalkarak ben iki kuma arasýndaydým. Biri diðerine merdane ile vurun­ca, diðer kadýn karnýndaki cenini ölü olarak düþürdü. Hz. Peygamber bu durumdaðurre´ye[2] hükmetti dedi. Bunun üzerine ömer ´þayet bunu duymasaydýk, baþka bir þeyle hüküm verecektik -yani kesinlikle ðurre ile hüküm vermiyecektik-´ dedi"[3] . Ana karnýnda diri olup olmadýðýnda kuþku bulunduðu için, cenin ölü ola­rak ayrýlmýþ sayýlmýþtýr.

Yine ömer karýnýn kocasýnýn diyetine mirasçý olmayacaðý görüþünde idi. Dahhâk, ona hz. Peygamberin kendisine eþyem ed-dýbâhrnin karýsýný eþyem´in diyetine mirasçý kýlmasýný yazdýðýný haber verince ömer görüþünden vazgeçip, habere dönmüþtür."[4]

Yine ömer´den mecus kýssasýna dair birbirini destekleyen haberler gelmiþ­tir. Ömer ´bunlar hakkýnda ne yapacaðýmý bilmiyorum. Onlar hakkýnda bir þey duyan varsa bize iletsin´ dedi. Bunun üzerine abdurrahman b. Avf "ben hz. Pey-gamber´in ´onlara ehl-i kitab muamelesi yapýn´ dediðini duydum" deyince ömer onlarý dinleri üzere terkedip, onlardan cizye almýþtýr.

Yine ömer´in, osman´ýn ve daha birçok sahabinin, aiþenin verdiði haber sebebiyle iltikâu´ý-hitâneyn´den[5] dolayý guslün farz olmadýðý görüþünden dön­meleri böyledir. Aiþe´nin bu konuda naklettiði haber þudur: ´ben ve resulullah bunu yaptýk ve bu sebeple gusül yaptýk.´[6]

Osman´ýn süknâ hakký konusunda, elçi gönderip sorduktan sonra furay´a bt. Mâlik´in haberiyle hüküm verdiði sahih olarak nakledilmiþtir.´[7]

Ali´nin bir kiþinin naklettiði haberi kabul ettiði ve bunu yemin ile destekle­diði bilinmektedir. Ali kendisinden meþhur olarak nakledilen bir sözünde ´hz. [ý, 149] peygamerden bir söz iþittiðimde ALLAH beni dilediðince yararlandýrdý. Hz. Pey­gamberin sözünü bana bir baþkasý haber verince ona yemin ettirdim; yemin ettiy­se onu doðruladým. Bana ebu bekr, -ki ebu bekr doðru söyler-, hz. Peygam-ber´in bir günah iþleyen kiþigüzelce abdest alýp iki rekat namaz kýlar ve allahtan maðfiret dilerse, ALLAH onu mutlaka affeder dediðini haber verdi demiþtir´.[8] Ali´nin raviye yemin ettirmesi, ravinin yalan töhmeti altýnda bulunmasý sebebiyle deðil, hadisin olduðu biçimde þevki hususunda ihtiyat ve mana olarak naklederek lafzýný deðiþtirmesinden kaçýnmak amacýyladýr. Bir de ravinin zann ile rivayete yellenmemesi, tersine, kesin olarak duymasý halinde rivayette bulunmasýný saðla­mak içindir.

Zeyd b. Sabit, en son iþi tavaf olsun (veda tavafýný yapabilsin) diye, hay izli kadý­nýn tavaf yapmadan memleketine dönmesini (sudur) caiz görmüyor ve karþý gö­rüþte olan ýbn abbas´a karþý çýkýyordu. Zeyd´e, ´ibn abbas ensardan falan kadýna hz. Peygamberin bunu emredip emretmediðini sordu; kadýn da durumu ibn ab­bas´a haber verdi´ denilince zeyd görüþünden vazgeçti ve gülerek ibn abbas´a þöyle dedi: ´anladým ki sen doðru söylemiþsin´. Böylece zeyd ensardan bir kadý­nýn haberiyle ibn abbas´ýn görüþüne dönmüþtür.

Encs b. Malik´in þöyle dediði nakledilmiþtir: ´ben. Ebu ubeydc, ebu talha ve übcy b. Ka´b´a, hurma suyu veriyordum. O sýrada birisi gelip þarabýn yasak­landýðýný haber verdi. Bunun üzerine ebu talha bana gidip küpü kýrmamý söyle-di; ben de gidip kýrdým´.[9]

Küba ehlinin, tek kiþinin haberiyle kýbleyi deðiþtirmesi: küba ehline birisi, eski kýblenin neshedildiði haberini getirince, onlar bu tek kiþinin haberiyle ka´be´ye doðru dönmüþlerdir.

Nakledildiðine göre ibn abbas´a müslümanlardan birinin, hýzýr´ýn arkadaþý olan musa´nýn, israil oðullarýndan olan musa olmadýðýný iddia ettiði söylenince, ibn abbas ´bu ALLAH düþmaný yalan söylemiþtir. Übcy b. Ka´b bana haber verdi ki; hz. Peygamber bir hitabýnda musa ve hýzýrdan bahsetmiþ ve anlattýðý þeyler hýzýr´ýn arkadaþý olan musanýn israil oðullarýndan olan musa olduðuna delalet ediyormuþ´ demiþtir." Görüldüðü gibi ýbn abbas hemen haber-i vahide tutun­muþ ve iddiayý öne süren kiþinin kesinlikle yalancý olduðunu söylemiþtir.

Nakledildiðine göre muaviye´nin altýn bir kabý, aðýrlýðýndan daha fazla bir fiyat (altýn) mukabilinde sattýðýný gören ebu´d-derdâ ona hz. Peygamberin bu þe­kildeki ahm-sattmý yasakladýðýný haber vermiþ; muaviye ise ´ben bu þekildeki alým-satýmda bir sakýnca görmüyorum´ diye karþýlýk verince ebu´d-derdâ þöyle demiþtir: ´muaviyenin þu yaptýðýna bakýn! Ben kendisine hz. Peygamberin sözü­nü haber veriyorum. O da bana kendi görüþünü söylüyor! (muaviye´ye dönerek) artýk seninle ayný yerde ebediyyen bulunamam´.

Ayný þekilde hemen bütün sahabilerin pek çok olayda aiþe, ümmü seleme, meymune ve hafsa´ya, fatýma bt. Esed´e, þu veya bu kadýna, zeyd ve üsame gibi [1-150) "er´ce´c ve kadýn, köle ve mevali- sahabilere baþvurduklarý yaygýn olarak nakledil­miþtir.

Tabiunun uygulamasý da bu þekilde cereyan etmiþtir. Hatta þafiî þöyle de­miþtir: biz ali b. Hüseyn´in ahad haberlere dayandýðýný gördük. Ayný þekilde muhammed b. Ali, cübeyr b. Mut´im, nâfi1 b. Cübeyr, hârice b. Zeyd, ebu seleme b. Abdirrahman, süleyman b. Yesâr ve atâ b. Yesar da böyle yapmýþtýr. Yine tavus, atâ ve mücâhid´in tutumu da böyledir. Saîd b. Müseyyeb ´ebu said el-hudrî bana sarp[10] konusunda hz. Peygamber kaynaklý olarak haber verdi ki...´ der ve onun sözünü sünnet olarak kabul ederdi. Yine ´bana ebu hureyre haber verdi ki´ derdi. Urve b. Zübeyr de, ömer b. Abdilaziz´in verdiði bir hükme itiraz sadedinde ´bana aiþe hz. Peygamberin gelirin risk karþýlýðý (gelirin risk ölçüsünde) olduðuna hükmettiðini haber verdi´[11] demiþ, ömer de bu haber sebebiy­le verdiði hükmü bozmuþtur. Meyscre´nin yemen´de, mekhûtun þam´da yaptýðý da budur. Husen, ibn þîrîn gibi basra tukahasý ve küte fukahasý ile bunlara tabi olan alkame, esved," þa´bî ve mesrûk´un tutumlarý da böyledir. Daha sonraki fu-kaha da böyle davranmýþ ve hiç bir dönemde bir inkarla karþýlaþmamýþlardýr. Þa­yet bu tutuma karþý çýkýlmýþ, itiraz edilmiþ olsaydý, týpký haber-i vahidle amelin yaygýn olarak nakledilmesinin itici sebepleri bulunduðu gibi, bu itirazlarýn da iti­ci sebepleri olurdu ve bunlar yaygýn olarak nakledilirdi. Tüm bunlar gösteriyor ki haber-i vahidle amel hususunda selef icma etmiþtir. Bu konudaki tartýþma ise da­ha sonralarý ortaya çýkmýþtýr.

Denirse ki:

Belki de selef sizin iddia ettiðiniz gibi tek baþýna haber-i vahidlerle deðil, bunlarý destekleyen karineler veya ayný anlamda baþka haberler veya zahir an­lamlar, kýyaslar ve onlara bitiþik sebeplerin bulunmasý durumunda haber-i vahid­lerle amel etmiþtir. Nitekim siz selefin umum, emir ve nehiy sýygalarý ile amel et­melerinin, onlarýn bunlarla yalýn olarak amel ettikleri hususunda sarih bir nas ol­madýðýný; aksine bu yönde mevcut karinelerin desteðini alarak bunlarla amel et­tiklerini söylüyorsunuz.

Deriz ki:

Böyle söylüyoruz; çünkü onlarýn ´biz sýrf emir, nehiy ve umum sýygasýyla amel ediyoruz´ dediklerine dair bir nakil yoktur. Buna mukabil onlar ´þayet bu haber olmasaydý biz baþka þekilde hüküm verecektik´ demiþlerdir. Ýbn ömer, kendilerinin rafý´ b. Hadîc´in haberi sebebiyle muhâbere´den[12] ve aiþe´nin haberi sebebiyle iltikâu´l-hitâneyn konusundaki görüþlerinden rücu ettiklerini açýkça be­lirtmiþtir. Kaldý ki emir, nehiy ve umum sýygasý zaten emre muhatap olan kiþinin, emredilen þeyin ve emredenin durumuna iliþkin bir karineden ayrý deðildir. Ravi-nin hz. Peygamberden rivayet ettiði habere ne bitiþmeli ki, bu bitiþen þey sebe­biyle haber delil olabilsin! Böyle bir þeyi varsaymak, adeta onlarýn kitab nassý ile, mütevatir haberle ve icma ile amellerinde de bir karine varsaymak gibidir. Böyle bir varsayým düþüncesi bütün delillerin iptali sonucuna götürür. Öyleyse

Þunu kabul etmemiz gerekir ki, selefin haber-i vahîd arama gayretlerinin bir tek sebebi vardýr; o da o haberle amel etmektir. Denirse ki:

Madem selef haber-i vahidi, amel etmek için arýyordu; öyleyse onlarýn, bir çok haber-i vahidle amel etmeyiþlerini nasýl açýklayacaksýnýz?

Deriz ki:

Bazý haber-i vahidlerle amel etmeyiþleri, ileride geleceði üzere haberin ka­bul þartlarýndaki eksiklikten dolayýdýr. Nitekim onlar, mensuh olduðunu bilmeleri veya emre muhatap olanlarýn ölüp gitmesiyle artýk emrin kalkmýþ olduðunu bil­meleri sebebiyle bazý ayetlerle ve mütevatir haberlerle de amel etmemiþlerdir.

[ý, 151]

2) hz. Peygamberin, civar memleketlere idareciler, kadýlar, elçiler ve zekat

Memurlarý gönderdiði tevatüren sabittir. Bunlar tek tek kiþilerdir. Hz. Peygamber bunlarý zekadan toplamak, ahitleri bozmak, yürürlüðe koymak ve þer´in ahkamý­ný teblið etmek üzere göndermekteydi. Ebu bekr´i hicretin dokuzuncu senesinde hac emiri tayin etmesi ve ebu bekr´in ali ile birlikte berâe suresini uygulamasý ve onlarla hz. Peygamber arasýndaki ahit ve akitleri fesih görevini ona yüklemesi böyledir. Ömer´i, zekat iþiyle görevlendirmesi; muaz´ý yemcndcki zekatlarý top­lamakla ve yemen halkýna hakimlikle görevlendirmesi böyledir. Yine osman b. Affan´ý mekkelilere kendisi adýna tasarrufla bulunan bir elçisi olarak göndermesi böyledir. Osman gittikten sonra kureyþlilerin onu katlettiði haberi gelmiþ; hz. Peygamber endiþelenmiþ ve bu durum rýdvan bey´atýný sonuçlamtþtýr. Hz. Pey­gamber ´þayet onu öldürdüyseler, vallahi orayý baþlarýna yýkarým´ demiþtir.

Ali, kays b. Asým, malik b. Nüveyre, zeberkan b. Bedr, zeyd b. Harise, amr b. As, amr b. Hazm, üsame b. Zeyd, abdurrahman b. Avf, ebu ubeyde b. Cerrah ve daha birçok sahabiyi, (farklý zaman ve mekanlarda) zekatlarý ve vergi­leri (cibâye) toplamakla görevlendirmesi de böyledir. Siyer alimlerinin ittifakýyla sabit olmuþtur kt hz. Peygamber, civar bölge halklarýnýn, elçilerinin memurlarý­nýn ve hakimlerinin sözlerini kabul etmelerini istiyordu. Þayet hz. Peygamber her bir elçinin yanýna tevatür sayýsýnca insan katacak olsaydý, hem arkadaþlarýnýn tamamý bile buna yetmezdi ve hem de böyle yaptýðý tadirde etrafýnda hiç bir ar­kadaþý ve yardýmcýsý kalmaz ve yahudiler ve diðer düþmanlarý hz. Peygambere kolaylýkla saldýrabilirlerdi ve düzen intizam da bozulurdu. Demek ki bu varsayým asýlsýz bir vehimden ibarettir.

Denirse ki:

Hz. Peygamber onlara (civar bölge halklarýna) zekatlarýn tafsilatýný þifahen ve mütevatir haberlerle bildiriyordu ve memurlarý sadece zekatlarý gidip almakla görevlendiriyordu.

Deriz ki:

Peki, bölge halklarýnýn, gelen memurlarýn toplama iþiyle görevli olduklarýný tasdik etmeleri nasýl vacip oluyor! Kaldý ki hz. Peygamber memurlarým sadece zekat toplamakla deðil, bunun yanýnda dini anlatmak,-hasýmlar arasýnda hüküm vermeyi öðretmek ve diðer þer´î görevleri bildirmekle de görevlendiriyordu.

Denirse ki:

Öyleyse namaz ve orucun aslýný; hatta davet, risalet ve mucizeyi de (haber-i vahid sebebiyle) kabul etmeleri onlara vacip olsun!

Deriz ki:

Zekat ve oruç aslýnýn kabul edilmesi gerekir. Çünkü elçiler davet aslý yay­gýnlýk kazandýktan sonra, þer´î vazifeleri açýklamak üzere gönderiliyorlardý. Risa­let, iman ve nübüvvet alametlerine gelince; bunlarý (sýrf haberi vahide dayanarak) kabul etmeleri gerekmez. Çünkü henüz kendi peygamberliðini bilmeyen kiþilere hz. Peygamber nasýl ´beni tasdik etmenizi size vacip kýldým´ diyebilir! Fakat tas­dik iþinden sonra, hz. Peygamberin, onlara elçilerine kulak vermeyi vacip kýlma-sýyia onlarýn kulak vermeleri mümkün olur.

Denirse ki:

Öyleyse size göre haber-i vahidin kabulü, haber-i vahidle amelin vacipliði-ne delalet eden, icma ve tevatür gibi, kesin bir delilin bulunmasý durumundadýr. Onlar, valilerin sözünü hangi sebeple tasdik ettilerse, sizin de bizim sözümüzle amel etmeniz gerekir.

Deriz ki:

Diðer reisler ve büyükler gibi, hz. Peygamberin de tek tek valiler ve elçiler [ý, 152 gönderme biçimindeki uygulamasý onlara tevatüren ulaþmýþtýr. Þayet onlar bunu bilmiyor olsalardý, tereddüte düþen birinin gelen elçi veya valiyle cedelleþmesi mümkün olurdu. Fakat karineler bulunduðu için böyle bir tereddüt pek söz konu­su olmamýþtýr. Nitekim bir kaza menþuru (tayin fermaný) ile bölgemize gelen ki­þinin doðruluðu hakkýnda içimizde bir kuþku doðmaz. Gerçi bu kiþinin tayini te­vatüren sabit olmamýþtýr; fakat, mevcut karineler, katibin yazý sitilinin bilinmesi ve kendini bu gibi konularda tehlikeye atmayý göðüsleyerek böyle bir sahteciliðe teþebbüsün uzak ihtimal oluþu gibi sebepler kuþku duymamýzý engeller.

Üçüncü delil: her ne kadar müftinin verdiði fetva belki de, zan kaynaklý ise de*, sýradan insanlarýn, müftiye ittiba etmelerinin ve onu tasdik etmelerinin vacip olduðunda icma vardýr. Hakkýnda kuþku duymadýðý bir duyuntuyu (sema1) haber yeren ravinin, tasdik edilmesi daha evladýr. Yalan ve hata ravi için söz konusu ol­duðu kadar müfti için de sözkonusudur. Hatta ravinin hata ihtimali müftiye naza­ran daha da uzaktýr. Çünkü her müetehid, musib bile olsa, araþtýrma-incele meyi tamamlamada kusur etmemesi durumunda musibdir. Belki de müetehid, kusurlu davrandýðý halde, araþtýrmayý tam yaptýðýný ve kusurlu davranmadýðýný zannet­mektedir. Bu yaklaþým, þâfiîden nakilde bulunup onun mezhebini taklid eden kisinin taklidini caiz görenlerin görüþüne göre, daha da vurgulu bir istidlaldir. Çün­kü bu kiþi baþkasýnýn görüþünü rivayet etmektedir; öyleyse baþkasýnýn sözünü de haydi haydi rivayet edebilir. Denirse ki:

Bu yaklaþým, sadece zan ifade eden bir kýyastýr. Haber-i vahidle amel ise bir temel prensiptir ve temel prensiplerin (usul) zan ve kýyas yoluyla isbatý caiz deðildir. Müftinin fetvasýnda zannýn bulunmamasý nasýl düþünülebilir! Müctehide zorunlu olarak ihtiyaç vardýr; þayet sýradan insanlarýn tek tek her biri ictihad mer­tebesine çýkmakla yükümlü tutulacak olsa bu adeta imkansýzdýr. Öyleyse sýradan kiþilerin müftiyi taklid etmesi vaciptir.

Deriz ki:

Nasýl ki sizin iddianýza göre, müfti, kendisine bir haber geldiðinde, kendisi açýsýndan tevatür imkansýz gibiyse ve haberi reddedip beraet-i asliyyeye müracat etmek durumunda ise, bize göre de müctehidin haber-i vahidle amel etmesinde zaruret yoktur ve müctehidin beraet-i asliyyeye müracaat etmesi uygun olabilir. Zira kendini bilgiye götürecek bir yol yoktur. Öte yandan (yukarýda haber-i vahi­din kabulünü, ravinin durumuyla müftinin durumu arasýndaki benzerliðe dayan-dýrýþýmýz) zannî bir kýyas deðil, aksine, kesin bir kýyastýr. Çünkü iþlemin muhte­vasý açýsýndan, her ikisi de ayný anlamdadýr. Mst. Nikahlar konusunda haber-i va-hid ile amel sahih ise, ahm-satým konularýnda da biz kýyasýn cari olduðuna kesin gözüyle bakarýz ve bu durum rivayet edilen haberin muhtevasýna göre deðiþmez. Burada da, yalnýzca, haberin kaynaðý deðiþiklik göstermektedir; müfti kendi zan­nýndan haber vermekte; ravi ise, baþkasýnýn sözünü haber vermektedir. Nitekim, iki þahidin, kendilerinden veya adaletlerine þahitlik ettiklerinde baþkalarýndan verdikleri haber ile baþkalarýnýn adaletine dair kendi zanlarýndan verdikleri haber arasýnda fark gözetilmez.

Dördüncü delil; ´her bölükten bir taife dinde fýkýh sahibi olsunlar ve geri döndüklerinde kavimlerini inzar etsinler1 (tevbe, 9/122) ayetidir. Taife, üç ka­dar kiþiden oluþan bir topluluk demektir. Bunlann sözüyle bilgi oluþmaz. Öyley­se bu ayetin anlamý üzerinde düþünme ve incelemeye gerek vardýr. Çünkü bu hü­küm kesin olsa bile, bu kesinlik, inzar etmenin vacipliði hususundadýr; yoksa ki, inzar edenin tek olmasý halinde, inzar edilen kiþinin amel etmesinin vacîpliði hu­susunda deðildir. Nitekim bir olay hakkýnda bir tek þahit varsa, bu tek þahidin þa­hitliði ifa etmesi gerekir; ancak bu ifa, tek kiþinin þahitliði ile amel edilmesi için deðil; fakat bu þahitliðe baþka þeyler eklenebilsin diyedir. Bu itiraz, indirdiði­miz beyyineleri ve hidayeti gizleyenler1 {´bakara, 2/159} ayetiyle, hz. Peygam­berin ´ALLAH, sözümü iþitip, anlayan ve iþittiði gibi aktaran kiþinin yüzünü ak 153] etsin1 hadisine ve bu anlamdaki ayet ve hadislere tutunmayý da zayýflatmaktadýr. Bu meselede bize muhalefet edenlerin belli baþlý iki þüphesi (gerekçe) vardýr:

Birinci þüphe: haber-i vahidin isbatý hususunda icmadan baþka bir daya­nak yoktur. Ýcmaýn varlýðý da iddia edilemez. Çünkü hiç bir sahabi yoktur ki, ha-ber-i vahidi reddetmiþ olmasýn.

Örnekler:

Hz. Peygamber, kendisinin ikinci rekatta selam verdiðini söyleyen zülye­deyn´in haberinde tereddüt etmiþ; ebu bekr ve ömer´e sormuþtur. Bunlar da zül­yedeyn´in haberi doðrultusunda þahitlik edip onu doðrulayinca hz. Peygamber zülyedeyn´in haberini kabul etmiþ ve sehiv secdesi yapmýþtýr.

Ebu bekr, muðîre b. Þubenin dedenin mirasçý lýðýna dair haberini reddet­miþ; muhammed b. Mesleme de ayný þeyi haber verince kabul etmiþtir.

Ebu bekr ve ömer, osman´ýn, hakem b. Ebil-as´ýn sürgünden dönmesi (red) konusunda hz. Peygamberden izin istediðine dair haberini reddetmiþler ve osman´dan buna þahitlik edecek baþka bir kiþi bulmasýný istemiþlerdir.

Ömer, ebu musa el-eþ´arî´nin, (bir yere girilirken kapýyý vurarak) izin iste­me konusundaki haberini reddetmiþ; ebu said el-hudrî buna þahitlik edince ka­bul etmiþtir.

Ali, ebu sinan eþcaînin, birva´ bt. Vâþýk kýssasýna dair haberini reddetmiþ­tir. Ayrýca ali´nin, hadis rivayet edenlere yemin ettirdiði de bilinmektedir.

Aiþe, ibn ömer´in, ailesinin aðlamasý sebebiyle ölüye azap edildiði þeklin­deki haberini reddetmiþtir.

Ömer´in, ebu musa ve ebu hureyre´yi hz. Peygamberden hadis rivayet et­mekten nehyettiði bilinmektedir. Bu yönde daha bir çok haber vardýr.

(cevap:)

Bu haberlerin çoðu, ravide belli bir sayýyý þart koþanlarýn görüþüne göre ko­nuya delalet etmektedir; tevatürü þart koþanlarýn görüþüne göre deðil. Çünkü on­lar toplanýp da haberin mütevatir olmasýný beklememiþlerdir. Fakat biz onlarýn bu itirazlarýna cevap olarak deriz ki; bizim sahabeden naklettiðimiz örnekler, onlarýn haber-i vahidle amel ettiklerine kesin olarak delalet etmektedir. Sizin zikrettiði­niz örnekler ise, sahabenin, haberin reddini gerektiren birtakým ârizî sebepler yü­zünden haberi reddettiðine dairdir. Onlarýn bu tavrý, haber-i vahidle amel prensi­binin butlanýný göstermez. Nitekim onlarýn, bazý kur´an nasfarýný reddetmesi, ba­zý kýyas türlerini terketmesi; yine hakimin bazý þehadet türlerini reddetmesi, bun­larýn hepten ve kökten batýl olduðunu göstermez.

Þimdi biz sahabenin haberleri red ve haberlerde tereddüt konusundaki ma­zeretlerine iþaret edelim. Hz. Peygamberin zülyedeyn´in sözünde tereddüt etme­sinde üç ihtimal vardýr:

A) hz. Peygamber, zülyedeyn´in bir vehme düþtüðünü düþünmüþtür. Çünkü çok sayýdaki kiþilerin farkýna varmadýðý bir þeyi tek baþýna zülyedeyn´in bilmesi uzak ihtimaldir. Zira orada bulunan herkesin gaflete düþtüðünü düþünmektense, bir kiþinin yanýlgýya düþtüðünü düþünmek daha uygundur. Vehim belirtilerinin bulunduðu her durumda duraksamak (tevakkuf) gerekir.

B) hz. Peygamber, zülyedeyn´in doðru söylediðini bilse bile, orada bulu­nanlara, bu gibi durumlarda duraksamanýn gerektiðini öðretmek amacýyla tered­düt göstermiþtir. Þayet kendisi bu durumda duraksamasaydý, herkesin susmasý yanýnda bir kiþinin verdiði haberin tasdik edilmesi süregelen bir sünnet haline ge-ürdi. Hz. Peygamber bu tavrýyla bu yolun önünü kapamýþtýr.

C) zülyedeyn öyle bir þey söylemiþtir ki, þayet doðru olarak kabul edilecek olsa bunun etkisi orada bulunan cemaat hakkýnda ortaya çýkacak ve onlarýn zim­metinde bir yükümlülük doðacaktý. Bu sebeple hz. Peygamber zülyedeyn´in sö­zünü þehadet kabilinden saymýþ ve bu noktada bir kiþinin sözünü yeterli görme­miþtir. Bundan önceki iki ihtimal daha kuvvetlidir.

Hz. Peygamberin bu tavrýna, þehadet sayýsýný þart koþanlar tutunacak olursa, haberi nakledenlerin üç kiþi olmasýný ve bu üç kiþinin bu habere ses çýkarmayan bir topluluk içerisinde bulunmasýný da þart koþmak durumunda kalýrlar. Çünkü hz. Peygamberden nakledilen olay bu þekilde cereyan etmiþtir.

[ý, 154] ebu bekr´in, ninenin mirasçýlýðý konusunda muðîre´nin haberini reddetmesine gelince;

A) belki de duraksamayý gerektiren bir durum vardý ve ebu bekr´den baþka bunu bilen kimse yoktu.

B) ebu bekr bu hükmün yürürlükte mi yoksa mensuh mu olduðunu araþtýr­mak için reddetmiþtir.

C) ebu bekr baþkasýnýn yanýnda muðîre´nin yanýndaki bilgiye benzer bir bilgi bulunup bulunmadýðýný öðrenmek amacýndadýr; eðer baþkasýnýn yanýnda benzer bir bilgi varsa hüküm daha kuvetli olacak; aksi bir bilgi varsa muðîre´nin haberi boþa çýkacak.

D) ebu bekr, týpký her ne kadar tek baþýna yeterli olsa bile, iki þahidin þahit­liðinden sonra hakimin kesin hüküm vermekte ihtiyatlý davrandýðý gibi, haberin bir ziyade ile desteklenmesini beklemek amacýyla kararsýz kalmýþtýr, yoksa ki ha­beri reddetmek azmiyle deðil.

E) ebu bekr, geliþigüzel biçimde hadis rivayetine çokça teþebbüs edilmesin diye böyle kararsýzlýk göstermiþtir.

Ebu bekr´in tavrýnýn, bu ihtimallerinden birine hamledilmesi gerekir. Çün­kü ebu bekr´in haber-i vahidi kabul ettiði ve kabul edenlere karþý çýkmadýðý ke­sin olarak bilinmektedir.



Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:55:29

Osman´ýn, hakem b. Ebi´l-as hakkýndaki haberinin reddine gelince;

A) bu haber, bir kiþi lehine bir hakkýn isbatýna dair bir haberdir. Bu da þahitlik meselesi gibi olup, bir kiþinin sözüyle sabit olmaz.

B) ebu uekr, osman´ýn hakem ile akrabalýðý yüzünden tereddüt etmiþtir. Osman akrabalarýna olan düþkünlüðü ile tanýnmaktaydý. Ebu bekr, osman´ýn ma­kam ve saygýnlýðýný, onun deðerini düþürmek isteyen birinin ´osman bunu akra­balýðý sebebiyle söylemiþtir´ demesinden tenzih amacýyla ve bu hüküm baþka bi­rinin sözüyle sabit olsun diye duraksamýþtýr.

C) ebu bekr ve ömer, insanlar için, benzer durumlarda araþtýrýcý davranma­yý kendilerinden öðrensinler diye, yakýn akraba hakkýnda duraksanmasýný sünnet haline getirmek amacýyla duraksamalardýr.

Ebu musa´nýn izin isteme konusundaki haberine gelince; ebu musa ömer´in kapýsýný üç defa çaldýktan sonra beklemeksizin kapýdan ayrýlýp gittiði için, ömer´in siyasetinden kendini korumak için böyle bir habere ihtiyacý vardý. Ömer, böylesi durumlarda hadis rivayet etmenin, baþkalarý için kendi amaçlan doðrultu­sunda hadis rivayet etmelerine bir kapý açmasýndan endiþe etmiþtir. Nitekim ebu musa, ebu said ile birlikte geri dönüp, ebu said ayný yönde þahitlik edince ömer, ebu musa´ya ´ben seni itham etmedim; fakat insanlarýn hz. Peygamber adýna söz uydurmalarýndan endiþe ettim´ demiþtir. Devlet baþkanýnýn, ortada bir töhmet bulunmamakla birlikte, benzer maslahatlar sebebiyle duraksamasý caizdir. Öte yandan bu haberler yaygýnlýk ve sýhhat bakýmýndan, bizim, sahabenin haber-i vahidi kabul ettiðine dair naklettiðimiz haberlere denk deðildir.

Ali´nin, eþcaî´nin haberini reddetmesine gelince; zaten kendisi ´ökçelerine iþeyen bir bedevinin sözünü nasýl kabul edelim´ diyerek red gerekçesini belirtmiþ ve onun adalet ve zabtýný bilmediðini açýklamýþtýr. Bunun içindir ki ali onu kaba­lýk ve idrardan çekinmezlik ile vasi fi am ýþtýr. Ömer´in, süknâ hadisinde fatýma bt. Kays hakkýnda söylediði "biz doðru mu yoksa yalan mý söylediðini bilmediðimiz bir kadýnýn sözüyle ahahýn kitabýný ve peygamberin sünnetini terketmeyiz" sözü de bunun gibidir.

Sahabenin haber-i vahidi reddine iliþkin olarak nakledilen olaylar hakkýnda verilecek cevap bu minval üzeredir.

Ýkinci þüphe: ´bilmediðin þeyin ardýna düþme´ {isrâ, 17/36}, ´ALLAH hakkýn­da bilmediðiniz þeyleri söylemeniz...´ {bakara, 2/169}, ´biz ancak bildiðimiz þe­ye þehadet etmekteyiz´ {yusuf, 12/81}, ´size bir fas\k haber getirirse, onu araþtý­rýn; bilmeden (cehaletle) bîr kavme zarar verirsiniz1 {hucurat, 49/6} -adil kiþinin sözünde bir nevi cehalet vardýr- gibi ayetlere tutunmaktýr.bu tutunma bir kaç yönden batýldýr;

A) onlarýn haber-i vahidi inkar ediþleri, kesin bir burhan ile bilinmiþ deðil­dir; aksine bu hususta hata mümkündür; öyleyse haber-i vahidi inkar etmek, bil­giye dayanmaksýzýn hüküm vermektir.

B) haber-i vahidle amel etmenin vacipliði, icma gibi kesin bir delil ile bilin- [ý, 155]

Mektedir; dolayýsýyla bunda bir cehalet söz konusu deðildir.

C) ayetlerle kastedilen husus; þahidin, görmediði ve bilmediði hususlarda kesin þahitlik yapmaktan men edilmesi ve rivayet edilmeyen ve adil kiþilerin nakletmediði þeylerle fetva vermenin yasaklýðýdýr.

D) bu ayet, þayet haber-i vahidin reddine delalet etseydi, iki kiþinin, dört ki­þinin, bir kadýn ve iki erkeðin þahitliðinin ve yemin ile hüküm vermenin de reddi­ne delalet ederdi. Yalan ihtimali bulunmakla birlikte bunlarla hüküm vermenin vacipliði kur´an nassý ile bilinmektedir. Ýþte haber-i vahidlerde ayný þekildedir.

E) onlarýn bu anlayýþýna göre, devlet baþkanýnýn belirlenmesi ve hakimlerin tayininin haramlýðýnýn da vacip olmasý gerekir. Çünkü, vera ve takva sahibi ol­duklarý bir yana biz bunlarýn mümin olup olmadýklarýný da yakinen bilmiyoruz. Hatta biz namaz kýldýran imamýn bile abdestli olup olmadýðýný bilmiyoruz; öyley­se bunlara iktida etmek de yasak olsun! .[13]

2. Ravinin Þartlarý Ve Sýfatý

Bütün bu anlatýlanlardan sonra haber-i vahidlc amelin vacipliði sabit oldu­ðuna göre, bilesin ki; her haber makbul deðildir. Öncelikle þunu anlamalýsýn ki; biz burada ´kabul´ sözü ile tasdiki ve ´red´ sözü ile yalanlamayý kastetmiyoruz. Aksine, belki yalan söylüyor veya hata ediyor olsa bile, adil kiþinin sözünü kabul etmek vaciptir. Belki doðru söylüyor olsa bile, fasýk kiþinin sözünü kabul etmek caiz deðildir. Biz ´makbul´ sözü ile, kendisiyle amelin vacip olduðu haberi; ´merdûd´ sözü ile de kendisiyle amel etme konusunda hakkýmýzda teklif bulunma­yan haberi kastediyoruz. Makbul; mükellef, adil, müslim ve zabt sahibi her ki­þinin rivayetidir; ister haberi bir tek kendisi rivayet etmiþ olsun, isterse kendisiyle birlikte baþkalarý da rivayet etsin. Þimdi bu beþ noktayý açýklayalým:

1) her ne kadar bir kiþinin þahitliði makbul deðilse de, bir kiþinin rivayeti makbuldür. Cübbâî ve bir gurup alim aksi görüþtedirler. Bunlar rivayette sayý þartým koþmuþlar ve ancak iki kiþinin sözünü kabul etmiþlerdir. Ayrýca bu iki ki­þiden her birinin rivayeti, baþka iki kiþiden sabit olmalýdýr. Bu iþlem bizim zama­nýmýza gelinceye kadar öyle muazzam bir sayýya ulaþýr ki, artýk bir hadisin isbatý-na kesinlikle güç yetirilemez. Kimileri de, zina þahitliðinden hareketle bu sayýnýn dört olmasý gerektiðini söylemiþtir. Onlarýn bu görüþlerinin batýl olduðunun delili þudur; ilim ifade etmediði halde, tek tek kiþilerin sözünün kabul edileceði sabit olduðuna göre, sayý þartýný ileri sürmek keyfi hüküm vermek olup, böyle bir þart ancak ya bir nass ya da mansus üzerine yapýlan bir kýyas ile bilinebilir. Bu yönde bir nass bulunduðunu iddia etmek mümkün deðildir. Sahabeden nakledilen ´tek kiþinin haberine destek arama giriþimi´ ise, iki-üç olayda, yukarýda zikrettiðimiz sebepler yüzünden söz konusu olmuþtur. Hakkýnda yalnýzca aiþe´nin sözüyle, peygamber´in hanýmlarýnýn sözüyle, abdurrahman b. Avf, ebu hureyre ve daha birçoklarýnýn sözüyle hüküm verdikleri olaylara gelince; týpký tek kiþinin þahitli­ðini kabul etmediklerini kesin olarak bildiðimiz gibi, onlarýn haber-i vahidi kabul ettiklerini de, uygulamalarýndan kesin olarak biliyoruz. Þayet sayý þartýný koþan­lar görüþlerini rivayetin þehadete kýyasýndan aldýlarsa, bu kýyas kesinlikle batýl­dýr; çünkü sahabenin bu iki iþlem arasýnda fark gözettikleri uygulamalarýndan bi­linmektedir. Diðer yandan rivayet, hürriyet ve erkeklik þartý yönünden niye þeha-dete kýyas edilmiyor! Zina þahitliðinde dört kiþinin þahitlik etmesi þart koþulmuþ­tur. Hilalin görülmesi ve ebenin þahitliðinde ise bir kiþi yeterli görülmüþtür. Böy­le bir kýyas icnýa´ýn çiðnenmesi sonucuna götürür; eðer kýyas yapmak vacip ise bunlar arasýnda hiç bir fark yoktur.

2) ikinci þart, -aslýnda bu þart bize göre birinci þarttýr; çünkü bize göre riva- n 156 yette sayý þartý yoktur tekliftir". Çocuðun rivayeti kabul edilmez; çünkü çocukta henüz ALLAH korkusu yoktur ve onu yalan söylemekten caydýracak bir etken de yoktur. Bu bakýmdan çocuðun sözüne güven hasýl olmaz. Þahitliðin kabulünde nefsin sükununa ve zannýn hasýl olmasýna tabi olunmaktadýr. Fasýk, çocuktan da­ha güvenilirdir. Hiç deðilse fasýkta hem ALLAH korkusu vardýr ve hem de dini ve aklý onun için bir caydýrýcýdýr. Çocukta ise ALLAH korkusu diye bir þey yoktur. Öyleyse çocuðun sözü evleviyetle reddedilir. Çocuðun rivayetinin reddi hususun­da bu yaklaþýmý tutamak yapmak, çocuðun ikrarýnýn reddedilmesini tutamak yap­maktan daha uygundur. Bazýlarý çocuðun rivayetinin reddini þöyle gerekçelendir-miþlerdir; çocuðun kendi nefsinden hikaye ettiði þeyler (yaptýðý ikrar) kabul edil­mediðine göre, baþkasýndan rivayet ettiði þeylerin kabul edilmemesi daha evladýr. Bu tutamak, köle örneðiyle boþa çýkmaktadýr; çünkü kölenin ikrarý kabul edilme­diði halde rivayeti kabul edilir. Her ne kadar kölenin ikrarýnýn kabul edilmeme­sinin sebebi, bu ikrarýn efendinin mülkünü içermesi ise de, -efendinin mülkü do­kunulmazdýr-, çocuðun mülkü de, çocuðun maslahatý gerekçesiyle kendisinden bile korunmuþtur. Teklife taalluk etmeyen hususlarda ise çocuðun sözü, hatta du­rumu tesir edebilir ve ona iktida edilebilir. Týpký dürüst kiþiye ve facire iktida edilebildiði gibi, çocuk ve eriþkine de iktida edilebilir. Fasýkýn þahitliði kabul edilmez. Çocuk, fasýka nisbetle yalan hususunda daha cüretkardýr.

Çocuk eðer, tahammül anýnda mümeyyiz, eda anýnda eriþkin ise, onun bu rivayeti kabul edilir. Çünkü gerek tahammülünde gerekse edasýnda bir kusur yoktur. Sahabenin, îbn abbas, ibnu´z-zübeyr, numan b. Beþir ve benzeri genç sahabilerin haberlerini, buluðdan önce tahammül edilmiþiyle buluðdan sonra ta­hammül cdimiþi arasýnda ayýrým yapmaksýzýn, kabul hususundaki icmai, mümey­yiz çocuðun iþitmesinin (semâ) kabul edileceðine delalet eder. Buradan hareketle selef ve halef, çocuklarý rivayet meclislerine dahil etmiþler ve küçükken taham­mül ettikleri hususlardaki þahitliklerini kabul etmiþlerdir.

Denirse ki:

Bazý alimler, kendi aralarýnda cereyan eden saldýrý ve yaralama (cinayet) gibi olaylarda çocuklarýn þahitliðinin kabul edileceðini söylemiþtir. Deriz ki:

Çocuklarýn çok sayýda olup, birbirlerinden ayrýlmadan önce þahitlikte bu­lunmalarý durumunda, bu, bir nevi karinelerle istidlaldir. Ancak eðer çocuklar birbirlerinden ayrýlýrsa, onlara yanlýþ bir telkin yapýlabilir ve onlarý telkine kapýl­maktan alýkoyacak bir engel (vâ/i) de yoktur. Çocuklarýn bu husustaki þâhitliklc-riyle hüküm veren kiþi, ancak, çocuklar arasýnda bu tür cinayet olaylarýnýn çok meydana gelmesi ve hükmün karineler yardýmýyla bilinmesine duyulan ihtiyaç sebebiyle hüküm vermiþtir. Bu bakýmdan çocuklarýn þahitliði, normal þahitlik yöntemine göre olmaz.

3) ravinin zabt sahibi (zabýt) olmasý.

Tahammül anýnda mümeyyiz olmayan veya tnuðaffel olan kiþi, ezberlediði þeyi, aslýna uygun olarak eda edebilecek biçimde iyi zabt edemez; dolayýsýyla, fa-sýk olmasalar bile, böyle kiþilerin sözüne güven olmaz.

4) ravinin müslüman olmasý:

Kafirin rivayetinin kabul edilmeyeceðinde görüþ ayrýlýðý yoktur. Çünkü ka­fir din hususunda töhmet altýndadýr. Her ne kadar ebû hanîfe, kafirlerin birbirleri hakkýndaki þahitliklerini geçerli saymýþ ise de, rivayetinin reddi hususunda mu­halefet etmemiþtir. Kafirin rivayetinin reddi konusundaki dayanak, -her ne kadar kendi dini açýsýndan adil olsa bile-, kafirden dindeki bu makamýn (rivayet) ehli­yetinin alýnmasý hususunda gerçekleþen icmadýr. Bu dayanak, ´fasýkýn þahitliði merduddur; küfür ise en büyük fasýklýktýr; fasýkýn þahitliði kabul edilmediðine göre kafýrinki hiç kabul edilmez´ þeklindeki sözümüzden daha uygundur. Nite­kim ALLAH teala ´size bir fasýk bir haber getirirse, onu araþtýrýn´ {hucurat, 49/6} [ý, 157] demiþtir. Çünkü fasýk masiyete cüret ediþi sebebiyle töhmet altýndadýr. Dinine baðlý bir kafir ise belki bu töhmet altýnda deðildir. Þu kadar ki kafirin rivayet ma­kamýndan tecrit edilmesi konusundaki dayanak icmadýr.

Denirse ki:

Bu yaklaþým yahudilere, hýrýstiyanlara ve bizim dinimize inanmayanlara uygun düþer. Çünkü inanmadýklarý bir din hususunda onlarýn hakemliklerine baþ­vurulmasý siyaset açýsýndan uygun deðildir. Peki tevilci kafir (el-kafirul-müteev-vil) hakkýndaki görüþünüz nedir? Tevilci kafir, tekfir sebebi olan bir bidate kail olan kiþi olup, dîni tazim etmekte, masiyetten kaçýnmakta ve kafir olduðunu bil­memektedir. Bunun rivayeti niçin kabul edilmesin! Nitekim þafiî, her ne kadar bidati sebebiyle fasýk olsa bile, bazý bidat ehlinin rivayetini kabul etmiþtir. Çünkü bu kiþi fýþký hususunda tevil yapmaktadýr.

Deriz ki:

Tevil yapan bidatçinin rivayetine biraz sonra deðineceðiz. Kafire gelince;kafir, tevilci bile olsa bunun rivayeti kabul edilmez. Çünkü her kafir kendince bir tevil yapmaktadýr. Msl. Yahudi kendisinin kafir olduðunu bilmemektedir. Tevilci olmayan, yani gerçeði kalbiyle bilmesine raðmen diliyle inat eden kafir ise, pek enderdir. Tevilcinin yalandan korunmasý, bir hýnstiyanýn yalandan korunmasý gi­bi olup, dikkate alýnmaz. Aksine bu makam, ancak müslümanlýkla elde edilir. Bu husus kýyas yoluyla deðil, icma ile bilinmektedir.

5) adalet

ALLAH teala ´size bir fasýk bir haber getirirse, onu araþtýrýn1 {hucurat, 49/6f demiþtir. Bu ifade fasýkýn sözüne itimat etmekten men ve gerek rivayet ve gerek­se þehadette adaletin þart olduðuna dair bir delildir. Adalet siret ve din hususunda istikametten ibaret olup, özü nefiste yerleþen ve kiþiyi hem müruet ve hem de takvaya sevkeden bir duruma racidir. Bu durumun neticesinde o kiþinin doðru söylediðine dair nefsin güveni oluþur. Kendisini yalandan alýkoyacak bir biçimde aiiahtan korkmayan kiþinin sözüne güven olmaz. Kiþinin bütün günahlardan ma­sum olmasýnýn þart olmadýðýnda görüþ ayrýlýðý yoktur. Yine büyük günahlardan kaçýnmasý yeterli olmayýp, bir baþ soðan çalmak ve bilerek bir buðday tanesi ka­dar hafif tartmak gibi küçük günahlardan, kýsaca dünyevi amaçlar uðruna yalana cüret etmeye varacak derecede dininin gevþekliðine delalet eden her þeyden ka­çýnmasý gerekir. Hatta yolda bir þey yemek, caddeye iþemek (ve tükürmek), dü­þük kiþilerle arkadaþlýk etmek ve ifrat derecede mizah yapmak gibi, mürueti ze­deleyen mubahlardan kaçýnmak da adalet hususunda þart koþulmaktadýr. Ýcma alanýný aþan durumlarda, bu husustaki ölçü, takdirin hakimin içtihadýna býrakýl­masýdýr. Kiþinin yaptýðý bir iþ, hakime göre, o kiþinin yalan söylemeye cüret ede­bileceðine delalet ediyorsa, þahitliðini reddeder; buna delalet etmiyorsa reddet­mez. Bu takdir iþi de müetehidden müetehide deðiþiklik gösterir. Bu hususun ay­rýntýsý, usulün deðil fýkhýn kapsamýndadýr. Öyle kiþiler vardýr ki, gýybeti alýþkan­lýk haline getirmiþlerdir ve hakim bu alýþkanlýðýn o kiþinin karakteri olduðunu, onsuz yapamadýðým, fakat bu kiþinin kesinlikle yalancý þahitlik yapmayacaðýný bilebilir. Hakimin, kendi içtihadýna göre, bu kiþinin þahitliðini kabul etmesi kendisi açýsýndan caizdir. Bu durum farklý yörelerdeki adetlere göre ve insanlarýn küçük günahlardan birkýsmýný büyütme hususundaki farklýlýklarýna göre deðiþik­lik gösterir. Adalet þartýna iliþkin olarak iki mesele ortaya çýkmaktadýr.

Mesele: (adaletin muhtevasý)

Iraklý alimlerden kimileri, adaletin, açýk bir fýsktan uzak olarak, müslüman-ýýðý izhar etmekten ibaret olduðunu söylemiþtir. Buna göre durumu bilinmeyen her müslüman adildir. Bize göre ise böyle kiþilerin adaleti ancak, denemekle, si-ret ve genel tutumunu araþtýrmakla bilinebilir. Onlarýn bu görüþünün batýl oldu­ðunu þu hususlar göstermektedir:

A)fasýkýn þehadeti ve rivayeti, -hem kuran nassý ile ve hem de haber-i va­hidin kabul edilmesinin delilinin, sahabenin bunu kabul etmesi ve onlarýn bu yöndeki icmaý olduðunu bilmemiz nedeniyle-, merduddur. Sahabenin bu kabulü, ancak adil kiþiler hakkýnda nakledilmiþtir. Þayet fasýkýn rivayeti kabul edilecek olursa, bu kabul ya icma delili ya da hakkýnda icma bulunan adil kiþiye kýyasla olur. Fasýkýn haberinin kabulüne dair icma bulunmadýðý gibi, fasýk, sözüne güven oluþmasý bakýmýndan adil kiþi anlamýnda da deðildir. Öyleyse fasýklýk, týpký (ri­vayet açýsýndan) çocukluk ve küfür gibi, þehadet açýsýndan da kölelik gibi, riva­yete engeldir. Bu hasletler bakýmýndan durumu meçhul olan kiþinin de sözü ka­bul edilmez. Fýsk açýsýndan durumu bilinmeyen kiþi de böyledir. Çünkü eðer bu kiþi fasýk ise, rivayeti zaten kabul edilmez; yok eðer adil ise bu defa da bilinmez­lik (cehl) yüzünden kabul edilmez. Çocukluðunda, köleliðinde ve küfründe kuþ­ku duyduðumuz kiþi ile bunun arasýnda hiç bir fark yoktur.

B)meçhulün þehadeti makbul olmadýðý gibi, rivayeti de makbul deðildir. Onlar (bahsi geçen ýrak ehli), mali þehadeti kabul etmeseler bile, ceza (ukubat) þahitliðini teslim ederler. Halbuki meçhul kiþi, ukubat hususunda da merduddur. Diðer þartlar hususunda aralarýnda farklýlýk olmakla birlikte rivayet ve þehaddette güvenirliðin yolu aynýdýr.

C)avamýn, ietihad mertebesine ulaþýp ulaþmadýðý bilinmeyen müftinin sö­zünü kabul etmesi caiz deðildir. Alim olup olmadýðýnýn bilinmemesi durumu da böyledir. Hatta onlar, adaletinin ve fýþkýnýn bilinmemesi durumunda da sözünün kabul edilmeyeceðini teslim ederler. Müftinin, kendi nefsinden kendi içtihadýný haber vermesiyle, baþkasýndan bir haber nakletmesi arasýnda ne fark vardýr!

D)fer, aslýn þahidi olarak belirlenmedikçe, fer´in þahitliði dinlenmez. Bu ki­þi hakim nezdinde meçhuldür. Eðer meçhulün þehadeti makbul olsaydý, fer´in ta­yin ve tarifine gerek kalmazdý. Bu husus, meçhulün þahitliðini kabul edenlere karþý bir red olup, bunun cevabý yoktur.

Denirse ki:

Fer, aslýn þahidini zikretmek durumundadýr. Çünkü, hakim belki de onu fýsk ile tanýmaktadýr ve þehadetini reddetmektedir. Deriz ki:

Eðer adaletin tanýmý, bir fýsk ortaya çýkmaksýzýn, müslümanlýk ise, bu husus zaten gerçekleþmiþtir. Öyleyse fýsk ortaya çýkýncaya deðin araþtýrma yapmak ge­rekli deðildir. Öte yandan öne sürdükleri bu itiraz, mürsel haberle boþa çýkmakta­dýr. Çünkü onlar þeyhin zikredilmesini gerekli görmemiþlerdir. Halbuki, kendisi­ne rivayette bulunulan kiþi, adý zikredilmeyen þeyhin fasýk olduðunu biliyor ola­bilir.

E)haber-i vahid konusunda bizim dayanaðýmýz, sahabenin amelidir. Onlar, meçhulün haberini reddetmiþlerdir. Ömer, ´doðru mu yalan mý söylediðini bilme­diðimiz bir kadýnýn sözünü nasýl kabul ederiz´ diyerek fatýma bt. Kays´ýn haberini reddetmiþtir. Ali, eþcafnin haberini reddetmiþtir. Yine ali raviye yemin ettirmekleydi; üstelik, zahirinden fýsk deðil, adalet anlaþýlan kiþilere yemin ettiriyor­du. Sahabenin bir kýsmý meçhulün haberini reddediyor; diðerleri ise buna karþý çýkýnýyorlardý. Yani kimisi reddediyor, kimisi susuyordu. Adil kiþinin haberinin kabul edileceði hususunda icma ettikleri buna benzer bir yolla ortaya çýkmakta­dýr. Zira kimisi bunu kabul ediyor; kimisi karþý çýkmaksýzýn ve itiraz etmeksizin susuyordu.

0 hz. Peygamber, çeþitli memurluklar ve teblið amacýyla civar bölge halk- [i? 159 larýna göndereceði kiþilerde adalet, iffet ve takva arardý. En muttaki olaný arama­sýnýn sebebi, onlarý, yalnýzca adil kiþinin sözünü kabul etmekle mükellef tutmasý-dir.

Bu zikredilenler, içtihada açýk ve kesine yakýn kuvvetli delillerdir. Þu kadar ki bu konu kat´î deðil, içtihadý bir konudur. .[14]

Karþýt Görüþ Sahiplerinin Þüpheleri:

A)Hz. Peygamber, rü´yet-i hilal konusunda, hakkýnda müslümanliðýndan baþka bir þey bilmediði halde, tek baþýna bir bedevinin sözünü kabul etmiþtir.

Deriz ki: bir insanýn bedevi olmasý, adaletinin, hz. Peygamber nezdinde, vahiy yoluyla veya deneme yoluyla veya tanýyanlarýn tezkiyesiyle, biliniyor ol­masýna engel deðildir. O kiþinin, hz. Peygamber nezdinde meçhul olduðunu size kim söylüyor!

B)sahabe, kölelerin, kadýnlarýn ve bedevilerin sözünü kabul etmiþtir; çünkü onlan fýsk ile deðil müslümanlýk ile tanýyordu.

Deriz ki:

Sahabe, hz. Peygamberin hanýmlarýnýn sözünü ve arkadaþlarýnýn hanýmlarý­nýn sözünü kabul etmiþtir. Gerek kendilerinin gerekse mevalilerinin adaleti onlar nezdinde yaygýn olarak bilinmekteydi. Eþcaî´nin ve fatýma bt. Kays´ýn sözünü reddetmelerinde olduðu gibi onlar, adaletini bilmediklerinde reddetmiþlerdir.

C) derler ki;

Þayet bir kafir müslüman olsa ve o anda þehadet veya rivayette bulunsa, bu konuda ne dersiniz? Eðer bu kiþinin þehadetini kabul etmeyiz derseniz, bu pek doðru olmaz. Eðer kabul ederseniz, bu kabulün o kiþinin müslümanlýðýndan ve fýþkýnýn bilinmemesinden baþka bir dayanaðý yoktur. Müslümanlýk süresinin uza­masý sebebiyle o kiþinin fýþkýna dair bir þey öðrenmeksizin bir süre geçse, biz bu kiþinin sözünün reddini vacip görmeyiz.

Deriz ki:

Biz bunun rivayetinin kabul edileceði görüþünde deðiliz. Nitekim, çok ya­lancý biri müslüman olmakta ve eski karakteri üzere kalabilmektedir. Biz bu kiþi­nin kalbinde kendisini yalan söylemekten alýkoyacak bir korkunun varlýðýna muttali olmadýðýmýz sürece þahitliðini kabul etmeyiz. Takva kalptedir ve temeli kor­kudur. Ancak bu korkunun varlýðýna, kiþinin hal ve hareketleri, tavýrlarý delalet eder. Biz bu kiþinin rivayetini kabul edecek olsak bile bu kabulümüz onun yeni müslüman olmasý sebebiyledir. Henüz iþin baþýnda ve tazeliðinde olan kiþi ile ül­fetin uzamasý sebebiyle kalbi katýlaþmýþ kiþi arasýnda ne kadar fark vardýr!

Denirse ki:

Eðer adalet nefiste bulunan gizli bir durum (hey´et) ise ve temeli de korku ise, -ki bu müþahede edilemez; aksine, buna kesin olmayan halta zanna galip ge­len þeylerle istidlal edilebilir-, bu korkunun temeli imandýr ve iman zahir bir þe­kilde korkuya delalet eder. Öyleyse biz kiþinin iman etmiþ olmasýný yeterli göre­lim.

Deriz ki:

Müþahede ve tecrübe göstermiþtir ki müminlerin fasýklannýn sayýsý adilleri­nin sayýsýndan daha fazladýr. Yakinen bildiðimiz bir konuda kendimizi nasýl kuþ­kuya düþürebiliriz! Öte yandan ukubat þahitliði, aslýn þahitliði, adalet açýsýndan müflinin durumu ve teslim ettiðiniz diðer hususlarda da sadece imanuyeterli gör­seydiniz ya!

D) derler ki:

Etin boðazlanmýþ hayvan eti olduðu, hamamdaki suyun temiz olduðu, cari­ye diye satýlan kadýnýn, -cinsel iliþkinin helal olabilmesi için- evli veya iddet bek­liyor olmayýp cariye olduðu gibi hususlarda meçhul müslümanýn sözü kabul edi­lir. Ayný þekilde, namaz kýldýrmak için imam olduðunda, meçhul birinin hadesten ve cünüplükten temiz olduðuna dair sözü kabul edilir. Suyun pis olduðunu haber veren kiþinin sözü, zahiren müslümanlýðma dayanýlarak, kabul edilir. Yine kör birine kýbleyi haber veren kiþinin sözü de böyledir.

[ý, 160] deriz ki:

Akit yapan kiþilerin sözü, bu kiþilerin meçhul olmalarý sebebiyle deðil, fýþ­kýn yaygýnlýðý sebebiyle kabul edilir. Bu, gerek fasýklarýn çokluðu sebebiyle ge­rekse insanlarýn muamelata ihtiyaç duymalarý sebebiyle verilmiþ bir ruhsattýr. Dürüst (berr) ve facir kiþilere iktidanýn caizliði de bunun gibi olup gizlemek þart deðildir. Kýble ve suyun temizliðine dair habere gelince; haber veren kiþinin sö­züne iliþkin olarak nefiste tatmin (sükunu´n-nefs) oluþmadýðý sürece, bu gibi ha­berlerin kabulü vacip deðildir. Meçhul kiþiye nefis tatmin olmaz. Hatta yalandan kaçýndýðý tecrübe edilmiþ fasýk kiþiye olan tatmin bundan daha da aðýr basar. Kul ile ALLAH arasýnda özel olan bir þeyin tatmine (nefsin sükununa) havale edilmesi yadýrganacak bir þey deðildir. Rivayet ve þehadete gelince; bunlarýn durumu daha yüksek ve riski daha geneldir. Bu bakýmdan baþka þeylere kýyas edilemezler. Bu hususlar tamamiyle zannî-ietihadî suretlerdir. Þu kadar ki fasýkýn ve meçhulün haberinin reddedileceði kesine yakýndýr.

Mesele: (tevilci fasý kýn þahitliði)


Tevilci -yani kendisinin fasýk olduðunu bilmeyen- fasýkin þahitliðinin ka­bul edilip edilmeyeceðinde ihtilaf edilmiþtir. Þafiî, ´ben, hanefî birinin þahitliðini kabul ederim; nebiz içmesi durumunda ise ona had uygulan m´ demiþtir. Çünkü

Nebiz içmek, kesin olmayan bir fýsktýr. Kesin olan fýsk ise, diyarlarý, çoluk çocu­ðu öldürmeyi mubah sayan haricîlerin fýþkýdýr. Bunlar kendilerinin fasýk olduðu­nu bilmemektedirler. Þâfýî, rafý zam n hattâbiye kotu dýþýndaki bid´at ehlinin (eh-lu´l-ehva) ehlinin þahitliðinin kabul edileceðini söylemiþtir. Çünkü hattâbiye mezhebi, kendi mezheplerinden olan kiþiler için yalancý þahitlik yapmanýn caiz olduðu görüþündedir. Kadý´nýn tercihi, bidatçinin rivayetinin ve þahitliðinin kabul edilmeyeceði yönündedir. Çünkü bidatçi, hem iþlediði fiil sebebiyle hem de yap­týðý iþin haramlýðýný bilmemesi sebebiyle fasýktýr; dolayýsýyla bunun fýþký ikiye katlanmýþtýr. Kadý, bidatçinin, kendi fýþkýný bilmemesinin, týpký kendisinin kafir­liðini ve köleliðini bilmemek gibi olduðunu zannetmiþtir. Bu görüþ ayrýlýðýnýn kaynaðý þudur: fýsk, týpký küfür ve kölelik gibi, ehliyeti gideren bir makam ek­sikliði (noksan-ý mansýb) olduðu için mi þehadetin reddine sebeptir, yoksa fasýkýn þehadeti, töhmet sebebiyle mi reddedilmektedir? Bidatçi ise, yalandan kaçýnmak­ta; dolayýsýyla töhmet altýnda bulunmamaktadýr. Ýþte þafiî´nin sözü bu noktaya iþaret etmektedir. Bu husus içtihada açýktýr.

Ebû hanîfe ise, küfür ve fýþkýn ehliyeti gidermediði, ancak töhmeti gerek­tirdiði görüþündedir. Ebû hanîfe bu yüzden zimmet ehlinin birbirleri hakýndaki þahitliðini kabul etmiþtir. Kadý´ya göre, her ikisi de bir makam eksikliði olup, eh­liyeti giderir. Þafiî´ye göre ise küfür, bir makam eksikliðidir; fýsk ise, þehadetin reddini, töhmet sebebiyle, gerektirir. Bizce de zanna en galip gelen görüþ budur.

Denirse ki:

Bu yaklaþým þâfýî açýsýndan iki yönden müþkildir. Birincisi; þafiî, fasýkýn þahitliði ile nikah akdinin inikad etmeyeceðine hükmetmiþtir. Nikah akdinin ini-kad etmemesi, ehliyetin yokluðu sebebiyledir. Ýkincisi; eðer fasýkýn þahitliðinin kabul edilmemesi töhmet sebebiyle ise, bu kiþinin doðru söylediðine hakimin zanný galibi bulunduðunda, bunun þahitliðini de kabul etsin!

Deriz ki:

Birinci müþkilin kaynaðý, hz. Peygamberin ´nikah ancak veli ve iki adil þahit iledir´[15] sözüdür. Sâri´, týpký veli þartýný getirmesi ve zina þahitliðinde sayý ziyadesinde bulunmasý gibi, þahitlik ehliyetinde de bir ziyadeyi þart koþabilir. Ýkinci müþkilin sebebi de, zannlarýn deðiþiklik göstermesidir. Bu gizli bir durum olup, þer´ onu zahir bir sebebe baðlamýþtýr. Bu zahir sebeb de özel bir sayý ve özel bir vasýftýr. Bu özel vasýf ise adalettir. Öyleyse, týpký ukubat konularýnda olduðu gibi ve yine babanýn iki oðlundan biri için diðerinin aleyhine þahitliðinin reddedilmesinde olduðu gibi, gizli manaya deðil, açýk sebebe ittiba etmek gere­kir. Nitekim baba, itham edilebilir ve þehadeti reddedilebilir. Çünkü babalýk, töh­met zan m doðurabilecek bir kaynak olduðundan, babanýn adaleti dikkate alýn­maz. Halbuki töhmetin kaynaðý gerçekte bile bile fýþký irtikap etmektir. Diðer ta­raftan sahabenin, gerek haberler gerekse þehadet hususunda, tevilci fasýk oldukla­rý halde haricîlerin sözünü kabul etmeleri, þafiî´nin görüþüne delalet etmektedir. Tabiun da ayný þeyi devam ettirmiþtir; çünkü hariciler, yalandan kaçýnýyor ve fýsk içinde olduklarýný bilmiyorlar.

Denirse ki: bu hususta icma bulunduðu iddia edilebilir mi? Deriz ki:

Hayýr! Çünkü biz biliyoruz ki ali ve diðer imamlar, osman´ýn katillerinin ve haricilerin sözünü kabul etmiþlerdir. Fakat ayný þeyi bütün sahabilerin yaptýðýný bilmiyoruz. Belki aralarýnda bunu kabul etmediklerini gizleyenler vardý ve bunlar ictihad konusu olan bir meselede imama karþý çýkmýyorlardý. Kaldý ki sahabenin tamamý, haricilerin sözünü kabul etmiþ bile olsa, bu bütün sahabilerin haricile­rin fýþkýna kanaat getirdiðini göstermez. Hatta haricilerin icma ehlinden oldukla­rý da düþünülürse, böyle bir þeyi var saymak mümkün deðildir. Onlar kendileri­nin fýsk içinde olduklarýna deðil, hasýmlarýnýn ve osman ile taiha´nýn fýsk içinde olduklarýna kanaat getirmiþlerdi. Ammâr b. Yâsir, adiyy b. Hâtem, ibnu´l-kevvâ, ester en-nehaî ve daha bir gurup ümera bu noktada haricilere katýlmýþ­lardýr. Ali de, fitne çýkar endiþesiyle bunlara karþý çýkmaktan çekinmiþtir.

Denirse ki:

Eðer onlar haricilerin fýþkýna kanaat getirmeselerdi, kendileri fasýk olurdu.

Deriz ki:

Hayýr böyle deðil! Fýska ve küfre götüren þeyleri bilmemek fýsk ve küfür deðildir. Kýsaca; sahabenin, haricilerin rivayetini kabul etmesi, onlarýn fasýkýn haberinin töhmet sebebiyle reddedileceði kanaatinde olduklarýný ve tevilciyi de itham etmediklerini gösterir. -en iyi bilen Allahtýr-.[16]



Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:55:49

Rivayet Ve Þehadet Konusunda Son Söz:

Teklif, müslümanlýk, adalet ve zabt hususunda, rivayet ve þehadet müþte­rektir. Bu dört hususun dýþýnda kalan hürriyet, erkeklik, görme, akrabalýk, sayý ve düþmanlýk gibi altý hususun ise rivayete deðil, þehadete etkisi vardýr. Çünkü riva­yetin hükmü her hangi bir kiþiye özel olmayýp genel olduðu için, ona dostluk* ak­rabalýk ve düþmanlýðýn etki edeceði düþünülemez. Bu bakýmdan hz. Peygambe­rin çocuklarý kendisinden ve her çocuk kendi babasýndan rivayette bulunabilir. Gözleri görmemekle birlikte sesleri iyi zabt eden kiþinin þahitliði kabul edilmemekle birlikte, rivayeti makbuldür. Zira sahabe aiþe´den, sesine itimaden riva­yette bulunurlardý. Bu durumda sahabe, aiþe´ye nisbetle, görmeyen kiþi duru­mundadýr. Rivayet ettiði haber ister kýyasa uygun isterse aykýrý olsun, ravinin alim ve fakih olmasý þart deðildir. Zira nice fýkýh taþýyýcýsý vardýr ki fakih deðildir ve niceleri de fýkhý, kendilerinden daha fakih olanlara taþýr. Rivayette þart olan, saðlam ezberlemektir. Ravinin alimlerin meclislerine devam etmesi ve hadis din­lemesi de þart deðildir. Aksine sahabe, sadece bir tek hadis rivayet eden bedevi­nin sözünü de kabul etmiþtir. Ancak alim ve fakih olmayan kiþinin rivayeline, bu iþlerle meþgul olan alim birinin rivayeti muarýz olduðunda tercihin nasýl yapýla­caðýnda, ileride geleceði üzere, tartýþma vardýr. Hadis konusunda, ciddiyetsizlikle veya tesahül ile veya aþýrý yanýlgý (sehv) ile tanýnan kiþilerin rivayeti kabul edil­mez. Çünkü böyle kiþilere güvenilmez. Ancak kiþinin kendi iþindeki ciddiyetsiz- [{t j62 lik ve tesahülü (rivayet ettiði haberin) reddini gerektirmez. Ravinin, nesepçe taný­nýyor olmasý da þart deðildir. Aksine bir kiþinin adaleti biliniyor ise, nesebinin bi­linmiyor olmasý bir tarafa, nesebi olmasa bile, rivayet ettiði hadis kabul edilir. Zatý hiç tanýnmayan (mechulul-ayn) birinden yapýlan rivayeti kabul etmeyiz. Vasfý bilinmeyen kiþinin rivayetini kabul edenler bile, zatý bilinmeyen kiþinin ri­vayetini kabul etmezler. Çünkü þayet bu kiþinin zatýný bilecek olsa, belki de onu fisk ile bilecektir. Zatý tanýnýp fjský bilinmeyen kiþinin durumu böyle deðildir. Ýs­mini zikrederek birinden rivayette bulunsa ve bu isimde, biri cerh edilmiþ diðeri adil olan iki kiþi olsa, tereddüt sebebiyle bu rivayet kabul edilmez. .[17]

3. Cerh Ve Tadil

Bu konu dört alt baþlýk altýnda incelenecektir.

A. Tezkiye Edenlerin Sayýsý:


Tezkiye edenlerde sayý þartýnýn aranýp aranmayacaðýnda alimler ihtilaf et­miþlerdir. Bazý hadisçiler, þahidin tezkiyesindeki gibi, gerek tezkiye eden ve ge­rekse cerhedende sayýyý þart koþmuþlardýr. Kadý ise, -her ne kadar þehadet konu­sunda tezkiyecilerin sayýsý ile destekleme daha ihtiyatlý olsa da-, ne þahidin ve ne de ravinin tezkiyesinde sayýyý þart görmektedir. Kimileri de bunun rivayette deðil þehadette þart olduðunu söylemiþlerdir. Bu konu fýkhî bir mesele olup, bize göre en açýðý, sayýnýn rivayette deðil þehadette þart olmasýdýr. Çünkü, rivayetin sabit olduðu sayýnýn, bizzat rivayete bir artýsý yoktur.

Denirse ki:

Sahabenin, tek kiþinin rivayetini kabul ettikleri sahih olarak nakledildiði halde, tek kiþinin tezkiyesini kabul ettikleri nakledilmcmiþtir. Öyleyse bu hususla þer´in kýyasýna baþvurulmalýdýr.

Deriz ki:

Biz sahabenin neyi çok yaptýklarýný ve neyi yapmadýklarýný biliyoruz. Nîtekim biz, sahabenin, ebu bekr´in rivayetini kabul ettikleri gibi, onun tadilini de kabul ettiðini bilmekteyiz. Nasýl olur da bir þeyin þartý, o þeyin aslýna ziyade ya­pabilir! Muhsanlýk (ihsan) iki kiþinin sözüyle sabit olduðu halde, zina ancak dört kiþinin sözüyle sabit olmakta ve muhsanlýk zinaya kýyas edilmemektedir. Biz ay­ný þekilde, týpký rivayetleri kabul edildiði gibi, kölenin ve kadýnýn rivayet husu­sundaki tezkiyesinin de kabul edileceðini söylüyoruz. Bütün bunlar þebehî kýyas­larla sabit olan meseleler olup, usulde bunlara uzun uzadýya yer vermek anlam­sýzdýr.[18].

B. Cerh Ve Tadil Sebebinin Zikredilmesi:

Þafiî, cerh sebebinin açýklanmasý gerektiðini, tadil sebebinin açýklanmasýna ise gerek bulunmadýðýný söylemektedir. Çünkü cerh konusundaki görüþler birbi­rinden farklý olduðu için, birinin cerh sebebi saydýðý þeyi, bir diðeri cerh sebebi saymayabilir. Adaletin ise bir tek sebebi vardýr. Kimi alimler sebebi zikredilme­yen mutlak cerhin, sikahðý kaldýracaðýný, mutlak tadilin ise, insanlarýn zahir üze­rine bina etmeye koþuþturacaðý gerekçesiyle, sikalýk oluþturmayacaðýný; dolayý­sýyla tadil sebebinin de zikredilmesi gerektiðini söylemiþlerdir. Kimileri de, aný­lan iki gurubun sözlerinin toplamýndan hareketle, hem cerhin hem de tadilin se­bebinin zikredilmesi gerektiðini söylemiþlerdir. Kadý´ya göre ise her ikisinde de [ý, 163] sebebin açýklanmasýna gerek yoktur. Çünkü kiþi, eðer bu iþin inceliklerini bilmi­yorsa zaten tezkiye için uygun deðildir. Eðer bu iþin uzmaný ise, bu takdirde de soru sormanýn anlamý yoktur. Bize göre sahih olan ise, bunun, müzekkinin duru­muna göre deðiþiklik göstereceðidir. Basiret ve zabtýna güven duyulan kiþinin mutlak ifadesiyle yetinilebilir. Zatý bakýmýndan adil olduðu bilinen, fakat adaletin þartlarýný bilip bilmediði (basiret) bilinmeyen kiþiye gelince; eðer onu tanýyýp bi­len birini bulamazsak doðrudan kendisine baþvururuz ve ondan detaylý açýklama isteriz. Cerh ve tadilin tearuz etmesi durumunda, cerhi takdim ederiz. Çünkü cerh eden kiþi, tadil eden kiþinin bildiðine ilave bir bilgiye sahiptir ve tadil eden kiþi bu ziyadeyi nefyetmemiþtir. Eðer bu ilaveyi nefyedecek olursa, tezkiye eden kiþi­nin adaleti batýl olur. Zira nefy, ancak, birisi onu adam öldürme sebebiyle cerhe-derse ve tadil eden de öldürdüðü iddia edilen kiþinin daha sonra hayatta olduðu­nu gördüm derse, bu durumda cerh ve tadil tearuz etmiþ olur. Eðer tadil edenlerin sayýsý daha fazla ise, bu durumda tadilin cerhe takdim edileceði söylenebilir. Þu kadar ki bu görüþ zayýftýr. Çünkü cerhin takdim edilme sebebi, cerheden kiþinin ilave bir bilgiye sahip olmasýdýr ve bu ilave bilgi sayý çokluðu sebebiyle ortadan kalkmaz.[19]

C. Tezkiye:


Tezkiye, ya söz ile, ya kendisinden rivayette bulunmak ile, ya onun rivayet ettiði bir haberle amel etmek ile ya da onun þahitliði ile hüküm vermekle olur. Bu dört biçimden en üstünü söz ile olandýr.

1) söz ile yapýlan tezkiye ´o adil biridir; çünkü ben onun þu þu durumlarýný biliyorum´ demekle olur. Adalet þartlarýný bilen biri iken, tadil sebebini zikret­mezse, bu da tezkiye sayýlýr.

2) ikincisi, ondan rivayette bulunmaktýr. Birinden haber rivayet etmenin ta­dil sayýlýp sayýlmayacaðýnda ihtilaf edilmiþtir. Sahih olan þudur: eðer bu kiþinin adetinden veya sarih sözünden, sadece adil olan kiþilerden rivayette bulunulmasý­ný caiz gördüðü biliniyorsa, bu kiþinin birinden rivayette bulunmasý onu tadil etti­ði anlamýna gelir. Aksi halde, rivayeti tadil sayýlmaz. Zira çoðunluk ravilerin adeti, her duyduklarý kiþiden rivayette bulunmaktýr. Bunlardan rivayette bulun­duklarý kiþileri hayýrla anmalarý (sena) istense susup kalýrlar. Zaten yaptýðý riva­yette de tadili açýkça ifade eden bir þey yoktur.

Denirse ki:

Birini fýsk ile tamsa ve daha sonra ondan rivayette bulunsa, dinde saptýrma yapmýþ olur.

Deriz ki:

Biz baþkasýnýn (bu rivayete göre) amel etmesini vacip görmüyoruz. Fakat o kiþi, ´ben falancanýn þöyle dediðini duydum´ demiþ ve bunda da doðru söylemiþ­tir. Öte yandan bu kiþi, fýsk veya adalet ile tanýmadýðý birinden rivayette bulun­muþ ve araþtýrma iþini, bu haberi kabul etmek isteyen kiþiye havale etmiþ olabilir.

3) ihtiyata hamiedilmesi veya kendisine uygun baþka bir delil ile amel et­meye hamledilmesi mümkün olan bir haberle amel etmek tadil deðildir. Amelin bu haberle olduðu yakinen bilinirse bu takdirde amel tadil sayýlýr. Zira; þayet, **** olmayan birinin haberiyle amel edecek olsaydý fasik olacak ve adaleti batjl ola­caktý.

Denirse ki:

Bu kiþi, belki de fýþkýn olmayýþý ile birlikte salt müsliimanlýðýn adalet oldu­ðunu zannetmektedir.

Deriz ki:

Bu durum, söz ile yapýlan tadil için söz konusu olabilir. Biz de zaten amelin söz gibi olduðunu söylüyoruz. Bu ihtimal, adalet sebebinin zikredilmesiyle orta­dan kalkar. Bizim söylediklerimiz mutlak tadil ile yetinmenin ayrýntýsýdýr. Zira sebebin zikredilmesi þart olsaydý, nikah ve alým satým þahitliðinde tüm sýhhat þartlarýnýn zikredilmesi de þart olurdu ki bu pek yerinde deðildir.

Denirse ki:

Belki de kendisi onu adalet ile, bir baþkasý ise fýsk ile tanýmaktadýr.

Deriz ki:

Cerhedilmiþ birinin tadilinde olduðu gibi, onu fýsk ile tanýyan kiþinin, amel etmesi elbette gerekmez.

4) þahitliði ile hüküm verilmesi: bu þekildeki tadil, söz ile yapýlan tadilden daha kuvvetlidir. Ancak birinin þahitliðiyle ve haberiyle hüküm verilmemesi cerh sayýlamaz. Çünkü bazen adil kiþilerin þahitliðinde ve rivayetinde de, cerh dý-þindaki diðer sebepler yüzünden tereddüt edilebilir. Kaldý ki amelin terkedilmesi [t 164] mutlak cerhe bir ziyade getirmemekledir. Çoðunluk alimlere göre bu makbul de­ðildir, özetle söylemek gerekirse, amelin tezkiyesi için, takdim veya baþka bir delil gibi bir yön ortaya çýkmazsa, amelîn terkedilmesi, mutlak cerh gibi olur.[20].

D. Sahabenin Adaleti:

Ümmetin selefine ve halefin çoðunluðuna göre sahabenin adaleti allanýn onlarý kitabýnda tadil etmesi ve övmesi sebebiyledir. ALLAH teaia þöyle buyur­muþtur: ´siz insanlar için çýkýrýlmýþ en hayýrlý ümmetsiniz´ {al-i ýmran, 3/110}; ´sizi böylece orta bir ümmet kýldýk ki, insanlara þahit olasýnýz´ {bakara, 2/143}. Bu hitap, o asýrda mevcut olan kiþilere yapýlmýþ bîr hitaptýr. Yine ALLAH teala ´ALLAH müminlerden razý olmuþtur; çünkü onlar aðacýn altýnda sana beyat etmiþ­lerdir´ {feth, 48/18} ve´es-sâbikune´1-evvelun´ {tevbe, 9/100} demektedir. ALLAH ensar ve muhacirleri birkaç yerde zikretmiþ ve onlarý övmüþtür. Hz. Peygamber de ´en hayýrlý asýr benim asrým, sonra daha sonra gelen asýr..[21] ´Sizden bi­ri dünya kadar altýn infak etse, onlardan birinin bir müd veya yarým müd sadakasýna ulaþamaz´ [22] ´ALLAH benim için arkadaþlar, hýsýmlar ve yardýmcýlar seçti [23]demiþtir. Allamul-ðuyub olan ALLAHýn tadilinden ve hz. Peygamberin tadilinden daha sahih bir tadil olabilir mi! Haklarýnda hiç bir övgü olmasaydý bi­le, hicret, cihad, mal ve caný feda etme, hz. Peygambere muvalat ve yardým ama­cýyla baba ve ailelerini öldürme gibi konularda bize yaygýn ve mütevatir olarak gelen tavýrlarý, onlarýn adaletine kesin olarak hükmetmek için yeterlidir. Kimile­ri, araþtýrma yapmanýn gerekliliði hususunda sahabenin de diðer insanlar gibi ol­duðunu iddia etmiþtir. Kimileri de, baþlangýçtan fitne zuhuruna kadar sahabenin adil olduðunu; sonra durumun deðiþerek kan döküldüðünü; dolayýsýyla sahabenin de araþtýrýlmasý gerektiðini ileri sürmüþlerdir. Mutezilenin çoðunluðu, aiþe, tal-ha ve zübeyr ile bütün ýrak ve þam halkýnýn hak imama karþý savaþmak sebebiy­le fasýk olduklarýný söylemiþlerdir. Kaderiye mezhebinin selefi ise, içlerinden bi­rinin fasýk olduðu ve bunun kim olduðunun bizzat bilinmediði gerekçesiyle, ali, talha ve zübeyr´in, gerek birlikte gerekse ayrý olarak, þahitliklerinin reddedilme­si gerekliðini söylemiþlerdir. Kimileri de, fasýkýn hangisi olduðunun belli olmadý­ðýndan hareketle, bunlardan tek tek her birinin þehadelinin kabul edileceðini; ancak bir muhalife karþý ikisinin birden þahitlik etmesi durumunda, her ikisinin de þahitliðinin reddedileceðini söylemiþlerdir. Kimileri de osman in ve katillerinin fýþkýnda tereddüte düþmüþtür. Bütün bu iddialar, sünnete aykýrý olarak selefe dil uzatmaktýr. Kaldý ki kimileri, sahabe arasýnda cereyan eden hadiselerin ictihad kaynaklý olduðunu; her müctehidin musib olduðunu veya biri musib olmakla bir­likte hata edenlerin mazur olduðunu ve þahitliðinin reddedilemeyeceðini söyle­miþlerdir. Kimileri de bu çekiþme ve tartýþmalarýn ictihadî olmadýðýný; osmanýn katillerinin ve haricilerin kesinlikle hatalý olduðunu, þu kadar ki onlar, tevilci olup, hatalarýný bilmediklerini söylemiþlerdir. Tevilci fasýkýn rivayeti ise redde- [ý, 165 dilmez. Bu yaklaþýmlar, kur´an´ýn mutlak tadilini geçersiz saymaktan daha yerin­dedir.

Denirse ki:

Kur´an sahabeyi hayýrla anmýþtýr. Sahabi kimdir? Hz. Peygamberin asrýnda yaþayan mý; onu en az bir defa gören mi; onunla bir an sohbet eden mi yoksa sohbeti uzun olan mýdýr ve bu sohbetin uzunluðunun sýnýn nedir?

Deriz ki:

Sahabi ismi, sadece hz. Peygamberle sohbeti bulunan kiþiler için kullanýlýr. Dildeki konumu itibariyle, bu ismin biri hakkýnda kullanýlabilmesi için, bir anlýk bile olsa, sohbet yeterlidir. Þu kadar ki örf, sahabi ismini, sohbeti çok olan kiþile­re özelleþtirmiþtir. Bu husus da tevatür yoluyla, sahih nakil yoluyla, sahabinin ´benim sohbetim çok oldu´ sözüyle bilinebilir. Bu çokluk için takdir edilmiþ bir sýnýr yoktur; belki takribi olarak bir sýnýr getirilebilir.[24].

4. Ravinin Müstenedi Ve Zabt Keyfiyeti


Ravinin müstenedi, ya þeyhin kendisine kýraatidir; ya kendisinin þeyhe kýra­ati; ya icazet; ya münâvele; ya da bir kitabda þeyhin hattýyla yazýlý olarak görme olmak üzere beþ mertebedir.

1) þeyhin kýraati (sema´):

Birinci mertebe, ki en üstünü budur, kendisinden rivayette bulunmasý için þeyhin ihbar sadedinde okumasýdýr. Haberin bu yolla alýnmasý raviye, ´haddese-na\ ´ahberena´, ´kale fulan´ ve ´semituhu yekulu´ deme imkaný verir.

2) þeyhe kýraat (kýraat):


Ýkincisi; haberi þeyhe okumak olup, þeyh sükut ederse, bu sükut þeyhin ´bu haber sahihtir´ demesi gibi olur; dolayýsýyla, bazý zahir ehlinin aksine, bunun ri­vayet edilmesi caiz olur. Çünkü þayet haber sahih olmasaydý, þeyhin sükutu ve takriri adaletini zedeleyen bir fisk olurdu ve þayet bunu mümkün görecek olur­sak, þeyhin bu haberin sahih olduðu þeklindeki sözünün yalan olmasýný da müm­kün görmemiz gerekirdi. Ancak ortada eðer önemsemezlik ve gaflet durumu varsa bu takdirde þeyhin sükutu yeterli olmaz. Böylesi bir durum raviye ´ahberena´ ve ´haddesena fulanun kýraaten aleyh´ deme imkaný verir. Ravinin böyle bir kayýt getirmeksizin mutlak olarak ´haddesena´ veya &mitu fulanen´ demesinde ihtilaf vardýr. Sahih olan bunun caiz olmamasýdýr. Çünkü, haber, hadis ve mes-mu1 (duyulmuþ) lafýzlarýnýn hepsi sözlü ifade (nutk) olduðu için, bu ifade þeyhin doðrudan söylediði (nutk) intibaýný vermektedir. Ravinin bu ifadesi de yalan olur; ancak, eðer sarih sözüyle veya halinin karinesiyle, ravinin bu ifadeyle, þeyhin ha­disini duymayý deðil, ona okumayý kastettiði anlaþýlýyorsao baþka.

3) icazet:

Ýcazet, þeyhim ´falan kitabý veya benim mesmûâtýmdan sana göre sahih olanlarý benden rivayet etmene icazet veriyorum´ demesidir. Bu durumda mes-mu´un tayininde ihtiyatlý davranmak gerekir. Ancak eðer (þeyh) sadece ´benim falandan mesnjtuým .budur´ demiþse, ondan rivayette bulunmak caiz deðildir. Çünkü þeyh böyle demekle rivayet hususunda izin vermiþ olmaz. Belki de o, duymuþ olsa bile, bildiði bir kusur yüzünden rivayet edilmesini caiz görmemiþtir. Ayný þekilde þayet indî þehadetun´ dese, ´sana benim þehadetime göre þahitlikte bulunmana izin veriyorum´ demedikçe veya bu þehadet hüküm meclisinde kaim olmadýkça þahitlik yapamaz. Çünkü rivayet de bir þehadettir. Ýnsan bazen normal konuþmasýnda umursamaz davranabilir. Fakat þehadetin kesinleþmesi durumunda biraz tereddüt eder.

Ýcazet raviye ´haddesena -veya- ahberena icazeten´ deme imkaný verir. Ravinin ´icazeten1 kaydýný söylemeksizin mutlak olarak ´haddesena´ demesini ba­zýlarý caiz görmüþtür ki bu fasittir; çünkü bu ifade þeyhin sözünü iþittiði intibaýný vermektedir ve bu da yalandýr.

4) münâvele:

Münâvele þeyhin ´þu kitabý al ve onu benden tahdis et; ben onu falandan iþittim´ demesidir. Bu lafýzlar olmaksýzýn yapýlan münâvelenin (alma-verme.) Hiç [ý, 166] bir anlamý yoktur. Aslýnda bu lafýzlar olduktan sonra münâvelenin de bir anlamý yoktur. Münâvele bazý hadisçilerin uydurduðu faydasýz bir tekellüftür. Hadisin icazetle rivayeti caiz olduðu gibi, -bazý zahir ehlinin aksine- bununla amel etmek de vaciptir. Çünkü amaç, bilme yolunun kendisini deðil, haberin sahihliðini bil­mektir. ´Bu kitap benim mesmuumdur; onu benden rivayet et!´ sözü bildirme açý­sýndan, þeyhin kýraati ve þeyhe kýraat gibidir. Onlarýn ´þeyh, raviye haberi doðru­dan tahdis etmeye muktedirdir, dolayýsýyla münâveleye gerek yoktur´ sözleri de anlamsýzdýr. Çünkü buna göre, ravinin þeyhe okumasýnýn da sahih olmamasý ge­rekir; çünkü þeyh okumaya muktedirdir. Yine ravinin, þeyh hayatta olduðu süre­ce rivayette bulunmamasý gerekir; çünkü týpký þahitlik meselesinde olduðu gibi, asýla baþvurma imkaný vardýr. Demek ki bu hususlar rivayet konusunda muteber deðildir.

5) yazýya dayanma:

Ravinin, þeyhin hattýyla ´innî semi´tu ala fulanin keza´ yazýsýný görmesi olup, buna dayanarak þeyhten rivayette bulunmasý caiz deðildir. Çünkü ravinin ondan rivayette bulunmasý, þeyhin bunu söylediðine þehadet etmek demektir; halbuki yazý bunu göstermez. Fakat ravinin, ´ben bir kitapta bir hat ile yazýlt ola­rak gördüm ve bu hattýn falan kiþiye ait olduðunu zannediyorum´ demesi müm­kündür. Yazý, yazýya benzer. Ancak þeyh eðer ´bu benîm yazýmdýr´ derse sözü ka­bul edilir. Fakat þeyh, -rivayet hususunda gerek sözüyle ya da hadis rivayeti için oturmak gibi bir hal karinesiyle- yetki vermedikçe kendisinden rivayette bulunu­lamaz. Adil bir kiþi, mesela ´bu, sahih-i buharî´nin sahih bir nüshasýdýr´ dese ve onda bir hadis görse rivayette bulunamaz. Fakat bu kiþi eðer mukallid ise, bu haberle amel etmesi gerekir mi? Bunu müctehide sormasý gerekir. Eðer hadisi gören kiþi müctehid ise amel etmesi gerekir mi? Kimileri hadisi iþitmedikçe amel etmesinin caiz olmadýðýný kimileri de, eðer nüshanýn sahih olduðunu adil bir kiþi­nin sözüyle biliyorsa, bu takdirde amel etmesinin caiz olduðunu söylemiþlerdir. Çünkü hz. Peygamberin arkadaþlarý zekat sahifelerini deðiþik bölgelere götürü­yorlardý ve oradaki insanlar, her biri tek tek iþitmediði halde sahifeleri taþýyan ki­þilerin þahitliðiyle bu sahif elere itimat ediyorlardý. Bu sükunun-nefs ve zanni ga­lip ifade eder.

Özetle söylemek gerekirse; ravi ancak, sema´ýný, hýfzýný ve eda vaktine ka­dar hiç bir harf deðiþmeksizin zaptedildiðini bildiði haberleri rivayet edebilir. Bunlardan (sema´, hýfz, zabt) her hangi birinden kuþku duyarsa rivayet etmemeli­dir. Bu prensipten doðan bir kaç mesele vardýr.

Mesele: (birinden haberi duyup duymadýðýnda tereddüt)

Diyelim ki, zührimen duyduklarý (mesmuat) arasýnda bir hadis bulunup, bu­nu zührî´den duyup duymadýðýnda kuþkuya düþerse, ´bunu zührî"den duydum´ demesi caiz olmadýðý gibi ´zührî dedi ki´ demesi de caiz olmaz. Çünkü ravinin ´zührî dedi ki´ sözü, zührî hakkýnda bir þahitlik olup, ancak bir bilgiye dayanýrsa caiz olur. Belki de, o hadisi baþka birinden duymuþtur. Dolayýsýyla bu kiþi, týpký bir ikrarý iþitip, ikrarda bulunan kiþinin zeyd mi yoksa amr mý olduðunu bilme­yen kiþi gibidir. Dolayýsýyla bu kiþinin zeyd hakkýnda þahitlikte bulunmasý caiz deðildir. Hatta biz diyoruz ki; bir þeyhten yüz hadis iþitse ve bunlardan birisini iþitmediðini bilse fakat bunun hangi hadis olduðunu tayin edemese bu kiþi o ha­disi rivayet edemez. Hatta bu hadislerden hiçbirisini rivayet edemez. Çünkü o hadislerden her birinin, iþitmediði hadis olmasý mümkündür. Her hangi bir hadi- [ý, 167] sin zührî´den iþitilmiþ olduðuna dair galip zanný bulunsa bile, bu galip zanna da­yanarak rivayet etmesi caiz deðildir. Kimi alimler, bu konudaki galip zanna iti­mat edileceði gerekçesiyle, bunu caiz görmüþlerdir. Bu görüþ uzaktýr. Þahitlik hususundaki dayanak galip zandýr; fakat bu, hakim açýsýndan söz konusudur.

Çünkü hakim þahidin doðru söylediðini bilemez. Halbuki þahit, bundan emin ol­malýdýr. Çünkü þahidin müþahede imkaný bulunan hususlarda ancak bildiði bir konuda þahitlik etmekle yükümlü tutulmasý mümkündür. Fakat hakimin, ancak þahitlerin doðruluðu ile hüküm vermekle yükümlü tutulmasý imkansýzdýr. Ayný þekilde ravinin de, þeyhin doðru söylediðini bilmesi mümkün deðildir; fakat þey­hin sözünü duyma yoluyla bilmesi mümkündür. Bu duyma iþi muhakkak deðilse rivayette bulunmamasý gerekir.

Denirse ki:

Asrýmýzda birinin, tahakkuk etmediði halde, ´hz. Peygamber dedi ki´ deme­si caizdir.

Deriz ki:

O kiþinin bunu tahakkuk ettirmesi mümkün deðildir. Zaten bu kiþinin sö­zünden, kendisinin bizzat hz. Peygamberden iþittiði deðil; fakat bunu baþka bi­rinden iþittiði veya itimat ettiði bir kitaptan rivayet ettiði anlaþýlýr. Bir haberi -bu yolla- iþiten kiþinin bu haberle amel etmesi gerekmez; çünkü bu haber mürseldir ve o kiþinin bunu nereden söylediði bilinmemektedir. Ancak kaynaðýný zikrettiði takdirde, ravinin durumu ve adaleti incelenerek bu haberle amel edilebilir. -val-lahu alem.-

Mesele: (þeyhin hadisi inkarý)

Þeyh, ravinin yalancýlýðýna kesin gözüyle bakacak biçimde hadisi inkar eder ve bu hadisle amel etmezse, ravi cerhedilmiþ olmaz. Çünkü cerh, bir kiþinin sö­züyle sabit olmayabilir. Öte yandan, her ikisi de adil olduðu halde, ravi þeyhini, þeyhi de onu yalanlamaktadýr. Bu durumda onlarýn sözleri birbirini yalanlayan iki beyyine gibi olur; dolayýsýyla da cerhi gerektirmez. Ancak þeyh, ´bunu hatýrlamý­yorum´ diyerek tereddütlü bir biçimde inkar ederse bu haberle amel edilir. Çünkü ravi, bu haberi ondan iþittiðinden kesin olarak emindir; þeyh ise onu kesin olarak yalanlamamaktadýr. Her kiþi de adil olduðundan her ikisinin de doðru söylemesi mümkündür. Kerhý[25] þeyhin hadisi unutmasýnýn hadisi boþa çýkaracaðýný ileri sürmüþ ve ve zührî´nin rivayet ettiði velisinin izni olmaksýzýn evlenen kadýnýn nikahý batýldýr´ hadisinin reddini bu anlayýþ üzerine bina etmiþtir. Kerhî þöyle istidlalde bulunmuþtur: zührî asýldýr (ilk ravidir). Þeyh hadisle amel etmeyince, þeyhin fer´i olan ravi o hadisle nasýl amel edebilir!

Deriz ki:

Eðer adil birisi ondan bu hadisi rivayet etmiþse, þeyh bu hadisle amel edebi­lir. Ancak adlin rivayet etmesine raðmen içinde bir kuþku varsa bu hadisle amel edemez. Fakat ravi, duyduðuna kesin kanaat getirirse bu hadisle amel etmesi ge­rekir. Ravi ve þeyh dýþýndakilerin ise, her ikisini de tasdik etmiþ olmalarý için, bu hadisle amel etmeleri gerekir. Hakim, zahiren adil görünen yalancý þahidin sö­züyle hüküm vermek durumundadýr; fakat bu, þahide haramdýr. Avamýn, mücte-hidin fetvasý deðiþmiþ bile olsa, eðer bu deðiþikliði bilmiyorsa, müctehidin bu fetvasý ile amel etmesi gerekir. Fakat müctehidin kendisi, bu deðiþikliði bildiði için, önceki fetvasý ile ame edemez. Her biri kendi durumuna göre amel eder. Malik, þafiî ve kelamcilarýn çoðunluðu bu hadisle (ilk ravinin unuttuðu hadisle) amel edilebileceði görüþündedir. Çünkü insanda unutma durumu çoðunlukla meydana gelebilir. Hangi muhaddis. Hayan boyunca rivayet ettiði tüm hadisleri e/bere bilebilir! Dolayýsýyla unutma, týpký þeyhin hadiste bir ziyade bulunduðun­da veya hadisin i´rabýnda kuþkuya düþmesi gibidir. Nasýl ki bu durum, sýklýkla [ý, 168 vuku bulmasý sebebiyle, hadisin iptalini gerektirmiyorsa, hadisin aslý da bunun gibidir.

Mesele: (sika´nm bir ziyade ile infiradý)


Sika bir ravinin, hadisi rivayet eden topluluktan farklý olarak bir ziyadeyi tek baþýna rivayet etmesi (tnfirad), bu ziyade ister hadisin lafzýnda isterse anla­mýnda olsun, çoðunluk nezdinde makbuldür. Çünkü sika ravi, diðer hafýzlarýn nakletmediði bir hadisi tek baþýna rivayet ettiðinde bu rivayet makbul olmaktadýr. Öyleyse tek kaldýðý ziyade de bunun gibidir. Çünkü adil kiþi, mümkün mertebe, töhmetten uzak tutulur.

Denirse ki;

Herkesin dikkat kesilip dinlediði bir durumda, ziyadeyi yalnýzca bir kiþinin tek baþýna hýfzetmiþ olmasý uzak ihtimaldir.

Deriz ki:

Eðer mümkünse, bu bir kiþi dýþýndakilerin tasdiki daha evladýr. Bu bir kiþi duyduðundan emindir; diðerleri ise kesinlikle böyle bir ziyadenin olmadýðým söylememiþtir. Belki de hz. Peygamber söz konusu hadisi iki ayrý mecliste zik­retmiþ; ziyadeyi zikrettiði yerde de sadece bu kiþi bulunmuþ olabilir. Belki de ha­disi bir mecliste iki kere tekrar etmiþ, ikinci tekrar anýnda sadece bu bir kiþi bu­lunmuþ olabilir. Hadisi noksan rivayet eden ravinin, meclise sonradan gelip hadi­sin tamamýný duymamýþ olmasý da ihtimal dahilindedir. Belki de mecliste hepsi ayný anda bulunmuþlar, fakat bir kiþi dýþýndakiler bu ziyadeyi unutmuþtur. Yine hadisin söylendiði anda aniden meþgul edici ve ürkütücü bir sebebin vukua gelip, orada bulunanlarýn birkýsmýný hadise kulak vermekten alýkoymuþ ve bu yüzden ziyadeyi dikkatle dinleyen kiþiler ezberlemiþ olabilir. Yine dinleyicilerden bir kýsmýnda ziyadeden alýkoyan bir düþünce arýz olmuþ olabilir. Yine birkýsmýnýn basma meclisten kalkýp gitmesini gerektiren rahatsýz edici bir durum gelmiþ ola­bilir. Bütün bu ihtimaller varken, adil kiþi, mümkün mertebe, yalanlanamaz.

Mesele: (haberin bir bölümünün rivayeti)

Hadisin mana olarak naklini caiz görmeyenlerin çoðunluðuna göre, haberin bir kýsmýný rivayet etmek caiz deðildir. Mana ile nakli caiz görenler ise, haberin tamamýný bir kere rivayet etmiþ olmasý ve zikredilen kýsmýn, zikredilmeyen ký­sýmla anlamý deðiþtirecek bir biçimde baðlantýlý olmamasý þartýyla, bunu caiz görmüþlerdir. Eðer zikredilen kýsým, tcrkedilen kýsýmla, ibadetin þartý veya rüknü veya tamamlayýcý bir parçasý gibi baðlantýlý ise, bu durumda hadisin bir kýsmýný nakletmek tahrif ve karýþtýrma olur. Ancak hadisi bir kere tam olarak zikretmiþ ve baþka bir kere anlamý deðiþtirmeyecek biçimde eksik olarak nakleimiþ ise, bu caizdir. Fakat bunun þartý da su-i zanla töhmet altýnda kalmanýn söz konusu ol­mamasýdýr. Eðer nakli karýþtýrma (ýztýrab) töhmeti altýnda kalacaðýný biliyorsa bundan kaçýnmasý gerekir.


Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:56:07

Mesele: (mana ile rivayet)

Hadisi, lafzýyla deðil de, mana ile nakletmek, hitabýn vaki oluþ yerlerini ve lafýzlarýn inceliklerini bilmeyen kiþilere haramdýr. Muhtemel ile muhtemel olma­yan; zahir ile daha zahir ve genel ile daha genel arasýndaki farký bilenlere gelin­ce; þafiî, malik, ebû hanîfe ve fakihlerin çoðunluðu, eðer anlamýþsa hadisi ma-naen nakletmesini caiz görmüþlerdir. Kimileri de ancak, bir lafzý müradifiyle ve anlam bakýmýndan kendine eþit bir lafýzla deðiþtirmesini caiz görmüþlerdir. Bu da ´kuûd´ yerine ´cülus´, ´ilim´ yerine ´marifet´, ´istitaat´ yerine ´kudret´, ´ibsâr1 yerine ´ihsas bi´1-basar1, ´hazr´ yerine ´haram´ lafýzlarýný kullanmak gibi, kendisinde hiç bir kuþku bulunmayan eþanlamlý lafýzlarý kullanmakla olur.

Özetle söylemek gerekirse; istinbat ve anlama bakýmýndan farkýlýlýk söz ko­nusu olmayacak biçimde mana ile nakil yapýlabilir. Ancak mana olarak nakil, sa­dece kesin olarak anladýðý haberler için geçerlidir. Kesin olarak deðil de, araþtýn-cýlar/düþünücüler arasýnda farklýlýðýn olabileceði bir istidlal türüyle anladýklarý hususlarda ise manaen nakil caiz deðildir. Manaen naklin alim için caizliðine de­lalet eden hususlardan biri, yabancýlara þer´i kendi dilleriyle anlatmanýn caizli-[ý, 169] ðindeki icmadýr. Arapçanýn, yabancý bir dile çevrilmesi caiz olunca, arapça bir lafzýn, kendine müradif ve denk baþka bir arapça lafýzla deðiþtirilmesi haydi hay­di caiz olur. Ayný þekilde hz. Peygamberin elçileri, hz. Peygamberin emirlerini gittikleri bölgede konuþulan dille teblið ediyorlardý. Yine hz. Peygamberin þeha-detini iþiten biri, hz. Peygamberin þehadeti üzerine baþka bir dilde þahitlik edebi­lir. Manaen naklin caizliðinin bir baþka delili þudur: biz biliyoruz ki lafýzda her hangi bir teabbüd yoktur ve amaç mananýn anlaþýlmasý ve bunun insanlara ulaþtý­rýlmasýdýr. Bu husus, teþehhüd, tekbir vs. Gibi lafýzla teabbüd olunan þeyler gibi deðildir.

Denirse ki:

Hz. Peygamber " benden bir söz iþitip, onu koruyan ve iþittiði gibi akta­ran kiþinin yüzünü ALLAH ak etsin! Kendisine teblið yapýlan öyle kiþiler var­dýr ki, sözü doðrudan iþitenden daha kavrayýþlýdýr; nice fýkýh taþýyýcýsý var­dýr ki fakih deðildir; niceleri de fýkhý kendilerinden daha fakih olanlara ta­þýr" demiþtir.

Deriz ki:

Hüccet iþte budur. Çünkü illet burada zikredilmektedir ki bu illet insanlarýn anlayýþ (fýkh) açýsýndan farklý oluþlarýdýr. Ýnsanlarýn hakkýnda farklýlýk gösterme­dikleri eþanlamlý lafýzlar, buna engel deðildir. Bu hadisin kendisi bile, anlam de-ðiþmeksizin birbirinden farklý lafýzlarla nakledilmiþtir. Her ne kadar bu farklý la­fýzlarýn hepsinin, deðiþik zamanlarda hz. Peygamber tarafýndan ifade edilmiþ ol­masý mümkün ise de, aðýr basan taraf, bunun bir tek hadis olup farklý lafýzlarla nakledilmesi d ir. Nitekim bu hadis rahimallahu imreen´, ´naddarallahu imre-en´ þeklinde; yine ´rubbe hamili fýkhýn la fýkhe leh´ ve ´rubbe hamili fýkhýn ðayru fakih´ þeklinde de rivayet edilmiþtir. Ayný þekilde sahabe bir hutbeyi, bir olayý deðiþik lafýzlarla nakletmiþtir. Bu da manaen naklin caizliðini gösterir.

Mesele: (mürsel haber)


Mürsel haber, malik, ebû hanîfe ve daha birçoklarýna göre makbuldür. Þafiî ve kadý´ya göre ise merduddur ve tercihe þayan olan görüþ de budur.

Mürsel hadis þu þekildedir: hz. Peygambere muasýr olmayan birinin ´Hz. Peygamber dedi ki´ demesi veya ebu hureyre´ye muasýr olmayan birinin ´ebu hureyre dedi ki´ demesidir. Mürselin makbul olmamasýnýn delili þudur: hadisi bu þekilde rivayet eden kiþi þayet bu hadisi kendisinden rivayet ettiði þeyhini, tadil etmeksizin, zikretmiþ olsaydý, belki o kiþi bizce tanýnmýyor (meçhul) olarak kala­cak ve onu kabul etmeyecektik. Adýný hiç zikretmediði zaman ise bu tanýmazlýk daha da artmaktadýr. Kendisini tanýmadýðýmýz birinin adaletini nasýl bilebiliriz!

Denirse ki: adil birinin rivayette bulunmuþ olmasý, atlanan kiþiyi tadil et­mek demektir.

Deriz ki: buna iki yönden cevap verilebilir:

A) biz bu anlayýþý kabul etmiyoruz. Çünkü adil kiþi bazen öyle birinden ri­vayette bulunur ki, o kiþi hakkýnda kendisine bir þey sorulunca duraksar veya onu cerheder. Biz öylelerini gördük ki, kendisinden rivayette bulunduklarý kiþi hak­kýnda bir þey sorulunca bazen onu tadil etmiþler, bazen de cerh etmiþler veya bil­miyoruz demiþlerdir. Mürsel haberde ravi, kendisinden rivayette bulunduðu kiþi­nin adaleti hakkýnda susmaktadýr. Þayet cerhi zikretmeyip susmak tadil olacak olsaydý, tadili zikretmeyip susmak da cerh olurdu ve ravi kendisinden rivayette bulunduðu kiþiyi cerh ettiðinde kendi kendisini yalanlamýþ olurdu. Fer´in þehade-ti, açýkça belirtmediði sürece, aslýn tadili anlamýna gelmez. Rivayet ve þehadetin bazý taabbudî noktalarda birbirinden ayrýlmasý, týpký cerhedilmiþin ve tanýnmazýn

Rivayetinin caiz olmayýþý kovýûsunda bir farklýlýk gerektirmediði gibi, bu noktada da ayrý olmalarýný gerektirmez. ´Adil kiþi, ancak adil kiþinin þehadeti üzerine þe-hadet edebilir´ demek caiz. Olmadýðýna göre, rivayet hususunda da caiz deðildir ve rivayet konusunda, haklarýnda araþtýrma yapabilmek için þeyhin ve aslýn zatýný tanýmak gerekir.

Denirse ki:

Ýi, 170] rivayette ´an fulan an fulan...´ (an´ana) usulü yeterlidir. Halbuki ravinin Reva fulanun an fulanýn an fulanin´ sözü falanýn falandan duymadýðý; aksine bunun kendisine bir vasýta ile ulaþtýðý ihtimalini taþýmaktadýr ve bu ihtimale rað­men kabul edilmektedir. Halbu ki ayný durum þehadet hususunda kabul edilme­mektedir.

Deriz ki:

Bu durum tanýnmazýn rivayetinde bir farký gerektirmediðine göre, -ki mür-sel haber bir tanýnmazdan rivayet edilmektedir-, mürselin kabul edilmemesini ge­rektirir. Öle yandan an´ana metodu katipler arasýnda süregelen bir yaygýn uygula­madýr. Onlar her ismin yanýna ´reva an fulanin semaen minh´ ibaresini yazmaya biraz üþenmiþler, biraz da kaðýt ve zaman israfýndan kaçýnmýþlar ve bu yüzden böyle bir kýsaltma yapmýþlardýr. Kaldý ki bu usulle yapýlan rivayet, ancak, riva­yette bulunan kiþinin bununla sema´ý kastettiðinin -ya sarih lafzýyla veya adetiy-le- bilinmesi durumunda kabul edilmektedir. Eðer ravi sema´ý kastetmiyorsa, ha­disin müsned olmasý da mürsel olmasý da muhtemeldir; dolayýsýyla kabul edil­mez.

B) Biz -cedel olarak- rivayetin tadil anlamýna geleceðini kabul etsek bile, sebep zikredilmediði sürece, onun bu mutlak tadili kabul edilemez. Ravi bunu adil ve sika birinden duyduðunu tasrih etse bile bunun kabul edilmesi gerekmez. Mutlak tadil kabul edilecek olsa bile, bu, ancak kendisi (zatý) bilinen fakat fýþký bilinmeyen bir kiþi hakkýnda olabilir. Zatýný tanýmadýðýmýz kiþiye gelince; ravi þayet bu kiþiyi zikretmiþ olsaydý belki de biz tadil eden kiþinin bilmediði bir fýþ­kýný biliyor olabilirdik. Her bir mükellef hakkýnda, eðer kendisi kendini tanýt­maktan aciz ise ancak bu takdirde baþkasýnýn tanýtmasýyla iktifa edilebilir. Zatý tanýnmayan birinin, bundan aciz olup olmadýðý bilinemez. Benzer gerekçeyle, as­lý tanýtmadýðý ve belirlemediði sürece, fer´î þahidin tadili kabul edilmez. Çünkü belki de hakim onu (as!) Fýsk ile tanýmaktadýr.

Mürsel haberi kabul edenler, sahabe ve tabiun´un adil´in mütselini kabul ko­nusundaki ittifakýný gerekçe göstermiþlerdir. Nitekim pekçok hadis rivayet etmiþ olmasýna raðmen tbn abbas, yaþýnýn küçüklüðü sebebiyle, hz. Peygamberden sadece dört hadis duymuþtur ve bu durumu kendisi ´riba nesiededir´ hadisinde açýkça dile getirerek ´bunu bana üsame b. Zeyd haber verdi* demiþtir. Yine ibn abbas ´hz. Peygamber akabe cemresini atincaya kadar telbiye yapardý[26] di­yerek rivayette bulunmuþ; kendisine baþvurulunca da "bunu bana kardeþim fazl b. Abbas haber verdi´ demiþtir. Ayný þekilde ibn ömer hz. Peygamberden "kim cenaze namazý kýlarsa, ona bir þu kadar (kýrat) sevap vardýr"[27] dediðini riva­yet etmiþ, daha sonra bunu ebu hureyre´den duyduðunu söylemiþtir. Ebu hurey-re "kim ramazanda cünüp olarak sabahlarsa, orucu bozulmuþtur" hadisini, ´bunu ben söylemiyorum, kabe´nin rabbine yemin olsun ki bunu muhammed (s) söyle­di´ diyerek, rivayet etmiþ; kendisine ýsrarla sorulunca da ´bunu bana fadl b. Ab­bas haber verdi´ demiþtir. Berâ b. Azib de ´size aktardýðýmýz hadislerin hepsini biz hz. Peygamberden duymuþ deðiliz; bir kýsmýný o´ndan duyduk; birkýsmýný da o´riun arkadýþlarýndan´ demiþtir. Tabiuna gelince; nehaî, "eðer ´haddesenî fula-nun an abdillah´ dersem, bana hadisi nakleden odur. Eðer ´kale abdullah´ der­sem, bunu birçok kiþiden iþitmiþimdir´1 demiþtir. Daha birçok tabiîden mürsel ha­disi kabul ettikleri nakledilmiþtir.

Cevap: bu gerekçeye iki yönden cevap verilebilir;

A) bunlar doðrudur ve sahabenin birkýsmýnýn mürsel haberleri kabul ettiðini gösterir. Ne var ki bu konu içtihadý bir konudur ve bu konuda kesinlikle icma sa­bit olmaz. Öte yandan zikredilen bu örneklerden, sahabenin birkýsmýnýn da mür­sel haberleri kabul etmediði anlaþýlmaktadýr. Bu sebepledir ki mertebelerinin yü­celiðine raðmen ibn abbas, ibn ömer ve ebu hureyre ile tartýþmýþlardýr. Elbette [ý, 17i ki bu tartýþma, onlarýn adaletlerinden kuþku duyduklarý için deðil, fakat ravinin açýða çýkmasý içindir.

Denirse ki:

Sahabenin birkýsmý mürsel haberi kabul etmiþ, bir kýsmý da susmuþ ve böy­lece icma gerçekleþmiþtir.

Deriz ki:

Biz diðerlerinin susmasýyla, üstelik içtihada açýk bir meselede, icma´ýn sabit olacaðýný kabul etmiyoruz. Tam tersine diðerleri belki de, içlerinden inkarý gizle­yerek veya bu meselede kararsýz kaldýklen için sükut etmiþlerdir.

B) Mürsel haberleri inkar edenlerin bir kýsmý sahabi´nin mürselini kabul et­miþtir. Çünkü sahabi, bir baþka sahabiden nakletmektedir ve sahabenin tamamý adildir. Kimileri de buna tabiun´un mürsellerini de katmýþtýr. Çünkü tabiiler de sahabeden rivayette bulunmaktadýr. Bazýlarý da sadece büyük tabiilerin mürselle-rinin kabul edileceðini söylemiþtir. Mürselin reddi görüþüne kýyasla tercihe daha þayan olan görüþ þudur: tabii veya sahabi, sarih lafzý veya adetiyle, sadece saha-biden rivayette bulunmakla tanýnýyorsa, bunun mürseli kabul edilir; eðer böyle tanýnmýyorsa kabul edilmez. Çünkü onlar bazen, -hiç sohbeti bulunmayan bedevi vb. Gibi-, sahabi olmayan kiþilerden rivayette bulunmuþlardýr. Bizim için sabit olan ise, sadece, sohbet ehlinin adaletidir. Zührî irsal yaptýktan sonra ´bunu bana abdulmelikin kapýsý önünde bir adam haber verdi1 demiþtir. Yine urve b. Zübeyr büsre´den irsalcn naklettiði bir haber hususunda ´bunu bana muhafýzlardan biri haber vermiþti´ demiþtir.

Mesele: (umumu´l-belva olan konulardaki haber-i vahid)

Kerhî ve bazý rey ehlinin aksine, umumu´l-belvada varid olmuþ haber-i va­hid makbuldür. Çünkü adil kiþinin naklettiði -doðruluðu mümkün olan- her habe­rin tasdik edilmesi gerekir. Msl. Cinsel organa dokunmakla ilgili hadisi adil bir kiþi nakletmiþtir ve doðru söylemesi mümkündür. Biz bu haberi nakleden kiþinin kesinlikle yalancý olduðunu söyleyemeyiz. Ancak bir kiþi, -msl. Bir valinin pazar­da öldürülmesi, bir vezirin azli ve cuma günü camide cuma namazý kýlmaktan alýkoyan bir olayýn meydana gelmesi gibi veya güneþ tutulmasý, zelzele veya bü­yük bir yýldýzýn düþmesi gibi- yaygýnlýk kazanmamasý adeten imkansýz olan bir þey naklederse durum deðiþir. Çünkü bütün bu olaylar vuku bulduðu takdirde he­men yaygýnlýk kazanacak türde olaylardýr ve bunlarýn gizli kalmasý mümkün de­ðildir. Ayný þekilde kur´an hakkýnda da haber-i vahid kabul edilemez. Çünkü biz biliyoruz ki hz. Peygamber kur´an´ý yaymakla mükellef idi ve herkese duyurma­ya itina gösteriyordu. Zaten kur´an´ýn yaygýnlýk kazanmasýna ve nakline dair itici sebepler vardý. Çünkü kur´an dinin aslýdýr; bir sure veya bir ayeti tek baþýna riva­yet eden kiþi kesinlikle yalancýdýr. Fakat umumu´l-belva olan konulardaki haber-i vahidlerin yalan olduðuna kesin gözüyle bakamayýz.

Denirse ki:

Siz, bu tür konulardaki haber-i vahidlerin kesinlikle yalan olduðuna hükme­denlere neye dayanarak karþý çýkýyorsunuz! Msl. Ön ve arka yoldan birþeyler çýk­masý günde birkaç defa olabildiðine göre ve bununla abdest bozulduðuna göre hz. Peygamberin, bunun hükmünü tek tek birkaç kiþiye duyurup, yaymamasý he­lal deðildir; çünkü böyle bir davranýþ, þer´in gizlenmesi ve hiç farkýna varmaksý­zýn insanlarýn namazlarýnýn batýl olmasý sonucuna götürür. Öyleyse bu gibi þeyle­rin yayýlmasý gerekir. Zaten bu tür þeylerin yaygýnlýk kazanmasýnýn itici sebepleri de hazýrdýr. Cinsel organa dokunma da ayný bunun gibi sýk vuku bulan bir þeydir; böyle bir þeyin hükmü nasýl gizli kalabilir!

Deriz ki:

A) bu söyledikleriniz baþta vitir namazý, fasd, hacamat ve kahkahanýn hük­mü, ölü yýkamaktan dolayý gusül almanýn vacipliði, kametin tekli veya çiftli ol­masý gibi hususlarla boþa çýkmaktadýr. Buntann hepsi helvanýn umumi olduðu [ý, 172 hususlardýr ve onlar bu hususlarý haber-i vahide dayanarak isbat etmiþlerdir. Eðer

Onlar helvanýn bu olaylardaki umumiliðinin, abdestin bozulmasindaki umumiliði gibi olmadýðýný iddia ediyorlarsa, biz de deriz ki; öyleyse temas ve dokunmadaki (lems ve mess) umumu´l-belva da, abdestin bozulmasýndaki gibi deðildir. Ýnsan nasýl ki fasd ve hacamatý her zaman deðil sadece arasýra yaptýrýyorsc cinsel orga­nýna da her zaman deðil, abdest bozma esnasýnda dokunmaktadýr. Bu bakýmdan aralarýnda bir fark yoktur.

B) fasd[28] ve hacamat her ne kadar her gün tekrarlanan bir iþ deðilse de, sýk­lýkla yapýlmaktadýr. Böyle bir iþin hükmü, nasýl olur da gizli kalýp pek çok kiþinin namazýnýn batýl olmasýna yol açabilir ve bu iþ tek tek kiþilere nasýl havale edilebi­lir! Bunun bir tek sebebi vardýr ve o sebep þudur: ALLAH teala resulünü bütün hü­kümleri deðil, bazý hükümleri yaymakla mükellef tutmuþ ve geri kalan hükümler konusunda insanlarý haber-i vahide havale etmesine izin vermiþtir. Nitekim ALLAH teala hz. Peygamberin, faiz prensibi konusunda insanlarý kýyasa havale etmesine izin vermiþtir. Halbuki hz. Peygamber kolaylýkla "yiyecek maddesini yiyecek maddesi karþýlýðýnda, ölçülebilir þeyleri ölçülebilir þeyler karþýlýðýnda satmayýn" diyebilirdi ve bu hükümlerin eþyayý sitte hadisinden istinbat edilmesine gerek kalmazdý. Umumu´l-belva olan hususlarýn, insanlarýn maslahatýnýn haber-i vahide býrakýlmalarýný gerektiren þeyler cümlesinden olmasý da mümkündür. Bu durum­da ravinin doðru söylemiþ olmasý mümkündür ve tasdik edilmesi gerekir. Öte yandan hükmün yayýlmasýnýn illeti, ihtiyacýn genelliði ya da nadirliði deðil, yü­kümlülüðün allahtan o þekilde gelmesidir (teabbüdj. Eðer böyle olmasaydý, týpký bir þer´ oluþu hususunda çoðunluðun ihtiyaç duyduðu þeyler gibi, birçok insanýn ihtiyaç duyduðu fasd ve hacamat gibi þeylerin de gizli kalmamasý gerekirdi.

Denirse ki:

Hz. Peygamberin yaymakla mükellef tutulduðu hususlar için ölçü (dabýt) nedir?

Deriz ki:

Eðer siz bunun aklen mümkün oluþuna dair bir ölçü istiyorsanýz böyle bir ölçü yoktur; ALLAH teala, hz. Peygamberi bunlar içerisinden neyi dilerse onunla mükellef tutar. Eðer bunun vukuunu kastediyorsanýz, bu husus hz. Peygamberin fiilinden bilinebilir. Sem´iyyatý araþtýrdýðýmýzda, bunun dört kýsým olduðunu gö­rürüz:

A) Kur´an: biz biliyoruz ki hz. Peygamber kur´an´i yayma hususunda aþýn

Titizlik göstermiþtir.

B) Ýslamýn beþ esasý: bunlar kelime-i þehadet, namaz, zekat, oruç ve hac olup, hz. Peygamber bunlarý avam havas herkesin müþtereken bilebileceði bir bi­çimde yaymýþtýr.

C) Alým-satým ve nikah gibi zarurî olmayan muamelat ilkeleri: bunlar da tevatür derecesinde yayýlmýþtýr. Hatta talak, azat etme, ýstîlâd,[29] tedbîr[30] ve mükâlebe[31] gibi konular da ilim ehli nezdinde mütevatirdir ve bu hususta kesin hüccel ya tevatür yoluyla ya da iþitmelerine raðmen sükut eden topluluklar huzu­runda tek tek kiþilerin naklctmesiyle kaimdir. Hüccet bu yolla kaim olabilir. Þu kadar ki bunlarý bilme hususunda avam, alimlerle müþterek deðildir. Aksine avamma farz olan, bu konularda alimlerin söylediðini kabul etmektir.

D) bu muamelat ilkelerinin tafsilatý: namazý ve diðer ibadetleri ifsad eden þeyler, dokunma ve kusma gibi abdesti bozan þeyler, baþý meshin tekrarý gibi hu­suslar bu kýsma girer. Bu kýsýmdaki þeylerin birkýsmý yaygýnlýk kazanmýþ, bir kýs-

[ý, 173] mini da tek tek kiþiler nakletmiþtir. Tek kiþilerin naklettiði hususlarýn umumu´l-belva olmasý mümkündür. Tek tek kiþilerin naklettiði þeyler konusunda bir im­kansýzlýk olmadýðý gibi engel de yoktur. Yaydýðý þeyler hususunda hz. Peygam­berin yaymakla mükellef (teabbüd) tutulmamýþ olmasý mümkündür. Tek tek kiþi­lere býraktýðý þeyleri de yaymakla mükellef tutulmuþ olabilir. Þu kadar ki bu iþle­rin meydana gelmesi, teklifin böyle olduðunu gösterir. Hz. Peygamber bu husus­larýn hiçbirinde allahm emrine muhalefet etmemiþtir. Vallahu a´lem.[32]

Üçüncü Asýl: Ýcma

A. Ýcmaýn Hüccet Oluþunun Ýsbatý


Ýcmâ´ýn hüccet olduðunu isbata çalýþanlar, öncelikle icnýâ´ lafzýnýn ne anlama geldiðini anlatmaya, ikinci olarak icmâ´ýn gerçekleþme imkanýný (ne þekilde ger­çekleþebileceðini) açýklamaya, üçüncü olarak mevcut icmâ´ý bilmenin imkanýný açýklamaya ve dördüncü olarak icmâ´ýn hüccet olduðuna iliþkin delili göstermeye muhtaçtýrlar.[33].

1. Ýcmâ´ Lafzýnýn Anlamý:

Biz icmâ1 ile, özellikle muhammed (a.s) ümmetinin dînî bir iþ hususundaki ittifakýný kastediyoruz. Ýcmâ´ sözlükte, hem ´ittifak´ hem de ´kesin karar´ anlam­larýna gelen müþterek bir kelimedir. Buna göre bir kimse, her hangi bir iþi yap­maya karar verince bu þahýs için arapçada ´ecmea´, bir topluluk ittifak edince de ´ecmeû´ denilir. Bu anlamda icmâ1, yahudi ve hristiyanlarýn icmâ´ý için kullanýla­bileceði gibi dînî olmayan bir konudaki ittifak için de kullanýlabilir. Fakat, örf bu lafzý yukarda verdiðimiz anlam için özelleþtirmiþtir. Nazzâm, hüccet olduðu orta­ya çýkmýþ her sözün, isterse bu söz tek kiþinin sözü olsun, icmâ´ olacaðý kanaatin­dedir. Bu anlayýþ hem dile hem de örfe aykýrýdýr. Fakat nazzâm, icmâ´ý kendi an­layýþýna uydurmuþtur. Çünkü o, icmâ´ýn hüccet olmadýðý kanaatindedir. Nazzâm, kulaktan kulaða mütevatir olarak yayýlan ´icmâ´a aykýrý davranmanýn haram ol­duðu1 þeklindeki anlayýþý duyunca ´hüccet olduðu ortaya çýkmýþ her söz icmâ´dýr´ dsmiþtir.[34]

2. Ýcmâ´ýn Gerçekleþme Ýmkaný:

Ýcmâ´ýn gerçekleþmesinin mümkün olduðuna en açýk delil, icmâ´ýn fiilen vu­ku bulmuþ olmasýdýr. Nitekim biz ümmetin, beþ vakit namazýn ve ramazan oru­cunun farz olduðu konusunda icmâ´ ettiklerini bilmekteyiz. Ümmetin tamamý, nasslara ve kesin delillere ittiba ile teabbüd edip duruken ve bunlara muhalefet etmeyi, cezalandýrýlma sebebi sayarken, artýk icmâ´ýn tasavvuru nasýl imkansýz oiabilir! Nasýl ki, itici sebeplerinin (devâî) uyuþmasý sebebiyle, insanlarýn yeme-içme üzerinde icmâ´ etmeleri imkansýz olmadýðý gibi, ayný þekilde gerçeðe (hakkj tabi o!ma ve ateþten korunma üzerinde icmâ´ etmeleri de böyledir.

Denirse ki:

Sayýca çokluðuna ve gerçeði itiraf ve gerçek konusundaki inatçýlýk hususun­daki devailerinin farklýlýðýna raðmen ümmetin görüþleri nasýl uyum içinde (ittifak) olabilir! Nasýl ki insanlarýn, ayný günde kuru üzüm yeme hususunda ittifak etmeleri imkansýz ise, dini bir konuda ittifak etmeleri de ayný þekilde imkansýz­dýr.

Deriz ki:

Tüm insanlarý ayný günde özellikle kuru üzüm yemeye yönlendirecek bir et­ken (bâis) yoktur. Halbuki, ümmeti, gerçeði itiraf etmeye sevkeden bir etken var­dýr. Üstelik, sayýca çok olmalarýna raðmen yahudilerin batýl üzerinde topyekun buluþmalarý tasavvur edilebilirken, müslümanlarýn gerçek üzerinde topyekun bu­luþmalarý niçin tasavvur olunamasýn! Sayý çokluðu, ancak, benzerliklerin (eþbâh), itici ve vazgeçirici sebeplerin (devai ve savârif) tearuzu durumunda etkilidir. [ý, 174 îcmâ´ýn dayanaðý çoðunlukla, ya mütevatir nasslar ya da karine-i haller ile zorun­lu olarak bilinen þeylerdir. Aklýný kullanabilen herkes bu hususta ayný yöntem üzeredir. Tabiatýyla, burada ictihad ve kýyasýn icmâ´a müstenid olup olamayacaðý gündeme getirilecektir, ilerde geleceði üzere bu konu tartýþmalýdýr.[35]

3. Ýcmâ´ýn Bilinme Ýmkaný:

Kimi alimler, ´ümmetin bir konuda icmâ´ etmesi mümkün olsa bile, icmâ´a katýlanlarýn deðiþik bölgelerde bulunduðu düþünülecek olursa, bunu kim bilebile­cektir´ derler.

Deriz ki:

Ýcmâ´a katýlanlar, görüþme imkaný olabilecek sýnýrlý bir sayýda iseler, bunlar­la yüz yüze görüþerek bunu bilmek imkaný vardýr. Tek tek herbiriyle görüþme imkaný yoksa, bir kýsmýnýn görüþü, doðrudan görüþme yoluyla, diðerlerininki de, kendilerinden mütevatir olarak gelen haberlerle öðrenilebilir. Nitekim biz, þafiî´nin ashabýndan herkesin, müslümanýn zimmî mukabilinde öldürülemeyece-ði ve velisiz nikahýn batýl olacaðý görüþünde olduðunu; tüm hnstiyanlafýn teslis, tüm mecusilerin tesniye inancýnda olduðunu bilmekteyiz.

Denirse ki:

Þafiî ashabýnýn ve ebû hanîfe ashabýnýn mezhebi, bir tek kiþiye dayanmak­tadýr ki bu tek kiþi, þafiî ve ebû hanîfe´dir ve tek kiþinin görüþünü bilmek elbette ki mümkündür. Yine hrýstiyanlann mezhebi tsa´ya dayanmaktadýr. Bunlar baþ­langýç itibariyle tek kiþiye dayandýklarý için bilinebilir. Peki, belli bir sayýya has-redilemeyen bir topluluðun görüþü nasýl bilinebilecektir?

Deriz ki:

Muhammed ümmetinin din iþleri konusunda söyleyeceði söz de, bunlarýn muhammed´dcn anladýklarýna ve duyduklarýna dayanmaktadýr. Diðer taraftan, ´ehlu´1-hall ve´l-akd´, belli bir sayýda olunca, bir kiþinin sözünü bilmek mümkün olduðu gibi, ikinci kiþinin, onuncu, yirminci kiþinin sözünü bilmek de mümkün­dür.

Ehlu´l-hall ve´l-akd´den birisinin, belki de, rum beldelerinde ve kafirlerin elinde esir olabileceði söylecek olursa, deriz ki, ona da müracaat edip görüþünü öðrenmek gerekir. Týpký diðerleri gibi, esirin sözü de nakledilir ve bunu bilmek mümkündür. Bu esir kiþinin, diðerlerine muhalif kaldýðýnda tereddüdü bulunan kiþi, icmâ´a gerçekleþmiþ gözüyle bakamaz.

Bu defa da ´tamam, bu esir kiþinin görüþünü öðrendiniz diyelim. Ne bili­yorsunuz, adam belki de bu görüþünden cayacak´ denilerek itiraz edilecek olursa, deriz ki; icmâ´ kurulduktan sonra onun sonradan caymasýnýn hiç bir etkisi yoktur. Çünkü kurulmuþ olan icmâ´, onun yeniden ileri süreceði farklý görüþe karþý hüc­cet olur. Ýcmâ´a katýlan herkesin ayný anda dönmesi de mümkün deðildir. Zira bu durumda iki icmâ´dan biri hata olur. Îcmâ´ýn hata olmasý ise, sem´ delili ile im­kansýzdýr.[36].

4. Ümmetin Hata Etmesinin Ýmkansýzlýðý:

Ýcmâ´ konusunun en önemli noktasý, ümmetin topluca hata etmesinin imkan­sýzlýðýna dair delil ikame etmektir. Ýcmâ´ýn hüccet oluþu, ya kitab veya mütevatir sünnet yada akýl ile bilinebilir. Ýcmâ´ýn hüccet oluþunun icmâ´ ile isbatý mümkün deðildir. Usulcüler, icmâ´ýn hüccet oluþunu kitab, sünnet ve akýldan çýkarmak için pek arzulu davranmýþlarsa da, bunlar arasýnda en kuvvetlisi sünnettir. Þimdi icmâ´ýn hüccet oluþunu isbat sadedinde tutunulan bu üç yöntemi zikredelim.[37].

A. Kitaba Dayanýlmasý:

Îcmâ´ýn hücciyyeti konusunda dayanýlan ayetler þunlardýr:

"iþte böyle sizi, insanlara þahitler olasýnýz diye orta bir ümmet yaptýk" (ba­kara, 2/143},

"siz insanlar için çýkarýlmýþ en hayýrlý ümmetsiniz" {al-i ýmrân, 3/110},

"yarattý ki arým iz arasýnda, hakk ile hidayet bulan ve hak ile adil olan bir üm­met vardýr (a´râf, 7/181}",

"hepiniz birden ALLAHýn ipine sýmsýký yapýþýn ayrýlýða düþmeyin" {al-i ýmrân, 3/103),

"hakkýnda ihtilaf ettiðiniz en ufak bir þeyin hükmü bile allaha aittir" {þûra, [ý, 175] 42/10}. Bii ayetin mefhumundan, ´hakkýnda ittifak ettiðiniz þeyler doðrudur´ an­lamý çýkar.

"bir þey hususunda tartýþmaya girerseniz, onu allaha ve resulüne götürün" {nisa, 4/59}. Bu ayetin mefhumu da, ittifak ettiðiniz þeyler doðrudur´ anlamýný verir.

Bütün bu ayetler, amaca doðrudan delalet etmeyen zahir ifadelerdir (zevahir). Hatta zahir lafýzlarýn delalet ettiði gibi bile delalet etmezler. Ýcmâ´ýn hücciyyetine delalet açýsýndan en kuvvetli ayet, "kentlisine doðru yoî açýkça belli olduktan sonra. Resule karþý gelen ve müminlerin yolundan baþkasýna tabi olan­larý yöneldikleri tarafa döndürürüz ve cehenneme yaslarýz. Orasý ne kötü bir varýþ yeridir" {nisa, 4/115} ayetidir. Bu ayet müminlerin yoluna tabi olmayý vacip kýl­maktadýr. Þafiî´nin icmâ´nýn hüccet]iði konusunda tutunduðu ayet budur. Biz bu ayete iliþkin olarak yöneltilebilecek sorulan ve bu sorularýn savuþturulmasýn! Tehztbu´l-usûl adlý eserimizde uzun uzun anlattýk. Kanaatimizce ayet, amaç (icmâ´ýn hücciyyeti) hususunda nass deðildir. Aksine zahir olan, bu ayetten mak­sadýn, ´resule karþý savaþ açan, onunla çatýþmaya giren ve peygamberi destekle­me, ona yardým cime ve düþmanlara karþý onu savunma hususunda müminlerin yolundan baþkasýna tabi olanlar...´ olduðudur. Öyle anlaþýlýyor ki ayette, pey­gamberle çatýþmanýn terkedilmesi ile yetinilmemeiþ, buna ayrýca peygamberi destekleme hususunda müminlerin yoluna tabi olma, peygamberi savunma ve emir ve yasaklarýnda ona uyma da eklenmiþtir. Ayettin ilk anlaþýlan husus budur. Bu ayet zahir deðilse bile muhtemeldir. Þayet hz. Peygamber bu ayeti, bu þekil­de tefsir etseydi, bu tefsir makbul olurdu ve bu tefsir, -hz. Peygamber´in, þayet, çekiþmeyi ´muvafakat´; müminlerin yoluna tabi olmayý da, ´onlarýn yolundan ay­rýlma´ olarak tefsir etmesi durumundaki gibi-, nasstn kaldýrýlmasý olarak deðer­lendirilemezdi.[38]




Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:56:31

B. Sünnet´e Dayanýlmasý:

En saðlam dayanak budur. Burada "ümmetim hata üzerinde birleþmez´[39]

Hadisine tutunulmaktadýr. Bu hadis lafýz bakýmýndan daha kuvvetlidir ve amaca daha iyi delalet etmektedir. Ne var ki bu hadis, kitâb gibi mütevatir deðildir. Ki-tab ise mütevatirdir fakat nass deðildir. Bu hadisi delil haline getirmek için þöyle bir yol takip etmelidir; hz. Peygamberden, *bu ümmetin hatadan masum olduðu´ anlamý ayný olmakla birlikte farklý lafýzlarla birbirlerini destekleyen pek çok riva­yet gelmiþ ve ömer, ibn mes´ûd, ebû saîd el-hudrî, enes b. Mâlik, ýbn ömer, ebû hureyre, huzeyfe b. El-yemân gibi gözde ve güvenilir sahabilerin dilinde

"ümmetim dalalet üzerinde birleþmez" [40]

"ALLAH benim ümmetimi dalalet üzerinde toplamaz´[41] ,

"allahtan, ümmetimi hata üzerinde birleþtir/memesini istedim; bunu ba­na verdi"[42]

"kim cennetin orta yerine kurulmaktan hoþlanýyorsa, cemaatten ayrýl­masýn. Çünkü cemaatin duasý (davet), onlarý çepeçevre kuþatýr"[43]

"þeytan tek kalan kiþi ile birliktedir ve iki kiþiden uzaktýr"[44] gibi ve yine

"Allanýn eli topluluðun üzerindedir"-[45] ,

"ALLAH, ayrýlýp tek kalanlarýn ayrýlýþlarýna deðeq vermez´ ,

"Ümmetim içerisinde hak üzerinde apaçýk kalan ve muhalif kalanlarýn zarar veremeyeceði bir topluluk sürekli bulunacaktýr"[46] -bir rivayette, ´...

??onlara isabet edecek mihnet (sýkýntý) dýþýnda, muhalefet edenlerin muha­lefetinin zarar veremeyeceði bir topluluk...[47] Þeklinde geçmektedir-,

"kim cemaatin dýþýna çýkarsa veya cemaatten bir karýþ ayrýlýrsa islam taahhüdünü (ribka) boynundan atmýþ olur´

"kim cemaatten ayrýlýp da ölürse, bu ölüþ cahilîye ölüþü gibidir[48] biçi­minde yaygýnlaþmýþtýr.

Ýþte bu haberler, sahabe ve tâbiûn arasýnda yaygýn ve açýk olarak bizim za­manýmýza kadar devam etmiþ, selef ve haleften hiç kimse bunlara dil uzatmamýþ-týr. Hatta, bu haberler, ümmete muvafakat ve muhalefet edenlerce de makbul sa­yýlmýþtýr. Ümmet gerek dinin temel konularýnda (usûlü´d-dîn) gerekse fer´î konu­larýnda bu haberlerle halen ihticac etmektedir.

[ý, 176] denirse ki:

Tek tek kiþilerin nakli ilim ifade etmezken ve tek tek bu haberlerin mütevatir olduðunu iddia etmek de mümkün deðilken, bu haberler nasýl hüccet olabilir?

Deriz ki: hüccet þekli þu iki yolla izah edilebilir;

Birl.ci yol: biz, her ne kadar, tek tek her biri mütevatir olmasa bile, bu fark­lý haberlerin toplamýyla, hz. Peygamberin, bu ümmetin konumunu (þe´n) yücelt­tiði ve hatadan masum olduðunu haber verdiði hususunda zaruri bilgi gerçekleþe­ceðini iddia ediyoruz. Buna benzer haberler sebebiyle, kendimizi, ali´nin yiðitli­ðini, hâtem´in cömertliðini, þafiî´nin fakihliðini, haccâc´ýn hatipliðini, hz. Pey­gamberin diðer eþlerine nazaran aiþe´ye kalben daha meyilli olduðunu ve hz. Peygamberin, arkadaþlarýný yüceltip övdüðünü bilmeye mecbur hissetmekteyiz. Bu hususlardaki haberler tek tek mütcvatir olmasa bile, hatta tek tek ele alýnýp in­celendiðinde her bir ravinin yalan söylemiþ olabileceði mümkün olmakla birlikte, bu haberlerin toplamý için ayný þey mümkün deðildir. Bu, tek tek düþünüldüðün­de her birinde ihtimal bulunan, fakat topluca ele alýndýðýnda ihtimal durumu orta­dan kalkan ve neticede zaruri bilgi hasýl olan ´karineler toplamý´ndan elde edilen bilgiye benzemektedir.

Ýkinci yol: biz bu haberlerin zarurî bilgi deðil de istidlali bilgi gerektirdiðini iddia ederiz. Þöyleki;

A) bu haberler, sahabe ve tâbiûn arasýnda meþhur olup, onlar, icmâ´ý isbat hususunda bu haberlere tutunuyorlar ve nazzâm zamanýna kadar hiç kimse bu haberler konusunda muhalif bir görüþ ve inkar öne sürmemiþtir. Halbuki norma) þartlarda (müstekarru´1-ade), birbirini takip eden asýrlarda ümmetlerin sahihliði yönünde hüccet kaim olmadýðý sürece bir þeyi kabulde uyuþmalarý imkansýzdýr. Çünkü, tabiatlar deðiþik olduðu gibi, amaçlar ve kabul ve red hususundaki mez­hepler farklýdýr. Bunun içindir ki, haber-i vahid ile sabit olan hükümler, hiç bir zaman karþý görüþ ileri sürülmekten ve tereddüd izharýndan kurtulamamýþtýr.

B) bu haberlerle ihticac edenler, bu haberler ile kesin bir aslý isbat etmiþler­dir ki, bu asýl, kendisiyle kur´an ve mütevatir sünnet üzerine hükmedilebilen icmâ´dýr. Norma! Þartlarda (fi´l-âde) kesin olan kitab´ý kaldýran bir haberi kabul etmek imkansýzdýr. Ancak, bu haber kesin bir dayanaða istinad ediyorsa, bu tak­dirde bu haber kabul edilebilir. Kesin olan þeyin, kesin olmayan bir þey ile kaldý­rýlmasý bilinen bir husus deðildir. Zaten hiç bir kimse buna hayret etmemiþ ve hiç kimse kesin olan kitabý, sýhhati bilinmeyen bir habere istinad eden icmâ´ ile nasýl kaldýrýyorsunuz dememiþtir. Nazzam zamanýna kadar ümmetin tamamýnýn bun­dan gaflet edip de bunu özellikle ve sadece nazzâm´ýn farketmýþ olmasý tasavvur edilebilir mi!

Ýþte bu haberlerle istidlal etme biçimi bu þekildedir.[49]

Ýcmâ´ý Ýnkar Edenlerin Bu Haberler Karþýsýndaki Tavrý:

Ýcmâ´ý inkar edenler, bu haberler karþýsýnda üç ayrý konumdadýrlar. Kimileri bu haberleri reddetmiþ, kimileri tevil etmiþ, kimileri de baþka haberlerle bunlara muaraza etmiþlerdir.[50]

1) Redd

Burada dört soru vardýr;

1. Soru: belki de bir kiþi bu haberlere muhalefet etmiþ ve bunlarý reddetmiþ­tir. Fakat bu nokta bize nakledilmemiþtir.

Cevap: böyle bir þey, adelen imkansýzdýr. Zira icmâ´, dinin temellerinin (usulü´d-din) en büyüðüdür. Þayet birisi buna aykýrý davransaydý, bu konuda iþin boyutu büyür ve hilaf yaygýnlýk kazanýrdý. Nitekim sahabenin, ´ceninin diyeti´, ´haram meselesi´ ve ´þarap içme haddi´ gibi konulardaki tartýþmalarý silinip git­memiþtir. Bu gibi tali meselelerde bile hilaf silinip gitmezken, nefyi ve isbatý hu­susunda hataya düþenlerin dalalet ve bid´ate nisbet edildikleri büyük bir asýl hu­susundaki hilaf nasýl silinip gidebilir! Diðer taraftan, nasýl oluyor da deðeri düþük ve mertebesi ucuz olan nazzamýn hilafý yaygýnlýk kazanýyor da, sahabe ve [ý, 177] tâbiûnun büyüklerinin hilafý gizli kalýyor. Bu, aklýn alabileceði bir þey deðildir.

2. Soru; siz, önce haber ile icmâ´a istidlal ediyorsunuz; ondan sonra da icmâ´ ile bu haberin sýhhatine istidlal ediyorsunuz. Farzedelim ki, onlar haberin sýhhati üzerinde icmâ1 etmiþ olsunlar. Peki onlarýn, sahihliði konusunda icmâ´ ettikleri þeyin sahih olduðunun delili nedir? Zaten aramýzdaki tartýþma da bu konudadýr.

Cevap: hayýr mesele sizin tasvir ettiðiniz gibi deðildir. Aksine biz, icmâ´a haber ile istidlal ettik; bu haberin sýhhatine ise, gelip geçen asýrlarda bu habere karþý çýkîlmamasý ve muaraza edilmemesi ile istidlal ettik. Çünkü âdet, kendisiy­le kat´i þeyler (kavâti1) hakkýnda hüküm verilen kesin bir aslýn, sýhhati bilinmeyen bir haberle isbat edilmesini inkar etmeyi gerektirir. Böylece biz haberin kesin oluþunu, icmâ´ ile deðil, âdet ile bilmiþ oluyoruz. Adet, kendisinden bazý bilgile­rin edinildiði bir asýldýr. Msl. Kur´an´a muaraza edildiði ve bu muarazanýn sonra­dan kaybolduðu þeklindeki iddianýn batýl olduðu, imametin nass ile olduðu, duha namazýnýn ve þevval orucunun vacip olduðu gibi iddialarýn batýl olduðu, hep âdet ile bilinir. Çünkü þayet böyle olsaydý, adeten bunlarý sükut geçmek imkansýz olurdu.

3. Soru: peki, öncekîlerin´belki de icmâ´ý bu haberlerle deðil de, baþka bir de-\il\e isbat etmiþ olabileceðini söyleyenlere ne diye karþý çýkýyorsunuz?

Cevap: onlar, cemaate muhalefet etmeye engel olma, cemaatten ayrýlanlarý ve muhalefet edenleri tehdid hususunda bu haberlerle ihticac etmiþlerdir. Bu, yu­karda söylenenden daha evladýr. Þayet onlarýn bu hususta baþka bir dayanaklarý olsaydý, bu dayanak ortaya çýkar ve yaygýnlaþýrdý. Nitekim onlarýn bu hususta ayetlere tutunduklarý da rivayet edilmektedir.

4. Soru: peki, madem ki sahabe bu haberlerin sýhhatini biliyordu da niçin tâbiûna bu haberlerin sýhhat yolunu zikretmedi. Zikretmiþ olsalardý þüphe ortadan kalkar ve tâbiûn da onlarla müþterek bilgiye sahip olmuþ olurdu.

Cevap: çünkü sahabe, hz. Peygamberin bu ümmetin masumluðunu bildirmeþini, hz. Peygamberin bu ümmetin hata etmekten korunmuþ olduðunu açýkla­ma kasdýna zaruri olarak delalet eden karinelerin, emarelerin, lafýz ve sebeplerin tekrarlarýnýn toplamýyla anladýlar. Bu karineler, nakledilemez ve ibarelere sýð­maz. Þayet sahabe bu karineleri hikaye edecek olsaydý, bu anlatýmlarýn tek tek her birine yine ihtimal girecekti. Bu bakýmdan sahabe, tâbiûn´un, kesin bir aslýn meþkuk haber ile sabit olamayacaðý ve adcien böyle bir haberin kabul edilemeye­ceði yönündeki bilgisiyle yelindiler. Bu suretle âdel tâbiûn hakkýnda anlatýmdan daha kuvvetli olmuþtur.[51]

2) Te´vil

Îcmâ´ý inkar edenlerin bu haberlere iliþkin üç tevili vardýr.

Birinci tevil:

Hz. Peygamberin "ümmetim dalalet üzerinde birleþmez" sözü, küfür ve bid´atten haber vermektedir. Belki de hz. Peygamber, ümmetin tamamýnýn tevil ve þüphe yoluyla küfürden korunmuþ olmalarýný kastetmiþtir. Hadisin diðer riva­yetlerinde geçen ´hata´ lafzý mütevatir deðildir. Bu lafýzla gelen rivayetler sahih olsa bile; hata lafzý, genel bir lafýz olup küfre hamledilmesi mümkündür.

Cevap; dalâl, lügatteki konumu itibariyle küfür anlamýna uygun düþmez. Nitekim ALLAH teala peygamber hakkýnda ´seni bilgiden habersiz (dâll) olarak bulup da hidayet etmedi mi´ (duhâ, 93/7) demektedir. Yine musa´dan haber ve­rerek ´tamam, o kabahati iþledim ve hata edenlerden (dallýn) oldum´ (þuarâ, 26/20) demektedir. Musa her halde bu sözüyle kafir olduðunu deðil, hata etmiþ bulunduðunu söylemek istiyor. Arapçada ´dalle fulanun ani´t-tarîk´ ve ´dalle sa´yu fulanin´ denilir ki, bütün bu kullanýmlar ´hata etmek´ anlamýna gelir. Zaten, bu lafýzlardan bu ümmetin durumunun yüceltildiði ve bu faziletin sadece bu üm­mete tahsis edildiði zaruri olarak anlaþýlýrken, nasýl olur da haberlerde geçen da-lal kelimesine küfür anlamý verilebilir!

Ümmetin küfürden masumluðu meselesine gelince, nazzâm´m mezhebine göre zaten bu nimet ali, ibn mes´ud, übeyy ve zeyd´e ihsan edilmiþtir. Çünkü bunlar hak üzere ölmüþlerdir. Ölünceye kadar küfürden masum kalmýþ nice tek tek kiþiler vardýr. Bu durumda ümmet için hangi özellik kalacaktýr! Bu da göster­mekledir ki, hz. Peygamber, tek tek kiþilerin masum kalamayacaðý ve din husu­sunda hatadan masumluk açýsýndan peygamber derecesine getirilen tüm ümmetin masum olacaðý ´unutma´, ´hata´ ve ´yalan´ gibi þeyleri kastetmektedir. Savaþ or­ganizesi ve barýþ, beldenin imarý gibi dini olmayan konulara gelince, haberlerde-ki genel ifade ümmetin bu hususlarda da hatadan korunmuþ olmasýný gerektir­mektedir. Fakat bu husus þüphelidir. Dini konularda ise, týpký hz. Peygamber gi­bi tüm ümmetin de hatadan masumiyetinin vacip olduðu kesindir. Hz. Peygam­ber, hurmalarýn aþýlanmasý meselesinde hata etmiþ, sonra da "siz dünyanýzýn iþlerini daha iyi bilirsiniz; ben de dininizin iþlerini daha iyi bilirim" demiþtir. Ýkinci tevil:

Bu, olsa olsa, her türlü hatadan korunmuþ olmayý gerektiren genel bir ifade olur. Bununla, ahirette þehadet gibi bazý hata türlerinin ya da ictihad ve kýyas ile olan deðil de, mütevatir nassa uygun düþen veya akýl deliline uygun düþen þeyle­rin kastedilmiþ olmasý da ihtimal dahilindedir.

Cevap: ümmet arasýnda böyle bir ayrýntýya giren hiç kimse olmamýþtýr. Zira, ümmetin her hangi bir hususta hata etmesinin mümkün oluþuna delalet eden akýl (aklî bir delil), onlarýn baþka bir konuda da hata edebileceðine delalet eder. Bu þeyleri birbirinden ayýrma hususunda bir ayýrým ölçüsü (fânk) bulunmadýðýna gö­re, delile dayanmaksýzýn tahakküm ile bir özelleþtirme yapýlamaz ve yapýlan bir özelleþtirme diðer bir özelleþtirmeden daha evla olamaz. Hz. Peygamber, cemaa­te muhalefet edenleri kýnamýþ, muvafakat etmeyi emretmiþtir. Þayet, masumlu­ðun nelerde olduðu biliniyor olmasaydý, emre ittiba etmek mümkün olmazdý. Þu kadar ki, masumluk (ismet) mutlak olarak sabittir ve ümmetin fazileti ve þerefi bununla sabit olmuþtur.

Bazý hatalardan masum olup bazýlarýndan olmama meselesine gelince, müs-lüman bir tarafa her bir kafir için bile bu husus sabittir. Zira hemen her konuda hata eden hiç bir insan yoktur ki, bazý konularda hatadan masum olmasýn.

Üçüncü tevil:

Hz. Peygamberin ümmeti, kýyamete kadar ona inanan herkestir, tslamýn baþ­langýcýndan, dünya ömrünün sonuna kadar bunlarýn hepsi, hata üzerinde birlcþ-meyecekler. Dahasý, hz. Peygamberin gönderiliþinden sonraki tüm asýrlardakile­rin ittifaký üzere sürüp gelen her hüküm doðrudur. Zira, ümmet bunlarýn tama­mýndan ibarettir. Buna göre, zamanýmýzda ölenler ümmetin fertleridir ve bunlar­dan sonrakilerin icmâ´ý ümmetin tamamýnýn icmâ´ý sayýlamaz. Çünkü, bu ölenler hayatta olsalardý belki de muhalefet edeceklerdi. Ölüp gitmiþ olsa bile muhalif görüþ ileri sürenleri ümmetten saydýðýmýza göre, muvafakat etmemeleri durumu­nu da hesap katmak gerekir.

Cevap:

Ümmet ile, her ne kadar ümmetin kapsamýnda olsalar da, delilerin, küçük çocuklarýn, düþüklerin ve ceninlerin kastedilmesi caiz olmadýðý gibi, ölülerin ve henüz yaratýlmamýþ olanlarýn kastedilmesi de caiz deðildir. Aksine ümmet sözün­den anlaþýlan, kendilerinden ihtilaf ve birleþmenin tasavvur olunabildiði bir top­luluktur. Mevcut olmayanlarýn ve ölülerin bir araya gelmeleri ve ihtilaf etmeleri [ý, 179] tasavvur olunamaz. Bunun delili þudur; hz. Peygamber cemaate ittiba etmeyi emretmiþ ve muvafakattan ayrýlanlarý yermiþtir. Eðer bununla kastedilen onlarýn dedikleri olsaydý, ittiba ve muhalefet dünyada deðil ancak kýyamette tasavvur olunabilirdi. Kesin olarak bilinmektedir ki, bununla kastedilen; dünyada muhaleiçe sayýlmasý mümkün olan bir icmâ´dý´r. Bunlar da, her asýrdaki mevcutlardýr. Bunlardan biri öldüðünde, bunun muhalefetinin etkisi sürüp gider. Çünkü kiþinin mezhebi kendisiyle ölüp gitmez. Bu hususta, inþALLAH ilerde tatmin edici bilgi verilecektir.[52]

3) Muaraza:

(icmâ´a gerekçe yapýlan hadislere, ayetlerle ve baþka hadislerle muaraza edilmesi)

Ayetler:

Ýçerisinde küfür, riddet ve batýl fiilin menedildiði bütün ayetler buraya alýna­bilir. Bu ayetler herkes için geneldir. Bu mümkün deðilse, insanlar ondan nasýl nehyolunabilir! Msl. "...ve ALLAH hakkýnda bilmediðiniz þeyleri söylemeniz" {bakara, 2/169}, "aranýzdan dininden dönenler, artýk kafir olarak ölsün" {bakara, 2/217}, "mallarýnýzý aranýzda batýl yollarla yemeyin" {bakara, 2/188} vb. Ayetler böyledir.

Cevap:

Bu, onlarýn ietimadan nehyolunmalarý deðil, aksine, her ne kadar tek tek her bir kiþi tek baþýna nehyin kapsamýna giriyorsa da, tek tek kiþilerin nehyolunmalarýdýr.

Diðer taraftan onlarýn bu yaklaþýmlarý kabul edilse bile, yasaklanan þeyin vu­kuu ve vukuunun cevazý nehyin þartlarýndan biri deðildir. ALLAH teala, bütün ma-siyetlerin onlardan vaki olmayacaðýný bilmekte ve onlan bu masiyetlerin hepsin­den nehyetmektedir. Bilinenin hilafý vaki deðildir. Nitekim ALLAH, resulünü bü­tün bunlardan koruduðunu ve bu þeyleri yapmayacaðýný bildiði halde o´na "eðer þirke düþecek olursan, amelin boþa gitmiþ olur" {zümer, 39/65}, "cahiller­den olma" {en´âm, 6/35} demiþtir.

Haberler:

"islam garib olarak baþladý, týpký baþladýðý gibi garip olarak dönecektir"[53]

"en hayýrlý asýr (nesil) benim içinde bulunduðum asýr, sonra, bu asýrdan sonra gelenler, sonra bundan sonra gelenlerdir. Daha sonra yalan öyle bir yaygýnlaþacak kiþi, yemin etmesi istenmediði halde yemin edecek, þahitlik et­mesi istenmediði halde þahitlik edecektir"[54]

"kýyamet, benim ümmetimin en þerlileri üzerine kopacaktýr"[55]

Cevap:

Bu ve benzeri haberler isyan ve yalanýn çoðalacaðýna delalet eder, yoksa ki, hakka tutunan kimsenin kalmayacaðýna deðil. Bu haberler, hz. Peygamberin "ümmetimden bir gurup, ALLAHýn emri gelinceye kadar ve deccal çýkýncaya kadar hakk üzerinde kalacaktýr" [56]hadisiyle çeliþik deðildir. Diðer taraftan bu hadisler, sýhhat ve açýklýk (zuhur) bakýmýndan bizim gerekçe gösterdiðimiz ha­disler kadar kuvvetli deðildir.[57].

C. Manevi Yol (Akýl):

Ýcmâ´ýn hüccet oluþunun isbatý hususunda dayanýlan üçüncü yöntem manevi yol olup, açýklamasý þöyledir:

Sahabe, bir hüküm verdiðinde ve kendilerinin bu hükme kesin gözüyle bak­týklarýný zannettiklerinde, bu hükme ancak kesin bir dayanaktan hareketle kesin gözüyle bakabilirler. Bunlarýn sayýsý, tevatür sýnýrýna ulaþacak kadar çoðaldýðýn­da, âdet, onlarýn yalaný kastetmelerini imkansýz kýlar ve yine onlarýn yanlýþa (ga­lat) düþüp içlerinden birinin bu husustaki doðruya dikkat çekmemesini imkansýz-laþtýrýr. Yine, kesin bir delil olmaksýzýn bir þeyin kesinliðine hükmetmek hatadýr. Sahabenin, kesinlik olmayan yerlerde kesin olarak hükmetmeleri adeten imkan-[ý, 180] sýzdýr. Sahabe, ietihad kaynaklý olarak hüküm vermiþ ve bunun üzerinde ittifak etmiþse bilinir ki tâbiûn, sahabeye muhalif kalanlara karþý sert tepki göstermiþ ve sahabenin bu hükmüne kesin gözüyle bakmýþtýr. Halbuki tâbiûnun bu husustaki kesin kanaati, kesinlik mahalli dýþýnda kesinliktir. Öyleyse bunun da mutlaka ke­sin bir delile dayanmasý gerekir. Aksi takdirde, onca sayýda olmalarýna raðmen, içlerinden birinin dahi gerçeðin farkýna varamayacaðý derecede gerçeðin bunlann gözünden kaçmasý adette imkansýz olur. Ayný þekilde biz biliyoruz ki, tâbiûn bir hususta icmâ´ etse, tâbiûndan sonra gelenler, tâbiûnun icmâ´ýna muhalefet edenle­re þiddetle karþý çýkarlar ve bu karþý çýkýþý kesin bir þey olarak görürler. Halbuki bu kesinleme, kesinlik mahalli dýþýndadýr. Adet, bu kesinlemenin ancak kesin bir þeye dayanýlarak olabilmesini mümkün kýlar.

Bütün bunlar uyarýnca derler ki, þayet ehlu´1-hall ve´l-akd, tevatür sayýsýnýn altýna inecek olursa, adeten bunlarýn hata etmeleri ve her hangi bir yönlendirici sebeple (bâis) yalaný kasden söylemeleri artýk imkansýz olmaz. Dolayýsýyla bunda hiç bir hüccet de olamaz.

Bu yol, bize göre zayýftýr. Çünkü hatanýn menþei ya kasden yalan söyleme ya da kesin olmayan bir þeyi kesin zannetmeleridir. Birinci ihtimal, tevatür sayýsý Hakkýnda caiz deðildir, ikinci ihtimal ise, caizdir. Yahudiler, ýsa ve muham-med´in peygamberliðinin batýl olduðuna kesin gözüyle bakarlar. Yahudiler teva­tür sayýsýndan fazladýr. Halbuki bu, kesinlik mahalli dýþýnda kesinlemedir. Fakat onlar kesin olmayan bir þeyi kesin zannetmiþlerdir. Alemin sonradan meydana geldiðini, peygamberlikleri inkar edenler ve sair bid´at ve dalalet türlerini iþle­yenlerin sayýsý da tevatür sayýsýna ulaþmaktadýr ve bunlarýn yerdikleri haberlerin doðruluðu (sýdk) hasýl olur. Ne var ki bunlar, kesinlik mahalli dýþýnda kesinleme yapmalarý sebebiyle hala etmiþlerdir. Yukarýdaki sözü söyleyen kiþinin, bunu sa­dece bu ümmete tahsis etmeksizin yahudilerin ve hýristiyanlarýn icmâ´ýný hüccet saymasý gerekir. Onlar islam dininin batýl olduðu hususunda icmâ´ etmiþlerdir.

Denirse ki:

Burada söyledikleriniz adete tutunmaktýr. Siz, ikinci meslekte de adete mey­letmiþtiniz. Yani burada söyledikleriniz orada söylediklerinizin aynýsýdýr.

Deriz ki:

Adet, tevatür sayýsýna ulaþmýþ kiþilerin, kesin olmayan bir þeyi kesin .zannet­melerini imkansýz kýlmaz.

Bu itirazla ilgili olarak da þunlarý söyleriz; bir haberin mütevatir olabilmesi­nin þartý, bu haberin duyularla algýlanan (mahsûs) bir þeye istinad etmesidir. Adet ise, delili zannî olan bir haber olan icmâ1 ile kitab ve mütevatir sünnetin defi karþýsýnda susmayý ve boyun eðmeyi imkansýz kýlar. Hiss veya karine-i hal veya bedihiyyat ile bilinen tüm zaruri þeylerin metodu birdir ve insanlar bu gibi þeyle­rin idrakinde müttefiktir. Adet de bunun, tevatür ehlinin gözünden kaçmasýný im­kansýz görür. Nazarî olan þeylerin ise çeþitli yollarý vardýr. Adet tevatür ehlinin bu husustaki yanlýþlýk üzerinde birleþmelerini imkansýz görmez. Ýþte iki yaklaþým arasýndaki fark budur.´

Denirse ki:

Sizin bu ikinci yaklaþýmdaki dayanaðýnýz, tevatür ehlinin icmâ´ ettikleri þe­yin hata olmayýp gerçek oluþudur. Peki, buna ittibaýn vacip oluþunun delili nedir? Halbuki, her müetehid hakký tutturmuþtur ve bir müetehidin diðerine uymasý va­cip deðildir. Yine yalancý þahit bir hakký iptal ettiði halde, hakimin bij yalancý þa­hide ittiba etmesi gerekir. Demek ki, itýibam vacip olmasý baþka þey, bir þeyin gerçek olmasý baþka þeydir.

Deriz ki:

Ümmet, icmâ´a ittiba etmenin vacipliði ve icmâ´ýn uyulmasý gereken gerçek olduðu üzerinde icmâ´ etmiþtir. Ümmetin bu sözde gerçeði söylemiþ olmalarý ha­sebiyle icmâ´a ittiba vacip olur.

Sonra deriz ki; gerçek olduðu bilinen her gerçek hususundaki asýl, ittibaýn vacip oluþudur. Müctehide ittiba etmek vaciptir. Ancak, yine bu müetehid gibi [ý, 181 Hakký tutturmuþ (muhikk) olan miictehidin bu müctehide uymasý vacip deðildir. Bu müctehid, kendi içtihadýyla hasýl olan gerçeði, baþka bir miictehidin içtihadýy­la kendisi hakkýnda hasýl olan gerçeðe takdim etmiþ olur. Yalancý þahidin yalan­cýlýðý biliniyorsa artýk buna ittiba edilmez. Yine bu hususa delalet eden diðer bir þey de hz. Peygamberin cemaate muhalefet edenleri yermesi ve bunu ümmete bir övgü olarak zikretmesidir. Bunun gerçekleþmesi de ancak, ittibam vacip ol­masýna baðlýdýr. Aksi takdirde hz. Peygamberin bu sözünün hiç bir anlamý kal­maz ve adeta þöyle demiþ olur; ´bu ümmet, gerçeðin delilini tutturduklarý zaman isabet etmiþ olurlar´. Bu ise, müsiümanlarýn her bir ferdi için zaten mümkündür. Dolayýsýyla hz. Peygamberin sözünde ne bir övgü ne de bu ümmetin tahsis edil­mesi kalýr.[58]

B. Icma´ýn Rükünleri

Ýcmâ´ýn iki rüknü vardýr; icmâ´ ehli (mucmiûn) ve icmâ´ýn kendisi (nefsu´l-icmâ´)

1. Icmâ´ Ehli

Ýcmâ´ ehli, hz. Muhammedia´ümmetidir. Ümmet sözünün zahiri bütün müs-lümanlan içine almaktadýr. Fakat her zahirin nefy ve isbat hususunda açýk iki yö­nü ve birbirine benzer orta dereceleri (evsât müteþâbihe) vardýr.

Îsbat hususunda vazýh olan taraf, ümmet kapsamýna fetvasý makbul olan her müetehidin dahil olmasýdýr. Bu durumda olan kiþi kesinlikle ehlu´l-hall ve´l-akd´dir. Ýcmâ´ hususunda bunlarýn muvafakatine gerek vardýr.

Nefy noktasýnda açýk olan nokta ise, çocuklar, deliler ve ceninlerdir. Bunlar her ne kadar ümmetten sayýlsa da, biz biliyoruz ki hz. Peygamber "ümmetim hata üzerinde birleþmez" derken, sadece, meseleyi kavradýktan sonra ona muva­fakat veya muhalefet etmesi tasavvur olunabilen kimseleri kastetmiþtir. Dolayý­sýyla, bu anlayýþtan yoksun olan kiþiler icmâ´a katýlamazlar. Bu iki mertebe ara­sýnda, mükellef olan halk tabakasý, usulcü olmayan fakîh, fakîh olmayan usulcü ve fasýk ve bid´atçý müctehid ile tabiinden olup sahabe asrýnda ietihad mertebesi­ne yaklaþan kiþi bulunmaktadýr. Bunlardan her birini bir mesele baþlýðý altýnda açýklayalým.

Mesele: (halk tabakasýnýn icmâ´a katýlmasý)

Halk tabakasýnýn icmâ´ katýlmalarý tasavvur olunabilir. Çünkü þeriat, iki kýs­ma ayrýlmaktadýr. Birinci kýsým, idraki hususunda avâmm ve havassýn müþterek Olduðu beþ vakit namaz, ramazan orucu, zekat ve haccýn vücubu gibi hususlar­dýr. Bu konularda icmâ´ vardýr ve avam bu icmâ´da havassa muvafakat etmiþtir, ikinci kýsým ise, sadece havassýn idrak edebileceði namaz, alým-satým, tedbîr ve istîlâd´ýn hükümleri gibi hususlardýr. Avam, havassýn üzerinde icmâ´ ettikleri hu­suslarda gerçeðin, ehlu´1-hall ve´l-akd´in icmâ´ ettiði þeyler olduðunda, kesinlikle içlerinde bir muhalefet gtzlemeksizin ittifak ederler ve bu suretle icmâ´ yapanlara muvafakat etmiþ olurlar. Bu bakýmdan böylesi bir icmâ´ý da, bütün ümmetin icmâ´ý olarak adlandýrmak uygun ve güzel olur. Nitekim ordu, rey ve tedbir ehlin­den bir topluluðu, bir kalenin ahalisi ile bir barýþ anlaþmasý yapma hususunda ha­kem tayin edip, bunlar da her hangi bir þey karþýlýðýnda barýþ anlaþmasý yaparlar­sa, bu barýþ anlaþmasýnýn tüm ordunun ittifakýyla yapýlmýþ olduðu söylenebilir. Öyleyse müctehidlerce üzerinde icmâ1 edilen her husus, ayný zamanda avam tarafý, 182 fýndan da üzerinde icmâ´ edilmiþ olur ve böylece icmâ´-i ümmet tamamlanmýþ olur.

Denirse ki:

Bir asýrdaki havassýn icmâ´ ettiði bir olayda, halktan biri muhalefet ederse, bu kiþiye raðmen icmâ´ gerçekleþebilir mi? Eðer âmmiye raðmen icmâ´ gerçekle-þiyorsa, âmmi nasýl olur da ümmetin haricinde kalýr? Yok eðer bu kiþiye raðmen icmâ´ gerçek leþ mi yorsa, halktan birinin sözü nasýl olur da dikkate alýnýr?

Deriz ki:

Alimler bu konuda ihtilaf etmiþler; kimileri, âmminin de ümmet kapsamýnda olduðu dolayýsýyla genel veya ayrýntýlý biçimde icmâ´ý kabulünün gerektiði nokta­sýndan hareketle, bu durumda icmâ´ýn gerçekleþmiþ sayýlamayacaðýný söylemiþ­ler; kimileri de iki delil öne sürerek bu durumda icmâ´ýn gerçekleþmiþ sayýlacaðý­ný söylemiþlerdir, ki en sahih görüþ budur. Bu iki delilden birincisi þudur; ammî, doðruyu aramaya ehil deðildir. Çünkü bu iþin aletine sahip deðildir. Aletin eksik­liði bakýmdan, adeta çocuk ve deli hükmündedir. Zaten, ümmetin hatadan ma­sumluðu denildiðinde bundan anlaþýlan, sahip olduðu ehliyeti ile doðruyu bulma­sý tasavvur olunabilen kiþilerin masumluðudur.

Ýkinci delil, ki bu daha kuvvetlidir, þudur: sahabenin ilk asrý -sahabenin ha-vassýný ve avammýný kastediyorum-, bu hususta avamma itibar edilmeyeceðinde icmâ1 etmiþlerdir.

Ayrýca ammi, bir söz söyleyince bunu cahillikten söylediði ve ne söylediðini bilmediði ve onun gerek muvafakat gerekse muhalefete ehil olmadýðý anlaþýlýr. Bu bakýmdan böyle bir þeyin aklý baþýnda bir ammiden sudur etmesi tasavvur edilemez. Çünkü aklý baþýnda olan biri, bilmediði iþleri bilenlere býrakýr. Dolayý­sýyla bu durum, kesinlikle vuku bulmamýþ farazî bir tasvirdir.

(amminin muhalefetine raðmen) icmâ´ýn in´ikad edeceðine delalet eden bir diðer husus da, amminin alimlere muhalefet etmesi sebebiyle asi olmasý ve muhalefet etmenin ona haram olmastdýr. Amminin bu durumda isyan etmiþ sayýldý­ðýný gösteren delil ise, bilgisizce kendileri sapýp baþkalarýný da saptýran cahil reis­lerin yerilmesine iliþkin haberler ile "...içlerinden istinbat ehli olanlar bunu

Bilirlerdi" (nisa, 4/83 j ayetidir. Ayet onlarý tartýþmaya düþmekten alýp, istinbat ehline baþvurmaya yönlendirmektedir. Alimlere baþvurmayý vacip kýlan ve hal­kýn cehalet ve heva ile fetva vermesini haram kýlan pek çok haber varid olmuþtur. Þu kadar ki bu durum, halka raðmen icmâ´ýn gerçekleþeceðini göstermez. Týpký haber-i vahide muhalefet edenin masiyet iþlemiþ olmasý gibi, amminin de, muha­lefet sebebiyle masiyet iþlemiþ olmasý caizdir; fakat onun muhalefeti yüzünden icmâ´ýn var olmasý da mümkün deðildir. Hüccet icmâ´dadýr. Eðer, bir masiyet se­bebiyle veya masiyet olmayan bir þey sebebiyle icmâ´ imkansýz oluyorsa hüccet deðil demektir. Delil daha önce zikrettiði mi zdir.

Mesele: (icmâ´a katýlabilecek alimlerin vasýflan)

Avammýn sözünün muteber olmayýþýný, alet eksikliðine baðlarsak, hükümle­ri idrak hususunda aleti eksik olan nice kelamcýlar, nahivciler, tefsirciler ve ha-disçiler vardýr.

Kimi alimler de derler ki, yalnýzca þâfýî, mâlik ve ebû hanîfe ve sahabe ve tâbiûn içerisinde bunlarýn benzerleri gibi müstakil fetva verebilen mezhep imam­larýnýn sözüne itibar edilir.

Kimileri de mezhep imamlarýna, füru ahkamýný ezberleyen ve bu hükümleri geliþtiren fakihleri de eklemiþ, fakat füruun ayrýntýlarýný bilmeyen ve bunlarý ez­berlemeyen usulcüyü dýþarýda býrakmýþlardýr. Sahih olan, hükümlerin kaynaklarý­ný (müdreklerini); hükümlerin, mefhum ve manzumdan, emir, nehiy ve umum sýygasýndan nasýl elde edileceðini ve nasslan nasýl kavranýp talil edileceðini bilen usulcünün, sözüne itibar edilmek bakýmýndan, füruu ezbere bilen fakihten daha evla olmasýdýr. Zaten alet sahibi demek, füruu ezbere bilmese bile, istediði za­ti, 183] man hükümleri idrak edebilecek kiþi demektir. Usulcü buna muktedirdir; füruu ezbere bilen fakih ise bunu beceremez.

Füruu ezbere bilmenin önemli olmadýðýnýn delili þudur; abbâs, zübeyr, tal-ha, sa´d, abdurrahmân b. Avf, saîd b. Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, ebû ubeyde b. Cerrah ve benzerleri gibi kendisini fetva için nasbetmemiþ olan ve etraflarýnda abâdile[59] ve ali, zeyd b. Sabit ve muâz´ýn etrafýnda toplanýldýðý toplanýlmayan sa-habiler, bir konuda muhalefet ettikleri zaman bunlarýn muhalefetleri nazar-ý itiba­ra alýnýyordu. Bunlarýn sözlerine nasýl itibar edilmez ki, bunlardan her biri devlet baþkanlýðýna (imamet-i uzma) uygun idi ve çoðunluðu þûra heyeti içerisinde bu­lunuyordu. Halbuki bunlar, füruu ezbere bilmiyorlardý. Gerçi füru´ henüz ortaya Konulmuþ deðildi. Fakat bunlar kitab ve sünneti biliyorlardý ve bu ikisini anla­maya ehil idiler. Kaldý ki, füruu ezbere bilen kiþi, hayýz ve vasiyetlerin incelikle­rini ezberleyememiþ olabilir. Bu fiiruun aslý, týpký bu incelikler gibidir ve ezbere bilinmesi þart deðildir, demek ki, usulcünün muhalefetine ve derinleþmiþ fakihin muhalefetine itibar edilmesi gereklidir. Çünkü her ikisi de potansiyel olarak alete sahiptir ve söylediklerini delilden hareketle söylerler.

Nahivci ve kelamanm muhalefeti ise önemli deðildir. Çünkü bu ilim açýsýn­dan her ikisi de avam mesabesindedir. Ancak söz, eðer nahiv veya kelam üzerine bina edilen bir problem hususunda vaki oluyor ise bu takdirde bunlarýn görüþleri­ne deðer verilir.

Bu meselenin kat´î bir mesele mi yoksa ictihadi bir mesele mi olduðu soru­lursa, deriz ki, bu mesele ictihadi bir meseledir. Þu kadar ki biz onun (kelama) sözünün muteber olmasýný tecviz edersek, bunun muhalefeti durumunda icmâ´ þüpheli hale gelir ve kesin bir hüccet olma hüviyeti kazanamaz ve ancak bunlar muhalif kalmadýðý pman hüccet olabilir.

Avamýnýn muhalefetine gelince, þimdiye kadar böyle bir durum meydana gelmemiþtir. Meydana gelse bile, avamýnýn muhalefeti aðýza gelen bir laftan iba­rettir. Kendisi de zaten ne söylediðini bilmediðini itiraf etmektedir. Týpký çocu­ðun sözü gibi, avammýn sözünün de boþ olduðu kesindir. Bu ise böyle deðildir.

Denirse ki: usulcü, füru konularýnda, ittifak ettikleri hususlarda fakihleri taklid etse ve bunun gerçek olduðunu ikrar etse icmâ´ kurulmuþ olur mu?

Deriz ki:

Evet icmâ´ kurulmuþ olur. Çünkü ortada her hangi bîr muhalefet yoktur ve usulcü, her ne kadar ayrýntýyý bilmese de, genel anlamda muvafakat etmiþtir. Ke-lamalartn istitâat, acz, cisimler, arazlar, zýt ve hilaf konularýnda üzerinde icmâ´ ettikleri hususlarýn doðruluðu hususunda fakihlerin ittifak etmesine bunun gibi­dir. Týpký avammdan kabul edildiði gibi, genel anlamda muvafakat ile icmâ´ meydana gelir. Çünkü diðer ilim dallarýndaki alimler, her ne kadar baþka bir ilmi tahsil etmiþlerse de,.tahsil etmedikleri ilme nisbetle avam gibidirler.

Mesele: (bid´atçinin muhalefetiin deðeri)

Bid´atçi (mübledi´) eðer bu bid´ati sebebiyle kafir olmamýþsa, muhalefet etti­ði takdirde icmâ´ kurulmaz. Tam tersine bu kiþi, ´fasýk müctebid´ hükmündedir. Fasýk müctehidin muhalefetine ise itibar edilmektedir.

Denirse ki:

Belki mübtedi´, gerçekten o kanaatte olmadýðý halde yalan yere muhalefet ei-mektedir.

Deriz kî:

Belki de doðru söylüyordur ve gerçekten muvafakat ettiðinden emin olma­sak bile, muvafakat etmesi gereklidir. Nasýl olurda, inancýný, münazaralarmdaki ve istidlallerindeki karine-i haller ile bildiðimiz fasýkýn muhalefetine itibar edildi­ði halde, sözü kabul edilen mübtedi´in muhalefetine itibar edilmez! Çünkü bu kiþi kendisinin fasýk olduðunu bilmemektedir. Ancak, eðer bid´ati sebebiyle kafir ol­muþsa, kýbleye yönelerek namaz kýlsa ve kendisinin müslüman olduðunu zannet-[ý, 1841 sc bile artýk bu durumda onun muhalefetine itibar edilemez. Çünkü ümmet, kýb­leye yönelerek namaz kýlanlardan deðil, müminlerden ibarettir. Bu ise, kendisi­nin kafir olduðunu bilmese bile kafirdir.

Evet! Msl. Bir kimse teþbih ve teesime kail olsa ve biz onu tekfir etsek, bu­nun görüþünün batýl olduðuna, bu dýþarda býrakýlarak kendilerinin ümmetin tama­mýný teþkil ettikleri düþüncesinden hareketle, muhaliflerinin teesimin butlaný yö­nündeki icmâ´ý ile istidlal edilemez. Çünkü, bunlarýn ümmetin tamamý oluþlarý, bu kiþinin ümmetten dýþlanmasýna baðlýdýr, bunun dýþlanmasý ise tekfir deliüne (kafir olduðunun isbatlanmasýna) baðlýdýr. Kiþinin tekfir edilmesinin kendisine baðlý olduðu þey, o kiþinin tekfiri için delil olamaz. Böyle bir yaklaþým, bir þeyin yine bizzat kendisiyle isbatlanmasý sonucuna götürür.

Evet! Bu kiþi, biz onu aklî bir delil ile tekfir ettikten sonra, baþka bir mesele­de muhalefet etse artýk ona itibar edilmez. Þayet bu kiþi kendisinin kafirliði sýra­sýnda ümmetin üzerinde icmâ´ ettikleri bu meselede önceki muhalefetinde ýsrar ederek tevbe edecek olsa, müslüman oluþundan sonra bu muhalefetine itibar edil­mez. Çünkü, bu muhalefet, kendisinin içlerinde bulunmadýðý tüm ümmetin icmâ´ýndan sonra meydana gelmiþ olmaktadýr. Nitekim bir kafir, ümmetin tama­mýna muhalefet edip daha sonra, önceki muhalefetinde ýsrar ederek müsiüman ol­duðunda bunun muhalefetine itibar edilmemektedir. Þu kadar ki, icmâ´ýn tamam­lanmasý için asrýn inkýrazýný þart koþanlara göre, bu muhalefetinin bîr deðeri ola­bilir.

Denirse ki:

Þayet bazý fakihler, bid´atinin tekfir edilmeyi gerektirdiðini bilmemeleri ve bu kiþi olmaksýzýn icmâ´ýn gerçekleþmiþ olamayacaðýný zannetmeleri durumunda»,* tekfir edilmiþ bir bid´atçinin muhalefeti yüzünden icmâ1 etmeyi terkederlerse, fa-kihlcrin hangi tevillerin küfre götürdüðüne vakýf olmak durumunda olmamalarý yönünden mazur sayýlabilirler mi?

Deriz ki; meselenin iki ayrý biçimi vardýr.

Birincisi þudur; fakihler ´biz bu kiþinin bid´atinin küfrü geretirip gerektirme­diðini bilmiyoruz´ diyerek iþi kestirip atarlarsa, mazur olamazlar. Zira, fakihlcrin bu durumda usul alimlerine (ke´.amcilara) baþvurmalarý lazýmdýr. Usu! Alimleri­nin de onlara meseleyi anlatmasý gerekir. Eðer usul alimleri söz konus´u kiþinin Tekfirine fetva verirse, fakihler bunu taklid etmek durumundadýr. Eðer taklide ka­naat getirmezlerse, tekfir gerekçesini (delil) de sormalarý gerekir. Delil kendileri­ne anlatýlýnca, kuþkusuz bu delili anlarlar. Çünkü bunun delili kesindir. Eðer fa-kih kendisine zikredildiði halde delili kav ray amýy orsa, týpký, hz. Peygamberin doðruluðunun delilini idrak edemeyen kiþinin mazur sayýlamayacaðý gibi, yine mazur sayýlamaz. Çünkü ALLAH teala´nýn kesin delilleri nasbetmesinden sonra hiç bir mazeret olamaz.

Ýkincisi de þöyledir; fakihin, bu kiþinin bidatinden ve inancýndan habersiz, ol­masý ve bunun muhalefeti sebebiyle icmâ´ý lerketmesidir. Bu durumda fakih bu hatasýnda mazurdur ve sorumlu deðildir. Böylesi bir durumda, týpký nâsih delilin kendisine ulaþmamasý durumunda olduðu gibi, icmâ´ kendisi hakkýnda hüccet ha­line gelmemiþtir. Çünkü, birinci þeklin aksine burada fakihe bir kusur nisbet edi­lemez. Birinci durumda, baþvurma ve araþtýrma imkaný vardýr ve bunun terkinde hiç bir mazereti yoktur. Haricilerin þahitliðini kabul edip, bu þahitliðe göre hü­küm vermiþ gibi olur. Çünkü ali ve osmana karþý çýkan, bu ikisinin kafir oldu­ðunu söyleyen, bu ikisinin kanýnýn ve malýnýn mübahlýðýna inanan haricilerin tek­firi konusundaki delil, hemencecik anlaþýlacak biçimde açýktýr. Bu delili bilme­yen mazur olamaz. Yalancý þahidin þahitliðine dayanarak hüküm vermek ise böy­le deðildir. Çünkü þahidin doðru söylediðni bilmenin bir yolu yoktur. Halbuki, bir kiþinin kafir olup olmadýðýný bilmek mümkündür.

Denirse ki:

Kiþi, ne ile tekfir olunur?

Deriz ki:

Bu mesele oldukça uzundur. Biz faslu´t-tefrika beyne´l-îslâm ve´z-zendek, [ý, 185 adlý kitabýmýzda bu konudan bir nebze bahsettik. Burada zikredeceðimiz miktar ise üç kýþýma racidir. Birinci kýsým: bizzat inancýnýn küfür olmasý; yaratýcýyý, sý­fatlarýný ve peygamberliði inkar gibi.

Ýkinci kýsým: inanmasý, kiþiyi yaratýcýyý ve sýfatlarýný itiraftan, peygamberle­ri tasdikten alýkoyan ve tenakuz yönünden bunlan inkar etmesini gerektiren þey­ler.

Üçüncü kýsým: ancak kafirden sadýr olacaðý yönünden tevkif varid olan þey­ler; aleþe tapýnmak, puta secde etmek, kur´andan bir sureyi inkar etmek, bazý peygamberleri tekzip etmek, zinayý, içkiyi ve namazýn terkini helal saymak gibi þeyler. Genel bir ifadeyle, þeriatten olduðu tevatüren ve zaruri olarak bilinen þey­leri inkar etmek.



Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:56:56

Mesele: (sahabeden sonrakilerin icmâ´ý)

Kimi alimler, sahabe dýþýndakilerin icmâ´ýna önem vermezler, ki biz bu görüþün batýl olduðunu göstermeye çalýþacaðýz.

Kimi alimler de, sahabeden sonra tâbiûnun icmâ´ýnýn da dikkate alýnacaðýný, ancak sahabe zamanýnda tabiinin hilafýna önem verilmeyeceðini ve tabiînin hila­fý yüzünden sahabe icmâ´ýnýn gerçekleþmemiþ sayýlmayacaðýný söylemiþlerdir. Tabiî, icmâ´ýn tamamlanmasýndan önce ictihad rütbesine eriþtiði sürece bu görüþ fasiddir. Çünkü tabiî de ümmettendir. Tabiî dýþarýda býnakýlarak yapýlan icmâ´, ümmetin tamamýnýn icmâ´ý deðü, ümmetin birkýsmýnýn icmâ´ý olur. Hüccet ise ümmetin tamamýnýn icnýâ´ýndadýr.

Evet, sahabe icmâ´ etlikten sonra, tabiî içti had rütbesine eriþirse, týpký icmâ´ýn tamamlanmasýndan sonra müslüman olmuþ gibi, bu durumda tabiî, saha­be icmâ´ýna geçilmiþ olur ve artýk muhalefet etme yetkisi kalmaz. "hakkýnda ih­tilaf ettiðiniz en küçük þeyin hükmü bile ALLAH´a aittir" {þûra, 42/10} ayeti bu hususa delalet etmektedir. Bu ihtilaflý bir konudur ve sahabenin, tabiînin hilafý­nýn caizliði hususundaki icmâ´ý ve yine sahabenin tabii´nin muhalefetine karþý çýkmamýþ olmalarý buna delalet etmektedir. Bu demektir ki, sahabe, tâbiûnun muhalefetinin caiztiði hususunda icmâ1 etmiþtir. Abdullah´ýn, alkame ve esved gibi bir çok arkadaþýnýn sahabe döneminde fetva veriyor olduklarý biliniyorken, yine hasan basrî ve said b. Müseyyeb de fetva veriyor iken tabiînin hilafý nasýl dikkate alýnmaz!

Genel biçimde ifade etmek gerekirse, sahabî´nin, sohbet fazileti dýþýnda, tabiîden bir üstünlüðü yoktur. Þayet bu fazilet, icmâ´ için özel bir etken sayýlacak olursa, ensarýn sözü, muhacirlerin sözü sebebiyle, muhacirlerin sözü aþere-i mü-beþþerenin sözüyle, aþere-i mübeþþere´nin sözü dört halifenin sözüyle, dört hali­fenin sözü, ebû bekr ve ömer´in sözüyle geçersiz (sakýt) olur.

Denirse ki:

Aiþe´nin, ebû seleme b. Abdurrahman´ý, sahabeyle boy ölçüþme hususunda karþý çýkýp tenkit ettiði ve onun hakkýnda ´horozla birlikte öten civciv!´ dediði ri­vayet edilmektedir.

Deriz ki:

Bizim zikrettiklerimiz kesin olan þeylerdir. Sizin aiþe´den naklettiðiniz ise, ahad nakille sabit olmuþtur. Bu nakit, sabit kabul edilse bile, aiþe´nin kendi þahsî görüþüdür ve onda hiç bir hüccet yoktur. Diðer taraftan belki de aiþe, sahabenin önceden icmâ´ ettiði konularda ebû selcme´nin sahabeye muhalefet etmesine en­gel olmak istemiþtir. Belki de aiþe, týpký ´îne[60] meselesinde, harama giden yo­lun (zerîa) önünün alýnmasýnýn kesin olarak vacip olduðu zannýyla zeyd b. Er-kam´a karþý çýktýðý gibi, burada da kendi anlayýþýna göre ietihadi olmayan bir me­selede ebû seleme´nen muhalif görüþ serdetmesine karþý çýkmýþtýr.

Bilesin ki: bu meseledeki tartýþma, sahabe icmâ´ýnýn, bir sahabenin muhalif kalmasý durumunda gerçekleþmeyeceði görüþünde olanlarla tasavvur olunabilir. Hangi surette olursa olsun çoðun hilafýnýn azýnlýk sebebiyle saf dýþý býrakýlama­yacaðý görüþünde olanlara gelince, bunlarýn sözü sadece tabiîye mahsus deðildir.

Mesele: (azýnlýðýn karþý çýkmasý durumunda çoðunluðun icmâ´ý)

Azýnlýðýn muhalif kalmasý halinde çoðunluðun icmâ´ý hüccet deðildir. Kimi [ý, 186 alimler bunun hüccet olduðunu söylemiþler; kimileri de, eðer azýnlýðýn sayýsý te­vatür sayýsýna ulaþýyorsa, bu durumda iemâ´ýn gerçekleþmeyeceðini, aksi durum­da gerçekleþeceðini ileri sürmüþlerdir.

Bizim bu husustaki birinci dayanaðýmýz þudur; hatadan korunmuþluk (is­met), ancak ümmetin tamamý için sabit olmuþtur. Çoðunluðun icmâ´ý ise, ümme­tin tamamýnýn icmâ´ý olmayýp, ihtilaflýdýr. ALLAH teala, "hakkýnda ihtilaf ettiði­niz en küçük þeyin hükmü bile ALLAH´a aittir" {þûra, 42/10} buyurmuþtur.

Denirse ki:

Ümmet bazan mutlak olarak zikredilir ve bununla çoðunluk kastedilebilir. Msl. ´Temim oðullarý komþuyu himaye eder, misafire ikramda bulunur´ denilir ve bununla temim oðullarýnýn hepsi deðil çoðunluðu kastedilir.

Deriz ki:

Umum sýygasýna kail olanlar, bunu (ümmet sözünü) ´herkes´ olarak anlarlar. Tahsis, keyfi tutum (tahakküm) ile deðil ancak bir delil ve zaruret ile caiz olur. Burada ise her hangi bir zaruret yoktur. Umum sýygasýna kail olmayanlara göre ise, bununla ´en az´ýn bile kastedilmesi caizdir. Bu durumda, kastedilen kýsým ile, kastedilmeyen kýsým birbirinden ayýrdedilemez. Kastedilen kýsmýn dahil olduðu­nun bilinebilmesi için, herkesin icmâ´ý gereklidir. Hakk ehlinin sayýca azlýðýna delalet eden bir çok haber varid olmuþken bu (çoðunluðun icmâ´ý) nasýl olabilir! Nitekim hz. Peygamber, "onlar o gün azýnlýktadýr"[61] ´din garib olarak baþ­ladý, yine garib olarak geri dönecektir" demiþtir. ALLAH teala, "onlarýn ço­ðunluðu aklýný kullanmaz" {hucurât, 49/4}, "þükreden kullarým da ne kadar azdýr" {sebe, 34/13}, "nice az bir topluluk vardýr ki..." {bakara, 2/249} bu­yurmuþtur. Ortada mazbut bir ölçü (dâbýt) ve çare olamadýðýna göre, bu problem ancak, icmâ´da herkesin sözüne itibar edilmesi gerektiði söylenerek halledilebilir.

Ýkinci dayanaðýmýz ise, sahabenin tek tek kiþilerinin muhalefetini caiz görme hususundaki icmâ´ýdýr. Nitekim, tek tek kiþilerin infirad ettiði nice meseleler var­dýr. Msl. Ýbn abbas, avl "[62] konusunda infirad etmiþ ve avl´i inkar etmiþtir.

Denirse ki:

Hayýr böyle deðil! Sahabe tbn abbas´ýn müt´a nikahýnýn caizüði ve ribanýn sadece nesîc´de olduðu þeklindeki görüþüne karþý çýkmýþtýr. Aiþe, îne meselesinde zeyd b. Erkam´a karþý çýkmýþ; sahabe, uykunun abdesü bozmayacaðý görüþünde olan ebû musa el-eþ´ari´ye ve dolu (hered) yemenin orucu bozmayacaðý görüþün­de olan ebû talha´ya karþý çýkmýþtýr. Bu karþý çýkýþlar, bu görüþlerle infýrad et­meleri sebebiyledir.

Deriz ki:

Hayýr karþý çýkýþlarýn sebebi infirad etmeleri deðil, o hususta varid olan meþ­hur sünnete muhalefet etmeleri veya kendilerince sabit açýk delillere muhalefet etmeleridir. Diðer taraftan, diyelim ki, sahabe, bunlara sýrf infirad etmeleri yü­zünden karþý çýkmýþtýr. Înfýrad etmiþ olan kiþi de, onlarýn kendisine karþý çýkýþla­rýna karþý çýkmaktadýr. Gene icmâ´ kurulmuþ olmaz ve muhalif bir kiþi varken onlarýn karþý çýkýþlarýnda hiç bir hüccet olamaz.

Onlarýn iki þüphesi vardýr:

Birici þüphe: onlar derler ki bir kiþinin kendi kendisinden haber verdiði hu­suslardaki sözü bilgi doðurmaz. Nasýl olur da, kendi nefisleri hakkýnda verdikleri haberlerin -tevatür sayýsýna ulaþmalarý sebebiyle- bilgi meydana getirdiði kiþile­rin sözü böyle bir sözle boþa çýkarýlabilir! Bu noktadan hareketle kimi alimler derler ki; en az sayý, -tevatür meblaðýna ulaþýncaya deðin- icmâ´ýn gerçekleþmesine engel deðildir.[63] Bu anlayýþ üç yönden fasiddir;

A) çoðunluðun doðru söylemesi -eðer biliniyor ise-, ümmetin tamamýnýn doðru söylemesi ve ittifak etmesi demek deðildir. Hüccet, tüm ümmetin ittifakýn-dadýr. Çoðunluk, ümmetin tamamý olmadýðýna göre hüccet düþmüþtür.

B) tek kiþinin yalan söylediði malum deðildir. Bu kiþi belki de doðru söyle­mektedir. Dolayýsýyla bu tek kiþi eðer doðru söylemiþ ise, söz konusu mesele üzerinde herkesin ittifak ettiðinden bahsedilemez.

C) çoðunluðun içlerinde gizledikleri þeye bakýlmaz. Aksine bizden istenen (teabbüd), onlarýn açýða vurduklarýna iliþkindir. Onlarýn mezhebi ve yolu, gizle­dikleri deðil açýða vurduklarýdýr.

Denirse ki:

Ümmetin, açýkladýklarý þeyin aksini içlerinde gizlemeleri caiz midir?

Deriz ki:

Eðer böyle bir þey varsa, bu ancak takiyye ve baský (ilca) yüzündendir. Böy­le bir þey de, ortaya çýkar ve yaygýnlaþýr. Eðer sonradan ortaya çýkýp yaygýnlaþ-mamýþsa, ümmetin, içinde gizlediklerinin aksini dýþarýya vurduklarý (takiyye yap-[ý, 187] týklarý) düþünülemez. Çünkü bu durum, ümmetin dalalet ve batýl üzerinde birleþmesi sonucuna götürür ki, bu sem´ delili sebebiyle imkansýzdýr.

Ýkinci þüphe;

Tek kiþinin muhalefeti cemaatten ayrýlma demektir (þuzûz). Cemaatten ay­rýlma ise yasaklanmýþ, ayrýlan kiþi (þâzz) kýnanmýþ ve sürüden ayrýlan koyuna benzetilmiþtir.

Deriz ki:

Þâzz, cemaate dahil olduktan sonra cemaatten ayrýlan kiþi anlamýndadýr, îcmâ´a dahil olan kiþinin, daha sonraki muhalefeti kabul edilmez. Þuzuz da iþle budur. Îcmâ´a hiç katýlmamýþ olan kiþi ise, kesinlikle þâzz olarak adlandýrýlanla/.

Denirse ki:

Hz. Peygamber, "ekseriyetten (sevad-i a´zam) ayrýlmayýn. Çünkü þeytan tek kalan kiþiyle beraberdir ve iki kiþiden daha uzaktýr"[64] demiþtir.

Deriz ki:

Hz. Peygamber bu sözüyle fitneye sebep olacak biçimde ekseriyete muhale­fet ederek devlet baþkanýna karþý gelen þâzz kiþiyi kastetmiþtir. Yine "þeytan iki kiþiden daha uzaktýr" sözüyle de, yola çýkan kiþinin kendisine bir yoldaþ edinme­sini teþvik içindir. Bunun içindir ki hz. Peygamber , "üç kiþi ise kenetlenmiþ çokluktur (rekb)"[65] demiþtir.

Kimi alimler, çoðunluðun sözü icmâ´ deðildir; ama hüccettir demiþlerdir. Bu görüþ keyfi bir görüþtür. Çünkü çoðunluðun sözünün hüccet olduðuna dair delil yoktur. Kimileri de, ´çoðunluðun sözü hüccet derken, çoðunluðun sözüne uyma­nýn daha evla olduðunu kastediyorum´ demiþlerdir. Bu görüþ de, haberler husu­sunda ve müetehidler arasýnda sayýca çokluktan baþka bir tercih unsuru bulama­yan mukallid hakkýnda doðrudur. Müctehide gelince, müetehidin çoðunluða de­ðil, delile tabi olmasý gerekir. Çünkü birisi delile muhalefet etmiþse, müetehidin ona ittiba etmesi gerekmez. Bu muhalife baþka bir muhalif daha katýlsa, yine müetehidin bunlara ittiba etmesi gerekmez.

Mesele: (medine halkýnýn icmâ´ý)

Mâlik der ki; hüccet, yalnýzca medine ehlinin icmâ´ýndadýr. Kimi alimler de, harameyn -yani mekke ve medine- ile mýsrcyn -yani kufc ve basra- ehlinin icmâ´ýnýn muteber olduðunu söylemiþlerdir. Ýþin özüne inen (muhassýl) alimler bununla, bu bölgelerin sahabe zamanýnda ehlu´l-hall ve´i-akd´i toplamýþ olmasýný kastetmiþlerdir. Mâlik eðer medine´nin ehlu´l-hall ve´1-akdi topladýðýný kastediyorsa, eðer gerçekten toplamýþsa, bu görüþü kabul edilebilir. Bu durumda da me­kanýn bunda hiç bir etkisi olmaz. Kaldý ki bunu teslim etmek mümkün deðildir. Çünkü medine ne hicretten önce ne de hicretten sonra alimlerin hepsini bünye­sinde toplayabilmiþtir. Aksine alimler, seferlerde, gazvelerde ve diðer þehirlerde daðýnýk vaziyette idiler. Malik´in sözü iki biçimde açýklanabilir:

Birincisi; ´medine ehlinin ameli hüccettir. Çünkü medinedekiler sayýca da­ha çoktur. Çoðunluðun sözü de hüccettir´. Biz bu anlayýþýn bozuk olduðunu be­lirtmiþtik.

Ýkincisi; ´medine ehlinin bir söz veya amel hususundaki ittifaklarý, onlarýn kesin bir duymaya (semâ) istinad ettiklerini gösterir. Çünkü nesneden (nâsih) va­hiy medincliler arasýnda nazil olmuþ ve þeriatin kaynaklarý (medarik) onlardan kaçmamýþtýr´. Bu anlayýþ da keyfi ve delilsiz bir iddiadýr (tahakküm). Zira, medi­ne ehlinden olmayan birinin bir yolculukta olmasý veya medine´de hz. Peygam­berden bir hadis iþitip, bunu nakletmeden önce medine´den ayrýlmýþ olmasý im­kansýz deðildir. Hüccet icmâ´dadýr. Bu durumda ise icmâ´ gerçekleþmiþ olmaz. Malik lehine birtakým zorlama tevillere ve mazeretlere baþvurulmuþtur ki biz bunlarý tefýzîbu´l-usûl adlý kitabýmýzda uzun uzun ele aldýk. Burada yeniden zikretmeye gerek yoktur. Mâlik lehine açýklama getirenler hz. Peygamberin me-dineyi ve medine ehlini övmesini de hüccet olarak kullanmýþlardýr. Bu övgü, on­larýn faziletine ve medine´de ikamet etmeleri sebebiyle daha çok sevap aldýklarý­na delalet eder; fakat icmâ´ýn onlara tahsis edilmesine delalet etmez.

Kimi alimler dört halifenin ittifakýnýn hüccet olduðunu ileri sürmüþlerdir. Bu da, yerinde geleceði üzere, bir gurup alimin sahabi sözünün hüccet olduðu husu­sundaki tahayyülleri bir tarafa, delilsiz kuru bir iddiadýr.

[ý, 188] mesele: (icmâ´a katýlanlarýn tevatür sayýsýna ulaþmasý þart mýdýr?)

Usulcüler, icmâ´ ehlinin tevatür sayýsýna ulaþmasýnýn þart olup olmadýðýnda ihtilaf etmiþlerdir. Bunu akýl delilinden alan ve hatayý -adetin hükmüyle- imkan­sýz görenler, böyle bir þartý öne sürmek durumundadýrlar. Bunu sem´den alanlar ise kendi aralarýnda ihtilaf etmiþlerdir. Kimileri, ´icmâ´ ehlinin sayýsý tevatür sa­yýsýndan az olursa, baþkalarýnýn imanlarý bir tarafa, biz bunlarýn imanlarýný kendi sözleriyle bilemeyiz´ diyerek -tevatür sayýsýna ulaþma- þartýný koþmuþlardýr. Bu anlayýþ, bize göre iki yönden fasiddir:

Birincisi; onlarýn imanlarý, kendi sözleriyle deðil, hz. Peygamberin "üm­metimden bir gurup ALLAHýn emri gelinceye ve deccal çýkýncaya kadar hak üzerinde kalmaya devam edecektir" sözüyle bilinmektedir. Eðer yeryüzünde onlardan baþka müsiüman yoksa, bunlar hak üzerindedirler.

Ýkincisi; biz dýþa yansýmamýþ ola (bâtýn, iç) ile mükellef deðiliz. Muhammed ümmeti, muhammed´e (s) zahiren inanan kimselerdir. Zira bâtýna vakýf olmak Mümkün deðildir. Bizim onlara ittiba ile mükellef (müteabbid) olduðumuz ortaya çýkýnca, ^ununla onlarýn doðruluðuna istidlal etmek mümkündür. Çünkü ALLAH teala, yalancýya ittiba, onu tazim ve ona iktida etmeyi bizden istememiþtir.

Denirse ki:

Müslümanlarýn sayýsýnýn, tevatür sayýsýndan az bir sayýya düþmesi nasýl ta­savvur olunabilir! Böyle bir durum teklifin kesilmesi sonucununa götürür. Çünkü teklif, hüccetin devamýyla devam eder. Hüccet ise, nübüvvetin alametleri (a´ýâm), muhammcd´in (s) varlýðý ve nübüvvet ile meydan okuyuþu gibi konulardaki mü-tevatir haber ile kaim olur. Kafirler, nübüvvet a´lamýný yayma iþini üstlenmezler. Aksine onlar bunlarý korleyip kaybetmek için çalýþýrlar. Selef imamlarý teklifin kýyamete kadar devam edeceðinde icmâ´ etmiþlerdir. Bu icmâ´ýn zýmnýnda, a´la-mýn silinip gitmesinin imkansýzlýðý hususunda da icmâ´ edildiði vardýr. Halbuki, tevatür sayýsýnýn altýna düþmenin bir sonucu da, a´lamýn silinip gitmesidir. Böyle bir hadisenin meydana geleceði tasavvur olunamadýðýna göre, ne diye bunun hükmüyle uðraþýyoruz?

Deriz ki:

Bu delillerden hareketle, bunun imkansýz olduðu söylenebilir. Bu meselenin tasavvur ediliþinin anlamý ise, ehlu´ý-hall ve´ý-akd´in tevatür sayýsýnýn altýna düþ­mesidir. Biz avammýn sözüne kesin olarak itibar edilemeyeceðini söylersek, þer´in alametleri (a´ýâmu´þ-þer´) avammýn tevatürü ile devam eder. Ayrýca þöyle söylenmesi de muhtemeldir; bu hadisenin vukuu tasavvur olunabilir ve ALLAH te­ala bu alametleri müslümanlar ve kafirler tarafýndan hasýl olan tevatür ile devam ettirebilir. Kafirler, muhammed´in varlýðýndan ve her ne kadar mucize olduðunu itiraf etmeseler de, o´nun mucizelerinden bahsederler. Yahutta ALLAH adeti deðiþ­tirir ve hüccet devam etsin diye, az kiþinin sözüyle bilgi hasýl olur. Neticede þer", bu ihtimaller ile, korunmuþ olarak kalýr.

Denirse ki:

Ehlu´l-hall ve´ý-akd´in sayýsýnýn az olmasý caiz olursa ve bu sayý tek kiþiye inerse, sýrf bu tek kiþinin sözü kesin bir hüccet olabilir mi?

Deriz ki:

Eðer avamýnýn muvafakatimi itibar ediyorsak; bu kiþi bir söz söyleyip avamný hiç muhalefet etmeksizin buna uygun davranmýþa bu durum, ümmetin icmâ´ý demektir ve dolayýsýyla hüccettir. Zira þayet bu olmasaydý, ümmet dalalet ve hata üzerinde toplanacaktý.

Eðer avammýn sözüne itibar etmiyorsak; bu tek kiþi, adýna toplanma ve icmâ´ denebilecek bir þey ortaya getiremez. Zira icmâ´ ve toplanma zaruri olarak bir sa­yýya muhtaçtýr ki, neticesi icmâ´ olabilsin, bu sayý iki veya üçten az olamaz.

Bütün bu anlatýlanlar, sahabeden sonra icmâ´ýn yapýlabileceðini ve bunun [ý, 189] muteber olduðunu kabul edenlere göredir. Sadece sahabenin icmâ´ýnýn muteber olduðunu kabul edenleri, bu anlatýlanlarýn hiç biri baðlamaz. Çünkü sahabenin

Sayýsý tevatür sayýsýný aþmýþtýr.

Mesele:

Dâvud [66]ve zahir ehlinden taraftarlarý, sahabeden sonraki hiç bir icmâ´ýn hüccet olmadýðýný ileri sürmüþtür.

Bu anlayýþ sakattýr. Çünkü üç delil yani kilab, sünnet ve akýl, bir asrý diðe­rinden ayýrmaksý/ýn icmâ´ýn hüccet olduðunu göstermektedir. Buna göre lâhiûn icmâ´ ederse, bu icmâ´, ümmetin tamamýnýn icmû´ýdýr. Bu icmâ´a muhalefet eden, müminlerin yolundan baþkasýna girmiþ olur. Bu sonucu adetten çýkaranlara göre, adetin hükmüyle, onca sayýya raðmen gerçeðin onlarýn dýþýnda kalmýþ olmasý im­kansýzdýr.

Dâvud ve taraftarlarýnýn iki þüphesi vardýr:

Diðerine göre daha zayýf olan birinci þüphe þudur; onlar derler ki: dayanak, haber ve ayettir. Ayet, -ki bu "müminlerin yolundan baþkasýna tabi olanlar" ayetidir-, imanla vasýflanan kiþileri içine almaktadýr. Bu kiþiler de ayelin indiði sýrada mevcut olanlardýr. Çünkü mevcut olmayanlarýn imanla vasýflanmasý müm­kün deðildir ve bunlarýn bir yolu yoktur. "ümmetim hata üzerinde toplanmaz" hadisi ise, hz. Peygambere (görerek) inanan ümmetini içine almaktadýr. Bunlarýn icmâ´ ve ihtilaflarý, mevcut olmalarý halinde tasavvur edilebilir.

Bu anlayýþ da batýldýr. Zira buna göre, sa´d b. Muâz´ýn, hamza´nýn ve ayet indiði esnada hayatta olup da sonra þehid düþen muhacirler ve ensarýn ölümün­den sonra icmâ´ kurulamaz. Çünkü geride kalanlarýn icmâ´ý, tüm müminlerin ve ümmetin tamamýnýn icmâ´ý deðildir. Ayrýca bu görüþe göre, ayetin inmesinden sonra müslüman olup, daha sonra icmâ´a ehliyet kazananlarýn hilafýna da önem verilmemesi gerekir. Halbuki biz, kendileri ve sahabe, sahabeden birinin ölü­müyle icmâ´ kapýsýnýn kapanmayacaðýnda ve tam tersine hz. Peygamberin ölü­münden sonra icmâ´ýn ittifakla hüccet olarak kalacaðýnda icmâ´ etmiþiz. Ayetin inmesinden sonra ve henüz hz. Peygamber hayatta iken þehit düþen nice sahabi-ler vardýr.

Ýkinci þüphe:

Vacib olan, müminlerinin hepsinin yoluna ve ümmetin tamamýnýn icmâ´ýna itliba etmektir. Tâbiûn ümmetin tamamý deðildir. Çünkü, sahabîler, her ne kadar ölüp gitmiþlerse de ölümleri sebebiyle ümmet kapsamýnýn dýþýnda kalmýþ deðil­lerdir. Bu bakýmdan hýr sahubî. Tahiûnun icmâ´ýna muhalefet etliðinde, bu icmâ´ ümmetin tamamýnýn icmâ´ý olamaz ve bu sahabînin sözünü almak haram olmaz. Eðer sahabeden birinin muhalefet etmesi tâbiûnun icmâ´ýný bozuyorsa, ayný þekilde bunlarýn (sahabenin) muvafakatlarýnýn olmayýþý da icmâ´ý bozar. Çünkü bunlar ölmüþ olmalarý yüzünden ümmet kapsýmýnýn dýþýnda kalmýþ deðillerdir.

Derler ki:

Bu mantýðýn devam ettirilmesi (bunun kýyasý), sahabe için bütünlük (külli-yet) vasfýnýn sabit olmamasýný, ayrýca tâbiûnun katýlmasýnýn beklenmesini ve on­lardan sonra kýyamete kadar gelecek olan kiþilerin de muvafakatinin alýnmasýný gerektirir. Çünkü ancak bu suretle ümmetin tamamý oluþmuþ olur. Fakat þayet bu yaklaþým muteber kabul edilecek olursa, icmâ´ýn yararý ancak kýyametle ortaya çýkabilecektir. Demek ki bütünlük (külliyet) vasfý, henüz mevcut olmayanlar ha­riç tutularak, hali hazýrda mevcut olanlar için söz konusudur. Dolayýsýyla saha­benin bu cümleden hariç tutulmasý mümkün deðildir. Bu durumda da, tüm üm­met vasfý tâbiûn için sabit olamayacaktýr.

Cevap:

Henüz mevcut olmayýp da katýlacak olanlarýn dikkate alýnmasý kesin olarak batýl olduðu gibi, geçmiþ kiþilerin dikkate alýnmasý da ayný þekilde kesin olarak batýldýr. Þayet böyle olmasaydý, sahabe ve tâbiûn zamanýnda müslümanlardan bi­rinin ölmesinden sonra ve hamza´nýn þehit düþmesinden sonra hiç bir icmâ´ ta- fj^ 190 savvur olunamazdý. Halbuki kendileri, peygamberin ve peygamberden sonra ge­lenlerin ölümünden sonra vuku bulan sahabe icmâ´ýnýn sahih olduðunu itiraf et­miþlerdir. Bu da, geçenlerin muteber tutulmadýðýndan, gelecek olanlarýn beklen­meyeceðinden ve bütünlük (külüyet) vasfýnýn her vakitte mevcut olanlar için ger­çekleþmiþ sayýlmasýndan baþka bir þey deðildir.

Tâbiûnun, bir sahabinin görüþüne aykýrý biçimde icmâ´ edip edemeyecekleri­ne gelince; kimi alimler bu durumda, ümmetin tamamýný tâbiûnun teþkil ettiði noktasýndan hareketle sahabinin sözünün terkedilmiþ olacaðýný öne sürmüþlerdir. Bu yaklaþýmý kabul edersek, ki zaten sahih olan budur, þöyle deriz; eðer tâbiûn, bu sahabinin görüþüne uygun biçimde icmâ´ etmiþ olsalardý, icmâ´ yine kurulmuþ olurdu. Zira, bu sahabinin muvafakati, her ne kadar icmâ´ý kuvvetlendirici bir rol üstienmese de hiç deðilse ona zarar veremez. Diðer yandan, eðer tâbiûn, bir saha­binin görüþünün aksi üzerinde icmâ´ ederlerse, bize göre sahabinin sözü terkedil­miþ olmaz; dolayýsýyla, tâbiûndan sonra gelenlerin bu söze muvafakat etmeleri de haram olmaz. Çünkü sahabi bir meselede fetva verdikten sonra, tâbiûnun ayný meselede verdiði fetva artýk ümmetin tamamýnýn fetvasý olamaz.

Denirse ki:

Eðer, bütünlük vasfý lâbiûn için sabit oluyorsa, öyleyse sonrakilerin tâbiûnun sö/.üne muhalefet etmesi, her ne kadar bu sözü daha önce bir sahabi söylemiþ ol­sa bile, haram olmaz mý? Yok eðer tâbiûn ümmetin tamamý deðilse, onlarýn icmâ´ýnýn hüccet olmamasý ve ümmetin bir kýsmýna muhalefet de haram olmadý­ðýna göre, tâbiûna muhalefet etmenin haram olmamasý gerekmez mi? Bütünlügün bir hususta mevcut, diðer bir hususta yok sayýlmasý hem çeliþkidir ve hem de nefy ile ishali bir araya getirmektir.

Deriz ki:

Ortada her hangi bir çeliþki yoktur. Çünkü bütünlük, tâbiûnun incelemeye daldýklarý meseleye nisbetle sabit olmuþtur. Nitekim sahabeden sonra, onlarýn döneminde mevcut olmayan bir mesele ortaya çýksa, tâbiûn, icmâ´ etmeleri duru­munda bu mesele hususunda ümmetin tamamý sayýlýr. Ancak sahabinin fetva ver­diði bir meselede, bu sahabinin fetvasý ve mezhebi, ölümüyle birlikte yok olup gitmez. Bu durum aynen, bir sahabinin fetva verdikten sonra ölmesi ve diðer sa-habilerin ayný meselede bu sahabinin görüþüne aykýrý bir görüþ üzerinde icmâ´ et­meleri gibi olup, bu icmâ´ ümmetin tamamanýn icmâ´ý olmaz. Þayet bu sahabinin ölümünden sonra yeni bir olay meydana gelmiþse, her hangi bir görüþ üzerinde icmâ´ gerçekleþir ve bütünlük (külliyet) bu olaya nisbetle mevcut sayýlýr.

Denirse ki:

Ümmet içerisinden bir kiþi gaip ise, bu kiþinin olaydan haberi olmasa ve o konuda bir fetvasý olmasa bile, bu kiþi olmaksýzýn icmâ1 gerçekleþmez. Çünkü bu kiþi þayet mesele ortaya çýktýðýnda gaip olmayýp orada bulunuyor olsaydý mesele hakkýnda bir sözü olacaktý. Buna göre, tâbiûndan önce ölmüþ olanlarýn da gaip hükmünde tutulmasý gerekmez mi?

Deriz ki:

Bu anlayýþ, sahabeden ilk ölen kiþiyle boþa çýkar. Çünkü bu sahabi öldükten sonra bu olmaksýzýn icmâ1 gerçekleþmiþtir. Ancak gaip olsaydý icmâ´ kurulmazdý. Çünkü gaip kiþi, halen potansiyel olarak görüþ ve mezhep sahibi olduðundan mu­vafakat veya muhalefet etmesi mümkündür. Ölü kiþinin aksine gaip kiþinin, me­sele kendisine arzedildiðinde muvafakat ya da muhalefet etmesi muhtemeldir. Çünkü ölü hakkýnda, ne bilkuvve ne de bilfiil muvafakat veya muhalefet tasav­vur olunabilir. Ölü bir tarafa, deli, hastalýk sebebiyle aklý zail olmuþ kiþi ve ço­cuk dahi beklenemez. Çünkü bunlar açýsýndan muvafakat ya da muhalefet imkaný kalmamýþtýr.

Denirse ki:

Tâbiûnun bir konuda yaptýklarý icmâ´, nakledilmesi halinde sahabeden biri­nin muhalefeti sebebiyle bozulur. Sahabeden aykýrý bir görüþ nakledilmemiþ ise, belki bir sahabi muhalefet etmiþ ve muhalefet bize nakledilmemiþ olabilir. Bu takdirde yine ümmetin tümünün icmâ´ýnýn gerçekleþtiðinden emin olunamaz.

Deriz ki:

Bu anlayýþ da, sahabeden ilk ölen kiþi örneðiyle boþa çýkar. Çünkü bu kiþinin

Muhalefetinin imkan dahilinde oluþu, gerçekten muhalefet etmesi´gibi deðildir.

Ýþin özü budur. Þayet ihtimal kapýsý açýlacak olursa bütün hüccetler boþa çýkar.

[ý, 191] çünkü hiç bir hüküm yoktur ki, neshedilmiþ olmasý, bu nesih haberini sadece bir

Kiþinin bilip, bunu bize nakledemeden ölmüþ olmasý tasavvur oluoamasýn. Yine içlerinden birinin içinde muhalefet gizlediði halde, her hangi bir sebepten ötürü muvafakat etmiþ gibi görünmüþ olabileceði ihtimaliyle sahabe icmâ´ý da batýl olur. Yine haber-i vahid, bu tek kiþinin yalancý olabileceði ihtimaliyle batýl olur. Ýcmâ´ýn oluþtuðu bilinse, asýr inkýraz etse, bize nakledilmiþ olmasa bile, içlerin­den birinin ölmeden önce görüþünden caymasý mümkündür. Asrýn inkýrazýný þart koþanlara göre bu takdirde icmâ´ batýl olur.

Denirse ki:

Aslolan, neshin ve caymanýn olmayýþýdýr.

Deriz ki:

Aslolan (ölüp gitmiþ olan sahabinin) bu olayla ilgilenmemiþ, muhalefet ya da muvafakat etmemiþ olmasýdýr. Ancak aslolan yokluk olmakla birlikte, ihtimal yok olmaz. Ýhtimal sabit olunca da kuþku hasýl olur. Böyle bir kuþku varken de icmâ´ýn gerçekleþtiðinden emin olunamaz. Þu var ki, her nevi kuþku sebebiyle icmâ´ýn giderilmiþ sayýlamayacaðý söylenebilir.

Denirse ki:

Neshin ve caymanýn imkan dahilinde olmasý meselesindeki kuþku, hüccetin aslýndan emin olunduktan sonradýr ve kuþku sadece bu hüccetin devamýyla ilgili­dir. Burada ise kuþku, icmâ´ýn aslýndadýr. Çünkü icmâ´, kendileri için bütünlük vasfýnýn oluþmasýna baðlýdýr. Bülünlük vasfý ise, muhalefetin olmadýðýnýn bilin­mesine baðlýdýr. Buna göre eðer biz, muhalefetin olup olmadýðýndan kuþku duyu­yorsak, bütünlük hakkýnda da kuþkumuz var demektir. Dolayýsýyla bu þekilde gerçekleþen icmâ´a da kuþkuyla bakarýz.

Deriz ki:

Hayýr! Aksine, bütünlük vasfý tâbiûn için hasýl olmuþtur. Bu vasýf ancak mu­halefetin varlýðýný bitmekle ortadan kalkar. Böyle bir muhalefet bilinmiyorsa, bü­tünlük vasfý varlýðýný devam ettirir. Onlarýn bu zikrettikleri, ´hüccet öyle bir nassdadýr ki, hz. Peygamber bu nassýn neshinden önce ölmüþtür. Eðer hz. Pey­gamberin bunun neshinden önce öldüðü bilinemiyorsa biz hüccetten kuþku duya­rýz´ diyen kiþinin sözüne benzer. Hüccet, üzerinden asýr geçmiþ icmâ´dadýr. Biz içlerinden birinin caydýðýndan kuþku duyarsak, hüccetin kendisinden de kuþku duymuþ oluruz. Sahabeden ilk ölen kiþinin sözü hakkýnda da ayný þeyler geçerli­dir. Dolayýsýyla biz, geri kalanlarýn bütünlüðünün kuþkulu olarak kaldýðý kanaa­tinde deðiliz. Birinci rükün hakkýnda söyleeeklerimiz böylece tamamlanmýþ ol­maktadýr.[67]



Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:57:20

2. Ýcmâ´ (Nefsu´1-Îcma´)

Biz icmâ´ kavramýyla, -üzerinden asýr geçsin geçmesin, fetva sarih sözlü bir açýklama (nutk) olduðu sürece gerek içti had gerekse nass kaynaklý olsun- bir me­selede ümmetin fetvalarýnýn ayný anda ittifakýný kastediyoruz. Bu bölümde, sus­manýn (sükut) konuþma gibi olmadýðý, icmâ´a katýlanlarýn ölmesinin (asrýn inkýrazý) þart olmadýðý ve icmâ´ýn ictihad kaynaklý olabileceði olmak üzere üç ko­nudan bahsedilecektir.

Mesele: [sükutî icmâ]


Sahabeden hiri bir fetva verip diðerleri sükut etseler icmâ´ gerçekleþmiþ ol­maz. Susana söz isnad edilemez. Kimi alimler derler ki; fetva veren þahabýnýn fetvasý yaygýnlýk kazandýðý halde, diðerleri susarsa, bunlarýn susmalarý sözlü açýklama sayýlýr ve bununla icmâ´ tamamlanmýþ olur. Kimi alimler de, bu süku­tun üzerinden asrýn inkýraz etmesini (sükut edenlerin ölmesini) þart koþmuþlardýr. Kimileri, bunun icmâ´ olmayýp, hüccet olduðunu, kimileri de bunun ne hüccet ne de icmâ´ olduðunu, sadece onlarýn bu meselede ictihad etmeyi caiz gördüklerinin delili olabileceðini ileri sürmüþlerdir.

Bizce tercihe þayan olan görüþ ise bunun, ne icmâ´, ne hüccet, ne de onlarýn bu meselede ictihad etmeyi caiz gördükleri hususunda bir delil olduðudur; ancak eðer karine-i haller, onlarýn bu görüþe katýldýklarýný belli etmeksizin sustuklarýna ve susma durumunda bununla amel etmenin cevazýna, delalet ediyorsa o baþka.

Tercih ettiðimiz görüþün delili þudur: bir sahabinin fetvasý, ancak, onun ihti-[ý, 192] male ve tereddüde yer býrakmayan sarih sözü ile bilinir. Sükut ise tereddüt uyan­dýrýr. Susanlar, açýklanan görüþü paylaþmadýklarý halde, belki de þu yedi sebepten dolayý susmuþlardýr:

1) içerisinde, kendi görüþünü açýklamasýna engel teþkil eden bizim bilemedi­ðimiz bir mani vardýr. Belki de susmasýna raðmen, üzerinde o görüþe katýlmadý­ðýna iliþkin belirtiler görünmüþ olabilir.

2) susmuþtur; çünkü her ne kadar kendisi ayný fikirde olmasa, hatta o görü­þün yanlýþlýðý inancýnda olsa bile, açýklanan görüþ, içtihadý ona ulaþan kiþi için caiz bir görüþtür.

3) kendisi her müetehidin musîb olduðu kanaatindedir ve içtihadý konularda baþkalarýna karþý çýkmayý kesinlikle uygun görmüyordun bu görüþe cevap ver­meyi ise farz-ý kifaye saymýþ, içtihadýnda isabet etmiþ biri buna cevap verdiðin­de, her ne kadar kendi içtihadý öyle olmasa da, susmuþtur.

4) kabul etmediði halde susmuþtur, fakat karþý çýkmak için fýrsat kollamak­tadýr. Kýsa bir süre sonra ortadan kalkmasý umulan her hangi bir engel sebebiyle hemen inkara yeltenmeyi maslahata uygun bulmamýþ, ne var ki bu engelin orta­dan kalkmasýndan önce ölmüþ yahut da baþka bir meþguliyet yüzünden karþý çýk­maya fýrsat bulamamýþtýr.

5) inkar etse bile kendisine itibar edilmeyeceðini ve hal böyleyken inkar et­menin kendisine bir zül getireceðini biliyordur. Nitekim ýbn abbas, ömer hayat­tayken avl´in inkarý konusunda susmasýyla ilgili olarak ´ömer, heybetli bir adam­dý.; Onun heybetinden çekindim´ demiþtir.

6) söz konusu mesele hakkýnda henüz bir kanaati olmadýðý için susmuþ, in­celeme müddeti içerisinde iken ölmüþtür.

7) baþkasýnýn ona karþý çýktýðý ve artýk kendisinin karþý çýkmasýna gerek kal­madýðý zannýyla susmuþtur. Belki de bu zannýnda yanýlmýþ ve böylece de bir ku­runtu yüzünden inkarý terketmiþlir. Zira inkarýn far/.-ý kifaye olduðu görüþünde olup, baþkasýnýn bu görevi yerine getirdiðini zannetmiþtir. Halbuki bu vehminde hata etmiþtir.

Þayet o hususta bir hilaf olsaydý açýða çýkardý diyenlere karþý biz de deriz ki; þayet o hususta bir muvafakat olsaydý ortaya çýkardý. Muvafakatin ortaya çýkma­sýna mani olan bir halin varlýðý tasavvur olunursa, ayný þey muhalefet için de söz konusudur.

Bu suretle, sükut durumunda asrýn inkýrazýný þart gören cübbâî´nin görüþü batýl olmaktadýr. Zira yukarýda zikredilen engellerden bazýlarý asrýn sonuna kadar devam edebilecek mahiyettedir.

Bunun icmâ´ deðil de hüccet olduðu þeklindeki görüþe gelince; bu görüþ de­lilsiz iddiadan ibarettir. Çünkü bu, ümmetin bir kýsmýnýn sözüdür. Halbuki hata­dan korunmuþluk (ismet) yalnýzca ümmetin tamamý için sabit olmuþtur.

Denirse ki:

Kesin olarak biliyoruz ki, tabiîler, kendilerine bir meselenin müþkil gelmesi durumunda, o konuya iliþkin olarak birinin yaygýnlýk kazanýp diðerlerinin´-sustu-ðu birsahabi sözü nakledildiðinde, bu görüþün dýþýna çýkmayý caiz görmemiþler­dir. Bu tavýr, zikredilen biçimde gelen sahabi sözünün hüccet olduðu üzerinde tâbiûnun icmâ´ý demektir.

Deriz ki:

Tâbiûnun bu tavrýnýn icmâ´ sayýlmasýný kabul etmiyoruz. Aksine alimlerin bu meseledeki ihtilafý hala sürmektedir. Ýþin özüne inen (muhassýl) alimler bilirler ki, sükut, tereddüte ve ihtimale müsaittir ve ümmetin bir kýsmýnýn deðil, tümünün sözü hüccettir.

Mesele: [fcmâ´ýn gerçekleþme aný]

Ümmetin sözü, bir an dahi olsa, bir noktada toplanmýþ ise icmâ´ gerçekleþ­miþ olur ve onlarýn hatadan masumluðu sabit olur. Kimi alimler, -bir anlýk ittifaký icmâ´ýn gerçekleþmesi için yeterli görmeyerek- asrýn inkýrazýný ve icmâ´a katýlan herkesin ölmesini gerekli görmüþlerdir. Bu sakat bir anlayýþtýr. Çünkü hüccet Ümmetin itti faký ndadýr, ölmesinde deðil. Bu ittifak da ölmelerinden önce meyda­na gelmiþtir ve pekiþtirme bakýmýndan ölümün ona ekleyeceði bir þey yoktur. Ýcmâ´ýn hücceti ayet ve haber olup, bunlar da asra itibar edilmesini vacip kýlma-mýþtýr.

Denirse ki:

Ýcmâ´a katýlanlar hayatta olduklarý sürece, fikirlerinden caymalarý ihtimal da­hilindedir, ve fetvalarý kesinleþmiþ deðildir.

Deriz ki:

Söz onlarýn caymalarý hususundadýr. Biz onlarýn hepsinin birden caymalarýný mümkün görmüyoruz. Çünkü böylesi bir durumda iki icmâ´dan biri hata olur ki, bu imkansýzdýr. Ýçlerinden birinin caymasý ise helal deðildir. Çünkü bu kiþi cay­ma durumunda, hatadan korunmuþ olmasý vacip olan ümmetin icmâ´ýna muhale-[ý, 193] fet etmiþ olur. Evet, içlerinden birinin caymasý ve sebeple de asi ve fasýk olmasý mümkündür. Masiyet ümmetin bir kýsmý için mümkün olsa bile ümmetin tamamý için mümkün deðildir.

Denirse ki:

Îemâ´ ancak asrýn inkýrazý ile tamam olduðuna göre, icmâ´ henüz tamam ol­mamýþken, cayan kiþi nasýl icmâ´a muhalefet etmiþ sayýlabilir!

Deriz ki:

Eðer siz bunun icmâ´ olarak adlandýrýlmayacaðým söylemek istiyorsanýz, bu hem dile hem örfe karþý bir iftiradýr. Yok eðer icmâ´ýn hakikatinin henüz gerçek­leþmediðini ka?´ediyorsanýz, bunun tanýmý nedir? Îemâ´, ümmetin fetvalarýnýn it­tifakýndan baþka bir þey deðildir ve bu ittifak hasýl olmuþtur. Bundan sonrasý itti­fakýn tamamlanmasý deðil, ittifakýn devamýnýn saðlanmasýdýr.

Öte yandan, böyle bir þey nasýl iddia edilebilir! Biz biliyoruz ki enes b. Ma­lik ve son kuþak sahabe zamanýnda yaþayan tabiîler, sahabe icmâ´ýný hüccet gös­teriyorlardý ve icmâ1 ile ihticacýn caizliði en son sahabinin ölümüne zamanlanmýþ deðildi. Bu yüzden kimileri, hepsinin ölmesi deðil, çoðunluðunun ölmesi yeterli­dir demiþlerdir ki bu da dayanaksýz bir baþka keyfi iddiadýr.

Ve nihayet böyle bir anlayýþ, icmâ´ýn imkansýzlýðý sonucuna götürür. Çünkü, sahabeden bir kiþi hayatta kaldýðý sürece, icmâ´ henüz tamamlanmýþ sayýlamaya­caðýndan bir tabiînin muhalefet etmesi caiz olacaktýr. Ayný þekilde bir tabiî ha­yatta kaldýðý sürece, daha sonrakilerden birinin muhalefet etmesi caiz olacaktýr. Bu durum, aslý olmayan kýsýrdöngüden ibarettir.[68]

Bunlarýn Þüpheleri (Delilleri):


Birinci delil:

Derler ki; belki de icmâ´a katýlanlardan biri, söylediðini vehim ve yanýlgý [ý, 194] olarak söylemiþ ve akabinde bu yanlýþýn farkýna varmýþ olabilir. Bu ihtimal varken, yaptýðý yanlýþtan dönmesi hususunda bu kiþi nasýl kýsýtlama altýna alýnabilir ve bir anda gerçekleþen bir ittifak sebebiyle böyle bir hatanýn bulunmadýðýndan nasýl emin olunabilir!

Deriz ki:

Bu kiþi sözünden dönmeden önce öldüðünde, bunun hala yapýp yapmadýðýn­dan nasýl emin olacaðýz! Hatadan emniyeti gösteren husus, nassýn, ümmciin ko-runmuþluðunun (ismet) vücubuna delalet etmesidir. Ancak, bu kiþi, ´hata yaptýðý­mý anladým´ diyerek görüþünden dönecek olursa ona deriz ki, toplulukla birlikte olduðun /aman deðil tek hasýna kaldýðýn zaman senin hata etmiþ olabileceðin te-vehhüm edilebilir. Ümmete muvafakat ederek söylediðin sözün ise hala ihtimali yoktur. Yine bu kiþi, ´ben görüþümü þu delilden hareketle söylemiþtim. Simde ise bunun aksinin kesin olarak doðru olduðu kanaatindeyim´ derse, ona deriz ki, sen meselenin kendisinde deðil, metodda hata etmiþsin. Her ne kadar istidlal me­todunda hatalý olsan bile, ümmete muvafakat etmiþ olman, hükmün isbetli oldu­ðunu gösterir.

Ýkinci delil:

Ýcmâ´a katýlanlar, belki de, söylediklerini ietihad ve zanna dayanarak söyle­miþlerdir. Ýçtihadý deðiþtiðinde bu ietihaddan dönme hususunda müetehide bir ký­sýtlama getirilemez. Müctehidin içtihadýndan dönmesi caiz ve mümkün olduðuna göre, henüz icmâ´ tamamlanmamýþ demektir.

Deriz ki:

Tek baþýna kaldýðý içtihadýndan dönme hususunda müetehide hiç bir kýsýtla­ma getirilemez. Ancak müctehidin yaptýðý ietihad ümmetin içtihadýna uygun dü­þerse, bu ietihadda hata bulunmasý caiz deðildir ve bu içtihadýn isabetli (hak) ol­masý gerekir. Hakdan vazgeçmeye ise müsaade edilemez.

Üçüncü delil;

Muhalefet eden kiþi ölse, geri kalanlarýn asrýn bir kýsmýnda ümmetin tama­mým teþkil ettiði öne sürülerek muhalifin ölmesi sebebiyle mesele icmâ´a dönüþe-mez. Bunun içindir ki, muhalifin görüþü terkedilmiþ olmaz. Eðer asýr muteber tu-tulmuyorsa, muhalifin mezhebinin batýl sayýlmasý gerekmez mi!

Deriz ki: kimi alimler, bu durumda geri kalanlarýn o vakitte ümmetin tama- [ý, 195, mim teþkil ettikleri düþüncesinden hareketle muhalifin mezhebinin batýl olduðu­nu ve terkedilmiþ sayýlacaðým söylemiþlerdir. Bize göre bu görüþ sahih deðildir. Sahih olan þudur: onlar ölen kiþinin fetva verdiði bu meseleye nisbetle ümmetin tamamý deðildirler. Çünkü bunun fetvasýnýn hükmü, ölüm sebebiyle ortadan kalkmýþ deðildir ve asrýn bunda bir etkisi yoktur. Nitekim bu husus, tâbiûnun Kendi dönemleri boyunca aksi üzerinde icmâ´ ettikten bir görüþ ileri süren sahabi hakkýnda da söz konusudur. Biz, tâbiûnun bu meseleye nisbetle ümmetin tamamý kabul edilemeyeceðinden hareketle, bu tek sahabinin görüþünün batýl sayýlama­yacaðýný açýklamýþtýk.

Dördüncü delil:

Rivayet edildiðine göre, ali, ´benim görüþümle ömer´in görüþü ümmü vele­din satýlamayacaðý hususunda birleþmiþti. Ne var ki ben þimdi ümmü veledin sa­týlabileceði görüþündeyim´ demiþ, bunun üzerine ubcyde es-selmânî ´senin ce-´ maat ile birlikte söylediðin söz, tek baþýna söylediðin sözden bize daha sevimli­dir´ demiþtir.

Deriz ki: ilgili meselede bütünüyle sahabenin icmâ´ ettiði sahih olsaydý bile, ali´nin bu tutumu, onun, asrýn inkýrazýný þart koþtuðuna delalet etmezdi. Ali bunu sarih olarak belirtmiþ olsa bile, bu hususta ali´nin taklid edilmesi gerekmez. Kal­dý ki, bu hususta sadece kendisiyle ömer´in görüþü birleþmiþtir. Ubeyde´nin ´se­nin cemaat ile birlikte söylediðin görüþün...´ sözü ise, ubeyde´nin cemaate mu­vafakat etmenin icmâ´ olduðu kanaatinde olduðunu göstermez. Ubeyde bu sözüy­le þöyle demek istemiþtir: ´senin ülfet, beraberlik, ittifak ve imama itaat zama­nýnda söylediðin söz, fitne, ayrýlýk ve ümmetin bölünmesi zamanýnda söylediðin [ý, 196] sözden daha sevimlidir´. Ali, o sýralarda ebû bekr ve ömer´den beraet töhmeti altýnda bulunmaktaydý. Bizatihi sarih olmayan sözde hiç bir hüccet yoktur.

Mesele: [Letihad Ve Kýyas, Ýcmâ´ Ýçin Dayanak Olur Mu?]

Bir ietihad ve kýyasa dayanarak icmâ´ýn gerçekleþmesi caizdir ve bu icmâ´ hüccet olur.

Kimi alimler, ´büyük bir topluluðun, zann kaynaklý bir meselede ittifak et­meleri tasavvur olunamaz; þayet bu tasavvur olunabilseydi hüccet olurdu´ demiþlerdir. Ýbn cerîr et-taberî [69] bu görüþü benimsemiþtir.

Kimi alimler de bunun tasavvur olunabileceðini, fakat bunun hüccet olmadý­ðýný ileri sürmüþlerdir. Çünkü ietihad ile söylenen bir söz, baþka bir içtihadý ha­ram kýlmaz, aksine içtihadýn kapýsýný açar.

Bizce tercihe þayan olan görüþ, bunun hem tasavvur edilebileceði ve hem de hüccet olduðudur. Onlarýn ´büyük bir topluluk zann kaynaklý bir hüküm üzerinde nasýl ittifak edebilir´ sözüne karþý da deriz ki; bu ancak, ihtimalin eþit olduðu hu­suslarda hoþ karþýlanmayabilir. Ýhtimallerden bîrinin zanna daha galip gelmesi durumunda ise, herkes daha galip olan zanna meyleder. O halde, büyük bir toplu­luðun, nebîzin sarhoþ edicilik bakýmýndan þarap anlamýnda olduðu, dolayýsýyla nebizin tahrim açýsýndan da þarap anlamýnda olduðu üzerinde ittifak etmelerinde Yadýrganacak ne vardýr! Kaldý ki, icmâ´lann büyük çoðunluðu her birinde ihtimal söz konusu olabilen genel ifadelere (umûmât), zahirlere (zevahir) ve had iþçilerce sahih kabul edilen ahad haberlere dayanmaktadýr. Üstelik tevhid ve nübüvvetten her biri hakkýnda, pek çok tabiatlar için açýk zann mukabilindeki ihtimalden daha fazla cazip þüpheler bulunduðu halde, büyük bir çoðunluk, tevhid ve nübüvvet üzerinde icmâ´ etmiþlerdir. Kesin ve zannî hiç bir delili olmayan bazý batýl mez­hepler, nübüvvetin iptali üzerinde icmâ´ etmiþken, zahir bir deli! Ve galip bir zann üzerine ittifak etmek nasýl mümkün olmaz! Nitekim, kýyas yoluyla olmaksýzýn, Ýctihad kaynaklý ittifakýn cevazý buna delalet etmektedir. Mesela, cezâu´s-sayd [70] (I 197 vücut bütünlüðüne yönelik cinayette ödenecek diyetin miktarý, nafaka takdiri ve imamlarýn ve kadýlarýn adaleti üzerinde ittifak böyledir. Bu hususlar, her ne kadar kýyas deðilse de, hepsi zanna dayanmaktadýr.[71]

Ýctihad Ve Kýyas Kaynaklý Ýcmâ´a Karþý Çýkanlarýn Þüpheleri:


Birinci þüphe:

Tabiatlarýnýn ve zeka düzeylerinin farklýlýðýna raðmen ümmet, zannî bir hu­sus üzerinde nasýl ittifak edebilir!

Deriz ki:

Bu gibi ittifak ancak, bir zamanda ve muayyen bir anda imkansýz olabilir. Çünkü bunlar düþünme ve inceleme mühletinde deðiþiklik gösterirler. Fakat ara­lýksýz devam eden tüm zamanlarda ise, zeki kiþilerin, delaleti hemen kavramalarý, bunu zeki olmayanlara ani at malan ve onlarýn da bunu kabul edip bu hususta zeki . Kiþileri desteklemeleri uzak bir þey deðildir. Hele hele bu görüþ sahipleri, sýhhati­ne dair onca açýk delil varken kýyasýn nefyi ve iptali hususunda icmâ´ bulunmasý­ný mümkün gördükleri halde, zannî hususlarda icmâ´ nasýl imkansýz olabilir!

Ýkinci þüphe:

Bizatihi kýyasýn kendisi ihtilaflý olduðu halde ümmet bir kýyasa dayanarak nasýl icmâ´ edebilir!

Deriz ki:

Kýyasa dayalý icmâ´, ancak sahabe için varsayýlabilir. Sahabe, icmâ´ýn sene­dinin kýyas olabileceðinde ittifak etmiþ olup, tartýþma bunlardan sonra çýkmýþtýr. Bu problemin, tartýþmanýn ortaya çýkmasýndan sonra gündeme geldiði varsayýlsa bile, kýyasa dayalý icmâ´ olabileceðini kabul edenler kýyasa, karþý çýkanlar ise ký­yas olmadýðýný zannettikleri, fakat gerçekte tam anlamýyla kýyas olan bir içtihada tutunmaktadýrlar. Nitekim, bazen umum olmayan bir þey umum, emir olmayan bir þey emir ve kýyas olmayan bir þey kýyas sanýlabilir. Bunun aksi de böyledir.[ý, 19**]

üçüncü þüphe:

Fctihadda bata caizdir. Ümmet kendisinde hata imkaný bulunan bir þey üze­rinde nasýl icmâ´ edebilir! Hatta ümmet, müctchide muhalefetin caizliði hususun­da icmâ´ bulunduðunu söylemiþtir. Þayet kýyas kaynaklý icmâ´ gerçekleþmiþ ol­saydý icmâ´ ile caiz olan muhalefet haram olacak ve iki icmâ´ tenakuz etmiþ ola­caktý.

Deriz ki:

Hata ancak, tek tek kiþilerin öne sürdükleri bir ictihadda söz konusu olabilir. Masum ümmetin içtihadýnda ise, týpký hz. Peygamberin içtihadýnda ve kýyasýnda olduðu gibi, hata ihtimali yoktur. Peygamberin masumluðu sabit olduðu için o´na muhalefet etmek caiz deðildir. Ümmetin masumluðu da aynen böyledir ve aralarýnda hiç bir fark yoktur. [72]

C. Ýcma´ýn Hükmü


Ýcmâ´ýn hükmü; ittiba etmenin vacipliði, muhalefet etmenin haramltðý ve ümmeti, hakký zayi etmeye nisbet edecek herþeyin imkansýzlýðýdýr. Burada icmâ´ýn delinmesi (icmâ´a muhalefet edilmesi) konusu ile icmâ´a muhalefet sayý­lan ve sayýlmayan þeyler ele alýnacaktýr.

Mesele: Ümmetin Ýki Görüþ Üzere Ýttifak Etikleri Bir Meselede Üçüncü Bir Gö­rüþ Ýleri Sürülebilir Mi?

[ý, 199] satýn alýnan ve müþterinin cinsel iliþkiden sonra bir kusur (ayb) bulduðu ca­riyenin iade edilip edilmeyeceði meselesinde olduðu gibi, ümmetin bir meselede

Ýki görüþ üzerinde toplanmasý durumunda, kimi alimler bu cariyenin istifade be-

Sn deli (ukr) [73]ile birlikte iade edileceðini, kimileri de iadenin mümkün olmadýðýný

Ýleri sürmüþlerdir. Þayet ümmet bu iki görüþ üzerinde ittifak ederse, söz konusu meselede cariyenin meccanen iade edileceðini ileri sürmek cumhura göre, icmâ´ý delmek olur. Bazý zahir ehline göre ise bu, icmâ´ý delmek anlamýna gelmez. Þafiî´nin, meccanen iade görüþünde olmasýnýn sebebi ise, sahabenin tamamýnýn bu meseleye dalmayýp, sadece bir kýsmýndan bu hususta görüþ nakledilmiþ olma­sýdýr. Þayet tüm sahabiler bû meseleyi ele alýp, tamamýnýn kanaatleri iki görüþ üzerinde istikrar bulmuþ olsaydý bu meselede üçüncü bir görüþ ileri sürmek caiz olmazdý. Bunun delili ise, böyle bir anlayýþýn ümmeti hakký zayi etmeye nisbet etmeyi gerektirmesidir. Zira bu üçüncü görüþün de bir delili bulunmalýdýr. BunlaNn bir delili varsa ümmetin bu delili gözden kaçýrmýþ olmaya ve zayi etmiþ olma­ya nisbet edilmesi gerekir. Ümmete böyle bir þeyin nisbet edilmesi imkansýzdýr. [74]

Karþýt Görüþ Sahiplerinin Þüpheleri


Ümmetin iki görüþ üzerinde ittifak ettiði bir meselede üçüncü bir görüþün ileri sürülmesini icmâ´a muhalefet saymayanlarýn þüpheleri þöyle sýralanabilir:

Birinci þüphe:

Sahabe, mücichidlcrin yaptýklarý gibi, bu meseleyle meþgul olmuþ ve üçüncü bir görüþün harami iðin t tasrih etmemiþlerdir.

Deriz kî:

Nasýl ki sahabiler ietihad kaynaklý bîr görüþ üzerinde ittifak ettiklerinde, on-iara muhalefet caiz olmuyorsa, iki görüþ üzerinde ittifak etmeleri durumu da ay­nen böyle olup onlara muhalefet caiz deðildir. Çünkü sahabe ietihad kaynaklý bir görüþ üzerinde ittifak ettikten sonra onlara muhalefet etmek, onlarýn gerçeði (hakk) zayi etlikleri ve bu gerçeðin delilini gözden kaçýrdýklarý anlamýna gelir. Onlarýn iki görüþ üzerinde toplanmalarýndan sonra muhalefet etmek de böyledir.

Ýkinci þüphe:

Sahabe, þayet bir delil veya bir illet ile istidlal etmiþ ise, ayný þekilde baþka bir illet ile istidlal de caizdir. Çünkü onlar ne bu baþka illetin ne de üçüncü bir görüþün butlanýný tasrih etmiþtir.

Deriz ki:

Sizin bu mantýðýnýza göre, bir ietihaddan hareketle ittifak ettiklerinde de sa­habeye muhalefet caiz olur. Zira sahabenin ittifak ettiði bu hususta da baþka bir illetle talil yapmak caiz olur. Bu yaklaþýma verilecek cevap þudur; bütün delillere [ý, 200 muttali olmak dinlerinin sahabeye farz kýldýðý bir þey deðildir. Aksine, bir tek de­lilden hareketle hakký bilmiþ olmalarý yeterlidir. Baþka bir illet ihdas ve istinbat edilmesinden onlarýn hakký zayi ettikleri sonucu çýkarýlamaz. Yine ittifak etmele­ri durumunda onlara hüküm hususunda muhalefet etmek de, onlarýn hakký zayi ettiklerini göstermez. Ýþte iki görüþ üzere ihtilaf etmeleri durumu da böyledir.

Üçüncü þüphe:

Sahabeden biri, aralarýnda hiç bir fark gözetmeksizin ´lems (temas)´ ve ´mess (dokunma)´nýn abdesli bozduðu, bir diðeri de bozmadýðý görüþünesahip olsa, bir tabiî de bunlardan birinin abdesti bozacaðýný diðerinin bozmayacaðýný söylese, her ne kadar labiînin bu görüþü üçüncü bir görüþ olsa bile caizdir.

Deriz ki:

Evet doðrudur. Çünkü tabiînin her mesele hakkýndaki hükmü bir gurubun görüþüne muvafýktýr. Ýki mesele hakkýnda bir tek hüküm yoktur ve iki meselenin Hüküm bakýmýndan eþitlenmesi kasdeditmemiþtir. Þayet sahabe, eþitlemeyi amaç­lamýþ olsa ve ikisi arasýnda hiç bir fark olmadýðýný söyleyip,, bunun üzerinde itti­fak etmiþ olsaydý, bu durumda iki mesele arasýnda fark gözetmek caiz olmazdý. Ayný þekilde, iki mesele arasýnda fark gözetip wý fark üzerinde kasden ittifak et­miþ olsalardý, bu defa da iki meseleyi ayný hükme tabi tutmak (cem") imkansýz olurdu. Ancak sahabiler, eðer ikisini cem´ etmemiþlerse ve ikisi arasýnda fark gö-zctmemiþlerse bir hüküm iki meseleye uygun düþmez. Hatta açýkça diyebiliriz ki; insan bir meselede nýasiyet ve halaya düþebilir. Ümmet de masiyet ve hata üze­rinde toplanmýþ olabilir. Büiün bunlar imkansýz, deðildir. Ancak, imkansýz olan, h/,. Peygamber´in, "ümmetimden bir gurup hak üzerinde devamlý buluna­caktýr" sözü varken, hiç bir gurubun gerçeði dile getirmeyerek onun zayi edil-[i, 201] mesi sonucunu doðuran hatadýr. Bunun içindir ki biz ümmetin iki meselede iki guruba ayrýlabileceðini, bunlardan birinin hata edip diðerinin hak üzerinde kala­bileceðini; hak üzerinde kalan gurubun bir baþka meselede hata edebileceðini, ilk meselede hata eden diðer gurubun ise bu meselede hak üzerinde olabileceðini söylüyoruz. Msl. Ümmetin yarýsý, kýyasýn hüccet olmadýðýný, diðer yarýsý ise hüc­cet olduðunu savunabilir. Bu durumda hariciler, birinci.gurubun görüþü açýsýn­dan hatalý, ikinci gurubun görüþü açýsýndan ise isabetli olmuþ olurlar. Böylece hata her ne kadar ümmetin tamamýna þamil olmakta ise de, bu, bir meselede de­ðil, iki ayrý meselededir ve iki mesele hakkýndaki gerçek, iki meselenin her birin­de ümmet arasýnda zayi olmamaktadýr.

Dördüncü þüphe:

Sý mesrûk, ´haram meselesi´nde [75] üçüncü bir görüþ ihdas etmiþ ve kimse ona

Karþý çýkmamýþtýr. Deriz ki:

Sahabenin hepsinin ´haram meselesi´nde iki görüþ üzerinde istikrar bulduðu sabit olmamýþtýr. Aksine belki de bir kýsým sahabiler henüz inceleme mühletinde idiler veya bu meseleye hiç dalmamýþ idiler; yahutta mesrûk meselenin vukua geldiði sýrada belki de ietihad ehliyetine sahip olup, bu vakitte, sahabeye muvafa­kat ettiðine dair bir þey söylememiþ ve onlara muhalefet etmiþtir. Diðer taraftan [1,202] bu görüþ mesrûk´tan ahad haberlerle gelmektedir; bizim söylediklerimiz bu ahad haberlerle savuþturulamaz.

Mesele: aykýrý görüþ ileri süren kiþinin ölmesiyle, geri kalanlarýn ittifaký icmâ´a dönüþür mü?

Ümmet içerisinde muhalif kalan bir veya iki kiþi bulunursa, bunlara raðmen icmâ1 kurulmuþ olmaz. Muhalefet eden bu kiþi ölse, bu mesele yine icmâ´a dönü-þemez. Kimi alimler muhalefet eden kiþinin ölmesiyle söz konusu meselenin Ýcmâ´a dön ileceðini ileri sürmüþlerdir.

Bizim delilimiz þudur: haram kýlýnmýþ olan, ümmetin tamamýna muhalefet etmektir. Ölen kiþinin asrýndan sonra bunun mezhebini kabul eden kiþinin ümme­tin tamamýna muhalefet ettiði söylenemez. Çünkü ölen kiþi ümmetten biri olup, görüþü ölümüyle ortadan kalkmaz. Bunun içindir ki ´fulan kist, þafiî´ye muvafa­kat etti veya muhalefet elti´ denilebilmektedir ve bu, þafiî´nin ölümünden sonra­dýr. Ölen kiþinin mezhebi, ölümü sebebiyle terkedilmiþ olmaz. Þayet terkedilmiþ olsaydý, bütün hepsinin görüþü, ölümlerinden sonra adeta hiç olmamýþ gibi kabul edilir ve sonra gelenlerin onlara muhalefet etmesi caiz olurdu.

Denirse ki;

Þayet bu kiþi inceleme mühletinde iken ölmüþse, ki bu durumda henüz bir karar vermiþ deðildir, bu konuda dersiniz?

Deriz ki:

Biz bu durumda ancak iki belirgin taraf hakkýnda kesin kanaate sahip olabi­liriz. Birincisi; bu kiþi meseleye dalmadan ve mesele kendisine arzedilmeden ev­vel ölmüþtür. Bu durumda geri kalanlar ümmetin tamamýný teþkil ederler. (ikinci­si:) eðer bu kiþi meseleye dalmýþ ve fetva vermiþ ise, geri kalanlar ümmetin ta- [ý, 203 mamý deðil, ancak bir kýsmý olurlar. (bu iki belirgin durumun dýþýnda olmak üze­re) eðer bu kiþi inceleme mühletinde iken ölmüþse, bu durumda yukarýdaki her iki ihtimal de söz konusu olabilir. Nitekim bu kiþi ümmetin geri kalanýna muha­lefet etmediði gibi muvafakat da etmemiþtir. Aksine, kararsýz kalan kiþi, bir an­lamda, kesin olana muhalif kalmýþ sayýlýr. Ne var ki bunun muvafakat etmesi de muhtemeldir. Kýsaca bu mesele bize göre ihtimallidir. ALLAH en iyisini bilir.

Mesele: tâbiûn, sahabenin iki görüþünden biri üzerinde icmâ1 ettikten sonra diðer görüþ alýnabilir mi?

Tâbiûn, sahabenin iki görüþünden biri üzerinde ittifak ederse, sahabenirr di­ðer görüþü terkedilmiþ olmayacaðý gibi, sahabenin bu görüþünü benimseyen kiþi de, kerhî´nin, ebû hanîfe ve þâfýî ashabýndan bir gurubun ve cübbâî ve oðlu (ebû hâþim) gibi bir çok kaderî´nin aksine, icmâ´i yýrtmýþ olmaz. Çünkü sahabe­nin bu görüþünü benimseyen kiþi ümmetin tamamýna muhalif deðildir. Bu görüþ üzerinde ölenler ümmettendir. Tâb.iûn da bu meselede ümmetin bir kýsmýdýr. Tabiîler bu meselede ümmetin tamamý olsalar bile, iki görüþten birini tercih ede­rek sahip olduklarý görüþ, diðer görüþü haram kýlmaz. Tâbiûn diðer görüþün tah-rimini açýkça belirtmiþse, biz iki durum arasýnda kalýn/;

A) ya bunun vukuunun imkansýz olduðunu söyleriz. Çünkü bu, iki icmâ´ýn çeliþmesi sonucuna götürür. Zira sahabe bu meselede görüþ ayrýlýðýný açýkça caiz görmüþtür; bunlar ise sahabenin caiz gördüðü görüþün haramlýðý üzerinde ittifak rj( 204 etmiþlerdir.

B) Ya da bunun mümkün olduðunu, fakat tâbiûn, sahabenin dalmadýðý her

Meselede, ümmetin tamamý olsa bile, onlarýn bu meselede ümmetin tamamý deðil bir kýsmý olduðunu; ümmetin birkýsmý için ise masiyetin mümkün olduðunu söyleriz. Ne var ki bu durum, hz. Peygamberin ümmetimden bir gurup de­vamlý hak üzerinde zahir olarak kalacaktýr" hadisine aykýrýdýr. Zira, tâbi unun bütünüyle bir meselede hata ettiði kabul edilince, bu zamanda hak zayi olmuþ olacaktýr. Belki de bu ikinci görüþe meyledenler, bu hadisi ahad haberlerden say­mýþlardýr.

Denirse ki:

Siz, bunun ittiba edilmesi gerekii bir icmâ´ olduðunu söyleyenlere niçin karþý çýkýyorsunuz! Sahabenin iki görüþ üzerinde ittifaký, kendilerinden sonra bu iki görüþten birinde gerçeði tayin edecek bir delil bulunmamasý þartýna baðlýdýr.

Deriz ki:

Bu anlayýþ, bir tahakküm ve sahabe adýna söz uydurmadýr. Onlar böyle bir þart öne sürmemiþlerdir. Îemâ´ kesin bir hüccettir ve kesin hüccet olan bir þeyde þart mümkün deðildir. Zira bu takdirde icmâ´da ihtimal söz konusu olur ve bu ih-timallilik icmâ´ý kesin olmaktan çýkarýr. Þayet sizin bu dediðiniz caiz olursa, þöy­le denmesi de caiz olur; onlar ietihad kaynaklý bir görüþ üzerinde ittifak ettikle­rinde, kendilerinden sonra bu görüþün aksinde gerçeði tayin eden bir delil bulun-[i, 205] mamasý þartýyla ittifak etmiþlerdir. Halbuki, sahabe iki görüþten her birinin caiz-liði hususunda ittifak halinde kalmýþtýr, dolayýsýyla onlarýn bu icmâ´ýný yýrtmak caiz deðildir.

Mesele: ümmetin baþlangýçta iki görüþe ayrýlýp, sonra bunlardan birisi üze­rinde icmâ´ etmesi caiz midir?

Ümmet iki görüþ üzerinde ihtilaf edip, daha sonra bunlardan biri üzerinde it­tifak ederlerse, asrm inkýrazýný þart koþanlara göre, üzerinde ittifak edilen görüþ kesin icmâ´ olur ve iþkalden kurtulunur. Bize göre ise, eðer asrýn inkýrazýný þart koþmuyorsak, ilk icmâ´ (yani iki görüþ üzerindeki ittifak), velev ki bir anda olup bitsin, artýk o konuda görüþ ayrýlýðýnýn caizliði hususunda tamamlanmýþtýr; üm­met iki görüþün birinden vazgeçip diðeri üzerinde ittifak ederlerse, bu durumda sahabeden gelen iki görüþten biri üzerinde tâbiûnun ittifak etmesi hususunda be­lirttiðimiz gibi, bunlarýn bu meselede ümmetin bir kýsmýný teþkil ettiðini söyle­memiz mümkün olmaz ve iþkal büyümüþ olur. Bu iþkalden kurtuluþ için beþ yol vardýr.

1) Birinci çýkýþ yolu þudur: böyle bir durumun vuku bulmasý imkansýzdýr. Bu, týpký onlarýn bir görüþ üzerinde icmâ´ edip, sonra hep birlikte bundan vazge­çip bunun aksi bir görüþ üzerinde icmâ´ etmeleri ya da tâbiûnun bu görüþün aksi [ý, 206] üzerinde ittifak etmesi gibidir. Asrýn inkýrazýný þart koþanlar, bu meseleyi kendileri için bir dayanak ittihaz ederek, mesela, ´ümmet velisiz nikah meselesinde ih­tilaf elliklerinde, velisiz nikahýn batýl olduðu kanaatinde olanlarýn bu görüþ üze­rinde kalmasý caiz oluyor da, kendi görüþlerinin batýl olduðuna dair bir delil or­taya çýktýðýnda diðer görüþ sahiplerinin bu görüþe muvafakat etmeleri niçin caiz olmasýn! Müctehid içtihadýný deðiþtirdiðinde, muhalifine muvafakat etmesi nasýl kýsýtlanabilir!´ derler. Buna karþýlýk olarak deriz ki; bu, kelimenin tam anlamýyla iþi yokuþa sürmektir. Bize göre bu imkansýzdýr. Çünkü, böyle bir durum, iki icmâ´in çeliþmesi sonucuna götürür. Ýlk icmâ´, hilafýn caizliðine ve her âmmînin bu farklý görüþlerden dilediði birini taklid etmesi gerektiðine delalet etmektedir. Bunun caizliði üzerinde ise ancak kesin ya da kesine yakýn bir delilden hareketle ittifak edilebilir. Hal böyleyken, iki görüþ üzere kalmanýn caizliðinin kaldýrýlmasý nasýl tasavvur olunabilir! Ýki icmâ´ arasýnda böyle bir çeliþki vukuunun imkansýz sayýlmasý, asrýn inkýrazýný þart koþmak suretiyle yapýlan tahakküme nisbetle daha tutarlýdýr. Üstelik yine problem, ilk asrýn iki görüþe aynlýnmýþ olarak geçmesin­den sonra tâbiûnun bunlardan biri üzerinde yapacaklarý ittifak için de söz konusu olmaktadýr. Diðer taraftan, kat´iyyât konularýnda bu iki görüþten birine dönmenin caizliðinde hiç bîr görüþ ayrýlýðý yoktur. Nitekim sahabe, zekat vermeyenlere kar­þý savaþ açýlmasý hususunda önce ihtilaf etmiþ, sonra savaþ açýlmasý gerektiði gö­rüþüne dönmüþlerdir. Yine devlet baþkanlarýnýn kureyþ soyundan olmasý mesele- [ý, 207 sindeki durum da böyledir. Çünkü her gurup muhalifini günaha düþmekle suçlu­yor (te´sîný) ve görüþünü caiz görmüyordu. Halbuki ietihadî konular (müetehedât) böyle deðildir. Bu tür konulardaki görüþ ayrýlýðý, hem görüþ ayrýlýðýnýn caizliði ve hem de ictihadla ulaþýlan iki farklý görüþten birinin alýnmasýnýn caizliði ile bir­likte bulunmaktadýr.

2) Ýkinci çýkýþ yolu; asrýn inkýrazýný þart koþmaktýr ki, bu da problemlidir. Çünkü bunu þart koþmak delilsiz keyfî hüküm vermektir.

3) Üçüncü çýkýþ yolu; icmâ´ýn kýyas ve içtihada deðil kesin bir delile istinad etmesini þart koþmaktýr. Bunu þart koþanlar, onlarýn ihtilaflarýnýn, bu farklý görüþ­lerden her birinin caizliði üzerinde icmâ´ edildiði anlamýna gelmediðini, aksine bunun da içtihada dayalý bulunduðunu söylerler. Onlar, bu farklý görüþlerden bi­rine dönerlerse, yapýlacak þey gerçeði iki görüþten birinde kesin bir delil ile tayin etmek için onlarýn ittifak ettikleri görüþü incelemektir. Bu da problemlidir. Þöyle ki; bir kere, þayet bu kapý açýlacak olursa, icmâ´ diye bir delile tutunmak artýk mümkün olmayacaktýr. Zira hiç bir icmâ´ yoktur ki, iclîhad kaynaklý olduðu ta­savvur oiunamasýn. Eðer icmâ´, her hangi bir ayýrýcý özellik olmadan, ´hüccet olan icmâ" ve ´hüccet olmayan icmâ" þeklinde iki kýsma ayrýlacak olursa,, artýk icnýâ´a tutunulamaz ve icmâ´ hüccet olmaktan çýkar. Eðer onlarýn müstenedi olan rý 208 kesin bir delile vakýf olursak, bu kesin delil sebebiyle hüküm, baðýmsýz olmuþ ve icmâ´a deðil, bu delile istinad etmiþ olur. Diðer taraftan hz. Peygamberin "üm­metim hata üzerinde toplanmaz" sözü, bir icmâ´ ile diðer bir icmâ´ arasýnda Ayýrým yapmamaktadýr. Görülüyor ki, bu problemden sadece, ictihad kaynaklý icmâ´ýn tasavvurunu inkar edenler kurtulabilmektedir. Ne var ki bu durumda bu görüþte olanlarýn sözlerinin sonu, itk söyledikleri ´onlarýn, hilafýn caiztiði konu­sundaki ittifaklarýnýn dayanaðý ictihaddýr´ þeklindeki sözleriyle çeliþmektedir.

4) Dördüncü çýkýþ yolu; ´son ittifaksýn dikkate alýnacaðýný söylemektir. Baþ­langýçtaki duruma gelince; hilafýn caizliði, bu iki görüþten birinde gerçeðin tayini üzerinde icmâ´ gerçekleþmemesi þartýna baðlanmýþtýr. Bu çýkýþ yolu da problemli­dir. Çünkü bu yaklaþým, icmâ´a bir þart ilave etmekledir ki, kesin hüccetler, olma­sý ve olmamasý mümkün olan þartý kabul etmezler. Þayet bu anlayýþ caiz olursa,

[ý, 209] ikinci icmâ´ýn da hüccet olmadýðýný, aksine ikinci icmâ´ýn hüccet olabilmesinin, bir ihtilaftan sonra ittifak olmamasý þartýna baðlý olduðunu söylemek de caiz olur. Üstelik bu, icmâ´dan muhtemel þartý kaldýrdýðý için daha evladýr.

5) Beþinci çýkýþ yolu da; son icmâ´ýn hüccet olmamasý ve terkedilmiþ sözü al­mayý haram kýlmamasýdýr. Çünkü icmâ´, ancak, kendisinden önce bir ihtilafýn meydana gelmemiþ olmasý þartýyla hüccettir. Eðer daha önce bir görüþ ayrýlýðý meydana gelmiþse bundan sonra gerçekleþecek olan icmâ´ hüccet olmaz. Bu yak­laþým da problemlidir. Çünkü hz. Peygamberin "ümmetim hata üzerinde top­lanmaz1´ sözü, þart kapýsýný kesin olarak kapamakta ve her nasýl olursa olsun her türlü icmâ´ýn hüccet olmasýný gerektirmektedir. Böylece, iki icmâ´dan her biri hüccet olmakta ve çeliþki doðmaktadýr.

Öyle sanýyorum ki, bu çýkýþ yollarýndan en uygunu birinci çýkýþ yoludur. Bu­na göre, yukarýda varsayýlan problem, çeliþkiye götürdüðü için tasavvur oluna­maz. Bu problemin gerçekleþmesinin mümkün olmasý demek, hem týpký icmâ´ ehlinin daha önce yaptýðý icmâ´dan hep birden dönmesinin ve hem de tâbiûnun, [ý, 210] sahabe icmâ´ýna aykýrý bir görüþ üzerinde ittifak etmesinin imkan dahilinde olma­sý demektir. Bunlarýn meydana gelmesi sem´ delili sebebiyle imkansýz olduðuna göre, söz konusu problemin meydana gelmesi de ayný þekilde imkansýzdýr.

Denirse ki:

Kendi zamanlarýnda ümmeti teþkil eden sahabe, ibn abbas dýþýnda, ´avl´i, yine a1i dýþýnda ´ümmü veledin satýlamayacaðý´ görüþünü benimsese, daha sonra gördükleri bir delil sebebiyle ibn abbas ve ali fikir deðiþtirseler, bunlarýn diðer çoðunluk sahabilerin görüþüne dönmesi haram olmaz. Ümmete açýk olan bir deli­lin bunlara da açýk olmasý imkansýz deðildir. Ne var ki siz birinci yolu tercih elli­ðiniz zaman bunu imkansýz kýlmýþ oluyorsunuz.

Deriz ki:

Birinci yol için söz konusu edilebilecek tek problem budur. Bu problemin önünü týkamak için de, iþin iç yüzünün kendilerine aþikar olmasý halinde, ibn abbas ve ali´nin önceki görüþlerinden vazgeçip, diðer görüþe katýlmalarýnýn ha­ram olmadýðý söylenebilir. Þu var ki, biz ibn abbas ve ali´nin sonradan iþin iç Yözüne vakýf olmalarýný veya önceki görüþlerinden dönmelerini, bunun bizatihi imkansýz olmasý yüzünden deðil, aksine, bunun sem´an imkansýz olan bir sonuca götürmesi yüzünden imkansýz sayýyoruz. Þey, bizatihi imkansýz olabileceði gibi, kendi özünde olmayan bir baþka sebeple de imkansýz olabilir. Msl. Tâbiûnun, ki- [ý, 211. Yas ve haberi vahidî iptal konusunda ittifak etmeleri imkansýzdýr. Fakat, bu biza­tihi imkansýz deðil, tüm sahabenin veya tüm tâbiûnun hataya nisbet edilmesi so­nucunu doðuracaðý için imkansýzdýr. Sahabenin hepsinin ve tâbiûnun hepsinin hata etmesi ise sem´an imkansýzdýr. ALLAH en iyisini bilir.




Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:57:41

Mesele; icmâ´in gerçekleþmesinden sonra icmâ´a muhalif bîr haberin ortaya çýkmasý

Birisi dese ki;

Sahabe bir hüküm üzerinde icmâ´ edip daha sonra içlerinden biri bu icmâ´a aykýrý bir hadisi hatýrlayýp rivayet etse, sahabe de hadisin getirdiði hükme dönse, yaptýklarý birinci icmâ´ batýl olur; hadisi bir tarafa býrakýp yaptýklarý icmâ1 üzerin­de kalmada diretseler, bu, özellikle hadisi kesin olarak hatýrlayýp rivayet eden sa-habi açýsýndan, imkansýzdýr. Yalnýzca hadisi hatýrlayan sahabi icmâ´dan dönse icmâ´a muhalefet etmiþ olur; icmâ´dan dönmese bu defa da habere muhalefet et­miþ olur. Bu problemli durumdan kurtulmanýn tek yolu vardýr; o da asrýn inkýrazýný muteber saymaktýr.

Deriz ki;

Bu problemli durumdan kurtulmanýn iki yolu vardýr.

Birincisi; bu, imkansýz bir þeyi varsaymaktýr. ALLAH ya ümmeti haberin zýddý olan bir hüküm üzerinde icmâ´ etmekten koruyacak ya da raviyi icmâ´in tamam­lanmasýna kadar unutmaktan koruyacaktýr. [ý, 212´

Ýkincisi de þudur; biz icmâ´ ehlinin takýnacaðý tavýra bakarýz; eðer icmâ´ ehli yaptýklarý icmâ´ üzerinde kalmada ýsrar ederse, bu tavýr, icmâ´ýn hak olduðu, hadi­sin de, ya ravinin bunda yanýlgýya düþerek peygamberden duymadýðý halde pey­gamberden duyduðunu zannettiði ya da bu hadisin neshedildiði ve bu durumu ra­vinin bilmediði fakat, her ne kadar bize bu konuda bir bilgi ulaþmasa da, icmâ´ ehlinin bu durumu bildiði açýða çýkmýþ olur. Böylesi bir durumda ravi icmâ´dan dönerse, kesin hüccet olan icmâ´a muhalefet etmiþ olur. Yok eðer icmâ´ ehli ha­bere dönecek olursa bu lakdirde de deriz ki; onlarýn üzerinde icmâ´ ettikleri husus o zamanda hak idi. Zira, týpký neshedilmiþ hükmün, nesh bilgisinin ulaþmasýndan önce hak olmasý; ya da müetehidin içtihadýnýn deðiþmesi veya her müctehidi isa­bet etmiþ kabul edenler açýsýndan, iki görüþten her birinin hak olmasý gibi, ALLAH onlarý kendilerine ulaþmamýþ bir haberle mükellef tutmamýþtýr.

Denirse ki:

Þayet bu caiz oluyorsa, ´ümmet bir içtihada dayanarak icmâ´ ettiðinde, son- [ý, 213] ra gelenlerin bu icmâ´a muhalefet etmesi; hatta, bu icmâ´dan dönmesi caiz olur´ Denilmesi niçin caiz olmuyor! Ümmetin içtihada dayanarak söyledikleri þey, bu ictihad devam ettiði sürece bakidir, tctihad deðiþince farz da deðiþir. Bunlarýn hepsi de haktýr; hele hele, önce içtihada dayanarak ihtilaf edip, sonra bir görüþ üzerinde ittifak etmiþlerse. (yukarýdaki cevabýnýzdan hareketle) sizin bunun da caiz olduðunu söylemeniz gerekmez miydi! Çünkü sahabe, avl´in, ve ümmüvele-din satýmý´nm inkarý görüþünde olanlarýn, zanný galipleri bu yönde olduðu sürece, bu kanaate sahip olmalarýný tecviz etmiþtir. Zanný deðiþtiðinde farzý da deðiþir ve daha önce kendisine caiz olan þey, bu defa haram olur. Bu, icmâ´ý kaldýrmak de­ðil, aksine, zanný galip þartýyla her hangi bir görüþün benimsenmesini caiz gör­mek anlamýna gelir. Zann deðiþtiðinde, artýk önceki âtýnýn gereðine göre davran­mak caiz görülemez. Bu yaklaþým, bir önceki meselede altýncý çýkýþ yolu olabilir. Deriz ki:

Sahabenin içtihada dayanarak icmâ´ ettikleri bir konuya sonradan muhalefet edilmesi caiz deðildir. Ancak bu caiz olmayýþ, yalnýzca sahabenin bu icmâ´ýnýn doðru (hak) olmasý yüzünden deðil, fakat bunun ümmetin üzerinde toplandýðý bir [ý. 214] doðru olmasý yüzündendir. Ümmet, ümmetin üzerinde icmâ´ etliði bütün þeylere muhalefetin haram olduðunda icmâ1 etmiþtir. Bu doðru, tek tek kiþilerin benimse­diði doðru gibi deðildir. Ümmetin ictihad kaynaklý olarak ihtilaf etmesi durumu­na gelince; bu durumda onlar ikinci bir görüþün alýnabileceðinde ittifak etmiþ olurlar ve dolayýsýyla da bu ikinci görüþe dönmek, üzerinde ittifak edilen bir þey olur. Bunun, ´içtihadýn bekasý´ þartýyla kayýtlandýrýlmasý caiz deðildir. Nasýl ki, ümmet ictihad yoluyla bir görüþ üzerinde ittifak ettiðinde, bunda içtihadýn deðiþ­memesi þart koþ ulamý yorsa, tam tersine, hiç bir þart olmaksýzýn mutlak olarak bu­na muhalefet haram oluyorsa, bu da ayný þekildedir.

Denirse ki:

Bu haber sahabenin icmâ´ ettiði konuya muhalif olarak tâbýûn döneminde or­taya çýksa ve bu haberi ehlu´l-hall ve´l-akd ehlinden olmadýðý halde, ehlu´1-hall ve´l-akd´in icmâ´ýnda hazýr bulunan birisi nakletse durum ne olur?

Deriz ki:

Tâbiûnun bu habere muvafakat etmesi haramdýr ve haberi nakleden bu kiþi­nin de kesin olan icmâ´a ittiba etmesi gerekir. Çünkü haber-i vahidde, nesih ve [ý, 215] unutma ihtimali vardýr, halbuki icmâ´da bu ihtimallerin hiçbirisi yoktur.

Mesele: icmâ´, bir kiþinin haber vermesiyle sabit olur mu?


Ýcmâ´, bazý fakihler karþý görüþte olsa da, tek kiþinin haberi ile sabit olmaz. Buradaki incelik þudur: icmâ´, kendisiyle kitab ve mütevalir sünnet üzerine (aleyhine) hükmedilebiien kesin bir delildir. Tek kiþinin haberi ise kesin deðildir. Kesin olmayan bir þeyle kesin olan bir þey nasýl sabit olur! Kur´an´ýn haberi va-hidle neshi meselesinde de zikrettiðimiz gibi, þayet böyle bir þey varid olsaydý Bununla taabbüd aklen imkansýz olmazdý; ne var ki böyle bir þey varid olmamýþ­týr.

Denirse ki:

Tek kiþi tarafýndan nakledilen icmâ´, eðer kitab´a ve mütevatir sünnete aykýrý düþmüyorsa, hununla amelin vacipliði sabit olamaz mý? Þöyle ki; her ne kadar missin sýhhati yönünde bir kesinlik hasýl olmuyorsa da, ahud kanalla nakledilen haberle amel vacip olmakladýr. Ahad kanalla nakledilen icmâ´a da ayný açýdan yaklaþýlamaz mý?

Deriz ki:

Ahad yolla nakledilen hadis ile amel, sahabeye ve onlarýn bu husustaki icmâ´ina iktidaen sabit olmaktadýr. Bu ise hz. Peygamberden rivayet edilen þey­ler hakkýndadýr. Ümmetten nakledilen ittifak ve icmâ´a gelince, bu konuda saha- it 216 beden her hangi bir nakil ve icmâ" sabit olmamýþtýr. Þayet ahad yolla nakledilen icmâ1 ile amelin vacipliðini isbat edecek olursak, bu, kýyas yoluyla olmuþ olur ki, bizce þeriatýn temellerini (usulu´þ-þerîa) isbat hususunda kýyas sahih deðildir. En açýk olan görüþ, budur. Þu kadar ki biz, bu þekilde nakledilen icmâ´a özellikle amel açýsýndan tutunanlarýn mezhebinin batýl olduðuna kesin gözüyle bakmayýz. Allahu a´lem.

Mesele: (el-ahzu bi akalli mâ kîle)

Söylenmiþ olanýn en azýna göre hükmetmek, icmâ´a tutunmak anlamýnda de­ðildir. Bazý fakihler bunu icmâ´ çerçevesinde düþünmüþlerdir.

Örnek:

Alimler, yahudinin diyeti hususunda ihtilaf etmiþler; kimileri yahudinin di­yetinin müslümanýn diyeti gibi olduðunu; kimileri, müslüman diyetinin yansý ka­dar olduðunu; kimileri de üçte biri kadar olduðunu ileri sürmüþlerdir, þafiî bu gö­rüþler içerisinden en az miktarda olaný, yani ´üçte biri´ almýþtýr. Bazýlarý þafiî´nin bu görüþü almasýný, icmâ´a tutunma olarak yorumlamýþlardýr ki, bu doðru deðil­dir. Çünkü, üzerinde icmâ´ edilen husus, bu miktarýn vacipliðidir ve zaten buna muhalefet eden kimse yoktur. Ýhtilaf edilen husus ise, bu miktarýn artýrýlýp artýrý-lamayacaðýdýr ve bu noktada icmâ´ yoktur. Þayet üçtebirlik miktar üzerindeki [1,217 icmâ´, artýrma yapýlamayacaðý konusunda bir icmâ1 olsaydý, üçtebirden fazla bir miktar öngörenler icmâ´ý yýrtmýþ olurlardý ve bunlarýn görüþleri kesin olarak batýl olurdu. Fakat þafiî, delillerin müdreklerini araþtýrarak onlarýn üzerinde icmâ´ et­tikleri þeyi vacip kýlýnýþ ve kendince ziyadeyi gerektiren bir sahih delil sabit ol­madýðý için de, aklýn delalet ettiði beract-i asliyyedeki ýstýshabu´l-hâl´e baþvur­muþtur. Bu i.se icmâ1 deliline tutunmak deðil, ýstýshaba ve akýl deliline tutunmak­týr. Istýshabu´l-hâl´in muhtevasý aþaðýda gelecek. Üçüncü asýl olan icmâ´ hakkýnda söyleyeceklerimiz de bu kadardýr.[76]

Dördüncü Asýl: Akýl Delili Ve Istýshab

Bilesin ki: sem´î hükümler akýl ile idrak olunamaz; þu kadar ki akýl, peygam-[1,218] herlerin gönderilmesinden ve mucizelerle desteklenmesinden önce zimmetin horalardan (vâcibât) arýnýk (beri) olduðuna; davranýþlarýmýzda her hangi bîr zor­lama ve kýsýtlama bulunmadýðýna delalet eder. Sem´in varid olmasýndan önce hü­kümlerin bulunmadýðý hususu akýl delili ile bilinmekte olup, biz bu durumun sem1 varid oluncaya kadar devam ettiðini (ýstýshâb) kabul ederiz. Bir peygamber gelip, beþ vakit namazý farz kýldýðýnda altýncý vakit namaz vacip kýlýnmamýþ ola­rak kalýr. Altýncý vakit namazýn vacip olmayýþý, peygamberin böyle bir namazýn bulunmadýðýný açýkça belirtmesi sebebiyle deðil, fakat bunun vacipliðinin mevcut olmayýþý sebebiyledir. Zira bu namazýn vacip olduðunu isbat edecek bir þey ol­madýðýndan, bu namaz ´aslî nefy´ üzere kalmýþ olur. Çünkü peygamberin ifadesi sadece beþ vakit namazýn vacip olduðu doðrultusunda olup, altýncý namaz hak­kýndaki nefy, sanki sem´ hiç varid olmamýþ gibi, devam eder. Ayný þekilde pey­gamberin ramazan orucunu vacip kýlmasý durumunda þevval orucu aslî nefy üzere kalmaya devam eder. Yine peygamber, her hangi bir vakitte bir ibadetin yapýlmasýný vacip kýldýðýnda, bu vaktin geçmesinden sonra zimmet aslî beraet (beraet-i asliyye) üzerinde kalmaya devam eder. Bir ibadet, güç yetirenler için vacip kýlýndýðýnda, güç yetiremeyenler önceki halleri üzere, yani kendilerine bu [ý, 219] ibadet vacip kýlýnmamýþ olarak kalýrlar.

Hal böyle olunca hükümler; ya bu hükümlerin isbatý açýsýndan ya da nefyi açýsýndan incelenecektir, tsbatý açýsýndan incelendiðinde; akýl, hükümleri isbatta yetersiz kalacaktýr. Nefy açýsýndan incelendiðinde ise; -sem´î delil aslî nefiyden nakledici bir anlamla varid oluncaya deðin- akýl, her hangi bir hüküm bulunma­dýðýna (nefy) delalet etmektedir. Buna göre akýl, isbat ve nefy yönlerinden sadece birisi hakkýnda delil olabilmektedir ki, bu, nefy tarafýdýr.

Denirse ki:

Eðer akýl, sem´in varid olmamasý þartýyla delil oluyorsa, peygamberlerin gönderilmesinden ve þer´in vaz´edi ý meþinden sonra artýk sem´in olmadýðý biline­mez; dolayýsýyla da hükmün olmadýðý bilinemez. Sizin bu husustaki nihai daya­naðýnýz sem´in varid olduðunu bilmemektir ki, bilmemek hüccet deðildir.

Deriz ki:

Sem´î delilin yokluðu bazen bilinir bazen de zannediür. Þöyle ki; biz, þevval orucunun ve altýncý bir namazýn vacipliði konusunda delil olmadýðýný biliyoruz.Zira bu konularda bir delil olmuþ olsaydý bu delil nakledilir, yaygýnlýk kazanýr ve ümmetin tüm fertlerine kapalý kalmazdý. Görüldüðü gibi bu, delilin yokluðunu bilmektir, yoksa ki, delili bilmenin yokluðu deðildir. Delili bilmenin yokluðu rit 220 (delili bilmemek) hüccet deðil, fakat delilin yokluðunu bilmek hüccettir.

Delil bulunmadýðý zannýna gelince; müctehid, vitir, kuþluk (duha) vb. Na­mazlarýn vacipliði hususundaki delillerin müdreklerini araþtýrarak, bu delilleri za­yýf gördüðünde ve araþtýrma konusundaki titizliðine ve onca çabasýna raðmen kendisi için bir delil ortaya çýkmadýðýnda, konuya iliþkin delil olmadýðýna dair kendisinde bir zanný galip oluþur. Bu zanný galip de amel noktasýnda bilgi (bil­me) mesabesindedir. Çünkü bu zann, araþtýrma ve içtihada dayanmakta olup, müetehidin yerine getirmek durumunda olduðu nihai görev de budur.

Denirse ki:

Peki, hakkýnda bir delil olmaksýzýn bir þeyin vacip olmasý ya da bu þey hak­kýnda bize ulaþmayan bir delilin bulunmasý niçin imkansýz görülüyor?

Deriz ki: hakkýnda delil olmayan bir þeyi vacip kýlmak imkansýzdýr. Çünkü bu, güç yetirilemeyen þeyle mükellef tutmak demektir. Bunun içindir ki biz, sem´in varid olmasýndan önce hüküm bulunmadýðýný söylüyoruz. Diðer taraftan, eðer konu hakkýnda bir delil var da bize ulaþmadýysa, o delil bizim hakkýmýzda delil deðildir. Çünkü, bizim mükellefiyetimiz bize ulaþan delillerle sýnýrlýdýr.

Denirse ki:

´Bize ulaþmayan delil bizim hakkýmýzda delil deðildir´ derseniz bu defa bi- [\t 221 len bilmeyen herkes (avâmm), kendine delil ulaþmadýðý iddiasýyla, esasýnda var olan dayanaðý yok sayabilir.

Deriz ki:

Bizim dediðimiz, herkes için deðil sadece, araþtýrýcý, delillerin müdreklerine vakýf ve derin araþtýrmaya güç yetiren müctehid için geçerlidir. Msl. Evinde bir eþyayý bulmak için dönüp dolaþan biri, yeterince teftiþ yaptýktan sonra evde eþya bulunmadýðýný kesin olarak söyleyebilir veya eþya bulunmadýðýna zanný galip ge­tirdiðini söyleyebilir. Evi tanýmayan ve gözü görmeyen birinin ise evde eþya bu­lunmadýðýný iddia etmesi mümkün deðildir.

Denirse ki:

Istýshabýn bu zikrettiðin anlamdan baþka bir anlamý var mý? Deriz ki:

Istýshab, dört biçimde kullanýlmakta olup, bunlardan üçü sahihtir. Birincisi; yukarýda zikrettiðimiz anlamdýr.

Ýkincisi; tahsis varid oluncaya kadar ´umum ýstishabý´ (ýstýshabu´l-umum) ve nesh varid oluncaya kadar ´nass istýshabý´dir. Umum, umumu benimseyenlere göre, delildir. Nass ise, týpký deðiþtirici sem´ varid olmamak þartýyla aklýn beraet-[i, 222] ´ asliyye´ye delalet etmesi gibi, nesh varid olmamak þartýyla hükmün devam etti­ðinin delilidir.

Üçüncüsü; þer´in, sübut ve devamýna delalet ettiði bir hükmün ýstýshabýdýr. Msl. Mülkiyeti nakledici bir akdin yapýlmasýyla birlikte mülkiyet hükmü; bir itlaf veya iltizam (yüküm altýna girme) anýnda zimmetin borçlanmasý böyledir. Bu hü­küm, her ne kadar aslî bir hüküm deðilse de, þer´in, hem sübutuna hem de deva­mýna delalet etiði þer´î bir hükümdür. Þayet þer´in, zimmetin beraetinin husule gelmesine kadar bu hükmün devamýna delaleti olmasaydý, bu hükmün ýstýshabý caiz olmazdý. Istýshab, -deðiþtiricinin bulunmamasý þartýyla delilin, sübutuna ve devamýna delalet ettiði þeyler dýþýnda- hüccet deðildir. Nitekim akýl delili bera-et´e, sem´î delil´doldurmaya (þuðl) ve þer´î delil de mülkiyete delalet eder. Ayný [1,223] þekilde, ramazan ayýnýn, namaz vakitlerinin ve ihtiyaçlarýn tekerrür etmesi duru­munda akrabalarýn nafakalarýnýn tekerrür etmesi gibi, eðer bu anlamlarýn bu hü­kümler için birer sebep olduðu þer´in delillerinden anlaþýlmýþ ise, sebepleri teker­rür ettiðinde vücup ve lüzumun tekerrürüne hükmetmek de bu kabildendir. Bu anlamlarýn bu hükümler için birer sebep olduðu ya umumu kabul edenlerin söy­lediði gibi mücerred umum ile ya da herkesin söylediði gibi umum ve birtakým ipuçlarý (karine) ile anlaþýlýr. Bu ipuçlarý da birtakým tekrarlamalar, pekiþtirmeler ve belirtiler (emare) olup, þeriatý nakledenler, herhangi bir engelin olmamasý du­rumunda þâri´in bütün bunlarý birer sebep kýlma amacýnda olduðunu anlamýþlar­dýr. Þayet bunlarýn birer sebep olduðuna dair delilin delaleti olmasaydý, bunlarýn ýstýshabý caiz olmazdý. Öyleyse ýstýshab, aklî veya þer´î bir delile tutunmaktan ibaret olup, delili bilmenin yokluðuna deðil, aksine -deðiþtiricinin olmadýðý bilgi­siyle birlikte veya araþtýrma ve talep hususunda çaba harcanarak deðiþtiricinin ol­madýðý zannýyla birlikte- bir delile racidir.

Dördüncüsü ise; tartýþma mahallinde icmâ´ ýstýshabýdýr ki, bu tür ýstýshab sa­hih deðildir. Þimdi hem bu hususta hem de nefyedici´nin (nâfî), delil getirmek mecburiyetinde olduðu hususunda iki mesele resmedelim.

Mesele: (icmâ´ ýstýshabý)


[ý, 224] tartýþma mahallindeki icmâ´ ýstýshabýnda hiç bir hüccet yoktur. Bazý fakihler ise bunun hüccet olduðu görüþündedirler.

Örnek:

Teyemmüm yapmýþ olan kiþi namaz esnasýnda suyu görse namazýna devam eder. Çünkü teyemmüm etmiþ kiþinin namazýnýn sýhhatinde ve devamýnda icmâ´ vardýr. Suyun beklenmedik bir þekilde var olmasý ise týpký rüzgarýn esmesi, fecrin doðmasý ve diðer tabiat olaylarý gibidir. Bu durumda biz, bir delilin suyu görme­nin namazý kestiðine delalet etmesine kadar, namaza devamý ýstýshab ederiz. Bu Anlayýþ sakattýr. Çünkü, bu þekilde bir ýstýshab yapan kiþi ya mesele hakkýnda hiç bir delil olmadýðýný ikrar etmekle birlikte ´ben nefyediciyim, nefyedicinin delil getirmesi gerekmez´ demektedir ya da kendisinin bir delil getirdiðini zannetmek­tedir. Eðer bu mesele hakkýnda delil bulunmadýðýný ikrar etmiþse, biz nefyedici­nin de delil getirmesi gerektiðini açýklayalým; her ne kadar kendisi bir delil getir­diðini zannetmekte ise de yanýlmýþtýr. Biz diyoruz ki; delilin, devamýna delalet ettiði hüküm devam ediyor sayýlýr. Söz konusu örnekte, namazýn devamýna dair ? 225 delil, ya þâri´in sözü ya da icmâ´dýr. Eðer delil þâri´in sözü ise bu söz için bir açýklama getirilmelidir. Belki de o söz, suyun varlýðý durumunda deðil, yokluðu durumunda namazýn devamýna delalet ediyordur. Eðer o söz, umumu ile, hem su­yun yokluðunda hem de varlýðýnda namazýn devamýna delalet ediyorsa, umumu benimseyenlere göre bu, umuma tutunmaktýr; hemen tahsis delilini ortaya koy­mak gerekir. Eðer, namazýn devamýna dair delil icma ise, icma, suyun yokluðu durumunda namazýn devamý konusundadýr. Suyun bulunmasý durumunda ise na­maza devam edilip edilemeyeceði tartýþ malýdýr. Tartýþma olduðuna göre icmâ´dan bahsedilemez. Eðer söz konusu icmam suyun bulunmasý durumuna da þamil ol­duðu söylenirse, bunu söyleyen kiþi, -týpký rüzgarýn esmesi ve fecrin doðmasý du­rumunda namazýn kesileceðini söyleyen kiþinin icmaa karþý gelmiþ olacaðý gibi-, icmaa karþý gelmiþ olur. Çünkü icmâ1, rüzgann esmemesi þartýna deðil, suyun bu­lunmamasý þartýna baðlý olarak kurulmuþtur. Su bulunduðu takdirde artýk icmâ´ devreden çýkar ve suyun bulunmasý durumunun, hakkýnda icma bulunan suyun fi, 226 bulunmamasý durumuna toplayýcý bir illet ile kýyas edilmesi gerekir. Ýcmâ´ýn dev­reden çýkmasý durumunda ic´maý halen devam ediyor saymak (ýstýshab) imkansýz­dýr. Bu durum þuna benzer; akýl, sem´î delilin delalet etmemesi þartýyla beraet-i asliyyeye delalet eder. Sem´î delilin varlýðýyla birlikte akim delaleti devam ede­mez. Burada da icmâ´ suyun yokluðu þartýna baðlý olarak kurulmuþtur, suyun var­lýðý durumunda ise devreden çýkmýþtýr. Ýncelik budur. Yani, bizzat tartýþmanýn te­zat teþkil ettiði hiç bir delil, tartýþmaya raðmen ýstýshab edilemez. Burada, bizzat tartýþmanýn kendisi icmaa zýttýr. Zira tartýþmaya raðmen icma gerçekleþemez. Þu kadar ki umum, nass ve akýl delili´nin durumu biraz farklýdýr ve tartýþma bunlara tezat teþkil etmez. Nitekim muhalif, umumun, sýygasý itibariyle tartýþma mahalli­ni de içine aldýðýný itiraf etmektedir. Zira hz. Peygamber´in "oruca geceden Baþlamayanýn (niyet etmeyenin) orucu yoktur"[77] -hasmýn karþý çýkmasýna ve [1,227 ´ben umum sýygasýnýn þümulünü kabul ediyorum fakat bu þümulü bir delil ile tahsis ediyorum´ demesine raðmen- ramazan orucunu da içine almaktadýr. Ayrý­ca hasmýn delili göstermesi de gerekir. Örneðimizde ise muhalif, icmâ´ýn tartýþma mahallini de kapsadýðýný kabul etmemektedir. Zira tartýþma varken icma imkan­sýzdýr. Halbuki, delil ile birlikte umum sýygasýnýn þümulü imkansýz deðildir. Îþte bu inceliðin göz önünde tutulmasý gerekir.

Denirse ki:

Ýcmâ´ tartýþmayý haram kýlmaz. Hal böyleyken nasýl oluyor da tartýþma sebe­biyle icma ortadan kalkýyor!

Deriz ki:

Bu tartýþmanýn haram olmadýðý icma ile sabittir. Burada muhalif icmaa karþý gelmiþ olmaz. Çünkü icmâ´, suyun varlýðý durumuna göre deðil, yokluðu duru­muna göre kurulmuþtur. Varlýkla yokluðu ayný hükme tabi tutan kiþi delil getir­mek durumundadýr.

Denirse ki:

[ý, 228] namaza baþlamaya delalet eden delil, namazýn kesildiðine dair bir delil orta­ya çýkýncaya deðin, ayný zamanda, namazýn devamýna da delalet eder.

Deriz ki:

Öyleyse bu delil incelensin ve onun, suyun bulunma durumunu içine alan bir nass veya bir umum olup olmadýðýna bakýlsýn. Eðer bu delil bir icmâ1 ise, icmâ´ suyun bulunmama þartýna baðlý olduðundan suyun bulunmasý durumunda delil olamaz.

Denirse ki:

Siz ´aslolan; sabit olan her þeyin, -kesici bir þeyin bulunmasýna deðin-, de­vam etmesidir´ diyenlerin sözünü ne diye inkar ediyorsunuz? Çünkü devam, bir delile muhtaç deðildir. Aksine delile muhtaç olan sübuttur. Nitekim, zeyd´in ölü­mü sabit olduðunda, bir evin veya bir beldenin yapýmý sabit olduðunda, bunun devamý artýk bir sebep ile deðil bizzat kendisiyledir.

Deriz ki:

Bu batýl bir vehimdir. Çünkü sabit olan herþeyin devam etmesi mümkün ol-[i, 229] duðu gibi devam etmemesi de mümkün olup, bu þeyin devamý için, sübut delili­nin dýþýnda baþka bir sebep ve delil gerekebilir. Þayet âdet delili, ölen kiþinin ye­niden dirilmeyeceðine, yapýlmýþ evin, -birisi tarafýndan yýkýlmadýkça veya üze­rinden uzun bir zaman geçmedikçe- yýkýlmamýþ olacaðýna delalet etmeseydi biz mücerred sübutu sebebiyle bunun devam ediyor olduðunu bilemezdik. Nitekim, bize valinin oturduðu,, yemek yediði ve eve girdiði haber verildiðinde, ki âdet bu hallerin devamýna delalet etmemektedir, biz kesinlikle bu hallerin devam ediyor olduðuna hükmedemeyiz. Ýþte bunun gibi, þer´in, suyun yokluðu durumunda na­mazýn devam ediyor olduðuna dair verdiði haber de namazýn suyun varlýðý duru­munda da devam edeceðine dair bir haber deðildir. Öyleyse, namazýn devamýnýn baþka bir delile ihtiyacý vardýr.

Denirse ki:

Kiþi, sadece namaza baþlamakla deðil, aksine baþlamak yanýnda tamamla­makla da emrolunm ustur.

Deriz ki:

Evet, bu kiþi suyun yokluðunda namaza böyle baþlamakla ve suyun yokluðu devam ediyorsa böyle bitirmekle e m rol unm ustur. Ancak böyle baþladýktan sonra suyun bulunmasý durumu, tartýþma konusudur. Bu kiþinin suyu bulduktan sonra da tamamlamakla emrolunmuþ olduðuna dair delil nedir? Eðer ´kiþinin, baþladý- ? ðý bir ameli iptal etmesi yasaklanmýþtýr; bu kiþi de suyu kullandýðýnda baþladýðý amelini iptal etmiþ olur´ diyecek olursanýz, deriz ki: bu yaklaþým, bizim sizi gö­türmek istediðimiz noktaya sürüklenmek ve bir delile gerek duyulduðunu kabul­lenmek olur. Sizin öne sürdüðünüz bu delil, her ne kadar zayýf bir delil ise de, bu delilin zayýflýðýný açýklamak usulcünün görevi deðildir. Diðer taraftan bu delil za­yýftýr; çünkü siz eðer ´amelin iptali´ derken, amelin sevabýnýn boþa gitmesini kas-tettiyseniz, biz bu kiþinin yaptýðý iþe karþýlýk sevap alamayacaðý anlayýþýný teslim etmiyoruz. Yok eðer ´amelin iptali´ sözüyle kiþinin iptal ettiði bir amelin dengini kendisine vacip kýlmýþ olduðunu kastettiyseniz, daha önce de açýkladýðýmýz gibi, sýhhat demek, iþin dengini yapmanýn vacip olmamasý demek deðildir.

Denirse ki:

Aslolan; þekk (tereddüt) ile hiç bir þeyin sabit olmamasýdýr. Bu namaza baþ­lamanýn vacipliðinde ise þekk vardýr. Öyleyse yakîn olan bir þey bu þekk sebebiy­le kalkmaz.

[ý, 23i;

Deriz ki:

Sizin bu sözünüze eþ deðer olarak þöyle söylenebilir; ´bu namaza devam et­menin vacipliðinde de þekk vardýr ve suyun varlýðýna raðmen zimmetin borçtan kurtulacaðý hususu þüphelidir. Öyleyse yakîn olan bir þey, bu þek sebebiyle kalk­maz´. Bu söz sizin sözünüze muarýzdýr. Diðer taraftan biz diyoruz ki; namaza baþlamayý vacip gören kiþi, bunu zannýna galip gelen bir delil sebebiyle vacip görmüþtür. Nitekim beraet-i asliyye de zanna galip gelen bir delil ile kaldýnlabil-mekte, hatta yakîn bile bazý durumlarda þekk sebebiyle kaldýrabilmektedir. Bu husustaki meseleler birbiriyle çeliþik durumdadýr. Murdar hayvanýn boðazlanmýþ hayvanla, süt kýz kardeþin yabancý bir kadýnla ve temiz suyun pis su ile karýþma­sý, kiþinin beþ vakit namazdan birini unutmasý gibi meseleler böyledir.

Ýcmâ´ ýstýshabýný savunanlar, ALLAH tealanýn *siz bizi, atalarýmýzýn ibadet [ý, 232 edegeldikleri þeylerden alýkoymak istiyorsunuz; öyleyse bize açýk bir yetki gös-sermelisiniz´ (ibrahim, 14/10} diyerek, kafirleri, peygamberlerden burhan isteme hususunda tasvip ediþini hüccet olarak kullanmýþlardýr. Bu talep üzerine de in­sanlar, ýstýshabý deðiþtirici burhanlar aramaya koyulmuþlardýr. Biz diyoruz ki, bu tasvibin sebebi, kafirlerin mevcut durumun devam edeceðini düþünmeyip (icmâ´ ýstýshabý yapmayýp), aklýn delalet ettiði aslî nefy´e baþvurmalarýdýr. Zira insanoð­lunun fýtratýnda aslolan, peygamber olmamasýdýr. Birinin peygamber olduðu ise, açýk deuer ve alametlerle bilinir. Buna göre kafirler, burhan isteklerinde doðru Davranmýþ, fakat atalarýnýn dini karþýsýnda burhana dayanmaksýzýn sýrf cehalet ile bulunduklarý konum hususunda hataya düþmüþlerdir.

Mesele: (nefyedici hakkýnda bir delil var mýdýr?)


Nefyedici hakkýnda bir delil bulunup bulunmadýðý konusunda usulcüler ihti-[i, 233] laf etmiþlerdir. Kimileri, bunun bir delili olmadýðýný, kimileri de bir delilinin bu­lunmasý gerektiðini söylemiþtir. Üçüncü bir gurup da, aklî konular ile þer´î konu­lar arasýnda ayýrým yaparak, aklî konularda delilin bulunmasý gerektiðini, þer´î konularda ise delile gerek olmadýðýný ileri sürmüþlerdir/tercihe þayan olan görüþ þudur; zaruri olmayan þey, ancak bir delil ile bilinebilir. Böyle konularda nefiy, isbat gibidir. Bu görüþün mahiyeti þudur; nefyedene, ´yokluðunu (nefy) iddia et­tiðin þeyin yok olduðunu (intifa) biliyor musun, yoksa bunda tereddütlü müsün?´ diye sorulur. Eðer nefyeden, tereddütlü olduðunu itiraf ederse, artýk ondan delil istenmez. Çünkü bu durumda o, cehaletini ve bilgisinin olmadýðýný itiraf etmiþ olmaktadýr. Eðer nefyeden, kesin olarak nefye kanaat getirdiðini söylerse, bu de­fa da ona, ´senin bu kesin kanaatin zaruret kaynaklý mý, yoksa delil kaynaklý mý?´ diye sorulur. Nefy bilgisi zaruri bilgi olarak kabul edilemez. Çünkü biz þu anda denizin dalgalarý arasýnda olmadýðýmýzý, bir kartalýn kanadý üzerinde olmadýðýmý-[i, 234] zý ve nil´in önümüzde olmadýðýný bilmekteyiz. Nefyin bilgisi zaruret sayýlamaz. Kiþi, bunu zaruri olarak bilmediðine göre, ya taklid kaynaklý ya da araþtýrma/in­celeme kaynaklý olarak bilmektedir. Taklid ilim ifade etmez. Mukallid açýsýndan yanýlma mümkündür. Zaten mukallid, kendisinin körlüðünü (cehalet) itiraf et­mekte, ancak baþkasý için basiret iddiasýnda bulunmaktadýr. Eðer nefyin bilgisi, araþtýrma/inceleme kaynaklý ise, bunun açýklanmasý gerekir. Delilin aslý budur. Bu delil, nefyedenin delil göstermek durumunda olmadýðý iddiasýna karþý, sevim­siz iki probleme yapýþýlmasýyla daha da güçlenir. Birincisi; alemin sonradan meydana geldiðini, yaratýcýyý, peygamberliði nefyeden ve zinanýn, þarabýn, mur­dar hayvanýn ve mahremlerle evlenmenin haramhðýný nefyeden kiþilerin de delil getirmek mecburiyetinde olmayýþlarýdýr ki, bu muhaldir. Ýkincisi de, delil göster­me iþi, bu kiþilerden düþüyorsa, bir þeyi isbat etmek amacýnda olan kiþi (müsbit) [ý, 235] de, bu amacýný nefy yoluyla açýklayabilir ve ´sonradan yaratýlmýþ´ demek yerine ´sonradan yaratýlmýþ deðil´ ve ´güç yetirir´ sözü yerine ´âciz deðildir´ der.

Onlarýn bu meselede iki þüphesi vardýr:

Birincisi; ´aleyhine borç iddia edilen kiþi (davalý), delil göstermek durumun­da deðildir; çünkü kendisi böyle bir borcu olmadýðýný söylemektedir (bunu nef­yetmektedir)´ þeklindeki sözleridir.

Bu þüpheye dört þekilde cevap verilebilir:

1) Davalýnýn delil göstermek durumunda olmayýþý, kendisinin nefyeden ol­masý sebebiyle ve delil göstermenin nefyedenden düþtüðüne aklýn delalet ediyor Olmasý sebebiyle deðil, aksine þer´in bu yöndeki hükmü sebebiyledir. Nitekim hz. Peygamber, "beyyine davacýya, yemin ise inkar edene gerekir demiþ­tir. Baþka hususlarýn buna kýyas edilmesi caiz deðildir. Çünkü þer´, zaruret yü­zünden bu þekilde hükmetmiþtir. Zira, nefye dair delil getirmek mümkün deðil­dir. Çünkü nefiy ancak, varlýðýnýn baþýndan dava vaktine kadar, kendisine tevatür sayýsýna ulaþmýþ kiþilerin katýlýmýyla bilinebilir. Lüzum sebebinin (nefy durumu­nu kaldýracak ve borç isbat edecek bir sebebin), söz ve fiil olarak, bulunup bulun­madýðý, o vakte kadarki her bir anýn kontrolden geçirilmesi yoluyla bilinebilir, rj 236 hal böyle olunca, bu kiþi, hakkýnda burhan getirilmesi imkansýz bir konuya dair burhan getirmekle nasýl mükellef tutulabilir! Hatta davacý da delil getirmek duru­munda deðildir. Çünkü iki þahidin sözü, bilgi saðlamaz, aksine itlaf veya borç gi­bi bir lüzum sebebinin cereyan ettiðine dair bir zann oluþturur ki, bu geçmiþteki bir þeydir. Þu anda ise þahit, davalýnýn zimmetinin halen borçlu olup olmadýðýný bilmemektedir. Çünkü zimmetin, edâ veya ibra yoluyla borçtan arýnmýþ olmasý mümkündür. Ýnsanlarýn, zimmetin borçluluðunu veya borçsuzluðunu bilmeleri­nin tek yolu, ALLAH´ýn sözü veya masum peygamberin sözüdür. Davacýnýn da delil getirmek zorunda olduðu sanýlmamalýdýr. Çünkü þahidin sözü, ancak, þer´in hük­mü sebebiyle delil olmuþtur. Bu (yani bilgi oluþturmamasýna raðmen þahitlerin sözünün deli! Olmasý) caiz oluyorsa, ayný þekilde davalýnýn yeminin de baðlayýcý (lazým) olmasý, dolayýsýyla delil olmasý gerekir.

2) Davalý, kendi zimmetinin borçsuzluðunu zaruri olarak bildiðini iddia et­mektedir. Zira kendisi, kendisinin herhangi bir þeyi telef etmediðini ve bir borç [ý, 237 altýna girmediðini (iltizam) kesin olarak bilmektedir. Bunu insanlar bilemez; sa­dece ALLAH teala bilir.

Aklî konularda, nefyeden, eðer nefyi zaruri olarak bildiðini iddia ediyorsa, bu imkansýzdýr. Yok eðer, bu nefy bilgisinin, allahtan baþka hiç bir kimsenin or-taklaþalýðý mümkün olmayacak biçimde, sadece kendisine özel olduðunu dile ge­tiriyorsa, bu takdirde kendisinden delil istenmez. Ayný þekilde, kendisinin aç ol­madýðýný, korkmadýðýný vb. Gibi þeyleri haber veren kiþiden de delil istenmez. Böylesi durumlarda nefy ve isbat birbirine eþit olur. Çünkü bu kiþi þayet, kendi­sinde açlýk ve korkunun varlýðýný iddia edecek olursa, bu, kendisi için zaruri ola­rak bilinen bir þeydir ve bunu baþkasýnýn bilmesi oldukça zordur. Aklî konularda nefy ve isbat ortaktýr. Duyulurlarda (mahsusat) da nefy ve isbat birbirine eþittir.

3) Hüküm meclisinde, nasýl ki davacý bir delil -ki bu beyyine´dirr getirmek durumunda ise, nefyeden de bir delil.-ki bu yemindir- getirmek durumundadýr, rj 238 bunlarýn delil olmasý zayýftýr. Zira yeminin uygunsuz bir yemin olmasý müm­kündür. Þayet þer´in hükmü olmasaydý, bu yeminin, akýl yönünden ne gibi bir de­laleti olabilirdi! Evet o, beyyine gibidir. Nitekim iki þahidin sözünün de yalan ve

Tirmizî, ahkâm, 12/111, 625; aynca bkz. Buhârî, rehn, 6/111, 116 -bab baþlýðý olarak Yanlýþ olmasý mümkündür. Daha önce geçtiði gibi, yeminin bu þekildeki kullaný­mý sahihtir. Ya da ´nefyeden in, hüküm meclisinde nefy iddiasýný ek bir delille desteklemesi vacip olduðu gibi, ayný þey hükümler hususunda da vacip olmalý­dýr!´ denilebilir. Bu da, konunun baþka bir izah biçimidir.

4) Davalýnýn eli (zilyetlik durumu), davacýnýn mülkiyet iddiasýný nefy husu­sunda bir delildir. Bu da zayýftýr. Çünkü elde bulundurma, davacýnýn iddiasýný þer´an düþürecek olursa, gasp veya ariyet kaynaklý eidc bulundurma durumlarý da ayný þekilde mülkiyet davasýný düþürür. Hal böyle olunca elin ne gibi bir delaleti olabilir!

Ýkinci þüpheleri de þudur: kiþi nefy´e dair delil getirmekle nasýl mükellef tu­tulabilir! Zimmetin borçsuzluðuna dair delil getirmek gibi, bu da imkansýz dene­cek kadar zordur.

Deriz ki:

Biz bunun imkansýz denecek kadar zor olduðunu kabul etmiyoruz. Çünkü [ý, 239] tartýþma, ya aklî konularda ya da þer´î konulardadýr. Aklî konularýn nef yi husu­sunda þu þekilde delil getirmek mümkündür: aklî konularýn isbatý imkansýz bir sonuca götürür; imkansýza götüren þey de imkansýzdýr (o halde akli konularýn is­batý imkansýzdýr). Nitekim ALLAH teaia "þayet yer ve göklerde allahtan baþka tanrýlar olsaydý, ikisi de bozulurdu" {enbiyâ, 21/22} demiþtir. Biz biliyoruz ki, bu ikisi bozulmamýþtýr. Bu da ikinci bir tanrýnýn olmadýðýna delalet etmektedir.

Bu hususun, mukaddime de ´telâzüm metodu´ olarak adlandýrdýðýmýz, þartlý kýyas (el-kýyâsu´þ-þartî) yoluyla isbat edilmesi de mümkündür. Her isbatýn birta­kým ayrýlmazlarý (lâzým) vardýr. Lâzým´ýn bulunmayýþý, melzum´un (ayrýlýnmaz) bulunmadýðýný gösterir. Ayný þekilde, salt peygamberlik iddiasýyla ortaya çýkan kiþi peygamber deðildir. Þayet peygamber olsaydý, kendisiyle birlikte bir mucize bulunurdu. Zira imkansýzla mükellef tutmak imkansýzdýr. Bu bir yoldur ve sahih olan da budur.

Ýkinci bir yoi ise; isbat edene ´þayet iddia ettiðin þey sabit olsaydý, bu, ya za­ruri olarak ya da bir delil ile bilinirdi. Tartýþmanýn olduðu yerde zaruret ve delil olamaz. Bu da senin isbatýna çalýþtýðýn þeyin bulunmadýðýný gösterir´ denilmesi-[ý, 240] dir ki, bu bozuk bir yaklaþýmdýr. Çünkü ayný yaklaþým ters çevirilerek nefyedene de uygulanabilir ve ona ´þayet hüküm olmasaydý, hükmün olmayýþý ya zaruri olarak ya da bir delil ile bilinirdi. Zaruret ve delil yoktur. [öyleyse hüküm var­dýr]´ denilebilir. O kiþinin, mesela, "aslolan ikinci bir tanrýnýn yokluðudur. Ýkinci bir tanrýnýn varlýðýný iddia edenin buna delil getirmesi gerekir´ diyerek, ýstýshaba tutunmasý da mümkün deðildir. Zira, ´aslolan yokluktur´ iddiasý müsellem deðil­dir. Beraet-i asliyyenin durumu bundan farklýdýr. Çünkü akýl, sem´den önce hük­mün bulunmadýðýna delalet etmektedir. Zira akýl, hükmün, ALLAH´ýn mükellef tutmasý ve hitabý olduðuna, ve muhali teklif etmenin muhal olduðuna delalet etmek­tedir. Þayet ALLAH, teklifi bize ulaþan ve mucize ile doðrulanmýþ bir peygamber olmaksýzýn bizi hükümle mükellef tutmuþ olsaydý, bu mükellef tutma, muhal ile mükellef tutma olurdu. Öyleyse beraet-i asliyye, ikinci bir tanrýnýn yokluðundan farklý olarak, aklî bir delile istinat etmektedir.

Onlarýn, ´þayet ikinci bir tanrý olsaydý, ALLAHýn buna dair bir delili olurdu´ þeklindeki sözleri ise, iki yönden, dayanaksýz bir hükümdür.

A) Adah´jn, bilgisini kendine özgü kýlarak, bazý þeyler için defil dikmemesi

Mümkündür.

B) ALLAHýn buna dair bir delil dikmiþ olmasý, fakat bizim bunun farkýna vara- [\t 241 mayýsýmýz ve bazý havassýn veya bazý peygamberlerin ve kendilerine altýncý bir

Duyu ve baþka bir zevk verilenlerin bunu farkedebilmeleri mümkündür. Hatta ke­sin olan þudur ki; peygamberler, bizim idrak edemediðimiz iþleri idrak edebilir­ler; allanýn makduratý arasýnda, bilinmesi beþer kuvveti dahilinde olmayan iþler vardýr. ALLAH tcalanýn, mevcut duyularla ve bu akýl ile idrak edilemeyen, aksine, altýncý veya yedinci bir duyu ile idrak edilebilen birtakým sýfatlarýnýn bulunmasý mümkündür. Dahasý, (bazý ayetlerde ALLAH´a nisbet edilen) el ve yüzün, bizim an­layamadýðýmýz ve hakkýnda da bir delil bulunmayan sýfatlardan ibaret olmasý im­kansýz deðildir. Þayet sem´ bunlan getirmiþ olmasaydý bile, bunlarýn bulunmadý­ðýný söylemek (nefy) yanlýþ olurdu. Belki de bu kabilden olup, sem´in açýklama­dýðý ve bizde de idrak kuvveti bulunmayan bazý sýfatlar vardýr. Dahasý, þayet bi­zim için iþitme yaratýlmýþ olmasaydý, biz sesleri algýlayamaz ve inkar ederdik; bi­zim için þiir zevki yaratýlmýþ olmasaydý, aruz sahibinin, vezinli ve vezinsiz ara-smda yaptýðý ayýrýmý inkar ederdik. Biz, ALLAHýn kudreti dahilinde hangi duyu türlerinin bulunduðunu nasýl bilebiliriz. Öyle duyu türleri ki, þayet ALLAH bunlan [ý, 242 yaratmýþ olsaydý, þu anda nefyetmekte olduðumuz birçok þeyi idrak edebilecek­tik, îþte, bu duyu türleri olmadýðý için yaptýðýmýz bu nefyetme, cehaletle yapýlmýþ bir inkar ve körükörüne bir tahmindir.

Þer´î konulara gelince; buna, icmâ´ veya nass veya kýyas gibi deliller tekabül etmektedir. Ýcmâ´, mesela, þevval orucunun ve kuþluk namazýnýn nefyi gibi hu­suslardýr. Nass, mesela, hz. Peygamberin, "süs takýlarýnda zekat yoktur;

84 malufe´de zekat yoktur"[78] gibi sözleridir. Kýyas ise mesela, ravinin, ´narda ve

Karpuzda zekat yoktur; resulullah bunlan affetýniþtir´ sö/ünde olduðu gibi, seb­zelerin de, kendilerinden zekat verilmeyeceði belirtilen nar ve karpuz gibi þeylere kýyas edilmesidir. Bu sonuncu delil gibileri bazan destek bulmayabilir. Öyleyse, isbat müdreklerini araþtýrýrýz; bulamadýðýmýz zaman, akýl delili ile sabit olan aslî nefy ýstýshabýna baþvururuz. Bu ýstýshab, sem´in varid olmadýðý durumlarda bir delildir. Gerçi biz, hilafiyata dair yazdýðýmýz eserlerde, nefyedenin delil getirmek Durumunda olmadýðýný söylemiþtik, ama bununla kasdýmýz, nefyedenin sem´î bir deji] göstermek durumunda olmadýðýdýr. Zira, þayet peygamber gönderilmemiþ [ý, 243] ve sem´ varid olmamýþ olsaydý, kendisiyle hükmedeceðimiz beraet-i asliyye ýstýs-habý ona yeterli olurdu.


Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:58:06



Denirse ki:

Akýl delili, sem´in bulunmayýþý þartýna baðlýdýr. Sem´in bulunmayýþý ise bili­niyor deðildir. Sem´in varid olduðunun bilinmemesi, sem´in olmadýðýný göster­me?: Ve sem´in olmadýðý bilgisini iddia etmek mümkün deðildir. Çünkü bu biline­mez.

Deriz ki:

Biz, mesela, þevval orucunun ve kuþluk namazýnýn vacip olmayýþýnýn bilin­mesinde olduðu gibi, sem´in bulunmayýþýnýn, bazen bilinebileceðini; bazen de araþtýrma ehliyetine sahip kiþilerin, þer´in müdreklerini araþtýrmasýyla bunun zan-nedilebileeeðini açýklamýþtýk. Buradaki zann, ietihad kaynaklý olduðu için, bilgi gibidir. Çünkü araþtýrmayý yapan kiþi, ´þayet olsaydý, ben bulurdum. Onca araþ­týrmama raðmen bulamayýþým, týpký evde bir eþyayý arayan ve aramasýnda gerekli gayreti gösteren kiþi örneðinde olduðu gibi, onun mevcut olmadýðýný gösterir´ der.

Denirse ki:

Yeterli çabanýn belli bir ölçüsü var mýdýr, yoksa, araþürmanýn bir baþý, bir ortasý ve bir de sonu mu vardýr? Kiþinin, deðiþtirici sem´î delilin bulunmadýðýný söylemesi kendine ne zaman helal olur?

[ý, 244] deriz ki:

Kiþi, araþtýrma sonucunda kendi kendisine müracaat eder ve -týpký, evde bir eþyayý arayan örneðinde olduðu gibi- arama hususunda elinden gelen herþeyi yaptýðým bilirse, bu durumda sem´î delilin bulunmadýðýný söylemesi kendine he­lal olur.

Denirse ki:

Ev, sýnýrlý ve belli bir þeydir ve bu hususta kesin sonuç almak mümkündür. Halbuki þer´in müdrekleri sýnýrlý deðildir. Kitâb, her ne kadar sýnýrlý ise de, sün­net sýnýrlý deðildir. Belki de hadisin ravisi meçhuldür.

Deriz ki: bu, eðer henüz haberlerin yayýlmadýðý, islamtn ilk dönemlerinde ise her müelehide farz olan, haber kendisine ulaþýncaya deðin reyini kullanmasý­dýr. Bu, haberlerin rivayet edilmesinden ve sahih hadis kitaplarýnýn derlenmesin­den sonra ise, bu kitaplara giren hadisler, ehli indinde sýnýrlý olup müclehidlere ulaþmýþtýr ve müetehidler bunlarý hilafiyat meselelerinde söz konusu etmiþlerdir. Özetle söylemek gerekirse; nasýl ki, umumun delaleti, tahsis edicinin bulunmayý­þýna baðlý ise, aklýn, aslî nefye delaleti de, deðiþtiricinin bulunmayýþýna (nefy)

Baðlýdýr. Tahsis edici ve deðiþtiriciden her birinin bulunmayýþý bazen bilinir, ba- fi, 245; zen de zannedilir ve bunlardan her biri þer´de, bir delildir.

Dördüncü asýl hususundaki sözlerin tamamý budur ve böylece ikinci kutup tamamlanmýþ olmaktadýr.[79]

Ýkinci Kutbu Tamamlayýcý Ek Bölüm (Hatime): Mevhum Deliller


Aslî delil olmadýðý halde aslî delillerden olduðu zannedilen deliller, sýrasýy­la, ´bizden öncekilerin þeriatý (þer´u men kablena)´, ´sahabi sözü1, ´istihsan´ ve ´ýs-lýslah´týr.

A. Þer´u Men Kablena

Þer´u men kablenâ, daha önceki peygamberlerin, bizim þeriatimiz tarafýndan neshediidiði açýklanmayan, þeriatleridir.

Bunun açýklamasýna bir mesele ile baþlayalým.

Ýi, 246] mesele:

Hz. Peygamber, peygamber olarak gönderilmezden (biset) önce, önceki peygamberlerden birinin þeriati ile mükellef miydi (amel ediyor muydu)?

Kimi alimler, hz. Peygamberin, kendisine peygamberlik gelinceye kadar daha önceki peygamberlerden birinin þeriati ile mükellef olmadýðýný (teabbüd et­mediðini), kimileri de mükellef olduðunu söylemiþlerdir. Bu ikinci görüþte olan­lar, hz. Peygamberin mükellef tutulduðu þeriatýn hangi peygamberin þeriatý ol­duðunda farklý görüþler ileri sürmüþler; bir kýsmý, bunu nuh´a, bir kýsmý ibra­him´e, bir kýsmý, musa´ya bir kýsmý da isa´ya nisbet etmiþtir. Bizce, bu görüþlerin hepsi de aklen mümkündür; fakat fiilen vuku bulduðu, kesin bir yolla bilinme­mektedir. Þu anda, pratik bir sonucu olmayan bu gibi hususlarda, karanlýða taþ atmanýn bir anlamý yoktur.

Denirse ki:

Þayet hz. Peygamber, önceki dinlerden biriyle mükellef tutulup o dine göre davranmýþ olsaydý, o dinin mensuplarý bunu kendilerine nisbet ederek bununla övünürlerdi ve hz. Peygamberin, onlarýn þiarlarýný kuþandýðý yaygýn olarak nak­ledilirdi. Böyle bir þeyin olmamasý, hz. Pcygamber´in, herhangi bir dine göre davranmadýðýnýn kesin delilidir.

Deriz ki:

Ll, 24/j þayet, hz. Peygamber mükellefiyetten ve þeriatlere göre davranmaktan sýy-

Rýlmýþ olsaydý, bu defa da, halk kesimlerine muhalefet etmesi ve bunun yaygýn olarak nakledilmesi gerekirdi. Hz. Peygamber´in, bi´setten önceki durumunun gizli kalmasý olaðanüstü bir mucize bile sayýlabilir ki, bu hz. Peygamberin hayret verici iþlerinden biridir.

Karþýt görüþte olanlarýn iki þüphesi vardýr;

Birinci þüphe: musa ve isa, ALLAHýn mükellef olan tüm kullarýný kendi dinle­rine çaðýrmýþlardýr. Buna göre, hz. Peygamber de bu genel çaðrýnýn kapsamýna dahildir.

Bu görüþ iki yönden batýldýr;

A) Bir kere. Ýsa ve musa´dan, kendi çaðrýlarýnýn genci oluþuna dair bir ifade müicvalir bir hiçimde bize nakledilmememiþlir ki, biz bu ifadenin gene! Muhte­vasýna (fahvâ) bakalým. Bu bakýmdan, bu iddianýn, bizim peygamberimizin dini­ne mukayeseden baþka hiç bir dayanaðý yoktur ve böylesi bir mukayese de batýl­dýr. Üstelik, þayet onlarýn çaðrýlan genel bile olsa, bu çaðrýdan, kendilerinin þeri-atini neshedecek olan peygamberler istisna edilmiþ olabilir.

B) Belki de hz. Peygamberin zamaný, þeriatlerin fetret ve silinip gitme za­maný olup, bu þeriatleri ayakta tutmak ve bunlara göre davranmak imkansýz ol­muþ ve hz. Peygamber, bu yüzden gönderilmiþ olabilir. Ayrýca o, isa ve mu- ix 248 sa´nýn þeriatlerinin tafsiline dair hüccet bulunduðunu nereden bilecektir!

Ýkinci þüphe: hz. Peygamber, namaz kýlýyor, hac ve umre yapýyor, sadaka veriyor, hayvan boðazlýyor ve meyte´den uzak duruyordu. Bu fiiler, aklýn yönlen­dirmesiyle bilinemez.

Cevap:

Bu yaklaþým da iki yönden sakattýr:

A) Bu sayýlan hususlarýn hiçbiri, kesin bir nakille mütevatir olarak nakledil­miþ olmadýðýndan bunlarýn zann yoluyla var kabul edilmesi mümkün deðildir.

B) Hz. Peygamber, belki de, tahrimin ancak sem´ yoluyla olacaðýna ve þer´in vürudundan önce hükmün bulunmayacaðýna dayanarak hayvan boðazla-mýþtýr. Meyte´den kaçýnmasý ise, tabiatýndan gelen bir tiksinti sebebiyle olabilir. Nitekim hz. Peygamber, tab´an tiksindiði için, keler etini yememiþtir.-namaz ve hacca gelince; eðer hz. Peygamber´in bunlarý yaptýðý sahih ise, hz. Peygamber bunlarý, her ne kadar ayrýntýlarý silinip gitmiþse de, genel biçimleri hakkýnda ön­ceki peygamberlerden nakledilen bilgilere göre, teberrüken yapmýþ olabilir.

Þimdi asýl konumuza dönelim ve hz. Peygamberin bi´setten sonra, daha ön­ceki peygamberlerden birinin þeriatine göre amelde bulunup bulunmadýðýna ba­kalým. Burada, önce bunun aklen mümkün olup olmadýðý, sonra da sem´an vaki olup olmadýðý söz konusu edilecektir.

Aklî imkan: [1,249

Hz. Peygamberin önceki þeriallerden biriyle mükellef tutulmasý aklen müm­kündür. Zira ALLAH teala kullarýný, gerek önceki bir þeriatle, gerek yeni bir þeriat-le gerekse, bir kýsmý önceki þeriatlerle bir kýsmý yeni bir þeriatle olmak üzere, istediði þey ile mükellef tutabilir. Bunlarýn hiçbirisi bizzat imkansýz olmadýðý gibi, taþýdýðý bir mefsedet yüzünden de imkansýz deðildir. Birkýsým kaderîler, her pey­gamberin mutlaka yeni bir þeriat ile gönderilmesi gerektiðini söylemiþler, bunu da þöyle gerekçelendirmiþlerdir: peygamber eðer bir yenileme getirmeyecekse, gönderilmesinde hiç bir yarar bulunmayacaktýr. ALLAH teala ise, bir fayda olmak­sýzýn elçi göndermez. Bu yaklaþýma güre, bu görüþle olan kaderîlerin, bir þeriat silinip gittiðinde, bu þeriatin dengi bir þeriatla peygamber gönderilmesini, yine bu þeriate hazý fazlalýklar içeren denk bir þeriatle peygamber gönderilmesini ve birinci peygamberin bir topluluða, ikincisinin de hem bunlara hem de baþkalarýna gönderilmiþ olmasýný caiz görmeleri gerekir. Belki de onlarýn karþý çýktýklarý hu­sus, birinci þeriatin tazeliðini korurken ikincinin bir ilave getirmemiþ olmasý du­rumudur.

Biz diyoruz ki; iki delilin birlikte dikilmesine (nasb) ve iki resulün ayný an­da gönderilmesinin mümkün oluþuna delalet eden þey, bunun da mümkün oluþu-[i, 250] na delalet eder. Nitekim ALLAH teala, "biz onlara iki elçi gönderdik. Onlar bu ikisini yalanladýlar ve biz de bu ikisini destekleyici olarak bir üçüncüsünü gönderdik" {yâsîn, 36/14} demektedir. Ayný þekilde ALLAH, musa ile harun´u, davud ile süleymaný göndermiþtir. Hatta, bir peygamberin daha önceki bir pey­gamberin þeriati ile gönderilmesi, týpký, görme hususunda birisiyle yetini lebi id ið i halde, iki gözün yaratýlmasý gibidir. Diðer taraftan bu kaderîlerin sözleri, ALLAH telanýn fiillerinde bir fayda talebi üzerine kurulmaktadýr ki bu görüþ mesnetsiz keyfi bir iddiadýr.

Sem´î imkan:

Bizim þeriatimizin, önceki þeriatleri bütünüyle neshetmediði tartýþmasýz ka­bul edilen bir husustur. Msl. Bizim þeriatýmýz, iman etmenin gerekliliðini, zina, hýrsýzlýk, adam öldürme ve küfrün haramlýðýný neshetmemiþtir. Fakat ALLAH, bu haramlarý yeni bir hitap ile ya da baþka peygamberlere inen hitap ile haram kýl­mýþ, bunlarý devam ettirmekle mükellef tutmuþ ve o´na, sadece öncekilerin þeria-tine aykýrý olan hususlarda hitap indirmiþtir. Bir olay meydana geldiðinde, ken­disine öncekilere aykýrý bir vahiy inmediði sürece, hz. Peygamber´in onlarýn di­nine ittiba etmesi gerekir. Tartýþmanýn özü bu noktadýr.

[ý, 251] tercihe þayan olan´görüþ, hz. Peygamber´in, kendisinden önceki hiç bir þe-

Rialle mükellef tutulmadýðýdýr. Þu dört yaklaþým buna delalet etmektedir.

1) Hz, peygamber, muâz´ý yemen´e gönderirken ona ´ne ile hüküm vere­ceksin´ diye sormuþ, muaz, ´kitâb, sünnet ve ietihad ile hüküm vereceðim´ cevabýný vermiþtir.[80] Muâz, tevrat´ý, incil´i ve öncekilerin þeriatlerini zikretme­diði halde, hz. Peygamber muaz´ý tasvip ve tezkiye etmiþtir. Þayet bunlar, hükmün kaynaklanndan olsaydý, ancak bunlarda da bulunamamasý durumunda içti­hada gidilebilirdi. Burada, muaz´ýn tevrat ve incili zikretmeyiþine gerekçe ola­rak, ktlâb´da bunlara baþvurmaya delalet eden ayetlerin var olmasý gösterilebilir ki, biz bu ayetlere tutunulamayacaðmý açýklayacaðýz. Tam tersine kitâb´da, "her biri için bir þir´at ve yöntem oluþturduk" {mâide, 5/48} denilmektedir. Yine hz. Peygamber. "þayet, musa hayatta olsaydý, bana tabi olmaktan baþka ya­pacaðý bir þey yoktu" demiþtir. Öte yandan, kitâb´da, sünnete uymaya ve kýyasa [ý, 252 delalet eden ayetler de vardýr. Muaz´ýn, sünnet ve kýyasý zikretmeksizin sadece kitab´ý zikretmesi gerekmez miydi! Yok eðer neye göre hüküm vereceðini ayrýn­týlý olarak söylüyorsa, önceki þeriatler, zikredilmesi gereken önemli bir þey deðil midir!

Buna karþýlýk olarak ´tevrat ve incil, kitab ismi altýnda mündemiçtir. Çün­kü kitab, her kitabý içine aian bir isimdir´ denilecek olursa deriz ki; kitab ve sünnet birlikte zikredildiðinde, müslümanlann aklýna kur´an´dan baþka bir þey gelmez. Muaz´ýn, kur´an öðrendiðinin bilindiði gibi, tevrat ve incil´i öðrendiði, bunlarýn tahrif edilmiþ kýsýmlarýný tahrif edilmemiþ kýsýmlarýndan ayýrmaya özen göslerdiði görülmemiþ iken, muaz´ýn ´kitab´ sözünden kur´an´dan baþka bir þey nasýl anlaþýlabilir! Þayet, tevrat ve incili öðrenmek gerekli olsaydý, bu durumda bunlar sadece bazý kýsýmlarý neshedilmiþ birer kitap olacaðýndan ve bazý hüküm­lere kaynaklýk edeceðinden dolayý, bütün sahabe bunu öðrenirdi. Zaten kur´an da sadece bu gerekçeyle ezberlenmiþtir. Hatta, hz. Ömer´i tevratýn bir yapraðýný in­celerken gören hz. Peygamber gözleri kýzaracak derecede buna sinirlenmiþ ve "þayet musa hayatta olsaydý, bana tabi olmaktan baþka yapacaðý bir þey yoktu" demiþtir.

2) Hz. Peygamber, þayet önceki þeriatlerle ibadet etmekle emrolunmuþ ol- [ý, 253 saydý, zýhâr, muhsan kiþilerin recmi ve miras konularýnda kararsýz kalmaz; vahiy beklemeksizin, o þeriatlere baþvurmasý gerekirdi ve ilk önce, özellikle her toplum

Ýçin zaruri olan hükümler konusunda önceki þeriatlere baþvururdu; ki bu hüküm­ler tevrat´ta bulunmaktadýr. Hz. Peygamber, silinip gitmiþ olmasý ve tahrife ma­ruz kalmasý sebebiyle bunlara baþvurmadý ise, bu durum taabbüde engel teþkil eder. Eðer bu mümkün olsaydý, araþtýrma ve öðrenmeyi gerekli kýlardý. Bu konu­da bilinen tek þey, hz. Peygamberin, recmin kendi dinlerine aykýrý olmadýðýný göstermek amacýyla, yahudilerin recmi hususunda tevrat´a baþvurmuþ olduðu­dur.

3) Tevrat, þayet hüküm kaynaðý olsaydý, týpký kur´an ve haberler gibi bunun da öðrenilmesi, nakledilmesi ve korunmasý farzý kifaye olurdu ve sahabenin hü­kümleri öðrenmek hususunda, týpký haberlerin nakledilmesinde arayýþ içinde ol­malarý kendilerine vacip olduðu gibi, buna baþvurmalarý da vacip olurdu. Yine, aralarýnda tartýþma konusu olan, ´avl´, ´dedenin miras payý´, ´mufavvýda´[81] ?üm- [ý, 254Mü veledin satýlmasý´, ´þarap içme cezasý´, ´nesîe ribasý dýþýndaki rîba´, ´mýýt´a´, ´cenînin diyeti´, ´henüz taksitlerinden bir kýsmýný ödeyememiþ mükâtebin hük­mü´, ´cariyenin zifaftan sonra ayýp sebebiyle iadesi´ ve ´iltikâu´l-hitâneyn´ gibi kendilerine müþkil gelen ve hemen her dinde ve her kitabda bulunacak olan problemlerin çözümü için ona baþvururlardý. Onca uzun yaþamalarýna, pek çok olayla karþýlaþmalarýna ve bîr çok konuda tartýþmalarýna raðmen ve üstelik ab­dullah b. Selâm, ka´bu´l-ahbâr ve vchb gibi, tevrat hususunda sözlerine itimad edilecek pek çok kiþi müslüman olduðu halde, hiç bir sahabînin tevrata baþvur­duðu nakledilmcmiþtir. Kýyas, ancak, hükmün kitah´da bulunmasýndan ümit ke­silmesinden sonra caiz olabilmektedir. Kitab´da olaný bilmeden önce kýyas nasýl yapýlabilir!

[ý, 255]

4) Ümmet, hepsi birden, bu þeriatýn öncekileri neshedici olduðu ve onlarýn genel hatlarýyla artýk bizim peygamberimizin þeriati haline geldiði hususunda gö­rüþ birliði etmiþlerdir. Þayet hz. Peygamber, baþka bir þeriatle amelde bulunmuþ olsaydý, sâri´ deðil, sadece haber verici olurdu ve þeriatin sahibi deðil, nakledicisi olurdu. Ancak hemen belirtelim ki bu, zayýf bir yaklaþýmdýr. Çünkü, bu yaklaþým mecaz ihtimali bulunan ve tamamý hususunda sâri´ olmasa bile, bunlarýn kendi aracýlýðýyla biliniyor olmasý ihtimalini taþýyan bir yaklaþýmdýr.

Karþý görüþ sahiplerinin, uyunabilecekleri beþ ayet ve üç hadîs bulunmakta­dýr.

1. Ayet: ALLAH teala peygamberleri zikrettikten sonra "iþte bunlar, ALLAHýn hidayet verdiði kiþilerdir; sen bunlarýn yol göstericiliðine (hüdâ) iktida et" {en´âm, 6/90} demiþtir.

Biz, þu iki delilden hareketle, buradaki hüdâ´dan maksadýn, tevhid ve alla­hýn birliðine delalet eden aklî deliller olduðunu söyleriz:

A) ALLAH, ´onlara iktida et´ dememiþ, ´onlarýn hüdâsýna iktida et´ demiþtir. Onlarýn hüda´sý ise, kendilerine nisbet edilmeyen delillerdir. Þer´ ise, onlara nis-bet edildiði için, þer´ konusunda onlara ittiba etmek, onlara iktida etmek anlamý­na gelir.

[1,256] b) onlarýn þeriatleri, birbirinden farklý, kimisi nâsih, kimisi mensûh iken al­lah, anýlan peygamberlerin þeriatlerinîn tamamýný nasýl emretmiþ olabilir! Yine onlarýn þeriatleri pek çok iken hz. Peygamber bunlarý ne zaman araþtýrabilecek-tir! Öyleyse ALLAH, ´onlarýn hidayetine uy´ sözüyle, tüm peygamberler arasýnda ortak olan þeyi yani tevhîd´i kastetmiþtir.

2. Ayet: "sonra sana, bir hanîf olarak ibrahim´in milletine (din) ittiba et diye vahyetlik" {nahl, 16/123}

Bu ayete, hz. Peygamberin ibrahimin þeriatine göre taabbüd ettiðini ileri sürenler tutunmuþlardýr ki, ilk zikrettiðimiz ayet bununla çatýþmaktadýr. Diðer ta­raftan bu ayette hüccet de yoktur. Çünkü, ALLAH "sana vahyettik" demektedir ki, Ýttibanin vacipliði, baþkasýna gelen vahiyle deðil, doðrudan hz. Peygambere ge­len vahiyledir. Ayette geçen ´ittiba et´ sözü, ´onun yaptýðý gibi yap´ demektir. Yoksa ki, ´ona ittiba et ve onun ümmetinden biri ol´ anlamýnda deðildir. Millet sözcüðünün, tüm þeriatlerin müttefik bulunduðu din, tevhid ve takdis anlamýnda olduðu düþünülürse, ikinci anlamýn kastedilmediði anlaþýlýr. Bunun içindir ki al­lah teala, "ibrahim´in milletinden sadece nefsinde sefihlik bulunan yüz çevirir" {bakara, 2/130) demiþtir ki, ibrahim´e muhalif olan peygamberlerin sefýhiikle it­ham edilmeleri caiz deðildir. Buna delalet eden bir husus da, hz. Peygamber´in, ibrahim´in milleti hakkýnda araþtýrma yapmamasýdýr. Zaten, kitabý ve haberleri- [ý, 257 nin isnadý kaybolup gittikten sonra bu araþtýrmayý nasýl yapabilecektir!

3. Ayet: "nuh´a din olarak tavsiye ettiði þeyi (ki bu ayetin devamýndan anla­þýldýðýna göre tavsiye edilen þey, ´dini ikame etmek´tir) siz"in için meþru kýlmýþ­týr" {þûra, 42/13)

Bu ayete, hz. Peygamberin nuh´un þeriatine göre amel ettiðini ileri sürenler tutunmuþlardýr ki bu tutarsýz bir yaklaþýmdýr. Zira yukarýda zikredilen ilk iki ayet buna muarýzdýr. Diðer yandan din, tevhidden ibarettir. Ayette nuh´un özellikle zikredilmesi ise, teþrif ve tahsis içindir. Hz. Peygamber, ne zaman nuh´un þeriati-nin ayrýntýsýna baþvurmuþtur! Kaldý ki, nuh ilk peygamberlerden iken ve onun þeriatý, arkasýnda iz býrakmadan silinip giden þeriatlerin baþýnda gelirken bu baþ­vuru nasýl mümkün olabilecektir! Bunlar bir yana, auah, ´nuha din olarak tavsi­ye eliði þeyi sizin için meþru kýlmýþtýr´ demektedir. Þayet, ALLAH böyle demeyip de, ´size tavsiye etttiði þeyi nuh için meþru kýlmýþtýr´ deseydi, belki bu onlarýn amaçlarýna daha uygun düþerdi. Ayetteki bu ifade, onlarýn amaçlarýnýn zýddýný açýkça belirtmektedir.

4. Ayet: "biz tevratý indirdik; onda peygamberlerin, kendisine göre hüküm [ý, 258 verecekleri nur ve hüdâ vardýr". {mâide, 5/44} hz. Peygamber de bu peygam­berlerden biri olduðuna göre, o da tevrat ile hüküm versin.

Bu ayete, hz. Peygamberi musa´ya nisbet edenler tutunmuþlardýr ki, her þeyden önce ilk üç ayet buna muarýzdýr, ikincisi; ayette geçen ´nur´ ve ´hüdâ´, tevhidin aslý ve peygamberlerin müþterek bulunduklarý diðer hususlardýr; yoksa neshe maruz kalabilen hükümler deðildir. Üçüncüsü; ALLAH, sadece o dönemdeki peygamberleri kastetmiþ olabilir. Dördüncüsü; ayet, emir kalýbýyla deðil haber kalýbýyla gelmiþtir, dolayýsýyla bunda hüccet yoktur. Son olarak, ayette kastedilen husus, peygamberlerin, musa´ya gelen vahiy ile deðil dedoðrudan kendilerine gelen vahiy ile hükmetmeleridir.

5. Ayet; ALLAH tevrat´tan ve ondaki hükümlerden bahsettikten sonra "kim allanýn indirdiði ile hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendisidir" {mâide, 5/44j buyurmuþtur.

Deriz ki; ayetle kastedilen anlam þunlardan biri olmalýdýr: [ý, 259] a) ´kim, yalanlayarak ve inkar ederek ALLAHýn indirdiði ile hükmetmezse* þeklindedir. Yoksaki, ´kim ALLAHýn musa´ya indirdiði ile hüküm vermezse´ þek­linde deðildir.

B) ayette, musa´nýn ümmetinden olup, ALLAHýn indirdiði ile hüküm vermesi kendine vacip olduðu halde, onunla hükmetmeyenler ve her bir peygamberin üm­metinin, kendi peygamberlerine indirilene aykýrý davrananlarý kastedilmiþ olabi­lir.

C) ayetin anlamý, ´peygamberler, tebciyyet yoluyla deðil, kendilerine özel bir vahiyle, tevratýn ben/.eriyle hüküm verirler´ þeklinde olabilir[82].

Karþýt Görüþte Olanlarýn Tutunduklarý Hadisler:


1. Hadis: kýrýlan bir diþ hususunda kýsas yapmasý istemiyle kendisine gelin­diðinde hz. Peygamber, "ALLAH´ýn kitabý kýsasa hükmediyor. Ne var ki, diþin kýsasýyla ilgili olarak kur´an´da, tevratta bulunduðu anlatýlan ´diþe diþ´ {mâide, 5/45) sözünden baþka bir þey yoktur" demiþtir.

Deriz ki: kur´an´da "size karþý bir saldýrýda bulunan kiþiye, siz de ayný oran­da saldýrýda bulunun" {bakara, 2/194} hükmü vardýr. Dolayýsýyla, diþ meselesi de bu ayetin umumu altýna dahildir.

2. Hadis: "kim uyuyakalarak veya unutarak bir namazý kaçýrýrca, o namazý hatýrladýðýnda kýlsýn" [83] demiþ ve "beni anmak için namazý ikame et" {tâhâ, 20/14} ayetini okumuþtur. Halbuki bu hitab musa´yadýr.

[1,260] cevap: hz. Peygamber bunu, vacip kýlmayý talil amacýyla zikretmemiþ, fa­kat, kendine vahyedilen ile vacip kýlmýþ ve musa gibi kendilerinin de bununla emrolunduðuna dikkat çekmiþtir. Ayetteki mi zikri´ sözü, ´namazý vacip kýldýðýmý hatýrlamak için1 anlamýndadýr. Þayet bu haber olmasaydý, akla gelen ilk þey, ´al­lah´ý kalb ile zikir´ veya ´namazýn vacipliðini hatýrlama´ olurdu.

3. Hadis: hz. Peygamberin, zina eden iki yahudiyi recm hususunda tevrat´a baþvurmasýdýr.[84]

Bu baþvuru, amel etmek için deðil, recmi inkar etmeleri hususunda yahudi-leri yalanlamak içindir. Aksi takdirde incil´e de baþvurmasý gerekirdi. Çünkü in­cil, kur´an öncesinde, ALLAH´ýn indirdiði son kitaptýr. Bu sebepledir ki, bu vakýa dýþýnda hz. Peygamber tevrata baþvurmamýþtýr.[85]

B. Sahabi Sözü:


Kimi alimler, sahabi mezhebinin mutlak olarak hüccet olduðunu; kimileri, kýyasa aykýrý olduðu durumlarda hüccet olduðunu; kimileri, hz. Peygamberin fi. 261

"benden sonra þu iki kiþiye, ebu bekr ve ömer´e iktida edin...[86] Sözü sebe­biyle, özellikle ebû bekr ve ömer´in sözünün hüccet olduðunu; kimileri, ittifak ettiði durumlarda dört raþid halifenin sözünün.hüccet olduðunu ileri sürmüþlerdir ki, bu görüþlerin hepsi de bize göre batýldýr. Çünkü, hakkýnda yanýlgý ve dalgýnlýk mümkün olan ve bunlardan korunmuþluklan (ismet) sabit olmayan kiþilerin sö­zünde hiç bir hüccet olamaz. Hata etmeleri mümkün olan sahabilerin sözü nasýl hüccet olabilir! Mütevatir bir hüccet olmaksýzýn bunlarýn masumluðu nasýl iddia edilebilir! Ýhtilaf etmeleri mümkün olan bir topluluðun masumluðu nasýl düþüne­bilir ve iki masum nasýl ihtilaf edebilir! Sahabe, sahabeye muhalefetin caizliði hususunda ittifak etmiþken, böyle bir þey nasýl düþünebilir! Nitekim, ebû bekr ve ömer, kendilerine, ietihad ile muhalefet edenleri tenkit etmemiþ, aksine, ietihadî konularda her müetehidin kendi içtihadýna tabi olmasý gerektiðini ifade etmiþler­dir. Sahabenin masumluðuna dair delil bulunmayýþý, aralarýnda ihtilaf vuku bul­masý ve kendilerine muhalefet edilebileceðini açýkça belirtmiþ olmalarý, sahabi [ý, 262 sözünün hüccet olmadýðýna dair üç kesin delildir.

Muhaliflerin bu hususta beþ þüphesi vardýr.

1. Þüphe: her ne kadar sahabenin masumluðu-sabit olmamýþsa da, onlara uy­mamýz istendiðine (teabbüd) göre onlara uymamýz gerekir. Nitekim, tek ravinin masumluðu sabit olmamýþtýr; fakat, teabbüd bu yolla olacaðý için, bu tek raviye ittiba gereklidir. Zaten hz. Peygamber, "ashabým yýldýzlar gibidir; hangisine Uyarsanýz hidayet bulursunuz"[87] demiþtir. Cevap:

Bu hitap, hz. Peygamber döneminin sýradan insanlarýna (avâmm) yönelik bir hitap olup, kendilerine uyulsun diye, fetva makamýnýn kendi arkadaþlarýna ait olduðunu göstermek amacýyla söylenmiþtir. Bu sözüyle hz. Peygamber, insanla­rý, diledikleri bir sahabiye iktida hususunda serbest býrakmýþtýr. Çünkü, bir saha-binin diðer bir sahabiye muhalefet etmesi caiz olduðuna göre, sahabe bu hitabýn kapsamýna girmemektedir. Bu yaklaþýmla sahabe, hz. Peygamberin sözünün kapsamý dýþýnda kaldýðý gibi, ayný þekilde alimler de bu kapsamýn d ýþýndadýrlar. Üstelik, hz. Peygamberin bu sözü onlara ittiba etmenin vacip olduðuna deðil, it-tiba edildiðinde hidayet bulunacaðýna delalet etmektedir. Belki de bu söz, alimin [ý, 263] baþka bir alimi taklid etmesini caiz görenlerin veya sýradan insaný, daha iyisine tabi olma kaydý getirmeksizin, imamlardan herhangi birini taklid hususunda ser­best býrakanlarýn mezhebine göre, konuya delalet edebilir.

2. Þüphe;

Ýttiba etmenin vacip olduðu iddiasý, her ne kadar tüm sahabiler için sahih ol­masa bile, hz. Peygamberin "benim sünnetimden ve benden sonraki raþid halifelerin sünnetinden ayrýlmayýn"[88] sözü dolayýsýyla dört halife için sahihtir. Hadiste geçen ´aleykum´ sözünün zahiri, bunun vacipliðini gösterir ve bu genel bir lafýzdýr.

Cevap:

Bu yaklaþýmýnýzýn bir gereði olarak, bu halifelerin ittifak etmesi durumunda, diðer sahabilcrin ietihad etmesini haram kabul etmeniz gerekir. Halbuki, böylesi bir durumda diðer sahabilerin ietihad etmesi haram deðildir. Tam tersine, bu sö­zün zahiri, tek baþýna kalmýþ olsa bile hiç bir sahabiye, muhalefet edilemeyeceði yönünde olduðu halde, diðer sahabiler muhalefette bulunuyorlar ve kendilerine zahir olan konularda içtihadýn caiz olduðunu açýkça söylüyorlardý. Üstelik, hadis­te halifelerin ittifak etmiþ olmalarý þartý da yoktur. Diðer sahabilerin, halifelerin ittifakýna katýlýmýna deðin, hilafet konusunda görüþ birliði saðlanamamýþtýr. Ara­larýnda bir çok meselede görüþ ayrýlýðý bulunduðu halde, her bir sahabiye ittiba [ý, 264] etmenin vacip olduðunu söylemek imkansýzdýr. Hadisle kastedilen anlam ise þun­lardan biri olabilir:

A) Hz. Peygamber, insanlara, halifelere boyun eðme ve itaat etmelerini em­retmiþtir. Yani ´bunlarýn emirliklerini ve uygulamalarýný (sünnetlerini) kabulden ayrýlmayýn´ demiþtir.

B) Hz. Peygamber, adalet, insaf, dünyaya önem vermeme ve fakirlik, mes­kenet ve raiyyeye þefkat gösterme gibi konularda, hz. Peygamberin sîretine bað­lýlýklarý hususunda, onlarýn takip ettikleri yolu takip etmeyi ümmete emretmiþtir.

C) Hz. Peygamber, daha sonra geleceklerin, bu halifelerin hükümlerini ge­çersiz saymalarýna (nakz) engel olmak istemiþtir.

Bu üç ihtimal, daha önce zikretliðimiz deliller tarafýndan desteklenmiþ ihti­mallerdir.

3. Þüphe:

Dört halifeye ittiba etmek vacip deðilse bile, hz. Peygamberin "benden Sonra, ebû bekr ve ömer´e iktida edin" sözü sebebiyle, en azýndan, ebû bekr ve ömer´e ittiba etmek vaciptir.

Cevap:

Daha önce zikredilen hadisler bu hadise muarýzdýr, dolayýsýyla yukarýda ver­diðimiz üç ihtimal bu hadis için de geçerlidir. Diðer yandan, biz de bu hadisin [ý, 265 gereði ile amel ediyor ve baþkalarýnýn, ictihadla kendilerine muhalefet etmelerini caiz görmeleri hususunda ebû bekr ve ömer´e iktida etmenin vacip olduðunu söylüyoruz. Son olarak bir de þunu ekleyelim; týpký halka daðýtýlan baðýþta (atâ) [89], herkesi eþit tutup tulmama (tesviye-tafdîl) konusunda olduðu gibi, ebû bekr ve ömer görüþ ayrýlýðýna düþtüðünde hangisine ittiba edilecektir!

4. Þüphe:

Abdurrahman b. Avf, ebû bekr ve ömer´e iktida þartýyla, hilafet görevine ali´yi getirmiþ, fakat ali bu þartý kabul etmemiþtir. Ayný þartla osman´ý hilafete getirince, osman bu þartý kabul etmiþ ve kimse tarafýndan tenkit edilmemiþtir.

Cevap:

Belki de osman, hz. Peygamberin ´benden sonra´ sözü sebebiyle alimin ali­mi taklid edebileceðine kanaat getirmiþ, ali ise bu kanaate varmamýþtýr. Yahutta osman, "benden sonra ebû bekr ve ömer´e iktida edin" sözü sebebiyle, bu ikisi­ni taklid etmenin vacip olduðunu zannetmiþ olabilir ki, onun bu anlayýþýnda hiç bir hüccet yoktur. Kaidý ki ali´nin mezhebi buna muarýzdýr. Zira osman, abdur-rahmanýn bu teklifinden sîret ve adalet hususunda ittiba etmeyi, ali ise taklid et­menin vacipliðini anlamýþtýr.

5. Þüphe:

Sahabi, kýyasa aykýrý bir söz söylediðinde, bu durumu, sahabinin bu konuda hz. Peygamberden bir haber duyduðuna hamletmekten baþka yol yoktur.

Cevap:

Bu yaklaþým, sahabi sözünün hüccet olmadýðýný ve hüccetin ancak haber ol- [ý, 266 duðunu itiraf etmek anlamýna gelir. Ne var kî siz, bu durumda haberi, sýrf teveh-hüm ile isbat etmiþ oluyorsunuz. Bizim dayanaðýmýz ise, sahabenin, haber-i vahi­di kabul hususundaki icmaldir. Sahabe, açýkça rivayet edilen haberle amel etmiþ; lafzý ve hangi konuda varid olduðu bilinmeyen takdirî mevhum haberle amel et­memiþtir. Sahabenin, kýyasa aykýn düþen sözü, bu konuda sahabenin hz. Pey­gamberden bir þey duymuþ olduðuna doðrudan delalet etmez. Tam tersine, saha­bi, delil zannettiði zayýf bir delilden hareketle bu sözü söylemiþ ve hataya düþ­müþ olabilir ki, hata etmesi mümkündür. Belki de sahabi bu sözü söylerken, zayýf bir delile ve vehmî bir zahire dayanmýþtýr. Þayet, bu sözü kesin bir nassa dayanarak söylemiþ olsaydý, bu nassý açýkça zikrederdi. Evet, iki kýyas çatýþtýðýnda, þa­yet sahabi sözü bunlardan birine uygun geliyorsa ve müctehid, iki kýyas arasýnda tercihini sahabi sözüyle yapabileceðine kanaat getirmiþse böyle bir tercihi yapa­bilir. Ayný þekilde bir anlayýþ türü, suçun harem´de iþlenmiþ olmasý sebebiyle diyetin aðýrlaþtýrýlmasýný (taðlîzu´d-diyet)[90] gerektiriyorsa, ve bundan daha zahir [ý, 267] olan bir kýyas diyetin aðýrlaþtýrýlrnamasýný gerektiriyorsa, bu durumda müctehid, sahabinin kabul ettiði bu ´gizli anlam´m tercih sebebi olacaðýný düþünebilir. Fa­kat bu kanaat, müctehidden müctehide deðiþir. Sahabi sözüne iuiba etmenin va-cipliðinin ise. Sahabi bir haberi naklettiðini açýkça belirtmedikçe, hiç bir izah tar­zý yoktur. Kaldý ki, sahabenin zikrettikleri þeylerin tamamý ahad haberlerdir ve biz, kýyas, icma ve haber-i vahidi, haber-i vahidle deðil kesin yollarla isbat et­mekteyiz. Sahabinin sözünü, hz. Peygamberin sözü ve haberi gibi deðerlendir­mek ise, bir hüküm kaynaðý ortaya koymak demektir, dolayýsýyla, bu da týpký di­ðer kaynaklar gibi, ancak kesin bir delille isbat edilebilir.

Mesele: Sahabeyi Taklid Etmek Caiz Midir?


Sahabenin taklidi vacip deðildir. Sahabeyi taklid caiz midir? Bunun caiz olup olmadýðý hususunda da þunlarý söyleriz:

Sýradan insanlar sahabeyi taklid edebilir. Alim ise, eðer, bir alimin baþka bir alimi taklid edebileceði kanaatinde ise, sahabeyi taklid edebilir. Alimin baþka bir alimi taklid etmesini haram sayýyor isek durum deðiþir. Sahabenin taklid edilip [1,268] edilemeyeceði konusunda þafiî´den farklý görüþler nakledilmiþtir. Þafiî, eski (kadîm) görüþünde, ´sahabi bir söz söylemiþ ve bu söz muhalefet görmeden yay­gýnlýk kazanmýþsa sahabinin taklid edilmesi caizdir´ demiþ, baþka bir yerde de, ´yaygýnlýk kazanmamýþ olsa bile sahabinin sözü taklid edilir´ demiþtir. Yeni (cedîd) görüþünde ise þâfýî, *aiim kiþi, baþka bir alimi taklid edemeyeceði gibi sahabiyi de taklid edemez´ demiþtir. Müzenî, þafiî´den bu görüþü ve ´sahabe hangi delillere dayanarak fetva veriyorsa, -sahabenin sözüne göre deðil- o delille­re göre amel edilir´ þeklindeki görüþü nakletmiþtir. Bize göre de tercihe þayan olan sahih görüþ budur. Çünkü, ´ýctihad´ bölümünde görüleceði üzere, alimin baþka bir alimi taklid etmesinin haramliðýna delalet eden deliller, bu hususta sa­habi ile sahabi olmayanlar arasýnda bir ayýrýma imkan vermemektedir.

ALLAH ve resulü, "ALLAH´a itaat edin, peygambere ve aranýzdan çýkan emir sahiplerine itaat edin" {nisa, 4/591, "ALLAH müminlerden razý olmuþtur" {feth, [ý, 269] 48/18}, "en hayýrlý nesil, benim içlerinde bulunduðum nesildir1´, "benim arka­daþlarým yýldýzlar gibidir" diyerek sahabeyi övmüþ iken, sahabi ile sahabi olma­yan alim arasýnda nasýl olur da fark gözetilmez" denilirse deriz ki; bu övgülerin hepsi, sahabenin ilimleri, dinleri ve ALLAH katýndaki yerleri hususunda hüsnü zan Beslemeyi gerektirir; fakat, onlarýn taküd edilmesinin caiz veya vacip olmasýný gerektirmez. Nitekim hz. Peygamber, isim vererek bazý sahabileri övmüþtür. Fa­kat bunlar diðer sahabilerden ayrý olarak, taklid edilmelerinin caiz veya vacip oluþu biçiminde bir ayrýcalýk kazanmamýþlardýr. Msl. Hz. Peygamber, *´þayet ebû bekr´in imaný, diðer insanlarýn imaný ile tartýlacak olsaydý, onlardan aðýr gelirdi",[91] "ALLAH, gerçeði, ömer´in dili ve kalbi üzerine vurmuþtur. Bu bakýmdan ömer, acý da olsa, gerçeði söyler"[92] , yine ömer için "vallahi, sen hir yola girdiðin zaman þeytan senin girdiðin yoldan baþkasýna gitmek du­rumunda kalýr"[93] , Bedir esirleri hadisesinde vahiy ömer´in görüþü doðrultusun­da geldiðinde. "þayet gökten bir bela gelecek olsaydý, o beladan ömer´den baþkasý kurtulamazdý", "sizin aranýzda, ´gerçeðin kalplerine fýsýldandýðý´ ki- fi 270 þiler vardýr ve ömer onlardan biridir"[94] demiþtir. Bununla ilgili olarak alî ve diðer bazý sahabiler demiþlerdir ki: "biz zannederdik ki, bir melek ömer´in iki gözünün arasýnda duruyor ve onu düzeltiyor; bir melek de onun dili üzerinde ko­nuþuyor". Yine hz. Peygamber, ali hakkýnda "ALLAHým! Ali nereye giderse, sen gerçeði onun yöneldiði tarafa götür", "yargýyý en iyi bileniniz ali´dir; miras (ferâiz) meþelerini en iyi bileniniz zeyd´dir; haram ve helali en iyi bileniniz Ýse muâz b. Cebel´dir"[95] , "ýbn ümmi abd (ýbn mes´ud) ümmetim için her neye razý olmuþsa, ona ben de razýyým"[96] , yine ebû bekr ve ömer için, savaþ iþ­lerini kastederek "þayet bu ikisi bir hususta ittifak ederse, ben bunlara karþý çýkmam"[97] demiþtir. Bunlarýn tamamý övgü olup, kesinlikle onlara iktida etme­yi gerektirmez.[ý, 271] þafiî´nin, sahabeyi taklid hususundaki sözleri:

Ýhtilâfu´l-hadis adlý kitabýnda þafiî, ´ali´nin, bir gecede her bir rek´atýnda altýþar secde bulunan altý rekat namaz kýldýðý nakledilmektedir´ dedikten sonra ´þayet ali´den yapýlan bu nakil sabit olsaydý, ben de o þekilde namaz kýlýnabile­ceðini kabul ederdim´ demiþtir. Þafiî, nakledilen konunun, hakkýnda kýyas yapý­labilecek konulardan olmamasý sebebiyle, ali´nin bunu ancak ´tevkîf kaynaklý olarak söyleyebileceði görüþünde olduðu için böyle söylemiþtir. Bu yaklaþým, bi­ze göre, kabul edilebilecek bir yaklaþým deðildir. Çünkü ali. Bu konuda bir hadis naklctmemiþtir ki, bu hadisin lafzý, mevridi, karineleri, fah vasi ve neye delalet et­tiði üzerinde düþünülebilsin. Nasýl ki sahabe, kýyasa aykýrý bir görüþü zikretmek­le yetiniyor ve onlar, hiç bir tasrih olmadýðý halde, bunu hadis olarak takdir edi­yorlar ise, biz de ancak, bir sahabinin açýk seçik ve üzerinde düþünülebilecek bir biçimde rivayet ettiði haberi kabul etmekle emrolunmuþuzdur.

Þafiî, baþka bir yerde de ´sahabi sözü, bir muhalefetle karþýlaþmaksýzin yay­gýnlýk kazandýðýnda hüccettir´ demiþtir. Bu görüþ de zayýftýr. Çünkü, susma (sü-[i, 272] kut) söz deðildir. Bu bakýmdan, sahabi sözünün yaygýnlýk kazanmasýyla kazan­mamasý arasýnda ne gibi bir fark olacaktýr!

Þafiî, sahabenin ihtilaf etmesi durumunda, imamlarýn (dört halifenin) evlâ olduðunu, imamlarýn ihtilaf etmesi durumunda da, daha faziletli olmalarý sebe­biyle, ebû bekr ve ömer´in evla olduðunu belirtmiþtir. Baþka bir yerde ise þafiî, bir görüþü ileri sürenlerin sayýca çokluðunu, bir hadisi rivayet eden ravilerin sa­yýca çokluðuna ve benzerliklerin çokluðuna kýyas ederek, daha alim olanýn sözü­nün ve sayýca çokluðun ´tercih sebebi´ olmasý gerektiðini söylemiþtir. Daha alim olanýn sözünü tercih etmek gerekir. Çünkü, ilminin daha fazla oluþu, bu kiþinin içtihadýný güçlendirir ve onu ihmal, kusur ve hatadan uzaklaþtýrýr.

Sahabeden, ayný konuda birbirinden farklý bir hüküm (yargý karan) ve bir fetva gelirse, hangisinin tercih edileceði konusunda safirden farklý görüþler nak­ledilmektedir. Bir defasýnda, aþýrý titizlik gösterileceði ve daha saðlam meþveret yapýlacaðý gerekçesiyle, hükmün tercih edileceðini; bir defasýnda da, sahabenin yargý kararý karþýsýnda susmalarýnýn otoriteye itaata hamledilebileceði gerekçe­siyle, fetvanýn tercih edileceðini söylemiþtir. Þafiî tüm bu görüþlerinden vazgeç­miþtir.

´Ýki kýyastan birini sahabi sözü sebebiyle tercih konusundaki görüþünüz ne-|ý, 273] dir?´ denilecek olursa, deriz ki; kadý, tercih, ancak delilin kuvvetine göre yapý­lýr ve delil, bir müetehidin o delili kabul etmesiyle güçlenmez´ demiþtir. Bizce uygun olan görüþ, bunun ietihad konusu olmasýdýr. Bazan iki zann tearuz eder ve sahabi, iki taraftan birinde kalýr; müetehid de sahabiye muvafakat etmeye eðilim gösterebilir ve bu, zannýna daha aðýr basabilir. Bu husus, müetehidden müetehide deðiþir.Kimi alimlere göre ise, eðer kýyasýn aslý, sahabinin bizzat müþahede ettiði bir olay hakkýnda ise, bu takdirde sahabinin kabul ettiði kýyas tercih edilebilir. Böyle olmayan durumlarda ise, sahabi ile baþkasý arasýnda hiç bir fark yoktur. Bu son yaklaþým, uygun bir yaklaþým olmakla birlikte, sahabinin yaptýðý kýyasýn, bu­na delalet eden olayý bizzat müþahede etmiþ olmasý sebebiyle deðil, mücerred zann ile olmasý da ihtimal dahilindedir.

Sahabînin haberin lafzýný, lafzýn taþýyabildiði iki ihtimalden birine hamlet­miþ olmasý durumuna gelince; kimi alimler sahabinin bu hamlini tercih etmiþler; kimileri de, sahabi, ´ben bunu müþahede ettiðim bir karine sebebiyle hz. Pey­gamberin lafzýndan anladým´ demedikçe, sahabinin bu hamlinin tercih sebebi olamayacaðýný söylemiþlerdir. Kadý´nýn tercih ettiði görüþ budur. [i; 274

Burada þafiî´nin, harem sebebiyle, diyeti aðýrlaþtýrma hususunda, osman´ýn sözü sebebiyle kýyasý terkettiði; ali´nin sözü sebebiyle de beraet þartý hususunda hayvan ile diðer þeyler arasýnda ayýrým yaptýðý söylenecek olursa, deriz ki; beraet þartý hususunda þafiî´nin birkaç görüþü vardýr ve belki de bu görüþ vazgeçtiði bir görüþtür. Diyetin aðýrlaþtýrýlmasý meselesinde ise, öyle sanýyorum ki þafiî, yaptý­ðý kýyasý sahabe muvafakatiyle güçlendirmeyi amaçlamýþtýr. Durum böyle olma­sa bile, þafiî´nin usûldeki mezhebi sahabinin taklid edilmeyeceðidir. ALLAH en iyi­sini bilir.[98]

C. Ýstihsan

Ýstihsaný, ebû hanîfe savunmaktadýr. Þâhî ise, ´istihsali yapan, yeni bir þeri­at ortaya koymuþ olur´ demiþtir. Bir þeyi anlamadan reddetmek imkansýz oldu­ðundan, öncelikle istihsanýn ne olduðunu anlamak gerekir.

Ýstihsanin üç anlamý vardýr:

Birinci anlam: istihsan denildiðinde ilk akla gelen þey, müetehidin bir þeyi aklýyla güzel bulmasýdýr.

[ý, 275] biz, kuþkusuz, istihsana ittiba etmekle emrolunmanýn (taabbüd) aklen müm-

Kün olduðu görüþündeyiz. Hatta þayet. Þer´ ´vehimlerinize ilk gelen þey veya ak­lýnýzla güzel bulduðunuz þeyler ya da msl. Sýradan insanlarýn vehimlerine gelen þeyler, allanýn sizin hakkýnýzdaki hükmüdür´ biçiminde varid olsaydý biz bunu da caiz görürdük. Fakat, taahhüdün vukuu aklî zaruret (zarûretu´l-akl) ve aklî in­celeme yoluyla deðil ancak sem1 yoluyla bilinebilir. Bu konuda mütevatir bir sem´ bulunmadýðý gibi, haber-i vahid biçiminde bir sem´ de varid olmamýþtýr. Kaldý ki, bu konuda haber-i vahid varid olmuþ olsa bile, bu konu haber-i vahidle sabit olamaz. Ýstihsanýn, ALLAHýn hükümlerinin kaynaklarýndan biri olarak kabul edilmesi, onun, kitab, sünnet ve icma mertebesine konulmasý ve haber-i vahide dayanýlarak isbat olunamayacak bir ´asýl´ haline getirilmesi demektir. Bir konuda delil yoksa, o konunun kabul edilmemesi gerekir.

Öte yandan biz, ümmetin, istihsancýlardan önce, delillerin delaleti üzerinde düþünmeksizin hiçbir alimin, hevasýna ve þahsî arzusuna göre hüküm veremeye­ceði hususunda icma ettiðini kesin olarak biliyoruz. Þer´in delilleri üzerinde ince-[i, 276] leme yapmaksýzýn istihsana baþvurmak ise, týpký sýradan bir insanýn ve inceleme yapmayý bilmeyen kiþilerin istihsan yapmasý gibi, sýrf hevaya göre hüküm ver­mektir. Biz, sýradan insanlarýn deðil, ancak alimin ietihad edebileceðini söylüyo­ruz. Çünkü alim, þeriatin delillerini bilme ve bunlarýn sahihini fasidinden ayýrma hususunda sýradan insandan ayrýlmaktadýr. Eðer bu ayýrýcý özelliklere gerek ol­masaydý, sýradan insanlar da istihsan yapabilirlerdi. Þu kadar ki, ona ´belki de, senin yaptýðýn bu istihsanýn dayanaðý, vehim ve hayalden ibarettir; aslý yoktur´ denilir. Biz biliyoruz ki nefis, bir þeye, ancak meylettirici bir sebeple meyleder. Fakat sebep, iki kýsma ayrýlýr. Birincisi, vehim ve hayalden ibaret olup, delillere vurulduðunda altýndan hiç bir fayda ve sonuç çýkmaz. Ýkincisi ise, þer´in delilleri olarak bilinen sebeptir. Ýstihsan yapan kiþi, delilleri incelemez ve bu delilleri ha­reket noktasý yapmazsa, meylini, vehimlerden ve ilk akla geliveren þeylerden ayýramaz.Istihsaný kabul edenlerin üç delili (þüphe) vardýr.

Birinci delil:

Ýstihsancýlarýn birinci delili, ALLAH teala´nýn "sîze rabbinizden indirilenin en güzeline ittiba edin" {ziimer, 39/55}, "sözü iþitip, sözün en güzeline ittiba edenler..." {zümer, 39/18} þeklindeki sözleridir.

Deriz ki: [^ 277

A) Bize indirilenin en güzeline ittiba etmek, delillere iltiba etmektir. Siz, is-tihsan yapmanýn, býrakýn bize indirilenin en güzelinden olmasýný, siz daha önce, istihsanýn bize indirilenlerden olduðunu açýklayýn. Ki o, ALLAH tealanm "size rabbinizden indirilenin en güzeline ittiba edin" sözü gibi olsun. Öte yandan, biz de, istihsanýn geçersizliðini (iptal) ve mucize ile doðrulanmýþ olan´ýn (peygambe­rin) dýþýnda, kendimiz için bir þer´ olmamasýný güzel buluyoruz (istihsan ediyo­ruz). Bu yaklaþým da, onlar aleyhine bir hüccet teþkil eder.

B) Lafzýn genel oluþu dikkate alýndýðýnda, bunun zahirinden, sýradan insa-nýn. Çocuðun ve bunaðýn istihsanma da ittiba etmenin gerektiði anlaþýlýr. Siz eðer, bundan kastedilenin tüm istihsanlar deðil de bazý istihsanlar olduðunu ve bunun da inceleme ve araþtýrmaya ehil olanlarýn yaptýðý istihsan olduðunu söylüyorsa­nýz, biz de bunun, þer´in delillerinden çýkan tüm istihsanlar olduðunu söyleriz. Aksi takdirde, inceleme ve araþtýrma gereði duyulmadýktan sonra, deliller husu­sunda inceleme yapma ehliyetinin gözetilmesinin ne anlamý kalýr!

Ýkinci delil:

Ýstihsancýlarýn ikinci delili; hz. Peygamber´in, "müslümanlarýn güzel bul- rj 278 duðu þey ALLAH katýnda da güzeldir?´[99] sözüdür.

Bu hadiste konuya iliþkin hiç bir hüccet yoktur. Þöyle ki;

A) Bu hadis haber-i vahiddir ve haber-i vahid ile temel dayanaklar (usûl) sa­bit olmaz.

B) Badiste kastedilen, bütün müslümanlarýn güzel bulduðudur. Çünkü hz. Peygamber, ´müslumanlar´ sözüyle, ya müslümanlarýn tamamýný ya da bir kýsým fertlerini kastetmiþtir. Eðer, müslümanlarýn tamamýný kastetmiþse, bu doðrudur. Çünkü ümmet, bir þeyin güzelliði üzerinde, ancak bir delilden hareketle birleþir ve icma ise zaten hüccettir. Hadiste kastedilen husus da bu olmalýdýr. Eðer hz. Peygamber, müslümanlarýn tamamýný deðil de içlerinden bazýlarýný kastetmiþse, bu takdirde sýradan insanlarýn da istihsan yapabilmeleri lazým gelir. Eðer, bunla­rýn inceleme ve araþtýrma ehli olmadýðý gerekçesiyle bir ayýrým yapýlacak olursa, deriz ki; delil araþtýrmasý yapýlmayacaksa, araþtýrma-inceleme ehliyetinin ne ya­rarý olacaktýr!

C) Sahabe, delilsiz ve hüccetsiz hüküm vermemeyi güzel bulma (istihsan) Hususunda icma etmiþlerdir. Çünkü sahabe, pek çok olayla karþýlaþmalarýna rað­men zahir ifadelere ve benzerliklere tutunmuþlar ve içlerinden hiç birisi, ´ben, güzel bulduðum için þöyle þöyle hükmettim* dememiþtir. Zaten böyle bir þey de­miþ olsaydý, diðer sahabiler ona þiddetle karþý çýkarlar ve ´sen kimsin ki, yaptýðýn [ý, 279] istihsan þer´ olsun ve sen bizim için bir sâri´ olasýn´ derlerdi. Yine muâz ye-men´e gönderildiðinde, ´ben istihsanda bulunurum´ dememiþ, tam tersine, sadece kitab, sünnet ve ictihad´ý zikretmiþtir.

Üçüncü delil:

Ümmet, yýkanma ücretini, su bedelini ve içerde kalýnacak süreyi belirlemek-sizin hamama girmeyi güzel bulmuþtur. Su daðýtýcýsýnýn elinden, bedeli ve içile­cek su miktarýný belirlemeksizin su içmek de böyledir. Çünkü bu gibi iþlerde be­lirlemede bulunmak adeten çirkin görülen bir þeydir. Bu bakýmdan ümmet, bu gi-bi hususlarda sýkýntý ve darlýðý terketmeyi güzel bulmuþtur. Belirlemenin çirkin görülmesi alým satým ve icare için söz konusu deðildir.

Cevap:

A) Ýstihsancýlar, ümmetin bunu delilsiz ve hüccetsiz yaptýðýný nereden bili­yorlar! Belki de, bu gibi iþlerin hz. Peygamber zamanýnda yapýlýyor olmasý ve hz. Peygamberin bunlardan haberdar olduðu halde, içilen suyun miktarýný, ha­mamda sarfedilen suyun miktarýný ve içerde kalýþ süresini beliremedeki sýkýntý

[ý, 280] sebebiyle buna ses çýkarmamýþ olmasý, bu hükümlerin delili olabilir. Sýkýntý da zaten ruhsat sebebidir.

B) Su daðýtýcýsýnýn (saka) teslim etmesiyle, su içmek mubahtýr. Eðer bir kim­se, sucunun suyunu itlaf ederse, piyasa deðerini (semen-i misil, rayiç fiyat) öde­mesi gerekir. Zira sucunun halinin karinesi, çoðunlukla, daðýttýðý suya karþýlýk bedel talebinde bulunacaðýna delalet etmektedir. Yine, çoðunlukla, sucuya veri­len þey, semen-i misil olur ve sucu bunu kabul eder. Eðer sucuya suyun bedeli verilmeyecek olursa, sucunun hakkýný aramasý gerekir. Bu ve benzeri durumlar­da, mübahlýðýn bilinmesi hususunda, fiilî alýp-verme (muâtat) ile, karîne ile ve bedel hususunda sýký pazarlýðýn terkedilmesi ile yetinilmektedir ki, buna þeriatýn delaleti mevcuttur. Ayný þekilde hamama giren kiþi, karine sebebiyle, suyu kul­lanmayý mubah görmekte ve hamamcýnýn karine-i hali sebebiyle, suyu bedel þar­týyla harcamaktadýr. Sonra, hamamcý müþterinin verdiði bedele razý olur ve bu­nunla yetinirse, müþterinin bedel olarak verdiðini alýr. Verilen bedeli az gördüðü takdirde, eðer isterse, daha fazlasýný talep edebilir. Bunlar, geliþigüzel uydurul­muþ þeyler deðil, kýyasa uygun þeylerdir ve kýyas da bir hüccettir.

Ýstihsanýn ikinci anlamý:

[ý, 281 ] istihsana getirilen ikinci yorum þudur; isühsan, müetehidin zihnînde oluþup,

Ýfadelendiremediði ve açýkça ortaya koyamadýðý bir delildir.

Bu da indi bir yorumdur. Çünkü, ifadeye dökülemeyen þeyin, vehim ve hayal mi, yoksa hakikat mi olduðu nereden bilinecektir! Sert delillere göre deðer­lendirmeye alýnabilmesi için açýklanmasý gerekir ve açýklandýðýnda da §er´î deli­ler ya bunu doðrular, ya da aslý olmadýðýný gösterir. Ne olduðu bilinmeyen bir þey ile hüküm verme meselesine gelince; bunun caiz olduðu, aklýn zarureti veya incelemesi sonucunda mý yoksa mütevatir veya ahad bir nakil (sem1) sonucunda mý bilinmektedir! Bunlardan her hangi birini iddia etmek mümkün deðildir. Nite­kim ebû hanîfe ´dört kiþi, bir adamýn zina ettiðine þahitlik etse, fakat her biri zi­nanýn gerçekleþtiriliþ yeri olarak evin farklý köþelerini gösterseler, kýyasa göre bu kiþiye had cezasý uygulanmamasý gerekir; fakat biz, bu durumda hud cezalýnýn uygulanmasýný uygun görüyoruz (istihsan)´ demektedir. Biz de ona; hüccet ol­maksýzýn, -zira, dört þahidin þahitliði bir/ayný zina üzerinde toplanmamýþtýr- bir müslümanýn kanýnr dökmek güzel görülemez deriz. Ebû hanîfenin tutunabileceði nihai gerekçe þu olabilir; müslümanian yalanlamak çirkin, onlan doðrulamak, -ki [ý, 282 onlar adildirler- güzeldir. Dolayýsýyla biz onlarý tasdik ediyoruz ve onlarýn þahit­liklerinin evin deðiþik köþelerinde yapýlmýþ bir zina üzerinde toplandýðýný var sa­yýyoruz. Tabii ki, þahitlerin dört farklý evi göstermeleri durumu bundan farklýdýr. Çünkü bu durumda adamýn bir zinayý bütün bu evlerde yaptýðýný var saymak pek mümkün deðildir.

Bu, gerekçelendirme de indî bir yorumdan öte gitmez. Çünkü biz, þahitleri tasdik ediyoruz; fakat týpký üç þahidin þahitlik etmesi veya dört þahidin farklý ev­leri göstererek þahitlik etmesi durumunda olduðu gibi, aleyhine þahitlik yapýlan kiþiyi recmetmiyoruz. Recmetmeyiþimizin sebebi ise, dört kiþinin þahitliðinin bir tek þahitlik noktasýnda birleþtiðini yakinen bilmeyiþimizdir. Îstihsan bir delil ola­rak kabul edilse bile, þüphe sebebiyle hadd cezasýný düþürmek (ebû hanîfenin is-tihsanýndan) daha güzeldir. Bizim karþý çýktýðýmýz þey, delil ile verilen hüküm deðil, bazý delillerin istihsan olarak adlandýrýlmasýdýr.

Ýstihsanýn üçüncü anlamý:

Bu yorum, kerhî ve istihsana arka çýkmakta zorlanan bazý hanefilere aittir. Kerhî, istihsaný; bir görüþü delilsiz deðil, delilden hareketle ileri sürmek þeklinde tanýmlamýþtýr. Bunun birkaç çeþidi vardýr;

A) Ýstihsan, bir meselenin hükmünü, kur´an´dan özel bir delil sebebiyle, ben- [ý, 283 zerlerinin hükmünden ayýrmak anlamýna gelir. Msl. Bir adam, ´benim malým sa­dakadýr´ veya ´malýmý sadaka olarak daðýtmam, üzerimde ALLAH´a ait borçtur´ de­se, kýyasa göre bu adamýn, mal adý altýna giren her þeyini tasadduk etmesi lazým

Gelir. Fakat ebû hanîfe, "onlarýn mallarýndan bir kýsmýný sadaka olarak al" jtcvbe, 9/103} ayetinden hareketle, bu tasaddukun zekat malýyla sýnýrlandýrýl­masýný güzel görmüþ ve adamýn sadece zekat malým kastettiðini söylemiþtir.

B) Sünnet delili ile, bir meseleye benzerlerinin hükmünden baþka bir hüküm vermek. Msl. Namaz esnasýnda abdestýn gayri ihtiyari bozulmasý ile kasden bo­zulmasý arasýnda fark gözetilmesi böyledir. Gayri ihtiyari olarak bozulmasý durumunda, kýyasa ay kýn olarak, kiþinin abdest alýp namaza kaldýðý yerden devam et­mesi caiz görülmüþtür.Kerhî´nin bu yorumu karþý çýkýlacak bir yorum deðildir. Burada karþý çýkýþ, lafýza ve bu delil çeþidinin istihsan olarak adlandýrýlmasýna yöneliktir. V´allahu a´lem.[100]


Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:58:28

D. Ýstislah

Alimler, maslahatý mürseleye ittiba edilip edilmeyeceði konusunda ihtilaf etmiþlerdir. Öncelikle, maslahatýn anlamýna ve kýsýmlarýna açýklýk kazandýrmak

Gerekir.

Maslahat, þcr´in tasvip edip etmemesine nisbetle üç kýsýmdýr. Þer´, bu mas­lahatlardan bir kýsmýnýn muteberi iðine, bir kýsmýnýn geçersiz (batýl) olduðuna þa­hitlik etmiþ, bir kýsmýnýn ise, muteberliðine ya da batýl olduðuna þahitlik etme­miþtir.

A) Þer´in muteber saydýðý maslahat hüccettir ve bu tür maslahatýn özü kýyasa döner. Bu da, hükmü nass ve icmaýn anlamýndan (ma´kûl) iktibas etmektir. Bu konudaki delili, -delillerden (el-usulü´l-müsmire) hükümleri elde etme keyfiyeti­nin incelendiði- ´dördüncü kutup´ta ele alacaðýz.

Þer´in muteber saydýðý maslahat için þu örnek verilebilir: sarhoþ edici her içecek veya yiyecek, þaraba kýyasla haramdýr. Çünkü þarap, mükellefiyetin kay­naðý (menat) olan aklý korumak amacýyla haram kýlýnmýþtýr. Þer´in þarabý yasak- [j} 285 lanýýþ olmasý, bu maslahatý dikkate aldýðýnýn delilidir.

B) Þer´in geçersiz saydýðý maslahat: örnek:

Bir alim, ramazan günü, oruçlu iken, cinsel iliþkide bulunan bir hükümdara ´senin keffaret olarak peþpeþe iki ay oruç tutman gerekir´ diye fetva vermiþ ve hükümdar, oldukça zengin olduðu halde, köle azat etmesini söylemediði için kendisine itiraz edilince bu fetvayý veren alim þöyle demiþtir; ´þayet, hükümdara köle azat etmesini söyleseydim, bu ona kolay gelirdi ve þehvetini gidermek karþý­lýðýnda köle azadýný önemsemezdi. Uslanmasý için maslahat, ona oruç tutmanýn vacip kilýnmasýndadýr´ diye cevap vermiþtir.

Bu anlayýþ batýldýr ve maslahat sebebiyle kitab nassýna muhalefet etmektir. Bu kapýnýn açýlmasý, durumlarýn ve þartlarýn deðiþmesiyle þeriatin tüm hudud ve naslarýnýn deðiþtirilmesine yol açar. Diðer yandan, böylesi hükümlerin alimlerin uydurmasý olduðu ortaya çýkýnca hükümdarlar alimlerin fetvasýna güvenmezler ve alimlerin verdiði fetvalarýn hepsinin kendi rcyleriyle yapýlmýþ bir tahrif oldu­ðunu zannederler. [ý, 286]

C) Þer´in muayyen bir nassýmn, muteberliðine veya butlanýna þahitlik etmediði maslahat (maslahat-ý mürsele):

Tartýþma konusu olan maslahat türü budur. Bu çeþit maslahatý örneklendir-meye geçmeden önce maslahatý, diðer bir bölümlemeye tabi tutalým; maslahat, kuvvetlilik yönünden, ´zaruretler mertebesinde olan´, ´ihtiyaçlar mertebesinde olan´ ve ´güzelleþtirme (tahsîn) ve süsleme (lezyîn) mertebesinde olan´ olmak üzere üç kýsma ayrýlýr. Bu bölümlerden her birinin peþinde, tamamlama (tekmile ve tetimme) kabilinden olan hususlar bulunmaktadýr. Þimdi öncelikle maslahatýn anlamýný kavrayalým; sonra her bir mertebeye iliþkin örnekleri görelim.Maslahat, asýl itibariyle, yararý saðlama (menfaati celb) veya zararý gider-me´den (mazarratý def) ibarettir. Fakat biz bu anlamý kastetmiyoruz. Çünkü, yara­rý saðlama ve zararý giderme, halkýn amaçlarýdýr. Halkýn yararý ise, amaçlarýnýn gerçekleþtirilmesindedir. Maslahat sözüyle bizim kastettiðimiz anlam ise, þer´in [1,287] amacýný korumaktýr. Þer´in insanlara iliþkin amacý, onlarýn ´din´, ´can´, ´akýl*, ´nesil´ ve ´mal´larýný korumak olmak üzere beþ noktada toplanabilir, tþte bu beþ temelin korunmasýný içeren her þey maslahat; bu beþ temeli ortadan kaldýran her þey de mefsedet olup, bu mefsedetin giderilmesi maslahattýr. Ýleride gelecek olan kýyas bölümünde, her hangi bir kayýt getirmeksizin, ´münasib´ ve ´muhayyel´ an­lam dediðimizde, bununla kastettiðimiz þey bu cinsten olan maslahattýr.

Birinci mertebe; zaruretler mertebesi olup, anýlan beþ aslýn korunmasý, bu mertebede yer alýr ve maslahat mertebeleri içerisinde en güçlü olaný budur.

Örnek:

Þer´in, saptýrýcý kafirin öldürülmesine, bid´atine çaðýran bid´atçinin cezalan­dýrýlmasýna hükmetmesi böyledir. Çünkü, onlarýn bu faaliyetleri halkýn dininin ortadan kalkmasýna sebebiyet verir. Kýsasýn vacip kýlýnmasý, caný koruma amacý­na; þarap içme cezasý, teklifin medarý olan aklýn korunmasýna; zina haddinin va-[i, 288] cip kýlýnmasý neslin ve nesebin korunmasýna; ðasbedicilerin ve hýrsýzlarýn ceza­landýrýlmasý, insanlarýn yaþam dayanaðý olan mallarýn korunmasýna matuftur. Bu beþ temelin ortadan kaldýrýlmasýnýn yasaklanmasý ve bu yönde önleyici cezalar konulmasý, her din ve her þeriatte vardýr. Ýnsanlarýn iyiliðini amaçlayan din ve þe-rîatlerde bunlarýn yokluðu düþünülemez. Bunun içindir ki, küfrün, adam öldür­menin, zinanýn, hýrsýzlýðýn ye sarhoþ edici madde kullanmanýn haramiýðý konu­sunda þeriatler deðiþme göstermemiþtir.

Bu mertebe için tamamlayýcý sayýlabilecek hususlar ise þöyle söylemek gibi­dir; kýsas ifasýnda denkliðe riayet edilir. Çünkü kýsas, önleme ve intikam duygu­larýný bastýrma amacýyla meþru kýlýnmýþtýr. Bu amaç da ancak, ´denk´ ile gerçek­leþebilir. Þarabýn azý da haramdýr. Çünkü, az þarap, çoðuna davetiye çýkarýr. Ne-biz de buna kýyas edilir; fakat, bu bir öncekine nazaran daha alt seviyededir. Bu yüzdendir ki, bunun hükmü konusunda þeriatlerdeki hükümler farklý farklýdýr.Sarhoþluk ise her þeriatte haram kýlýnmýþtýr. Çünkü, sarhoþluk, mükellefiyet ve [ý, 289 kulluk kapýsýný kapatýr.

Ýkinci mertebe; ihtiyaçlar mertebesinde bulunan maslahatlar ve münasebet­lerdir. Msl. Küçük kýz ve erkek çocuklarý evlendirme yetkisinin velîye býrakýlma­sý böyledir. Bunda herhangi bir zaruret yoktur; fakat, maslahatlarýn saðlanmasý için buna ihtiyaç vardýr. Yine, maslahatýn kaçýrýlmasý endiþesiyle ve gelecekte ol­masý beklenen uygun geçimin saðlanabilmesi düþüncesiyle evlilikte denklik (ke-faet) þartýnýn konulmasý da böyledir. Küçükleri evlendirme yetkisinin veiiye býra­kýlmasý, küçüðün terbiyesi, süt emzirilmesi ve ona yiyecek ve giyecek satýn alýn­masý gibi iþlerin veliye býrakýlmasý gibi deðildir. Çünkü bunlar zaruri þeyler olup, insanlarýn yararýný saðlamasý istenen þeriatlerin bu hususlarda farklý olabilecekle­ri düþünülemez. Küçükken evlenme meselesine gelince, buna aþýn þehvet ve üre­me ihtiyacýnýn ittiði söylenemez. Aksine bu tür evliliðe, aþiretlerin kaynaþarak [ý, 290 yaþam þartlarýnýn iyileþtirilmesi ve hýsýmlarýn birbirlerine arka çýkmalarý için ihti­yaç duyulmuþtur. Bu türden olan iþlerde hiç bir zaruret yoktur.

Bu mertebe için tamamlama kabilinden sayýlabilecek þeyler de þunlardýr: msl. ´Küçük kýz, ancak, kendine denk biriyle ve eþdeðer mihir (mehr-i misil) ile evlendirilebilir. Bunun böyle olmasý münasiptir de´ sözümüz böyledir. Ne var ki bu iþ, evlenme ihtiyacýnýn altýnda yer alýr. Bunun içindir ki, alimler bu konuda ih­tilaf etmiþlerdir.

Üçüncü mertebe: bu mertebede, zaruri olmayan ve kendisine ihtiyaç da duyulmayan iþler yer alýr. Þu kadar ki, bu mertebedeki iþler, bir bakýma, meziyet­lerin ve fazladan yapýlan þeylerin güzelleþtirilmesi, süslenmesi ve kolaylaþtýrýl­masý; adetlerde ve muamelelerde en güzel yöntemlere riayet amacým taþýr.

Örnek:

Fetva vermesi ve rivayette bulunmasý kabul edilmekle birlikte, -sahibinin küçük görmesi sebebiyle, deðeri ve mertebesi düþük, durum ve konumu zayýf bi­risi olmasý yüzünden-, kölenin þahitliðe ehil görülmemesi böyledir. Bu itibarla, [ý, 291 þahitlik iþine yeltenmesi, kölenin bulunduðu konuma uygun düþmez. Köleye ve­layet yetkisinin verilmemesi ise, maslahata uygun olduðu için, ihtiyaçlar merte-besindendir. Zira çocuklarýn velayetini üstlenmek, boþ zaman ve yeterince ilgi­lenme gerektirir. Halbuki köle, bütün zamanýný efendisine hizmete ayýrmak duru­mundadýr. Bu itibarla, çocuðun velayetinin köleye býrakýlmasý, çocuða zarar ver­mek anlamýna gelir. Þahitlik meselesi, zaman zaman rivayet ve fetva ile uyuþabi­lir. Fakat, ´kölenin þahitliðe ehil görülmemesi, onun deðerinin düþüklüðü yüzün­dendir´ sözü, ´köle þahitliðe ehil deðildir. Çünkü, kendisine cum´a nama/t vacip deðildir´ sözü gibi deðildir. Çünkü bu ikinci sözde, kesinlikle bir uygunluk (mü­nasebet) kokusu yoktur. Gerçi, þayet þer´ bunu açýkça belirtmiþ olsaydý, bunda [[, 292 bir tutarlýlýk olabilirdi; fakat yine de bu konunun rivayet ve fetva ile uygunluk baðý yoktur. Aksine, gerekçe hazýrlanýncaya deðin, münasipten yoksun olarak kalir. Münasib bazen noksan bulunur ve bu durumda ya terkedüir, ya da bir maze­ret veya kayýtlama sebebiyle ondan kaçýnýlýr. Msl. Nikah akdine veli kaydýnýn konulmasý böyle olup, þayet bu veli kaydý, kadýnýn koca seçiminde gevþek görüþ­lü olmasý ve görünüþe çabuk aldanmasý ile talil edilecek olursa, artýk güzelleþtir­me kabilinden olmayýp, ihtiyaçlar mertebesine girmiþ olur. Fakat ayný gerekçe, kendi sözleriyle akit yapma yetkisinin kadýna verilmeyiþi hususunda ve kadýnýn denk biriyle evlenmesi durumunda geçerli ve yeterli deðildir. Bu bakýmdan, ka­dýnýn kendi sözleriyle evlenme akdini yapmasý, üçüncü mertebede yer alýr. Çün­kü, örf ve adellerc uygun düþen, kadýnýn akdi bi/.zai yapmaktan haya etmesidir. Çünkü, kadýnýn nikah akdini bizzat yapmasý, erkeklere aþýn istek duyduðu izleni­mini uyandýrabilir ki, bu da kadýnlýk haysiyetine (murûet) uygun düþmez. Bu ba­ti, 293] kýmdan þer´, kadýn adýna nikah yapma iþini, insanlarý en güzel yöntemlere yön­lendirmek amacýyla, veliye havale etmiþtir. Nikah akdi için þahit kaydýnýn konul­masý da böyledir. Þayet bu kayýt, anlaþmazlýk durumunda isbat kolaylýðý saðla­mak ile talil edilirse, bu takdirde ihtiyaçlar kabilinden olur. Ne var ki, kadýnýn rý­zasýna þahitliðin aranmayýþý bu anlamý zayýflatmaktadýr. Öyleyse bu kayýt, nikah akdinin önemli bir iþ olduðunun vurgulanmasý ve toplum nezdinde ilan etme ve açýklama yoluyla zinadan ayýrd edilmesi amacýna mebnidir ve dolayýsýyla güzel­leþtirme mertebesine ilhak edilir.

Bu kýsýmlarý anladýysan, þunu da unutmamalýsýn ki; bir aslýn þehadetiyle desteklenmedikçe, bu son iki mertebede yer alan iþlerde hüküm vermek caiz de­ðildir, zaruret konumuna geçme durumlarý hariç. Þer´ buna þahitlik etmese bile; [ý, 294] müetehidin kendi reyiyle yaptýðý içtihadýn böyle bir sonuca ulaþmasý da yadýrga­nacak bir þey deðildir. Bu, bir bakýma istihsan gibidir. Eðer, bu ietihad bir asýl ile desteklenirse, yapýlan iþ kýyas olur. Bu konu ilerde gelecek.

Zaruretler mertebesine giren konularda, muayyen bir asýlýn þahitliði olmak­sýzýn müetehidin içtihadýnýn bu sonuca ulaþmasý da mümkündür.

Örnek:

Kafirler, müslüman esirleri kendilerine siper edindiklerinde, þayet bu sebep­le kafirlere iliþmeyecek olursak, onlar bizi periþan edebilir, islam topraklarýný ele geçirebilir ve müslümanlarýn hepsini öldürebilirler. Müslümanlarýn siper edilme­sine aldýrýþ etmeyip, savaþa devam edersek, hiç bir suçu bulunmayan bir müslü-maný öldürmüþ oluruz. Böyle bir mesele, þer´de hiç gündeme gelmemiþtir. Bu durumda, biz savaþý býrakýrsak, kafirleri bütün müslümanlarýn baþýna musallat et­miþ oluruz ve ele geçirdikleri topraklardaki müslümanlarý öldürecekleri gibi, el­lerindeki esirleri de öldürürler. Burada birinin çýkýp þöyle demesi mümkündür; [ý, 295] ´esir, her iki halde de öleceðine göre, müslümanlarýn tamamýný korumak, þer´in amacýna daha yakýndýr. Çünkü biz kesin olarak biliyoruz ki, þer´in amacý öldür­me iþini asgari seviyeye indirmek olup, ayný zamanda imkan ölçüsünde öldürme iþinin tamamen kaldýrýlmasýný da amaçlamaktadýr. Biz bunu tamamen kaldýramasak bile hiç deðilse, asgari seviyeye indirebiliriz´. Bu yorum, zaruri olarak bili­nen bir maslahat dikkate alýnarak yapýlmýþtýr. Bu maslahatýn, þer´in amacý olduðu ise, tek bir delil ve muayyen bir asýl sebebiyle deðil, aksine, sayý altýna girmeye­cek bir çok delil sebebiyledir. Fakat bu amacýn bu yolla elde edilebileceði, -ki bu suçsuz birinin öldürülmesidir-, pek görülmemiþ (garip) olup buna muayyen bir asýl delalet etmemektedir. Bu örnek, muayyen bir asýla kýyas yoluyla elde edil­memiþ maslahat için bir örnektir. Bu maslahatýn dikkate alýnacaðý hususu ise, üç vasfýn dikkate alýnmasý sebebiyledir. Bu üç vasifi.se þudur; ´zaruret´, ´maslahatýn kesinliði´ ve ´maslahatýn küllî oluþu´. Kafirlerin, bir kalede" bir müsiümuný siper [i, 296 edinmeleri hususu bu maslahat kapsamýna dahil deðildir. Çünkü, ortada bir zaru­ret olmayýnca sipere ateþ elmek helal deðildir. Bizim o kaleye ihtiyacýmýz da yoksa, onu ele geçirmekten vazgeçeriz. Zira kaleyi ele geçireceðimiz de kesin deðil, zannîdir. Ayný þekilde, bir gemide bulunan ve içlerinden birini denize at­týklarý takdirde kurtulacak, aksi takdirde hep birlikte batacak olan bir topluluk da bu maslahat kapsamýna girmez. Çünkü bu maslahat küllî deðildir. Zira en kötü ihtimalle, ölecek olanlar, belirli sayýda insanlardýr. Bu ise, müslümanlann kökü­nün kazýnmasý gibi deðildir. Diðer taraftan, hangisinin denize atýlacaðýný belirle­yebilmek için de kur´a dýþýnda bir yol yoktur ve zaten, kur´a´nýn da aslý yoktur. Ayný þekilde, açlýktan ölmek üzere olan ve içlerinden kur´a yoluyla belirledikleri birini yemeleri halinde kurtulabilecek olan topluluk da bunun gibidir. Buna da ruhsat verilemez. Çünkü, burada da maslahat, küllî deðildir. Ayný þekilde, caný [ý, 297 korumak gayesiyle, bir kimsenin kangren sebebiyle elini kesmesi de bu maslahat kapsamýna alýnamaz. Gerçi, bu kiþinin kendi kendisine, yine kendi maslahatý için zarar verdiði noktasýndan hareketle buna ruhsat verilebileceði düþüncesi uyanabi­lir. Nitekim þer´, iyiliðini saðlamak amacýyla bir kiþiye zarar verilebileceðine ýþýk tutmaktadýr. Msl. Kan aldýrma (fasd, hacamat) vb. Gibi iþlerde, kiþi için acý söz konusu olduðu halde buna izin verilmiþtir. Muztar kiþinin, yiyecek buluncaya ka­dar, baldýrýndan bir parça kesmesi de elin kesilmesi gibidir. Þu kadar ki, bazan kesme, kiþinin ölümüne açýk bir biçimde sebep olabilir ve böylesi durumda buna izin verilmez. Çünkü, bu kiþi, kurtulacaðýný yakinen bilemediði için, maslahat kesin olmaz.

Denirse ki: hýrsýzlýk suçundan sanýk birini, konuþturmak için dövmek masla­hattýr. Siz bunu kabul ediyor musunuz?

Deriz ki: mâlik bu yönde görüþ beyan etmiþtir; fakat biz bunu kabul etmiyo­ruz. Bunu kabul etmeyiþimizin sebebi ise, maslahatýn türüne bakýþý batýl saydýðý­mýz için deðil, fakat, elde edilmek istenen maslahata karþý gelen baþka bir maþla- [ý, 298 hatýn daha bulunmasýdýr, ki bu maslahat, dövülecek olan kiþinin maslahatýdýr. Çünkü, belki de sanýk, suçsuzdur. Suçsuzu dövmekten ise, suçlunun dövülmemiþ olmasý daha az kötüdür. Her ne kadar, dövmenin terkedilmesi, bir bakýma, malla­rýn geri alýnmasýný zorlaþtýracak bir kapý açmak sayýlabilirse de, dövme durumunda da suçsuzlara iþkence kapýsý açýlmýþ olmaktadýr. Denirse ki:

Zýndýklýðým gizlemiþ biri, tövbe ettiðinde, maslahat bu kiþinin öldürülme­sinde ve tövbesinin kabul edilmemesindedir. Nitekim hz. Peygamber "ben, al-lahtan baþka tanrý yoktur deyinceye kadar insanlarla savaþmakla enýrolundum"[101] demiþtir. Sizin bu konudaki görüþünüz nedir? Deriz ki:

Bu mesele içtihada açýktýr. Bu kiþinin öldürülmesi pek yadýrganmaz. Zira zaten zýndýklýk sebebiyle bunun öldürülmesi vacip olmuþtur. Þehadet kelimesi ise [ý, 299] ancak, yahudi ve hýrýstiyanlar hakkýnda öldürmeyi düþürür. Çünkü onlar, þehadet kelimesini söylemekle dinlerinden ayrýlmýþ olacaklarýna inanýrlar. Halbuki zýn­dýk, takiyye yapmayý zýndýklýðýn özü olarak görmektedir. Þayet bu yönde hüküm verecek olursak bunun esasý, bir maslahatý, bir umumun tahsisinde kullanmaktýr ki, bunu hiç kimse inkar edemez.

Denirse ki:

Öyle insanlar vardýr ki, yer yüzünde, gerek bid´ate çaðýrarak, gerek zalimleri insanlarýn mallarýna ve namuslarýna musallat ederek ve gerekse fitne çýkarmak suretiyle kan dökülmesine sebebiyet vererek, bozgunculuk çýðýrtkanlýðý yaparlar. Bunlarýn serlerinin önlenmesi için maslahat, bunlarýn öldürülmesidir. Sizin bu husustaki görüþünüz nedir?

Deriz ki:

Eðer bu kiþiler, kan dökülmesini gerektirecek bir suç iþlememiþlerse, kanlarý dökülemez. Zira, serlerine karþýlýk olarak bunlarýn müebbeden hapsedilmeleri ye­terlidir. Bu bakýmdan sizin öngördüðünüz maslahat zaruri deðildir.

Denirse ki:

[ý, 300] eðer zaman fitne zamaný ise ve yönetimler uzun sürmeden sýk sýk deðiþtiði için bu kiþilerin müebbeden hapiste kalmalarý saðlanamýyorsa, bu kiþilerin hayat­ta býrakýlmalarý ve hapsedilmeleri, sadece, onlarýn kinlerini körüklemeye ve ha­pisten kurtulduktan sonra daha fazla fesad çýkarmalarý için harekete geçirmeye yarar.

Deriz ki:

Böyle bir zamanýn bulunacaðýný iddia etmek karanlýða taþ atmak ve kurun­tuya göre hüküm vermektir. Belki de bu kiþiler hapisten hiç kurtulamayacak; bel­ki de yönetimler deðiþmeyecektir. Bir maslahat kuruntusuyla ölüme hükmetmek mümkün deðildir.

Denirse ki:

Kafirler müslüman esirleri siper etliðinde de, þayet siperi kastetmiþ iseler, biz onlarýn müslümanlarýn kökünü kazýyacaklarýný kesin olarak bilemeyiz. Tam tersine bu bilgimiz zanni galibe dayanýr.

Deriz ki:

Bu itiraz önemli deðildir. Zaten bizim ýrak´ta bulunan arkadaþlarýmýz, bu meseleyle ilgili olarak mezhepte iki açýklama tarzýnýn bulunduðunu söylemiþler ve bu durumu zannî olarak lalil etmiþlerdir. Biz de zalen, kesin veya kesine yakýn [ý, 301 zan olduðu durumlarda bunu caiz görüyoruz. Kesine yakýn zan, küllî olduðunda ve bu husustaki tehlikenin boyutu büyüdüðünde kesin kabul edilir ve böylesi bir zanna nisbetle cüz´î þahýslara önem verilmez.

Denirse ki:

Yeryüzünde bozgunculuk çýkarmaya çalýþan kiþiye dokunmayýp onu kendi haline býrakmamýzda, mûslümanîarýn mallarýnýn ve kanlarýnýn tükeniþe maruz bý­rakýlmasý gibi. Küllî bir zarar vardýr ve böyle kiþilerin görülegelmiþ ve tecrübeyle sabit adet ve karakterleri gereði böyle yapacaklarý zann-ý galip ile bilinmektedir.

Deriz ki:

Tabii ki. Durum eðer böyle ise, bir müetehidin, böyle kiþilerin öldürüleceði yönünde ictihad etmesi mümkündür. Hatta bu durum siper edinme olayýndan da^ ha da evladýr. Çünkü, siper edinilen esir müslüman hiç bir suç iþlememiþ, bu kiþi­ler ise, öldürülmelerini gerektirmese bile, hiç deðilse, cezalandýrýlmayý gerektiren bir çok suç iþlemiþlerdir. Hatta bu kiþiler, bir bakýma, bilinen karakter ve seciye­leri sebebiyle, saldýrgan ve yýrtýcý hayvanlar gibidirler. [ý, 302

Denirse ki:

Siper edinme meselesindeki görüþünüzden sonra bu konuda böyle bir görüþ ileri sürmeniz nasýl caiz olabiliyor! Siz, daha önce, nassa muhalif olmasý duru­munda, msl. Ramazan günü cinsel iliþkide bulunan hükümdara iki ay peþpeþe oruç tutturma meselesinde olduðu gibi, maslahata itibar edilmeyeceðini söyle­miþtiniz. Fesada çalýþanlarýn öldürülmesi meselesinde gözetilmek istenen masla­hat, "kim bir mümini kasden öldürürse..." {nisa, 4/93} ve "haklý sebep olma­dýkça, ALLAHýn haram kýldýðý bir caný öldürmeyin" {en´âm, 6/151} ayetlerine ay­kýrýdýr. Kafirlerin siper edindiði müslümanýn ne suçu vardýr! Eðer, ´biz umumu, küllî bir tehlike taþýmayan bir biçim yoluyla tahsis ediyoruz´ derseniz, biz de, hü­kümdar meselesinde, hükümdarýn ramazan´a saygýsýzlýk yapmasýný önleyecek bir yol ile ayette getirilen köle azat etme hükmünü tahsis ettiðimizi söyleriz. Ni­tekim, siper edinme meselesinde, iþin mahiyeti, ehl-i islamýn kökünün kazmma-sýdýr. Hal böyleyken, bize ne oluyor da, müslümanlara feda ederek, hiç bir suçu bulunmayan kiþileri kasden öldürüyoruz ve ALLAHýn haram kýldýðý bir caný öldür­me konusundaki nassa aykýrý davranýyoruz!

Deriz ki:

Zaten bunun içindir ki, biz bu meseleyi iclihad konusu olan bir mesele ola­rak görüyoruz ve aksi bir görüþ ileri sürülebileceðini kabul ediyoruz. Üstelik, ge­mi meselesi de bunu desteklemektedir. Yine bu anlayýþýn bir sonucu olarak, üçte ikisinin kurtuluþu için, çoðunluðu tercih ederek, ümmetin üçte birinin feda edile­bileceði görüþü ortaya çýkmaktadýr. Nitekim, bir kafir belli sayýdaki, msl. On ka­dar, bir müslüman topluluðu öldürmeye kastetse ve bir müslümaný da kendisine ii 3o3j siper edinse. Bu kafiri savuþturmak için siper edinilen müslümanýn öldürülmeye­ceðinde görüþ ayrýlýðý yoktur. Hatta bu müslüman gurubun hükmü, öldürmeye zorlanan veya içlerinden birini yemeye mecbur kalan kiþilerin hükmü gibidir. Bu, sayý çokluðu ve küllî oluþ dikkate alýnarak verilmiþ bir hükümdür. Þu kadar ki, belli bir sayý altýna girmeyen küllî için, sayý çokluðu ile tercihte bulunmaktan daha kuvvetli baþka bir hüküm vardýr. Ayný þekilde, msl. Bir kiþinin kýzkardeþi, ayýrdctme imkaný bulunmayacak biçimde belde kadýnlarýyla karýþmýþ bulunsa, bu durumda bu kiþinin o betde kadýnlarýndan herhangi biriyle evlenmesi helaldir. Ama, kýzkardcþi, on veya yirmi kadýnla karýþmýþ bulunsa, bu takdirde bu kadýn­lardan hiçbiriyle cvlenemez. Þayet kafirler kendi kadýnlarýný ve çocuklarýný ken­dilerine siper edinmiþ olsalar, biz onlarý da öldürürüz. Her ne kadar kadýnlarýn ve çocuklarýn öldürülme yasaðý genel bir hüküm ise de biz, bu geneli, bu biçimin dý­þýnda baþka bir yolla tahsis ederiz. Burada da ayný þekilde tahsis yapmak müm­kündür. Bu noktada, ´sizin bu yaptýðýnýz, günahsýz ve öldürülmesi haram kýlýn­mýþ bir kiþinin kanýný dökmek deðil midir´ denilirse, buna karþý biz de, öldürül-meyip kendi haline býrakýlmasý durumunda da sayýsý biliemeyecek kadar çok gü­nahsýz kanýn dökülmesine yol açýlmýþ olacaðýný söyleriz. Biz biliyoruz ki þer´, küllî olaný cüz´î olana tercih eder. Ehl-i islamýn kafirlerin imhasýndan kurtarýlma­sý, þer´in amacýnda, bir müslümanýn kanýnýn korunmasýndan daha önemlidir. Bu­nun þer´in amaçlarýndan olduðu kesindir ve kesin olan bir þeyin, bir aslýn þahitli­ðine ihtiyacý yoktur.

Denirse ki:

Vergilendirme (tavzîfu´l-haraç) bir maslahattýr. Bununla birlikte vergilendir­me caiz midir deðil midir?

Deriz ki:

Ordunun elinde yeterince mal varsa, bu durumda vergî koymak caiz deðil-[i, 304] dir. Ancak eðer, ordunun yeterince malý yoksa ve kamu mallarý ordunun giderle­rini karþýlamaya yetmiyorsa, askerlerin çalýþýp kazanmak için daðýlmalarý duru­munda da kafirlerin istilasý ihtimal dahilinde olacaðýndan yahut fesad ehlinin fit­ne çýkarmasý endiþesi olacaðýndan, bu durumda devlet baþkanýnýn zenginler üze­rine askerin ihtiyacýný karþýlayacak miktarda vergi koymasý mümkündür. Ayrýca daðýtým hususunda, arazi tahsisini uygun görürse bunu da yapabilir. Çünkü biz biliyoruz ki iki þer veya iki zarar birden gelirse, þer´, daha büyük olan zararý gidermeyi amaçlar. Müslümanlardan her birinin (vergi olarak) ödeyeceði þey, is­lam toplumunun, düzeni saðlayan, anarþinin kaynaðýný kesen bir güçten yoksun olmasý durumunda canýnýn ve malýnýn karþýlaþacaðý tehlikelere nisbetle daha az­dýr. Kaldý ki, bu hususa delalet eden muayyen asýllar da yok deðildir. Msl. Çocu­ðun velisi, kanallar yaptýrabilir, fassâd´a ücret ödeyebilir ve tedavi giderlerini [1,305 karþýlayabilir. Tüm bunlar, daha büyüðünden korunmak için yapýlmýþ peþin za­rardýr. Bu da. Siper edinme meselesinde tercih anlayýþýný destekler. Kaldý ki bu, mallarda yapýlan bir tasarruftur ve mallar, daha önemli amaçlar uðruna harcana­bilecek þeylerdir. Haram olan ise. Kan dökülmesini gerektirecek bir suç olmaksý­zýn günahsýz, kant akýtmaktýr.

Denirse ki:

Madem böyledir de, sahabe hangi yolla þarap içme cezasýný seksen celdeye çýkarmýþtýr. Eðer þarap içme cezasý önceden belirlenmiþ ise, sahabe maslahat ge­rekçesiyle bunu nasýl artýrmýþtýr; yok eðer, þarap içmenin belirlenmiþ bir cezasý yok ve bu bir tazir cezasý ise, sahabe niçin þarap içmeyi kazfe benzetme ihtiyacý duymuþtur?

Deriz ki:

Doðrusu, þarap içmenin belirlenmiþ bir cezasýnýn olmadýðýdýr. Fakat, hz. Peygamber zamanýnda, þarap içenlerin nalýnlarla ve elbiselerin uçlarýyla dövül­mesi uygulamasý, bir düzene sokularak kýrk sopa olarak takdir edilmiþtir. Sahabe de bu miktarýn artýrýlmasýnda maslahat görmüþ ve bunu artýrmýþtýr. Tazir cezalan, [ý, 306 zaten, devlet baþkanýnýn görüþüne býrakýlmýþtýr. Sahabeye, âdeta, ´cezayý gerekti­ren bir suç iþlendikten sonra, neyi daha doðru görüyorsanýz ona göre amel*edin´ denilerek, sahabenin maslahatý gözetmekle emrolunduklan neredeyse, icma ile sabit olmuþtur. Bununla birlikte sahabe, hz. Peygamberin uyguladýðý tazir ceza­sýna, ancak, þer´in nasslarýndan bir ´yaklaþtýncf sebebiyle artýrýmda bulunmuþ­lar; ´sarhoþ olan kiþi, ne dediðini bilmeden aðzýna geleni söyler; bu þekilde ko­nuþan kiþi iftira eder´ þeklinde bir mantýk yürüterek ve þer´in, bir þeyin potansi­yel kaynaðýný (mazýnne), o þey yerine koyduðunu görerek þarap içmeyi, iftira için potansiyel kaynak olarak deðerlendirmiþlerdir. Nitekim, þer1 uykuyu, abdest boz­ma yerine; cinsel iliþkiyi hamilelik yerine; buluða ermeyi, aklýn kendisi yerine koymuþtur. Çünkü bu sebepler, bu anlamlarýn mazýnnesidir. Bu bakýmdan saha­benin zikrettiði þeyler, kesinlikle maslahat yoluyla nassa muhalefet deðildir.

Denirse ki:

Þahýslarla ilgili cüz´î maslahatlar hakkýndaki görüþünüz nedir? Msl. Kocasý kaybolmuþ olan kadýn, ailesizlikten zarar görerek birkaç sene beklediði halde, [ý, 307 kocasýnýn ölü veya diri olduðuna dair haber alamýyorsa, maslahat gerekçesiyle kadýnýn nikahý fesholunabilir mi? Yine, iki veli veya iki vekil, bir kadýný birbirle­rinden habersiz ayn ayrý evlendirmiþ olsalar ve iki evlendirmeden biri diðerinden

340

Evvel yapýlmýþ olsa ve iþ karýþýp, hangisinin önce akit yaptýðý ortaya çýkmasa ve artýk açýða çýkma ümidi de kalmasa, bu durumda kadýn, hayatý boyunca kocadan ayrý tutulmuþ (habs) olarak ve ALLAH katýnda kendisine maük olan kocasýna ha­ram olarak kalýr. Ayný þekilde, kadýnýn hayýz görmesi on sene gecikmiþ, iddeti ta­mamlayamamýþ ve evlenme engellisi olarak kalmýþ olsa, bu kadýnýn ay hesabýna göre (bil-eþhür) iddel beklemesi veya dört sene beklemekle yetinmesi caiz midir? Bunlarýn her biri maslahattýr ve /ararýn giderilmesidir. Bi/, biliyoruz ki, zararýn giderilmesi þer´in amacýdýr.

Deriz ki:

Ýlk iki mesele hakkýnda ihtilaf edilmiþtir. Bu iki mesele ietihad konusudur. Ömer ´mefkûd´un karýsý, haber alýnamayýþýndan itibaren dört sene sonra nikahla-[i, 308] nabilir´ demiþtir. Þâfýî de eski görüþünde bu kanaati benimsemiþ; yeni görüþünde ise, kocanýn öldüðüne dair bir beyyine çýkýncaya kadar veya kocanýn artýk yaþý­yor olmadýðýnýn bilinebileceði bir müddetin geçmesine kadar kadýn sabreder de­miþtir. Çünkü biz eðer, beyyine olmaksýzýn kocanýn öldüðüne hükmedersek, bu hüküm uzak bir hüküm olur. Zira. Kocadan haber alýnamamasýnýn, özellikle silik ve sýradan kiþiler açýsýndan, ölümden baþka sebepleri de vardýr. Nikah akdini fes-hedeceksek, fesih, ancak bir nass ile veya mansusa kýyas ile sabit olur. Fesih se­bebi olduðu belirtilen hususlar ise, kocanýn nafakayý temin edememesi (i´sâr) ve iktidarsýzlýk (cübb ve âne) gibi özürler ve ayýplardýr. Þayet kadýnýn nafakasý te­min ediliyorsa, kocanýn mefkud olmasý, en fazla, cinsel iliþkiden kaçýnma anla­mýna gelir. Cinsel iliþkiden kaçýnma ise, koca varken nikahýn feshinde etkili ol­madýðýna göre, mefkud olmasý durumunda da etkili olamaz. ´Feshin sebebi, karý­nýn karþýlaþtýðý zararý gidermek ve kadýnýn hakkýna riayet etmektir´ denilirse, bu­nun karþýsýnda kocanýn hakkýnýn gözetilmesinin de ayný þekilde önemli olduðu ve onun zarar görmemesini saðlamanýn da gerekli olduðu düþüncesi vardýr. Kocanýn yokluðunda, ki kocanýn belki hapis veya hastalýk gibi mazeretleri vardýr, karýsýný baþkasýna teslim etmek kocaya zarar vermek anlamýna gelir. Bu durumda iki za­ti, 309] rar birbirini dengelemiþ olur. Her an kocanýn geri gelmesi mümkündür. Dolayý­sýyla, kadýn için düþünülen bu maslahat karþý bir maslahattan kurtulmuþ deðildir.

Ayný þekilde, þafiî´den, iki veli meselesinde de farklý görüþler nakledilmiþ­tir. Eðer bu durumda, akdin iþlerlik kazanmasýnýn imkansýzlýðý gerekçesiyle, ak-din feshedileceði söylenirse, bu hüküm, muayyen bir asýl ile desteklenmemiþ, bir maslahata göre verilmiþ bir hüküm olmaz. Aksine, buna þahitlik eden muayyen asýllar vardýr.

Karýnýn hayýz görmesinin gecikmesi meselesinde ise, þafiî´nin görüþü deði­þiklik göstermemiþ ve alimlerden bu konuda aykýrý görüþ nakledilmemiþtir. Nite­kim ALLAH, sadece, hayýz görmeyen kadýnlarýn, hayýz müddeti hesabýna göre bek­lemeyeceklerini belirtmiþtir. Halbuki hayýz görmesi geciken kadýn, hayýz görme­yen (âyise) kadýn deðildir ve her an bu genç kadýnýn hayýz görmesi mümkündür.Bu gibi oldukça nadir meydana gelen bir ömek, bizi nassý tahsis durumunda bý­rakmamalýdýr. Çünkü biz görüyoruz ki, þer" çoðu hallerde, ender durumlara itibar etmemektedir. Gerçi bana göre, bu durumda kalan kadýnýn, hamilelik müddetinin üst sýnýrýný -ki bu dört senedir- beklemekle yetinmesi de uzak görünmemektedir. [ý, 31qj fakat boþamanýn, kadýnýn hamile olmayýþýnýn yakinen bilinmesine talik edilmesi suretiyle iddetin vacip kýlýnmasý, bunda taabbüd yönünün aðýr bastýðýný akla ge­tirmektedir.



Ynt: Ahad Haberler By: rabia Date: 07 Nisan 2010, 11:58:50
Denirse ki:

Bu meselelerin pek çoðunda, maslahatlara göre görüþ açýklamaya eðilim gösterdiniz. Diðer taraftan ýstýslahý, mevhum asýllar arasýna dahil ettiniz. Madem maslahata göre hüküm veriyorsunuz, bunu da sahih asýllara katsaydýnýz da sahih asýllarýn sayýsý da kitab, sünnet, icma, akýl´dan sonra bununla beþe çýksaydý ya!

Deriz ki:

Istýslah, mevhum asýllardandýr. Bunun beþinci asýl olduðunu zanneden hata­ya düþmüþ olur. Çünkü biz maslahatý, þer´in maksatlarýný korumaya irca ettik; þer´in maksatlarý ise kitab, sünnet ve icma ile bilinir. Kitab, sünnet ve icma´dan anlaþýlmýþ bulunan bir amacý korumaya yönelik olmayan her maslahat ve þer´in tasarruflarýna uygunluk göstermeyen garip maslahatlar batýldýr. Kim bu tür mas- [ý, 311 lahatlara itibar ederse, kendi baþýna þer´ koymuþ olur. Kitab, sünnet ve icma ile bir amaç olduðu bilinen, þer´î maslahatlarýn korumasýna yönelik her maslahat, za­ten bu asýllarýn dýþýnda deðildir. Fakat buna kýyas denmeyip, maslahat-ý mürsele denir. Zira kýyas muayyen bir asýldýr ve bu anlamlarýn amaç olduðu, bîr tek delil­le deðil, kitab, sünnet, karine-i haller ve emareler gibi sayýsýz bir çok delille bi­linmiþtir ve bunun için maslahat-ý mürsele olarak adlandýrýlmýþtýr. Maslahatý, ´þer´in amacýný koruma´ diye açýklarsak, buna ittiba etmeyi tartýþma konusu yap­mak anlamsýzdýr. Tam tersine bunun hüccet olduðuna kesin gözüyle bakmak ge­rekir. Tartýþmalý olarak zikrettiðimiz yerlerde ise, tartýþma maslahatýn hüccet olup olmamasýyla ilgili olmayýp, iki maslahatýn ve iki amacýn çatýþmasý ile ilgili­dir ve bu durumda daha güçlü olanýn tercih edilmesi gerekir. Bunun içindir ki [ý, 312 biz, ikrahýn, küfür kelimesini söylemeyi, þarap içmeyi, baþkasýnýn malýný yemeyi, namaz ve orucu terketmeyi kesin olarak mubah hale getirdiðini söylüyoruz. Çün­kü kan dökülmesinden kaçýnmak bu iþlerden daha önemlidir. Fakat ikrah sebe­biyle zina etmek mubah deðildir. Çünkü taþýdýklarý mahzur açýsýndan ikisi de ay­nýdýr. Buna göre, siper edinme meselesinde görüþ ayrýlýðýnýn menþeini, çatýþan maslahatlar arasýnda yapýlan tercih teþkil etmektedir. Zira þer´, gemi meselesinde çoðu aza tercih etmemiþ; fakat, hastalýklý (kangren) el´in kesilmesi meselesinde bütünü (küll) parçaya tercih etmiþtir. Siper edinme meselesinde görüþ ayrýlýðý, tercih noktasýndadýr. Bunun içindir ki, bu maslahatlarýn burhan kalýbýnda ortaya konulmasý mümkündür. Msl. Siper edinme meselesinde þöyle dersin; ´þer´in amacýna aykýn davranmak haramdýr´, ´kafirlerle savaþmaktan geri durmak, þer´in Amacýna aykýrýdýr´. Burada, ´biz þer´in amacýna aykýrý davranmanýn haram oldu­ðunu inkar etmiyoruz; fakat bunun aykýrýlýk olarak deðerlendirilmesini kabul et-[i, 313] miyoruz´ denilecek olursa deriz ki; kafirleri kahretmek ve ýslamý üstün kýlmak bir amaçtýr. Söz konusu meselede, kafirlerle savaþmaktan geri durmak ise, müs-lümanlarýn kökünün kazýnmasý ve kafirlerin üstün olmaiý anlamýna gelir. Bu defa da þöyle bir itiraz öne sürülebilir; ´suçsuz müslümana iliþmemek bir amaçtýr. Ka­firlerin siper edindiði müslüman meselesinde, kafirlerle savaþýn devamý duru­munda ise, bu amaca aykýrý davranýlmýþ olmaktadýr´. Buna þöyle cevap verebili­riz; evci bu bir amaçtýr. Ne var ki biz/iki amaçtan birine aykýrý davranmaya mec­bur kaldýk. Bu durumda bir tercih yapmamýz gerekir. Cüz´î olan, küllî olana nîs-betle deðersizdir. Bu (suçsuz müslümana iliþilmemesi), diðer amaca nisbetle cüz´îdir ve cüz´î olan, küllî olanla çatýþmaz.

Denirse ki:

Tamam, biz bunun cüz´î olduðunu kabul edelim. Fakat, cüz´î olanýn, küllî olana nisbetle önemsiz olduðunu kabul etmiyoruz. Þer´in bunu önemsiz saydýðý, nass ile veya mansusa kýyas yoluyla bilinebilir.

Deriz ki:

Biz bunu, muayyen bir nass ile deðil, aksine, birbirinden farklý hükümler ve birçok delaletlerin bir araya gelmesiyle biliyoruz. Ki bu durumda, islam toprak­larýný ve müslümanlarýn hayatlarýný korumanýn, þer´in amaçlarý içerisinde, muay­yen bir þahsýn bir anlýk korunmasýndan, -ki kafirler onu zaten her an öldürebilir-[i, 314] 1er- daha önemli olduðunda hiç bir kuþku kalmaz. Bu husus, kuþkuya yer olma­yan konulardandýr. Nitekim biz, ikrah sebebiyle baþkasýnýn malýný yemeyi mubah sayýyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki, þer´in terazisinde mal, cana nisbetle deðersiz­dir ve bunun böyle olduðu, bir çok delil ile bilinmektedir.

Denirse ki:

Peki, gemi meselesinde ve açlýktan ölmek üzere olanlar (mahmasa) mesele­sinde de, çoðunluðu korumanýn, azý korumadan daha önemli olduðunu anlasaydý-niz ya!

Cevap:

O meselelerde bunu anlamadýk. Çünkü ümmet, bir insaný öldürmeye zor­lanan (mükreh) iki kiþinin, bu bîr kiþiyi öldürmesinin ve mahmasa meselesinde müslümanlarýn içlerinden birini yemesinin helal olmadýðýnda icma etmiþtir. Bu­rada çoðunluk tarafýný tercih etmeye icma engel olmuþtur. Küllî olanýn tercih ´ edilmesine gelince; bu, ya kesin olarak ya da kesine yakýn zan, -ki þer´de, aksine bir nass olmadýkça, bu gibi zannlara ittiba gereklidir- ile bilinir. Halbuki çoðun­luk meselesi böyle deðildir. Çünkü, icma sadece ikrah ve mahmasa durumunda buna engel olmaktadýr.[ý, 315] iþte zikrettiðimiz bu þartlarla maslahatlara ittiba etmek caizdir. Bütün bunlardan anlaþýlmýþtýr ki, ýstýslah kendi baþýna beþinci bir asýl deðildir. Aksine, týpký isiihsan yapan kendi kendine þer´ koymuþ olacaðý gibi, ýstýslah yapan da kendi kendine þer´ koymuþ olur. Demek ki, ýstýslah bizim anlattýðýmýz gibi olmalýdýr. Ýkinci kutupla ilgili olarak söyleyeceklerimiz bunlardýr.[102]

[1] Kâsânî; Ebu Bekr B. Muhammed B. Ishak. Kaþani Þeklinde Okuyanlar Da Vardýr. Kâsânî, Dâvud Ez-Zâhirîden Ýlim Almýþ Olmakla Birlikte Pek Çok Konuda Ona Muhaieet Etmiþtir.

[2] Ðurre: Ceninin Diyeti (Kan Bedeli) Unlunundu Kullunýlýr. Gurre, Kaliteli Bir Köle Veya Cari­ye Olarak Belirlenmiþtir. Ancak Bunlarýn Kýymeti De Ödenebilir. Ýslam Hukukçularý, Ðurre´nin, Bir Tam Diyetin Yirmide Biri Kadar (Yani Beþ Deve) Olduðunu Söylemiþlerdir. Bu Miktarýn Para Olarak Tutan Ýse, 50 Dinar Veya 600 Dirhemdir. Bkz. Þiruzi, Mühezzeb, II, 254

[3] Ýbn Mace, Diyut, 11/11, 882; Nesei, Kasame, 40; Farklý Rivayet Ýçin Bkz. Buhari, Diyat, 25/VII1, 45; Müslim, Kasame, 3536/11. 1309.

[4] Bkz. Ebu Davud, Feraiz, 18/111, 239-240; Ýbn Mace, Diyat, 12/11, 883; Ahmed, [[], 4521. Bkz. Muvatta, Zekat, 42/278

[5] Llýikâu´l-Hitâneyn; Cinsel Organýn Sünnetli Kýsmýnýn, Kadýnýn Cinsel Organýna Girmesi An­lamýndadýr.

[6] Bkz. Tirmizi, Taharet, 80/1, 180-181; Ýbn Mace, Taharet, Lll/I, 199; Ahmed, VI, 123

[7] Tirmizî, Talak. 23/111, 508; Ebu Davud, Talâk, 44/11, 723

[8] Ebu Davud, Salat, 361/11, 180; Tirmizi, Salat, 298/11, 257-258; Ýbn Mace, Ýkame, 193/1,

[9] Buhari, Eþribe, 3/V[, 242; Müslim, Eþribe, 9/11, 1572; Malik, Eþribe, 131. Benzer

Ýfadelerle Bkz, Buhari, Enbiya, 27/1V, 127; Ahmed, V, 118-119

[10] Sarf; Paranýn (Altýn, Gümüþ) Parayla Satýlmasý, Deðiþtirilmesi Anlamýnda Özel Bir Akil Çeþi­didir.

[11] Tirmizi, Buyu, 53/111, 582; Nesei, Buyu, 15/VH, 254-255

[12] Muhabere; Belli Bir Hisse Karþýlýðýnda Topraðý Kiraya Verme Þeklinde Yapýlan Tarým Ortak­çýlýðý

[13] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/218-231

[14] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/231-236

[15] Yakýn Anlamda Bkz. Tirmizi, Nikah, 15/111, 412

[16] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/236-239

[17] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/239-240

[18] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/240-241



[19] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/241



[20] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/241-243

[21] Buhari, þehadat, 9/ýlt, 15!; Müslim, fedailus-sahabe, 214/11, 1964; tbn mace, ahkam, 27

[22] Bkz. Buhari, fedailu ashübi n-nebi, 5/ýv, 195; müslim, feýiailu´s-sahabe, 221-222/11, 1967-1968; timizi, menakýb, 58

[23] Benzer ifadeyle bkz. Muttakî, kenzýý´l-ummal, xý, 529

[24] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/243-244

[25] Ebu´l-hasen ubeydullah b. El-htiseyn (ö. 340). Büyük hanefi fýkýh bilgini

[26] Buhari, hacc, 22/11, 146

[27] Müslim, cenaiz, 54, 55, 56/1, 653; tirmizi, cenaiz, 49/111, 358; nesei, cenaiz, 79/ýv, 76; ibn mace, cenaiz, 34/1, 491-492; ahmed, ýý, 1, 144.

[28] Fasd: bazý hastalýklarýn tedavisi amacýyla boyun damarýndan kan akýtýlmýþýdýr. Haca­mat: mihcem denen aletle damardan kan alýnmasý.

[29] Ýstîlâd; efendinin, cariyesinden çocuk edinmesi durumu olup, böylesi cariyeye ümmü ve-led denilir.

[30] Tedbîr; kölenin azatlýðýnýn, ölüme baðlanmasý durumu olup, bu durumdaki köleye mü-debber denilir ve efendinin ölmesiyle birlikte müdebber köle hürriyetine kavuþur

[31] Mükâtebe; yazýþmalý azatlýk anlaþmasý demektir. Efendi, kölesine bir fiyat biçer ve taksit taksit bu bedeli ödemesi sonucunda hürriyetine kavuþur. Bu anlaþmayla birlikte köle þu anda kendi adýna kazanç saðlama hürriyetine (e) hürriyeti) sahiptir ve anlaþýlan bedeli ödemesi durumunda da gelecek açýsýndan tamamen hürdür (boyun hürriyeti).

[32] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/244-256

[33] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/257

[34] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/257

[35] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/257-258

[36] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/258-259

[37] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/259


[38] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/259-260

[39] Bu hadis, ´hala´ lafzýyla bulunamadý.

[40] Ýbni Mâce, filen, 8/11. 1303.

[41] Tirmizi, fiten, 7/ýv, 466, dârimî, mukaddime, 8

[42] Yakýn anlam için bkz. Ebu dâvud, fiten. 1

[43] Hadisin ilk kýsmý uzunca bir hadîsten alýnmýþtýr. Bkz. Tirmizî, fiten, 7/ýv, 466; dârimî, mu­kaddime, 24; hadisin ikinci kýsmý baþka bir hadîsin devamýnda geçmektedir. Bkz. Tbn mâce, menâsik, 76/11, 1016.

[44] Tirmizî, fiten, 7/1v, 466

[45] Tirmiiî, fiten, 7/ýv, 466; ncseî, tahrim, 6

[46] Ufak farklýlýklarla bkz. Buhârî, ýtisâm, ý0/vý1ý. 149, mcnâkýb, 28

[47] Yakýn anlam için bkz. Müslim, imaret, 170-176; tirmizî, fiten, 27, 51; ebû dâvud, fiten, 1

[48] Yakýn ifade için bkz. Buhârî, fiten, 2/vný, 87; müslim, imaret, 53, 54, 55

[49] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/260-262

[50] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/262

[51] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/263-264

[52] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/264-266

[53] Müslim, iman, 232/1, 130; tirmizi, iman, 13; ýbn mâce, fiten, 15

[54] Benzer muhteva için bkz. Buharý, þehadat, 9/1ýý, 151; müslim, fedailu´s-sahabe, 21û-2ý4; tirmizi, fiten, 7; ýbn mâce, ahkam, 27

[55] Ýnsanlarýn en þerlileri üzerine þeklinde- müslim, imaret, 176/h, 1524; ýbn mâce, fiten, 24

[56] Ufak farklýlýklarla bkz. Buhârî, l´tisâm, 10/výh, 149; tirmizî, fiten, 51

[57] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/266-267

[58] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/267-269

[59] Abadile: abdullah´lar demek olup, fukahanm kullanýmýnda bunlar; ibn mes´ud, ibn ab-bas ve ibn ömer´dir. Muhaddislerin kullanýmýnda ise bunlar; ýbn abbas, ýbn ömer, ýbn amr ve ýbnu´z-zübeyr´dir.

[60] Îne (ýyne); peþin olarak sattýðý malý, -akit meclisi deðiþmeden- sattýðý fiyattan daha fazla fiyata vadeli olarak geri salýn alma iþlemidir

[61] Buhârî, rikâk, 14/vll, 177; müslim, zekat, 2/1, 687

[62] Avl; miras taksiminde, paylarýn toplamýnýn, ortak paydadan (meselenin mahrecinden) fazla olmasý durumudur. Bu durumda, her varisin terikeden pay almasýnýn saðlanmasý için, paylar toplamý payda yapýlýr dolayýsýyla pay sahiplerinin paylan eþit oranda eksilmiþ olur.

[63] Metinde ´engeldir´ deniliyor

[64] Ufak deðiþikliklerle bkz. Tirmizî, filen, 7/1v, 466; ibn mâce, fîlen, 8/h, 1303

[65] Muvatta, tsti´zan, 5/s. 97

[66] Dâvud b. Ali b. Halef, ebû süleyman ei-baðdadî (ö. 270). Görüþlerine deðer yerilen büyük bir alimdir. Önceleri mulaassýb bir þafiî iken, sonra þafii´den ayrýlmýþ ve zahiri mez­hebinin kumcusu olmuþtur,

[67] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/269-284

[68] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/284-287

[69] Ebû ca´fer muhammed b. Cerîr ei-taberî (ö. 310). Önceleri þafiî mezhebinde iken, bazý konularda þafirye muhalefet ettiði ve kendisinin mutlak miictehid olduðu söylenmiþtir. Fý­kýh, tefsir, hadis ve tarih alanlarýnda çok kýymetli eserleri vardýr.

[70] Cezau´s-sayd (av cezasý); matde, 5/96´da ´ey iman eden ler! Ýhramlý iken av (hayvaný) öldürmeyin. Ýçinizden kim bile bile öldürürse, cezasý; öldürdüðünün dengi ehlî bir hayvaný kurban etmektir...´ ayetinde söz konusu edilen ceza.

[71] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 287-290

[72] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 290-291

[73] Ukr; þüphe taþýyan cinsel iliþki sebebiyle, kadýna ödenmesi gereken istifade bedeli, me-hir anlamýndadýr.

[74] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 291-292

[75] Haram meselesi; kocanýn, karýsýna ´sen bana haramsýn´ demesinin sonucu ve hükmünün ne olacaðý konusu, sahabe döneminde tartýþma konusu olmuþ; kimileri bunun talak, kimileri de zýhar hükmünde olacaðýný söylemiþlerdir.

[76] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 292-301

[77] Dârimî, savm, 10/ s. 402; benzer ifade için bkz. Ýbn mâce, styâm, 26) sözü [ý, 227)

[78] Süs takýlarýnýn zekatýna iliþkin olarak bkz. Mtývatta, zekat, 5

[79] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 301-312

[80] Ebû davud, akdýye, 11/1v, 18-19; tirmizî, ahkam,/ýh, 616; ahmed, v, 230

[81] Mehir belirlenmeksizin evlenen ve zifaftan önce kocasý ölen kadýn

[82] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 313-319

[83] Ufak deðiþikliklerle bkz. Müslim, mesacid, .114-16/1,477; timizi, sala!, 10/1, 334.

[84] Bkz. Cessas, ahkâmu´l-kur´ân, v, 98.

[85] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 319-

[86] Tirmizi, menakýb, 16/v, 609; ýbn mâce, mukaddime, 11/1, 7; ahmed, v, 82.

[87] Beyhakî, medhal, s. 163-164; tbn abdi´ý-berr, cami, s. 90; aclûaî, ý, 132.

[88] Ttrmizî, ilim, 16/v,44; ebû dâvud, sünne, 6/v, 13-14; ahmed, iv, 126

[89] Alâ: devlet baþkanýnýn, özellikle fey gelirinden, her bir müslüman için -genelde yýllýk olarak- takdir ettiði maaþtýr. Ebû bekr bu daðýtýmda herkesi eþit tutmuþ; ömer ise bir fazilet derecelemesi (tafdil) yapmýþ ve eþit durumda muhacirleri ensardan üstün tulmuþlur.

[90] Taðlîzu´d-diye (diyetin aðýrlaþtýrýlmasý; suçun haremde iþlenmesi. Haram aylarda iþlen­mesi ve suçun bir mahreme karþý iþlenmesi gibi sebeplerle, tam diyetin artýrýlmasý olup, ar­týrma miktarý, her bir sebep için, tam diyetin 1/3 i kadardýr.

[91] Acýûnî.II, 165

[92] Tirmizî, menakýb, 18/v, 617

[93] Buhârî, bed´u´1-halk, 11/ýv, 96; müslim, fedailu´s-sahabe, 22/11, 1864

[94] Anlam farklýlýðý ile bkz. Buhârî, fcdâilu´l-ashab, 6/ýv, 200; müslim, fedai ý u´s- sahabe,

23/11, 1864

[95] Ýbni Mâce, mukaddime. 1 l/f, 55 ayrýca bkz. Tirmizî, menakýb, /v, 664-665

[96] Suyuti.cami.l, 600

[97] Kenzu-l-ummal,xý,566

[98] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 320-326

[99] Ahmed, ý, 379.

[100] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 327-331

[101] Buhari, zekat, mý, 110; müslim, iman, 32-36/1, 51-53

[102] Ýmam Gazali, Ýslam Hukukunda Deliller Ve Yorum Metodolojisi, Rey Yayýncýlýk: 1/ 332-344



radyobeyan