> Forum > ๑۩۞۩๑ Kitap Dünyası - İlim Dünyası Kütüphanesi ๑۩۞۩๑ > Usulü Fıkıh Eserleri > İslam Hukuku - İmam Gazali > Ahad Haberler
Sayfa: [1] 2 3   Aşağı git
  Yazdır  
Gönderen Konu: Ahad Haberler  (Okunma Sayısı 3852 defa)
07 Nisan 2010, 11:55:10
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« : 07 Nisan 2010, 11:55:10 »



Ahad Haberler

1. Haber-i Vahidle Amel Etmenin İstendiğinin İsbatı
Mesele: (Sem´î Deliller Olmaksızın Akıl Tek Başına Haber-İ Vahidle Amelin Vücubunu Gösterir Mi?)
Mesele: (Haber-İ Vahidle Amel Aklen Vacip Veya İmkansız Olmayıp, Sem´an Vakidir)
2. Ravinin Şartları Ve Sıfatı
Karşıt Görüş Sahiplerinin Şüpheleri
Rivayet Ve Şehadet Konusunda Son Söz:
3. Cerh Ve Tadil
A. Tezkiye Edenlerin Sayısı
B. Cerh Ve Tadil Sebebinin Zikredilmesi
C. Tezkiye
D. Sahabenin Adaleti
4. Ravinin Müstenedi Ve Zabt Keyfiyeti
Üçüncü Asıl: İcma
A. İcmaın Hüccet Oluşunun İsbatı
1. İcmâ´ Lafzının Anlamı
2. İcmâ´ın Gerçekleşme İmkanı
4. Ümmetin Hata Etmesinin İmkansızlığı
A. Kitaba Dayanılması
B. Sünnet´e Dayanılması
İcmâ´ı İnkar Edenlerin Bu Haberler Karşısındaki Tavrı
1) Redd
2) Te´vil
3) Muaraza
C. Manevi Yol (Akıl)
B. Icma´ın Rükünleri
1. Icmâ´ Ehli
2. İcmâ´ (Nefsu´1-Îcma´)
Bunların Şüpheleri (Delilleri)
Mesele: [Letihad Ve Kıyas, İcmâ´ İçin Dayanak Olur Mu?]
İctihad Ve Kıyas Kaynaklı İcmâ´a Karşı Çıkanların Şüpheleri
C. İcma´ın Hükmü.
Mesele: Ümmetin İki Görüş Üzere İttifak Etikleri Bir Meselede Üçüncü Bir Görüş İleri Sürülebilir Mi?
Karşıt Görüş Sahiplerinin Şüpheleri
Dördüncü Asıl: Akıl Delili Ve Istıshab
İkinci Kutbu Tamamlayıcı Ek Bölüm (Hatime): Mevhum Deliller.
A. Şer´u Men Kablena
Karşıt Görüşte Olanların Tutundukları Hadisler
B. Sahabi Sözü:
Mesele: Sahabeyi Taklid Etmek Caiz Midir?
C. İstihsan.


B. Ahad Haberler

1. Haber-i Vahidle Amel Etmenin İstendiğinin İsbatı


İlim ifade etmemesine rağmen haber-i vahidle amel etmenin istendiğinin is­batı hususunda dört mesele serdedeceğiz.

Mesele: (haber-i vahid bilgi ifade eder mi?)

Biz burada haber-i vahid ile, tevatür derecesine ulaşmayan haberi kastedi­yoruz. Bu bakımdan msl. Beş veya altı kişinin naklettiği haber de haber-i vahid-dir. Fakat doğruluğu bilindiği için peygamberin sözü, haber-i vahid olarak adlan-dırılamaz.

Haber-i vahid bilgi ifade etmez.. Bu husus zorunlu olarak bilinmektedir. Ni­tekim biz her duyduğumuz şeyi tasdik etmeyiz. Yine şayet haber-i vahidi tasdik edecek isek. İki haber arasında bir çelişki takdir ettiğimizde iki zıt şeyi nasıl tas­dik edebiliriz! Hadiselerden, haber-i vahidin bilgi gerektirdiği yönündeki nakle gelince; her halde onlar bu sözleriyle haber-i vahidin, amelin vücubunu bilmeyi gerektirdiğini kastetmişlerdir. Nitekim zan, ilim olarak adlandırılabilmektedir. Bunun içindir kî kimi hadisçiler, haber-i vahid zahir bilgi meydana getirir demiş­lerdir. Halbuki bilgi için zahir ve batın diye bir şey yoktur. O halde zahir bilgi dedikleri şey, zan´dır. Onların, ´eğer onların mümin olduklarını bilirseniz´ (mümtehine, 60/10} ayetini de tutamak yaparak, ALLAH zahiri (zahiren bilmeyi) kastetmiştir diyemezler. Çünkü ayetteki bilme sözüyle kastedilen, kelime-i şeha-det ile olan hakiki bilgidir ve kelime-i şehadet, imanın zahiridir; mükellef olunmayan batını değil. Lisan ile olan iman ise, mecazen iman olarak adlandın- [ı, 146 lir. Yine ´hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme´ {isrâ, 17/36} ayetini tutamak yapıp ´şayet haber bilgi ifade etmeseydi onunla amel etmek caiz olmaz­dı´ diyemezler. Çünkü ayetle kastedilen husus, gerçekleşmiş şeyler dışında şahidi şehadeti kesinlemekten men etmektir. Haber-i vahidle amel etmenin vacip oluşu ise, doğruluk zannı durumunda amel etmeyi gerektiren kesin bir delil ile bilin­mektedir. Zan kesin olarak oluşmaktadır ve zannın oluşması durumunda amel et­menin vacipliği de kesin olarak bilinmektedir; iki şahidin şahitliği ile veya dava­lının yeminden kaçınması durumunda davacının yeminiyle hüküm vermek gibi.

Mesele: (haber vahidle amelin aklen cevazı)

Kimileri, sem´an vukuu bir yana, haber-i vahidle mükellef olmanın (taab-büd) aklen caiz oluşunu da inkar etmişlerdir. Onlara sormak gerek; siz bunun im­kansızlığını nereden bildiniz? Bunu zarurî olarak bilmiş olamazsınız. Çünkü biz bu konuda size muhalefet ediyoruz. Halbuki zarurî şeylerde tartışma olmaz. Yok­sa bir delilden hareketle mi bildiniz? Böyle bir delil göstermeniz de mümkün de­ğildir. Çünkü haber-i vahidle amel imkansız olsaydı, bu imkansızlık ya zatından dolayı ya da yol açtığı bir mefsedetten dolayı olurdu. Zatından dolayı imkansız değildir; mefsedete de itibar edilmez. Kaldı ki mefsedeti dikkate alsak bile bunun bir mefsedete yol açacağını kabul etmiyoruz. Öyleyse bu mefsedetin ne olduğunu açıklamanız gerekir.

Denirse ki:

Mcfsedcl şudur; bir kişi, kan akıtılması veya ırzın helal kılınması konusun­da bir haber rivayet ediyor ve belki de yalan söylüyor. Bu habere dayanılarak kan dökmenin, gerçekte öyle olmadığı halde, ALLAHın emriyle olduğu zannediliyor. Bu bilinmezliğe (cehl) rağmen hücum nasıl caiz olabilir! Birisi, ırzının ve kanı­nın akıtılmasının mübahlığı hususunda bizi kuşkuya düşürse, bu kuşku sebebiyle ona hücum etmemiz caiz değildir. İnsanları cehle ve tevehhüm sebebiyle batıla alılmaya havale etmek sari için çirkin bir davranıştır. Aksine ALLAH bir şeyi em-rcüiğinde, emrini bize tanıtmalıdır ki. Gerek imtisal edenler gerekse muhalefet edenler basiret üzere olsunlar.

Cevap:

Eğer bu sual, şeriatleri inkar eden birinden sadır olsaydı ona şöyle derdik; ALLAH´ın, kullarına ´sizinjizerinizdcn bir kuş uçarsa ve siz bu kuşun karga olduğu­nu zannedersiniz, bu takdirde size şunu şunu vacip kıldım ve tıpkı güneşin zeva­lini namazın vücubu için bir alamet yaptığım gibi, zannınızı da amelin vücubu için bir alamet yaptım´ demesinde ne gibi bir imkansızlık vardır! Bu durumda zannın kendisi vücub için bir alamet olmaktadır. Zannın varlığı da duyu yoluyla idrak edildiğine göre, vücub bilinmiş olmaktadır. Zann oluştuğunda vacibi yerine getiren kişi, kesinlikle imtisal etmiş ve doğru davranmış olur. Zevalin veya uçan kuşun karga olduğu zannının bir alamet yapılması caiz olduğuna göre, raviyi işiten kişiye de ´eğer ravinin, şahidin ve yemin eden kişinin doğru söylediğine dair bir zannın varsa, o sözle hüküm ver; sen bu kişilerin doğru söylediğini bil­mekle değil, doğru söylediklerine dair bir zann oluşturduğunda, amel etmekle yükümlüsün. Bu kişiler ister doğru ister yalan söylemiş olsunlar sen her halükar­da doğru davranmış (musib) olursun. Senden istenen onun doğru söylediğini bil­mek değil, gönlünde hissettiğin bir zan oluşturman durumunda, onun sözüne gö­re amel etmektir´ denilerek, haberin doğruluğuna ilişkin zannın bir alamet kılın­ması niçin caiz olmasın! İşte kıyas, haber-i vahid ve s, ah id ve yeınin ile hüküm verme gibi konularda bizim kanaatimiz budur.

Bu sual, şer´i ikrar eden birinden sadır olmuş ise, şer´i ikrar eden birinin böyle bir soru sorması mümkün değildir; çünkü bu kişi, şehadet ile, hüküm ile, fetva ile, ka´be´yi gözle görmekle ve h/.. Peygamberin haberi ile amel etmekle mükellef tutulmuştur. Bu beş şey ile mükellef tutuluşunu açıklayacak olursak şöyle diyebiliriz: şehadet, tıpkı hz. Peygamberin, hz. Peygamberin tek başına [ı, 147 şahitliğini tasdik ettiği huzeyme b. Sabit´in, murfa, harun ve diğer peygamberle­rin şehadeti gibi kesin olabildiği gibi, bunlar dışındakilerin şehadeti gibi zannîde olabilir ve amelin vacipliği noktasında zannî olan şehadet kattye ilhak edilir. Yi­ne hz. Peygamberin fetvası ve hükmü kat´îdir; diğer imamların fetvası ve diğer kadıların hükmü ise zannîdir. Bu durumda zannî olanlar, malum olana ilhak edi­lir. Yine ka´be, gözle görmek suretiyle kesin olarak bilinir; ictihad yoluyla ise zannedilir ve tıpkı gözle görmek durumunda olduğu gibi, zann durumunda da amel vacib olur. Hz. Peygamberin haberi de bunun gibi olup, tevatür durumunda bu haber ile amel vaciptir. Zannî olan haberin, özellikle amelin vacipliği nokta­sında, maluma (tevatüren bilinene) ilhak edilmesi niçin imkansız olsun! Bu beş hususu, mefsedet veya maslahat noktasında birbirinden ayrı düşünmek isteyen kişi buna muktedir olamaz.

Denirse ki: peki fasıkın haberiyle amel etmekle yükümlü tutulmak (taab-büd) caiz midir?

Deriz ki:

Kimi alimler, doğruluğunu zannetmek şartıyla bunun caiz olduğunu söyle­mişlerdir. Bu şart bize göre fasiddir. Aksine, tıpkı felekin hareketinin namaz ile yükümlü tutulmanın alameti yapılması caiz olduğu gibi, fasıkın dilinin hareketi­nin de bir alamet kılınması caizdir. Haberin varlığı durumunda amel ile mükellef tutulmak bir şey, haberin doğruluğu veya yalanlığı ise başka bir şeydir.

Mesele: (Sem´î Deliller Olmaksızın Akıl Tek Başına Haber-İ Vahidle Amelin Vücubunu Gösterir Mi?)


Kimileri, aklın, sem´î delillere gerek olmaksızın, haber-i vahidle amelîn va-cipliğine delalet edeceğini ileri sürmüşler ve bu yönde iki delile tutunmuşlardır. Bu delillerden ilki şudur: müfti, kitab veya icma veya mütevatir sünnetten kesin bir delil bulamayıp, haber-i vahid bulsa; şayet bu haber-i vahid ile amel etmeye­cek olursa hükümler tatil edilmiş olur. Ve çünkü hz. Peygamber bir asırda yaşa­yanlara gönderildiğine göre, etrafa elçiler göndermeye gerek duyacaktır. Zira hz. Peygamber, tek tek herkesle yüzyüze görüşmeye ve hükümlerini herkese müte­vatir olarak yaymaya muktedir değildir. Zira, şayet her bir bölgeye tevatür sayı­sınca elçi görderecek olsaydı,.yaşadığı şehirdeki insanların sayısı buna yetmezdi.

Bu delil zayıftır. Çünkü müfti, tıpkı haberi vahid bulamaması durumunda olduğu gibi, kesin delil bulamayınca da beraet-i asliyye ve ıstıshaba başvurur. Hz. Peygamber´e gelince; o da tebliğine güç yetirebildiği kişilerle iktifa eder. Ni­tekim, uzak bölgelerde (adalarda) nice insanlar vardır ki kendilerine şer´ ulaşma­mıştır ve onlar şer ile mükellef değildir. Demek ki bütün herkesin mükellef tutul...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Müslüman
Anahtar Kelime
*****
Offline Pasif

Mesajlar: 132.042


View Profile
Re: Ahad Haberler
« Posted on: 24 Nisan 2024, 03:56:54 »

 
      uyari
Allah-ın (c.c) Selamı Rahmeti ve Ruhu Revani Nuru Muhammed (a.s.v) Efendimizin şefaati Siz Din Kardeşlerimizin Üzerine Olsun.İlimdünyamıza hoşgeldiniz. Ben din kardeşiniz olarak ilim & bilim sitemizden sınırsız bir şekilde yararlanebilmeniz için sitemize üye olmanızı ve bu 3 günlük dünyada ilimdaş kardeşlerinize sitemize üye olarak destek olmanızı tavsiye ederim. Neden sizde bu ilim feyzinden nasibinizi almayasınız ki ? Haydi din kardeşim sende üye ol !.

giris  kayit
Anahtar Kelimeler: Ahad Haberler rüya tabiri,Ahad Haberler mekke canlı, Ahad Haberler kabe canlı yayın, Ahad Haberler Üç boyutlu kuran oku Ahad Haberler kuran ı kerim, Ahad Haberler peygamber kıssaları,Ahad Haberler ilitam ders soruları, Ahad Haberlerönlisans arapça,
Logged
07 Nisan 2010, 11:55:29
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #1 : 07 Nisan 2010, 11:55:29 »


Osman´ın, hakem b. Ebi´l-as hakkındaki haberinin reddine gelince;

A) bu haber, bir kişi lehine bir hakkın isbatına dair bir haberdir. Bu da şahitlik meselesi gibi olup, bir kişinin sözüyle sabit olmaz.

B) ebu uekr, osman´ın hakem ile akrabalığı yüzünden tereddüt etmiştir. Osman akrabalarına olan düşkünlüğü ile tanınmaktaydı. Ebu bekr, osman´ın ma­kam ve saygınlığını, onun değerini düşürmek isteyen birinin ´osman bunu akra­balığı sebebiyle söylemiştir´ demesinden tenzih amacıyla ve bu hüküm başka bi­rinin sözüyle sabit olsun diye duraksamıştır.

C) ebu bekr ve ömer, insanlar için, benzer durumlarda araştırıcı davranma­yı kendilerinden öğrensinler diye, yakın akraba hakkında duraksanmasını sünnet haline getirmek amacıyla duraksamalardır.

Ebu musa´nın izin isteme konusundaki haberine gelince; ebu musa ömer´in kapısını üç defa çaldıktan sonra beklemeksizin kapıdan ayrılıp gittiği için, ömer´in siyasetinden kendini korumak için böyle bir habere ihtiyacı vardı. Ömer, böylesi durumlarda hadis rivayet etmenin, başkaları için kendi amaçlan doğrultu­sunda hadis rivayet etmelerine bir kapı açmasından endişe etmiştir. Nitekim ebu musa, ebu said ile birlikte geri dönüp, ebu said aynı yönde şahitlik edince ömer, ebu musa´ya ´ben seni itham etmedim; fakat insanların hz. Peygamber adına söz uydurmalarından endişe ettim´ demiştir. Devlet başkanının, ortada bir töhmet bulunmamakla birlikte, benzer maslahatlar sebebiyle duraksaması caizdir. Öte yandan bu haberler yaygınlık ve sıhhat bakımından, bizim, sahabenin haber-i vahidi kabul ettiğine dair naklettiğimiz haberlere denk değildir.

Ali´nin, eşcaî´nin haberini reddetmesine gelince; zaten kendisi ´ökçelerine işeyen bir bedevinin sözünü nasıl kabul edelim´ diyerek red gerekçesini belirtmiş ve onun adalet ve zabtını bilmediğini açıklamıştır. Bunun içindir ki ali onu kaba­lık ve idrardan çekinmezlik ile vasi fi am ıştır. Ömer´in, süknâ hadisinde fatıma bt. Kays hakkında söylediği "biz doğru mu yoksa yalan mı söylediğini bilmediğimiz bir kadının sözüyle ahahın kitabını ve peygamberin sünnetini terketmeyiz" sözü de bunun gibidir.

Sahabenin haber-i vahidi reddine ilişkin olarak nakledilen olaylar hakkında verilecek cevap bu minval üzeredir.

İkinci şüphe: ´bilmediğin şeyin ardına düşme´ {isrâ, 17/36}, ´ALLAH hakkın­da bilmediğiniz şeyleri söylemeniz...´ {bakara, 2/169}, ´biz ancak bildiğimiz şe­ye şehadet etmekteyiz´ {yusuf, 12/81}, ´size bir fas\k haber getirirse, onu araştı­rın; bilmeden (cehaletle) bîr kavme zarar verirsiniz1 {hucurat, 49/6} -adil kişinin sözünde bir nevi cehalet vardır- gibi ayetlere tutunmaktır.bu tutunma bir kaç yönden batıldır;

A) onların haber-i vahidi inkar edişleri, kesin bir burhan ile bilinmiş değil­dir; aksine bu hususta hata mümkündür; öyleyse haber-i vahidi inkar etmek, bil­giye dayanmaksızın hüküm vermektir.

B) haber-i vahidle amel etmenin vacipliği, icma gibi kesin bir delil ile bilin- [ı, 155]

Mektedir; dolayısıyla bunda bir cehalet söz konusu değildir.

C) ayetlerle kastedilen husus; şahidin, görmediği ve bilmediği hususlarda kesin şahitlik yapmaktan men edilmesi ve rivayet edilmeyen ve adil kişilerin nakletmediği şeylerle fetva vermenin yasaklığıdır.

D) bu ayet, şayet haber-i vahidin reddine delalet etseydi, iki kişinin, dört ki­şinin, bir kadın ve iki erkeğin şahitliğinin ve yemin ile hüküm vermenin de reddi­ne delalet ederdi. Yalan ihtimali bulunmakla birlikte bunlarla hüküm vermenin vacipliği kur´an nassı ile bilinmektedir. İşte haber-i vahidlerde aynı şekildedir.

E) onların bu anlayışına göre, devlet başkanının belirlenmesi ve hakimlerin tayininin haramlığının da vacip olması gerekir. Çünkü, vera ve takva sahibi ol­dukları bir yana biz bunların mümin olup olmadıklarını da yakinen bilmiyoruz. Hatta biz namaz kıldıran imamın bile abdestli olup olmadığını bilmiyoruz; öyley­se bunlara iktida etmek de yasak olsun! .[13]

2. Ravinin Şartları Ve Sıfatı

Bütün bu anlatılanlardan sonra haber-i vahidlc amelin vacipliği sabit oldu­ğuna göre, bilesin ki; her haber makbul değildir. Öncelikle şunu anlamalısın ki; biz burada ´kabul´ sözü ile tasdiki ve ´red´ sözü ile yalanlamayı kastetmiyoruz. Aksine, belki yalan söylüyor veya hata ediyor olsa bile, adil kişinin sözünü kabul etmek vaciptir. Belki doğru söylüyor olsa bile, fasık kişinin sözünü kabul etmek caiz değildir. Biz ´makbul´ sözü ile, kendisiyle amelin vacip olduğu haberi; ´merdûd´ sözü ile de kendisiyle amel etme konusunda hakkımızda teklif bulunma­yan haberi kastediyoruz. Makbul; mükellef, adil, müslim ve zabt sahibi her ki­şinin rivayetidir; ister haberi bir tek kendisi rivayet etmiş olsun, isterse kendisiyle birlikte başkaları da rivayet etsin. Şimdi bu beş noktayı açıklayalım:

1) her ne kadar bir kişinin şahitliği makbul değilse de, bir kişinin rivayeti makbuldür. Cübbâî ve bir gurup alim aksi görüştedirler. Bunlar rivayette sayı şartım koşmuşlar ve ancak iki kişinin sözünü kabul etmişlerdir. Ayrıca bu iki ki­şiden her birinin rivayeti, başka iki kişiden sabit olmalıdır. Bu işlem bizim zama­nımıza gelinceye kadar öyle muazzam bir sayıya ulaşır ki, artık bir hadisin isbatı-na kesinlikle güç yetirilemez. Kimileri de, zina şahitliğinden hareketle bu sayının dört olması gerektiğini söylemiştir. Onların bu görüşlerinin batıl olduğunun delili şudur; ilim ifade etmediği halde, tek tek kişilerin sözünün kabul edileceği sabit olduğuna göre, sayı şartını ileri sürmek keyfi hüküm vermek olup, böyle bir şart ancak ya bir nass ya da mansus üzerine yapılan bir kıyas ile bilinebilir. Bu yönde bir nass bulunduğunu iddia etmek mümkün değildir. Sahabeden nakledilen ´tek kişinin haberine destek arama girişimi´ ise, iki-üç olayda, yukarıda zikrettiğimiz sebepler yüzünden söz konusu olmuştur. Hakkında yalnızca aişe´nin sözüyle, peygamber´in hanımlarının sözüyle, abdurrahman b. Avf, ebu hureyre ve daha birçoklarının sözüyle hüküm verdikleri olaylara gelince; tıpkı tek kişinin şahitli­ğini kabul etmediklerini kesin olarak bildiğimiz gibi, onların haber-i vahidi kabul ettiklerini de, uygulamalarından kesin olarak biliyoruz. Şayet sayı şartını koşan­lar görüşlerini rivayetin şehadete kıyasından aldılarsa, bu kıyas kesinlikle batıl­dır; çünkü sahabenin bu iki işlem arasında fark gözettikleri uygulamalarından bi­linmektedir. Diğer yandan rivayet, hürriyet ve erkeklik şartı yönünden niye şeha-dete kıyas edilmiyor! Zina şahitliğinde dört kişinin şahitlik etmesi şart koşulmuş­tur. Hilalin görülmesi ve ebenin şahitliğinde ise bir kişi yeterli görülmüştür. Böy­le bir kıyas icnıa´ın çiğnenmesi sonucuna götürür; eğer kıyas yapmak vacip ise bunlar arasında hiç bir fark yoktur.

2) ikinci şart, -aslında bu şart bize göre birinci şarttır; çünkü bize göre riva- n 156 yette sayı şartı yoktur tekliftir". Çocuğun rivayeti kabul edilmez; çünkü çocukta henüz ALLAH korkusu yoktur ve onu yalan söylemekten caydıracak bir etken de yoktur. Bu bakımdan çocuğun sözüne güven hasıl olmaz. Şahitliğin kabulünde nefsin sükununa ve zannın hasıl olmasına tabi olunmaktadır. Fasık, çocuktan da­ha güvenilirdir. Hiç değilse fasıkta hem ALLAH korkusu vardır ve hem de dini ve aklı onun için bir caydırıcıdır. Çocukta ise ALLAH korkusu diye bir şey yoktur. Öyleyse çocuğun sözü evleviyetle reddedilir. Çocuğun rivayetinin reddi hususun­da bu yaklaşımı tutamak yapmak, çocuğun ikrarının reddedilmesini tutamak yap­maktan daha uygundur. Bazıları çocuğun rivayetinin reddini şöyle gerekçelendir-mişlerdir; çocuğun kendi nefsinden hikaye ettiği şeyler (yaptığı ikrar) kabul edil­mediğine göre, başkasından rivayet ettiği şeylerin kabul edilmemesi daha evladır. Bu tutamak, köle örneğiyle boşa çıkmaktadır; çünkü kölenin ikrarı kabul edilme­diği halde rivayeti kabul edilir. Her ne kadar kölenin ikrarının kabul edilmeme­sinin sebebi, bu ikrarın efendinin mülkünü içermesi ise de, -efendinin mülkü do­kunulmazdır-, çocuğun mülkü de, çocuğun maslahatı gerekçesiyle kendisinden bile korunmuştur. Teklife taalluk etmeyen hususlarda ise çocuğun sözü, hatta du­rumu tesir edebilir ve ona iktida edilebilir. Tıpkı dürüst kişiye ve facire iktida edilebildiği gibi, çocuk ve erişkine de iktida edilebilir. Fasıkın şahitliği kabul edilmez. Çocuk, fasıka nisbetle yalan hususunda daha cüretkardır.

Çocuk eğer, tahammül anında mümeyyiz, eda anında erişkin ise, onun bu rivayeti kabul edilir. Çünkü gerek tahammülünde gerekse edasında bir kusur yoktur. Sahabenin, îbn abbas, ibnu´z-zübeyr, numan b. Beşir ve benzeri genç sahabilerin haberlerini, buluğdan önce tahammül edilmişiyle buluğdan sonra ta­hammül cdimişi arasında ayırım yapmaksızın, kabul hususundaki icmai, mümey­yiz çocuğun işitmesinin (semâ) kabul edileceğine delalet eder. Buradan hareketle selef ve halef, çocukları rivayet meclislerine dahil etmişler ve küçükken taham­mül ettikleri hususlardaki şahitliklerini kabul etmişlerdir.

Denirse ki:

Bazı alimler, kendi aralarında cereyan eden saldırı ve yaralama (cinayet) gibi olaylarda çocukların şahitliğinin kabul edileceğini söylemiştir. Deriz ki:

Çocukların çok sayıda olup, birbirlerinden ayrılmadan önce şahitlikte bu­lunmaları durumunda, bu, bir nevi karinelerle istidlaldir. Ancak eğer çocuklar birbirlerinden ayrılırsa, onlara yanlış bir telkin yapılabilir ve onları telkine kapıl­maktan alıkoyacak bir engel (vâ/i) de yoktur. Çocukların bu husustaki şâhitliklc-riyle hüküm veren kişi, ancak, çocuklar arasında bu tür cinayet olaylarının çok meydana gelmesi ve hükmün karineler yardımıyla bilinmesine duyulan ihtiyaç sebebiyle hüküm vermiştir. Bu bakımdan çocukların şahitliği, normal şahitlik yöntemine göre olmaz.

3) ravinin zabt sahibi (zabıt) olması.

Tahammül anında mümeyyiz olmayan veya tnuğaffel olan kişi, ezberlediği şeyi, aslına uygun olarak eda edebilecek biçimde iyi zabt edemez; dol...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:55:49
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #2 : 07 Nisan 2010, 11:55:49 »


Rivayet Ve Şehadet Konusunda Son Söz:

Teklif, müslümanlık, adalet ve zabt hususunda, rivayet ve şehadet müşte­rektir. Bu dört hususun dışında kalan hürriyet, erkeklik, görme, akrabalık, sayı ve düşmanlık gibi altı hususun ise rivayete değil, şehadete etkisi vardır. Çünkü riva­yetin hükmü her hangi bir kişiye özel olmayıp genel olduğu için, ona dostluk* ak­rabalık ve düşmanlığın etki edeceği düşünülemez. Bu bakımdan hz. Peygambe­rin çocukları kendisinden ve her çocuk kendi babasından rivayette bulunabilir. Gözleri görmemekle birlikte sesleri iyi zabt eden kişinin şahitliği kabul edilmemekle birlikte, rivayeti makbuldür. Zira sahabe aişe´den, sesine itimaden riva­yette bulunurlardı. Bu durumda sahabe, aişe´ye nisbetle, görmeyen kişi duru­mundadır. Rivayet ettiği haber ister kıyasa uygun isterse aykırı olsun, ravinin alim ve fakih olması şart değildir. Zira nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki fakih değildir ve niceleri de fıkhı, kendilerinden daha fakih olanlara taşır. Rivayette şart olan, sağlam ezberlemektir. Ravinin alimlerin meclislerine devam etmesi ve hadis din­lemesi de şart değildir. Aksine sahabe, sadece bir tek hadis rivayet eden bedevi­nin sözünü de kabul etmiştir. Ancak alim ve fakih olmayan kişinin rivayeline, bu işlerle meşgul olan alim birinin rivayeti muarız olduğunda tercihin nasıl yapıla­cağında, ileride geleceği üzere, tartışma vardır. Hadis konusunda, ciddiyetsizlikle veya tesahül ile veya aşırı yanılgı (sehv) ile tanınan kişilerin rivayeti kabul edil­mez. Çünkü böyle kişilere güvenilmez. Ancak kişinin kendi işindeki ciddiyetsiz- [{t j62 lik ve tesahülü (rivayet ettiği haberin) reddini gerektirmez. Ravinin, nesepçe tanı­nıyor olması da şart değildir. Aksine bir kişinin adaleti biliniyor ise, nesebinin bi­linmiyor olması bir tarafa, nesebi olmasa bile, rivayet ettiği hadis kabul edilir. Zatı hiç tanınmayan (mechulul-ayn) birinden yapılan rivayeti kabul etmeyiz. Vasfı bilinmeyen kişinin rivayetini kabul edenler bile, zatı bilinmeyen kişinin ri­vayetini kabul etmezler. Çünkü şayet bu kişinin zatını bilecek olsa, belki de onu fisk ile bilecektir. Zatı tanınıp fjskı bilinmeyen kişinin durumu böyle değildir. İs­mini zikrederek birinden rivayette bulunsa ve bu isimde, biri cerh edilmiş diğeri adil olan iki kişi olsa, tereddüt sebebiyle bu rivayet kabul edilmez. .[17]

3. Cerh Ve Tadil

Bu konu dört alt başlık altında incelenecektir.

A. Tezkiye Edenlerin Sayısı:


Tezkiye edenlerde sayı şartının aranıp aranmayacağında alimler ihtilaf et­mişlerdir. Bazı hadisçiler, şahidin tezkiyesindeki gibi, gerek tezkiye eden ve ge­rekse cerhedende sayıyı şart koşmuşlardır. Kadı ise, -her ne kadar şehadet konu­sunda tezkiyecilerin sayısı ile destekleme daha ihtiyatlı olsa da-, ne şahidin ve ne de ravinin tezkiyesinde sayıyı şart görmektedir. Kimileri de bunun rivayette değil şehadette şart olduğunu söylemişlerdir. Bu konu fıkhî bir mesele olup, bize göre en açığı, sayının rivayette değil şehadette şart olmasıdır. Çünkü, rivayetin sabit olduğu sayının, bizzat rivayete bir artısı yoktur.

Denirse ki:

Sahabenin, tek kişinin rivayetini kabul ettikleri sahih olarak nakledildiği halde, tek kişinin tezkiyesini kabul ettikleri nakledilmcmiştir. Öyleyse bu hususla şer´in kıyasına başvurulmalıdır.

Deriz ki:

Biz sahabenin neyi çok yaptıklarını ve neyi yapmadıklarını biliyoruz. Nîtekim biz, sahabenin, ebu bekr´in rivayetini kabul ettikleri gibi, onun tadilini de kabul ettiğini bilmekteyiz. Nasıl olur da bir şeyin şartı, o şeyin aslına ziyade ya­pabilir! Muhsanlık (ihsan) iki kişinin sözüyle sabit olduğu halde, zina ancak dört kişinin sözüyle sabit olmakta ve muhsanlık zinaya kıyas edilmemektedir. Biz ay­nı şekilde, tıpkı rivayetleri kabul edildiği gibi, kölenin ve kadının rivayet husu­sundaki tezkiyesinin de kabul edileceğini söylüyoruz. Bütün bunlar şebehî kıyas­larla sabit olan meseleler olup, usulde bunlara uzun uzadıya yer vermek anlam­sızdır.[18].

B. Cerh Ve Tadil Sebebinin Zikredilmesi:

Şafiî, cerh sebebinin açıklanması gerektiğini, tadil sebebinin açıklanmasına ise gerek bulunmadığını söylemektedir. Çünkü cerh konusundaki görüşler birbi­rinden farklı olduğu için, birinin cerh sebebi saydığı şeyi, bir diğeri cerh sebebi saymayabilir. Adaletin ise bir tek sebebi vardır. Kimi alimler sebebi zikredilme­yen mutlak cerhin, sikahğı kaldıracağını, mutlak tadilin ise, insanların zahir üze­rine bina etmeye koşuşturacağı gerekçesiyle, sikalık oluşturmayacağını; dolayı­sıyla tadil sebebinin de zikredilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Kimileri de, anı­lan iki gurubun sözlerinin toplamından hareketle, hem cerhin hem de tadilin se­bebinin zikredilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Kadı´ya göre ise her ikisinde de [ı, 163] sebebin açıklanmasına gerek yoktur. Çünkü kişi, eğer bu işin inceliklerini bilmi­yorsa zaten tezkiye için uygun değildir. Eğer bu işin uzmanı ise, bu takdirde de soru sormanın anlamı yoktur. Bize göre sahih olan ise, bunun, müzekkinin duru­muna göre değişiklik göstereceğidir. Basiret ve zabtına güven duyulan kişinin mutlak ifadesiyle yetinilebilir. Zatı bakımından adil olduğu bilinen, fakat adaletin şartlarını bilip bilmediği (basiret) bilinmeyen kişiye gelince; eğer onu tanıyıp bi­len birini bulamazsak doğrudan kendisine başvururuz ve ondan detaylı açıklama isteriz. Cerh ve tadilin tearuz etmesi durumunda, cerhi takdim ederiz. Çünkü cerh eden kişi, tadil eden kişinin bildiğine ilave bir bilgiye sahiptir ve tadil eden kişi bu ziyadeyi nefyetmemiştir. Eğer bu ilaveyi nefyedecek olursa, tezkiye eden kişi­nin adaleti batıl olur. Zira nefy, ancak, birisi onu adam öldürme sebebiyle cerhe-derse ve tadil eden de öldürdüğü iddia edilen kişinin daha sonra hayatta olduğu­nu gördüm derse, bu durumda cerh ve tadil tearuz etmiş olur. Eğer tadil edenlerin sayısı daha fazla ise, bu durumda tadilin cerhe takdim edileceği söylenebilir. Şu kadar ki bu görüş zayıftır. Çünkü cerhin takdim edilme sebebi, cerheden kişinin ilave bir bilgiye sahip olmasıdır ve bu ilave bilgi sayı çokluğu sebebiyle ortadan kalkmaz.[19]

C. Tezkiye:


Tezkiye, ya söz ile, ya kendisinden rivayette bulunmak ile, ya onun rivayet ettiği bir haberle amel etmek ile ya da onun şahitliği ile hüküm vermekle olur. Bu dört biçimden en üstünü söz ile olandır.

1) söz ile yapılan tezkiye ´o adil biridir; çünkü ben onun şu şu durumlarını biliyorum´ demekle olur. Adalet şartlarını bilen biri iken, tadil sebebini zikret­mezse, bu da tezkiye sayılır.

2) ikincisi, ondan rivayette bulunmaktır. Birinden haber rivayet etmenin ta­dil sayılıp sayılmayacağında ihtilaf edilmiştir. Sahih olan şudur: eğer bu kişinin adetinden veya sarih sözünden, sadece adil olan kişilerden rivayette bulunulması­nı caiz gördüğü biliniyorsa, bu kişinin birinden rivayette bulunması onu tadil etti­ği anlamına gelir. Aksi halde, rivayeti tadil sayılmaz. Zira çoğunluk ravilerin adeti, her duydukları kişiden rivayette bulunmaktır. Bunlardan rivayette bulun­dukları kişileri hayırla anmaları (sena) istense susup kalırlar. Zaten yaptığı riva­yette de tadili açıkça ifade eden bir şey yoktur.

Denirse ki:

Birini fısk ile tamsa ve daha sonra ondan rivayette bulunsa, dinde saptırma yapmış olur.

Deriz ki:

Biz başkasının (bu rivayete göre) amel etmesini vacip görmüyoruz. Fakat o kişi, ´ben falancanın şöyle dediğini duydum´ demiş ve bunda da doğru söylemiş­tir. Öte yandan bu kişi, fısk veya adalet ile tanımadığı birinden rivayette bulun­muş ve araştırma işini, bu haberi kabul etmek isteyen kişiye havale etmiş olabilir.

3) ihtiyata hamiedilmesi veya kendisine uygun başka bir delil ile amel et­meye hamledilmesi mümkün olan bir haberle amel etmek tadil değildir. Amelin bu haberle olduğu yakinen bilinirse bu takdirde amel tadil sayılır. Zira; şayet, **** olmayan birinin haberiyle amel edecek olsaydı fasik olacak ve adaleti batjl ola­caktı.

Denirse ki:

Bu kişi, belki de fışkın olmayışı ile birlikte salt müsliimanlığın adalet oldu­ğunu zannetmektedir.

Deriz ki:

Bu durum, söz ile yapılan tadil için söz konusu olabilir. Biz de zaten amelin söz gibi olduğunu söylüyoruz. Bu ihtimal, adalet sebebinin zikredilmesiyle orta­dan kalkar. Bizim söylediklerimiz mutlak tadil ile yetinmenin ayrıntısıdır. Zira sebebin zikredilmesi şart olsaydı, nikah ve alım satım şahitliğinde tüm sıhhat şartlarının zikredilmesi de şart olurdu ki bu pek yerinde değildir.

Denirse ki:

Belki de kendisi onu adalet ile, bir başkası ise fısk ile tanımaktadır.

Deriz ki:

Cerhedilmiş birinin tadilinde olduğu gibi, onu fısk ile tanıyan kişinin, amel etmesi elbette gerekmez.

4) şahitliği ile hüküm verilmesi: bu şekildeki tadil, söz ile yapılan tadilden daha kuvvetlidir. Ancak birinin şahitliğiyle ve haberiyle hüküm verilmemesi cerh sayılamaz. Çünkü bazen adil kişilerin şahitliğinde ve rivayetinde de, cerh dı-şindaki diğer sebepler yüzünden tereddüt edilebilir. Kaldı ki amelin terkedilmesi [t 164] mutlak cerhe bir ziyade getirmemekledir. Çoğunluk alimlere göre bu makbul de­ğildir, özetle söylemek gerekirse, amelin tezkiyesi için, takdim veya başka bir delil gibi bir yön ortaya çıkmazsa, amelîn terkedilmesi, mutlak cerh gibi olur.[20].

D. Sahabenin Adaleti:

Ümmetin selefine ve halefin çoğunluğuna göre sahabenin adaleti allanın onları kitabında tadil etmesi ve övmesi sebebiyledir. ALLAH teaia şöyle buyur­muştur: ´siz insanlar için çıkırılmış en hayırlı ümmetsiniz´ {al-i ımran, 3/110}; ´sizi böylece orta bir ümmet kıldık ki, insanlara şahit olasınız´ {bakara, 2/143}. Bu hitap, o asırda mevcut olan kişilere yapılmı...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:56:07
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #3 : 07 Nisan 2010, 11:56:07 »


Mesele: (mana ile rivayet)

Hadisi, lafzıyla değil de, mana ile nakletmek, hitabın vaki oluş yerlerini ve lafızların inceliklerini bilmeyen kişilere haramdır. Muhtemel ile muhtemel olma­yan; zahir ile daha zahir ve genel ile daha genel arasındaki farkı bilenlere gelin­ce; şafiî, malik, ebû hanîfe ve fakihlerin çoğunluğu, eğer anlamışsa hadisi ma-naen nakletmesini caiz görmüşlerdir. Kimileri de ancak, bir lafzı müradifiyle ve anlam bakımından kendine eşit bir lafızla değiştirmesini caiz görmüşlerdir. Bu da ´kuûd´ yerine ´cülus´, ´ilim´ yerine ´marifet´, ´istitaat´ yerine ´kudret´, ´ibsâr1 yerine ´ihsas bi´1-basar1, ´hazr´ yerine ´haram´ lafızlarını kullanmak gibi, kendisinde hiç bir kuşku bulunmayan eşanlamlı lafızları kullanmakla olur.

Özetle söylemek gerekirse; istinbat ve anlama bakımından farkılılık söz ko­nusu olmayacak biçimde mana ile nakil yapılabilir. Ancak mana olarak nakil, sa­dece kesin olarak anladığı haberler için geçerlidir. Kesin olarak değil de, araştın-cılar/düşünücüler arasında farklılığın olabileceği bir istidlal türüyle anladıkları hususlarda ise manaen nakil caiz değildir. Manaen naklin alim için caizliğine de­lalet eden hususlardan biri, yabancılara şer´i kendi dilleriyle anlatmanın caizli-[ı, 169] ğindeki icmadır. Arapçanın, yabancı bir dile çevrilmesi caiz olunca, arapça bir lafzın, kendine müradif ve denk başka bir arapça lafızla değiştirilmesi haydi hay­di caiz olur. Aynı şekilde hz. Peygamberin elçileri, hz. Peygamberin emirlerini gittikleri bölgede konuşulan dille tebliğ ediyorlardı. Yine hz. Peygamberin şeha-detini işiten biri, hz. Peygamberin şehadeti üzerine başka bir dilde şahitlik edebi­lir. Manaen naklin caizliğinin bir başka delili şudur: biz biliyoruz ki lafızda her hangi bir teabbüd yoktur ve amaç mananın anlaşılması ve bunun insanlara ulaştı­rılmasıdır. Bu husus, teşehhüd, tekbir vs. Gibi lafızla teabbüd olunan şeyler gibi değildir.

Denirse ki:

Hz. Peygamber " benden bir söz işitip, onu koruyan ve işittiği gibi akta­ran kişinin yüzünü ALLAH ak etsin! Kendisine tebliğ yapılan öyle kişiler var­dır ki, sözü doğrudan işitenden daha kavrayışlıdır; nice fıkıh taşıyıcısı var­dır ki fakih değildir; niceleri de fıkhı kendilerinden daha fakih olanlara ta­şır" demiştir.

Deriz ki:

Hüccet işte budur. Çünkü illet burada zikredilmektedir ki bu illet insanların anlayış (fıkh) açısından farklı oluşlarıdır. İnsanların hakkında farklılık gösterme­dikleri eşanlamlı lafızlar, buna engel değildir. Bu hadisin kendisi bile, anlam de-ğişmeksizin birbirinden farklı lafızlarla nakledilmiştir. Her ne kadar bu farklı la­fızların hepsinin, değişik zamanlarda hz. Peygamber tarafından ifade edilmiş ol­ması mümkün ise de, ağır basan taraf, bunun bir tek hadis olup farklı lafızlarla nakledilmesi d ir. Nitekim bu hadis rahimallahu imreen´, ´naddarallahu imre-en´ şeklinde; yine ´rubbe hamili fıkhın la fıkhe leh´ ve ´rubbe hamili fıkhın ğayru fakih´ şeklinde de rivayet edilmiştir. Aynı şekilde sahabe bir hutbeyi, bir olayı değişik lafızlarla nakletmiştir. Bu da manaen naklin caizliğini gösterir.

Mesele: (mürsel haber)


Mürsel haber, malik, ebû hanîfe ve daha birçoklarına göre makbuldür. Şafiî ve kadı´ya göre ise merduddur ve tercihe şayan olan görüş de budur.

Mürsel hadis şu şekildedir: hz. Peygambere muasır olmayan birinin ´Hz. Peygamber dedi ki´ demesi veya ebu hureyre´ye muasır olmayan birinin ´ebu hureyre dedi ki´ demesidir. Mürselin makbul olmamasının delili şudur: hadisi bu şekilde rivayet eden kişi şayet bu hadisi kendisinden rivayet ettiği şeyhini, tadil etmeksizin, zikretmiş olsaydı, belki o kişi bizce tanınmıyor (meçhul) olarak kala­cak ve onu kabul etmeyecektik. Adını hiç zikretmediği zaman ise bu tanımazlık daha da artmaktadır. Kendisini tanımadığımız birinin adaletini nasıl bilebiliriz!

Denirse ki: adil birinin rivayette bulunmuş olması, atlanan kişiyi tadil et­mek demektir.

Deriz ki: buna iki yönden cevap verilebilir:

A) biz bu anlayışı kabul etmiyoruz. Çünkü adil kişi bazen öyle birinden ri­vayette bulunur ki, o kişi hakkında kendisine bir şey sorulunca duraksar veya onu cerheder. Biz öylelerini gördük ki, kendisinden rivayette bulundukları kişi hak­kında bir şey sorulunca bazen onu tadil etmişler, bazen de cerh etmişler veya bil­miyoruz demişlerdir. Mürsel haberde ravi, kendisinden rivayette bulunduğu kişi­nin adaleti hakkında susmaktadır. Şayet cerhi zikretmeyip susmak tadil olacak olsaydı, tadili zikretmeyip susmak da cerh olurdu ve ravi kendisinden rivayette bulunduğu kişiyi cerh ettiğinde kendi kendisini yalanlamış olurdu. Fer´in şehade-ti, açıkça belirtmediği sürece, aslın tadili anlamına gelmez. Rivayet ve şehadetin bazı taabbudî noktalarda birbirinden ayrılması, tıpkı cerhedilmişin ve tanınmazın

Rivayetinin caiz olmayışı kovıûsunda bir farklılık gerektirmediği gibi, bu noktada da ayrı olmalarını gerektirmez. ´Adil kişi, ancak adil kişinin şehadeti üzerine şe-hadet edebilir´ demek caiz. Olmadığına göre, rivayet hususunda da caiz değildir ve rivayet konusunda, haklarında araştırma yapabilmek için şeyhin ve aslın zatını tanımak gerekir.

Denirse ki:

İi, 170] rivayette ´an fulan an fulan...´ (an´ana) usulü yeterlidir. Halbuki ravinin Reva fulanun an fulanın an fulanin´ sözü falanın falandan duymadığı; aksine bunun kendisine bir vasıta ile ulaştığı ihtimalini taşımaktadır ve bu ihtimale rağ­men kabul edilmektedir. Halbu ki aynı durum şehadet hususunda kabul edilme­mektedir.

Deriz ki:

Bu durum tanınmazın rivayetinde bir farkı gerektirmediğine göre, -ki mür-sel haber bir tanınmazdan rivayet edilmektedir-, mürselin kabul edilmemesini ge­rektirir. Öle yandan an´ana metodu katipler arasında süregelen bir yaygın uygula­madır. Onlar her ismin yanına ´reva an fulanin semaen minh´ ibaresini yazmaya biraz üşenmişler, biraz da kağıt ve zaman israfından kaçınmışlar ve bu yüzden böyle bir kısaltma yapmışlardır. Kaldı ki bu usulle yapılan rivayet, ancak, riva­yette bulunan kişinin bununla sema´ı kastettiğinin -ya sarih lafzıyla veya adetiy-le- bilinmesi durumunda kabul edilmektedir. Eğer ravi sema´ı kastetmiyorsa, ha­disin müsned olması da mürsel olması da muhtemeldir; dolayısıyla kabul edil­mez.

B) Biz -cedel olarak- rivayetin tadil anlamına geleceğini kabul etsek bile, sebep zikredilmediği sürece, onun bu mutlak tadili kabul edilemez. Ravi bunu adil ve sika birinden duyduğunu tasrih etse bile bunun kabul edilmesi gerekmez. Mutlak tadil kabul edilecek olsa bile, bu, ancak kendisi (zatı) bilinen fakat fışkı bilinmeyen bir kişi hakkında olabilir. Zatını tanımadığımız kişiye gelince; ravi şayet bu kişiyi zikretmiş olsaydı belki de biz tadil eden kişinin bilmediği bir fış­kını biliyor olabilirdik. Her bir mükellef hakkında, eğer kendisi kendini tanıt­maktan aciz ise ancak bu takdirde başkasının tanıtmasıyla iktifa edilebilir. Zatı tanınmayan birinin, bundan aciz olup olmadığı bilinemez. Benzer gerekçeyle, as­lı tanıtmadığı ve belirlemediği sürece, fer´î şahidin tadili kabul edilmez. Çünkü belki de hakim onu (as!) Fısk ile tanımaktadır.

Mürsel haberi kabul edenler, sahabe ve tabiun´un adil´in mütselini kabul ko­nusundaki ittifakını gerekçe göstermişlerdir. Nitekim pekçok hadis rivayet etmiş olmasına rağmen tbn abbas, yaşının küçüklüğü sebebiyle, hz. Peygamberden sadece dört hadis duymuştur ve bu durumu kendisi ´riba nesiededir´ hadisinde açıkça dile getirerek ´bunu bana üsame b. Zeyd haber verdi* demiştir. Yine ibn abbas ´hz. Peygamber akabe cemresini atincaya kadar telbiye yapardı[26] di­yerek rivayette bulunmuş; kendisine başvurulunca da "bunu bana kardeşim fazl b. Abbas haber verdi´ demiştir. Aynı şekilde ibn ömer hz. Peygamberden "kim cenaze namazı kılarsa, ona bir şu kadar (kırat) sevap vardır"[27] dediğini riva­yet etmiş, daha sonra bunu ebu hureyre´den duyduğunu söylemiştir. Ebu hurey-re "kim ramazanda cünüp olarak sabahlarsa, orucu bozulmuştur" hadisini, ´bunu ben söylemiyorum, kabe´nin rabbine yemin olsun ki bunu muhammed (s) söyle­di´ diyerek, rivayet etmiş; kendisine ısrarla sorulunca da ´bunu bana fadl b. Ab­bas haber verdi´ demiştir. Berâ b. Azib de ´size aktardığımız hadislerin hepsini biz hz. Peygamberden duymuş değiliz; bir kısmını o´ndan duyduk; birkısmını da o´riun arkadışlarından´ demiştir. Tabiuna gelince; nehaî, "eğer ´haddesenî fula-nun an abdillah´ dersem, bana hadisi nakleden odur. Eğer ´kale abdullah´ der­sem, bunu birçok kişiden işitmişimdir´1 demiştir. Daha birçok tabiîden mürsel ha­disi kabul ettikleri nakledilmiştir.

Cevap: bu gerekçeye iki yönden cevap verilebilir;

A) bunlar doğrudur ve sahabenin birkısmının mürsel haberleri kabul ettiğini gösterir. Ne var ki bu konu içtihadı bir konudur ve bu konuda kesinlikle icma sa­bit olmaz. Öte yandan zikredilen bu örneklerden, sahabenin birkısmının da mür­sel haberleri kabul etmediği anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki mertebelerinin yü­celiğine rağmen ibn abbas, ibn ömer ve ebu hureyre ile tartışmışlardır. Elbette [ı, 17i ki bu tartışma, onların adaletlerinden kuşku duydukları için değil, fakat ravinin açığa çıkması içindir.

Denirse ki:

Sahabenin birkısmı mürsel haberi kabul etmiş, bir kısmı da susmuş ve böy­lece icma gerçekleşmiştir.

Deriz ki:

Biz diğerlerinin susmasıyla, üstelik içtihada açık bir meselede, icma´ın sabit olacağını kabul etmiyoruz. Tam tersine diğerleri belki de, içlerinden inkarı gizle­yerek veya bu meselede kararsız kaldıklen için sükut etmişlerdir.

B) Mürsel haberleri inkar edenlerin bir kısmı sahabi´nin mürselini kabul et­miştir. Çünkü sahabi, bir başka sahabiden nakletmektedir ve sahabenin tamamı adildir. Kimileri de buna tabiun´un mürsellerini de katmıştır. Çünkü tabiiler de sahabeden rivayette bulunmaktadır. Bazıları da sadece büyük tab...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

07 Nisan 2010, 11:56:31
ღAşkullahღ
Muhabbetullah
Admin
*
Çevrimdışı Çevrimdışı

Cinsiyet: Bay
Mesaj Sayısı: 25.839


Site
« Yanıtla #4 : 07 Nisan 2010, 11:56:31 »


B. Sünnet´e Dayanılması:

En sağlam dayanak budur. Burada "ümmetim hata üzerinde birleşmez´[39]

Hadisine tutunulmaktadır. Bu hadis lafız bakımından daha kuvvetlidir ve amaca daha iyi delalet etmektedir. Ne var ki bu hadis, kitâb gibi mütevatir değildir. Ki-tab ise mütevatirdir fakat nass değildir. Bu hadisi delil haline getirmek için şöyle bir yol takip etmelidir; hz. Peygamberden, *bu ümmetin hatadan masum olduğu´ anlamı aynı olmakla birlikte farklı lafızlarla birbirlerini destekleyen pek çok riva­yet gelmiş ve ömer, ibn mes´ûd, ebû saîd el-hudrî, enes b. Mâlik, ıbn ömer, ebû hureyre, huzeyfe b. El-yemân gibi gözde ve güvenilir sahabilerin dilinde

"ümmetim dalalet üzerinde birleşmez" [40]

"ALLAH benim ümmetimi dalalet üzerinde toplamaz´[41] ,

"allahtan, ümmetimi hata üzerinde birleştir/memesini istedim; bunu ba­na verdi"[42]

"kim cennetin orta yerine kurulmaktan hoşlanıyorsa, cemaatten ayrıl­masın. Çünkü cemaatin duası (davet), onları çepeçevre kuşatır"[43]

"şeytan tek kalan kişi ile birliktedir ve iki kişiden uzaktır"[44] gibi ve yine

"Allanın eli topluluğun üzerindedir"-[45] ,

"ALLAH, ayrılıp tek kalanların ayrılışlarına değeq vermez´ ,

"Ümmetim içerisinde hak üzerinde apaçık kalan ve muhalif kalanların zarar veremeyeceği bir topluluk sürekli bulunacaktır"[46] -bir rivayette, ´...

??onlara isabet edecek mihnet (sıkıntı) dışında, muhalefet edenlerin muha­lefetinin zarar veremeyeceği bir topluluk...[47] Şeklinde geçmektedir-,

"kim cemaatin dışına çıkarsa veya cemaatten bir karış ayrılırsa islam taahhüdünü (ribka) boynundan atmış olur´

"kim cemaatten ayrılıp da ölürse, bu ölüş cahilîye ölüşü gibidir[48] biçi­minde yaygınlaşmıştır.

İşte bu haberler, sahabe ve tâbiûn arasında yaygın ve açık olarak bizim za­manımıza kadar devam etmiş, selef ve haleften hiç kimse bunlara dil uzatmamış-tır. Hatta, bu haberler, ümmete muvafakat ve muhalefet edenlerce de makbul sa­yılmıştır. Ümmet gerek dinin temel konularında (usûlü´d-dîn) gerekse fer´î konu­larında bu haberlerle halen ihticac etmektedir.

[ı, 176] denirse ki:

Tek tek kişilerin nakli ilim ifade etmezken ve tek tek bu haberlerin mütevatir olduğunu iddia etmek de mümkün değilken, bu haberler nasıl hüccet olabilir?

Deriz ki: hüccet şekli şu iki yolla izah edilebilir;

Birl.ci yol: biz, her ne kadar, tek tek her biri mütevatir olmasa bile, bu fark­lı haberlerin toplamıyla, hz. Peygamberin, bu ümmetin konumunu (şe´n) yücelt­tiği ve hatadan masum olduğunu haber verdiği hususunda zaruri bilgi gerçekleşe­ceğini iddia ediyoruz. Buna benzer haberler sebebiyle, kendimizi, ali´nin yiğitli­ğini, hâtem´in cömertliğini, şafiî´nin fakihliğini, haccâc´ın hatipliğini, hz. Pey­gamberin diğer eşlerine nazaran aişe´ye kalben daha meyilli olduğunu ve hz. Peygamberin, arkadaşlarını yüceltip övdüğünü bilmeye mecbur hissetmekteyiz. Bu hususlardaki haberler tek tek mütcvatir olmasa bile, hatta tek tek ele alınıp in­celendiğinde her bir ravinin yalan söylemiş olabileceği mümkün olmakla birlikte, bu haberlerin toplamı için aynı şey mümkün değildir. Bu, tek tek düşünüldüğün­de her birinde ihtimal bulunan, fakat topluca ele alındığında ihtimal durumu orta­dan kalkan ve neticede zaruri bilgi hasıl olan ´karineler toplamı´ndan elde edilen bilgiye benzemektedir.

İkinci yol: biz bu haberlerin zarurî bilgi değil de istidlali bilgi gerektirdiğini iddia ederiz. Şöyleki;

A) bu haberler, sahabe ve tâbiûn arasında meşhur olup, onlar, icmâ´ı isbat hususunda bu haberlere tutunuyorlar ve nazzâm zamanına kadar hiç kimse bu haberler konusunda muhalif bir görüş ve inkar öne sürmemiştir. Halbuki norma) şartlarda (müstekarru´1-ade), birbirini takip eden asırlarda ümmetlerin sahihliği yönünde hüccet kaim olmadığı sürece bir şeyi kabulde uyuşmaları imkansızdır. Çünkü, tabiatlar değişik olduğu gibi, amaçlar ve kabul ve red hususundaki mez­hepler farklıdır. Bunun içindir ki, haber-i vahid ile sabit olan hükümler, hiç bir zaman karşı görüş ileri sürülmekten ve tereddüd izharından kurtulamamıştır.

B) bu haberlerle ihticac edenler, bu haberler ile kesin bir aslı isbat etmişler­dir ki, bu asıl, kendisiyle kur´an ve mütevatir sünnet üzerine hükmedilebilen icmâ´dır. Norma! Şartlarda (fi´l-âde) kesin olan kitab´ı kaldıran bir haberi kabul etmek imkansızdır. Ancak, bu haber kesin bir dayanağa istinad ediyorsa, bu tak­dirde bu haber kabul edilebilir. Kesin olan şeyin, kesin olmayan bir şey ile kaldı­rılması bilinen bir husus değildir. Zaten hiç bir kimse buna hayret etmemiş ve hiç kimse kesin olan kitabı, sıhhati bilinmeyen bir habere istinad eden icmâ´ ile nasıl kaldırıyorsunuz dememiştir. Nazzam zamanına kadar ümmetin tamamının bun­dan gaflet edip de bunu özellikle ve sadece nazzâm´ın farketmış olması tasavvur edilebilir mi!

İşte bu haberlerle istidlal etme biçimi bu şekildedir.[49]

İcmâ´ı İnkar Edenlerin Bu Haberler Karşısındaki Tavrı:

İcmâ´ı inkar edenler, bu haberler karşısında üç ayrı konumdadırlar. Kimileri bu haberleri reddetmiş, kimileri tevil etmiş, kimileri de başka haberlerle bunlara muaraza etmişlerdir.[50]

1) Redd

Burada dört soru vardır;

1. Soru: belki de bir kişi bu haberlere muhalefet etmiş ve bunları reddetmiş­tir. Fakat bu nokta bize nakledilmemiştir.

Cevap: böyle bir şey, adelen imkansızdır. Zira icmâ´, dinin temellerinin (usulü´d-din) en büyüğüdür. Şayet birisi buna aykırı davransaydı, bu konuda işin boyutu büyür ve hilaf yaygınlık kazanırdı. Nitekim sahabenin, ´ceninin diyeti´, ´haram meselesi´ ve ´şarap içme haddi´ gibi konulardaki tartışmaları silinip git­memiştir. Bu gibi tali meselelerde bile hilaf silinip gitmezken, nefyi ve isbatı hu­susunda hataya düşenlerin dalalet ve bid´ate nisbet edildikleri büyük bir asıl hu­susundaki hilaf nasıl silinip gidebilir! Diğer taraftan, nasıl oluyor da değeri düşük ve mertebesi ucuz olan nazzamın hilafı yaygınlık kazanıyor da, sahabe ve [ı, 177] tâbiûnun büyüklerinin hilafı gizli kalıyor. Bu, aklın alabileceği bir şey değildir.

2. Soru; siz, önce haber ile icmâ´a istidlal ediyorsunuz; ondan sonra da icmâ´ ile bu haberin sıhhatine istidlal ediyorsunuz. Farzedelim ki, onlar haberin sıhhati üzerinde icmâ1 etmiş olsunlar. Peki onların, sahihliği konusunda icmâ´ ettikleri şeyin sahih olduğunun delili nedir? Zaten aramızdaki tartışma da bu konudadır.

Cevap: hayır mesele sizin tasvir ettiğiniz gibi değildir. Aksine biz, icmâ´a haber ile istidlal ettik; bu haberin sıhhatine ise, gelip geçen asırlarda bu habere karşı çıkîlmaması ve muaraza edilmemesi ile istidlal ettik. Çünkü âdet, kendisiy­le kat´i şeyler (kavâti1) hakkında hüküm verilen kesin bir aslın, sıhhati bilinmeyen bir haberle isbat edilmesini inkar etmeyi gerektirir. Böylece biz haberin kesin oluşunu, icmâ´ ile değil, âdet ile bilmiş oluyoruz. Adet, kendisinden bazı bilgile­rin edinildiği bir asıldır. Msl. Kur´an´a muaraza edildiği ve bu muarazanın sonra­dan kaybolduğu şeklindeki iddianın batıl olduğu, imametin nass ile olduğu, duha namazının ve şevval orucunun vacip olduğu gibi iddiaların batıl olduğu, hep âdet ile bilinir. Çünkü şayet böyle olsaydı, adeten bunları sükut geçmek imkansız olurdu.

3. Soru: peki, öncekîlerin´belki de icmâ´ı bu haberlerle değil de, başka bir de-\il\e isbat etmiş olabileceğini söyleyenlere ne diye karşı çıkıyorsunuz?

Cevap: onlar, cemaate muhalefet etmeye engel olma, cemaatten ayrılanları ve muhalefet edenleri tehdid hususunda bu haberlerle ihticac etmişlerdir. Bu, yu­karda söylenenden daha evladır. Şayet onların bu hususta başka bir dayanakları olsaydı, bu dayanak ortaya çıkar ve yaygınlaşırdı. Nitekim onların bu hususta ayetlere tutundukları da rivayet edilmektedir.

4. Soru: peki, madem ki sahabe bu haberlerin sıhhatini biliyordu da niçin tâbiûna bu haberlerin sıhhat yolunu zikretmedi. Zikretmiş olsalardı şüphe ortadan kalkar ve tâbiûn da onlarla müşterek bilgiye sahip olmuş olurdu.

Cevap: çünkü sahabe, hz. Peygamberin bu ümmetin masumluğunu bildirmeşini, hz. Peygamberin bu ümmetin hata etmekten korunmuş olduğunu açıkla­ma kasdına zaruri olarak delalet eden karinelerin, emarelerin, lafız ve sebeplerin tekrarlarının toplamıyla anladılar. Bu karineler, nakledilemez ve ibarelere sığ­maz. Şayet sahabe bu karineleri hikaye edecek olsaydı, bu anlatımların tek tek her birine yine ihtimal girecekti. Bu bakımdan sahabe, tâbiûn´un, kesin bir aslın meşkuk haber ile sabit olamayacağı ve adcien böyle bir haberin kabul edilemeye­ceği yönündeki bilgisiyle yelindiler. Bu suretle âdel tâbiûn hakkında anlatımdan daha kuvvetli olmuştur.[51]

2) Te´vil

Îcmâ´ı inkar edenlerin bu haberlere ilişkin üç tevili vardır.

Birinci tevil:

Hz. Peygamberin "ümmetim dalalet üzerinde birleşmez" sözü, küfür ve bid´atten haber vermektedir. Belki de hz. Peygamber, ümmetin tamamının tevil ve şüphe yoluyla küfürden korunmuş olmalarını kastetmiştir. Hadisin diğer riva­yetlerinde geçen ´hata´ lafzı mütevatir değildir. Bu lafızla gelen rivayetler sahih olsa bile; hata lafzı, genel bir lafız olup küfre hamledilmesi mümkündür.

Cevap; dalâl, lügatteki konumu itibariyle küfür anlamına uygun düşmez. Nitekim ALLAH teala peygamber hakkında ´seni bilgiden habersiz (dâll) olarak bulup da hidayet etmedi mi´ (duhâ, 93/7) demektedir. Yine musa´dan haber ve­rerek ´tamam, o kabahati işledim ve hata edenlerden (dallın) oldum´ (şuarâ, 26/20) demektedir. Musa her halde bu sözüyle kafir olduğunu değil, hata etmiş bulunduğunu söylemek istiyor. Arapçada ´dalle fulanun ani´t-tarîk´ ve ´dalle sa´yu fulanin´ denilir ki, bütün bu kullanımlar ´hata etmek´ anlamına g...
[Bu mesajın devamını görebilmek için kayıt olun ya da giriş yapın
Bu Sayfayi Paylas
Facebook'a Ekle
Kayıtlı

Sayfa: [1] 2 3   Yukarı git
  Yazdır  
 
Gitmek istediğiniz yer:  

TinyPortal v1.0 beta 4 © Bloc
|harita|Site Map|Sitemap|Arşiv|Wap|Wap2|Wap Forum|urllist.txt|XML|urllist.php|Rss|GoogleTagged|
|Sitemap1|Sitema2|Sitemap3|Sitema4|Sitema5|urllist|
Powered by SMF 1.1.21 | SMF © 2006-2009, Simple Machines
islami Theme By Tema Alıntı değildir Renkli Theme tabanı kullanılmıştır burak kardeşime teşekkürler... &
Enes