Ýslam Kavramlarý M-Z
Pages: 1
Salah By: armi Date: 18 Mart 2010, 19:35:43

SALÂH VE ASLAH




Mu´tezile´nin, "Vücub alellah" temel görüþü içinde kabul ettiði düþünce ve inançlardan biri.

Allahu Teâlâ´nýn, yarattýðý ve kendisine ibâdetle mükellef tuttuðu insanlardan herbiri için en uygun ve en salih olan þeyleri yaratmasý, yüce zâtýna vâcib (zorunlu) olur mu? Kul için aslâh (en iyi ve uygun) olan nedir? Bir kul için en uygun veya en faydalý olan þeyi yaratmak Allah (c.c) üzerine vâcib olur mu? Vâcib olur ise, bunlar dünya hayatý için mi, âhiret hayatý için mi, yoksa her ikisi için midir? Ýþte bu sorularýn cevabýný araþtýran Kelâm âlimleri ve Mu´tezile tarafýndan "Salâh ve Aslah" adý altýnda incelenen bu konu, Allah´ýn fiilleri ile yakýndan ilgilidir.

Bilindiði gibi, Allah´ýn fiillerinin baþýnda "halk ve icad", yani "yaratmak" fiili gelir. Kullarýn menfaatýna en uygun olan þeyleri Hâk Teâlâ´nýn yaratmasýnýn yüce zâtýna vâcib (zorunlu) olup olmadýðý hususu, Allah (c.c)´in "yaratma fiili" ile, dolayýsýyla "irade ve kudret" sýfatlarý ile doðrudan alakalýdýr. Ehl-i Sünnete göre Allah´ýn fiilleri yüce zâtýnýn (ulühiyyetinin, ilâhlýðýnýn) icabý olmayýp; O´nun ilim, irade, kudret ve tekvin sýfatlarýnýn birer taalluku ve eseri olarak "mümkinât"tan, yani câiz olan þeylerdendir. Bu fiiller, "vâcibâttan" yani mutlaka olmasý zarurî þeylerden deðildir. Çünkü bu fiiller, Zât-ý Ýlâhî´den zaruri (zorunlu) olarak deðil, hür bir irâde ve ihtiyar yoluyla meydana gelir. Çünkü Allah Teâlâ, fâil-i muhtar´dýr. O´na iradesi dýþýnda hiç bir þeyi yapmak vâcib olmaz.

Allah Teâlâ´yý tenzih ve yüceltme fikrine dayanan bu temel görüþe raðmen, Ýslâm´da itikâdî mezheplerin en meþhurlarýndan olan Mu´tezile alimleri bu konuda, "kul için aslâh, yani en uygun veya en faydalý olan þeyi yapmak, Hak Teâlâ´ya vâcibtir" demiþler ve bir ekol olarak bu temel görüþ üzerinde birleþmiþlerdir. Böyle bir görüþe sahip olmalarý, halk-ý ef´al-i ibad konusu ile Hüsün ve Kubuh meselesindeki görüþlerinden doðmuþtur. O halde "Salâh ve Aslâh" problemi, bu iki aslî mes´eleden doðan tâli bir inanç konusu sayýlýr. Bu esasa göre; Ehl-i Sünnet âlimleri ile Mu´tezile kelâmcýlarý arasýnda itikadî ana meselelerde çýkan görüþ ayrýlýklarýndan doðan önemli bir tartýþma konusu da, "Salâh ve Aslah" meselesidir. Özetlenen bu iki ana fikirden hareketle; "Allah Teâlâ´nýn, insanlarýn her birinin menfaatýna en uygun ve bu sâlih olan þeyleri yaratmasý vâcib midir?" sorusuna, Ehl-i Sünnet âlimleri "hayýr" derken; Mu´tezile mensuplarý "evet" diye cevap vermiþlerdir.

Gerçekte bu konuda iki ana mezheb vardýr: Biri, Ehl-i Sünnet, diðeri Mu´tezile... Ehl-i Sünnet mezhepleri olan Eþariyye vc Mâtürîdiyye, bu konuda esas ve delil yönünden bir olduklarý gibi, aralarýnda önemli bir görüþ farký da yoktur. Mu´tezile ise; "kul için aslâh olan her þey, Allah hakkýnda vâcibtir" ana hükmünde birleþtikten sonra, "aslah"ýn manasýnda, bunun dünya hayatý için mi, âhiret hayatý için mi, yoksa her ikisi için mi olduðu hususunda görüþ ayrýlýðýna düþmüþ ve üç ayrý mezhep olarak ortaya çýkmýþtýr. Bunlar; Baðdad Mu´tezilîleri mezhebi, Basra Mu´tezilîlerinin çoðunluðu (cumhuru) mezhebi ile, Basra Mu´tezilîlerinden Ebu Ali el-Cübbâî mezhebidir (Bu mezheplerin görüþleri ve delillerinin tartýþmalarý için özellikle bkz. et-Taftazanî, Þerhul Akâid en-Nesefiyye ve Hâþiyeleri, Kahire 1939, s. 389-395; M. Yusuf eþ-Þeyh, Müzekkerât fi´t-Tevhid, Kahire 1954, IV, 37-44, 48; Salih Musa Þeref, Müzekkirât et-Tevhid, Kahire 1954, IV, 35-45, Ýmamul-Harameyn el-Cüveynî, Kahire 1950, s. 287-299; Ali Arslan Aydýn, Ýslâm Ýnançlarý (Ýlm-i Kelâm) Ýstanbul 1984, I, 389-392, 396-397).

Ehl-i Sünnet, yukarda özetlenen ana fikirden hareketle "fâil-i muhtar" olan Allah Teâlâ´ya herhangi bir fiili iþlemek, hiç bir þekilde vâcib ve zorunlu olamaz. O halde; "kullarý için aslah olan, yani kulun menfaatine en uygun ve en sâlih olan þeyleri yaratmak, Allah (c.c) üzerine vâcib deðildir. Bu sebeple kul için aslâh olan bir þeyi terkedebilir" demiþlerdir. Bu ana esasta, Eþ´arîlerle Mâtürîdîler ittifak etmiþler, mezheplerini ispat etmek için ayný delilleri kullanmýþlar, hasýmlarýný ilzam için ayný metodu uygulamýþlardýr. Ancak, bu görüþ birliðinden sonra, Hâk Teâlâ´nýn kul için aslâh olan bir þeyi nasýl terk edeceði hususunda farklý görüþleri benimsemiþlerdir. Bunlardan Mâtürîdîlere ait olan görüþ þöyle özetlenebilir:

Allahu Teâlâ, kul için aslâh olaný; ilâhî hikmeti terketmeyi gerektirirse terkederek, onun yerine baþka bir þeyi yapabilir. Çünkü Hak Teâlâ´nýn fiillerinde mutlaka hikmet vardýr. Ýlâhî fiillerin bir hikmete dayanmamasý ise, Allah (c.c)´ýn münezzeh olduðu bir noksanlýktýr. Mâtürîdîler; "Hak Teâlâ´nýn fiillerinde mutlak hikmet ve menfaat gözetmek vardýr" derlerse de; "Allah üzerine vâcibtir" demezler. Ayrýca, "özel bir hikmet gözetimi vâcibtir" de demezler. Gerçekte "Allah´ýn fiillerinde mutlak hikmet gözetimi vardýr " sözü, "Hak Teâlâ üzerine hiç bir þey vâcib deðildir" hükmüne aykýrý düþmez. Çünkü Mâtürîdîler, kul için lütuf ve aslâh gibi "hususîyât" denilen þeylerde "vücubu" yani "mutlaka vuku bulmasý" esasýný reddederler.

Eþ´arîlerin görüþü ise þöyledir:

"Hâk Teâlâ kul için aslâh olan her þeyi, yani "mutlak aslâh"ý, terkedilmesini gerektiren bir hikmet olmasa dahi terkedebilir. Allah Teâlâ hakkýnda hiç bir þey vâcib deðildir. Onda "özel hikmetler" veya "mutlak hikmetler" bulunmasý bu hükmü deðiþtirmez" (Musa Salih Þeref, a.g.e., IV, 34, 35; Ali Arslan Aydýn, a.g.e., 388-389).

Ehl-i Sünnet âlimleri, temelde bir olan bu görüþlerini ispat etmek için birçok delil zikretmiþlerdir. Þöyle ki;

1- Eðer kul için aslâh olan, Allah (c.c) üzerine vâcib olsaydý; dünya ve âhirette azap gören fakir kâfiri hiç yaratmamasý gerekirdi. Çünkü onun için aslâh olan, hem mü´min hem de zengin olmak idi. Fakat bu tip insanlarýn yaratýldýðý müþahade ile sabittir. O halde, kul için aslâh olan, Hak Teâlâ´ya vâcib deðildir. Bilindiði gibi bu tip kâfirler, yoksulluk içinde kývrandýklarý için dünya hayatýnda periþandýrlar. Kâfir olduklarý için de, âhirette devamlý ve þiddetli azaba maruz kalacaklardýr. Halbuki bu gibiler için aslâh olan, hiç yaratýlmamak idi. Veya mükellef olmadan öldürülmek veya aklýnýn alýnmasý gerekirdi. Halbuki bunlarýn hiç biri olmamýþ; kâfir olarak yaþamýþ ve kâfir olarak ölüp sonsuz azaba müstahak olmuþtur. O halde, kul için aslâh olan, Hak Teâlâ üzerine vâcib deðildir.

2- Eðer kul için aslâh olan Allah Teâlâ´ya vâcib olsaydý; kullarý üzerine fazlý ve keremi, lütfu ve ihsaný, kullarýn da O´na minnettarlýðý olmaz; lütfettiði hidayet ve çeþitli nimetler sebebiyle þükredilmeye, hamdu senâya (haþa) hak kazanmazdý. Çünkü Allah (c.c), kullarýna karþý, ancak üzerine vâcib olaný, yani terketmesi mümkün olmayan þeyleri yapmýþ olurdu. Zira bunlarý yapmasa, Mu´tezile´ye göre Allah (haþa) bahil (pinti) ve sefih (!) olurdu. Bu sebeple, terkedemeyeceði bazý fiilleri yapmakla hamde ve þükre hak kazanamazdý. Bu ise; hem aklen hem de dinen bâtýldýr. Çünkü Hak Teâlâ´nýn sýrf kendi yüce iradesi ve lütfu keremi ile bütün insanlara genel, mü´minlere ise özel nimetler verdiði ve kendisine þükredilmesini istediði þu âyetlerle sabittir:

"Þüphe yok ki Allah (c.c) insanlar hakkýnda lütuf ve kerem sahibidir" (el-Bakara,2/243); Andolsun ki Allah (c.c), mü´minlere büyük lütufta ve ihsanda bulunmuþtur" (Âlu Ýmrân, 3/164); "Bana þükrediniz ve (nimetlerime) nankörlük etmeyiniz" (el-Bakara, 2/ 152).

O halde, kul için aslâh olan, Hâk Teâlâ´ya vâcib deðildir (bkz. Musa Salih Eþref, a.g.e., IV, 38-39; A. A. Aydýn, a.g.e., I, 393-394).

3- Eðer kul için aslah olan Allah Teâlâ´ya vâcib olsaydý, Cenab-ý Mevlâ´nýn sevgili Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)´e olan büyük lütuf ve ihsaný, müþriklerin reisi Ebu Cehil´e olandan daha fazla olmazdý! Çünkü Hâk Teâlâ onlardan her biri için aslâh olanlarý verdi. Saðlýklý ve özürsüz olarak yarattý, mükellef kýldý. Dilediðini yapma imkân ve kudretini her ikisine de tam olarak verdi. Bu esasa göre, eðer her ikisine karþý yapmasý vâcib olan aslâhý Allah (c.c) noksansýz ve farksýz olarak vermiþ oldu denirse, bu durumda Allah (c.c) en sevgili Peygamberi üzerine Ebu Cehil´e gösterdiðinden fazla lütfu ve ihsaný yoktu (!) demek gerekir. Böyle bir iddianýn bâtýl ve imkânsýz olduðu âþikârdýr. Zîra Cenab-ý Hakkýn, Rasûlü Ekrem (s.a.s) Efendimize en büyük þeref ve dereceyi, nimet ve faziletleri vermiþ olduðu ve bütün insanlara rahmet peygamberi olarak gönderildiði Kur´an´da sabittir: Muhakkak ki biz seni, ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiya, 21/107). O halde kul için aslâh olan, Allah Teâlâ´ya vâcib deðildir.

4- Ehl-i Sünnet, Mu´tezile´nin iddiasýný, dayandýðý esas bakýmýndan iptal etmek için de, "vücûb" kelimesinin manasýný tahlil ederek þöyle bir delil zikretmiþlerdir. Eðer kul için aslâh olan Allah Teâlâ´ya vâcib olsaydý, vücub; ya "onu terkedenin zemme (kötülenmeye) ve cezaya mustahak olduðu" anlamýna, veya; "fiilin Hak Teâlâ´dan, zarurî, yani iradesiz olarak meydana geldiði ve bu fiili önleme gücüne sahip olmadýðý (!)" manasýna gelirdi. Vücubun her iki manasýnýn da Hak Teâlâ hakkýnda kasdolunmasý asla düþünülemez. Zira, birinci mananýn kasdolunmasý, Cenâb-ý Hakkýn her hângi bir fiili terketmesi halinde zem ve ikaba müstahak olmasýný (haþa) gerektirir ki; bu, þer´an ve aklen muhaldir. Çünkü o, yegane Hâlýk ve yegane Mâliktir; fiillerinde mutlak irade, mülkünde mutlak tasarruf sahibidir; her hangi bir fiilinden dolayý cezaya (haþa) müstahak olamaz. Bu konuda Ýslam âlimleri arasýnda ittifak vardýr. Ayrýca; Hak Teâlâ´yý âdeta bir mükellef gibi tasavvur ederek O´na bazý vâcibleri yapmayý zarurî kýlmak, bâtýl bir kýyastan ve sapýk bir düþünceden baþka birþey deðildir. Ýkinci mananýn da bâtýl olduðu açýktýr. Çünkü o mana kastedildiði takdirde, bazý filozoflarýn sapýtarak iddia ettiði gibi, Hak Teâlâ´nýn küllî iradesini O´ndan selbetmek anlamý çýkar. Halbuki Allah (c.c) fâil-i muttak ve fâil-i muhtar´dýr. Bu konuda bütün Ýslam âlimleri icmâ ve ittifak halindedirler. Sözün özü; Allah Teâlâ´ya (Ehl-i Sünnete göre) hiç bir fiili iþlemek asla vâcîb deðildir (A.A. Aydýn, a.g.e., I, 392, 396; et-Taftazânî, a.g.e., 391-395).

Þu hususu da belirtelim ki; Baðdat Mu´tezilîleri; "Kullar için dünyada ve dinde aslâh olan þeyleri yapmak, Allah Teâlâ´ya vâcibtir" demiþler ve aslâha, "ahkem" yani hikmete ve tedbire en uygun olandýr, anlamý vermiþlerdir. Basra Mu´tezilîlerinin cumhuru ise; "Kullar için aslâh olan þeyleri yapmak, Hak Teâlâya vâcibtir. Ancak bu aslah, dünya´da deðil, yalnýz dindedir" demiþler; aslaha bir çok manalar vermiþlerdir. Bunlar; Aslâh, kul için dininde "enfa"´ yani "en faydalý olandýr", "Yalnýz dinde ikdar ve temkin vermektir", "Teklif vâki olduktan sonra sonsuz lütuf vermek, yani Hak Teâlâ´ya kullarýna karþý bilgisinde olan bütün lütuflarý son haddine kadar göstermek vâcibtir" demiþlerdir. Birinci manaya Mu´tezile reislerinden Ebu Ali el-Cübbâ"ý de katýlmakta ve "Allah (c.c)´ýn ezelî ilmine göre kul için dinde aslâh olan þeyleri yapmak Hak Teâlâ´ya vâcibtir" demektedir. Bilindiði gibi Cübbâî; vaktiyle kendisinden ders okuyan, sonra onu ve Mu´tezile mezhebini terkederek Eþ´ariyye mezhebini kuran Ýmam Ebu Hasan el-Eþ´arî tarafýndan, meþhur ihve-i selâse (üç kardeþ) konusunda ilzam edilmiþtir. Mu´tezile´nin beþ ana prensibinden biri olan "el-Menziletü beynel-Menzileteyn"; "Kebire (büyük günah) sahibi, ne mü´mindir ne de kâfir, belki o, fâsýktýr ve iki menzile arasýnda bir menzilededir" þeklinde özetlenen hükmü açýklayan Cübbâý´ye, Eþ´arî´nin; "Biri mü´min, biri kâfir, diðeri küçükken ölen üç kardeþin ahiretteki durumu ve her biri için aslâh olanýn yerine gelip gelmediði" tarzýndaki sorusuna Cübbaî makul cevap veremeyerek bocalamýþ ve þaþýrýp kalmýþtýr. Çünkü bu yanlýþ hükme ve aslâh esasýna göre, mükellef çaðdaki kâfirin hiç yaratýlmamasý veya çocukken öldürülmesi, çocuðun da büyüyerek mü´min olduktan sonra ölmesi ve cennete girmesi gerekirdi. Zira küfrün, kul için dininde aslâh olmadýðý, bilakis onu Cehennemde ebedî azaba mahkum ettiði âþikardýr (A. A. Aydýn, a.g.e., I, 389-391, TDV. Ýslâm Ansiklopedisi "Aslâh" mad. III, 495-496; el-Cüveynî, a.g.e., 287-292). Salâh ve Aslâh konusunun; Ehl-i Sünnet ile Mu´tezile arasýnda ihtilâf konularýndan ve Mu´tezile´nin beþ ana esasýndan biri olan "el-Va´d vel-Vaîd" meselesiyle de yakýn ilgisi vardýr (bk. "Va´d ve Vaîd" maddeleri).

Ana kaynaklara göre, Mu´tezile mezheplerinin özetlediðimiz ortak görüþlerini ispat eden meþhur bir delili vardýr. Diyorlar ki: "Eðer kul için aslâh olaný terketmek câiz olsaydý; Allah Teâlâya, âciz olmak veya cehalet veya bahillik veya sefihlik (hafiflik) veya abes iþ yapmak (haþa) câiz olurdu. Fakat bu sayýlanlar Hak Teâlâ hakkýnda muhaldir, batýldýr. O halde O´nun aslâhý terketmesi câiz deðildir. Çünkü aslâh olaný terketmesi eðer onu yapmaya kaadir olmadýðýndan dolayý ise, âciz olmasý; kaadir fakat onu bilmediði için ise, câhil olmasý; bildiði halde yapmazsa, bahil olmasý icap eder. Bütün bu noksanlýklar Allah (c.c) hakkýnda muhal olduðundan, kul için aslâh olaný yapmasý vâcib olur" (S.M. Þeref, a.g.e., IV, 42; A.A. Aydýn, a.g.e., I, 396-397).

Ehl-i Sünnet bu delili þöyle reddediyor: "Hâk Teâlâ´nýn kul için aslâh olaný terketmesi zikredilen noksanlýklarýn hiç birini gerektirmez. Çünkü aslâh olan þeyler de, Allah (c.c)´ýn hakký ve mülküdür. Hak Teâlâ´nýn aslâh olaný terketmesi câiz ise de, her þeye kaadir, sonsuz kerem, lütuf ve hikmet sahibi olduðu aklî ve naklî kesin delillerle sâbit olduðundan, dilediðinde kul için aslâh olaný terketmesi, ezelî ilminde sâbit olan ilâhî bir hikmetin icâbýdýr. Çünkü O, Kerimdir, Alîmdir, gizli ve âþikar olaný, herþeyin baþýný ve sonunu bilir. Âlemlerin Rabbi, Hâlýký ve Mâliki olduðundan, mülkünde dilediði gibi tasarruf hakkýna sahiptir. Hak Teâlâ (haþa) mükellef bir kul mudur ki, bazý þeyleri yapmak O´na vâcib olacak, dilediðini terketme gücünde olmayacak?! Ýnsanlarýn bazan akýl erdiremediði bir hikmete binaen dilediði kulu hâkkýnda aslâh olaný terketmesi, bir cezayý kaldýrmasý veya diðer bir topluluðun menfaatýna ve hayrýna olaný yapmasý, Ahkemül-Hâkimin olan Rabbül âlemin hakkýnda niçin caiz olmasýn?!" Mu´tezilenin bu konudaki, mesnetsiz görüþü, Allah Teâlâ´nýn küllî irade ve ihtiyarýný bir bakýma kaldýrmak gibi bir sonuç doðurduðundan, Ehl-i Sünnet âlimlerince þiddetle red ve tenkit edilmiþ; ilâhiyyat bahsinde kýsýr düþünce, noksan bilgi ve "Gâib´i þâhide kýyas etmek" ile itham olunmuþtur (Fazla bilgi ve tartýþmalar için bkz. et-Taftazanî, a.g.e., 390-395; M. Yusuf eþ-Þeyh, a.g.e., IV, 37-44; S. Musa Þeref, a.g.e., IV, 37-42, 44-46; Ali Arslan Aydýn, a.g.e., I, 392-397).


radyobeyan