Laiklik By: armi Date: 01 Mart 2010, 17:24:37
LAÝKLÝK
Bireysel ve toplumsal hayatýn yönlendiricileri olarak din ve dünya otoritelerinin etki ve egemenlik alanlarýnýn birbirlerine irca edilemez bir biçimde saha ve sýnýrlarýnýn ayrýlmasý; din ve devletin hak, yetki görev ve yürütme gücünün yerine getiriliþinde birbirlerine karþý tamamen baðýmsýz davranmasýný saðlayan siyasî, hukukî ve idarî kural.
Terim olarak lâiklik, Yunanca "laikos" sýfatýndan elde edilmiþtir. Yunancada din adamý sýnýfýndan olmayan, halktan kiþilere "laikos" denilmekteydi. Lâtinceye "laicus" ondanda Fransýzcaya "laigue" olarak intikal etmiþtir. Terim, sözlük anlamýyla; din adamý sýnýfýndan olmayan þahýs, dini olmayan þey, düþünce, sistem ve prensip demektir.
Terim, ilkçað Yunan medeniyetinden sonraki yüzyýllarda, hristiyanlýðýn ilk dönemlerinde, dini düzenle kurulmuþ bir toplumsal yapýda, din adamlarý sýnýfý (clerici) dýþýnda kalan müminler topluluðuna yunanca "laikoi" Ýtalyanca "laici" denilmekteydi. Fransýzcadaki laicite, laic, laicisme sözcükleri bu kökten gelmiþtir. Ýngilizcedeki "secularism", "secular" kelimeleri de dünyevî (ci) lik, dünyaya ait anlamýnda lâikliði karþýlamaktadýr. Ancak din-devlet iliþkisi bakýmýndan secularizm ile lâiklik arasýnda hassas bir ayýrým söz konusudur. Lâiklik Yunanca bir kökten gelip, Katolik, Ortodox ve Fransýz kültüründe kullanýlmasýna karþýlýk; secular, Lâtince kökenli olup Protestan, Anglikan Kilisesi, Ýngiliz ve Alman kültüründe kullanýlmýþtýr. Secularism din ve devlet (Kral)´in ayrý ayrý özerk ve baðýmsýz kurumlar olmalarýný savunurken; lâiklik, Katolik hristiyanlýðýn etkili olduðu dil ve ülkelerde dinin devletin mutlak otoritesi altýnda olmasý gerektiðini savunmayý içerir.
Laikos´un karþýtý "clericus", yani hiyararþik olarak Katolik dininde emir-komuta zinciri içinde papaya dayalý, hukukî, siyasal, sosyo-ekonomik kural ve ilkeleri olmayan Ruhban(lar)dýr.
Terim, ortaçaðýn ikinci yarýsýndan itibaren anlam deðiþikliðine uðrayýp, felsefî ve hukukî bir mahiyet kazanarak devlet yönetimi ile din iliþkilerinin bir tarzýný ifade etmeye baþladý.
Felsefî lâiklik, iman karþýsýnda insan aklýnýn kendisini yönetecek ilkeleri yine kendi apriori ilkelerinden elde edebileceðine olan sonsuz inanç(:). Ýmmanuel Kant´ýn, "Aydýnlanma... insanýn, aklýný kendisinin kullanmaya baþlamasýdýr" ifadesi, Aydýnlanma çaðý düþüncesinin felsefî lâisizmini dile getirir.
Siyasi lâiklik, devlet otoritesinin sýnýrlandýrýlmasýnýn geliþmesinde, siyasî kudretin dini kudretten ayrýlmasýdýr.
Hukukî lâiklik ise, temel hak, özgürlük ve eþitlik ilkelerinden hareketle, doðrudan doðruya devletin yürütme organ ve ilkelerinden ayrýlmasý prensibine dayanýr. Ýlke gereðince devlet hiç bir dini tanýmayacaðý gibi, fertlerin bir dine sahip olma ya da dini ihtiyaçlarýný tatmin etmedeki tavýr, davranýþ ve eylemlerinde mutlak özgürlüklerini kabul eder. Devlet, dini kurallara dayalý kanunlar çýkaramayacaðý gibi, dindarlarýn dini yaþantýlarýný olumlu veya olumsuz yönde sýnýrlandýrýcý ilkeler dikte edemez.
Siyasî-hukukî bir anlam taþýyan "lâiklik" ile doktriner anlamdaki "lâisizm (=laicisme)" kapsam bakýmýndan birbirinden farklýdýr. Doktriner anlamda lâisizm, temelini fesefî lâiklikten alan ve bireysel ya da toplumsal hayatýn en geniþ bir biçimde dünyevî-uhrevî diye ikiye bölünmesini ifade eder. Bu anlamda din, iman, valiy, ahlâk, ilim, sanat, hayat ve akýl gibi genel kavramlarýn lâik fikir akýmlarý çerçevesinde yorumlama giriþimlerinin genel bir formudur.
Meselâ; "lâik ahlâk" denilince, dini olan ve tevhidi inanç ilkeleri ile iliþkisi olmayan, otoritesini ya toplumdan ya da ferdin vicdan ve iradesinden alan, kendisini akýl ilkelerine göre düzenleyen ahlak demektir. Bu anlayýþýn felsefî kökeninde, ilkçaðýn "mutlu olmak için nasýl yaþamalýyým?" sorusuna bireysel haz (=hedone) düzleminde cevap arayan, bireyin eylem ve isteklerinden hareket eden faydacý (=utilitarist) ilkeleri gözeten ahlâk söz konusudur. Lâik-atilitarist ahlâk yüzyýllar boyunca bizzat kilisenin daha sonra feodal senyörlerin çýkarlarýna; Burjuva devrimi boyunca zengin elitizmin sermaye biriktirmesine kapitalizmin evrensel sömürü anlayýþýnýn teþekkülü ve nihayet, Marksist ideolojinin kurmaya çalýþtýðý siyaset teorisine kaynaklýk teþkil etmiþtir.
Lâik ahlâk, ahlâkî deðer ve davranýþlarýn temelinden dini çekip almak; yerine din dýþý, söz gelimi Liberalist veya Sosyalist ilke ve kurallarý yerleþtirmek demektir. Lâik ahlâk, zaman zaman toplumsal özelliklerde de ortaya çýkmýþtýr. Bu anlamda, dini ahlâk bir "Cemaat ahlâký" iken; lâik ahlâk putlaþtýrýlmýþ akýl olan universel aklý kendisine prensip olarak seçen bir "vatandaþ ahlâký"dýr. Bu vatandaþlýk ahlâký Fransa devriminde burjuva sýnýfýnýn çýkarlarýný korumak için ihdas edilmiþ ve ilkçaðýn ateizmini örnek almýþtýr. Böyle bir ahlâk da Kapitalist ahlâkýn ilk kaynaðýdýr. Kârý ve kazancý tahrik eden her þey (Kapitalist anlayýþ çerçevesinde) ahlâktýr. Böyle bir ahlâka göre dünyada kim daha zengin olursa, Cennette de o kadar rahat ve müreffeh olacaktýr.
Tanzimattan beri Ýslâm´ýn sosyal ve ekonomik düzeni, hukukî anlayýþý ve dünya görüþüne karþý konulurken, onun (Ýslâm´ýn) ahlâk anlayýþýna karþý lâik ahlâk yerleþtirilmeye çalýþýlmaktadýr.
Ýslâm ahlâký, Ýslâm´ýn bir sosyal düzen olarak uygulandýðý toplumlarda yaþanabilir. Toplumsal kurumlar Ýslâmi olmayan bir toplum ahlâk bakýmýndan da müslümanlaþamaz. Bugünkü kapitalist toplumda Ýslâm ahlâkýný yaþadýðýný iddia edenler aslýnda kapitalist ahlâký yaþamaktadýr. Ýþçileri az ücretle çalýþtýrmak, yüksek faiz oranýyla sermaye biriktirmek, maliyeti ucuza saðlamak, kaliteyi düþürmek, üretimi durdurmamak için sürekli tüketimi ve sunî ihtiyaçlarý körüklemek, bunu kolaylaþtýrýcý mahiyette dev reklam müesseseleriyle insanlarý yanýltmak için savaþlar çýkarmak kapitalistler açýsýndan son derece ahlâkî davranýþlardýr.
Lâik bilim, ilkçað Grek aklýnýn fizik (=pyhseos =doða) üzerine dile getirdiði görüþ ve düþüncelerle, geleneðin Rönesanstan beri süregelen kesintisiz açýklamalarý yoluyla, kozmik yapýda meydana gelen oluþ ve bozuluþ (mebde ve mead)larýn temelinde bulunan ilâhi iradeyi inkâr eden anlayýþtýr. Kâinatta meydana gelen deðiþmelerin Allah´ýn tasarrufu ile deðil, yalýn kat niceliklerle (ölçülebilen deðiþmeler) açýklamasýný yapan ve fizik deðiþmelerin nedenlerini, deðiþenin kendi iç dinamiðinde gören, sebep-sonuç iliþkisini nesneler dünyasýnda arayan ve bulduðunu sanan, dolayýsýyla âleme hükmeden bir ilâhi güç ve iradeyi kabul etmeyen açýklama tarzý, bilimin lâik tarzýdýr.
Grek düþüncesinde yaratma dýþta býrakýlmýþtýr. Aristo varlýksal özü (onsia, essentia) yani "hep olmuþ olan varlýk (=tatien einos)", salt madde (olabilirlik)den, salt forma doðru gaî bir geliþme olarak kabul etmiþtir. Tanrý sadece ilk hareket ettirici olup kâinatýn iþleyiþine karýþmaz. Bu aleme müdahale etmeyen ulûhiyet (deism) anlayýþý Rönesans döneminde bilimi laikleþtiren Aristoculara oldukça ilginç geldi. Bu akým en güçlü dönemini Fransa devrimini de içine alan XVII. ve XVIII. yüzyýlda yaþadý. Bu deist görüþ lâikliðin kaynaðý olarak;
a) Eðer Tanrý alemi þekillendirme süresinden sonra ona müdahale etmiyorsa, ne bir kiþinin ne de bir teþkilatýn alem hakkýnda araþtýrma yapanlara müdahale hakkýnýn olmadýðý.
b) Mademki Tanrý âleme müdahale etmiyor; o halde tarihte olup biten hiç bir þey dokunulmaz yahut kutsal sayýlamaz (Mehmet Aydýn, Din felsefeleri, s. 141,) gibi görüþlere kaynaklýk ederek bilimsel çalýþmalarý yalýnkat tabiat fenomenlerinin incelenme ve araþtýrýlmasýna yönelimini saðlamak suretiyle pozitif bilim geleceðinin doðmalarýný inþa etmeye yardýmcý oldu. Böyle sýnýrlý bir tanrý anlayýþý, batý kültürü içinde "sonsuz Tanrý" anlayýþýndan daha itibar edilir oldu. Bu bir taraftan öte dünya (ahiret) sorunundan kurtulmaya ve bir takým sistemlerle karizmatik kiþileri tanrýlaþtýrmaya, kiþinin kiþiye kulluðunun devam ettirmesine açýk kapý býrakýrken; bir taraftan da bireysel ve toplumsal hayatýn her alaný tam bir birleþtirme programý içine alýnabilecektir. Nitekim kilisenin doðmalarýna boðulmuþ olan Batý, Aydýnlanma çaðý düþüncesinde evrenin mekanistik bir izahýný yapýp Tanrýya gerek duyulmayacaðýný dile getirerek insan, kâinat ve Allah arasýndaki rabýta noktalarýný kopardý.
Siyasî-hukukî bir ilke olarak Lâikliðin varlýðý tümüyle "teokrasi" diye nitelenen "dine dayalý tanrýsal devlet" karþýsýnda anlam kazanmaktadýr. Bunun için lâikliðin açýklanabilmesi, tanrý ve din kavramlarýnýn Batý tarihi içinde ne gibi bir anlama sahip olduðunu açýklýða kavuþturmaya baðlýdýr.
Lâikliðin anlaþýlabilmesi için "teokrasi"nin elde edildiði theos (= Tanrý) kavramýnýn Batýda hangi anlama geldiðini açýklýða kavuþturmak gerekir. Theos, Yunanca tanrý (= ilâh) anlamýna gelir ve lâtincedeki karþýlýðý "deus´tur. Deus, âleme müdahale etmeyen ilâh demek olup insan zihninde uyandýrdýðý anlam Aristo´ya kadar geri gider. Aristo´nun ilâh anlayýþýnda "yaratma" ve "müdahele" yoktur. Böyle bir tanrý (=ilâh) anlayýþý bütün ilâhi sýfatlarý kendisinde toplayan "zat" olan Allah (c.c.)´a ortak koþulan ilâh veya "ilâhlar"ý dile getirir. Allah (c.c.) isminin Hak Tanrýdan baþka bir þeye verildiðine dair hiç bir tarihi bilgi yoktur. Araplarýn tapmýþ olduklarý hiç bir ilâh bu isimle anýlmamýþtýr (Suat Yýldýrým, Kur´an´da ulûhiyyet, Ýstanbul 1987, s. 100). Zira O´nun eþi, benzeri ve ortaðý yoktur. Ýlâh: tanrý (= theos), ma´bud demek olup; ibadet etmeyi ifade eden "te´ellehe" den gelir ve yine anlam bakýmýndan ismi mef´ul (=pasif, edilgen) sayýlýr, ilâh kelimesi gerçek tanrýya (Allah) ait bir isim olmakla beraber, arapçada "genel" anlamda tanrý(lar) için kullanýlan "cins isim" durumunda olduðundan, batýl tanrý (=theos) lar hakkýnda bolca kullanýlmýþtýr. Gerçek ilâh olmasa bile., çeþitli kimseler tarafýndan tapýlmaya konu edilmiþ olan her varlýk, bu kelime (=ilâh-theos) ile gösterilir.
Allah (c.c.), bu kelimeyi batýl tanrýlar hakkýnda kullanýrken, ya müþriklerden nakil ve hikâye ettiði sözlerle getirir veya bir zamirle onlara isnat eder: Allah (c.c.)´tan baþka taptýklarý ilâhlar kendilerine fayda vermedi, ziyanlarýný artýrmaktan baþka bir þeye yaramadý" (Hud, 11/101). Bu ayette olduðu gibi Allah (c.c.), bu sahte tanrý (=theos)lara bir hakikat tanýmadýðýný ortaya koymaktadýr. Bizzat Allah (c.c.)´ýn þehadetine dayalý olarak batýlý tanrý (theos) anlayýþý ile Ýslâm´ýn ilâh anlayýþý arasýndaki temel ayýrým ortaya çýkmýþ olmaktadýr. Ýþte Batýda Fransa ihtilâli ile gerçeklik kazanmýþ olan lâiklik, batý tarih ve kültür kavramý içinde özel anlamlar taþýyan theos-religion kavramýnda hayat bulan din-devlet iliþkisine "karþý olma" tarzýnda kurumlaþmýþtýr. Bu anlamda lâiklik, dünya tarihinin belirli bir kesitini iþgal etmiþ olan Greko Lâtin medeniyetinin aþama aþama belirleyip þekillendirdiði, Avrupanýn uzun ve karanlýk tarihi geliþiminin sosyal, siyasal ve psikolojik þartlarýnýn ortaya çýkardýðý ve özellikle 1789 Burjuva ihtilâlinden sonra devletin varlýðýný ve siyasî gücünü Hristiyanlýk (Katoliklik) dini ve din adamlarý sýnýfýna karþý koruyabilmenin vazgeçilmez bir þartý olarak kabul edilir.
Hristiyanlýk aslî özelliklerinden soyutlanmýþ olarak daha baþlangýçta sosyal, ekonomik ve siyasal yapýya iliþkin hiç bir iddiasý bulunmayan, sýrf dünyaya dönük bir din olarak yayýlmaya baþladý. Roma imparatorluðunun doðu eyaletinde putlara karþý bir tepki olarak doðduðu için Roma´nýn siyasî egemenliðine baþkaldýrmýþ kabul edilerek þiddetli takibat ve kovuþturmalara hedef oldu. Kýsa süre sonra Saint Paul tarafýndan Pagan Roma´ya uydurulmaya çalýþýldý. Paul, Roma mektuplarýnda; 1. Tanrý tarafýndan olmayan hiç bir hükümet yoktur, 2. Mevcut hükümetlerin hepsi tanrý tarafýndan tazim edilmiþtir. 3. Ýmparatora mukavemet eden tanrýnýn nizamýna karþý gelmiþ olur gibi emirler ileri sürmüþtür. Hakikatte Paul´un "iktidarýn tanrý tarafýndan tesis edildiðini ileri sürerek bu talimatý vermesi sahte bir davranýþtýr" (Arnold J. Toynbee, Tarihçi açýsýndan din, Çev, Ýbrahim Canan, Ýstanbul 1978, s. 133). Ayrýca hazýrlanan Ýncil metinleri sayesinde Hristiyanlýðýn imparatorluða uyarlanmasýný gerçekleþtirerek imparatorluk ile kilise arasýnda vicdanî tamponlar yerleþtirildi. Matta´da yer alan "tanrýnýn hakkýný tanrýya, Sezarýn hakkýný Sezara" ilkesi ile formülleþtirilen iliþkiler, Hristiyanlarý, vicdanlarýna ters düþmeyen medeni vazifeleri ifa etmekle iyi vatandaþlar olarak davranmaya yöneltmiþtir. Ýmparatorluða itaatin gerçek sebebi, devletin tanrý tarafýndan kurulmuþ olmasý deðil, bizzat imparatorluðun kendisinin tanrý kabul edilmesiydi (Arnold J. Toynbee., a.g.e., s. 134,). Böylece Hristiyanlýk hem gelecek kuþaklara kültürel özelliklerde intikal etmiþ oluyor, hem de din-devlet iliþkilerinde ve özel tavýr alýþ içinde bulunuyordu.
Hristiyanlýk, din-devlet iliþkisi bakýmýndan 1- Bizantinizm 2- Teokrasi 3- Konkordato sistem 4- Lâiklik, olmak üzere dört aþama geçirmiþtir.
Bizantinizm, Saint Paul´un baþlattýðý imparatorluða uyum saðlama politikasýnýn, 313 yýlýnda Hristiyanlýðýn serbest býrakýlmasýyla almýþ olduðu yeni bir iliþki tarzýdýr. Ýmparator Constantin´in 313 yýlýnda yayýnladýðý Milano fermaný ile imparatorluðun çýkarlarý açýsýndan pratik bazý amaçlar güderek Hristiyanlýðýn yasaklýðýna son verdi. Bu amaçla; 1. Ýmparatorluðu geniþleyen muhalefet cephesini çökertmek, 2. Ýmparatorluk için tehlike olabilecek kilise otoritesini imparatorluk bürokrasisi içinde asimile ederek devletin amaçlarýna hizmet eder bir konuma getirmek, 3. Ýmparator ve imparatorluðun ulûhiyyetine yeni bir meþrulaþtýrma aracý temin etmek tarzýnda ifade edilecek imparatorluðun nihai amaçlarýný 325 yýlýnda Ýznik´te topladýðý ruhanî meclis (okümenik konsül) ile gerçekleþtirdi. Constantin, bir imparator olarak hâlâ Roma paganizminin ruhanî lideri olduðundan, kendisini toplanan ruhanî meclisin baþkanlýðýna, dolayýsýyla Hristiyanlýðýn en üst otorite merciine tayin etti.
Ruhanî Meclis, Hristiyanlýkta teslisi (üçleme) teyit ederek, Ýsa ile Tanrý´nýn ayný özden olduðunu kararlaþtýrdý. Aslýnda teslisin kabul ediliþinin gayesi bir taraftan ruhanî liderliðin diðer taraftan imparator ile imparatorluðun ulûhiyetine Hristiyanlarýn vicdanýnda yeniden onaylattýrmak olmakla beraber; imparatorun cismanî egemenliðinin mutlak itaat kaynaðý olduðunun resmileþtirilmesiydi. Bu þekilde Hristiyanlýk Ýmparatorluðun çýkarlarý için dünyevî bir iktidar tarafýndan ele geçirilerek, kilise Constantin´in kendilerine tahsis ettiði devlet bakanlýðý halini aldý (Arnold J. Toynbee, a.g.e., s.155,). Böyle bir uygulama ile Hristiyanlýk, din-devlet iliþkisi bakýmýndan "Bizantinizm" diye nitelenen "resmi devlet dini" olarak cismanî otoritelerin oyuncaðý oldu. Bizantinist devlet-toplum düzeninde, din ve din adamlarý sýnýfý devlet otoritesinin mutlak kontrolü altýndadýr. Dinin toplum katmanlarýndaki teþkilatlanma biçimi ve hiyerarþisi devletin belirlemiþ olduðu sýnýrlar içinde düzenlenmektedir. Devlet adamlarý, Toplumsal hayatýn yaþama biçimine egemen olarak dini hayata diledikleri gibi istikamet vererek onu politikalarýnýn sadýk bir hizmetkârý olarak görmek isterler.
Batýda din-devlet iliþkisinin ikinci tarzý "teokratizm"dir. Teokratik devlet düzeni, Lâtin Kilisesinin, Batý Roma Ýmparatorluðunun çökmesi sonucunda meydana gelen devlet otoritesi boþluðunu doldurmak arzusu ile kendisini Roma´nýn varisi görmesi sonucunda ortaya çýkmýþtýr. Batý Roma Ýmparatorluðu kuzeyden gelen kavimlerin istilâsý ile yýkýldýðýnda, kilise, özel teþkilatlanmasý, ruhanî hiyerarþisi, bürokratik kadrolarý, vergi sistemi ve yasama organlarý ile varlýðýný korudu. Saint Augustinus´un "Tanrý devleti (=Civitas Dei)" kavramý, kilisenin cismanî otoriteyi ele geçirmek için teokratik olarak kullanacaðý "Siyasal doktrin"i oluþturmaktaydý. Bu teoriye göre: Kilise, Tanrý devletinin yeryüzündeki temsilcisidir. Dolayýsýyla kilise, tüm imparator ve krallarýn tanrý adýna ruhanî otoriteye boyun eðmelerini istiyordu.
Papalýk IX. y.y´da Þarlman (Charles)´a kilisede imparatorluk tacý giydirince, ruhanî otoritenin cismanî otoriteyi tayin etme; azletme-aforoz yoluyla-gibi yetkilerin ruhban sýnýfýnýn elinde olduðunu isbat etme fýrsatýný buldu. Böylece Avrupa´da kilisenin devlete egemenliði demek olan theos-cýrastos, yani kilise doðmalarýna dayalý yönetim biçimi, bir çok karmaþýklýðý bünyesinde taþýdýðý halde, doðmuþ oldu. Teokratik devlet yapýsýnda yönetimden ayrý din adamlarý, ruhanîler sýnýfý, teobrokratik bir örgütlenme biçiminde teþkilatlanmýþlardý. Bunlar otoritesi bakýmýndan kral ve imparatorlarýn üstünde yer alarak cismanî otoriteyi kilisenin doðmalarý ve doðrultusunda yönlendirmekteydiler. Din adamlarý sýnýfý (clerici), ayný zamanda teolojik doktrin olarak Hristiyanlýðý bilgisel düzlemde tekellerinde bulunduruyorlardý. Rahipler, kilise öðretisinin öðreticisi ve yorumcusu olarak mutlak ve sýnýrsýz (eleþtirisiz) yetkilere sahiptir. Rahip olmayan bir kimse (lâik) için bu özellik hemen hiç aranmayan bir nitelik olduðundan, teokratik düzende Katolik Hristiyanlýk, Profesyonel din adamlarýnýn teþekkül ettiði bir dindir.
Papalarýn teokratik egemenliði zaman zaman kesintilere uðradý. On beþ ve on altýncý yüzyýllara gelindiðinde kiliselerin otoritesi büyük ölçüde zaafa uðramýþ, sadece ruhanî yürütme alanlarýnda kalmak üzere, faaliyetleri bir hayli kýsýtlanmýþtý. Hatta zaman zaman zorba krallar kilisenin ruhanî yetkilerine de el atmaktaydýlar. Meselâ; Visconti hanedanýndan Giovan Maria, savaþ yýllarýnda (1409) aç kalan halkýn sokaklarda "barýþ! barýþ!" diye baðýrmalarýný þiddetli bir biçimde cezalandýrarak papazlara, "bize barýþ ver" (dona nobis pacem) þeklindeki duayý yasaklayýp, "bize durgunluk ver" (dona nobis tranago ilitatem) þeklinde dua yapmalarýný emretmiþtir (Jacob Burckharotmin, Ýtalya´da Rönesans Kültürü, Çev. Bekir Sýtký Baykal, Ýstanbul 1974. s.22).
Papalýk ruhanî bir lider olarak her zaman kendilerini "Sezar´ýn varisi" kabul ediyor, krallar ise "imparatorlar nasýl hükmederlerse krallarda öyle hükmederler" diyerek otoriteyi elde bulundurma adýna kýyasýya rekabet ediyorlardý.
Batýda kilisenin otoritesini zaafa uðratan nedenlerden birisi de "akýl" olmuþtur. Düþünce ve felsefenin, kilisenin etkisinde olduðu skolastik dönemde "akýl" Hristiyanlýk teolojisinde inanç konularýný kavranýlýr hale getirmenin bir aracýydý. Saint Clemens´in "anlamak için inanýyorum (credo ut intelliðam)" þeklinde dile getirdiði ilke buna yöneliktir. Ancak akýl, dogmatik tutumu nedeniyle kilisenin kontrolünden uzaklaþarak muasýrlarýn elinde Rönesans çaðýnýn kiliseye karþý baþlattýðý çok boyutlu savaþýn tek ve en önemli saldýrý aracý oldu... Bunun için Rönesans, kilise doðmalarýna karþý muhalefet olarak, insan aklýnýn yeniden kendisini keþfetmesi olarak tanýmlandý. Ýlkçaðýn din, inanç (deizm), sanat, tabiat olaylarýnýn izahý, insanýn bireysel özgürlüðü, evrenin yeni tanýmý gibi konular Grek (Yunan) akýl geleneði içinde ama kiliseye aykýrý bir biçimde yorumlandý. Bu "akýl-kilise" çatýþmasý Batý tarihinde gittikçe bilim-din çatýþmasý olarak özel bir nitelik kazandý.
Teokratik düzene bir baþka darbede, Reformasyon adý altýnda Hristiyanlýk dini içinde meydana gelen büyük deðiþme-yenileþme hareketi tarafýndan vuruldu. Reformasyon, Rönesansýn son dönemlerinde din-devlet iliþkisini yeni bir yorumla açýklýyordu. Bu yeni yorum tarzý Almanya´da Luther, Ýtalya´da Kalven tarafýndan temsil edilen Protestanlýk idi. Protestanlýðýn temel görüþü "Din kendi kabuðuna çekilmeli, ruhbanlar manastýrlarýnda ibadetleri ile meþgul olmalýdýrlar ve dünya otoritesi sadece devletin olmalýdýr" þeklinde özetlenebilir. Bu þekilde XVIII, y.y´a gelindiðinde Batý medeniyeti geleneksel Hristiyanlýk (Katoliklik) hüviyetinden uzaklaþarak, bunun cismanîleþtirilmiþ þeklini (Protestanlýk) benimsedi. Eckehard, "dinin doðrularýnýn, kilise doðrularýndan deðil, insanýn gönlünün derinliklerinde yattýðýný, salt doðruluðun bireyde bulunduðunu, her dinsel inancýn aslýnda bireysel vicdan iþi olduðunu" vurgulayarak kilise inancýndan lâik inanca geçiþin temellerini kurdu. Luthercilik, "katolikliðe reddiye, protesto" anlamýna gelen protestanlýk yoluyla, Katolik kilisesinin (dinin) devlet üzerindeki denetim ve otoritesine son verip bireyi vicdanî olarak kilisenin köleliðinden kurtararak devletçiliðin köleliðine geçiþ yolunu açmýþ oldu. Böylece, Rönesans´ýn son dönemlerine doðru Batýlý aydýnlarýn aradýðý, aslýnda mitoloji (efsane) ile karýþýk karizmatik liderlerin maniple edebileceði profan bir inanç þekli olan ilkçaðýn deizmi denilen "doðal din" ya da "akýl dini" akýmýnýn hýzla yayýlmasýna zemin hazýrlamaktý. Teokratik yönetim biçimi karþýsýnda gittikçe güç kazanan siyaset teorileri de hýzla geliþme halindeydi. Kilise, Roma Ýmparatorluðunun "hayaletine" bürünerek ökümenik bir imparatorluðun temsilcisi oldu. Oysa Rönesanstan sonra ilkçaðýn site-ulus devleti akýmlarý Avrupa´daki milli krallýklar tarafýndan desteklenmekteydi.
Machiavellie, antik çaðdaki ulusal nitelikli devlet anlayýþý ile Rönesansýn dinden koparýlmýþ devlet anlayýþýný, yeni siyaset teorisi ile birleþtirdi. O, "Hükümdar" adlý eserinde, "Bütün gücünü milletten alan devlet, milletin iradesinden baþka güç tanýmamalý" diyordu. Bu görüþüyle o, artýk Avrupada kilisenin ruhbanî otoritesinin yerini millî-cismanî egemenliklere býrakmasý gerektiðini dile getirmiþ oluyordu. Bu görüþler milli krallýklar tarafýndan da desteklenmekteydi. Çünkü milli krallar, kilisenin daha fazla iþlerine karýþmasýný istemiyorlardý. Machiavellie´nin siyaset teorisi iki önemli varise sahipti. Bunlar, Montesguieu ve J.J. Rousseaue idi. Montesguieu´nun devlet teorisi papa veya krallar tarafýndan tek elde toplanan yasama, yürütme ve yargýnýn birbirinden baðýmsýz olmasý gerektiði görüþüne, J.J. Rousseaue ise çoðunluðun iradesine dayalý bir siyasal rejim -Ýngiltere modeli parlementerizm- önermekteydi. Her iki filozofun görüþleri Fransa´da patlak verecek olan 1789 ihtilâlini hazýrlayan fikrin kaynaðý oldu. Bunun yanýnda Voltaire´nin ilkçað deizmine dayalý "doðal din" anlayýþý da kilise dininin yerine önerilmiþ bir din olarak yeni politik doktrinin bir parçasý ve tamamlayýcýsý olarak aydýnlanma çaðý aydýnlarýnýn inanç ve akidesini oluþturdu.
Fransa´da ihtilâl arifesine gelindiðinde Zümreler Meclisi (Etats Generaux) papalýða danýþmadan Fransa´daki kilise mallarýna el koymakla yetinmemiþ, bir yeminle devlete sadakatlerini beyan etmelerini silah zoru ile temin etmeye yönelmiþti. Bu durum kilise ile krallýk arasýnda önemli sorunlar oluþturmuþtu. Öte yandan kral ile kilise arasýndaki ittifak ortak düþmanlarý olan senyörlere karþý devam etmekteydi. Yine ihtilâl arifesinde çok keskin ayýrýmlara sahip sýnýflar sorunu, Avrupa toplumsal yapýsýnýn en önemli sorunu olma özelliðini göstermekteydi ve Avrupa´yý ihtilâllerin vataný yapan geleneðin bir unsuru olarak birinci derecede bir etken rolündeydi. Kilise büyük ölçüde bu sýnýflaþmayý teþvik etmiþ, hatta sýnýflaþmanýn oluþmasýna hem teorik hem pratik planda katýlmýþtýr. Kilisenin metinlerinden birinde, "Tanrý insanlardan bir kýsmýnýn seigneur (toprak mülkiyetine sahip), bir kýsmýnýn da serf (topraða ve seigneur´un mülkiyetine baðlý) olmasýný istedi "der (Fellicien Challaye, Mülkiyetin Tarihi, Çev. Turgut Altuð, Ýstanbul 1944, s. 53).
Fransa´da kral otaritesi sýnýr tanýmaz bir geniþlik göstererek bireyin en mahrem ve dokunulmaz haklarýna uzanacak kadar aþýrýlýklar göstermekteydi. Kral kendisini canlý kanun olarak tanýmlýyor, yargý, hiç bir hukukî ilke tanýnmadan keyfi uygulamalarla yürütülüyordu. Bütün bunlar, Avrupa´da laik devlet biçimine geçiþi hýzlandýrýcý etkiler olarak rol oynarken, sosyal yapýda önemli bir deðiþiklik teþekkül etmekteydi. Bu yeni teþekkül, burjuva sýnýfýydý. Kral, senyörlerin etkisini kýrmak için "kral imtiyazlýlarý" (kral burjuvasý) adý ile bir toplumsal katman oluþturmuþ ve bunlar kral parlamentosunun büyük bir çoðunluðuna sahiptiler. Burjuvalar kralýn himayesinde geliþerek ekonomik yönden söz sahibi oldular ve statülerini (sermayelerini) korumak için krala, senyörlere ve kiliseye karþý örgütlü bir mücadeleye giriþtiler. Burjuvalar yoðun pozitif etkiler altýnda kalarak kilise-krallýk sisteminin metafizik temelini Fransa´dan söküp atmakla önlerindeki en büyük engeli atacaklarýna inanmaktaydýlar ve bunda yanýlmadýlar. 1789´da Ýspanya´dan sürülen Yahudi asýllý bir aileye mensup Marat´ýn da aralarýnda bulunduðu burjuva sýnýfý Bastille´i zabt ederek tüm burjuvalarý serbest býraktýlar. Arkasýndan 3 Kasým 1789´da "Ýnsan ve Yurttaþ Haklarý Beyannamesi" yayýnlandý. Bu beyannameye göre, kanun hükümleriyle saðlanmýþ olan kanun düzenini bozmamak þartýyla hiç bir kimse, dinî de olsa kanaatlarýndan dolayý tedirgin edilmemelidir (Mehmet Taplamacýoðlu, Din Sosyolojisi, Ankara 1983 s. 274). Ýnsan Haklarý Beyannamesi, bu ilkeleri ile doðrudan din-devlet ayýrýmýný kabul ederek din ve dünya iþlerinin birbirlerine müdahelesini reddederken her birinin kendi alanýndaki özelliðini de vurgulamaktadýr. Bu, ayný zamanda dünya ve hayat hakkýnda düzenleyici ilkelere sahip olmayan kilisenin ilkelerine de uygundur.
1789´da baþlatýlan ihtilâl ile, kralla beraber en büyük destekçisi kilisenin toplum-devlet hayatýndan tasfiye edilmesi sonucunu doðurdu ve yönetim burjuva sýnýfýnýn çýkarlarýna hizmet edecek þekilde lâikleþtirildi. Getirilen yeni rejim, anayasasýný, servete dayalý (sansiter) bir iktidar oluþturacak biçimde hazýrlattý. Ýhtilâlle Fransa´da deðiþen, sadece iktidar sahipleriydi. Doðuþtan getirilen soyluluk iktidarý uzaklaþtýrýlýp, mal ve servete dayalý bir soyluluk iktidarý kuruldu. Ýhtilâlciler, ekonomik ve sýnýfsal imtiyazý olmayan halk yýðýnlarýný açýkça aldatarak, onlarý kralýn ve soylularýn köleliðinden kurtarýp kendi köleliðine intisap ettirdiler. Bunlar halkýn siyasal fikirlerini serbestçe beyan etmelerini, kraldan daha þiddetli bir þekilde engellemek için tedhiþ ve terör kanunlarý denilen kanunlar çýkarttýlar. Bunun için Fransa ihtilâli literatüründe bu kanunlarý uygulayan hükümete "tedhiþ hükümeti", din aleyhine yoðun ve acýmasýz kovuþturmalar yapan Fransa lâikliðine de "saldýrgan lâiklik" (M. Toplamacýoðlu) dediler. Ýhtilâl, eski rejimin tüm kalýntýlarýný kan dökmeye doymayan bir tavýrla kazýmak yolunu tuttu.
Fransýz ihtilâli, 1793 yýlýnda tüm kiliseleri kapattýrýp, kendi politikasýna uygun olarak yeniden açtýrdý. 10 Kasým 1793 tarihinde Notre-Dame kilisesinde yapýlan hürriyet þenliði açýkça Hristiyanlýk aleyhtarý bir mahiyet aldý. Chaumette, meclis önünde, halkýn bundan böyle tabiatýn verdiði ilâhlardan baþka Tanrý da, papaz da istemediklerini söyledi (A. Aurald, Fransa ihtilâlinin siyasi tarihi, Ankara,1987, II, 656). Fransa lâikliði, böyle bir tutumla yoðun ateizm etkileri altýnda kurumlaþmaya baþladýðýnýn göstergesini sergiledi. Birçok din adamý sadece papaz olma suçu ile yargýlanarak -giyotinle- idam edildi. 18 Mart 1793 günü Convention meclisi, sürgün cezasý alan papazlarýn Cumhuriyet topraklarý üzerinde nerede rastlanýrsa tevkif edilerek askerî bir jüri önünde yirmi dört saat içinde yargýlanýp hemen idam edilmelerini karara baðladý. Hatta sürgünde iken vatanlarýna geri dönen papazlar, iki þahidin "bu sürgün cezasý almýþtý" þeklindeki sözlü þahitliklerine dayanýlarak, o papazlarýn derhal 18 Mart 1793 kanunu kapsamýna alýnmasýna karar veriliyordu.
Devrimciler, Fransa´da Yüksek Varlýk dini adýnda bir "Cumhuriyet Dini" kurma yolunu seçtiler. 1794te Katolikliðin yerine geçmesini düþündükleri Yüksek Varlýk dinini kuran ve düzenleyen bir kararname çýkardýlar. Bu din Fransa´da Cumhuriyet Dini olarak kabul edilecek olan, aslýnda dünyanýn gidiþatýna karýþmayan Cicero´nun, M. Aurelius´un ve Voltaire´nin deizmi, yani Akýl Dini idi.
Fransa´da kurulan bu "Devlet Dini", Cumhuriyet dininin iyi evlat, iyi baba ve iyi koca olmaktan ibaret bulunduðunu; Cumhuriyetçiliðin bir fazilet tamamlayýcýsýndan baþka bir þey -Türkiye´de de "Cumhuriyet fazilettir" olmadýðý sloganý sýnýf duvarlarýný süslemektedir- olmadýðýný ilan etti (A. Aurald, a.g.e., II. s. 740). Bu lâikleþtirme doðrultusunda Katolik dininden ne varsa imha edildi, yasaklandý. Pazar günlerinin ibadet günü olmasý, Gregoryen takvimi, dini eðitim, açýkta bir dini kisve ile gezme gibi bir toplumun deðerlerini yansýtan her þey Fransa lâikliði doðrultusunda þiddetle yasaklandý. 1795 yýlýnda Convertion Meclisi katolik dinine kýsmî bir özgürlük tanýyýnca, halk iþ ve gücünü býrakýp kiliselere akýn etti. Çýkarýlan kararnamede din-devlet. ayýrýmý açýkça korunmuþ, vatandaþlarýn din hürriyeti saðlanmýþ, devletin hiç bir din tutmayacaðý, bunun için para harcamayacaðý kararlaþtýrýlmýþtý. Ayrýca herhangi bir din adýna açýkça yapýlacak merasim ve bu merasime mahsus olan süs ve kýyafetler yasaklanmýþtýr. Dinî merasim ve toplantýlar polis nezaretinde yapýlacaktý (A. Aurald a.g.e., II, 793,). Bu kararname tüm din adamlarýnýn devlete baðlýlýk yemini etme koþuluyla din adamý olabileceðini de beyan etmiþtir.
Napolyon iktidara geldikten sonra politik amaçlarla 1802 yýlýnda papa ile konkordato imzalama yoluna gitti ve yeni bir anayasa hazýrlattý. Bu anayasa´da "Fransa´da çoðunluðun dini katoliktir" þeklinde bir madde koydurarak ihtilâl lâikliðinden geri adým attý. Bu adým bir Avrupa imparatorluðunu elde etmeye yardýmcý olacaðý umuduyla Vatikan´da Papa´nýn siyasî desteðini elde etmeye yönelikti. Napolyon´un konkordato rejimi 1905 Anayasasýna kadar devam etti. 1905 yýlýnda Papa (Vatika)´ýn konkordato´ya dayanarak Fransa´daki papazý istifaya zorlamaya kalkmasý, Fransa´nýn din-devlet iliþkisini yeniden gözden geçirmesine neden oldu. Bu doðrultuda kabul edilen ilkeden birincisi; kamu düzenine aykýrý olmamak koþuluyla, Cumhuriyetin, din, vicdan ve tören özgürlüðünü garanti etmesi; ikincisi ise, Cumhuriyetin hiç bir din tanýmamasý, hiç bir dine yardým etmemesi ve bütçeden ödenek ayrýlmamasýdýr (Mehmet Toplamacýoðlu, Din Sosyolojisi, a.g.e., s. 278). Bu geliþmeler doðrultusunda Fransa´da lâiklik hem siyasal hem hukukî açýdan din-devlet otoritesinin birbirinden ayrýlmasýný saðlamýþ oldu. Zaten teorik olarak Hristiyan inançlarýnýn sadece vicdanî oluþu, devletin bu ayýrýmda, dünya iþlerini gerektirmesi bakýmýndan, aklî oluþu, lâikliðin ortaya çýkmasýný ve kabûlünü kolaylaþtýrmýþ oldu.
radyobeyan