Su-i Zan By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:05:00
Su-i Zan
Evliyânýn büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin þöhreti her tarafý kaplayýnca, Baðdad´ýn ileri gelen âlimleri, herbiri bir mesele sorup imtihân etmek için huzuruna gelip oturdular. Bu esnâda Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin göðsünden ancak kalb gözü açýk olanlarýn görebildiði bir nûr çýktý ve âlimlerin göðsünden geçip gitti. Âlimleri bir hâl kaplayýp, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin ayaklarýna kapandýlar. Bunun üzerine onlarý tek tek baðrýna bastý ve þimdi suâllerinizi sorun buyurdu. Her biri suâllerini sorup, hemen cevâbýný aldý. Onlara; "Size ne oldu böyle?" denildiðinde; "Huzûrunda oturduðumuzda, bütün bildiklerimizi unuttuk. Bizi baðrýna basýnca unuttuklarýmýzý tekrar hatýrladýk. Suâllerimizi sorunca, öyle cevaplar aldýk ki, hayrette kaldýk." dediler.
Evliyânýn büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânýnda, Musul?da Yûnus isminde birisi vardý. Þehrin en büyük âlimi oydu. Ýnsanlarýn Adiyy bin Müsâfir?e yöneldiklerini ve ona olan raðbetlerini görüp, hased etti. ?Gidip onu imtihan edeceðim bakalým ilimdeki derecesi nedir?? dedi. Kâdý bin Þehrzûrî ile birlikte yola çýktýlar. Kâdý; ?Ben sýrf ziyâret için gidiyorum, imtihân etmek için deðil.? dedi. Yûnus ise; ?Benim maksadým insanlar arasýnda onu imtihân edip hâlini herkese göstermek. Ziyâret için gittiðim yok.? dedi. Adiyy bin Müsafir?in yanýna varýnca, Adiyy bin Müsafir, Kâdý?ya iltifât etti fakat Yûnus adlý zâta iltifât etmedi. O ikisi oturunca Adiyy bin Müsafir Yûnus?a îtikâd ile ilgili bâzý sualler sordu. Ýlk suâle cevap verdiyse de diðerlerine cevap veremedi sükût etti. Sonra; yalnýz Kâdý, Adiyy bin Müsâfir?in elini öpüp huzurdan ayrýldýlar. Memleketlerine döndüler. Yolda Kâdý, Yûnus denen zâta; ?Hani sen Adiyy bin Müsâfir?i imtihân edecektin? Sana sordu cevap veremedin. Niçin böyle yaptýn?? deyince, o zat; ?Adiyy bin Müsâfir?in saðýnda ve solunda aðýzlarýný açmýþ birer arslanýn, konuþacaðým sýrada beni yemek istediklerini gördüm. Bu sebeple orada konuþamadým.? dedi. Bunun üzerine Kadî; ?Elbette, o Allahü teâlânýn velîsidir. Onlara îtirâz etmek uygun deðildir.? dedi.
Evliyânýn büyüklerinden Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi te- âlâ aleyh) hazretleri hüsn-i zan hakkýnda; "Bir kimse gözümün önünde bir hatâ iþledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiðine inanýr, hakkýnda kötü zanda bulunmam." buyurdular.
Ahmed Sârbân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasýnýn vefâtýndan sonra Hayrabolu?ya geldi. Orada dîn-i Ýslâmý yayma yolunda pekçok gayret sarfetti. Talebeler yetiþtirdi. Bir gün talebeleri arasýndan birinin hallerini anlýyamadýðý evliyâullahtan bir zatýn aleyhinde konuþtuðunu duyunca:
Evliyâya eðri bakma
Kevn ü mekân elindedir
Mülke hükmün süren oldur
Ýki cihân elindedir.
Sen âný þöyle sanursun
Sencileyin bir âdemdir
Evliyânýn sýrrý vardýr
Gizli âyân elindedir.
diyerek, velilerin cenâb-ý Hak katýndaki deðerine iþâret etti. O talebe çok mahcûb ve periþân olarak özürler diledi, tövbe etti.
Türkistan´da yetiþen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanýnda Merv þehrinde Mervezî nâmýnda bir müderris var idi. Ahmed Yesevî hakkýnda söylenilen uygunsuz ve uydurma sözler ona kadar gitmiþti. Bu yalanlara aldanýp, kendisini imtihân etmek, þüphesini gidermek niyetiyle, yanýna dört yüz müþâvir ve kýrk tâne de müftü alarak yola çýktý. Her tarafta talebeleri olduðunu, her zaman sohbetinde binlerce kiþinin hazýr bulunduðunu öðrenmiþti. ?Ben üç bin mesele ezberledim. Hepsine ayrý ayrý suâl sorar, onlarý imtihan ederim.? diye düþündü. Bu sýrada Ahmed Yesevî hazretleri hânegâhýnda bulunuyordu. Talebesi Muhammed Dâniþmend?e; ?Bakar mýsýn, bize kimler geliyor?? buyurdu. Mervezî?nin mâiyyetiyle, yanýndakilerle birlikte hâfýzasýnda üç bin mesele ile geldiðini bildirdi. Hâce hazretlerinin emri ile Muhammed Dâniþmend, o üç bin meseleden binini, Mervezî?nin hâfýzasýndan sildi. Sonra talebelerinden Süleymân Hakîm Atâ?ya ayný þekilde emretti. O da öyle yaptý. Mervezî, hâfýzasýnda kalan bin mesele ile Yesi?ye geldi. Hâce hazretlerinin yanýna gelip, ?Allah?ýn kullarýný doðru yoldan ayýran sen misin?? dedi. Hâce, hiç kýzmadý. Karþýlýk da vermedi. Þimdilik üç gün misâfirimiz ol! Ondan sonra görüþürüz.? buyurdu. Üç gün sonra bir kürsü kuruldu. Mervezî kürsüye çýktý. Hâce Ahmed hazretleri, Muhammed Hakîm Atâ?ya tekrar emredip, o bin meseleyi Mervezî?nin hâfýzasýndan silmesini emretti. Hakîm Atâ, Allahü teâlâya duâ etti. Aklýndaki bin mesele de silindi. Mervezî, kürsü üstünde bir þeyler konuþmak istedi. Fakat hâfýzasýnda hiçbir meselenin bulunmadýðýný anladý. Nihâyet, defterini açýp oradan okumak istedi. Fakat defterinin sahifelerindeki yazýlarýn da silindiðini gördü. Sahifeler bomboþ idi. Bu hâli gören Mervezî, kusûrunu anlayýp oracýkta tövbe etti. Talebeliðe kabûlü için yalvardý. Bütün mâiyyetiyle beþ sene kaldý. Çok mertebelere, yüksek derecelere kavuþtu. Ahmed Yesevî (k. sirruh) bunu, yanýnda beþ kiþi ile berâber, insanlara Allahü teâlânýn dînini doðru olarak anlatmak vazifesiyle Horasan?a gönderdi. Bunlar; Muhammed, Seyfeddîn, Sa?deddîn, Behâüddîn ve Kemâl isimlerindeki talebeleri idi. Oraya gidip halký irþâd edip aydýnlattýlar (rahmetullahi teâlâ aleyhim).
Evliyânýn büyüklerinden Ali bin Mustafa Ömerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, El-Hac Ýbrâhim Haddâd þöyle anlatýr: Ticâret için Beyrut´a gitmiþtim. Dönüþte Trablusþam tarafýna gidecek gemiye bindim. Vapurda Ali Ömerî hazretleri de vardý. Uðurlayanlarý çok olduðu için vedâ etmek üzere vapurdan indi. Uðurlayanlar içinde Beyrut´un eþrâfýndan kimseler de vardý. O anda içime bir takým düþünceler geldi ve ona îtirâz olarak;
"Onun bu hâli þöhretten baþka bir þey deðil. Hâlbuki bu hâl evliyâ hâli olamaz ve evliyâ tanýnmak, bilinmek istemez, kendini gizlemeye çalýþýr." diye içimden geçirdim. Bu düþüncelerim bir müddet devâm etti. Bu esnâda Ali Ömerî hazretlerinin insanlarla görüþmeyi, vedâyý býrakýp, bana doðru yöneldiðini gördüm. Yanýma geldiler ve;
"Evlâdým! Allahü teâlâya tövbe et. Af dile yoksa seni edeplendirme- miz îcâb edecek!" buyurdu. Ben titremeye baþladým, sonra; "Efendim tövbe ettim!" dedim ve ellerine sarýlýp öptüm.
Anadolu?daki evliyânýn büyüklerinden Bâlî Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri anlatýr: ?Bir gün hocamýn hizmetinde idim. Bir kimse gelip zamânýn ileri gelenlerinden birinden selâm getirdi. Evliyânýn büyük- lerinden olan Muhyiddîn ibni Arabî hakkýndaki görüþünü sordu. ?Füsûs kitabý hakkýnda ne dersiniz?? dedi. Celâllenen Ramazan Efendi; ?Efen- dine söyle, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinden alýp veremediði ne? Her gün haram yemekle karnýný dolduran bir kimsenin bâtýnî sýrlara ulaþmasý mümkün müdür? Sel gibi göz yaþý dökmeyenler, hakîkat denizinden inci-mercan toplamaya muktedir olamazlar. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri o ki- tabý yazarken, on beþ günde bir defâ yemek yerdi. Îtirâzý býraksýn. Muh- yiddîn-i Arabî?nin adýný söylerken, aðzýný misk ve anber ile yusun. O mü- bârek kimsenin Füsûs adlý inceliklerle dolu kitâbýndan da elini ve dilini çeksin. Gücünün yetmediðini býrakýp, anlayabildiði þeylerle uðraþsýn.? di- ye cevap verdi. Biz de yine sohbetlerine katýlmýþ olmakla; ?Efendim, o kimse bu hususta mutaassýptýr, olur ki size zararý dokunabilir.? dedim. Ramazan Efendi; ?Korkacak bir þey yoktur. Gâyesi meclis kurup, bizi tahkîr etmektir. Öyle birþey olursa, iþte þöylece ederiz.? deyip, baþýný pal- tosunun içine çekti ve o anda ortadan kayboldu. Beni bir dehþet kapladý. Bir hayli zaman o hâlde kaldým. Bir saat kadar geçince, tekrar mübârek yüzlerini görebildim.?
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beþincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânýnda bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine ?Bâyezîd-i Bistâmî?nin yanýna gideyim. Eðer, açýktan bir kerâmet gösterirse velî olduðunu kabûl edeyim. Böylece onu imtihân etmiþ olayým.? di- ye düþündü. Bu düþünce ile, Bâyezîd-i Bistâmî?nin bulunduðu yere geldi. Bâyezîd-i Bistâmî onu görünce buyurdu ki; ?Biz kerâmetlerimizi, talebe- lerimizden Ebû Saîd Râî?ye havâle ettik. Sen ona git.? Bu kimse gidip, Ebû Saîd Râî?yi sahrada buldu. Kendisi namaz kýlýyor, koyunlarýna da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden tâze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdý ve zamâný da deðildi. Ebû Saîd Râî, asâsýný ikiye bölüp, bir parçasýný gelen kimsenin tarafýna, diðer kýs- mýný da kendi tarafýna dikti. Allahü teâlânýn izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve tâze üzüm verdi. Fakat, Ebû Saîd tarafýnda bulunan üzüm- ler beyaz, gelen kimsenin tarafýnda bulunan üzümler siyah idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklý olmasýnýn sebebini sordu. Ebû Saîd Râî; ?Ben, Allahü teâlâdan, yakîn yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile is- tedin. Dolayýsýyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi.? buyurdu ve o kimseye bir kilim hediye edip, kaybetmemesini tenbih etti. O kimse kilimi alýp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat?da kaybetti. Çok aradý ise de bulamadý. Hac dönüþünde, Bistâm?a, Bâyezîd hazretlerinin yanýna uðradý. Baktý ki kaybettiði kilim, Bâyezîd-i Bistâmî?nin önünde duruyor. Bu hâdiselere þâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediðine çok piþmân oldu. Tövbe ve istigfâr edip, Bâyezîd-i Bistâmî?nin talebeleri arasýna katýldý.
Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beþincisi olan Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Bu- hârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Buhârâ?nýn bir köyüne gitmiþti. Þeyh Hüsrev adýnda bir zâtýn evinde misâfir oldu. O akþam Þeyh Hüsrev, o köyde bulunan bütün âlimleri ve ileri gelenleri evine dâvet etti. Hep birlikte yemek yediler. Yemekten sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri, ev sâhibi Þeyh Hüsrev?e; ?Git kapýya bak kim var?? buyurdu. Gidip baktý ki, köy halkýndan Yûsuf adýnda biri, bir kap içinde armut getirmiþ kapýda bekliyordu. Ýçeri girmesine müsâade edildi. O da içeri girip, elindeki armut dolu kabý Behâeddîn Buhârî hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî; ?Bu armutlarý nereden aldýn?? dedi, o da aldýðý yeri söyledi. Be- hâeddîn Buhârî hazretleri bir müddet susup, sonra ev sâhibine; ?Bu ar- mutlarý büyük bir kaba boþalt gel.? dedi. Ev sâhibi armutlarý büyük bir kaba boþaltýp ortaya koydu. Behâeddîn Buhârî, armutlardan birini alýp getiren kimseye verdi. Sonra diðer armutlarýn orada bulunanlara daðýtýlmasýný emretti. Daðýtýldýktan sonra; ?Hiç kimse kendine verilen armudu yemesin, beklesin.? buyurdu. Sonra armutlarý getiren Yûsuf adlý köylüye dönüp; ?Armutlarý getirmekteki maksadýn nedir bilir misin?? dedi. Getiren kimse; ?Efendim, bana köyümüze keþf ve kerâmet sâhibi bir zât geldi dediler. Ben de sizi görmekle þereflenmek için, bu armutlarý satýn alýp, size hediye getirdim. Fakat küstahlýk edip, armutlarýn içinden birine bir iþâret koydum ve en alta yerleþtirdim. Eðer o zât evliyâ ise, bu armudu bulup bana verir diye düþündüm.? dedi. ?Öyleyse elindeki armuda bak, o iþâret koyduðun armut mu?? buyurdu. ?Evet efendim. O armuttur.? dedi. Bundan sonra Behâeddîn Buhârî hazretleri buyurdu ki: ?Allahü teâlânýn evliyâ bir kulunu, bir kimsenin denemesi uygun deðildir. Fakat iþâretlediðin armudu bulup sana vermeseydik, sen bizden uzak kalýr ve çok zarar görürdün. Resûlullah efendimizin bildirdiði yolda bulunan kimseyi imtihâna hâcet yoktur.? Armutlarý getiren kimse, yaptýðý iþten çok piþmân olup, Behâeddîn Buhârî hazretlerinden af ve özür diledi
Talebelerinden biri anlatýr: Þeyh Ârif-i Dikgerânî Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin halîfelerinin büyüklerindendi. O anlatýr: ?Bir gün, Behâeddîn Buhârî hazretlerini, Kasr-ý Ârifân?da ziyârete gittik. Buhârâ?ya döndüðümüzde, oranýn fakirlerinden bir grup da bizimle berâberdi. Onlardan biri, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin aleyhinde konuþtu. Sen onu tanýmýyorsun, Allah?ýn evliyâsýna karþý sû-i zan ve sû-i edepte, kötü zan ve edepsizlikte bulunman uygun deðildir dedik. Susmadý. Bir eþek arýsý gelip, aðzýna girdi ve dilini soktu. Dayanamayacak kadar caný yandý. Bu, o büyük zâta edepsizliðinin cezâsýdýr dedik. Çok aðladý, piþmân oldu, tövbe etti. Ona karþý îtikâdýný düzeltti ve hemen aðrýsý geçti.
Irak´ta yetiþen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini zamânýnda bulunan fýkýh âlimlerinden üçü, bir akþam ziyârete geldiler. Yatsý namazýný onun arkasýnda kýldýlar. Namazdaki kýrâatini, okumasýný, arzu ettikleri gibi bulmadýlar. Sû-i zânda bulunup, hakkýnda kötü þeyler düþündüler. O gece, Bekâ bin Batû hazretlerinin talebelerinin yanýnda misâfir olarak kaldýlar. Üçü de o gece ihtilâm oldu. Yakýnda bulunan nehirde gusletmek için, tekkenin kapýsýndan çýktýlar. Nehre indiler. Guslediyorlardý. Bir de baktýlar ki, büyük bir arslan gelip bunlarýn elbiselerinin üzerine yattý. Soðuðun da çok þiddetli olduðu bir geceydi. Donacaklarýný iyice anlamýþlardý ki, tam o sýrada Bekâ hazretleri tekkeden çýktý. Arslan onu görünce hemen yanýna koþtu. Yüzünü ayaklarýna sürmeye baþladý. O kimseler bu hâli görünce kabahatlerini anlayýp, tövbe ve istigfâr ettiler. Bekâ hazretleri hakkýnda yanlýþ düþündüklerini anladýlar. Onun bu kerâmetini görünce, ona olan sû-i zanlarý muhabbete dönüþtü. Bundan sonra kendisini çok sevdiler. Allahü teâ lânýn velî kullarýndan birisi hakkýnda sâdece kalpten yanlýþ düþünen kimseye, büyük bir arslan musallat olursa, evliyâya açýktan muhâlefet ve düþmanlýk edenlerin hâllerinin ne kadar tehlikeli olduðunu düþünmelidir dediler.
Tanýnmýþ büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânýnda, Konya eþrâfýndan Muînüddîn Per- vâne, þehrin ileri gelenlerini yemeðe dâvet etti. Dâvetliler arasýnda Mev- lânâ hazretleri de vardý. Herkese yemekler geldi. Mevlânâ hazrelerine husûsî olarak altýn bir tabak içerisinde, bir kese altýn konulmuþ ve üzeri- ne pirinç pilavý doldurulmuþ bir hâlde arz olundu. Mevlânâ, tabaðý görün- ce yüzünü çevirdi ve elini uzatmadý. Ev sâhibi yemesi için; "Helâl lok- madýr, buyurunuz efendim." diye ýsrâr edince, Muînüddîn´e; "Altýn tabak içinde altýn kesesi saklýyarak bizi imtihan mý ediyorsun? Bir de yememiz için ýsrâr ediyorsun, bu size yakýþýr mý?" dedi. Bu sözleri duyan ev sâ- hibi, pek mahcûb olarak Mevlânâ´nýn ellerine sarýlýp öptü ve kendisini talebeliðe kabûl etmesini istirhâm etti. Mevlânâ´ya öyle baðlandý ki, onun mânevî yardýmlarý ile en önde gelen sâdýk talebelerinden oldu.
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya?ya gelmiþti. Konyalý tüccarlara; ?Burada evliyâdan bir kimse var mýdýr? Bir müþkilim var, onu soracaðým.? dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ?nýn kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ?nýn nâmýný önceden duymuþtu. Kabûl edip hemen Mevlânâ?nýn dergâhýna gittiler. Tüccâr huzûra çýktýðýnda; ?Efendim, namazýmý kýlýyor, Allahü teâlânýn emirlerini yapýp, yasaklarýndan kaçýnýyorum. Hayýr-hasenâtýmý yapýyor, kimseye zararým olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karþý bir soðukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamýyorum. Bana yardým etmenizi istirhâm ediyorum.? dedi. Mevlânâ, þöyle bir murâkabeden sonra: ?Ey Tâcir! Sen, Magrib?de bir yol üzerinde, Allahü teâlânýn velî kullarýndan biriyle karþýlaþtýn. Onun dýþ görünüþünü beðenmedin hattâ hakâret gözüyle baktýn. Sendeki huzursuzluðun sebebi budur. Ýsterseniz þuraya bakýn.? diyerek, karþýdaki duvarý gösterdiler. Tüccar duvara baktýðýnda, bir anda duvardan pencere gibi bir boþluðun meydana geldiðini ve bu boþluktan o velî kulun yine bir yol kenarýnda oturduðunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; ?Bu huzursuzluðunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affýna kavuþmaktýr.? buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasîhatler yaptýktan sonra; ?Muhakkak onu bul, hakkýný helâl ettirip duâsýný al. Bizim de selâmýmýzý söyle.? dedi. Tâcir; ?Peki efendim!? deyip yol hazýrlýklarýný yaptý ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtý buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ?nýn selâmýný söyledi. Affetmesini, hakkýný helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; ?Öyle bir kapýya sýðýnmýþsýn, öyle bir kimseden yardým taleb etmiþsin ki, reddetmek mümkün deðil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen þuraya bak.? deyince, tâcir iþâret edilen yerde Mevlâ- nâ?yý gördü. Bu hâle gözleriyle þâhid olan tâcir, o kimseyle vedâlaþýp, Konya?ya geldi ve Mevlânâ?nýn talebesi oldu.
Basra velîlerinin büyüklerinden Ebû Muhammed el-Basrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak; Menâvî hazretleri kendisini sevenlerden birinin þöyle naklettiðini haber vermektedir: Ebû Muham- med-i Basrî hazretlerini ziyâret için Basra´ya gelmiþtim. Geçtiðim yer- lerde hayvan sürüleri, arâziler, hurmalýklar gördüm. Bunlarýn kime âit olduðunu sordum. Ebû Muhammed hazretlerine âit olduðunu söylediler. Hatýrýma, bunlar hükümdarlarýn iþidir diye geldi. Acabâ Allah adamlarýn- dan birisi, kalbini böyle þeylerle niye meþgûl ediyor? Bu düþüncelerle yo- luma devâm ettim. Kur´ân-ý kerîmden En´âm sûresini okuyordum. Kal- bimden öyle niyet ettim ki, o zâtýn kapýsýna vardýðým zaman hangi âyet-i kerîmeyi okuyor olursam, o âyet benim hâlimi bildirsin. Bu niyetlerle ve En´âm sûresini okuyarak, o zâtýn dergâhýnýn eþiðine ayaðýmý koyduðum- da, En´- âm sûresinin; "Onlar ki, Allahü teâlânýn kendilerini hidâyetine e- riþtirdiði kimselerdir. Sen de onlarýn gittiði yoldan yürü..." meâlindeki 90. âyetini okuyordum. Ben henüz içeri girmek için izin istemeden, hizmetçi acele ile çýkýp beni karþýladý ve Ebû Muhammed hazretlerinin yanýna gö- türdü. Bu hâle çok hayret ettim. Ebû Muhammed hazretleri, ismim ile hitâb ederek: "Yâ Ömer! Benim malým diye yeryüzünde gördüðün þeyle- rin hepsi emânettir. Onlara âid en ufak bir muhabbet, bu kulun kalbinde yoktur. Allah adamlarý bunlarý, Allahü teâlânýn dînine hizmet ve O´nun kullarýna yardým için ellerinde bulundurur. Ama zerre kadar bunlara mu- habbet etmez ve bunlarla kalbini meþgûl etmez. Zâten, kalbinde zerre kadar dünyâ düþüncesi bulunan kimseye, Allahü teâlâyý tanýmak nasîb olmaz. Nerede kaldý ki, bunlara gönül vermiþ olsunlar." Bu hâli görünce, hayretim ve Ebû Muhammed hazretlerine olan muhabbet ve baðlýlýðým daha da arttý.
Endülüs?te ve Mýsýr?da yetiþmiþ olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fýkýh âlimi Ebü?l-Abbâs-ý Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken bir defâsýnda zamânýn sultaný, hizmetçilerine, bir tavuðu kesmelerini, baþka bir tavuðu kesmeden boðazlamalarýný, sonra ikisini de ayný kazanda piþirmelerini emretti. Hizmetçiler, sultânýn dediði þekilde tavuklarý piþirip hazýrladýlar. Bu sýrada Ebü?l-Abbâs hazretleri de orada idi. Sultan, Ebü?l-Abbâs?ýn rahmetullahi aleyh velî bir zât olup olmadýðýný anlamak için, o tavuklarý, yemek olarak Ebü?l-Abbâs?a ikrâm etti. Ebü?l-Abbâs hazretleri hizmetçiye, boðulmuþ tavuðu göstererek kaldýrmasýný emredip; ?Bu, leþtir yenmez.? buyurdu. Kalan tavuk için ise; ?Bu, leþ deðildir. Fakat leþ olan tavuðun suyunda, o tavuk ile berâber ayný kapta piþtiði için, bu da necis oldu. Onun için bu da yenmez.? buyurdu.
Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Ýsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken ?Bir gün Tillo?ya bir saat yakýnlýkta bulunan köylerin birinden, Kur?ân-ý kerîmi ezberlemiþ, fýkýh ilminde âlim bir þahýs geldi. Bu zât, Ýsmâil Fakîrullah hazretlerinin bâzý hâl ve hareketlerini, dînin emirlerine uymuyor sanarak beðenmezdi. Huzurdayken ona:
?Ey Þeyh! Sen niçin câmiye gitmiyorsun?? diye sordu. O hilim deryâsý, yumuþaklýk denizi olan Fakîrullah hazretleri lütfederek; ?Ey hâfýz! Bizim bu dergâhýmýz mescid niyetiyle yapýlmýþtýr ve burada dünyâ kelâmý konuþmak mekrûhtur.? diye cevap verdi.
O zât; ?Peki, niçin cemâat sevâbýna kavuþmak istemezsin.? diye tekrar sordu. Fakîrullah; ?Beþ vakit namazda evlât ve talebelerim cemâat olup, farzlar onlarla berâber edâ ediliyor.? diyerek cevap verdi.
?Ezâna niçin riâyet etmiyorsun?? sorusuna da; ?Bu mescidin minâresi þu kerpiç kadar taþtýr. Onun üzerinde beþ vakitte de ezân okunuyor. Burada okunan ezân-ý þerîfe icâbet ediyorum. Cumâ namazýný ise gidip câmide kýlýyoruz.? buyurdu.
O zât; ?Niçin çok cemâatin fazîletine kavuþmak istemezsin.? diye sorunca; hocam, tebessüm ederek; ?Kuyu hâdisesinden önce cemâatin çokluðunu canýma minnet bilir ve o sevâba kavuþurdum. Ancak kuyu hâdisesiyle kalabalýkta huzûrum kaçýyor, huzursuz oluyorum. Bundan dolayý mâzurum. Allahü teâlâdan bu sevâbtan beni mahrûm etmiyece- ðini umarým. Çünkü, sevgili Peygamberimiz; ?Müminin niyeti, amelinden hayýrlýdýr.? buyurdu. Bu hadîs-i þerîften ümitliyiz.? O zât edebe riâyet etmeyerek sorduðu bu sorulardan aldýðý cevap üzerine huzurdan ayrýlýp gitti. O gece evinde yatýp uyudu. Fakat sabahleyin uyandýðýnda Kur?ân-ý kerîmi ve fýkýh ilmini tamâmen unuttuðunu fark etti. Ýkinci günü abdest almayý ve namaz kýlmayý da unuttu. Üçüncü gün ise göz nîmeti elinden alýnýp kör oldu. Dördüncü günde aklý baþýna gelip, yanýna birkaç kiþi ala- rak doðru Fakîrullah?ýn huzûruyla þereflendi. Merhamet menbâý olan Fa- kîrullah Efendi, onu, kör olarak görünce çok aðladý ve gözünün açýlmasý için duâ etti. Mübârek elini gözünün üzerine sürdü. O anda Allahü teâlâ- nýn izni ile gözündeki perde kaldýrýldý ve eskisi gibi görür hâle geldi. Ýs- mâil Fakîrullah?dan çok özür diledi, hatâsýnýn affý için yalvardý.
Ona; ?Sen o gün doðruyu söyledin. Emr-i mârûf eyledin. Allahü teâlâ gayretini makbûl eylesin.? diyerek o zâtýn gönlünü aldý. Hâfýz efendi de haddini bilip bu büyük velînin Allahü teâlâ katýnda makbûl biri olduðunu anladý. O gece talebelerin odasýnda yattý. Sabahleyin kalktýðýnda unutturulan bütün ilimlerin hatýrýna yeniden geldiðini gördü. Sevinçten uçuyor- du. Allahü teâlâya hamdü senâ edip þükür secdesine kapandý. Hocamý- za duâlar ederek oradan ayrýldý.
Hindistan´da yetiþen büyük velîlerden Gulâm Muhammed Ma´sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri þöyle anlatmýþtýr: "Peþâver âlimlerinden biri, talebelerinden bir cemâatle birlikte Gulâm Muhammed Ma´sûm hazretleri ile ilmî münâzara yapmak üzere huzûruna gelmiþti. Huzûruna girince, bütün ilmini birdenbire unutuverdi. Gulâm Muhammed Ma´sûm ona, talebelerin oturduðu yere geçmesini iþâret etti.Tek kelime konuþamadý. Sonra meclisinden kalkýp gitti. Gulâm Muhammed Ma´sûm ile münâzaraya girmek için ilmin ince meselelerini yeniden öðrendi. Bir gün yine ayný niyetle huzûruna gitti. Fakat huzûruna girince, öðrendiklerini gene unuttu. Tekrar dönüp gitti. Üçüncü sefer tekrar hazýrlanýp, kitaplarýný da yanýna alýp huzûruna gitti. Bu sefer de bildiklerini unuttu. Götürdüðü kitaplardan bir harfi bile okumaya kâdir olamadý, okumayý dahî unuttu. Bu durum karþýsýnda talebeleri ile birlikte, Gulâm Muhammed Ma´sûm´un huzûrunda özür beyân edip af diledi. Kendisini de talebeliðe kabûl etmesini arz etti. Bundan sonra Gulâm Muhammed Ma´sûm o zâta; "Sen bize münâzara için gelirken, falan falan bahisleri ezberlemiþtin. Bâzý sorular da hazýrlamýþtýn. Bu sorularýn cevâbý þöyle þöyledir." buyurup, herbirini tek tek îzâh ederek cevap ver- di. Sonra onu talebeliðe kabûl edip, tasavvufta yetiþtirerek kemâle ulaþ- týrdý ve icâzet, diploma verdi."
Mýsýr´da yetiþen büyük velîlerden Seyyid Ýbrâhim Desûkî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerini imtihân etmek niyetiyle, yedi kiþi bir gün yola çýktý. Desûk nahiyesi yakýnlarýna geldiklerinde Ýbrâhim Desûkî, tale- belerinden birini bunlara gönderdi. Talebe, kendisini Seyyid Ýbrâhim De- sûkî´nin gönderdiðini, geri dönmelerini istediðini bildirdi. Ýmtihan için ge- lenler biraz tereddüd ettiler. O anda kendilerini bir sahrada buldular. Uzun müddet burada periþan bir halde kaldýlar. Yiyecek bir þey bulama- yýp ot yediler. Üzerlerindeki elbiseleri eskidi. Lime lime olup dökülmeye baþladý. Büyük bir zâtý imtihân etmek isteði ile bu hâle geldiklerini anla- yýp, tövbe ettiler. Onlarýn bu hallerine vâkýf olan Seyyid Ýbrâhim, talebe- sini tekrar onlarýn yanýna gönderdi. Talebe onlara; "Artýk buradan gidi- niz!" dedi. O kiþiler etraflarýna bakýnýrken, bir anda kendilerini Ýbrâhim Desûkî hazretlerinin huzûrunda buldular. Seyyid hazretleri onlara; "Haydi hazýrladýðýnýz suâlleri söyleyin!" buyurdu. Onlar da; "Efendim, biz bir kabahat iþledik. Bundan çok üzgünüz, affýnýzý ve bizi talebeliðe kabûl etmenizi istiyoruz." dediler. Seyyid Ýbrâhim Desûkî de bunlarý affedip, talebeliðe kabûl etti.
Büyük velîlerden Ýzzeddîn Türkmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün Tîmûr Han çadýrýna dâvet etti ve çadýrda otururken hizmetçisine tenbih edip; ?Bu zâtý bir tecrübe edelim. Þimdi siz gasb edilmiþ bir kuzu veya tavuk yakalayýp piþirin ve bu zâtýn önüne getirin. Ýkrâm edelim. Bakalým helal veya haram olduðunu anlayabilecek mi?? diye emretti. Hizmetçi bir kuzu bulup getirdi ve Ýzzeddîn Türkmânî hazretlerinin önüne koydu. Türkmânî hazretleri önüne konan kýzarmýþ kuzudan besmele okuyup yemeye baþladý. Tîmûr Han; ?Efendi hazretleri. Helâl ise yiyorum demeyi unuttunuz.? dedi. O zaman Türkmânî hazretleri; ?Bu bize helâldir.? buyurdu. O zaman Tîmûr Han yanýndakilere; ?Görün evliyâ dediðiniz zât, gasbedilmiþ ve haram þeye besmele bile okudu. Helâl gibi haramý yer. Dînini hebâ ve kendini cezâya uðratýr.? dedi. Bunun üzerine Türkmânî hazretleri; ?Aslý vardýr. Birazdan anlaþýlýr.? buyurdu. O esnâda dýþarýda bir kadýn feryâd ederek; ?Sultâným kuzucuklarýmdan birini evim- de beslerdim. Onu Ýzzeddîn hazretlerine vermeyi adamýþtým. Onu alýp giderken adamlarýnýz elimden aldý ve bana eziyet ve zulüm ettiler.? diye seslendi. Tîmûr Han bu sözleri duyunca, hayretler içinde kaldý. O zaman Türkmânî hazretleri baþýný kaldýrýp; ?Ey hâtun! Adaðýn kabûl olsun. Allahü teâlâ sana çok mükâfât versin. Adaðýn bana geldi. Sâhibini buldu. Ýþte yediðimiz kuzu odur.? buyurdu. Kadýncaðýz sevinçle geri döndü. O zaman Tîmûr Han, Ýzzeddîn Türkmânî hazretlerinin büyük bir zât olduðu- nu hakkýyla anlayýp hürmet ve ikrâmlarda bulundu ve yaptýðý imtihan sebebiyle özür dileyip duâ istedi.
Çin, Hindistan, Ýran ve Anadolu´da Ýslâmiyetin yayýlmasýnda büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû Ýshâk Kâzerûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânýnda Basra?da Yahyâ bin Hasan a- dýnda, bir mescid imâmý vardý. Þeyh Kâzerûnî hazretlerinin oturduðu bel- deye geldi. Sabah namazý vaktiydi. Kâzerûnî hazretlerinin mescidine gir- di. Kâzerûnî hazretleri imâm olmuþ namaz kýldýrýyordu. Yahyâ bin Hasan da ona uyarak namaza durdu. Kâzerûnî, okuduðu uzun bir sûrede bir âyeti unutarak okumadý. Bunu fark eden Yahyâ bin Hasan kendi kendi- ne; ?Yazýklar olsun bana. Buraya kadar boþuna yorulmuþum. Tâ Basra?- dan buraya bu adamý ziyârete geldim. Halbuki o namazda okuduðu sû- reyi yanlýþ okuyor. Kur?ân-ý kerîmi doðru okuyamayan kimsenin ne fazile- ti olabilir? Buraya geldiðime piþman oldum.? diye düþündü. Þeyh Kâze- rûnî hazretleri namazdan ve duâdan sonra o kimseyi yanýna çaðýrdý ve buyurdu ki: ?Gördüðünüz gibi bizler hatâ iþleyip duruyoruz. Âdemoðlu- yuz. Âdemoðlu unutkanlýktan kurtulamaz.? buyurdu. Yahya bin Hasan ismindeki kimse Kâzerûnî hazretlerinin kerâmet olarak, namazda iken kendi kalbinden geçenleri bildiðini anladý. Düþündüklerine tövbe edip özür diledi.
Ynt: Su-i Zan By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:05:53
Irak?ta yetiþen büyük velîlerden Mâcid el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oðlu Süleymân (veya Selmân) þöyle anlatýr: ?Bir ara babamýn husûsî odasýnda, yanýnda bulunuyordum. Orada yiyecek ve içecek aslâ birþey bulunmazdý. Bir gün kendisine yirmi fakir geldi. Babam bana; ?Þu odaya gir, bize yemek getir.? dedi. Ben, içeride yiyecek ve içecek hiçbir þey bulunmadýðýný bildiðim hâlde îtirâz edemedim. Ýki hizmetçi ile beraber odaya girdik. Girince odanýn çeþit çeþit lezzetli yemeklerle dolu olduðunu gördük. O yemekleri çýkardýk. Gelenler yiyip, doydular. Yemekler de tamâmen bitti. Biraz sonra otuz fakir daha geldi. Babam, yine önceki gibi emredip içeriden yemek getirmemizi istedi. Peki deyip içeri girdiðimizde, öncekilerden daha deðiþik ve daha çok yemekler vardý. Onlarý da ikrâm ettik. Sonra babam, bu iki hizmetçiye birden nazar etti. Ýkisi de bayýlýp oraya düþtüler. Evlerine kaldýrýldýlar ve her ikisi de uzun müddet baygýn hâlde kaldý. Nihâyet ayýlýp istigfâr ederek ve aðlýyarak, babamýn yanýna geldiler. Çok özür dileyip, affedilmelerini istediler. Babam da, özürlerini kabûl edip onlarý affetti. O iki hizmetçi bu hâle düþmelerine sebep olan hatâlarýný izâh edip; ?Ýçeride hiç yemek bulunmadýðýný bildiðimiz bir odada, iki defâda da, çeþit çeþit ve bol yiyecekleri görünce; ?Bu sihirdir.? düþüncesi aklýmýza geldi. Bu yanlýþ düþüncemiz sebebiyle bu duruma düþtük.? dediler.?
Zebid þehrinde yetiþen evliyânýn büyüklerinden Merzûk Sârifî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin torunlarýndan Yahyâ-i Merzûkî, Benî Merzûk evliyâsýný, âlimlerini anlatan bir kitap yazmýþtýr. Bu kitapta þöyle anlatýyor: Bir defâsýnda, zamânýn sultaný, Merzûk Sârifî?yi bir ziyâfete dâ- vet etti. Maksadý, onun hâlini iyice anlamak, imtihan etmek, denemekti. Kerâmet sâhibi olduðu söyleniyor, bakalým aslý var mý? düþüncesiyle hareket ediyordu. Bir sýðýr ve bir de at kestirip, etlerini ayrý ayrý piþirttirdi. Ayrý ayrý tabaklara koydurdu. Sonra Merzûk Sârifî?yi sofraya dâvet ettiler. Merzûk Sârifî talebelerinden bâzýlarýyla gelip sofraya oturdu. Sultanýn adamlarý da sofraya oturdular. Merzûk Sârifî, içinde sýðýr etinin bulundu- ðu tabaklarý talebelerinin önlerine daðýttý. Ýçinde at eti bulunan tabaklarý da sultanýn adamlarýnýn önlerine koydu. Sultan dikkatle tâkib ediyordu. Sýðýr etlerinin hepsinin Merzûk Sârifî ve talebelerine, at etlerinin de kendi adamlarýna geldiðini görünce, çok hayret etti. Tabaklar önceden, sâdece sultanýn bileceði þekilde karýþtýrýlmýþtý. Merzûk Sârifî ise, bu tabaklarý hiç yanlýþlýk olmadan ayýrýyor, sýðýr etlerini kendi talebelerine, at etlerini de sultanýn adamlarýna ayýrýyordu. Sultan bir ara; ?Bunlarýn hepsi temiz ettir. Niçin ayýrýyorsunuz?? deyince, Merzûk Sârifî; ?Bu tabaktaki etler, fakir- lere (bizlere) lâyýktýr. Diðer tabaklardaki etler de, sultanlarýn adamlarýna, hizmetçilerine lâyýktýr.? buyurdu. Bunlarý iþiten Sultan, Merzûk Sârifî?nin fazîlet ve yüksekliðini anlayarak, hemen yanýna yaklaþtý. Merzûk Sâri- fî?nin elini öptü, ondan nasîhat istedi. ?Lütfen bana emrediniz! Hüküm vermekte nasýl davranayým?? dedi. Merzûk Sârifî de ona nasýl davran- masý îcâb ettiðini açýklayarak, çok nasîhatlerde bulundu.?
Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini; Süleymâniye´nin meþhûr âlimlerinden bâzý- sý, aklî ve naklî ilimlerin en zor ve ince meseleleri ile maðlub etmek is- tediler ise de, kendileri yenildiler. Yanlarýnda câhil gibi kaldýlar. Çâresiz kalýp, Irak´ýn her bakýmdan en büyük âlimi olan ve hüccet-ül-Ýslâm denen Þeyh Yahyâ Mazûrî Ýmâdî´ye mektup yazýp; "Süleymâniye âlimleri tara- fýndan, din ve dünyâ ilimlerinin allâmesi, müslümanlarýn hücceti, efendi- miz, üstâdýmýz Yahyâ Mazûrî Ýmâdî hazretlerinedir. Hak teâlâ müslü- manlarý uzun hayâtýnýzla bereketlendirsin. Þehrimizde, Hâlid isminde bir zât zuhûr eyledi. Hindistan´a gidip geldikten sonra, vilâyet-i kübrâ ve in- sanlarý irþâd dâvâsýnda bulunuyor. Bu zât, din ilimlerini mükemmel bir sûrette tahsîl ettikten sonra, terk eyledi. Yanlýþ yollara saptý. Bizler onu i- limde yenemedik. Büyüðümüz sizsiniz! Bu tarafa gelip, yanlýþlýðýný ve za- rarlarýný def edip, onu yenmeniz, üzerinize vâcibdir. Gelmeyecek olursa- nýz, bu fikirleri bütün insanlara ve diðer þehirlere yayýlacaktýr." dediler.
Bu mektup, Þeyh Yahyâ´nýn eline geçince, bâzý talebesi ile birlikte, Süleymâniye yolunu tuttu. Þehre yaklaþýnca, bütün âlimler, karþýlamaða çýkýp, eline yüz sürüp, herbiri kendi evine dâvet ettiyse de, kabûl etmedi ve; "Bu saatte o zâtla görüþmem lâzýmdýr." deyip, Mevlânâ Hâlid-i Bað- dâdî´nin hânekâhýna gitti. O devlethâneye girince, Mevlânâ Hâlid hazret- leri kalkýp kapýda karþýladý ve müsâfeha ettikten sonra, yanlarýna oturttu. Þeyh Yahyâ´nýn kalbinde, bir takým ince ve zor meseleler vardý. Bunlarý sorup imtihan edecekti. Daha aðzýný açmadan, hazret-i Mevlânâ, Þeyh´e hitâben; "Din ilimlerinde çok müþkil meseleler vardýr. Ýþte biri þudur ve cevâbý budur; diðeri þudur, cevâbý budur." buyurup, Þeyh´in kalbindeki bütün suâlleri ve cevaplarýný söyledi.
Þeyh Yahyâ bu mübârek zâtýn evliyânýn büyüklerinden olduðunu anladý. Tövbe edip talebelerinden oldu. Ýftirâcýlar bunu duyunca periþân oldular. Mevlânâ hazretleri, Þeyh Yahyâ´yý çok severdi.
Âlim ve fazîlet sâhibi olan Þeyh Ali Süveydî büyük muhaddislerden (hadîs âlimi) idi. Hadîs-i þerîf senedlerinde kuvvetli bilgisi vardý. Ýmtihân etmek maksadýyla, Mevlânâ Hâlid hazretlerine geldi. Müsâfeha esnâsýnda bir hadîs-i þerîf okudu. Mevlânâ hazretleri de bir hadîs-i þerîf okuyup oturdular. Ayný zât, Kütüb-i Sitte´de yazýlý hadîslerden üç hadîsi se- nedleri ile, imtihan yollu okudu. Mevlânâ hazretleri de, bu hadîslerin asýl senedlerini sahîh olarak okuyunca, hemen Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ellerine kapanýp, kalbine gelen imtihan düþüncesinden tövbe ederek af diledi. Sonradan ilim meclislerinde; "Mevlânâ en büyük velîlerden olup, zâhir ve bâtýn ilimlerinde sonsuz bir deniz, biz ise bir damlayýz." derdi.
Irak´ta ve Mýsýr´da yaþamýþ olan velîlerden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) senelerce Sinâniyye Mescidinde imâmlýk yapýp, talebe yetiþtirmekle meþgûl olduktan sonra, Mescid-i Ýmrânî?de vazîfe yaptý. Ömrünün sonlarýnda talebeleri ve âilesi için bir dergâh inþaallahâ ettirdi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri bu dergâhýn inþaallahâsýnda bizzat çalýþtý. Bir an evvel bitirmek için gayret etti. Binânýn yapýmý bittikten sonra talebelerinden birini çaðýrdý ve; ?Gel sana yeni kardeþlerimizin yerini göstereyim.? buyurdu. Talebesiyle birlikte oda oda gezdiler. Tavana çýktýklarý zaman; ?Ýnsanlar kendim için bir köþk yaptýðýmý söylüyorlar. Vallahi kalbimde en ufak bir meþgûliyeti yoktur. Dünyâya karþý sevgim yoktur. Lâkin buranýn süratle yapýlmasý için beni bir kuvvet zorladý. Bunda da bir hikmet vardýr.? buyurdu. Çok geçmeden vefât etti.
Evliyânýn büyüklerinden Muhammed Ezherî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerini imtihan için bir gün bâzý kimseler, huzûruna geldiler. Fakat hazýrladýklarý suâlleri sormaya cesâret edemediler. Birbirlerine ?Sen sor, sen sor? diye iþâret ediyorlardý. Muhammed Ezherî ise o sýrada baþýný eðmiþ, ALLAHü teâlâyý zikretmekle meþgûl idi. Bir ara baþýný kaldýrýp onlara; ?Niçin susup duruyorsunuz. Câmi, ALLAHü teâlâya ibâdet ve O?nu anmak içindir. Câmiye, ya ALLAHü teâlâyý zikr için veyâ ilim öðrenmek için gelinir. Bunun hâricinde yapýlanlar boþ iþlerdir? dedi. Ýçlerinden bir tânesi edeb ve hürmetle; ?Efendim! Biz huzûrunuza sohbetinizden faydalanmak için geldik? dedi. Bunun üzerine Muhammed Ezherî konuþmaya baþladý. Konuþurken gelenlerin akýllarýndan geçen bütün suâlleri cevaplandýrdý. Kimin aklýndan geçen suâli cevaplandýrýrsa, ona tebessüm ederek dönerdi. ALLAH dostlarýnýn yanýnda, kalbden geçen þeylerin gizli kalmadýðýný onlara gösterdi. O zaman orada bulunanlar, onun büyüklüðünü anladýlar.
Büyük velîlerden Muhammed Karsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânýnda Kars?ta Þeyh Kemâl isminde hal ehli geçinir biri vardý. Çok kim- se onun etrâfýnda toplanmýþtý. Kendisi de bu hâlini beðenir, kibirlenirdi. Ayrýca Muhammed Karsî hazretleri hakkýnda iyi konuþmaz sû-i zan e- derdi ve; ?Hiç bâtýnî, kalbî ilimle zâhirî ilim bir araya gelir mi?? diyerek ev- liyâlýk hallerine inanmazdý. Bir gün Kars?ta birisinin çamaþýr yýkadýktan sonra kurumasý için bahçesine astýðý havlusu kayboldu. Ne kadar aradýlarsa bulamadýlar. Netîcede bâzýlarý kötü zan ve þüphe altýnda kaldý. Tam o günlerde Muhammed Karsî hazretleri Þeyh Kemâl?in evine gitti ve onun sýðýrýný satýn almak istedi. Þeyh Kemâl de sýðýrýný sattý. Muham- med Karsî hazretleri sýðýrý satýn aldýktan sonra hemen orada kesti ve acele ile karnýný yardý. Ýçinden daha önce kaybolan havluyu çýkardý. Þeyh Kemâl bu hâli görünce, Muhammed Karsî hazretlerinin bâtýn ilmine sâhip kerâmet sâhibi büyük bir zât olduðunu anlayýp ellerine sarýldý ve özür diledi. Talebeliðe kabûl etmesini istedi. Onun önde gelen talebeleri arasýna girdi.
Evliyânýn büyüklerinden Muhammed Pârisâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) kerâmetlerini çok gizlerdi. Fakat bir defâsýnda, büyük hadîs âlimlerinden Þemseddîn Muhammed bin Muhammed-i Cezerî, Mirzâ Uluð Bey zamânýnda Semerkand?a gelmiþti. Mâverâünnehr?in hadîs âlimleri, hadîslerin senedlerini inceleyerek, tahkik ve tashih ile uðraþýyordu. Ha- sedçilerden biri, bu zâta; ?Muhammed Pârisâ?nýn söylediði hadîs-i þerîf- lerin senetlerinin sýhhati tam ve mâlûm olmadýðý hâlde, Buhârâ?da çok hadîs nakleder. Onun senedlerini inceleseniz iyi olur? dedi. Durum Mirzâ Uluð Bey?e bildirilince, o da, Buhârâ?ya bir haberci gönderip, Muhammed Pârisâ?dan Semerkand?a gelmesini ricâ etti. Muhammed Pârisâ hazretleri Semerkand?a geldi. Semerkand þeyhulislâmý Hâce Üsâmeddîn ve o asrýn büyük âlimleri büyük bir meclis kurup, Muhammed Pârisâ?yý da çaðýrdýlar. Hadîs mütâlaasýna baþlayýnca, Hâce Üsâmeddîn, Muhammed Pârisâ?dan kendi isnadlarýyla bir hadîs rivâyet etmesini ricâ etti. O da senedleriyle bir hadîs-i þerîf okudu. Þeyhulislâm; ?Bu hadîsin sahîh olduðunda hiç þüphe yoktur, ama þu anda benim yanýmda sâbit deðildir.? dedi. Orada bulunan bâzý hasedçiler bu sözden hoþnûd olup, birbirlerine gözle iþâret ettiler. Muhammed Pârisâ, ayný hadîs-i þerîfi bir baþka se- nedle okudu. Þeyhulislâm, yine önceki sözlerini tekrâr etti. Muhammed Pârisâ hazretleri hangi isnâdý söylese, bunu duymadým cevâbýný alaca- ðýný görerek bir an susup murâkabe ettikten sonra, o þahsa dönerek; ?Hadîs ehlinin kitaplarýndan falanýn mesnedini saðlam tutup, onun se- nedlerini mûteber sayar mýsýnýz?? buyurdu. O da; ?Evet, onun isnâdlarý (senedleri) tamâmen mûteber, güvenilir ve hadîs muhakkýklarýndandýr. Onda hiçbir ferdin þüphesi yoktur. Eðer sizin isnâdlarýnýz ona müsned ol- saydý, isnâdýnýzýn sýhhatinde, hiç sözümüz kalmazdý? dedi. Bu söz üzeri- ne Muhammed Parisâ hazretleri, Hâce Üsâmeddîn?e dönüp, ?Sizin kütüphânenizin filân yerinde, falan kitabýn altýnda, þu boyda, þu cildde bir kitap konulmuþtur. Bahsettiðim hadîs-i þerîf, o kitabýn falan sahifesinde yazýlýdýr.? diyerek, sahifesini de belirtip; ?Talebelerinizden birisini gönde- rin, hemen o kitabý getirsin.? buyurdu. Hâce Üsâmeddîn, kendisinin böyle bir kitabýnýn bulunduðunda tereddüd edince, o meclistekiler de bu söze þaþýrdýlar. Çünkü Muhammed Pârisâ hazretleri, onun kütüphânesini hiç görmemiþti. Nihâyet bir talebesini gönderip, târif edilen kitabý bulup ge- tirtti. Bahsedilen hadîs-i þerifi, Muhammed Pârisâ hazretlerinin söylediði sahifede aynen buldular. Bunun üzerine, ilim meclisinde bulunan âlimler ve dinleyiciler þaþkýnlýkla, Muhammed Pârisâ?nýn büyüklüðüne hayran kaldýlar. Hâce Üsâmeddîn?in, bu hâdise karþýsýndaki hayranlýðý hepsin- den ziyâde oldu. Çünkü kütüphanesinde böyle bir hadîs kitabýnýn bulun- duðunu kendisi bile iyice bilmiyordu. Bu hâdiseyi Mirzâ Uluð Bey iþitince, Muhammed Pârisâ?yý Buhârâ?dan Semerkand?a getirttiðine çok üzülmüþ- tür. O mecliste bu kerâmetin zâhir olmasý üzerine, âlimler ve zamânýn i- leri gelenleri tarafýndan çok sevildi. Hürmet göstererek kendisine baðlan- dýlar ve onun sohbetlerinde bulunarak feyz aldýlar.
Mýsýr´da yetiþen büyük velîlerden Muhammed Þâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini fakir bir kimse ziyâretine geldiðinde, Muhammed Hanefî hazretlerini kýymetli ve süslü elbiseler içinde görünce; "Benim bildiðim velîler böyle elbiseler giymez. Bizim bu kadar ihtiyâcýmýz varken niçin kýymetli elbiseler giyer?" diye düþündü. Orada iken, bir grup yabancý kimse ziyârete geldi. Hepsi de kýymetli ve süslü elbiseler giymiþlerdi. Fakat Muhammed Hanefî hazretlerininki, onlarýnkinden daha güzel ve kýymetliydi. Bu kimseler gittikten sonra, o fakir kimseyi çaðýrýp buyurdu ki: "Gördün, böyle kimseler ziyâretimize gelmektedir. Benim ise onlarýn karþýsýnda ilim ehlini zelil göstermem uygun olur mu? Onun için böyle giyindim. Yoksa bizim böyle þeylerde gönlümüz yoktur." O kimse, iþin sebebini öðrenip, tövbe ve istigfâr etti. Bir daha büyüklerin iþine karýþmamaya söz verdi.
Ýstanbul´da medfûn bulunan en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ý Münzâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Mustafa Bekrî þöyle dedi: ?Bana da Bedîrî anlattý: ?Murâd-ý Münzâvî?ye buðzedip onu kötüleyen birisi ile görüþmüþtüm. Bana ona buðzetmeyi îcâbettiren bir þey anlatmýþtý. Ben de ona muvâfakat etmiþtim. O þahsa da Murâd-ý Münzâvî?nin yanýna çok gittiðimi, bundan sonra onun yanýna gitmiyeceðimi söyledim. Ertesi gün beni seven âile dostlarýmdan birisi geldi ve; ?Haydi Murâd-ý Münzâvî?nin ziyâretine gidelim.? dedi. Onu kýrmayýp teklifini kabûl ettim. Fakat içimden de bu teklifi çabucak kabûl etmeme hayret ettim. Yine kendi kendime; ?Hani sen onun ziyâretine gitmeyeceðine söz vermiþtin ya!? dedim. Bu sýrada nefsimin çok mahcûb olduðunu gördüm. Buna raðmen Murâd-ý Münzâvî?yi ziyârete gittim. Ancak her zamanki gidiþlerimde hemen huzûruna girerdim. Fakat bu sefer bana: ?Biraz bekle, Münzâvî?nin bir mâzereti var.? kâbilinden sözler söylediler. Bunun üzerine oturup kendi kendimi kýnamaya; ?Böyle eþiklerde oturup beklemeye niçin râzý oluyorsun. Hem sen bir daha ziyârete gel- miyeceðine karar vermemiþ miydin?? demeye baþladým. Bir saat sonra bana ve arkadaþýma izin verildi. Onunla berâber Murâd-ý Münzâvî?nin huzûruna girdik.
Beni yakýnýna çaðýrdý ve selâm verdi. Sonra arkadaþýma döndü ve þöyle dedi: ?Dün þöyle bir þey oldu. Ýnsanlardan birisinin yanýna baþka birisi geldi. Ýkisi berâber birisine dil uzattýlar. Birisi; ?O þöyledir.? dedi. Diðeri onu tasdik etti.? diyerek bir gün önce olan þeyleri bir bir saydý. Dün- kü zemmedip kötülediðimiz hâli aynen anlattý. Sonra bana döndü; ?Bu anlattýklarým oldu mu?? buyurdu. Ben de; ?Evet efendim.? diyerek özür diledim. ?Hayýr olmadý.? diye inkâr etmedim. Sonra; ?Þimdi zemden, kötülemekten vazgeçtim. Dünkü zem hâlimiz geçici bir þeydi. Þimdi o hâl geçti. Þeytan aramýza girdi. ALLAHü teâlâ onu sizin vesîlenizle def eyledi? dedim. Sonra da tasavvuf yoluna dâir bilgiler öðrendim. Bana lüzumlu bilgileri yazdý. Murâd-ý Münzâvî?nin pek yüksek hâlleri vardý.?
Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden Ýmâm Mûsâ Kâzým (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Ýshâk bin Ammâr þöyle anlatýyor: "Mûsâ Kâzým Hârun Reþîd tarafýndan hapsedildiði zaman, Ýmâm-ý A´zam Ebû Hanîfe hazretlerinin iki talebesi olan Ebû Yûsuf ile Muhammed Þeybânî ziyâretine gitmiþlerdi. Maksadlarýndan biri de ilmi hakkýnda bilgi sâhibi olmaktý. Ýlminden sorup denemek istiyorlardý. Tam o sýrada hapishânenin nöbetçisi yanýna geldi ve; "Ey mübârek efendim, bugünkü nöbetim bitti. Yarýn dönüþümde, bir ihtiyâcýnýz varsa, getireyim" dedi. Ýmâm-ý Mûsâ Kâzým; "Bir ihtiyâcým yoktur." dediler. Son- ra, Ebû Yûsuf ile Muhammed Þeybânî´ye dönerek; "Ben bu adama hayret ediyorum. Yarýn döneceðini zan ediyor ve ihtiyaçlarýmý soruyor. Halbuki onun eceli gelmiþtir ve yarýn ölecektir" buyurdular. Ýmâm-ý A´zam hazretlerinin iki talebesi de Mûsâ Kâzým´ýn böyle söylemesine hayret ettiler ve; "Biz, bu zâtý, zâhirî ilimlerden imtihan etmek istedik. Bu ise, bâtýnî ilimden bize haber veriyor. Bu sözünü deneyelim" diyerek kalkýp gittiler. Adamýn evine yakýn bir yere nöbetçi koydular ve ona; "Bu evde bir þey gördüðün zaman, gelip bize haber ver!" dediler. Gece yarýsýnda evde bir aðlama sesi yükselmeðe baþladý. Nöbetçi gelip hemen haber verdi. Ýmâm-ý Ebû Yûsuf ile Muhammed Þeybânî geldiði zaman ev sâhibinin öldüðünü gördüler. Mûsâ Kâzým hazretleri için olan hayretleri ve onun büyüklüðü hakkýnda zanlarý bir kat daha arttý.
Hindistan?ýn büyük velîlerinden Þeyh Rükneddîn Ebü?l-Feth (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda, Mecma?ul-Ahbâr?da bildirildi- ðine göre; birgün þehid sultan Gýyâseddîn Tuðluk Þah, Mevlânâ Topal Zahîreddîn?e; ?Þeyh Rükneddîn?den hiç kerâmet gördün mü?? diye sor- du. Mevlânâ da þöyle anlattý: ?Bir Cumâ günü bir grup kimsenin, Þeyh Rükneddîn?in elini öpmek için toplandýklarýný gördüm. Ýçimden; ?Acabâ Þeyh hazretleri sihirbaz mýdýr? Ben de âlimim, bana hiç kimse gelmez? dedim. Sabahleyin Þeyh?in huzûruna gidip; ?Aðzý ve burnu yýkamanýn hikmeti nedir?? diye sorup, onu imtihan edecektim. Gece yatýnca, rüyâmda hazret-i Þeyh, bana bir miktar tatlý verdi ve sabaha kadar onun tadýný damaðýmda hissettim. ?Kerâmet böyle mi olur?? diye düþündüm. ?Þeytan, bilmeyenleri bu gibi þeylerle yoldan çýkarabilir? diye düþünüp, imtihân etmek niyetimden vazgeçmedim. Sabah erkenden Þeyh?in huzûruna vardým. Þeyh; ?Sizi bekliyordum? deyip konuþmaya baþladý; ?Cü- nüblük iki çeþittir. Biri kalbin, diðeri bedenin cünüblüðü. Bedenin bu hu- sustaki cünüblüðü bellidir. Kalbin cünüblüðü ise uygun olmayan kimse ile sohbet etmekten hâsýl olur. Bedenin cünüblüðü su ile giderilip, temizlenir. Ama kalbin cenâbeti, göz yaþý ile giderilir? buyurduktan sonra þöyle devâm etti: ?Suyun temizlemesi ve cünüblüðü gidermesi için üç sýfat lâzýmdýr. Bunlar; renk, tad ve kokudur. Bunun için dînimiz, mazmaza ve istinþâký, yâni aðza ve burna su vermeyi abdestte öne aldý. Böylece; tat mazmaza, koku istinþâk ile gerçekleþir? buyurdu. Rükneddîn?in söze baþlamasý ile, ter dökmeðe baþlamam bir oldu. Sonra Þeyh; ?Þeytan, Peygamberimizin þekline giremediði gibi, hakîkî mürþid-i kâmilin sýfat ve þekline de giremez. Çünkü onun Peygamber efendimize tam mütâbeatý ve baðlýlýðý vardýr. Mevlânâ Zahîreddîn?in söz ilminden nasîbi var, ama hâl ilminden bir þeyi yoktur? buyurdu.?
Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri, bir talebesinin yanýnda; "Basra´da velîlik derecesine ulaþmýþ bir fýrýncý var." diye söylemiþti. Talebesi bunun üzerine Basra´ya gidip, fýrýncýyý görmüþtü. Fýrýncý, fýrýnlarda âdet olan, saçýný ve sakalýný ateþten korumak ve terinin ekmek üzerine damlamamasý için, yüzüne peçe baðlamýþtý. Bunu gören talebe aklýndan; "Þâyet bu zât velîlik derecesine ulaþmýþ olsaydý, ateþten bu kadar sakýnmazdý." diye geçirdi. Sonra selâm verip bir suâl sorunca, fýrýncý; "Önce beni küçümseyip horladýðýndan, artýk sözümün sana faydasý olmaz." dedi.
Konya´nýn büyük velîlerinden Selâhaddîn Zerkûb (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri zamânýnda Sultan Rükneddîn, Mevlânâ hazretlerinin evliyâlýktaki üstünlüðünü anlýyamamýþtý. Bir gün Þemseddîn-i Ýsfehâ- nî?ye; ?Senin, Mevlânâ?ya bu kadar baðlý olmanýn sebebi nedir ki, on- dan baþkasýna bu kadar izzet, ikrâmda ve hürmette bulunmazsýn?? diye sordu. O da sultana, Mevlânâ?nýn üstünlüðünü anlatmaya baþladý ve so- nunda; ?Onun büyüklüðünü anlayabilmek için, talebesi Selâhaddîn?e bakmak lâzýmdýr. Selâhaddîn?in kemâlâtýný, olgunluðunu, derece ve mer- tebelerini bilseydiniz böyle söylemezdiniz. Zîrâ Selâhaddîn?e ALLAHü teâlâ öyle ihsânlarda bulunup nîmetler vermiþtir ki, kalblerdeki bütün gizli sýr- lara vâkýftýr, bilmektedir.? dedi. Sultan Rükneddîn bu sözlerin doðruluðu- nu tahkîk etmek için, gizlice bir hokkanýn içine küçük bir yýlan yavrusu koydurdu. Bu iþi yapana da, bu durumu kimseye söylememesini tenbih etti. Sonra Konya?daki bütün âlim ve velîleri saraya dâvet etti. Dâvetliler geldiðinde hokkayý çýkarýp; ?Bu hokkanýn aðzýný açmadan içindekinin ne olduðu sorulmaktadýr.? dedi. Oradakilerden hiçbirisi cevap vermedi, sus- tular. Sultan Rükneddîn tekrar; ?Bu hokkanýn içindekinin mutlaka anla- þýlmasý lâzým.? diyerek, tekrar tekrar sordu. Oradakilerden hiçbirisi buna cevap vermediler. Ancak Mevlânâ Celâleddîn hazretlerinin iþâret ederek izin vermesi ile, Selâhaddîn Zerkûb söze baþladý ve; ?Ey Sultan! ALLAHü teâlânýn sevdiði kullarý olan velîler, kerâmet göstermekten hayâ ederler. Onun için hiçbirimiz bu hokkanýn içinde ne olduðunu söylemek iste- medik. Evliyâya cenâb-ý Hak öyle nîmetler ihsân etmiþtir ki, onlara, deðil bu gözle görünen hokkalarýn içindekini, yedi kat göklerde ve yerlerde mahrem olan gizli sýrlar bile bildirilir. Doðuda ve batýda olan her þey on- lara mâlûmdur. Bunu kýsa olan akýllar elbette anlýyamaz. Bizi bu basit þey için imtihan etmeniz uygun mudur? Ve bu hokkanýn içine zavallý yý- lan yavrusunu hapsedip, havasýz ve yiyeceksiz býrakmanýz doðru mu- dur?? dedi. Bu sözleri hayretle dinleyen Sultan Rükneddîn, yaptýðý hatâ- nýn büyüklüðünü anlayýp, Mevlânâ?dan özür diledi. Orada hazýr bulunan Þemseddîn Ýsfehânî, Sultan?a; ?Gördüðünüz gibi, talebesi böyle olursa, hocasý kimbilir nasýl olur dedi. Bunun üzerine Sultan Rükneddîn, Mev- lânâya candan baðlananlar arasýna katýldý ve onun talebesi oldu.
Hindistanýn büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meclisinde bulunan kimselerden birisinin hatýrýndan; Þeyh çok büyükleniyor. diye geçti. Bu durum, Muhammed Sey- feddîn?e ALLAHü teâlânýn yardýmýyla zâhir olunca, ona; ?Benim bu hâlim, ALLAHü teâlânýn kibriyâ sýfatýnýn tecellîsidir. buyurdu.
Büyük velîlerden Seyyid Emîr Külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sohbet ederken, kendisini bir hâl kapladý. Bu sýrada hac yapanlarýn hâllerin, nerede ve ne yapmakta oluklarýný gördüðünü söyleyerek, anlatmaya baþladý. Meclisinde bulunanlardan biri;Kâbeyi nasýl görüp de anlatýyor? Kâbe buraya çok uzaktýr. diye düþündü. Biraz sonra Emîr Külâl, böyle düþünen kimsenin yanýna yaklaþýp, elinden tuttu ve; ?Gözlerini yum, baþýný kaldýr, bak ne göreceksin. buyurdu. O da söylediði gibi yaptý. Birden gözüne Kâbe ve tavaf edenler göründü. Emîr Külâl?i de tavaf edenler arasýnda gördü. Bunun üzerine adam hayretler içinde kalýp, Emîr Külâl?in ellerine kapandý, yanlýþ düþüncelerinden dolayý af diledi. Bundan sonra Seyyid Emîr Külâl; Ey câhil kiþi, bir kimse, kendisinde bir þey olmazsa, baþkasýnda da yok zanneder. Gönül aynasý açýlmadýkça da, hiçbir þeyi görmez, idrâk edemez. dedi. O kmise tövbe edip, sâlih ve makbûl kimselerden oldu.
Ynt: Su-i Zan By: armi Date: 01 Þubat 2010, 11:07:17
Osmanlý âlim ve velîlerinden Sýbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yakýn talebelerinden biri anlattý: "Abdürrahmân Tâhî (Tâgî), henüz hocamýza baðlanýp talebesi olmak þerefine kavuþmamýþtý. Hocamýzýn, zamânýn gavsý olup olmadýðý hakkýnda tereddüdü vardý. Bir gün gavslýk alâmetlerini kitaptan okuyarak huzûruna gitmeyi, bu alâmetlerin üzerinde olup olmadýðýný görmeyi arzu etti. Kitapta; "Gavs olanýn üzerine yaðmur yaðmaz." ibâresi vardý. O, kitaplarla meþgûl iken evine bir talebe geldi ve; "Hocam Sýbgatullah hazretlerinin selâmý var; "Misâfirlerimin kalabalýk olmasý sebebiyle ziyâretine gelemiyorum. Lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin." buyurdu." dedi. Abdürrahmân Tâhî de; "Ben de onu ziyâret etmeyi düþünüyordum. Bugün bizde misâfir ol da yarýn berâber gideriz." dedi. Sabahleyin yola çýktýlar. Seyyid Sýbgatullah, onlarýn gelmekte olduklarýný haber alýnca, talebeleriyle kasabanýn dýþýna çýkýp, bir tepenin baþýnda beklemeye baþladýlar. Mevsim ilkbahardý, gökyüzünde hiç bulut yoktu. Nihâyet beklenen misâfirler geldiler. Tepenin baþýnda güzel bir sohbet baþladý. Bu sýrada masmâvi olan gökyüzünde bulutlar birikmeye, þimþekler çakýp gök gürlemeðe baþladý. Derken sað- nak halinde þiddetli bir yaðmur baþladý. Abdürrahmân Tâhî, kitaptan okuduðu gavs olanýn alâmetlerini hatýrladý ve dikkatle Sýbgatullah hazretlerini tâkib etmeye baþladý. Semâdan inen yaðmur tâneleri mübârek Seyyid´in üzerine inmeden etrâfýna meylederek yere düþüyor, hiç üzerine yaðmýyordu. Herkes sýrýlsýklam ýslandýðý hâlde onun üzeri kupkuru idi. Abdürrahmân Tâhî, bu hâli görünce bir anda kendini kaybederek bayýldý. Oradakiler telâþa kapýldýlar ve; "Herhâlde öldü." diyorlardý. Seyyid Sýbga- tullah ise; "Korkmayýn, telâþa kapýlmayýn, Allahü teâlânýn sevdiði velî kullarýnýn himmeti bereketli, yardýmý kuvvetlidir." buyurdu. Biraz sonra Abdürrahmân Tâhî kendine geldi ve hocamýn büyüklüðünü kabûl ederek, en önde gelen talebelerinden oldu.
Þam´da yetiþen velîlerden Ýbrâhim Sumâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri hakkýnda Ahmed Meydânî dedi ki: ?Birgün Emevî Câmiinde Ýbrâhim Sumâdî?yi gördüm. Bir çocukla ilgilendi ve yanaðýný tuttu. Ben bu hâli iyi görmeyip; ?Âlim bir zât böyle yapar mý?? diye içimden geçirdim ve oradan ayrýldým. Gece bir rüyâ gördüm. Rüyâmda Ýbrâhim Sumâdî bir at üzerinde idi. Etrafýný âlimler kuþatmýþtý. Ben de elini öpmek için yaklaþtým. Bana dönüp; Îtirâzýndan vazgeç. Allahü teâlânýn sevgili kullarý hakkýnda sû-i zanda bulunma!? buyurdu. Sabahleyin doðruca huzûruna koþtum. Beni gülerek karþýladý ve; ?Herhalde düþüncenden vazgeçtin? buyurdu. Îtiraf edip özür diledim.?
Hindistan´da yetiþen evliyânýn büyüklerinden Þâh-ý A´lâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir sohbet meclisinde bulunuyordu. Þehrin ve civârýn ileri gelenleri de oradaydý. Mirzâ Muhammed Sâkin de onun yakýnýnda oturmuþ biriyle konuþuyordu. Bir ara; ?Bugün hakîkî bir evliyâ yoktur.? dedi. Þeyh Abdüsselâm bunu duydu ve; ?Ne dedin?? buyurdu. ?Hiç.? dedi. ?Ýnkâra lüzûm yok, söylediðini bir daha söyle.? buyurdu. Mirzâ ister istemez tekrar söyledi. Þeyh buyurdu ki: ?Bu sözden tövbe et! Sakýn bundan sonra da kalbinden böyle bir þey geçirme! Zîrâ âlemin ayakta durmasý evliyâ iledir. Onlar olmazsa, bütün dünyâ altüst olur.? Mirzâ; ?Þeyh Abdüsselâm doðru söylüyor. Bu fakîr bunu inkâr etmiyorum. Lâkin görünüþe göre, böyle birisi yoktur.? dedi. Þeyh Abdüsselâm sükût etti. Mirzâ o anda yere düþtü ve yuvarlanmaya baþladý. Oradakiler Mirzâ?yý kaldýrýp götürdüler. Sabah erken Mirzâ tövbe ve tam bir muhabbet ile Þeyh?in huzûruna geldi ve özür diledi. Þeyh Abdüsselâm, ona þefkatle muâmele etti ve buyurdu ki: ?Rahat ol, bundan sonra evliyâ için uygunsuz söz, sakýn söyleme! Eðer dalgýnlýkla aðzýndan çýkarsa, istiðfâr et ve evliyâdan yardým iste!?
Þâh-ý A?lâ hazretlerini bir grup kimse ziyârete geliyorlardý. Bunlardan her biri, akýllarýndan birþey tutup; ?Bana þunu ikrâm etsin. Bana da þunu versin? diye kalblerinden geçirdiler. Birbirlerine de söylediler. Fakat bunlarýn tuttuklarý þeylerin hepsi mevcût olan, bulunan þeylerdi. Gelenler a- rasýnda îtikâdý bozuk bir kimse vardý ki, o; ?Arkadaþlar, hep olacak þey- ler tuttunuz. Ben ise isterim ki, eðer o hakîkaten evliyâ bir zât ise, bana Hindistan?da bulunmayan bir kavun versin. Þimdi mevsimi deðildir, yakýn muhitte de bulunmaz. Ama bakalým verebilecek mi?? dedi. Arkadaþlarý, böyle yapmamasý için onu ikâz ettiler ise de o hiç aldýrmadý.
Nihâyet Þeyhin huzûruna vardýlar. Buyurun, oturun denip yer gösterildi. Oturdular. Þâh-ý A?lâ, gelenlerin hepsine niyet ettikleri þeyleri ikrâm etti. Sýra bozuk îtikâdlý kimseye geldiðinde, ona da; ?Oðul, sen burada bulunmayan birþey istedin. Ama üzülme az sonra inþâallah o da gelir? buyurdu.
Bu sýrada Þâh-ý A?lâ?nýn talebelerinden biri, bir iþ için uzak bir yere gitmiþti ve oradan dönüyordu. Dönerken, vakti geçtiði hâlde hocasýna câzip bir hediye olsun diye kavun satýn alýp getirmiþti. O talebe, hocasýnýn huzûruna girdi ve getirdiði kavunu hocasýna arzetti. O da kavunu, bozuk îtikâdlý kimseye verdi. Bir müddet sohbetten sonra gitmek için izin istediler. O da izin verince ayrýldýlar. Dýþarý çýktýktan sonra herkes o büyük zâttan hürmet ve medh ile bahsederken, o edebi kýt kimse yine alaylý alaylý konuþmaya baþladý. Arkadaþlarý onu ayýpladýlar ve; ?Ey kafasýz herif! Ýstigfâr et. Hâline tövbe et. Yoksa rezil ve helâk olursun. Böyle bir kâmil zât için uygun olmayan sözler söyleme...? dediler. O bedbaht, kimseyi dinlemedi ve bozuk sözler sarfetmekte ýsrâr etti. Nihâyet bu hâdiseden beþ-on gün sonra hastalandý. Gün be gün hastalýðý arttý. Hiçbir ilâç fayda vermedi. Sonunda herkese ibret olacak bir þekilde öldü.
Anadolu velîlerinden Þeyh Mehmed Emin (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri´nin talebelerinden Þeyh Sabri Efendi þöyle anlatmýþtýr: "Þeyh Ramazan Efendi, köyümüz Navyan´a gelecekti. Gelmeden önce aramýzda konuþup bu köye ilk defâ geliyor; "Eðer velî biri ise köyümüzün giriþindeki mezarlýkta üç velî zâtýn kabirleri var. Bilmediði bu kabirleri ziyâret edip Fâtiha-yý þerîfe okur." dedik. Köyümüze gelince, önce kabristana gitti. O üç velîyi bulup ziyâret ederek Fâtiha okudu. Sonra köy halkýnýn arasýna geldi ve; "Rûhlarý için Fâtiha okuyacaðýmýz üç büyük evliyâmýz, meþâyýhýmýz var!" dedi. Daha sonra câmiye gidip halka vâz ve nasîhat etti. Bu vâzý sýrasýnda da üstün halleri görüldü."
Talebelerinden Hacý Muzaffer adýnda biri de þöyle anlatmýþtýr: "Da- ha ona talebe olmadan önce bir defâsýnda talebeleri ile köyümüze gelmiþti. Birisini helalden birisini de haramdan iki koyun kestim. "Eðer gerçekten evliyâ ise bu durumu anlar." diyerek önce haramdan olan koyunun etini ikrâm ettim. Bu koyunun etini sofraya koyunca; "Kimse bu etten yemesin. Bu et haramdýr! Evde baþka helal et var. Evin sâhibi o eti getirsin." dedi. Gidip helal eti getirdim. Gerçekten þeyh olduðunu anladým ve derhal talebesi oldum. Beni talebeliðe kabûl edip; "Bir daha böyle bir iþ yapma!" buyurdu."
Son asýr Anadolu velîlerinden Þeyh Seydâ (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin üstünlüðünü, devlet adamlarý dahi kabûl ederlerdi. Birgün Cizre kaymakamý, belediye baþkaný, hâkim ve diðer vazîfelilerden bâzýlarý anlaþarak Þeyh Seydâ´yý ziyârete karar verdiler. Serhadlý köyüne ziyârete gittiler. Yolda giderken; "Eðer bu kimse hakîkaten velî ise bize þunu þunu yedirsin." diye her birisi ayrý ayrý þeyler istediler. Öðleden sonra köye ulaþtýlar. Þeyh Seydâ´nýn evine gittiler. Oturup sohbet etmeye baþladýlar. Bu sýrada yemekler geldi. Ýstedikleri yemekler geldikçe orada bulunanlar biribirlerinin gözüne bakmaya baþladýlar. Yemekler yendikten sonra ikindi vakti girdi. Þeyh Seydâ ziyârete gelenlerden biri hâriç diðerlerine; "Haydi abdest alýn namaz kýlalým." dedi. Ayaðýnda çizme olan misâfire ise; "Sen dur, senin çizmelerini çýkarman zor olur." dedi. Namaz kýlýndýktan sonra misâfirler müsâde istediler ve oradan ayrýldýlar. Yolda giderken namaz kýlmayan misâfir dedi ki: "Ben pis idim. Þeyh Efendi, benim durumumu anladý. Bana onun için "Sen dur." dedi. Yoksa çizmelerimi çýkarýp giymek zor deðildir." Ekseriya bu þekilde gezmeyi âdet edinen o þahýs, bu hâdiseden sonra kötü hareketini terk etti.
Hindistan´ýn büyük velîlerinden Þeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri þöyle anlatýr: "Bir defâsýnda hocamýzla bir yerde oturuyorduk. O, feyz saçýlan aðýzlarýndan sanki inci ve mercan dökülüyor, tasavvufa âit ince mârifetlerden, yüksek hakîkatlerden anlatýyordu. Bâzan da, talebelerin dikkatlerinin daðýlmamasý ve usanmamalarý için, arada bir latîfe ve þaka yapýyordu. Talebelerden birinin gönlünden; "Böyle yüksek bir zâtýn, böyle latîfe ve þaka ile de meþgûl olmasý münâ- sib deðildir." diye geçti. Allahü teâlânýn izni ile, kerâmet olarak o talebe- nin kalbinden geçenleri anlayan Tâcüddîn hazretleri buyurdu ki: "Mîzâh (latîfe, þaka yapmak), Resûlullah efendimizin sünnetlerindendir. Çünkü O, aþýrý olmamak ve yalan olmamak þartý ile Eshâb-ý kirâm ile þakala- þýrdý." Bunun üzerine, kalbine öyle düþünceler gelen talebe, düþüncele- rinde hatâlý olduðunu, hocasýnýn yaptýðýnýn uygunsuz olmadýðýný anlý- yarak, o hâline tövbe etti.
Tanýnmýþ velîlerden Üveys Medenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Karaman?da fetvâ iþlerine bakar, bir taraftan da halkýn irþâdý ile meþgûl olurdu. Bu hizmeti yaptýðý sýrada Karaman?da bulunan müderrislerden Mevlânâ Dâvûd, Üveys Efendinin kerâmet sâhibi bir zât olduðunu iþitince onu halkýn gözünden düþürmek için imtihan etmek maksadý ile yanýna gitti. Konuþmaya baþladýlar. Üveys Efendi sohbetiyle müderrisi hayran býraktý. Onun hatýrýnda olan nice müþkül meseleleri daha o sormadan cevaplandýrdý. Cevaplarý ve îzâhlarý son derece iknâ edici ve rahatlatýcýydý. Müderris Mevlânâ Dâvûd?un merak ettiði meselelerden biri de þu idi. Namazdan sonra tesbih çekerken neden önce, ?Sübhânallah? sonra ?Elhamdülillah? sonra da ?Allahü ekber? deniliyor, bunun hikmeti nedir? Niçin önce ?Allahü ekber? denmiyor diye düþünüyordu. Bu husus- ta tatmin edici bir îzâh da bulamamýþtý. Üveys Medenî hazretleri onun bu müþkülüne þöyle cevap verdi: ?Kullarýn kalpleri mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan baþka her þeyin sevgisinden temizlenmedikçe (ki bu da ?Süb- hânallah? demekle olur) nîmetlerine þükredemez. Þükretmeyen de yâni ?Elhamdülillah? demeyen de O?nun azâmetini, büyüklüðünü anlayamaz. Bundan sonra da; ?Allahü ekber? der. Bu sebeple tesbih bu tertib üzeredir.? buyurdu.
Ýstanbul?da yetiþen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi te- âlâ aleyh) zamânýnda, Kocaeli?nde Hacý Ali Efendi isminde takvâ sâhibi, dergâhý olan bir zât vardý. Hacý Ali Efendi, Yahyâ Efendi hazretlerinin büyüklüðünü ve güzel hallerini iþitmiþti. Bir gün onu görmek için yola çýktý. Beþiktaþ?a, oradan da Yahyâ Efendinin dergâhýna geldi. Hizmetçilere hitâben; ?Yahyâ Efendiyi ziyârete geldik.? dedi. Onlar da; ?Þu anda bu- rada deðildir.? diye cevap verdiler. Hacý Ali Efendi tekrar; ?O halde nerede bulabiliriz, söyleyin.? dedi. Hizmetçiler de; ?Efendim, Yahyâ Efendi hazretlerinin Yeniköy yakýnýnda bir baðý var, oraya gitti.? dediler. Hacý Ali Efendi bunun üzerine yanýndakilere; ?Gidip onu bulalým.? dedi. Sonra Yeniköy?e geçtiler ve Yahyâ Efendinin baðýný buldular. Hacý Ali Efendi bahçývana; ?Yahyâ Efendiye haber verin. Onu ziyâret için geldik.? dedi. Bahçývan; ?Efendim, Yahyâ Efendi hazretleri seher vakti buraya gelip, bir müddet kalýp kayýkla Kavak tarafýna gittiler.? dedi. Hacý Ali Efendi bunlarý duyunca; ?Tövbeler olsun! Bu kiþi deli olsa gerek. Kendisinde evliyâlýktan bir eser göremiyoruz. Baðdan baða dolaþan kiþi velî olur mu? Arzusu peþinde koþuyor. Bu iþler hiç evliyânýn iþi mi? Hani zikirler, hani dergâhta sohbet, hani ibâdet, hani virdler, zikirler, hani elbise ve külâh? O ise tenhalarda yollara düþüp baðdan baða koþuyor. Bu dünyâya bu derece heves bir velîde olur mu? Biz onu daha görmeden niyetlerini bir güzel anladýk. Âþikâre apaçýk ne olduðu meydana çýktý. Dünyâya düþkün olan, âhiret adamý olamaz. Âhiret adamý olan çok kere fakir olur. Nerede Yahyâ Efendide bunlar?? diye söylendi. Geriye dönmeyi düþündü. Fakat vazgeçti. ?Bu kadar zahmet çekip tâ Kocaeli?nden buralara kadar geldim. Görmeden gitmek, bu kadar zahmeti boþa çekmek olur. Emeðim boþa gitmesin. Onu görmeden dönmek akýllýca bir iþ olmaz. Onu bir bulup imtihan edeyim.? dedi ve kayýk ile Kavak yönüne doðru yola çýktý. Kayýkla giderken yolda Yahyâ Efendi ile karþýlaþtý. Yahyâ Efendi onu görünce, tebessümle; ?Kardeþim hoþ geldiniz. Bir kimsenin gönlünde dünyâ sevgisi olmazsa, onun elinde bulunan dünyâlýklar âhirette þeref ve îtibâr bulmasýna mâni olmaz. Biz dünyâ ehlinden uzak olmak için bu dað ve bahçeleri mesken edindik. Lâkin biz nereye gitsek bizi buluyorlar. Aman ve fýrsat vermiyorlar.? buyurdu. Sonra þu beyti okudu:
?Yâ Ýlâhî! Kulunum. Emrine itâat ederim, anarým seni
Beni ne yaparsan yap, yeter ki yapma dünyâ delisi.?
Hacý Ali Efendi bu sözleri duyunca, onun gerçek hâlini anladý ve söylediklerine bin piþman oldu. Geri kalan ömrünü Allahü teâlânýn bu sevgili kuluna muhabbet ederek geçirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hanýn vefâtýndan sonra yerine oðlu Ýkinci Selîm Han pâdiþâh olup tahta geçmiþti. Bir gün saltanat kayýðý ile Boðazý gezmek için çýktý. Giderken Boðaz?daki bâzý yerleri yanýndakilere soruyordu. Beþiktaþ?a geldiklerinde, kendisine; ?Efendim burasý Beþiktaþ?týr ve Yahyâ Efendi hazretleri oturur. Buralarýný o ihyâ etmiþtir.? dediler. O zaman Sultan Selîm Han; ?Yahyâ Efendi nasýl biridir?? diye sordu. Ona; ?Sultaným! Yahyâ Efendi, babanýz Cennetmekân hazretlerinin süt kardeþi idi. Babanýzla çok iyi görüþürlerdi.? dediler. O zaman Sultan Selîm Han; ?Evet, babamla olan yakýnlýðýný ve dostluðunu bilirim. O babama her ne derse babam þüphesiz yerine getirirdi. Yahyâ Efendi saraya bir defâ olsun gelmemiþti. Lâkin babam hep onun ayaðýna giderdi. Babam ona çok iltifat ettiðine göre görelim nasýl zâttýr. Evliyâlýðý nicedir. Ýmtihan için onu bir yere dâvet edelim.? dedi. Kale bahçesi denilen güzel bir yere geldi. Sultan bir adamýyla Yahyâ Efendiyi buraya dâvet etti. Yahyâ Efen- di geldiðinde ona iltifat etmemeyi gönlünden geçirdi. Çok geçmeden Yahyâ Efendi kayýðýyla çýkageldi. Sultan Selîm Han, Yahyâ Efendiyi görünce tahtýndan inip hürmetle onu karþýladý ve iltifat etti. Yahyâ Efendi ona; ?Sultaným! Niçin tahtýnýzdan indiniz. Bu ne iltifat.? buyurdu. Sultan, el öpmek isteyince, Yahyâ Efendi, Sultanýn iki kulaðýný tutup büktü ve; ?Abdestin var mý? Söyle yoksa býrakmam.? dedi. Sultan; ?Abdest alayým.? dedi. Yahyâ Efendi; ?Dediðim namaz abdesti deðildir. Söylediðim tövbe abdestidir.? buyurdu. Sultan Selîm Han mahçûb oldu ve Yahyâ Efendinin ellerinden öpüp, hürmet gösterdi. Onun büyük bir velî olduðuna iyice inandý.
Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüþhânevî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretlerinin talebelerinden Aziz Bey anlatýr: ?Bir gün hocam Ah- med Ziyâeddîn Gümüþhânevî hazretlerini ziyâret etmek için yola çýktým. Giderken bir tanýdýðýn evine uðradým. Ýçeride tanýmadýðým birkaç kiþi vardý. Selâm verdim ve güler yüz gösterdim. Bu hâlimden ev sâhibi çok memnun oldu. Bana nereye gittiðimi sordu. Ben de; Niyetim büyük velî mübârek hocamý ziyâret etmekti. dedim. Orada bulunanlardan biri; Kimdir o zât dedi. Ben de; Ahmed Ziyâeddîn Gümüþhânevî hazretleridir dedim. Meðer onlar, Ahmed Ziyâeddîn hazretlerine karþý nefsiyle maðrur kimselermiþ. Benim bu cevâbým üzerine dayanamayýp; Demek seni de aldatmýþ o! dediler. Bu sözüne dayanamayýp ona;Sus ey inkârcý kiþi! Hocam aleyhinde konuþma! dedim ve o kýzgýnlýkla yanlarýndan ayrýlýp hocamýn yanýna gittim. Elini öpüp edeple huzurlarýnda oturdum. Hocam bana bakýp; Evlâdým nereden geliyorsun bana anlat! buyurdu. Bunun üzerine ben edeple; Evden geliyorum efendim. dedim. O tekrar bana; Gelirken bir yere uðramadýn mý Bir kimse görmedin mi buyurdu. Ben hayret edip;Efendim! Bir tanýdýðým olan Tahsin Beye uðradým. dedim. O; Keþke uðramasaydýn ve oradaki inkârcý kimseleri hiç görmeseydin. buyurdu. Sonra da; Evlâdým! Ýt ürür kervan yürür. Bu hakîkatý þüphesiz herkes görmektedir. Sana söylenen sözlerden hiç incinme ve sabret. Zîrâ meyveli aðaç taþlanýr. diyerek, bana nasîhatlerde bulundu.
Ziyâeddîn Gümüþhânevî hazretleri bir talebesinin evine misâfir olmuþtu. Bu sýrada birisi bir sepet tâze üzüm getirdi ve ev sâhibine; ?Bunlar kendi mahsûlümdür ve helâldir. Kendi ellerimle topladým. Ziyâeddîn Efendi hazretlerine mahsus bir meyvedir.? dedi. Ev sâhibi üzümleri alýp Ziyâeddîn hazretlerine ikrâm etti. Ziyâeddîn hazretleri üzümleri görünce; ?Bunlar haramdýr. Ben böyle üzümleri yemem. Zîrâ bunun baðý yetim malýdýr. Fidanlar gasb edilmiþtir. Þu üzümler çalýnmýþ olduðunu bana haber vermektedir.? buyurdular. Orada bulunanlar buna hayret ettiler. Ev sâhibi daha sonra o üzümlere helal olan üzümler karýþtýrdý ve iþâretledi. Yemekten sonra Ziyâeddîn Gümüþhânevî hazretlerine takdim etti. Ziyâ- eddîn hazretleri o üzümlerden sâdece helal olanlarý yedi. Sonra da; Al- lahü teâlânýn yardýmýyla biz haram ve helâli biliriz. Haramlarda zulmet, karanlýk görürüz. Demek sen bizi imtihan edersin. Bu þekilde hareket hatâdýr. Tövbe et de Allahü teâlâ seni affetsin. Allah adamlarýna gizliler âþikâr olur. buyurdular.
Ynt: Su-i Zan By: Sems Date: 23 Þubat 2010, 21:35:51
Tebrizli bir tüccar, ticâret için Konya?ya gelmiþti. Konyalý tüccarlara; ?Burada evliyâdan bir kimse var mýdýr? Bir müþkilim var, onu soraca ðým.? dedi. Orada bulunanlar, Mevlânâ?nýn kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli, Mevlânâ?nýn nâmýný önceden duy muþtu. Kabûl edip hemen Mevlânâ?nýn dergâhýna gittiler. Tüccâr huzûra çýktýðýnda; ?Efendim, namazýmý kýlýyor, ALLAHü teâlânýn emirlerini yapýp, yasaklarýndan kaçýnýyorum. Hayýr-hasenâtýmý yapýyor, kimseye zararým olmuyor. Ancak, kalbimde ibâdetlere karþý bir soðukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamýyorum. Bana yardým etmenizi istirhâm ediyorum.? dedi. Mevlânâ, þöyle bir murâkabeden sonra: ?Ey Tâcir! Sen, Magrib?de bir yol üzerinde, ALLAHü teâlânýn velî kullarýndan biriyle karþý laþtýn. Onun dýþ görünüþünü beðenmedin hattâ hakâret gözüyle baktýn. Sendeki huzursuzluðun sebebi budur. Ýsterseniz þuraya bakýn.? diyerek, karþýdaki duvarý gösterdiler. Tüccar duvara baktýðýnda, bir anda duvar dan pencere gibi bir boþluðun meydana geldiðini ve bu boþluktan o velî kulun yine bir yol kenarýnda oturduðunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; ?Bu huzursuzluðunuzun çâresi de, o kimseye gidip, ondan özür dileyip, affýna kavuþmaktýr.? buyurdu. Mevlânâ, tâcire daha birçok nasî hatler yaptýktan sonra; ?Muhakkak onu bul, hakkýný helâl ettirip duâsýný al. Bizim de selâmýmýzý söyle.? dedi. Tâcir; ?Peki efendim!? deyip yol ha zýrlýklarýný yaptý ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtý buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ?nýn selâmýný söyledi. Affetmesini, hakkýný helâl et mesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; ?Öyle bir kapýya sýðýnmýþsýn, öyle bir kimseden yardým taleb etmiþsin ki, reddetmek mümkün deðil. Seni Mevlânâ hazretleri hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen þuraya bak.? deyince, tâcir iþâret edilen yerde Mevlâ- nâ?yý gördü. Bu hâle gözleriyle þâhid olan tâcir, o kimseyle vedâla þýp, Konya?ya geldi ve Mevlânâ?nýn talebesi oldu.
Ben genelde Þems Tebrizliyi Mevlana hazretlerinin dostu ainesi. ve hocasý gibi görürdüm ve öle okurdum. Buradaki bilginin kaynaðý nerden dir.
Ynt: Su-i Zan By: Rukiye Çekici Date: 01 Ocak 2014, 14:25:25
hepinize çok teþekkür ederim, ellerinize saðlýk. :) ;)
Ynt: Su-i Zan By: Rukiye Çekici Date: 01 Ocak 2014, 14:26:12
Rabbim inþALLAH daha fazlasýný yazmanýzý nasip eder. :) ;)
Ynt: Su-i Zan By: 8/A Date: 01 Ocak 2014, 14:28:55
HAY MAÞALLAH RABBÝM bu yazdýklarýnýzý daim eylesin çok güzel þeyler bunlar bayýldým :)
Ynt: Su-i Zan By: saniyenur Date: 04 Aðustos 2014, 14:52:16
Su-i zan ne kötü bir illet. Kalbi kapladý mý gitmek bilmiyor, temizlenmenin tek yolu zikri artýrmak.