Hanefi Fıkhı
Pages: 12
Ynt: Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar By: neslinur Date: 01 Şubat 2010, 19:28:32
BİR EK :

Bu beş meseleye altı mesele daha eklenir. O altı meselede ikisi me-tinde geçti. Birincisi, zalimi

durduracak güçte olan bir kimseden yardım istemek, «ikincisi ihtimam vererek onu zikretmektir.

Üçüncüsü, fetva is-temektir. Tebyînü´l-Mahârım´da dedi ki: «Müftüye; falan adam bana şöyle

zulmetti ondan kurtuluş yolu nedir? diyecektir. En sağlamı şudur: Kişi diyecektir ki: Babası veya

oğlu veya halktan birisi kendisine şöyle şöyle zulmetmiş bir kimsenin hakkında ne dersin? Fakat

bu kadarını sarahaten söylemek mubahtır.»

Çünkü müftü, onun tayin etmesiyle beraber, mübehem geçmesinde anlamayacağı şeyleri

anlayabilir. Nitekim İbn Hacerde böyle söylemiştir. Müslim ve Buhârî´nin ittifakla rivayet ettiği bir

hadis şu şekildedir: «Ebû Süfyân´ın hanımı Hind (Allah kendisinden razı olsun) Allah´ın Resulüne

dedi ki: Ebû Süfyân cimri bir kişidir. Bana ve çocuğuma kâfi gelecek miktarı vermiyor. Ancak ondan

bilmediği halde aldığım mal vardır. Al-lah´ın Resulü buyurdu: «Sana ve çocuklarına normal bir

şekilde kâfi ge-leni al.»

Dördüncüsü, bir köleyi satın almak isteyen kişiye o kölenin ayıbını söylemek ve açıklamak. Mesela,

onun hırsız veya zâni olduğunu müşte-riye söyler. Eğer müşterinin satana kalp para verdiğini

görürse; «Şun-lar karışık paralardır bundan sakın» diyebilir.

Beşincisi; tarifi kasdetmektedir. Yani adam topal gibi, şaşı gibi bir lakapla bilinmekte ise, öyle

diyebilir.

Altıncısı; hadis râvilerden, şahitlerden, müelliflerden ceh edilmiş ya-ni zayıf sayılmış kişileri zayıf

saymak. Bu caizdir; hatta Şeriatı korumak için vâcibtir.

Böylece vacib olan gıybet yeri onbire çıkmış oldu. Onları şu şiirim-le derlemiş bulunuyorum:

«İnsandan hoşuna gitmeyen bir şekilde sözetmek haramdır. Ancak on meselede ve bunlardan

sonra bir meseleden helâldir: (1) Zalimin zulmünü söyle, (2) Şeririn şerrini, (3) Mecruhları ceh et, (4)

Açıktan günah işleyeni belirt, (5) Meçhul bir kimseyi bilinen laka-bıyla belirt, (6) Kasden bir kimseye

hile yapmayı ortaya koy, (7) tarif et, (8) Fetva istemem de böyledir, (9) yardım istemek de, (10) Men

edicinin katında yardım istemek de böyledir. (11) Muannit -bir kimsenin zulmün-den de sakındır.»

«Gıybet, fiile de olur ilh...» sözüne gelince; hareket gibi, işaret gi-bi göz kırpma ve ileride gelecek

benzerleri gibi.

«Tarizle de olabilir ilh...» Meselâ bir şahsın sözü geçiyorken: «Bizi şu ayıplardan kurtaran Allah´a

hamdolsun» der. İşte bu, «sarih ola-rak» ifadesinin karşılığıdır.


«Yazı ile de olabilir ilh...» Çünkü kalem iki dilden birisidir. Şir´at´te: «yazı» kelimesi yerinde «kinaye»

kelimesi kullanılmıştır.

«Hareketle de olabilir ilh...» Mesela, bir insan bir başkası yanında hayırla anılırken; O da «Onun iç

yüzünü bilmiyorsunuz» kabilinden ba-şını sallarsa, gıybet olur. Düşün.

«Remizle ilh...» Kamûs´ta remiz, dudaklarla, gözlerle, kaşlarla, ağız-la, dille veya elle işaret etmek

demektir.

«Gıybet ölü olsa dahi müslüman kardeşinin kulağına gittiği zaman hoşuna gitmeyen şeyle

vasıflandırmanda ilh...» Zımmî bir kimse de müslümanın hükmündedir. Çünkü bizim lehimize ne

varsa onun da lehinedir; aleyhimize ne varsa, onun da aleyhinedir. Musannifin «müstemin»;

bahsinde; «bu kişi bir sene yanımızda kalıp kendisine cizye yüklendikten sonra eziyetten kaçınılır;

müslüman gibi onun da gıybeti haram olur.» ifa-desi daha önceden geçmişti. Bu ibarenin

zahirinden anlaşıldığına göre, harbî bir kâfirin gıybeti söz konusu olmaz.

«Gaib olduğu halde ilh...» şeklindeki ibareye gelince; bu kayıt yani «gaiblik» kaydı, gıybet

kelimesinin lügavî manasından alınmıştır. Zira ge-lecek hadiste ayrıca zikredilmemiştir. Zahire

göre, eğer kişi müslüman kardeşinin hoşuna gitmeyeni yüzüne söylerse gıybet olmaz, ona küfür ve

hakaret olur. Bu da öncelikle haramdır. Çünkü gıybetten daha fazla müslümanı rahatsız eder. Hele

gıybet, gıybeti yapılanın kulağına gitmez-den önceki halinden daha şiddetlidir. Bu aynı zamanda

Cenâb-ı Hâk´ın: «Nefislerinizi işaretle ayıplamayınız» buyruğunun iki tefsirinden biridir. Bazıları

gıybeti tarif ederken şunu söylemiştir: «Gıybet kişide bulunan ayıpları arkasından söylemektir.»

Bazıları da: «Onun yüzüne söylemek-tir» diye tarif etmişlerdir.

«Ebû Hureyre´den gelen hadis ilh...» Müslüm Sahîh´in´de ve bir baş-ka grup da rivayet etmişledir.

«Bu kişinin hoşuna gitmeyen ilh...» isterse bedenindeki, nesebinde-ki, ahlâkındaki, fiilindeki,

sözündeki veya dinindeki bir eksiklik olsun. Hatta elbsesinde, evinde veya bineğinde olan bir

eksiklik de gıybet olur. Nitekim bu Tebyînu´l-Meharim´de böyle yer almaktadır. T. dedi ki: «Dik-kat

et, eğer akıllı olmayan çocuğun hakkında, akıllı olduğu takdirde ho-şuna gitmeyen bir şey söylerse

ve o çocuk aynı anda o sözlerle eziyet duyacak akrabalarından bir kimse yok ise, bu gıybet olur mu

olmaz mı?» İbn Hacer´: «Çocuğun ve delinin gıybeti haram kesinlikle haramdır» de-miştir.

«O zaman ona bühtan etmiş olursun ilh...» Yani büyük iftirada bu-lunmuş olursun. Zira bühtan sözü

edildiğinde şiddetinden insanı hayrete düşüren bir bâtıldır. Şir´at Şerhin´de de hüküm böyle yer

almaktadır. Ay-nı Şerhte şu hüküm de vardır: «Gıybeti dinleyen reddetmedikçe gıybetin günahından

kurtulmaz. Eğer gıybet yapanın şerrinden korkarsa kalbiy-le inkârda bulunacaktır. Eğer kalkıp

gitmeye gücü var ise veya konuşma ile konuyu değiştirebilecekse bunu yapmazsa yine günahkâr

olur. İhya´ da da hüküm böyledir.»

Varit olmuştur ki: «Gıybeti dinleyen gıybet yapanlardan birisidir» buyruğu ile; «Kim ki, gıyabında

müslüman kardeşinin namusunu korur-sa, Allah´ın onu ateşten kurtarmasına hak kazanır.»

buyruğu varit olmuş-tur. Bu son hadisi İmam Ahmed Hasen bir senedle ve bir başka ce-maat

rivayet etmişlerdir.

«Eğer gıybet daha gıybeti yapılanın kulağına varmazdan evvel ilh...»

Bu ibare hadisin bir parçası değildir. Başlı başına bir sözdür.

Alimlerden bazıları dedi ki: Gıybet eden adamın sözü, gıybeti yapı-lanın kulağına gitmezden önce

tövbe ederse, gıybeti yapılandan helâl-lik dilemeksizin tövbesi faide verir. Eğer gıybet tövbeden

sonra gıybeti yapılanın kulağına varırsa, bu. kişinin tövbesi iptal olmaz denildi. Belki Cenâb-ı Hâk

ikisini de affeder. Birincisini tövbesinden ötürü, ikincisini de başına gelen meşakkatten ötürü

affeder. Bazıları da: «Böyle bir kim-senin tövbesi askıdadır; eğer gıybeti yapılan gıybet kulağına

gitmezden önce ölürse gıybetçinin tövbesi sıhhatlidir. Eğer gıybet ölümden önce kulağına varırsa

gıybetçinin tövbesi sahih değildir. Bilakis kişi gidip gıy-betini yaptığı kimseden helâllik istemeli,

bağış talebinde bulunmalıdır. Eğer kişi bir bühtanda bulunursa, kimlerin yanında konuşmuşsa

onlara gidip nefsini yalanlaması da gerekir.» Bunun tamamı Tebyînu´l-Mehârim adlı kitapta yer

almaktadır.

«Aksi takdirde gidip ona gıybetinin hepsini açıklaması şarttır ilh...» Yani istiğfar ve tevbe ile birlikte

ona konuşmalarını açıklayacak ve özür dileyecek ki, o da onu affetsin. Önce gıybeti yaptığı kişiyi

mübalağalı bir şekilde övecektir. Kendisini ona sevdirmeye çalışacaktır. Ve onun kalbini hoşnut

edinceye kadar buna devam edecektir. Eğer kalbi buna rağmen hoşnut olmazsa, onun o özür

dilemesi ve sevgiyi oluşturmaya çalışması bir iyilik olur. Ahirette o iyilikle gıybetin kötülüğünü


karşılar. Özür dilerken de ihlâslı olmalıdır. Ama aksi takdirde bu ikinci bir günah olur. Belki de

hasmının onun ´boynunda ahirette ´bir alacak hakkı da kalmış olur. Çünkü eğer hasım, bilse ki bu

gıybetçi adam özür dilemesi de sa-mimi değildir, ondan razı olmaz. Bu durumu İmam-ı Gazâlî ve

başkaları söylediler. Yine Gazâlî şöyle dedi: «Eğer ortaklıktan çekilir veya ölürse, iş işten geçti

demektir. Ve bu durum ancak çok haseneler yapmak sure-tiyle telâfi edilebilir. Ta ki kıymette bu

haseneler o gıybete karşılık olarak alınsın. Gıybeti yapılana gıybeti tafsil etmesi de gerekir. Ancak

eğer taf-sil etmek gıybeti yapılana zarar verirse, o zaman tafsilden vaz geçe-cektir. Mesela kişinin

gizlemeye çalıştığı bir ayıbını söylemek olmaz. An-cak üstü kapalı olarak bu konularda ondan

helâllik talebinde bulunur.»

Molla Ali el-Karî Mişkât Şerhi´nde dedi ki: «Acaba: Ben senin gıy-betini yaptım, hakkını helâl et

demek kâfi gelir mi? Yoksa gıybette ne kullanılmış ise onu açıklaması mı lazımdır? Alimlerimizden

bazıları: Gıy-bet konusunda ancak kişinin gıybeti bitmesiyle gıybet affedilir. Eğer ona bildirmek

fitneyi kabartacağı bilinirse o zaman onun için Allah´dan af talebinde bulunacaktır. Meçhul hakları

ibra etmek, biz Hanefîlerin ka-tında caiz olması buna delildir. Gıybeti yapılanın gıybet yapanı ibra

et-mesi müstahaptır.»

El-Kınye´de şu hüküm yer almaktadır: «Özür için hasımların el sı-kışması helâllik dilemektir.»

Nevevî´de der ki: Tahâvî´nin Fetâvâsı´nda şunu gördüm: «Gıybet konusunda pişmanlık ve istiğfar;

gıybet, gıybeti yapılanın kulağına varmış olsa bile kâfidir. Varislerin helâl etmesine de itibar

edilmez.»

METİN

Bir selâm vermek, hediye vermek, yardımda bulunmak, beraberce oturmak, beraberce konuşmak,

latife yapmak, ihsanda bulunmak sure-tiyle dahi olsa sıla-i rahim vacibtir. Zaman zaman

akrabalarını ziyaret edecek ki, sevgisi artsın. Hatta akrabalarını her cuma haftada bir defa veya ayda

bir defa ziyaret edecektir. Onların ihtiyaçları varsa geri çevirmeyecektir. Çünkü ihtiyaçları geri

çevirmek hadiste: Sıla-i Rahm´i kesmekten sayılmıştır: «Cenab-ı Hâk, sıla-i Rahim yapana yakın

olur; kesen- den daha uzak olur.» Başka bir hadiste: «Sıla-i Rahim ömrü arttırır» denilmektedir.

Bunun tamamı Dürer´dedir.

Müslüman, zimmet ehline eğer onların yanında görülecek bir ihti-yacı varsa, selâm verir. Aksi

takdirde selâm vermesi mekruhtur. Sahih de budur. Nitekim müslümanın zimmi ile müsafahası da

mekruhtur. Sa-rihin nüshalarında böyledir. Metinlerin çoğunda da böyledir. Ancak me-tinlerde

selâm verir lafzı varit olmuştur. Ben onu bu şekilde tevil ettim. Fakat metinin bazı nüshalarında

selâm vermez ibaresi vardır. Bu en doğ-ru ve en güzelidir. Anla.

Buhârî Sarihi Aynî: «İslâm´ın hangisi daha hayırlıdır?» sorusuna karşı Cenab-ı Peygamber: «Yemek

yedireceksin, tanıdığın ve tanımadı-ğın kimselere selâm vereceksin» hadisi ile ilgili olarak şunları

söyler: «Bu genel ifade Müslümanlara mahsustur. Bir müslüman birinci planda kâfire selâm

vermez. Çünkü şu hadis vardır: «Yahudi ve Hıristiyanlara se-lâm vermek hususunda ilk başlayan

siz olmayınız. Onlardan herhangi bi-risi ile yolda karşılaşırsanız onu yolun en dar kısmına

sıkıştırın.» Hadis-1 Buhârî rivayet etmiştir. Fâsık bir kimse de başka bir delille bu genelden tahsis

edilir, yani ayrılır. Kendisi hakkında şüphe olan bir kimse ise, asıl olan genellik üzere baki

kalmasıdır; yani selâm verir. Ta ki özelliği sabit oluncaya kadar. Şu zikredilen hadis İslâm´ın

başlangıcında idi ve arayı bulmak maslahatı içindi, sonra nehy vârid oldu. demek mümkün-dür.»

Hıfzedilsin.

Eğer bir Yahudi, Hıristiyan veya bir mecusî bir müslümana selâm verirse onu almakta herhangi bir

beis yoktur. Lakin «Ve Aleyke»den baş-ka bir ifade kullanmayacaktır. Hâniye´de de hüküm böyle yer

almıştır. Eğer bir zımmîye tebcil maksadıyla selâm verirse küfre girmiş olur. Çün-kü kâfiri tebcil ve

tazim etmek küfürdür. Eğer bir mecusîye tebcil niye-tiyle: «ey üstâz» dese küfre girmiş olur.

el-Eşbâh´da da hüküm böyle yer almaktadır. el-Eşbâh´da şu hüküm de vardır: «Eğer bir zımmîye

Allah se-nin bekanı uzatsın» derse kalbinde «belki müslüman olur» diyorsa veya «zelil olarak

haracı müslümanlara verir» diyorsa bu sözde bir beis yok-tur.»

Dilencinin selâmını reddetmek vacib değildir. Çünkü o selâm için değildir. Hutbe okunduğu zaman

selâm verenin selâmını almak da va-cib değildir. el-Eşbâh´da şu hüküm de yer alıyor: «Bir insanın

evine gel-diğinde selâm vermezden önce içeri girmeye dair izin istemesi gerekir. Sonra girdiğinde

evvelâ selâm verecek sonra konuşacaktır. Eğer bir hüküm hususunda ise evvela selâm verir, sonra

konuşur. Eğer: «Ey Zeyd sana selâm olsun» derse başkası selâmı alsa, Zeyd´in boynunda selâmı

almak görevi kalkmaz. Eğer: «Ey falan» dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse, başka birisi

selâmın cevabını verirse selâm alınmış olur. Cevap vermekte aksıran cevabını vermekte kişiye


duyurmak vacibtir şarttır. Eğer kişi sağır ise iki dudağının kıpırdanmasını ona gösterecektir.»

Ben derim ki: Mubteğâ´da: «Eğer aklı eren bir çocuk selâmı alırsa diğer-lerinin boynunda selâmın

cevabı sakıt olur, demektir. Çünkü akıllı bir çocuk az da olursa farzı ikâme eden kimselerdendir.

Çünkü onun kes-mesi helâldir. Bazıları çocuğun selâm almasıyla selâm alınmış olmaz, dediler.»

El-Müctebâ´da şu hüküm yer almaktadır: «İhtiyar bir kadının cevap vermesiyle de selâmın cevabı

diğerlerinden düşer. Genç bir kadının, ço-cuğun, delinin cevap vermesi cevabı iskat eder mi etmez

mi konusunda iki görüş vardır.» Taciye´nin zahirinden, sakıt olmamasının tercih edil-diği

anlaşılmaktadır.

Tek kişiye dahi cemaat lafzıyla selâm verecektir. Selâmın cevabı da böyledir. Cevabı veren bir kişi

«Ve berekâtuhu» kelimesinden fazla eklemeler yapmayacaktır. Selâmın cevabı ile aksıranın

cevabını vermek fevridir, yani hemen olmalıdır.

Yazılı Selâmın cevabını vermek de, selâmı almak gibidir. Eğer baş-kasına: Falan adama selâm

söyle» dese ona selâmını söylemesi vacib olur.

Fâsık kişiye selâm vermek eğer alemî bir fâsık ise mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir. Yemek

yiyen gibi hakikaten cevap vermekten aciz olana veya namaz kılan, okuyan gibi Şer´an âciz olan

kimseye se-lâm vermek de mekruhtur. Eğer buna rağmen selâm verirse cevabı müs-tahak olmaz.

Biz namazı ifsâd eden şeyler konusunda bunun mekruh oluşunu yir-mi küsur yerde söyledik. Ve

dedik ki: Selâmın cevabı, «selâmun aleyküm» şeklinde vacib değildir. Eğer kişi bir eve girerse ve o

evde hiç kimseyi görmezse: «Selâm bizim ve Allah´ın sâlih kullarının üzerine ol-sun» diyecektir.

İZAH


«Sıla-i rahim vaciptir ilh...» Kurtubî Tefshi´nde: Sıla-ı rahim vacib oluşunda ve onu kesmesinin

haram olduğunda ümmetin icma ettiğini naklediyor. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten kesin

deliller vardır. Tebyînu´l--Mehârîm´de dedi ki: «Sılası vâcib olanların kimliği hususunda ihtilâf

etmişlerdir. Bazıları demiştir ki: «O, muharrem olan her yakının akrabalığıdır.» Başkaları da: «İster

muharrem olsun isterse olmasın bü-tün akrabalardır.» dediler.»

İkinci görüş, metin ifadesinde mutlak zikredilmesinin zahirinden an-laşılmaktadır. Nevevî, Müslim

Şerhi´nde şöyle der: «Bu en doğrusudur. Bunun doğruluğuna birçok hadislerle istidlal etti. Evet

akrabaların dere-celeri değişik olur. Mesela anne ile baba diğer mühimlerin hepsinden daha

öncedir, der. Diğer mahremler ise, diğer akrabalardan daha şehid-dirler. Hadislerde

Tebyînu´l-Maharim´de beyan edildiğine göre bütün bunlara işaret vardır.

«Bir selâmla dahi olursa ilh...» Tebyînu´l-Maharim´de şöyle der: «Eğer akrabaları başka yerde iseler,

mektup göndermek suretiyle onlara sıla-i rahim yapacaktır. Eğer onlara gitmeye gücü yetiyorsa

gitmek ef-daldir. Eğer anne ile babası varsa ve onlar gelmesini istiyorlarsa mektup kâfi değildir.

Onun hizmetine muhtaç olurlarsa da durum böyledir. Ba-badan sonra büyük kardeş baba

yerindedir. Dede de -ne kadar yukarı-ya giderse gitsin- baba yerindedir. Büyük kız kardeş de teyze

de sıla-i rahim konusunda anne yerinde sayılırlar. Bazı görüşlere göre amca baba gibidir.

Bunlardan başka diğer akrabalar ise, onlara mektup veya hide-ye göndermek kâfi gelir.» Bunun

tamamı Tebyînu´l-Maharrim´dedir.

Sonra, bilmiş ol ki sıla-i rahimden maksat, onlar sana sıla-ı rahim yaptıkları zaman sen de onlara

karşılık yapacaksın demek değildir. Çün-kü bun karşılıklı iyilik denilmektedir. Asıl onlar sana sıla-ı

rahim yap-masalar dahi onlara sıla-ı rahim yapacaksın. Zira Buhârî ve başka mu-haddisler şunu

rivayet ettiler: «Karşılık veren kişi, Sıla-i rahim yapan de-ğildir. Sıla-i rahim, sen onun rahmini

kestiğin halde yine de onu bitiş-tirmeye çalışan kimsenin yaptığıdır.»

«Onları aralıklı ziyaret edecektir ilh...» İbaredeki «ğıbben» kelimesi bir şeyin neticesi demektir.

Ziyaret konusunda bu kelime, haftada bir de-fa demektir. Şir´a´nın Şerhinde: «ğıbben» kelimesi, bir

gün ziyaret et-mek bir gün ziyaretsiz bırakmak demektir. Bunda bir nevi zorluk oldu-ğundan dolayı

müellif «ğıbben»in yorumunda en kolay kısmını seçti. Her hafta, veya her ay akrabalarını ziyaret

edecektir. Nitekim bazı rivayet-lerde böyle rivayet olmuştur.

«Sıla-ı rahim ömrü artırır ilh...» sözüne gelince; «rızkı artırır» riva-yeti de vardır. Zira Müslim ve

Buharı şu rivayeti yaparlar: «Kim rızkının genişlemesini ve ecelinin tehir edilmesini istiyorsa sıla-i

rahim yapsın.»

Fakih Ebû´l-Leys Tenbihü´l Gafilin adlı kitabında dedi ki: «Ömrün ar-tışında ihtilâf vardır. Bazıları

zahirinden anlaşıldığı gibi artar, dediler. Ba-zıları da artmaz, çünkü Cenâb-ı Hâk: «Onların ecelleri

geldiğinde gecik-me olmaz» buyurmuştur. O zaman hadîsin manâsı ölümünden sonra da sevabı


ona yazılır demektir. Bazıları da dediler ki: Eşyalar bazan Levh-ı Mahfuz´da şartlı olarak yazılır.

Meselâ: «falan adam sıla-i rahim yapar-sa onun ömrü şu kadar senedir. Yapmazsa daha kısa şu

kadar senedin», gibi. Umulur ki dua etmek, sadaka vermek, sıla-i rahim yapmak bu tür-den olsun.

Binaenaleyh hadis âyete ters düşmez.»

Şir´at´ın Şerhi´nde Meşârık Şerhi´nde nakledilerek dedi ki: «Veya de-nilir ki: Maksat, burada onun

rızkına bereket verilir. Onun güzel anısı ondan sonraya kalır. Bu da tıpkı hayat gibidir. Yahutta şöyle

denilir: Ha-disin başlangıcı Sıla-ı rahmi mübalağalı bir şekilde teşvik etmek sededindedir. Yani eğer

rızkı genişleten ,eceli genişleten bir şey var ise, kesin-likle o da sıla-ı rahimdir.»

Zahir, üçüncü görüştür. Çünkü Tenbîh´te Dahhâk´tan o Müzahim´ den yüce Allah´ın: «Allah

dilediğini siler, dilediğini tesbit eder.» Âyetinin tefsirinde şunu rivayet eder: «Bir kişi sıla-i rahim

yapar; ömründen de üç gün kalmışken; Cenab-ı Hâk onun ömrünü otuz seneye kadar artırır. Bir

başka kişi sıla-ı rahmi keser, onun ömründen de otuz sene kalmış; Cenab-ı Hâk onun ecelini üç

güne çevirir.»

«Bunun tamamı Dürer´dedir ilh...» ibaresine gelince; Dürer´de dedi ki: «Her kabile ve her aşiret

Hakkı yüceltmek hususunda başkalarına kar-şı yardımda bir tek el gibi olurlar.» Bunun da tamamı

Şir´at ile Tebyînu´l-Mahârim´dedir.

«Müslüman ehl-i zimmet üzerine selâm eder ilh...» sözüne gelince, dikkat et, acaba «sizin üzerinize

selâm olsun» tabirini kullanmak caiz mi-dir. Eğer zımmî bir tane ise, zahire göre müslüman kişi bir

tek zımmîye se-lâm verdiği zaman, müfret (tekil) kelimesini kullanacaktır. Çünkü onun se-lâmının

cevabında kullanılan ifadeden bu böylece anlaşılır. Düşün. Fa-kat Şir´aî´de şu hüküm yer

almaktadır: «Kişi zimmet ehline selâm verdiği zaman: «Selâm hidâyete tabi olanların üzerinde

olsun» desin. Onla-ra mektup yazdığı zaman da böyle yazacaktır.»

Hatta Tatarhâniye´de şu ifade yer alır: «İmam Muhammed dedi ki: Bir yahudiye veya bir Hıristiyana

bir ihtiyaç için bir mektup yazarsan, onda «selâm hidâyede tabi olanların üzerinde olsun» diye yaz!»

«Eğer ona bir ihtiyacı var ise ilh...» sözüne gelince; yani bundan anlaşılan, bir zimmîye ihtiyacı

varsa, ona vardığında selâm verebilir. Tatarhâniye´de dedi ki: «Çünkü selâm vermenin zimmîye

yasaklanması tazim etmek için olması halindedir. İhtiyaç için selâm verdiğine göre tazim söz

konusu değildir.»

«Doğrusu budur ilh...» sözüne gelince; anlaşılan; tafsilat olmaksızın selâm vermekte beis yoktur.

Bu da Hâniye´de bazı meşayihlerden nakledi-lerek zikredilmiştir.

«Nitekim müslümanın zimmi ile müsafaha etmesi de mekruhtur ilh!..»

sözüne gelince; yani müslümanın herhangi bir ihtiyacı söz konusu de-ğilse. Çünkü Kınye´de:

«Gaiplikten sonra dönüş yaptığında, eli sıkılmadığı takdirde rahatsız olacaksa hıristiyan

komşusunun elini sıkmakta, müslüman için beis yoktur» denilmektedir. Düşün.

Acaba hıristiyan zımmî, aksırdığı zaman Allah´a hamd ettiğinde müs-lüman onun cevabını verebilir

mi? Hamevî dedi ki: «Zahire göre vere-mez.» Lâkin ileride: «O elhamdülillah dediği zaman

müslüman ona Allah sana hidayet etsin tabirini kullanacaktır» ifadesi gelecektir.

«Metinlerin çoğu ilh...» sözüne gelince; bununla şerhsiz metinleri kast ediyor. «Metinler» diye çoğul

ifade kullanması, şahıslar itibariyle-dir. Yoksa maksadı yalnızca «Tenvir metnidir.

«Ve selâm lafzı ile verir ilh...» metin ve şerhinde de musannifin hat-tı ile bu şekildedir.

«Ben onu böylece tevil ettim ilh...» İhtiyaca bağlı olmakla kayıtlan-dırdım. Böylelikle metnin doğru

olanla uyumlu olmasını sağlamaya ça-lıştı.

«Bazı nüshalarda selâm vermez tabiri vardır ve en güzeli de budur ilh...» ibaresine gelince; çünkü

bu hususta aslî hüküm selâm vermemek-tir. Selâm verilmesinin caiz olması, ârizî bir ihtiyaçtan ileri

geliyor. En sağlamlığı umulur ki şu noktadan ileri geliyor: Kişi hiç selâm vermezse hiç mahzura

girmez. Fakat mutlak bir şekilde selâm verirse o zaman mahzura girebilir. Düşün.

Hadiste İslâmın hangisi hayırlıdır? ilh...» Yani hangi hasleti daha ha-yırlıdır, demektir. Hadisteki

«selâm okuyacaksın» manâsını ifade eden «Tekra´u» kelimesi «ikrâ» kökünden değil de «Kur´ân»

kökünden gelmektedir. T.

«Yahudi ve Hıristiyanlara siz önce selâm vermeyiniz, hadisi dolayı-sıyla ilh...» ifadesine gelince:

Nüshaların çoğunda şu fazlalık vardın «On-lardan herhangi birisine yolda rastlasanız onu yolun en

darına sıkıştırı-nız.» Hadisi Buharı rivayet etmiştir.

«Fasık bir kimse de bu hükmün dışında tutularak tahsis edilir ilh...» sözüne gelince; Yani alenen


fâsıklık yapıyorsa. Aksi takdirde ona selâm vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu daha sonra

gelecektir.

«Hakkında şüphe ettiği kimseye gelince ilh...» Eğer kimse müslü-man mıdır, değil midir diye şüphe

ederse, aslolan umumu üzere bırak-malıdır. Yani müslümandır deyip selâm vermektir. Acaba salih

midir, fâsık mıdır diye bir şüphe olursa, bu şüpheye itibar edilmez. Bilâkis müs-lümanlar hakkında

daima hayırlı zan yapılır. T.

«Umumu üzerinde bırakılır ilh...» sözüne gelince; çünkü Resul-ü Ek-rem (S.A.)´ın «Tanıdığın ve

tanımadığın kimseye selâm et!»-buyruğundan anlaşılan budur. T.

«Hadis ilh...» Umumu ifade eden-birinci hadis, zimmîyi de kapsar.

«İnsanların kalplerini telif etmek maslahatını gözeterek ilh...» Dil ile onları kendisine meylettirmek

onlara İslâm´a girmek maksadıyla ih-san etmek, demektir.

«Sonra nehy vârid olmuştur ilh...» İkinci hadiste, demektir. Yani Al-lah İslâm´ı azîz kıldıktan sonra

artık onlara maslahat için selâm vermek ihtiyacı kalmadı.

«Selâmın cevabını vermekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince; İnsa-nın zihnine ilk gelen selâm

vermektir. T. Fakat Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: Zımmîler selâm verdiklerinde onun

cevabını vermek uy-gundur. İşte biz bu hükme yapışırız.»

«Lakin «ve Aleyke» kelimesinden fazla bir şey söylemiyecektir ilh...» Çünkü o bazen ölüm

manâsına gelen «sam» kelimesini selâm yerinde kullanılır. Nitekim yahudilerden biri Peygambere

bu kelimeyi kullanmış-lardır. Resul-ü Ekrem de o yahudiye «ve aleyke: senin üzerine de olsun»

demiştir ve böylece onun bedduasını onun üzerine reddetmiştir.

Tatarhâniye´de İmam Muhammed´in şöyle dediği kaydedilmektedir: «Müslüman zımmîye senin de

üzerine olsun» diyecek ve onunla selâmı kasdedecek. Çünkü Allah Resulü´ne ref edilen bir hadis

vardır ki, şöyle buyurmuşlardır: «Onlar size selâm verdiklerinde onların selâmına cevap veriniz.»

«Eğer tebcil maksadıyla zımmiye selâm verirse, küfre girer ilh...» Minâh´ta dedi ki: «Tebcil ile

kaydetti. Çünkü o, tebcil niyetiyle değil de doğru olan hedeflerden birisinin tahakkuku için selâm

verirse, küfür ol-madığı gibi bunda beis de yoktur.»

«Eğer kalbiyle niyet ederse ilh...» Yani: «Bu adam belki müslümar olur» diye kalbiyle niyet edip

selâm verirse kerahet ortadan kalkar. Ama hiç bir şey niyet etmezse kerahet vardır. Nitekim bu

hüküm Muhît´te yer almaktadır. el-Birî de benzerlerinden alarak, «mekruh değildir» dedi. Fa-kat nas

olduktan sonra nassa dönüşten başka hiçbir çıkar yol yoktur, Zahire göre «zımmi» ifadesi kayıt

değildir. T.

«Bir insanın evine vardığında, selâmdan önce izin istemesi vacib-tir ilh...» sözüne gelince:

Fusûlu´l-Allâmî´de şu hüküm yer almaktadır: «Eğer aile efradının huzuruna girerse evvelâ selâm

verecek, sonra ko-nuşacaktır. Eğer başkasının evine varırsa evvelâ girmek için üç defa izin

isteyecektir. Ve her defasında: «Ey ev halkı selâm sizin üzerinize olsun; (ismini alarak) falan adam

girsin mi?» diyecek ve biraz duracak-tır. Yani her izin isteyişinden sonra yemek yiyen bir kişinin

yemeğini bitireceği, abdest alan bir kişinin abdestini alacağı, dört rekât namaz kılan bir kişinin dört

rekât namazı bitirinceye kadar duracaktır. Kendi-sine izin verildi mi girecektir. Aksi takdirde kin,

buğuz, düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. Hane sahibi kendisini davet eden bir kim-seye izin

istemek vacib değildir. Eğer hanenin içinden: «Kim o?» diye çağrılırsa, «benim» demiyecek; çünkü

bu bir cevap teşkil etmemekte-dir. Şöyle diyecektir: «Falan kişi girsin mi?» diyecektir. Eğer

kendisine: «Hayır» denilirse; hiçbir düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. .İzinle haneye

girdiğinde evvelâ selâm verecek, sonra eğer dilerse konuşacak-tır. Eğer içinde hiç kimsenin

olmadığı bir eve girerse: «Selâm bizim ve Allah´ın sâlih kullarının üzerine olsun» diyecektir. Çünkü

melekler onun selâmının cevabını vereceklerdir. Eğer evin haricinde adama rastlarsa evvelâ selâm

verecek, sonra konuşacaktır. Allah´ın Resulü buyurdular: «Selâm kelâmdan öncedir». Eğer

selâmdan önce konuşulursa karşıdaki adam ona cevap vermez. Çünkü Allah´ın Resulü: «Kim ki

selâmdan önce konuşursa ona cevap vermeyiniz» buyurmuştur. Cemaatin bulunduğu ye-re

girildiğinde cemaate selâm verecektir. Onlardan ayrıldığı anda da se-lâm verip ayrılacaktır. Kim ki

böyle yaparsa cemaatin kendisinden sonra işleyeceği hayırda onlara ortak olur. Cemaatle karşılaşır

sonra onlar-dan ayrılırsa ve bu aynı günde birkaç defa tekrar ederse; aralarına bir ağaç veya duvar

bile girse selâmını yenileyecektir. Çünkü selâm rah-meti gerektirir. Selâm ile İslâm ahdini

yenilemeyi yani hiçbir mümine ne namusuna, ne malında dokunmayacaktır şeklindeki ahdi

yenilemeyi ni-yet edecektir. Bir mümine selâm verdiği zaman onun üzerine o müminin namusu ve

malı haram olur. Bir mescide girdiğinde bazı kimseler namaz kılıyorsa, bazıları da kılmıyorsa selâm


verecektir. Eğer selâm vermezse sünneti terketmiş sayılmaz.»

«Eğer ey falan dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse selâmın cevabı düşer ilh...» Yani bu

lafızla. Fakat Hâniye´nin ifadesi şöyledir: «Bir kişi bir kavmin içinde oturuyorken başka bir kişi

gelerek ona selâm ve-rerek : «Ey filan adam selâm senin üzerine olsun» dese, bunlarin bir kıs-mı

da o adamın yerine ona cevap verseler; kendisine selâm verilen ada-mın boynundan selâmın

cevabı sakıt olur. Bazıları da demişlerdir ki : «Eğer ikisinin ismini, söylerse; meselâ: «Esselamü

aleyke ya Zeyd» dese ve Zeyd´in yerine Amr ona cevap verirse; Zeyd´in cevap vermek görevi

kalkmaz.» Eğer isim vermeden: «Selâm senin üzerine» dese ve bir ki-şiye işaret ederse, başka bir

kişi selâmın cevabını verirse, işaret edilen kişiden selâmın cevabını vermek görevi düşer.»

Hülâsa´da ve başka kitaplarda bu tafsilatı kesin olarak bildirmiştir.

«Hepsinin boynundan selâmın cevabı kalkar ilh...» Çünkü selâm hepsinedir. Çünkü bir cemaate

selâm kasdıyla bir tek kişiye hitap eder-cesine hitab edebilir. Hindiye.

Tebyînu´l-Meharim adlı kitapta: «Eğer bir cemaatte selâm verir, o cemaat değil de başka bir cemaat

ona cevap verse, o kendisine selâm verilen cemaatten selâma almak görevi kalkmaz.» T.

«Selâmın cevabında karşıdaki adam duyurmak şarttır ilh...» Nite-kim selâm ve aksırmanın

cevabının verilmesinde duyurma şartı aranır. Tatarhâniye.

«Eğer sağır ise ona iki dudağının hareket ettiğini gösterecektir ilh...» Şır´anın Şerh´inde dedi ki:

«Bilmiş ol ki, onlar dediler ki: Selâm vermek sünnettir. Onu işittirmek müstahabtır. Onun cevabı ise

Farz-ı kifayedir. Onun cevabını karşıdaki adama duyurmak vacibtir. Eğer onun duyurmayacak

şekilde cevap verirse, bu farzı kifaye selâm verilen kişiden selâm almak görevi sakıt olmaz. Hatta

deniliyor ki: Selâm veren sağır ise se-lâmın cevabını veren kişiye dudaklarını kıpırdatmak ve ona

bunu göster-mek görevi düşer. Öyle ki eğer o sağır olmasaydı işitebilecekti.»

«Çünkü çocuğun kestiğinin helâl olması bunun delilidir ilh...» Kes-mekte besmele farz olmakla

beraber çocuğun besmele çekmesi kâfi geldiğine göre; çocuk bazı farzları yerine getiren

kimselerden olmuş olur. Yani bu işe ehil olur. Çocuklara selâm vermek hususunda ihtilâf

edil-miştir. Bazılarına göre selâm verilmez, bazılarına göre selâm vermek da-ha efdaldir. Fa kırı:

«Biz bu görüşü alırız dedi. Tatarhâniye.

Kadına selâm vermek ve aksıran kadının «elhamdülillah» demesine cevap vermeye gelince; Nazar

ve Kadının bedenine dokunma faslı´nda bununla ilgili sözler söylendi.

«Tek kişiye cemaat lafzıyla selâm verilir ilh...» Çünkü her kişinin beraberinde iki de Hafaza Meleği

vardır. Binaenaleyh her kişi üç kişi demektir. Tatarhâniye.

«Selâmın cevabını veren: «Ve berakâtuhu» kelimesinden fazlasını eklemez ilh...» sözüne gelince;

Tatarhâniye´de dedi ki: «Selâm veren için en efdali «Esselâmu aleyke ve rahmetullâhî ve

berakâtuhu (selâm sizin üzerinizde olsun. Allah´ın rahmeti ve bereketi de sizin üzerinizde olsun)»

demektir. Veberekâtühü´dan sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap veren de: «Ve

aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü» diyecektir.»

Yani «vav»ı ekleyecektir. Eğer «vav» harfini söylemese de kâfi gelir.

Eğer selâm veren kişi, «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» dese cevap veren bir kişiye

bu iki surette de yani: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» demek imkânı vardır. Fakat

elif-lâm´lı yani «Esselâmu...» demesi daha uygundur.

«Selâmın cevabı İle aksıranın cevabı fevridir ilh...» İbaresine gelin-ce; bu ibarenin zahirinden

anlaşılıyor ki: Özür olmaksızın bu cevabı tahir etmek, tahrimen mekruhtur. Bilahere cevap vermekle

günah kalkmaz. Ancak günah tövbe ile kalkar. T.

Tebyînu´l-Mehârim adlı kitapta şu hüküm yer almaktadır: «Aksıranın cevabını vermek çoğunluğun

görüşüne göre farz-ı kifâyedir. Şafiî´ye göre sünnettir. Zahirîlerin bazılarına göre farz-ı ayndır.

Allah´ın Resulü Sallallahu Aleyhi vesselem buyurdular: «Cenab-ı Hâk aksırmayı sever fakat

esnemeyi karih görür. Kişi aksırdığı zaman Allah´a hamdederse, dinleyen her müslümanın ona

cevap vermesi görevi-dir.» Hadis-i Buhari rivayet etmiştir. Hadisdeki «Teşmît» kelimesi, hayır ve

bereketle dua etmek demektir. Aksıran bir kimsenin böyle bir duaya müstahak olması, ancak

Allah´a hamdetmesi takdirinde olur. Allah´a hamdetmezse duaya müstahak olmaz. Çünkü aksırmak

Allah´dan gelen bir nimettir. Aksırdıktan sonra Allah´a hamdetmezse Allah´ın nimetinin şükrünü eda

etmemiş oluyor. Nimete karşı nankörlük yapan bir kimse ise duaya müstahak olmaz. Aksırdıktan

sonra: «Elhamdülillah» veya «Elhamdülillâhirabbilâlemîn» veya: «Elhamdülillah! âlâ küllî halin»


demekle yükümlüdür.

«Fakat aksırana dua eden kişinin ne diyeceği hususunun da ihtilâf etmişlerdir. Bazı kimselere göre:

«Yerhamukellâh {Allah sana rahmet ey-lesin)» diyecektir. Diğer bazılarına göre: «Elhamdülillâhi

taalâ (hamd yüce Allah´a mahsustur)» diyecektir. Aksıran kendisine dua eden kişiye (ikinci kez) şu

cevabı verecektir: «Yehdikellâh (Allah sana hidayet etsin)» Eğer aksıran kâfir ise; buna ramen

Allah´a hamdederse, onu dinleyen ve dua etmekle mükellef olan: «Allah sana hidâyet eylesin»

manâsını ifade eden «Yehedîkaliâh» ibaresini söylecektir. Aksırmak tekrarlanırsa üç de-faya kadar

ona hayırla dua eder. Üçü geçtikten sonra sükût eder.

«Kadîhân dedi ki: «Üçten fazla aksırırsa, her defasında Allah´a hamdedecektir. Onun yanında

bulunan da her defasında ona dua ederse gü-zel olur.»

«Aksıranın kendisine dua edene: «Ğâfarallahu li veleküm (Allah be-ni de sizi de af eylesin)» veya:

«Yehdîkumullâhu ve yuslihu bâlekûm (Al-lah size hidâyet eylesin ve sizin kalbinizi ıslâh eylesin.)»

demesi uygun-dur. Bundan başkasını demiyecektir. Aksıran kişinin en uygunu hamdı yaparken

sesli yapmasıdır. Ta ki yanında bulunan kişiye bunu duyur-sun, ki oda ona dua etsin. Eğer aksırana

dua edene hazır olanlardan ba-zıları cevap verirse, bütün cemaatin yerine geçmiş olur. En faziletlisi

cemaatten her birisinin ona dua etmesidir. Çünkü hadisin zahiri bunu gerektirir. Denildi ki: Bir kişi

aksırdığında hamd ettiği işitilmese; Onun yanında bulunan «Eğer Allah´a hamd etmiş isen, Allah

sana rahmet ey-lesin» diyecektir. Duvarın arkasından Allah´a hamdederse onu dinleyen herkese

ona dua etmek vâcib olur.»

Fusûlu´l-Allâmî de şu hüküm yer almaktadır: «Dinleyen bir kişinin aksırandan daha önce hamd

getirmesi menduptur. Çünkü şu hadis var-dır: «Kim aksırandan daha önce Elhamdülillah dese o

kimse şeves, leves ve allevus denilen hastalıklardan emin olur.»

«Seves» baş ağrısı, «leves» karın ağrısı, «allevus» de diş ağrısı diye tefsir edilmiştir.»

Teberanî Evsafında Hz. Ali´den merfû olarak ^u hadisi rivayet edi-yor: «Kimin yanında birisi

aksırırsa aksırandan önce elhamdülillah dese böğründen herhangi bir şikâyet duymayacaktır.»

İbn-i Asakir rivayet ediyor: «Kim aksırandan önce elhamdülillah dese, Allah onu böğür ağrısından

korur. Ve dünyadan çıkıncaya kadar ondan herhangi bir kötülük görülmeyecektir.»

el-Muğrib adlı lügat kitabında hadiste sözü geçen «seves» diş ağ-rısı, «leves» kulak ağrısı

«allevus» ise bronşittir, denilmektedir.

Şir´at´ta dedi ki: «Kişi aksırdığı zaman başını eğecektir. Yüzünü ka-patacaktır. Mümkün olduğu

kadar sesini alçaltacaktır. Çünkü aksırmayı sesli yapmak ahmaklıktır. Hadiste şöyle

buyurulmaktadır: «Konuşma anında aksırmak adaletli bir şahittir.» Aksıran insan «eb» veya

«eşhab» demiyecektir. çünkü bu şeytanın ismidir.»

«Selam yazılı mektubun selamına cevap vermek vacibtir ilh...» Çün-kü gaibten gelen mektup, hazır

kişiden gelen hitap gibidir. Müctebâ. Halk bu işten gafil bulunmaktadırlar. T.

Ben derim ki İlk zihne gelen şudur: Maksat, mektuptaki selâmın cevabını vermenin vacib

olduğudur. Mektuba cevap vermek değildir. Lakin Suyûtî´nin el-Camiüssağîr´inde şu hüküm yer

almaktadır: «Mektubun cevabını vermek tıpkı selâmın cevabını vermek gibi haktır.» Şari-hi

el-Münâvî der ki «Bir kişi sana bir mektupta selâm yazarsa, o mektupta sana ulaşırsa lafızla veya

mektupla o selamın cevabını vermen vacib olur. Şâfiîlerden bir grup bunu açıkça söylediler. Aynı

zamanda bu, İbn-i Abbas´ın da görüşüdür.»

Nevevî der ki: «Eğer bir şahısa başka bir şahıstan bir kağıtta selâm gelirse, onu derhal

cevaplandırmak vacib olur. Selâmı tebliğ edene de Neseî´nin rivayet ettiğine göre cevaplandırmak

müstahabtır. Mektubun cevabını vermek daha iyi olur. Eğer terkederse kin gütmeye sebep ola-bilir.»

Bunun için şair şu şiiri söylemiştir: «Dost dostuna yazdığı zaman onun cevabını vermek ittifakla

vacibtir. Çünkü kardeşler karşılaşmadıkları zaman mektuptan daha güzel bir ilişki olamaz.»

«Falana selâm söyle dediği zaman gidip o selâmı söylemek vacib olur ilh...» sözüne gelince; çünkü

bu emaneti sahibine vardırmak kabilindendir. Zahire göre bu vücub hükmü, selâmı götürenin razı

olmasına bağlıdır. Düşün.

Sonra Münâvî´nin Şerhin´de İbn-i Hacer´den nakledilerek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Elci eğer

«ben selâmı götürürüm» diye iltizâm et-miş ise, o zaman emanete benzemiş oluyor. Aksi takdirde

vedia oluyor.» Yani onun boynunda gidip de tebliğ etmek vacib değildir. Nitekim ve-diada hüküm

böyledir.


Şurunbulâlî dedi: «Buna göre kendisine: Selâmını Resulullâh´ın hu-zuruna götür, diye emredenin

selâmını tebliğ etmek gerekir.» Yine «Şu-runbulâlî dedi ki: «Selâmı getirene de cevap vermek

müstahaptır. Senin de üzerine selâm olsun, onun da üzerinde selâm olsun, diyecektir. Bu-nun

benzeri musannifin Tühfetu´l-Akrân adlı kitabında da vardır. İbn-i Abbas´tan bunun vacib olduğu

rivayetini ayrıca ekler.»

Lâkin Tatarhâniye´de dedi ki: «İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre «kim bir insana

başkasının selâmını getirip tebliğ ederse, selâm alan önce tebliğ edene cevap vermek, sonra hazır

olmayana cevap vermek zorundadır.» Bu ibarenin zahirinden, vacib olduğu hükmü anla-şılıyor.

Düşün.

«Eğer alenen fasık ise selâm vermesi mekruh olur ilh...» sözüne ge-lince; daha önce Aynî´den

nakledilen ibarenin tahsîsi içindir.

Fusûlu´l-Allamî´de şu hüküm yer alıyor: «Yalan söyleyen, durmadan alay eden, fuzulî ve manâsız

konuşan yaşlıya, halka küfür edene, mah-rem olmayan kadınların yüzlerine bakana selâm verilmez.

Alenen fısk iş-leyene, tagannîde bulunana ve güvercin uçurtana bunların tövbe ettik-leri

bilinmedikçe selâm verilmez. Masiyet içinde bulunan bir kavme, satranç oynayanlara Ebû

Hânife´ye göre onları meşgul etmek niyetiyle se-lâm verebilir. İmameyne göre bunlara selâm

vermek mekruhtur. Çünkü bunlar selâma lâyık değildirler.»

«Yemek yiyen kişi gibi ilh...» sözüne gelince; bu sözün zahirinden anlaşıldığına göre lokmayı

ağzına koyduğu ve çiğnediği hale mahsustur. Lokmayı ağzına koymazdan evvel veya çiğnedikten

sonra ona selâm ver-mek mekruh değildir. Çünkü o, selâmın cevabını vermekten aciz değil-dir. Bu

hükmü Şâfiîler açıkça belirtmişlerdir. El-Küfderî´nin Vecîz adlı eserinde şu mesele yer almaktadır:

«Yemek yiyen bir topluluğun yanın-dan geçen, eğer kendisi muhtaç ise ve onların da kendisini

çağıracağını biliyorsa selâm verebilir. Aksi takdirde selâm vermeyecektir.» Buna gö-re; -sözü gecen

durum dışında- yemek yiyene mutlaka selâm vermenin mekruh olması gerekir. T.

«Eğer selâm verirse sevaba müstahak değildir ilh...» sözüne gelin-ce; ´derim ki: Bezzâziye´de şu

hüküm yer almaktır: «Eğer tilâvet halinde selâm verirse, tercih edilen görüşe göre selâmın cevabını

vermek vacib-tir. Ama hutbe, ezan ve fıkhı tekrar etmek halinde mesele değişir.»

Eğer buna rağmen bu durumlarda selâm verirse günahkâr olur. Tatarhâniye.

Tatarhâniye´de şu hüküm de yer almaktadır: «Sahih şudur ki, bu yer-lerde selâmın cevabı verilmez.»

Karî (Kur´an okuyan) hususunda doğru hüküm hakkında ihtilâf var-dır. Ebû Yûsuf´a göre kıraati

bitirdikten sonra, veya âyetin tamam olma-sında, cevap verecektir. İhtiyâr´da şu ifade vardır: «Kadı

mescidin bir ke-narında hüküm vermek üzere oturduğunda, hasımlara selâm vermez. Ha-sımlar da

Kadı´ya selâm vermezler. Çünkü kadı hüküm vermek için otur-muştur. Selâm ise ziyaretçilerin

hediyesidir. Binaenaleyh kadı ne için oturmuşsa onunla meşgul olmalıdır. Eğer onlar selâm vermiş

ise onların cevabını vermek kadı´ya vâcib değildir. Bu hükme binaen; talebelerine fıkıh, veya Kur´an

öğretmek üzere oturmuş bir kimseye birisi girip de selâm verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir.

Çünkü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını vermek kadı´ya vâcib değildir. Bu hükme

binaen; talebelerine fıkıh, veya Kuran öğretmek üzere oturmuş bir kim-seye birisi girip de selâm

verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir. Çün-kü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını

vermek için değil.»

«Mim´in cezmiyle ilh...» En uygunu mim´in sükûniyle demesiydi.

T. dedi ki: «Es-selâmu Aleyküm» diyenin cevabının vâcib olmayışının sebebi; Arapça terkiple gelen

Sünnete muhalefet etmiş olduğundandır. Sanki «elif-lâm» ile te´nin arasını cem edip: «Es-selâmu

Aleyküm» diye-ne de cevab vermenin vâcib olmaması bunun gibidir. Musannıf mim cezmeli

okunursa vâcib değildir,» dediğine göre; eğer elif-lâm´sız olarak kelimeyi tenvinli okursa «selâmun

aleyküm» dese -nitekim meleklerinde Cennet Ehlin´e selâmları böyledir- o takdirde selâmın cevabı

vâcib olur. Öyleyse onun iki sigası vardır. Ve bu daha önce Tatarhâniye´den naklettiğimizin

zahiridir. Zahiriye adlı kitapta şunu gördüm: «Selâm lafzı bütün yerlerde «Es-Selamu aleyküm» veya

tenvinle «Selâmun aleyküm»dür. Bu iki kelimeden başka câhillerin kullandıkları kelimeler selâm

olmaz.»

Şurunbulâlî Musafaha hakkındaki risalesinde dedi ki: «Aleykesselâm kelimesiyle söze başlarız.

Aleykümüsselâm diye de selâm verilmez. Çünkü Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka hadis kitaplarında

sahîh senetlerle Câbir bin Süleym (R.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Allah´ın resu-lüne vardım

ve «Aleykesselâmu ya Resullah» dedim. Cenab-ı Peygam-ber: «Sakın aleykesselam deme. Çünkü

aleykesselâm kelimesi ölülere verilen selâmdır.» Tirmizî: «bu hadis hasen sahîhtir» demiştir.


Bundan anlaşılıyor ki: «Aleykesselâm» şeklinde selâm verenin cevabını iade et-mek vacib değildir.

Çünkü Allah´.n Resulünün böyle selâma cevap ver-diği değil; bilâkis böyle dememekten menettiği

hükmü vârid olmuştur. Bu, İmam Nevevî´nin zikrettiği üç ihtimalden birisidir. Bunun selâm

ol-madığı tercih edilir. Aksi takdirde Cenab-ı Peygamber, evvelâ selâmın cevabını verecekti, sonra

ona selâmı öğretecekti. Nitekim namazını iyi kılmayana gereken cevabını vermiş, sonra ona

namazın nasıl kılınaca-ğını öğretmiştir. Eğer kişi bir «vav» ziyade ederek «ve aleykümüsselâm»

şeklinde dese, yine cevaba müstahak olmaz. Çünkü bu sîga, selâm ver-meye elverişli değildir.

Binaenaleyh Şafiî imamlarından el-Mittevelli´nin söylemiş olduğu gibi selâm olmaz.»

Ben derim ki: Tatarhâniye´de Ebû Ca´fer´den rivayet edildi: Ebû Yûsuf´un bazı talebeleri, çarşıdan

geçerken «Selamullahi Aleyküm» der-miş. Orta bu hususta soru soruldu. Dedi ki: «Selâm vermek

esenlik di-lemektir. Ona cevap vermek farzdır. Onlar bana cevap vermeseler emri bil ma´rûf vacib

olur. Selamullahu Aleyküm´e gelince bu duadır. Bunun cevabını vermek gerekmez. Bana da bir şey

lazım gelmez. Bunun için ben bunu seçtim.»

Ben derim ki: Bu daha önce geçenle beraber şunu ifade ediyor-. Se-lâmın cevabının vacib olması

ancak. «Esselâmu aleyküm» veya «selâmun aleyküm» şeklinde başlanırsa olur. Daha önce dedik

ki: Bu iki selâma karşılık cevap veren: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» tar-zında

cevap verebilir. Bunun ifade ettiği şudur: Başlangıca elverişli olan yani selâm vermeğe elverişli

olan siğa cevaba da elverişli olur. Lakin başlangıçtaki ve cevaptaki siygaların hangisi daha

üstündür, bunu daha önceden öğrenmiş bulunuyorsun.

BİR EK:


Tatarhâniye´de dedi ki: «Arkadan gelen kişi sana selâm verecektir. Yürüyen oturana, binen

yürüyene, küçük büyüğe selâm verecektir. İki kişi karşı karşıya geldiklerinde hangisi daha önce

selâm verirse, o daha üstündür. Eğer ikisi beraber selâm verirse her birisi arkadaşının selâ-mına

yeniden cevap verecektir. Hasan dedi ki: Az çoğa selâm verecek-tir.»

Yine Tatarhâniye´de şu hüküm yer almaktadır: «Selâm sünnettir. Ya-yanın yanında genel yolda veya

çölde geçen bir biniciye emniyet telkin etmek için selâm vermesi farz olur.»

el-Bezzâziye´de şu hüküm yer almaktadır: «Şehirden gelen köyden gelenle karşılaştığında selâm

verecektir. Bazıları da köylü şehirden ge-lene selâm verecektir dediler.»

Tebyînu´l-Mahârîm adlı kitap dedi ki: «Nevevî demiştir: Bu edep bir yolda rastlaştıkları zaman

böyledir. Bir kişi oturanın yanına varırsa, va-ran her halükârda selâm verecektir. İsterse büyük,

isterse küçük, ister az ister çok olsun. Tabarânî´de de böyledir.»

T. dedi ki: «Kaideler buna uygun düşmektedirler. Hangisi ecir yönün-den daha efdaldir, konusunda

ihtilâf edilmiştir. Bazıları cevabı veren da-ha efdaldir, bazıları selâm veren daha efdaldir der. Muhit.»

Eğer kişi bir tek mecliste ikinci kez selâm verirse ikinci selâmın ce-vabını vermek vacib değildir.

Tatarhâniye.

Tatarhâniye´de şu rivayet yer almaktadır: «Amr bin Şuayb´ten o da babasından, o da Resulullah´dan

rivayet ediyor: «Bir meclise vardığınızda, kavme selâm veriniz. Meclis´ten dönüş yaptığınızda yine

onlara selâm vererek ayrılınız. Şüphesiz ki dönüş anındaki selâm birinci selâmdan da-ha

faziletlidir.»

«Eve girerse kimseyi görmezse selâm bizim ve Allah´ın sâlih kulları-nın üzerine olsun der ilh...»

sözüne gelince; böylece beraberindeki me-leklere ve hazır bulunan cinlerden olan salihlere ve

başkalara selâm et-miş oluyor. Fakihler dediler ki: Biz neyle mükellef isek, cinler de onunla

mükelleftir. Onların bu dediklerine göre; Selâmın cevabını vermek cin-lere vacibtir. Ancak bu

vacibin mesuliyetinden selâm verene duyurmak suretiyle çıkabilirler. Fakat ben bunun hükmünü

görmedim. Bazen denildi ki: Onlar insanların gözlerinden gizlenmekle emrolundular. Çünkü onlar

ve insanlar arasında ünsiyet ve mücaneset yoktur. Onun zahiren reddi, ilân kabilindendir. Düşün. T.

Ben derim ki: Biz «Esselamu aleynâ ve âlâ ibadillâhi´s-sâlihin» sigasının, dinleyene cevap vermenin

vacib olduğu sigalardan olduğunu teslim etmiyoruz. Çünkü burada bir hitap yoktur. Aksi takdirde

bunu dinleyen insanlara da cevabı vacib olur. Bunun ise sarih bir nakle ihtiyacı vardır. Zahir böyle

bir nakil olmadığıdır. Binaenaleyh cinler üzerinde öncelikle vacip olamaz. Bu sîga sadece

teşehhütte olduğu gibi. mücerret dua için-dir. Daha önce geçtiği gibi, bazı Ebû Yûsuf´un

talebelerinin ihtiyar ettiği sigada olduğu gibi. Düşün.

Ynt: Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar By: neslinur Date: 01 Şubat 2010, 19:32:10
METİN

Camide dilenen bir kimseye sadaka vermek mekruhtur. Ancak dile-nen insanların omuzlarından


atlamıyorsa o vakit sadaka verilir. Muhtar ve seçilmiş kavle göre böyledir. Nitekim İhtiyar´da ve

Mevâhiburrahmân metninde böyledir. Çünkü Hazreti Ali namazda iken yüzüğünü sadaka vermiş ve

Cenab-ı Hâk onu bu sadakasından dolayı «Rükû halinde olduk-ları halde zekâtı verirler» mealindeki

âyetle övmüştür.

Allah katında isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahmân´dır. Ali, Reşid gibi müşterek isimlerin

verilmesi de caizdir. Ancak bizim hak-kımızda, Allah´ın hakkında irade edilenden başkası irâde

edilir. Fakat bizim zamanımızda onun gayrısıyla isim vermek daha evlâdır. Çünkü avam bazan

çağırma anında onu tasgir (küçültme) ederler. Sirâciye´de hüküm böyle yer almıştır. Sirâciye´de:

«İsmi Muhammed olanın Ebûlkâsım künyesiyle künyelenmesinde beis yoktur. Çünkü Resul-ü

Ekrem´in «Benim ismimle isim veriniz, fakat benim künyemle künyelenmeyiniz» hadisi nesh

edilmiştir. Çünkü Hazreti Ali oğlu Muhammed Hanefiyye´ye Ebû´l-Kâsım künyesini vermişti.

Kişinin babasını hanımın da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur.

Yine Sirâciye´de geçtiğine göre: camide konuşmak mekruhtur. Cena-ze arkasında, tuvalette, cima

halinde de konuşmak mekruhtur. Ebû Leys şunu da ekledi: Bostanda Kur´an okunurken de

konuşmak mekruhtur. Mülteka´da el-Muhtâr´a tabi olarak şu da eklendi: Öğüt esnasında sesi

yükseltmek böyledir. Peki «vecd» adını verdikleri şarkı söylemek hak-kında zannın ne olabilir?

Arapça´nın diğer dillerden üstünlüğü vardır. Arapça cennet ehlinin dilidir. Onu öğrenen veya

başkasına öğreten ecir alır. Hadiste: «Arapları üç hasletten dolayı seviniz. Çünkü ben Arab´ım,

Kur´ân Arapçadır. Cen-net ehlinin dili de cennette Arapçadır.»

Aynı eserde şunlar da yer alır: Kabirleri sıvamak muhtar kavle gö-re mekruh değildir. Bazıları

mekruhtur dedi. Pezdevî dedi ki: Eseri kayıp olmasın ve hafife alınmasın diye yazıya ihtiyacı var ise,

üzerine yazı da yazılır. Musannif bunu akrabalar için vasiyet konusunun sonunda zik-retmiştir. Biz

de bunu cenazeler bahsinde daha önce zikrettik.

Bir öfkeden veya bir mali sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur. Ancak bir masiyete

girmek korkusundan olursa o vakit mek-ruh değildir. Yani dinî bir endişe dolayısıyla değil de

dünyevî bir endişe dolayısıyla ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü hadiste: «Yerin altı sizin için

üstünden daha hayırlıdır» buyurulmuştur. Hülâsa.

Çocuğa inci takmakta bir beis yoktur. Baliğin durumu da böyledir. Vehbâniye Şerhin´de Münye´ye

nisbet edilerek böyle denildi: «Tarsûsî, yakut, zümrüt gibi diğer taşları da inciye kıyas etmiştir.

Ancak İbni Vehbân bu hususta Tarsusîyle münazaa etmiştir. Yani bunların kıyas edile-bilmesi için

açık bir nakle ihtiyaç vardır, demiş; Cevhere´de, incinin ha-remliği kesinlikle kaydedilmiştir.»

Ben derim ki: Musannif Münye´deki hükmü, İ. Azam´ın sözüne, el-Cevhere´deki sözü de İmameyn´in

sözüne hamlederek; «Fakihler imameynin kavlini tercih etmişlerdir.» dedi. Binâenaleyh Kâfî´de şu

yer al-maktadır: «İmameyn´in sözü bizim memleketin örfüne daha yakındır, onunla fetva verilir.»

Sonra musannif dedi ki: «Buna binaen mezhepte erkekler için inci ve benzerinin kullanılması

mutemed´e göre haramdır. Çünkü bunlar kadınların süs eşyalarındandır.»

Çocuğun velisinin çocuğa halhal veya bilezik giydirmesi mekruhtur. Kızın ve erkek çocuğun

kulağını delmekte -istihsânen- herhangi bir beis yoktur. Mütelkâ.

Ben derim ki: Acaba burna takılan hızma caiz midir? O hükmü gör-medim.

Altından veya gümüşten yapılan bir kaleme yazmak veya altın ve gümüş hokkadan mürekkep alıp

yazmak erkek içinde (dişi için) de mek-ruhtur. Sirâciye´de böyledir, dedi. Bundan sonra şöyle dedi:

Silahı altın veya gümüş suyu ile kaplamakta beis yoktur. Atın sırtına vurulan eyerleri, ağızlarına

vurulan gemleri ve kuyruklarına geçirilen kolonyaları Ebû Hânife´ye göre altın ve gümüşle

süslemekte bir beis yoktur. Ama Ebû Yûsuf´a göre caiz olmaz.

Zeyd´in bir cariyesi vardır. Bekir: «Zeyd beni bunu satmakta vekil kıldı» dedi. Bekir´in doğru

söylediği zannı galip ise Amr için bunu vekilden satın almak da bununla cinsî ilişki kurmak da

helâldir. Nitekim bu hüküm daha önce geçti. Eğer zamanın çoğuna göre Bekir yalan söylüyor-sa

kabul etmez ve ondan cariyeyi de satın almaz. Eğer «bu başkasının malıdır» diye ona söylemezse o

zaman onu satınalmakta herhangi bir beis yoktur. Tıpkı zifaf odasına kadınlar tarafından «Senin

hanımındır» diye sokulan kadın ile cinsî ilişki kurmasının helâl olması gibi.

«Kocam beni boşadı iddetim de bitti» veya «ben falanın cariyesi idim, beni azad etti» diyen bir

kadının nikâh edilmesi eğer onun doğru söyle-diğine kanaat getirirse helâldir. Meselenin tamamı

Hâniye´dedir.

Ben derim ki: Özü şudur: Kadın kendisine muhtemel bir emri söy-lediği zaman eğer kadına güvenir


veya kalbine kadının doğru söylediği vaki olursa, onunla evlenmekte bir beis yoktur. Eğer kabul

edilemeye-cek bir emir söylerse ondan bunun açıklamasını istemedikçe onunla evlenemez.

İZAH

«Ancak halkın omuzlarından atlamıyorsa ilh...» Yani namaz kılanla-rın önünden geçmiyorsa

birşeyler verilmesi caizdir.

İhtiyâr´da dedi ki: «Eğer namaz kılanların önünden geçiyorsa halkın omuzlarından atlıyorsa ona

vermek mekruhtur. Çünkü ona vermek, hal-kın eziyeti hususunda ona yardım etmek demektir. Hatta

denildi ki: Di-lenciye camide verilen böyle bir kuruşun yetmiş kuruş kefareti olamaz.»

T. dedi ki: «Camide dilenciye vermenin kefareti, çoğu kez halkın omuzlarından atlayıp eziyet

vermesinden dolayıdır. Eğer camide saflar arasında bir aralık var ise, dilenci de oradan gidiyorsa,

halkın omuzlarından atlamıyorsa ona sadaka vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu mef-humundan

böyle anlaşılır.»

«Hz. Ali namazda olduğu halde vermiştir ilh...» Yani namazda ca-mide idi. Evet bu kayıt takdir

edilirse delil tamam olur. Veya en üstünü olan namazda vermek caiz olduktan sonra, mescitte

vermenin caiz ol-ması daha evlâ olur. T.

«İsimlerin en sevimlisi ilh...» sözüne gelince; Bu, Müslüm, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka

muhaddislerin İbn Ömer´den merfû olarak rivayet ettikleri bir hadisin lafzıdır. Münâvî der ki:

«Abdullah mutlak bir şekilde en efdal isimdir. Hatta Abdurrahman´dan da efdaldir. Bu iki isimden

son-ra isimlerin en efdali Muhammed´dir sonra Ahmed´dir sonra İbrahim´dir.

Yine Münâvî başka bir yerde dedi ki: «Abdurrahman ile Abdullah´a onlar gibi alan isimler de ilhak

edilmiştir. Abdurrahim ve Abdülmelik gi-bi. Bu iki isimle isimlenmenin efdal olması, kullukla

isimlenmeyi irâde etmekten dolayıdır. Çünkü Araplar daha önce kişiye Abdüşems (güne-şin kulu),

Abdüddar (evin kulu) şeklinde isim verirlerdi. Binaenaleyh bu hadis, Muhammed ve Ahmed isimleri,

Allah katında bütün isimlerden da-ha sevimlidir, hükmüne muhalif düşmez. Çünkü Cenab-ı Hâk,

Peygambe-ri için ancak katında en sevimli olan ismi seçmiştir. Bu doğrunun ta ken-disidir. Onu

mutlak manâya hamletmek caiz değildir.»

Varit olmuştur ki: «Bir kişiye Cenâb-ı Hâk bir erkek çocuk verir o da ona Muhammed ismini verirse,

o kişi de onun çocuğu da cennette olurlar.» İbn-i Asâkir Ümâme´den merfu olarak rivayet etmiştir.

Suyûtî de-di ki: «Bu hadis bir konuda vârid olan en uygun hadistir. Onun isnadı da Hasendir.»

Sehâvî dedi ki: «Onların: «İsimlerin en hayırlısı kendisinden kulluk manâsı veya hamd manâsı

anlaşılan isimdir» sözüne gelince; bunu bil-miyorum.»

«Ali ismini vermek caizdir ilh...» sözüne gelince: Tatarhâniye´de Sıraciyden nakledilerek yer alan

hüküm şöyledir: «Allahın Kitabı´nda bulu-nan el-AIi, er-, el kebir, el-Bedi gibi isimleri çocuğa

vermek caizdir. «Bu-nun benzeri Minahta yine Siraciyeden nakledilerek varit olmuştur. Bunun

zahirinden: Elif Lam´lı dahi olursa isim olarak çocuğa verilmenin caiz ol-duğu anlaşılır.

«Fakat bizimle Allah arasında müşterek olan isimlerle isim verdir-memek zamanımızda daha evlâdır

ilh...» sözüne gelince; Ebu´l-Eys dedi ki: «Acemlerin, yani arap olmayanların Abdurrahman ve

Abdurrahim is-mini vermesi hoşuma gitmiyor. Çünkü onlar bu isimlerin ne demek ol-duklarını

bilmiyorlar. Ayrıca bunları küçülterek kullanıyorlar.» Tatarhâniye.

Bu durum bizim zamanımızda çokça yaygındır. Çünkü Abdurrahim Abdulkerim veya Abdulaziz

isimli insana çağırarak mesela Rahayyim, Kureyyim, Uzeyyiz derler. Abdulkadir isimli insanı da

Kuveydir şeklinde çağırırlar. Bunu kasten yaparsa kâfir olur.

Münye´de şu hüküm yer almaktadır: «Kim Esmayı Husnadan birisine izafe edilen Abdulaziz ve

benzeri isimlerin sonuna tasgir (küçültme) eda-tını eklerse ve bunu kasten yaparsa, kâfir olur. Eğer

ne dediğini bilmi-yorsa, kasti de yapmamış ise küfrüne hüküm edilmez. Kendisinden bu sözü

dinleyenin ona bunu öğretmesi vacibtir.»

Bazıları da ismi Abdurrahman olana Rahmün derler. Türkmenler gi-bi bazıları da Muhammed´e

Hamdo, Hasan´a Haso derler. Dikkat et, aca-ba onlar için bu iki ismi terketmek evlâdır denilebilir mi?

«Ben im künyemle künyelendirmeyiniz ilh...» sözüne gelince çünkü yahudiler Resul-ü Ekrem

döneminde «Ya Ebelkâsım» diye bağırıyorlar, Cenab-ı Peygamber de dönüp onlara baktıklarında

«Biz seni kastetmedik» derlerdi. T.

«Bu hadis nesn edilmiştir ilh...» sözüne gelince; umulur kî nehyin Peygamber´in vefatıyla daha

önceki yasağın illeti ortadan kalkmış ola- bileceği dolayısıyladır.


Bir Ek: Cenab-ı Hâkk´ın ibadet lafzıyla kendisine nisbet etmediği Peygamberi´nin zikretmediği,

müslümantarın kullanmadığı bir ismi evlâ-dına vermek hususunda çok söz edilmiştir. En uygunu

böyle bir ismi çocuğa vermemektir.

Rivayet ediliyor ki: Herhangi birinizin bir çocuğu dünyaya gelir ve ölürse, ona isim vermezden önce

onu defn etmesin. Eğer erkek ise ona erkek ismini verecektir. Eğer dişi ise kız ismi verilecektir.

Eğer erkeklik ve kadınlık durumu bilinmiyorsa hem erkekler için hem kadınlar için kul-lanılabilen bir

isim verecektir. Eğer kişi küçük oğiuha Ebû Bekir künye-sini verirse ve bunu da bozarsa, bazıları

böyle yapması mekruhtur, de-diler. Fakat fakîhlerin çoğunluğu bunu mekruh görmezler. Çünkü halk

bununla tefe´ülü kastetmektedirler. Tatarhâniye.

Allah´ın Resûiü çirkin ismi güz-el isimle değiştirirdi. Meselâ bir kişi adı Esram Resulullah´a geldi

onu Zur´a ismini verdi. Adı Mudtacı olan başka bir kişi geldi Cenab-ı Peygamber ona el-Münba´is

ismini verdi. Ömer´in Âsiye adında bir kızı vardı. Cenab-ı Peygamber onun ismini Ce-mile ile

değiştirdi.

Erkek çocuğa Yasar, Rebâh, Necâh Eflah, Bereke gibi isimler veril-mez. Çünkü bir´insanın: «Senin

yanında Bereke(t) mi?» demesine karşı "Hayır» demen uygun bir söz değildir. Diğer isimler de

böyledir. Çocu-ğuna Hakîm, Ebu´l-Hakem, Ebû İsa, Abdü Filân tarzında isimler de ver-memelidir.

Tezkiye manâsını ifade eden er-Reşîd, el-Emin gibi bir isim de ver-memelidir. Fusûlü´l-Allâmî´de

nedeni şöyle açıklanır: Çünkü el-Hakem Al-lah´ın isimlerindendir. Binaenaleyh (baba anlamına

gelen «eb» kelimesi-ni bu isme veya İsa ismine izafe etmek uygun değildir.

Ben derim ki: Musannifin filân´ın kulu» diye de verilmez sözünden Abdünnebi isminin

verilemeyeceği anlaşılır. Münâvî, Demîrî´den şöyle dedi-ğini naklediyor: «Abdünnebî ismini vermek

teşrif niyetiyle olursa caizdir. Ekseri ulemâ bu ismin verilmesinin memnu olduğu görüşündedirler.

Çün-kü burada gerçekten Peygambere kulluk anlaşılabilmesinden korkulur. Ni-tekim Abdüdâr adını

vermek de caiz değildir.»

«Tezkiye-yi nefis için olan isimler de olmaz.» sözünden anlaşıldığına göre Muhiyiddin Şemseddin

gibi içinde yalan olmakla beraber tezkiye olan isimlerin verilmesi mubahtır. Mâliki âlimlerden

bazıları bu tür isim-lerin memnu olduğu hususunda eser telif etmiş Kurtubî, Esma-yı Hüsnâ

Şerhi´nde bunu açıkça belirtmiş ve bazıları da bir şiir yazarak şöyle de-miştir: «Dini görürüm şu kişi

onun Fahr´i olmuş (adı: Fahreddin olanı kastediyor) şu kişi ona yardımcı olmuş (Nasîruddin ve

benzeri isimleri kastediyor.) Allah´dan utanıyor artık din; lakapların bu denli çoğalmasın-dan.

Halbuki bu adları taşıyanlar münkerâtın yaylasında eşek gibi otlu-yorlar. Dini. onlarla aziz olmaktan

tenzih ediyorum ve biliyorum ki, böyle isimlerin insanlara verilmesinde büyük günâh vardır.»

İmâm Nevevî´den nakledildiğine göre; kendisine Muhyiddîn lâkabı-nı veren kişilerden pek

hoşlanmaz ve şöyle dermiş: «Beni Muhyiddin diye* çağıran kişiyi helâl etmem.»

Arif billâh şeyh Sinan da Tebyînu´l-Mehârim adlı kitabında buna mey-letmekte ve isimleri böyle

olanların başına kıyameti koparmakta, «bu Kur´ân-ı Kerîm´de yasaklanan tezkiye´ye yani nefsi

övmeye giriyor» demektedir.

Müderrisler için Türkçe «Efendi, Sultanım» ve benzeri kelimeler gibi kullanılmakta olan sözler

yalandan sayılır. Bunları söyledikten sonra şu-nu ekler: «Eğer denilirse ki bunlar mecazdırlar, özel

isimler gibi olmuş-lardır. Böylece tezkiye yani övme manâsını ifade etmekten çıkmıştır.» Cevap

olarak deriz ki: «Bu sözlerinizi görülmekte olan durum reddet-mektedir. Zira bu adamların birisini

esas ismiyle çağırdığınız zaman öz isimleriyle seslenenlere kırılırlar. Anlaşılıyor ki tezkiye manâsı

bu keli-melerde halen vardır. Sahabelerin büyükleri ve başkaları özel isimleriyle çağırılıyorlar ve

çağıranlara kızdıkları da nakledilmemiştir. Eğer özel ismiyle çağırmakta, ilim tezimini, ilim ehlinin

yüceltilmesini terketmek söz konusu olsaydı, sahabeler kendilerini özel isimleriyle çağıranları bu

iş- ten men edeceklerdi.» Özetle.

Konuyu bu şekilde uzun uzadıya açıklamış bulunuyor. Oraya müra-caat uygun olur.

«Kişinin babasını, karının da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur ilh...» Bunun yerine tazimi ifade

eden bir lâfız kullanmalıdır. Mesela «Efendim» ve benzeri. Babanın evladı, üzerinde, kocanın da

hanımı üzerin-de hakkı büyüktür. Bu, tezkiyeden de olamaz. Çünkü tezkiye, çağırılan-la ilgilidir.

Yani çağrılan kişi tezkiyeyi ifade eden bir kelime ile kendisini isimlendiriyor. Buna karşılık

çağrılandan istenilen ve derece bakımından üstün olan kişiye karşılık edebini takınmak söz

konusudur, burada.

«Mescitte konuşmak mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Hadiste varit olmuştur ki: «Mescitteki söz,


ateşin odunları yediği gibi insan oğlunun hasenelerini yer bitirir.» Zahiriye ve başka kitaplarda: «Bu

mescitte ko-nuşmak maksadıyla oturduğu zamana mahsustur.» İtikâf babında bu ko-nu geçti.

Bunlar mescitte konuşulan helâl şeyler konusunda olması ha-lindedir. Haram konusunda değil.

Çünkü konuşulan konu haram ise, gü-nah bakımından daha dehşetli ve korkunçtur.

«Cenazenin arkasından konuşmak da mekruhtur ilh...» Yani sesini yükselterek konuşursa. Onun

hakkında konuşma da müsabaka konusun-dan biraz öncesinde geçti.

«Helada konuşmak da mekruhtur ilh...» Çünkü helada konuşmak Cenab-ı Hâkk´ın öfkesini gerektirir.

«Cima halinde de konuşmak mekruhtur ilh...» Çünkü cima gizli ol-ması gereken bir haldir. Resul-i

Ekrem de cima halinde edebî emretmiş-tir. T. Şir´a´da nakledildi ki: «Cima halinde çok konuşmamak

sünnetten-dir. Çünkü çocuğun dilsiz olması bu halde çok konuşmaktan ileri geli-yor.»

«Öğüt verirken de konuşmak mekruhtur ilh...» Yani sesini yüksel-terek konuşmak mekruhtur.

Tatarhâniye´de dedi ki: «Burada vaizin vaaz ederken sesini yükseltmesi kasdedilmemektedir. Ancak

burada vaaz edi-lirken, zikredilirken bazılarının «la ilahe illallah» veya Resulullahın ismi geçtiğinde

selâvatı sesli getirmek suretiyle seslerini yükseltmeleri kas-tedilmektedir.»

«Ya vecd diye isimlendirdikleri tağannî anında seslerini yükseltme-leri nasıldır ilh...» Yani tağannî

anında sesini yükseltmek kastediliyor. Bu konuların tümü üzerinde daha önceden durmuş

bulunuyoruz.

«Arapları üç şeyden dolayı seviniz ilh...» Hadis cemaat siygasıyla birçok nüshalarda böyle vârid

olmuştur. Camiu´s-Sağir ile diğer hadis kitaplarında olana da uygundur. Fakat bazı nüshalarda

«ben severim» veya «sen arabı sev» anlamında okunabilecek şekilde sonu «vav»sız vâ-rid

olmuştur. Cerrahî dedi ki: «Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Arap-lar/ sevmeye dair birçok

hadis vârid olmuştur. Onların tümünü bir araya getirirsek, hadis hasen olur. Hatta bir grup bu

hususta başlı başına telif-ler yazmışlardır. Bunlardan birisi Hafız el-İrakî´dir. Diğeri de bizim

dos-tumuz el-Kâmil es-Seyid Mustafa el-Bekrî´dir. Bu hususta yirmi defterlik bir eser telif etmiştir.»

Bu hadisten maksat Arapları Arap olduklarından dolayı sevmeye teş-viktir. Bazan iman ve faziletten

dolayı arapların fazla sevilmesi gerekir. Bazen onların küfür ve nifaklarından meydana gelen arizî ve

buğuzu ge-rektiren durumları da vardır. Bunun tamamı Münâvî´nin Şerh´inde yazılmıştır.

«Cennet ehlinin dili de arapçadır ilh...» ibaresine gelince; Câmiu´s-Sağir´de «dil» yerine «kelâm»

gelmiştir. Yani cennet Ehlinin Kelâmı Arap-çadır.

«Dünya korkusundan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur ilh...»

sözüne gelince; Hülâsa´da ibare şöyledir: «Bir kişi maişetinin darlığın-dan ötürü veya düşmanının

öfkesinden dolayı ölümü temenni ederse bu, temenni mekruhtur. Çünkü Resûl-i Ekrem: «Sakın

herhangi biriniz ba-şına gelen bir zarardan ötürü ölümü temenni etmesin» buyurmuştur. Eğer

zamanının bozulmasından, günahların çokça ortaya çıkmasından ve ken-disi de günaha girmekten

korktuğundan ötürü temenni ederse sakıncası yoktur. Çünkü Resul-ü Ekrem´den buna benzer bir

rivayet gelmiştir. Bu-yurdular: «Yer yüzünün içi size yer yüzünün üstünden daha hayırlıdır.»

Ben derim ki: Birinci hadis, Sahih-i Müslim´dedir: «Sakın herhangi bi-riniz kendisinin basına gelen

bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesin. Eğer illâ ölümü temenni etmesi gerekiyorsa şöyle

desin: «Ey Rabbim, ha-yat ´benim için hayırlı olduğu müddetçe beni diri bırak; fakat benim için

vefat hayırlı olduğu zaman da canımı al!»

«İbni Vehbân Tarsusî´nin bu görüşünü tartışmıştır ilh...» ibaresine gelince aynı şekilde şöyle der:

«Çünkü deliller bu gibi şeyleri takmanın cevazı konusunda tearuz etmektedirler.» Yani

çarpışmaktadırlar. Fakat İbn-i Şıhne bu görüşünü şöyle red etmiştir: «Bu safsata bir sözdür; bu-nun

herhangi bir delilini bilmiyoruz. O taşları çocuğa takmanın yasak olması hususunda bir şey varit

olmamıştır.»

Ben derim ki: Bazen deniliyor ki: «Cenab-ı Hâkk´ın«Oradan giyindiği-niz süs eşyasını

çıkarıyorsunuz» âyetinin tefsirinde, «inci ve mercanı çı-karıyorsunuz» denilmektedir. Buna göre bu

âyet, bunları kullanmanın ca-iz olduğuna delildir. Sunarın kullanılmasının caiz olduğuna şu ayet de

delâlet eder: «Size yer yüzünde olanın tamamını halketti.»

Yasak meselesine gelince, Kadınlara benzetme noktasından ileri ge-liyor. Çünkü bu inciler,

yakutlar, zümrütler kadınların süs eşyalarıdır. Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mace ve Hâkim´in rivayet

ettiği ve Hâkim´in aynı zamanda: Bu Müslim´in şartı üzere sahihtir, dediği bir hadis var-dır: «Allah´ın

Resulü kadının elbisesini giyen erkeğe, erkeğin elbisesini giyen kadına lanet okumuştur.»


Lâkin inci de öncelikle bunun kapsamına girmiş oluyor. Çünkü ka-dınların inci ile süslenmesi diğer

taşlardan daha fazladır. Binaenaleyh yani taşlar arasında fark görmek buna uygun düşmez. Düşün.

«Cevhere´de incinin erkek çocuk için kullanılmasının haram olduğu-nu kesin olarak belirtilmiştir

ilh...» Sirâc´da da hüküm böyledir. Çünkü inci kadınların süs eşyasındandır.

«Minye´de yer alan hükmü musannif Ebû Hânife´nin kavline hamlet-miştir ilh...» Bunu Zeylâî´nin

sözünden alarak giyim konusunda zikretti.

«Sonra; Cevhere´deki hükmü de İmameynin kavline hamletmiştir ilh.». Yani inci gerdanlık giymek

süs takınmak demektir. Metin sahipleri Ey-man (Yeminler) kitabı´nda bunu kabul etmişlerdir. Eğer

«Bir daha hiç bir süs eşyasını giymeyeceğim» diye yemin eder sonra da inci takarsa, ken-disine

keffaret düşer. Çünkü örfe göre bunlar süs kabul edilmektedir.

«Buna göre mezhepte incinin ve benzerinin giyilmesi erkekler için haram olur. Çünkü kadınların

takılarındandır ilh...» Fakat derim ki: Buna binaen haramlığa itibar etmek tartışılır. Çünkü

İmameynin kavlini tercih etmek, süs olması hususundaki görüşlerini tercih etmek oluyor. Ancak

yeminlere örfe itibar edilir. Örfün bunu süs eşyası saymasına gelince; kişinin herhangi bir süs

eşyasını giymeyeceğini yemin etmesinde kefaret olduğunu ifade eder. Erkekler için bunun giyilmesi

haramdır, anlamına gelmez. Zira her süs eşyası erkekler için haram değildir. Çünkü erkek-ler için

mesela yüzük takmak helâldir. Dört parmak kadar altın tellerle örülmüş elbiseyi giymek, altınla

süslenmiş kılıcı ve kemeri taşımak da helâldir. Evet, haram olmanın, illeti görülen: bunlar kadınların

süsündendir, bu nedenle burada kadınlara benzeme vardır bundan dolayı da ha-ramdır

kullanılmasın. Nitekim biz bunu daha önce söyledik. Düşün.

«Velinin çocuğa halhal denilen baldır bileziğini, veya kol bileziğini takması mekruhtur ilh...» sözüne

gelince; Yani erkek çocuğa bunları ta-karsa mekruhtur. Çünkü bunlar kadınların süsündendirler. T.

«Kızın ve tıflın (erkek çocuğun) kulağını delmekte beis yoktur ilh...»

ifadesine gelince, zahire bakılırsa «tıfıl» kelimesinden erkek çocuk kasdedilmektedir. Oysa

çocukların kulağınnı delinmesi küpeyi takmak için-dir. Küpe de kadınların süslerindendir. Erkekler

için helâl değildir. Bütün kitaplarda genel olarak yer alan hüküm ve bizim de daha önce

Tatarhâniye´den naklettiğimiz hüküm şudur: «Küçük kızların kulağını delmekte bir beis yoktur»

el-Hâvi el-Kudsî´de şu ek de vardır: «Erkek çocukların kulaklarını delmek caiz değildir.» Öyle ise

musannifin ibaresindeki: «ve´ttıflî» ibaresinin önündeki «vav»ının düşürülmesi uygun olurdu.

«Ben bunu görmedim ilh...» sözüne gelince; derim ki: «Eğer bu şey, bazı memleketlerde olduğu

gibi kadınların süs için kullandıklarından ise küpe için kulağı delmek gibi oluyor. T.

Şâfiîler bunun caiz olduğunu açıkça belirtmiştir. Medenî.

«Erkekler ve kadınlar için altın ve gümüşten yapılmış kalemlerle yaz-mak mekruhtur ilh...» ibaresine

gelince; biz Hâniye´den bundan daha ge-nel olan hükmü naklettik. O da şudur: «Süs dışında kalan

altın ve gü-müş kaplardan yemek, içmek, yağlanmak ve akitler hususunda kadınlar-da erkekler

gibidirler.»

«Zeyd´in bir cariyesi vardır ilh...» Amr da bu cariyenin Zeyd´e ait ol-duğunu biliyorsa veya Bekir

bunu Amr´a söylemişse Amr bu cariyeyi Bekir´den satın alabilir.

«Eğer zannının çoğu Bekr´in doğru söylediği noktada ise ilh...» Bu tafsilât Hidâye ve başka

kitaplardan da anlaşıldığına göre; eğer bu du-rumu güvenilir bir kimse kendisine haber verirse

bahis konusudur. Yu-karıda kabul etmesi şu nedenden ileri geliyor: Çünkü muamelelerde ha-ber

verenin önceden geçtiği gibi adaleti lazım değildir. Çünkü bu konu-da ihtiyaç olduğundan; zannın

çoğu, yakînin yerine geçer.

«Satan onu bu başkasının malıdır diye haber vermezse ilh...» Yani satın alan da bunu bilmese dahi.

Hidâye´de dedi ki: «Eğer daha öncesinin olduğunu biliyorsa, onun ikinciye intikal etmesini

bilinceye kadar satın alamaz.» Zeylâî´de: «onu ikincinin birinciye vekil olduğunu bilinceye ka-dar

satın alamaz» eki vardır.

«Ondan o malı almakda beis yoktur ilh...» Fâsık dahi olursa. Çünkü elde bulundurmak mülkün

delilidir. Zahir yani belirgin delil olduktan son-ra, zannın çoğuna itibar edilmez. Ancak onun benzeri

bir insan böyle bir şeyi mülk edinemez ise, o zaman bundan kaçınması, satın almaması

müstahaptır. Bununla beraber eğer satın alırsa Şer´î delili kabul ettiğin-den dolayı alış verişi

sıhhatlidir. Eğer satıcı köle ise onu sonradan satın alamaz. Çünkü kölenin mülkü yoktur. Eğer satıcı

köle ise sormadan sa-tın almaz. Çünkü kölenin mülkü olamaz. «Efendim bu konuda bana izin

vermiştir» dese ve güvenilir biri ise, sözü kabul edilir. Aksi takdirde zan-nın en çoğuna itibar edilir.


Eğer bu hususta herhangi bir görüşe vara-mıyor ise, mani olduğundan dolayı onu satın alamaz.

Mutlaka delil la-zımdır. Hidâye veya başkası.

«Bunun tamamı Haniye´dedir ilh...» sözüne gelince; Hidâye´de de bu kitabını Alış-Veriş faslında öyle

olduğu yazılmaktadır.

«Eğer kendisine müstenker bir iş söylerse onu istifsar etmedikçe ka-bul etmez ilh...» Meselâ, bir

kişi evlendikten sonra, kadın: «Benim nikâ-hım fasid idi» yahut «Benim kocam islâmdan başka bir

din üzeredir.» dese onun sözünü kabul etmek imkânı da, onunla evlenmek imkânı da yoktur. Çünkü

o müstenker bir işi haber vermiştir. Üç talâkla boşanmış bir ca-riye birinci kocasına: «Ben senin

için helâl oldum (hülle yaptım)» dediği zaman, birinci kocasına onunla evlenmek «ne şekil bana

helâl oldu?» diye istifsar etmedikçe helâl olmaz. Çünkü sadece ikinci kocanın nika-hıyla kadın

birinci kocasına helâl olur mu, hususunda âlimler ihtilâf et-mişlerdir. Çünkü bazıları: «ikinci

kocanın sadece nikâh etmesiyle birinci kocasına helâl olur.» demişlerdir. Umulur ki kadın da bu

görüşe istina-den bu sözü söylemiştir. Onun için kadından onun istifsarı lazımdır. Bu meselenin

tamamı Fetih´tedir.

Ynt: Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar By: neslinur Date: 01 Şubat 2010, 19:46:39
METİN

FER´İ KONULAR :
«Şâfiînin kavline gelince» diye yazarsa, Ebû Hanife´nin cevabını da yazmalıdır.

Müftü «Bu kişi yemini kabul edilir.» diye yazdığı zaman, «hüküm ba-kımından tasdik edilmez» diye

de yazmalıdır. Ta ki kadı onun yeminini bozmuş olduğuyla hükmetsin.

Kur´ân´ı, ezanı güzel bir sesle tercî etmek, güzeldir. Eğer orada faz-ladan harf eklemezse. Eğer

fazladan harf eklerse, hem okuyana hem de dinleyene kerahet vardır. Kişinin Kur´ân okuyana:

«Güzel yaptın» de-mesi, eğer onun sükutu için ise güzel bir sözdür. Eğer «O kıraati güzelleştirdin»

anlamında olursa kişinin küfründen korkulur.

Hakkın zaferi için ilmi münazara etmek, ibâdettir. Fakat şu gelecek üç hasletten birisi için münazara

etmek haramdır. 1 - Bir müslüman mağlup etmek, 2 - İlmini ortaya koymak, 3 - Dünya veya mal veya

halkın katında makbul olmak için...

Vaaz ve öğüt vermek için minberler üzerinde hatırlatmak yani öğüt vermek, nebiler ve mürsellerin

Sünneti Seniyesidir. Riyaset için mal ve kabul için genel bir kabul için yapıyorsa yahudi ve

hıristiyanların sapıklığındandır.

Kur´ân´ı bilinen bir okuyuşla ve şaz okuyuşla bir defada okumak el-Havî el-Kudsî´de yer aldığına

göre mekruhtur.

Erkekler için saclarını ve sakallarını harpte değilse dahi kınalamak en sıhhatli görüşe göre

müstahaptır. Fakat en sıhhatli görüş, Allah´ın Resulünün böyle birşey yapmadığı olur... Siyah ile

boyamak mekruhtur. Bazıları da mekruh değildir dediler. Mecmau´l-Fetâvâ. Bütün bunlar

Mu-sannifin Minâh´ından nakledilmiştir.

Kendisinden yararlanmayan kitaplardan Allah´ın, meleklerin ve pey-gamberlerin ismi silinir gerisi

yakılır. Akan bir suya olduğu gibi atılma-sında da beis yoktur. Veya defnedilir. Peygamberlerin

cesetlerinin def-nedilmesinde olduğu gibi bu daha güzeldir.

Mekruh olan kasasa gelince: kişinin kavme belirli ve bilinen asılları olmayan şeyleri söylemesi

veyahut kendisinden hiçbir nasihat alınma-yan şeylerle halka vaaz etmesidir. Veya aslında eksiklik

veya fazlalık yapmasıdır. Fakat latif ve ince ibarelerin süslenmesi için şerhin fayda-ları için

fazlalıklar eksiklikler yaparsa bu güzeldir.

Efdal olan, naibe (zaruret için toplanan vergi) hususunda mahalle-sinin sakinlerine ortak olmasıdır.

Fakat bizim zamanımızda bu naibenin çoğu zulümdür. Binaenaleyh onu nefsinden uzaklaştırma

imkânına sahip olan bir kimse, böyle yaparsa güzellik yapmış olur. Eğer verirse o vakit istemeyerek

acizliğinden vermiş olsun.

Hak sahibinin hakkının cinsinden başka malı almak yetkisi yoktur. Fakat İmam Şafiî haksızın

malından hakkı kadar -ister cinsinden olsun ister olmasın- almayı caiz görmüştür. İmam Şafiî´nin bu

görüşü daha geniştir.

Bir öğretmen talebelerinden sergilerin parasını istese o parayı toplasa; bir kısmıyla sergi alıp bir

kısmını da kendisine bıraksa; tasarrufta yetkisi vardır. Çünkü o paralar çocukların babalarından

ona temlik edil-miştir.

İZAH

«Şâfiînin kavline gelince diye yazarsa ilh...» sözüne gelince; burada sözle sormak yazı gibidir. Diğer


mezhep sahipleri de İmam Şafiî gibidir.

«Ebû Hanîfe´nin cevabını yazması gerekir ilh...» Bu, fakihlerin: «Ki-şi mezhebinin doğru olduğunu,

hatâ ihtimalinin bulunduğunu; başkasının mezhebinin ise hata olup doğru ihtimalinin bulunduğu»

şeklinde inan-masından ileri geliyor. Bu hüküm: «Daha üstün varsa onun altındaki bir insanı taklit

etmek caiz değildir.» kaidesine dayanır. Fakat hakikat şudur ki; böyle birşey caizdir. Bu inanç

müctehit hakkındadır. (Yani müctehid kendisinin doğruyu bulduğunu, hata ihtimali • bulunduğuna,

başka müctehidin hatalı olduğunu doğruyu bulmuş olmak ihtimalinin bu-lunduğuna, inanmalıdır).

Tâbi mukallid için bu inanç gerekmez. Çünkü mukallid, feri meselelerde müctehidlerden herhangi

birisini taklid etmek-le kurtulur. Mukallidin üzerinde tercih vacib değildir. Bunun benzeri, üstad

Abdulgani en-Nablûsî´nin: Hülasâtu´l-Tahkîk fî Beyânı Hukmi´t-Taklîd adlı eserinde yer almaktadır.

Müftü: «Bu kişi diniyle yemine verdirir dediği zaman» yani bunu ya-zarsa; meselâ, kendisinden

yemin edip istisna yapan ve yeminini hiç kim-seye duyurmayan bir kişinin hali sorulursa, cevap

olarak: Bu kişi kendi-siyle Rabbı arasında keffarete çarpılmaz.» diyecektir. Bu cevabın arkasın-da

«Fakat, hüküm yönünden doğrulanmaz» diye yazılmalıdır. Çünkü ka-dıların çoğu bizim

zamanımızda cahildirler. Çoğu kez hakim, «bu adam madem din yönünden tasdik edilmiştir; hüküm

yönünden de tasdik edilir.» diye zannedecektir.

«Kur´ân ve ezanı güzel sesle tercî etmek güzeldir ilh...» sözüne ge-lince; en uygunu tağannî sözünü

kullanması idi. Çünkü «tercî» lügatta «tekrarlamak» demektir. Muğrib´de müellif dedi ki: «Ezandaki

tercî de bundandır. Çünkü müezzin evvelâ şehadet kelimelerinin ikisini sesini al-çaltarak getirir.

Sonra onları sesini yükselterek tekrarlar.

Zahîre´de şu ifadeler vardır: «Eğer lahinler kelimeyi bozmuyorsa, tagannî yapılan harfleri meydana

getiren uzatmaları, bir harf iki harf ola-cak hale getirmiyorsa; yalnızca sesin güzelleştirilmesi için

yapılıyorsa ve kıraatin güzelleştirilmesi hedef edinilmiş ise; o zaman namazın fasid ol-ması

gerekmez. Bu biz Hanefîler katında namazda da namazın haricin-de de müstahabtır. Eğer kelimeyi

bozuyorsa, no azı ifsad eder; çünkü bu, yasaktır. Med´in ancak, med, havaî ve illetli < harflerde

yapılması ca-izdir.»

Kıraati ses ile güzelleştirmek hususunda birçok hadisler vârid olmuş-tur. O hadislerden birisi

Hâkim ve başka muhaddislerin Câbir´den şu la-fızla rivayet ettikleri hadistir: «Kur´an-ı seslerinizle

güzelleşiriniz. Çünkü güzel ses, Kur´â´nın güzelliğini arttırır.»

«Eğer harf ilâve ederse ilh...» Yani eğer kelimenin manâsını değiş-tirecek tarzda ise mekruhtur, yani

haramdır.

«Ve böyle bir kimsenin hakkında küfürden korkulur ilh...» Çünkü böyle bir kimse haram olduğu

üzerinde icmâ olunan bir haramı hasen kılmıştır. T. Umulur ki, bu kişi yüzde yüz kat´î şekilde kâfir

olmaz. Çünkü onun bunu tahsîn etmesi Kur´ân´ın anlamını değiştirmekten dolayı değil, belki nağme

ile okuyup bir çeşit neşe verdiğinden dolayıdır. Düşün. Bi-zim zamanımızda halk için haram

tağannîde bulunan kişilere: «Allah mü-barek kılsın, Allah nefeslerini güzelleştirsin» demek de buna

yakındır. Eğer tağannisinden dolayı ise, bu dinlemekle beraber ayrı bir masiyettir. İşte bu durumda

küfre düşmekten korkulur. Bu noktaya dikkat kesilme-lidir.

«Dünya veya mal veya insanların yanında kabul için yaparsa yahu-di ve hıristiyanların delâletinden

olur ilh...» Havî el-Kudsî´nin ibaresi şöy-ledir: «Mal veya mal benzeri veya kabul benzeri bir iş için

yaparsa» Minâh´da da ibare böyledir.

«Şart kıraat ilh...» on kıraatin dışında kalan kıraattir. T.

«Bir defa da okursa ilh...» Sadece şaz kıraat ile yetinmesinde ke-rahet vardır, demesi evlâ olurdu.

Bunun namazda kâfi gelmeyeceğini ve namazı ifşa de de etmeyeceğini daha önce belirtmiş idik. T.

«el-Hâvî el-Kudsî´de böyledir ilh...» ibaresi; yani «Kur´ân-ı tercih´le okumak» meselesinden buraya

kadar geçen bütün ifadeler; Hâvî el-Kudsî´de vardır.

«Saçlarını ve sakalını kınalaması müstahabtır ilh...» sözüne gelin-ce; erkeklerin ellerine, ayaklarına

kına yakması mekruhtur. Çünkü kendisini kadınlara benzetmiş oluyor.

«En sıhhatli görüş, odur ki Resul-ü Ekrem bu işi yapmamıştır ilh...»

Çünkü Cenâb-ı Peygamber´in kınaya ihtiyacı olmamıştır. Zira vefat etti-ği zaman saçında ve

sakalında yirmi taneden az beyaz kıl vardı. Hatta Buhari ve başka hadis kitaplarında olduğu gibi

onyedi tüy vardı. Ebû Bekir Sıddık´ın hem kınayı hem de ketem denilen kınamsı maddeyi kul-landığı

varid olmuştur. Medenî.


«Siyah boya ile mekruhtur ilh...» Yani harpten başka anlarda. Zahî-re´de müellif dedi ki:«Taki

düşmanın gözünde dona korkulu ve heybetli olsun diye harb için siyaha boyanmak ittifakla

övülmüş bir harekettir. Eğer kadınlar için süslü görünmek için ise mekruhtur. Meşayih umumî

olarak kanaattedirler. Bazıları da «Kerâhetsiz olarak caizdir» demişler-dir. Ebû Yûsuf´un şöyle

söylediği rivayet ediliyor: «Nasıl kadının süslen-mesi hoşuma gidiyorsa, onun için benim de

süslenmem onun hoşuna gi-der.»

«Kendileriyle faydalanılmayan kitaplardan Allah, melekler ve pey-gamberler ismi silinir, yakılır ilh...»

sözüne gelince bu meseleler buradan şiirlerin geleceği noktaya kadar hepsi el-Müctebâ´dan

alınmıştır. Nitekim ileride Müctebâ´ya nisbet edilecektir.

«Peygamberde olduğu gibi ilh...» İbaresine gelince; Nüshaların çoğun-da böyledir. Fakat

bazılarında el-Eşbâh´da olduğu gibidir. Ancak Müctebâ´nın ibaresi «Defnetmek, Peygamberler ve

veliler öldükleri zaman olduğu gibi, burada da daha güzeldir. Bütün kitaplar çürüdüklerinde

ken-dilerinden artık yararlanılamaz hale geldiklerinde de hüküm böyledir.»

Yani onları defnetmek kitapların tazmini helâldar etmek değildir. Çünkü insanların en üstünleri olan

Peygamberler defnedilirler.

Zahîre´de şu hüküm yer almaktadır: «Mushaf, yırtılır ve artık okun-ması mümkün olmayacak hale

gelirse, ateşle yakılmaz. İmam Muhammed buna işaret etti ve biz bu hükmü alıyoruz. Ama onu

defnetmek mekruh değildir. Uygunu onu tâhir bir parça beze sarmaktır. Ona laht de yapı-lır. Çünkü

eğer yer ortadan yarılarak koyulursa, o vakit toprak üzerine yıkılır. Onun üzerine toprak atmak ise

bir nevi hakarettir. Ancak üzerine bir tavan gibi bir şey yaparsa, hakaret söz konusu olmaz. Dilerse

onu bir abdestsizin eli, toz ve herhangi pislik varamayacaktır. Bunu temiz bir yere koyar. Allah´ın

Kelâmını tazim etmek için yapmalıdır.»

«Mekruh olan kasas da belli aslı olmayan şeyleri halka söylemek ilh...» sözlerine gelince; asi

kendiliğinden sabit olmayan bir şeyi artır-mak veya eksiltmek. Kelâmın aslını bazı şeyleri

kendiliğinden artırıyor ki, bunlar sabit değildir veya menkul ve sabit olan bir şeyin anlamını

değiştiriyorsa; demektir.

«Nâibe´yi defetmek imkânı var ise güzel olur ilh...» sözüne gelince; bu sözü mutlak şekilde nakletti

ve böylece naibesini başkasının boy-nuna atacak ise; atacağı şekli de kapsamış olur. Oysa

Kınye´de şu hü-küm yer almaktadır: «Bir cemaatin üzerine haksız bir vergi bir (cibâye) konulsa

bazıları hissesini diğerlerine yükletmemek şartıyla onu nefsin-den def etmeye kadirse, defetsin.

Eğer hissesini diğerlerinin boynuna at-mak suretiyle kendini kurtarıyorsa evlâ olan onu nefsinden

atmamasıdır.» Müellif Allah rahmet eylesin dedi ki: «Burada bir işkâl vardır. Çünkü bu kişinin bu

vergiyi vermesi zâlimi zulmünde desteklemektir. Sonra Serâh-sî zikrediyor ki: «Cerîr ile oğlu halkla

beraber vergiyi vermeye iştirak etmişlerdir. Bunu kendi nefsinden uzaklaştırdıktan´sonra yapmıştır

Son-ra şöyle dedi: «İşte bu, o zamanda idi. Çünkü o zamanın vegisi, taate bir yardım idi. Bizim

zamanımızdaki vergilerin çoğu zulüm tarikiyle olur. Binaenaleyh onu nefsinden def etme imkânına

sahip olan herkes için bu defetmesi daha hayırlıdır.»

«İmam Şafiî caizdir ilh...» sözüne gelince; Hacr Kitabı´nda daha ön-ce söyledik ki: «Bunu almamak

onların zamanına mahsus bir şey idi. Bugün ise fetva almanın caiz olması şeklindedir.»

«İmam Şafiî´nin görüşü daha geniştir ilh...» sözüne gelince; çünkü bu kişinin hakkını almasının tek

yolu olmuştur. Böylece kişinin hakkı, su-retten gasıpta itlafta olduğu gibi malî olmak durumuna

geçmiş oluyor. Müçtebâ.

Müctebâ´da şu hüküm de yer almakta: «Kişi borçlusuna ait dinar-ları bulsa ve kendisinin alacağı ise

dirhemler olsa, o altınları alabilir. Çünkü semeniyette (yani para birimi olmakta) cinsleri birdir.»

«Çünkü çocukların babaları o parayı öğretmene temlik etmişlerdir ilh...» Bunun böyle olmasının

delili de şudur: Onlar parasının satın alı-nan maldan geri kalanını kendilerine geri vereceğini

düşünmezler ve bu-nunla beraber çoğu kez bilirler ki aldığı para fazla gelecektir. Hülâsa adet

muhakkemdir. Anla.

METİN

Cariyesinin gözü önünde nikâhlı hanımıyla ilişki kurmasında beis yoktur. Fakat bunun aksi olmaz.

Kıymetsiz bir eşyayı yerde bulsa onunla yararlanmakta bir beis yok-tur. Eğer eşya kıymetli ise.

bulan da zengin ise onu sadaka verecektir.

İçinde mushaf olan bir evde cinsî ilişki kurmakta bir beis yoktur. Çünkü bu genel bir durum

olmuştur.


Müslüman bir kadın eyer üzerine binmez. Çünkü bu hususta hadis vardır. Bunu oyalanmak için

yaparsa bu böyledir. Eğer harb, hac, dinî veya dünyevî bir maksatla binmek mecburiyetinde ise

binmesinde herhangi bir beis yoktur.

Kur´ân tagannî ile okusa fakat elhanıyla Arapça ilminde sahih olan ölçülerin çıkmasa güzeldir.

Fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar Allah´ı zikretmek, Kur´ân okumaktan evlâdır. Güneş

doğduğu veya battığı zaman Kur´ân okumak müstahabtır.

Namazın akabinde imâmın Âyete´l-Kürsî´yi ve el-Bakara Sûresi´nin sonu olan ayetleri okumasında

bir beis yoktur; fakat bunu sessiz oku-ması daha üstündür.

Namazdan sonra sesli olarak mühim şeyler için Fatiha okumak bi-dattir. Üstadımız dedi ki: Lâkin

Fatiha okumak âdet ve konu ile ilgili eserler dolayısıyla müstahsendir.

Rüşvet malı almakla, kişinin mülküne geçmez.

Dilinden yana korktuğu takdirde rüşvet vermesinde bir beis yoktur. Çünkü Allah´ın Resulü şairlere

dilinden korktuğu kimselere mal veriyor-du. Müellefe-i Kulub´a zekâtlardan pay verilmesi bunun ve

benzerlerinin delili olarak yeter.

Bir mahallenin halkı o mahallenin imamına mal toplarlarsa güzel-dir.

Tuz, mera, su ve madenler gibi her mubah şey için para almak ha-ramdandır.

Gazi bir kimsenin gaza için, şair bir kimsenin şiiri için, meseleci bir kimsenin hikayecilerin para

alması da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hâk: «İn-sanlardan bazıları vardır ki oyalayıcı sözü satın alırlar

ve satarlar.» diye buyurmaktadır.

Melâhî sahipleri, kumandan, kâhin, kumarcı, dövme yapan kadının -ki bunun dallan daha fazladır-

aldıkları da böyledir.

Kişiye «ey habîs» veya benzeri bir söz denilirse; kişi için aynı keli-meyle ve haddi gerektirmeyen

bütün küfürlere cevap vermek caizdir. Fakat bununla beraber cevabı vermezse daha efsaldir.

Nafile oruç tutan bir kişinin, «sen oruçlu musun?» diye sorulduğun-da «bir bakayım» demesi

mekruhtur. Çünkü bu nifak veya ahmaklıktır.

İZAH

«Nikâhlı karısıyla cariyesinin gözü önünde ilişki kurabilir ilh...» sö-züne gelince: Müctebâ sahibi

bunu Meşâyihten birisinden nakletmiştir. Hindiye´de yapılan nakle göre böyle bir cinsi ilişki İmam

Muhammed´e göre mekruhtur.

«Eğer zenginse yerde bulduğu kıymetli şeyi sadaka verir ilh...» Ya-ni bunu eğer tarife gerek ver ise,

tarif ettikten sonra sadaka verir.

«İçinde mushaf bulunan bir evde cinsi ilişki kurmakta bir beis yok-tur ilh...» Kınye´de: «Eğer Kur´ân

örtülü ise» kaydı vardır. Eğer Kınye´de-ki bu kayıt «evleviyet durumu gösterir dersek» o vakit iki söz

arasındaki terslik kalkar. T.

«Bir müslüman kadın eğere binmemelidir. Çünkü hadis vardır ilh...» sözüne gelince. O hadis şudur:

«Cenab-ı Hâk eğerler üzerindeki ferçlere lanet etmiştir.» Zahire.

Fakat el-Medenî, Ebû Tayyib´den «Bu hadisin aslı olmadığını» nak-letmiştir. Bu lafızda varid

olmamıştır demek istiyor. Aksi takdirde hadi-sin manâsı sabittir. Zira Buhârî´de ve başka kitaplarda

şu vardır: «Allah1 in Resulü kendilerini kadınlara benzeten erkeklere ve kendini erkeklere benzeten

kadınlara lanet etmiştir» diye vârid olmuştur. Taberânî´nin ri-vayet ettiği hadisle şöyle

denilmektedir: «Bir kadın boynuna yay astığı halde Resulullah´ın yanından geçti. Manzarayı gören

Peygamber buyurdular: «Allah kadınlardan kendisini erkeklere, erkeklerden de kendisini kadınlara

benzetene lanet etmiştir.»

«Eğer harb ihtiyacı için binerse beis yoktur ilh...» sözüne gelince: Böyle binen bir kadında başka bir

şart aranır: Tesettüre uyacaktır, zev-ci veya mahremiyle beraber olacaktır.

«Veya bir dinî maksat için binebilir ilh...» ibaresinden maksat: yani sıla-ı rahîm yapmak için bir

sefere çıkmak gibi. T.

«Kur´ân ile tagannî edip ilh...» Bu hüküm daha önce geçen hükümün tekrarıdır.

«Doğarken ve batarken Kur´ân okumak müstahabtır ilh...» sözüne gelince; Müctebâ´da da birinci

mesele böyle zikredildi. Sonra bunu ba-zı meşayihlere namzederek zikretti. Zâhîri´ye göre bunların

ikisi de fark-lı iki görüştür. Zira birincisi kıraatin değil zikrin müstahab olmasını ifa-de eder. Bu da


namaz Kitabında geçendir. Kınye´de sadece: «Resul-ü Ekrem´e selâvat getirmek, dua etmek, teşbih

okumak namazın kendile-rinde yasak kılınan vakitlerde Kur´ân okumaktan daha üstündür» hükmü

nakledilmiştir.

«İmam için namazdan sonra Ayete´l-Kürsî ve el-Bakara´nın sonun-daki âyetleri okumakta beis

yoktur.» sözüne gelince; bu meselede muktediler de imam gibidir.

«Namazdan sonra ilh...» maksat sabah namazından sonradır. Kın-ye´de dedi ki: «Bir imam her

sabah cemaatiyle beraber Ayete´l-Kürsryi el-Bakara Sûresi´nin sonunu, Şehidallahu ve benzerini

açıkça okumayı adet edinmişse; okuyuşunda herhangi bir beis yoktur. Fakat gizlice oku-ması daha

üstündür.»

Namaz bahsinde şu geçti: Ayete´l-Kürsî´yi, muavvîzeteyni (kul euzu birabbil felâk, Kuleuzu birabbin

nas) okumak teşbihleri okumak müsta-habtır.

«Sünnetin ise ilh...» (Allahümme entesselâm müntesselâm» diyecek kadardan fazla sünnet tehiri

mekruhtur.

«Bizim hocamız: Âdet ve eserler dolayısıyla Fâtiha´yı okumak müstahsandır dedi ilh» sözüne

gelince; Hocası Müctebâ sahibinin şeyhi el-Bedî´dir. İmam Celâleddin: «Eğer namazdan sonra

sünnet var ise, Fatiha´nın okunması mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir.» T. Hindiye´den.

«Rüşvet kabzetmekle mülk olamaz ilh...» Rüşveti veren parasını tek-rar alabilir. Müctebâ´da bu

hükümden sonra şu zikredildi: «Eğer rüşveti müşteşi (rüşvet alan) istemeksizin verirse; hakim

hükmü onu geri alamaz şeklindedir. Rüşvet alana rüşveti geri vermek vacibtir. Âlim bir kişiye şefaat

etsin veya zulmü def etsin diye kendisine hediye verildiği tak-dirde, o hediye de rüşvettir.» Bunu

söyledikten sonra şöyle dedi: «Alim bir kişi için sultanın yanında şefaatte bulundu ve onun işini

tamamladı ve bundan sonra hediyesini kabul etmesinde beis yoktur. Bundan önce ise eğer kendisi

istemişse haramdır. Eğer kendi isteği olmaksızın adam kendisine vermiş ise ihtilaflıdır. Bizim

meşayihimiz kendiliğinden adam kendisine hediyeyi vermiş ise beis yoktur derler. Talebelerden

hediye kabul etmekte meşayihin ihtilâfı vardır.» T.

«Dini için korkarsa rüşvet verebilir ilh...» ifadesine gelince; Mücte-bâ´nın ibaresi şöyledir: «Kimden

korkarsa ona verebilir.» Müctebâ´da şu hüküm de yer alır: «Zulmü nefsinden malından defetmek,

bir hakkını tah-sil etmek için zalim bir sultana malı vermek de caizdir. Rüşvet değildir.. Yani verenin

hakkında rüşvet değildir, alanın hakkında yine de rüşvet-; tir.» Müctebâ.

«Resulullah sairlere veriyordu ilh...» Hattâbî, el-Ğârîb´de İkrime´den mürsel olarak ifâde ediyor: «Bir

şair Allah´ın Resulüne geldi. Cenab-ı Peygamber: Ey Bilâl onun dilini kes; dedi. Bilâl ona kırk

dirhem verdi.»

«Mahalle halkı imam için toplansa ilh...» sözüne gelince, yani yiye-cek maddeleri veya para

türünden birşeyler toplarsa güzeldir. T.

«Güzeldir ilh...» Eğer bunu işlerlerse güzel bir iş işlemiş olurlar. Buna Hülâsa´da da geçtiği gibi

ücret denilmez. Zahire göre bu hüküm, mutakaddimlerin taraflarındandır. Çünkü mütekaddimler

İmamet ve baş-ka taatlar için ücret almayı men etmişlerdir. Böylelikle bunun ccıkca ifade

edilmesinin sonuç ortaya çıksın. Aksi takdirde ihsana ihsanla kar-şılık vermek herkes için istenen

bir şeydir. Düşün.

«Her mubaha karşı alınan da suht´tur ilh...» yani haramdan ve ha-bis kazançlardandır demek oluyor.

Kayınpederin, kızı dolayısıyla -rızasıyla dahi olsa- damattan aldığı başlık da suht´tandır, yani

haramdır. Hatta kayınpederin isteği üzerine başlık verilmiş ise, damad o başlığı kayınpederden geri

alabilir Müctebâ.

«Gazinin gaza karşılığında aldığı da ilh...» Yani belde halkından cebren aldığı da gaziye haramdır.

Fakat veren için haram değildir. T.

«Şairin şiir için aldığı da ilh...» Haramdır. Çünkü ona verilen, adeten daha öncede geçtiği gibi, dilini

kesmek için verilir. Eğer şair şerrinden emin olunan bir kimse ise. zahire göre ona verilen onun için

helâldir. Çün-kü Cenâb-ı Peygamber Bürde´sini kendisini meşhur kasidesiyle överken Kâ´be´

vermiştir. Düşün.

«Maskaralık için, hikâyecilik için de ilh...» alınan haramdır. Müctebâ´nın ibaresi şöyledir: «Halkı

güldürene verilen ve halkla alay eden ve-ya halka Resulullâh´ın harblerini, ashabının harblerini

anlatan, hele Rüstem İsfandiyar ve benzerleri gibi acemlerin hikâyelerini anlatanın aldık-ları da

haramdır.»


(Âyette geçen) « Leh ve´l-Hadîs» (oyalayıcı söz) ilh...» ibaresinden maksat, insanı mühim

.meseleden meşgul edip alıkoyan şeylerdir. Aslı astarı olmayan sözler itibar edilmeyen hurafeler,

güldürücü şeyler ve fuzulî konuşmalar gibi, Âyetteki «lehve´l-hadîs» Nadr b. el-Hars b. Kelde

hakkında nazil oldu. Nadr ticaret maksadıyla Hîre´ye gider, orada Acem-lerin ´haberlerini satın alır

ve gelip o haberleri kureyşiilere aktarırdı. Ve diyordu ki «Muhammed, Ad ve Semûd´un haberlerini

size anlatıyor Ben de Rüstem´in, Kisrâların haberlerini size söylüyorum.»

Kureyşliler onun konuşmasından memnun kalırlar, daha güzel gö-rürler ve Kur´ân-ı dinlemeyi

terkederlerdi. Cenab-ı Hâk onun hakkında bu âyeti nazil etti. T.

Metinde geçmekte olan «el-Meâzif» oyalayıcı şeyler demektir. «Kâhin»den maksat burada

müneccimdir. Aksi takdirde Muğrib´te yer alan şudur: «Dilciler dediler ki: Kehânet araplarda

Peygamberlikten önce va-rolan bir şeydi.»

Rivayet ediliyor ki: «Şeytanlar melekleri dinlemek üzere göklere baş vururlardı. Oradan aldıklarını

getirip kahinlere aktarırlardı. Kâhinler is-tediklerini ona ekleyerek söylerlerdi. Kâfirler de bu sözleri

kabul edeler-di. Cenab-ı Peygamber, Peygamber olarak gönderildikten sonra gökler korundu ve

kehânet de bâtıl oldu.»

«Onun dalları pek çoktur ilh...» ibaresine gelince, o dallardan birisi de Müctebâ´da olduğu gibi;

«muganniye kadının tagannisine karşılık, matemci kadının matemine karşılık, dişleri güzellik

maksadıyla törpüle-yenin bu işine karşılık, nikâh için çöpçatanlık yapan kadının çöpçatan-lığına

karşılık birbirlerine kişilerin arasını bulanın bu işine karşılık aldık-ları ve içkinin ve sarhoşluğun

parası, tekeyi keçilere salıvermesinin pa-rası, meyte her hayvanın derilerinin parası, tabaklanmadan

önce her yır-tıcı hayvan derisinin parası zina eden kadının ücreti, eğer şart koşmuş ise kan

aldıranın ücreti haramdır.»

Fakat Mevahib isimli eserde şu ifade yer alır: «Ağıtçılara şart edi-len malı almak haramdır. Fakat

şart edilmeyen malı almak haram değil-dir.»

Davulcunun, zurnacının da durumu böyledir. Nitekim biz bunu daha önce Hindiye´den naklederek

söyledik.

«Haddi gerektirecek küfürleri müstesna, küfredene aynı küfürlerle cevap vermesi caizdir ilh...»

Çünkü Cenâb-ı Hâk: «Zulme uğradıktan sonra intikam alanlar aleyhine herhangi bir yol yoktur.»

buyurmuştur.

«Onu terketmekse daha efdaldir ilh...» sözüne gelince: Cenab-ı Hak: «Kim affeder ve ıslâh ederse

onun ecri Allah´ın üzerinedir» buyurmuş-tur.

«Nafile oruç tutan bir kişiye «Oruçlu musun?» diye sorulduğunda «Bakayım» demesi mekruhtur.

Çünkü bu söz ya nifak veya ahmahlıktır»

sözüne gelince; yani münafıkların amelindendir. Çünkü adam amelini gizlediğini izar etmek için bu

sözü söylüyor. T.

«Veya ahmaklıktan ilh...» Yani cehaletten bu sözü söylüyor. Eğer oruçlu ise en uygunu onun «Ben

oruçluyum» demektir. Çünkü oruca ri-ya girmez. Bu aşağıdaki Hadis-i Kudsî´nin hamledildiği

manâlardan bi-risidir: «Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben veririm». T.

METİN

Kişinin çocukları ve az bir malı varsa nafile vasiyet etmeyecektir.

Kim riya için namaz kılar ve sadaka verirse, o namazdan dolayınca ceza görür, ne sevap alır.

Bazıları bunun farzlar hakkında böyle olduğu-nu söyler. Fakat ez-Zâhidî, bu durum «nafileleri de

kapsamaktadır» dedi. Çünkü fukahâ: Riya farzlara girmez demişlerdir.

Erkeğin kadınlar gibi ip eğirmesi mekruhtur. Kadına erkeğin artığı, erkeğe de kadının artığı

mekruhtur.

Namazı terkettiğinden ötürü -en zahir kavle göre- hatununu döve-bilir.

Kişiye tacir olan hanımını boşamak vâcib değildir.

İZAH

Nuru´l-Ayn adlı kitap, Mecmau´l-Fetâvâ adlı kitaptan naklederek dedi ki: «Eğer varisler küçük ise,

vasiyeti terk etmek, vasiyet etmekten efdaldir. Varisler baliğ ve fakir iseler, mirasın üçte ikisi de

onları ihtiyaçtan kurtarmıyorsa yine vasiyet etmeyi bırakmak vasiyet etmekten ev-lâdır. Eğer

varisler zengin iseler veya mirasın üçte ikisi onlara yeterli geliyorsa bu takdirde vasiyet etmek,


vasiyet etmemekten evlâdır. Zenginlik Ebû Hânife´den gelen rivayete göre, mirastan başka her

miras-çıya dörtbin dirhem düşerse oluşur. İmam Fadlî´den gelen rivayete gö-re ise on bin dirhem

düşerse zenginlik oluşur.

«Kimki riya için namaz kılar ve sadaka verirse o namazla cezaya da çarptırılmaz sevapta gelmez.»

Bilmiş ol ki, Allah için ibadeti ihlâslı kılmak vacibtir. İbadette riya yapmak ise icmâ´ ile haramdır.

Riya da o ibadetle Allah´ın veçhinden baş-kasını kasdetmektir. Çünkü riya hakkında kesin naslar

vardır. Peygamber riya´yı «küçük şirk» diye isimlendirmiştir. Zeylâî açıkça şunu ifade eder: «Namaz

kılan kişi namazdaki ihlâs niyetine muhtaçtır.» Miraç da şu hü-küm yer almaktadır: «Biz ibadet

yapmakla emrolunduk. Emredilen ihlas olmaksızın ibadetten söz edilmez. İhlâs ise bütün fiillerin

.Allah´ın rıza-sı için kılmasıdır. O da ancak niyetle olur.»

Büyük âlim Aynî, Buharı Şerhi´nde şöyle diyor: «Taatte ihlâs demek, riyayı terketmek demektir.

Onun kaynağı kalbtir.»

Bu niyet, amelin sıhhati için değil, sevabın tahsili içindir. Çünkü amelin sıhhati şartlara ve

rükünlere bağlıdır. Namazın sıhhati için olan niyet ise, kalbiyle hangi namazı kıldığını bilmekliğidir.

Muhtârâtu´n Nevazil adlı eserde der ki: «Sevaba gelince, o kişinin azimetinin sıhhatli oluşuna

bağlıdır; Bu da ihlâstır. Çünkü pis bir su ile abdest alan ve namaz kılıncaya kadar da bu durumu

bilmeyen kişinin namazı kâfi gelmez. Çünkü hükmen şartı yoktur. Fakat bu kişi azimeti sıhhatli

olduğundan, taksiratı bulunmadığından ötürü sevabını alır.»

Buna göre: Sevab İ!e sıhhat arasında telazum yoktur, yani bunlar birbirine bağlı değildir. Önceden

zikrolunduğu gibi, sevap olduğu halde sıhhat olmayabilir. Bazen aksi de olur. Nitekim niyetsiz bir

abdest sa-hihtir, fakat sevabı yoktur. Eğer riya için namaz kılarsa da hüküm böy-ledir. Fakat riya

bazen ibâdetin aslında olur, bazan da ibadetin vasfın-da olur. Birinci riya tam ve sevabı aslından

yakan ve yok eden riyadır. Meselâ halkın hatırı için namaz kılmak ve halk olmasa namaz kılmamak

gibi. Eğer bu namazın ortasında kişiye arız olursa onun bir hükmü yok-tur. Çünkü halk, için namaz

kılmamıştır. Bilakis namazı halisen Allah için idi, riyanın arız olduğu kısmı ise o halis olan namazın

bir parçasıdır. Evet, eğer bu riya arız olduktan sonra namazı daha güzel yapmaya kal-kışırsa, bu

sefer ikinci kısma da dönüş yapmış oluyor. Böylece güzelleş-tirmenin sevabı (riya için olduğundan)

düşer. Rükûunu ibâdet için değil de, gelenin yetişmesi için uzatan bir kişinin hakkında imâmdan

rivayet edilen bunun delilidir. Zira imam dedi ki: «Bunun için korkunç bir emirden korkuyorum, yani

şirk-i hafiden korkuyorum.» Nitekim bazı muhakkikler de böyle söylemişlerdir.

Tatarhâniye´de dedi ki: «Eğer halisen lilallah namaza başlarsa, son-ra kalbine riya girerse o

başlama noktası üzerindedir. Riya, eğer halk yok ise namaz kılmayacaktır, eğer halkla beraber ise

namaz kılacaktır, demektir. Eğer halk ile beraber ise namazı daha güzel, tek başına ise başka

şekilde kılıyorsa, bu takdirde namazın aslının sevabı vardır, fakat güzelliğin sevabı yoktur. Oruca

riya girmez. Yenâbî adlı kitapta İbrahim bin Yûsuf dedi ki: «Eğer riya için namaz kılarsa onun ecri

yoktur günahı vardır. Bazıları dediler ki: «Ne ecri vardır ne de günahı. Namaz kılmamış gibidir.»

«Umulur ki oruca riya girmez. Çünkü oruç görülmemektedir. Zira o özel bir imsaktir. Bunda bir fiil

yoktur. Evet, onu haber vermekte, ondan konuşmakta bazen riya girebilir.» Düşün.

«Bunun için el-Vâkıât adlı kitapta Resulullah´ın «Oruç benim içindir, ben onu mükâfatlandırırım»

hadisi delil gösterilmiştir. Cenab-ı Hak bu-rada gayrın ortaklığını yok saydı. Bu diğer ibadetler

hakkında zikredilmemiştir.»

Sonra bilmiş ol ki; Ücretle Kur´ân tilâveti ve benzen işler riyadandır. Çünkü bu tilâvetten Allah´ın

vechinden başkası irade edilmiştir ki, o da maldır. Bunun için demişlerdir ki: «Böyle bir okuyuşta

okuyucuya da hiç-bir sevap yoktur. Ölüye de yoktur. Parayı alan da veren de günahkâr olur-lar.» Ve

yine dediler ki: «Kim ki hac ile ticareti niyet ederse, eğer ticaret niyeti galip veya hac niyetine eşit

ise, onun hiçbir sevabı yoktur.» Zahî-re´de şu hüküm yer almaktadır: «Cumayı kılmak ve şehirdeki

başka ihti-yaçlarını görmek için giderse, eğer maksadının çoğu cumayı kılmak ise cumaya gitmenin

sevabını alır. Eğer maksadının çoğu, şehirdeki ihtiyaç-ları görmek için ise, bir sevabı yoktur.»

Eğer ikisinin de niyeti eşit ise, ikisi de düşer. Nitekim daha önceki hükümden bu bilindi. İmam

Gazali de başka Şafiî alimleri de bu tafsilatı tercih etmişlerdir. Şâfiîlerden el-İz bin Abdüsselâm,

«Mutlaka sevap yoktur» görüşünü tercih etmiştir.

«Bu namazdan ne sevap alır ne ceza görür ilh...» sözüne gelince; bu söz el-Yenâbî´de bazı

âlimlerden nakledilenin manâsı budur. Bundan maksat, riyâ´dan ötürü ceza görmez demek değildir.

Çünkü riya haram-dır ve büyük günahlardandır. Kişi onunla günahkâr olur. Daha önce İb-"rahim bin


Yûsuf´un: «Onun ecri yok, günahı vardır» sözü bu anlama ham-ledilir. Maksat ancak şudur: Bu

namazdan dolayı, namazı terkedenin ce-zası gibi ceza görmez. Çünkü o namaz sahihtir. Farzı iskat

eder. Nitekim daha önce de bunu söyledik.

Bezzâziye´de dedi ki: «Farz namazlarında riya yoktur.» Yani vacibin sakıt olması hususunda

Eşbâh´da dedi ki: «Bu ifade etti ki, riya ile be-raber farzların eda edilmesi sahihdir vacibi iskât eder.»

Hidâye´nin müellifi Muhtârâtu´n-Nevâzil adlı eserinde şu hüküm yer alır: «Riya ve gösteriş için

namazı kıldığı zaman, hükmen namazı caiz olur. Çünkü şartlar ve rükünler vardır. Fakat kişi sevaba

müstahak olmaz.»

Yani «katmerleşen sevaba müstahak olmaz» demektir.

«Zahîre´de dedi ki: «Fakih Ebulleys en-Nevâzil´de dedi ki: «Bizim hocalarımızdan bazıları dedi ki:

«Riya farzların herhangi bir şeyine gir-mez. İşte bu, müstakim olan görüşün ta kendisidir. Riya

sevabın aslını gidermez. Ancak sevabın katmerleşmesini (katlanmasını) giderir.»

Bu ibarede, «sevab azimetin sıhhatine bağlıdır» diye önceden kay-dettiğimiz hükme muhalefet

vardır. Ancak bu şekilde yorumlanırsa aykı-rılık ortadan kalkar. Veya buradaki hüküm, oradaki

«sevabın aslından maksat, bu namazla farzın sakıt olmasıdır. Ondan ötürü ikab yoktur. Yani

terkedenin cezası gibi bir ceza yoktur demektir» diye anlaşılırsa aykırılık kalmaz. Bunun dahi

farzlara tahsis etmenin faidesi ortaya çıkmış oluyor. Düşünülsün.

«Zahidi bunu nafileleri kapsayacak şekilde umumî kılmıştır ilh...» ya-ni bunu nafile ibadetlerinin

bütün çeşitlerini sadece kapsayıcı kılmıştır; farzları değil. Maksat ibareden insanın zihnine ilk

geldiği gibi hem nafileleri hem farzları kapsayıcı şekilde kılmıştır demek değildir. Eğer bu mana

kastedilir desek, ondan sonraki ta´lil yani neden sıhhatli olamaz. Demek ki en belirgini şöyle demesi

idi: «Zahidi bunu nafile ibadetlere tahsis et-miştir.» Zâhidî´nin Müctebâ´daki ibaresi şöyledir: «Lâkin

Vâkıâtta şu ifade edildi ki: Riya farzlara girmez; böylece nafileler burada tayin olundular.»

Sonra bilmiş ol ki, Zâhidî´nin zikrettiği, daha önceki hükme ters düşmemektedir. Çünkü daha

önceki hükümden maksat, bizim de takrir ettiğimiz gibi, namaz sahîhdir vacibi iskat eder; riya onun

bâtıl olmasına neden olmaz. Ancak onun sevabını yok eder. Zâhidî´nin nafileleri tah-sis etmesinin

manâsı, görüldüğü gibi şudur: Riya nafilelerin sevabını temelinden yakar. Sanki o nafileleri

kılmamış gibi olur. Binaenaleyh öğretenin sünnetini meselâ halk için riyakârlık olarak kıldığında;

eğer halk olmasaydı kılmayacak idiyse «bu adam bu sünneti kılmıştır» denilemez. Binaenaleyh bu

adam bu sünneti terkeden hükmünde olur. Ama farz öyle değildir. Çünkü o farzı terkedenin

hükmünde değildir; ki farzı terkedenin cezasına çarptırılsın. İkisinin arasındaki fark şudur:

Nafileler-den maksat sevaptır ve farzları tekmil etmek içindir. Farzlardaki eksik-likleri kapatmaktır.

İşte bu benim kusurlu anlayışıma göre böyledir. Al-lah hakikati daha iyi bilir.

«Kişinin kadınlar gibi ipleri eğirmesi mekruhtur ilh...» hükmü şura-dan ileri geliyor: Burada

kadınlara benzemek bahis konusu olur. Oysa Resul-u Ekrem kadınlara kendilerini benzeten

erkekler ile erkeklere ben-zeten kadınlara lanet etmiştir. Nitekim bunu daha önce söyledik.

«Erkeğin artığı kadına, kadının artığı erkeğe mekruhtur ilh...» sözü-ne gelince; bu mesele Taharet

kitabının «Artıklar» bahsinde geçti. Bu-nun nedeni Minâh´ta da zikredildiğine göre; kişi ecnebi bir

kadının bir parçasını kullanmış oluyor; ki o da kadının suya karışmış tükürüğüdür. Bunun tam aksi

kadının erkeğin artığını içerse bu da caiz değildir». Bu mesele üzerinde daha önce durduk; Oraya

müracaat edin. er-Remlî de-di ki: «Burada hanımından ve mahreminden başkasının artığını içmek

kaydını koymak gerektir.»

«Namazı terk ettiğinden dolayı hanımını dövebilir, ilh...» İbaresine ge-lince; eğer hanımı süslenmeyi

terkederse, cenabetten yıkanmayı terkederse de döver. Evden çıkması, yatağına gelmemezlik

yaptığı için de hanımını dövebilir. Bunun tamamı Ta´zir bahsinde geçti. Genel kaide burada şudur:

«Haddi olmayan her günah için koca hanımını, efendi cariyesini taziri caiz olur.» Çocuğun velisinin

on yaşındaki çocuğa namaz kılmadığından döv-mek yetkisi vardır. Koca da bu hususta veliye ilhak

edilmiştir. Baba çocu-ğunu Kur´ân öğrenmesine ve ilime zorlayabilir. Çocuğunu hangi konu-larda

dövebiliyorsa. aynı konuda velisi bulunduğu yetim çocuğu da dö-vebilir.

«Zahir görüşe göre böyledir ilh...» Kenz ve Mülteka´da bu fetva esas alındı. Bir rivayete göre

babanın, kocanın bu yetkisi yoktur. Musannif Tazîr bahsinde Dürer´e tâbi olarak bu hükmü kabul

etmiştir. Facir bir hanımını boşamak kocaya vacib değildir.» ibaresine gelince; Öyle bir hanıma da

facir olan kocasını terketmek vaoib değildir. Ancak ikisi de Allah´ın hududunu yerine

getirmemekten korkarlarsa, o zaman ayrılma-larında bir beis yoktur. Müctebâ. Fücur zina ve diğer

günahları kapsa-maktadır. Dokunan hiç kimsenin elini geri çevirmeyen kadının kocası: «Ben onu


seviyorum» dediğinden dolayı Allah´ın Resulü Ona: «Ondan faydalan» dedi.

METİN

Sahih fetvaya göre, içmek için hazırlanmış havuzcuklardan abdest almak caiz değildir. Hem ondan

hem onun içinden abdesti almak mem-nudur. Oradan suyu alıp aile efradına götürmek ise eğer izin

verilmiş ise caizdir. Aksi takdirde caiz değildir.

Bir hakkını diriltmek için, zulmü nefsinden def etmek için yalan söylemek mubahtır. Yalan

söylemekten maksat, tariz etmektir. Çünkü yalanın ta kendisi ise, haramdır. Dedi ki: Doğrusu

budur. Çünkü Çenâb-ı Hâk: «Yalancılar kahrolsunlar» buyurmuştur. Bütün bu ibareleri Müctebâ´

dan aldık.

İZAH

«İçmek için hazırlanmış havuzcuklardan abdest almak caiz değildir ilh...» sözüne gelince; bu su

kişinin teyemmüm etmesine de mani ola-maz. Yani bu su yokmuş gibi kabul edilir. Ancak

havuzdaki su çok ise, onun çokluğuyla bu su hem içmek hem de abdest almak için buraya

kon-muştur diye istidlal edilir. Bahr, el-Muhît ve başka kitaplardan.

«Sahihte hüküm böyledir ilh...» dedi. İbnu´l-Fâdıl´dan rivayet edili-yor ki: İçmek için hazırlanan

havuzcuklardan abdest almak caizdir. Ab-dest için konulan sudan içmek mubah değildir. Bahr.

«Onlardan ve onların içinde abdest almak memnudur ilh...» ibaresi-ne gelince; bu ibareyi eğer o

havuzun içinde abdest alırsa caizdir veh-mini bertaraf etmek için getirmiştir. Çünkü onun içinde

abdest almak, suyu zayi etmemektir. Fakat müellif, «içinde olsa dahi» ibaresini kullan-saydı kâfi

gelirdi; böyle bir uzun ibareye ihtiyaç ohnazdı. T.

«Hakkının ihyası için yalan mubahtır ilh...» Sözüne gelince; şufa-dar olan bir kişinin geceleyin

ortağının hakkını sattığını haber alıp sa-bahladığında hakimin huzuruna varıp ben «şimdi bildim»

demesi gibi. Küçük bir kız geceleyin baliğ oluyor ve kocadan nefsini ihtiyar ederek: «Şu anda kan

gördüm» demesi de böyledir.

Bilmiş ol ki; yalan bazan mubah oluyor, bazan da yâcib oluyor. Ara-da küllî kaide

Tebyînu´l-Mehârim ve başka kitaplarda geçtiği şekilde şöyledir: «İstenen herhangi güzel bir

maksada hem doğrulukla hem de yalanla varılabiliyorsa o konuda yalan söylemek haramdır.» Eğer

sadece yalanla ona varılabilirse eğer o maksad mubah bir şey ise orada yalan söylemek mubah

olur. Eğer elde edilmesi vacib ise yalan da vacib olur. Mesela, bir zalimden gizlenen bir masumu

görse, o zâlimde onu öldürmek veya eziyet etmek istiyor: Burada yalan söyleyip de onu

görmediği-ni söylemesi vacibtir.

Eğer almayı istediği bir emaneti ona soracak olursa, inkâr etmesi vacib olur. Harb, araları bulmak,

cinayete maruz kalanın kalbini meylet-tirmek ancak yalanla mümkün alabiliyorsa, orada da yalan

mubahtır.

Eğer bir sultan kendisinden gizli olarak vaki olan zina veya içki gibi fahiş bir hareketi kendisinden

sorarsa, o: «Ben işlemedim» diyebilir. Çün-kü onu izhar etmek ikinci bir çirkinliktir. Yani kişi için

kardeşinin sırrını inkar etmek de vardır. Ve bunu yalandan gelen mefsedeti, doğruluk üze-rine

terettüb eden mefsedetie karşılaştırmaktır. Eğer doğruluğun mefsedeti bundan daha şiddetli ise bu

takdirde yalan söyleme yetkisine sahib olur. Eğer aksi ise veya şüpheye girerse yalan söylemek

haram olur. Eğer ken-di nefsiyle ilgili ise mustahab olan yalan söylememektir. Eğer başkasıyla ilgili

ise başkasının hakkı için müsamaha etmek caiz değildir. Hazm yani en kuvvetlisi mubah olduğu

yerde onu terketmektir.

Âdet edilen mübalağa şeyler yalandan değildir. Meselâ: «Sana bin defa geldim» demek gibi. Çünkü

kişinin burada maksadı, bin defa gelmek değil de mübalağayı karşısındakine anlatmaktır. Eğer kişi

bir tek defa gelmiş ise ve bu ibareyi kullanmışsa yalan söylemiş olur.

Mübalağanın caiz olduğuna sahih hadis delâlet eder:

«Ebu Cehm´e gelince, o bastonunu hiç omuzundan indirmiyor.»

İbn-i Hacer el-Mekkî (El-Heytemî) dedi ki:

«İstisna edilenlerden birisi de şiirdeki yalandır. Onu mübalağaya hamletmek mümkün değil ise

yalan kabul edilir. Ve şair der ki:

«Ben gece-gündüz seni çağırıyorum; Hiç bir mecliste sana şükret-mekten boş kalmıyorum.»

Çünkü yalancı, yolanı doğru gösterir ve onu teşvik eder. Şairin ga-yesi şiirinde doğruyu söylemek


değildir. Ancak bu bir sanattır.

Râfiî ve Nevevî bunu Kaffâl ve Saydalânî´den naklettikten sonra «Bu, son derecede güzeldir.»

dediler.»

«Dedi ki ilh...» ibaresinde diyen El-Müctebâ´nın sahibidir. İfadesi şöy-ledir: Resûlullah (S.A.V.)

buyurdu ki:

«Her yalan kesinlikle yazılmaktadır. Ancak üç yalan yazılmaz: Erke-ğin kadına karşı veya çocuğuna

karşı söylediği yalan! Kişinin, iki kişinin arasını bulmak için söylediği yalan! Harbte söylenen yalan.

Çünkü harb aldatmacadır.»

Et-Tahâvî ve başkaları dediler ki: «Bu, ta´rizler üzerine hamledilmektedir.» (Yani dolaylı yollardan bu

yalanı söyleyecektir.) Yalanın kendisi ise haramdır.»

Ben derim ki: Tahavî ile başkasının bu sözü hakkın tâ kendisidir. Zira Cenab-ı Hak «Yalan

söyleyenler kahrolsunlar.» buyurmuştur ve Allah´ın Resulü de «Yalan fücurla beraberdir. Onların

ikisi de ateştedir» buyur-muştur. Bununla beraber yalanın tâ kendisi kurtuluş ve bir maksadı tahsil

etmek için ille çıkar yol olarak tayin de edilmemiştir.

Ben derim ki: Hz. Ali, İmrân bin Husayn ve başka sahabelerden riva-yet edilen de bunu teyid

etmektedir: «Şüphesiz tarizlerde yalandan kur-tuluş yolu vardır.» Bu, hasen bir hadistir. Merfu

hadis hükmündedir. Ni-tekim El-Çerrahî bunu böyle zikretmiştir.

Tariz de yemeğe çağrılan kişinin «ben yedim» demesi gibidir. Mak-sadı «dün yedim»dir. Ve bir de

Hz. İbrahim Halîl´in kıssasında olduğu gibidir. O zaman hadisteki üç istisna «üç yerde yalanın

benzeri vardır» anlamına gelir.

İhtiyaçtan dolayı tarizin mubah olduğu bir yerde, ihtiyaç yoksa mubah olmaz. Çünkü tariz yalanı

vehmettirir. Herne kadar tarizin nefsinde yalan yoksa da. Gazali, El-İhyâ´da dedi ki:

«Evet, tarizler hakiki bir garez konusunda mubahtır. Mesela başka-sının kalbini mizah ile hoşnut

etmek gibi hakiki bir garez söz konusu ise mubahtır. Resulullah´ın «Cennete ihtiyar girmez» sözü

ile «Senin kocanın gözünde beyaz vardı» sözü ve «Seni devenin evladına bindireceğiz» sözü ve

bunlara benzer olanlar gibi.»

METİN

El-Vehbâniye isimli kitobda şöyle dedi: (Şiirdir)

Sulh için veya bir zalimi defetmek için yalan söylemek caizdir. Hoş tutulmak istenenlere ve savaşta,

yalan helaldir ki, muzaffer olsunlar.

Hamamda avret mahallini hizmetçiye oğdurmak mekruhtur. Kim ki nevre denilen ilâcı avret tüylerini

almak için kullanırsa fakihler «Kullana-bilir» demişlerdir.

Daima camii şeriften geçen bir kimse fâsık olur. Fakat camii şerifte çocuklara ders okutanlar ne

fâsık, ne de günahkârdır.

Kim ki bir şahsı tazim etmek için ayağa kalkarsa caizdir. Ehl-i ilim olmayan bir kişi hakkında bunu

yaparsa bazıları «caiz» olduğunu söy-lediler.

Ölünün naklini bazıları mutlak olarak caiz görmüşler. Bazıları da: «İki milden uzak bir yere

götürülürse mahzurlu» olduğunu söylediler.

Zevce semizliyebilir, fakat doyduktan sonra yemek yememek şartıyla. Kadının kocasının sevgisini

celbetmek için okutması mahzurludur.

Hamlini düşürmek için ilaç içmek de mekruhtur. Özürden dolayı ço-cuk suretlenmemiş ise içebilir.

Eğer kadın çocuğu düşürürse düşükte gurre (yani 500 dirhemlik ga-ramet) vardır. Bu, çocuğun

annesinin akrabalarından alınacak babasına verilecektir.

Aşure gününde erkeklerin sürme kullanması mekruhtur. Ancak karış-tırılarak pişirilen mutad

çorbada beis yoktur. Ve insan ecir de alır bun-dan.

Bazıları «Sürme hakkında seçkin söz caiz olmasıdır. Çünkü Resulullah´ın fiili vardır ve bu taklîd

edilmiştir» derler.

Başkasının kölelerini izniyle dövmesi caizdir. Fakat hür insanların dö-vülmesi caiz değildir. Baba

evlâdına emreder.

Kur´ân´ı okumaktansa dinlemek daha sevabtır. Fakîhler «Çocuğun sevabı ancak çocuğa gider»

demişlerdir.


Zikrin diğer kısımlarını okumak nafile namaz kılmaktan daha evlâdır. İlim dersleri ise daha öncelikli

ve daha efdaldir.

Fakîhler «dersin sona erdiğini ilan etmek için Allahualem ve benzeri ibareleri kullanmak

mekruhtur» dediler.

İZAH

Şairin «Yalan caizdir ilh...» sözünden maksad, el-Bezzâziye´den nak-lederek İbn Şahne´nin sarihi

dedi ki: «Burada katıksız yalan kastedilmi-yor, tarizler kastediliyor.»

«Hoş tutulmak istenenlere de yalan söyleyebilir ilh...» Ta ki onunla vahşet ve husumetten sakınsın.

Sarih.

Tıpkı «Sen benim katımda kumaa´nden daha hayırlısın» deyip, «bazı cihetlerden ondan daha

hayırlısın» demeyi kastetmek gibi.

«Sana şunu vereceğim» deyip «eğer Allah takdir etmişse» şartını da kastetmek gibi.

«Hamamda hizmetçiye oğdurmak ilh...» Yani izarın, peştemalin üze-rinde keseletmek mekruhtur.

Çünkü bunu şehvet için yapıyor olabilir. Bu da eğer zaruret yoksa hüküm böyledir. Aksi takdirde

yani zaruret varsa keseletmekte bir beis yoktur. Ama en seçkin görüş onu terketmektir. Velev

peştemal kalınca bir şeyse dahi, terkedilmesi evlâdır. Peştemalin altına, cahillerin yaptığı gibi kese

vurdurmak ise haramdır. Şarih.

«Fakihler hamamda nevre denilen ilaç için «kullanılabilir» demişlerdir ilh...» Yani nevre ile kendi

kendini sıvayabilir. Fakat bunu hizmetçiye yap-tıramaz. Eğer bunu yaparken cunüb ise mekruh olur.

Şârih.

«Daima camii yol yapıp buradan geçen kişi fâsık olur ilh...» Eğer bu-nu yapmakla tanınan biri ise

sahiciliği kabul edilmez. T.

Bu işe müptelâ olan bir kişinin bu zorluktan kurtulma çaresi, camie girdiğinde itikâfa niyet

edecektir. Camide yürürken adımlarını atarken geçen süre, itikat için kâfidir. Şurunbulâlî.

«Camide çocukları okutan da fasık olur ilh...» El-Kunye´de yer alan hükme göre, camide çocuk

okutan günahkâr olur, fakat fâsık olmaz. Hiç kimse fâsık olduğunu söylememiştir. Mümkündür ki

Vehbânî´nin bu şiiri kişi ısrarla camiden geçerse fâsık olur, kaidesine binaen gelmiştir. Bunu sarih

ifade etti.

Ben derim ki: Belki Tatarhâniye´de, El-Uyun´dan nakledilerek şu hü-küm yer almaktadır: «Eğer

muallim ve hattat, ücretle talim ediyor ve hat yazıyorlarsa orada oturmaları mekruhtur. Ancak

zaruret için oturabilirler.»

El Hulâsa´da şu hüküm yer almaktadır: «Çocukları camide okutmakta beis yoktur».

İt-kani El-Kunye sahibi Resululah´ın «Camilerden çocuk ve delilerinizi uzaklaştırınız.» hadisiyle

istidlal etmiştir.

«Kim ki bir kişiyi tazim için ayağa kalkarsa caizdir ilh...» Bunu alış-veriş faslının hemen önünde

gerekli açıklamalarla zikrettik. Oraya müra-caat edilsin. Yani ilmi olmayan bir kişi için de bazıları

caizdir demişlerdir. El-Kunye´de dedi ki:

«Denilmiştir ki, kişi bir âlimin huzurunda, onu tazim etmek için ayağa kalkar. Ama alim olmayan

kişilere ayağa kalkması caiz değildir.»

İşte bu mesele, yani alimin, huzurunda ayağa kalkmak meselesi, onun gelmesi için onu tazim

ederek kalkmak meselesinden başka bir mesele-dir. Bu farka dikkat et. Ş.

«Ölünün naklini bazıları mutlak şekilde caiz görmüştür ilh...» Yani mesafe ister uzun, ister kısa

olsun. Burada definden önceki zaman kas-tedilmektedir. Çünkü şair definden sonrası hakkında:

«Bunda hilaf var-dır» diyerek Tarsûsî´nin görüşünü reddetmiştir. Sarih «Onun zikrettiği hi-lafa, biz

âlimlerin kelâmında vakıf olmadık» der. Zahire göre Tarsûsî´nin söylediği doğrudur.»

Çünkü definden sonraki işleme ihtilâftan söz edilmemiştir.

«Bazıları iki mile en uzak bir yere götürmekte mahzur vardır ilh...» demişlerdir. El-Bezzâziye «ölüyü

bir beldeden diğer bir beldeye definden önce nakletmek mekruh değildir, definden sonra ise

haramdır» dedi. Es-Serahsi dedi ki:

«Definden önce de mekruhtur. Ancak bir veya iki millik bir mesafeye götürülebilir. Hz. Musa ile Hz.

Yûsuf´un (Allarım selatü selamı onlarla Peygamberimizin üzerine olsun) nakline gelince, bu, daha


önceki bir şeria-ta göredir ve o şeriat neshedilmiştir. Ayrıca onların vasiyetine riayet edil-miştir.

Peygamberin vasiyetine riayet etmek de gereklidir. Hz. Yûsuf ce-sedinin naklini vasiyet etmiştir.»

«Kedin semizlenmek için işlemlerde bulunabilir, ilh...» El-Haniye´de diyor ki: «Bir kadın, fetît ve

benzerlerini semizlensin diye yerse; Ebu´l-Mutî´ dedi ki; «Eğer doyduktan fazla yememiş ise, bu

işlemde herhangi bir beis yoktur.» Et-Tarsûsî evli hanım hususunda «Böyle bir işlem yap-masının

kendisi için mendûb olması uygundur ve aynen ecir de alır.» dedi. Sarih dedi ki, «Onun mencup

oluşunu bırak, bunun mutlak şekilde mubah olduğunun söylenmesi de hoşuma gitmez.» Umulur ki

Tarsusî´nin bu yorumu kocası, karısının şişmanlığını sevdiği zamana hamledilsin, ya-ni koca böyle

bir şeyi sevmiyorsa böyle bir işleminin günah olması uy-gundur.»

«Kadının kocasının sevgisini celbetmek için okutması mahzurludur, ilh...»

El-Hâniye dedi ki: «Bir kadın vardır. Kocası kendisinden buğzettikten sonra kendisini sevsin diye

istiâze âyetleri yapıyor. El-Camiussağîr´de zikredildiği gibi; Böyle yapması helâl değil, haramdır.»

İbn Vehbân Tevcîh´inde zikretti ki: «Kadının böyle yapması bir çeşit sihirbazlıktır. Sihir ise

haramdır.» T.

Bunun muktezası, onun yapmış olduğu muska sadece âyetlerin yazıl-masından ibaret değil de;

âyetlerden başka bir şeyler de orada yazılır veya okunursa, sihir hükmünde olur.

Zeylaî dedi ki: «İbn Mesuttan (R.A.) rivayet ediliyor ki; Allah´ın Resû-lü´nden şöyle dediğini işitti:

Şüphesiz ki rukye (yani efsun) temaim (yani nazar boncuklan), tivele (yani üzerine sihir veya efsun

okunan ip veya kâğıt) şirktir.» Hadisi Ebû Dâvûd ve İbni Mace rivayet etmişlerdir.

Hadisin metninde geçmekte olan TİVELE-sihrin bir cinsidir. El-Esmaî dedi ki: «O karıyı kocasına

şirin göstermektir.»

Urve bin Mâlik´ten rivayet ediliyor. Buyurdular:

«Biz cahiliye döneminde efsun yaptırıyorduk. Dedik ki:

- Ey Allahın Resulü, bizim şu yaptığımız efsunu nasıl görüyorsun? Buyurdular:

- Onu, yani efsunlarınızı bana getirip gösteriniz. Efsunda şirk olma-dıkça hiç bir beis yoktur.»

Hadisi Müslim ve Ebû Dâvûd rivayet etti.»

Bu ibarenin tamamı oradadır. Oradan bunların bir kısmını Nazar {bak-mak) faslından biraz önce

naklettik ve böylece İbn Şahne´nin, taviz´i si-hirden bir çeşit sihir kabul etmek fikri bertaraf edildi.

«Kadının rahmindeki çocuğu düşürmek için ilâç içmesi mekruhtur ilh...» Yani çocuk

suretlenmezden önce mutlak olarak mekruhtur. Suretlendikten sonra da El-Hâniye´de seçilen

fetvaya binaen mekruhtur. Nite-kim bunu İstibrâ konusundan az önce zikrettik ve dedi ki: «Ancak

bu ço-cuğu düşüren kadın katil günahı kadar günah kazanmaz.»

«Özürden dolayı böyle bir düşürme caizdir ilh...» Meselâ, çocuğuna süt vermektedir. Gebeliği

ortaya çıkınca, sütü kesilince veya çocuğun ba-basının da ücretle bir dadıya çocuğu vermek gücü

yoksa, çocuğun helak olmasından kurkulursa; fakihler dediler ki «Bu takdirde kadının ay hali olmak

için ilaç kullanması mubah olur. Rahimdeki çocuk et çiğnemesi veya kan pıhtısı olduğu müddetçe

ve onun herhangi bir azası halkedilmedikçe bu böyledir. Onu da 120 günle takdir etmişlerdir. Yani

120 günden önce olursa bu caiz demektir. Çünkü rahimdeki kan pıhtısı daha insan değildir ve diğer

taraftan insanın korunması söz konusudur.» Haniye,

«Suret oluşmamış ise ilh...» sözüne gelince; bu söz «özürden ötürü»

caiz olmanın kaydıdır. Yani eğer suret oluşmamışsa, özürden ötürü düşür-me yapabilir.

El-Kunye´de denildiği gibi, çocuğun tüyleri bitmiş veya par-makları, veya ayağı veya benzeri bir

azası oluşmuş ise, suret oluşmuş de-mektir.

«Eğer ölü düşük yaparsa ilh...» yani eğer çeşitli hareketler yapmak suretiyle ve ilaç içerek kasten

çocuğunu düşürmüşse. öyle bir kadının da durumu, şiirde denildiği gibidir. Eğer çocuk, diri olarak

düşerse, sonra ölürse kadının, eğer akilesi yani yakın akrabaları varsa onun diyetini üç sene içinde

vermesi gerekir. Aksi takdirde kadının malından verilecektir. Ve kadın üzerinde keffâret de vardır ve

o çocuğun mirasından kadın hiçbir şey de elde edemez. Ş.

«Sıkt´ında yeni düşükte ğurre vardır ilh...» Ğurre beşyüz dirhemdir. Bir sene zarfında alınır. Tarsûsî

«Ğurre yoktur» demiştir. Fakat sarihin de zikrettiği gibi bu onun bir vehmidir. Yani Tarsûsî hakikata

varamamıştır.

«Ğurre çocuğun babasına verilir ilh...» sözüne gelince, onun yerine en iyisi, en uygunu «çocuğun


vârisine verilir» demektir. T.

«Bu ğurre annenin âkilesinden alınır ilh...» Eğer akilesi yoksa bir se-ne zarfında onun malından

tahsil edilecektir. Ş.

«İhzar edilir ilh...» cümlesi ğurrenin sıfatıdır. Yani «ihzar edilen ğurre verilecektir» demektir.

«Aşure gününde göze sürme çekmek mekruhtur ilh...» Aşure günü muharrem ayının onuncu

günüdür. Bilmiş ol ki, sürme mutlak olarak Resulullah´ın sünnetidir. Sürmenin aşure günü sünnet

olmasına gelince, ba-zıları böyle demişlerdir. Ancak aşure günü sürme kullanmak şianın alameti

olduğundan dolayı onu terketmek vacibtir. Bazıları dediler ki: «Aşure gününde sürme kullanmak

mekruhtur. Çünkü Yezid ile İbn-i Ziyad Hz. Hü-seyin´in kanıyla sürmelenmişlerdir.» Bazıları ise «Hz.

Hüseyin kanıyla de-ğil, sürme ile sürmelenmişlerdir» diyor. «Ta ki gözleri Hz. Hüseyin´in katliyle

aydınlansın.» İbareyi Ş. den bilmana naklettik.

«Aşure gününde çorba yapmakta bir beis olmadığı gibi bunda ecir de vardır ilh...» El-Kunye´de,

El-Veberî´den nakledildi kî:

«Aşure çorbası hakkında kuvvetli bir eser varid olmamıştır. Fakat o çorbayı yapmakta bir beis de

yoktur. Yapan kişi belki sevap da alır.»

Sarih dedi ki: «Benim hıfzımda kalan, insan çocuklarına genişlik ya-parsa sevap alır. Bu genişlik de

hadisteki şu sözle mendup sayılmıştır:

- Kim ki aşure gününde çocuklarına genişlik yaparsa Allah o senenin diğer günlerinde ona genişlik

verir.»

«Halk bu hadisten esinlenerek o çeşitli donelerden meydana gelen çorba yapmak suretiyle genişlik

yapmışlardır. O genişlik bunu da kapsar.»

Bazı alimlerin güzel kelamlarını gördüm ki onun hulasası şudur: «Kişi sadece bir çeşitle genişlik

yapmakla yetinmeyecektir. Yiyecek giyecek ve diğer konularda da bunu genelleştirecektir. Aşure

günü, bayram ve diğer günler gibi genişlik yapmaya dair şer´î bir delil bulunmayan diğer

mev-simlerden daha fazla buna müstahaktır.»

Bazıları sürme hususunda; «Seçkin hüküm onun caiz olmasıdır, çünkü Resulullah´ın fiili vardır ve

bu kabul edilmiştir.» dedi. Et-Tecnîs ve El-Mezîd´de: «Aşure gününde sürme kullanmakta beis yok,

seçkin görüş de bu-dur.» denildi. Çünkü Allah´ın Resulü (s.a.v.) ne Ümmü Seleme tarafından aşure

gününde sürme çekildi. El-Hâniye´de denildi ki: «Sürme sünnettir» Ve bu sünnet hakkında şöyle

denildi: «Kim ki aşure günü sürmeyi gözlerine çekerse senenin diğer günlerinde gözleri ağırmaz.»

Sarih dedi ki: «Bu hadis Allah Resulünden sıhhatli olarak gelmiş değildir.»

Ben derim ki: Aşure günündeki genişlik hakkında zaif senedlerle ha-disler varid olmuştur.

Bazılarının sahih olduğu beyan edilmiştir. Bu çokluk sayesinde hadis «hadis-i hasen» mertebesine

çıkmış oluyor. İbn Cevzi bu hadisi mevzuattan saymış ve şunları eklemiştir: «Kim ki aşure günü

gözü-ne sürme çekerse gözü ağırmaz.» hadisine gelince, Hafız İbn Hacer, El-Leâli adlı kitabında

«Bu hadis münkerdir» dedi. Aşura gününde göze çeki-len sürme hakkında sıhhatli bir eser yoktur.

Bu bid´attir. İbnu´l-Cevzî bu hadisi «mevzuat´ta nakletmiştir. Hâkim de: «Bu hususta herhangi bir

eser varid olmadı, bu bir bidattir. Hz. Hüseyin´i öldürenler bunu icad etmişler-dir.» dedi.

İbn Receb «sürme fazileti hakkında varid olan her hadis, kına ve yıkanma hakkındaki her hadis

mevzudur, sıhhatli- değildir.» diyor. Bunun tamamı El-Cerrahi´nin «Kesfu´I-Hafâ ve´l İlbâs» adlı

kitabındadır. Bununla kerahet görüşü kuvvet bulmuş olur. Allah hakikati daha iyi bilir.

Genişlik yapana genişlik verilmesi deneme ile sabit olmuştur. Bunu El-Münâvî, Câbir ve İbn-i

Uyeyne´den rivayet etmiştir.

«Köle sahibinin emriyle başkasına ait köleyi dövebilir ilh...» Yani sahibi köleyi ne kadar

dövebiliyorsa izin alan da o kadar dövebilir. Ancak işlediği cürümler hesabiyle hadde baliğ olmamış

ise bu emri yerine getirir. Ş.

Eğer köleye bir had lazım gelirse, ancak hakimin izniyle ona had tat-bik edebilir.

«Baba emreder ilh...» cümlesi bir hal cümlesidir. Yani hür bir kişinin evladını babasının emriyle

dövmesi caiz olmaz. Öğretmen ise, talebesini dövebilir. Çünkü babanın vekili olarak çocuğu

maslahat için döver. Öğ-retmen de, çocuğun babasının ta´lim meslahatı için çocuğu kendisine mülk

edinmekten ötürü, mülk hükmüyle onu dövebilir.

Et-Tarsûsî bunu «yaralayıcı âlet olmaksızın dövebilir» diye kayıtlan-dırdı. Ve «bu üç darbeden daha

fazla olmayacaktır.» dedi. Fakat Nâzım,«bunun herhangi bir nedeni olmadığı» gerekçesiyle


Tarsusî´nin görüşünü reddetmiştir. Tarsusî´nin görüşü bir nakle muhtaçtır. Fakat sarih Tarsusî´-nin

görüşünü kabullendi.

Eş-Şurunbulâlî dedi ki: «Namaz kitabında «çocuk odunla değil de elle dövülebilir» şeklinde nakil

vardır. «Bu dövme ise üç darbeden fazla olma-yacaktır» denilmektedir.»

Sarihi Nâzım´dan naklederek dedî ki: «Hür kişilerden hakimi de istisna etmek uygundur. Çünkü

hakim, kişiye, «oğlunu döv» diye emrederse kişi için oğlunu dövmek caiz olur. Hatta hakimin

sözünü kabul etmemek caiz değildir.»

Şurunbulâlî bunu hakimin adil olmasıyla, o vurmayı gerektiren hüc-ceti görmekle kayıtlamış ve

demiştir ki:

«Şu anda, yani bizim zamanımızda sadece hakimin emrine güvenil-mez.»

«Kur´ân-ı okumaktansa dinlemek daha sevabtır İlh...» Bu şiirde Kur´ân kelimesi «Kur´an» şeklinde

okunmuştur. Zarureti şiiriyeden dolayı hem-zenin harekesi daha önceki harfe nakledilmiştir. Ş.

Şurunbulâlî diyor ki: «Şairin bulup söylediği doğru değildir. Belki «Ku-ran diye okumak Abdullah

bin Kuseyr´in kıraatidir. Nitekim Nâzım da bu-nun şerhinde böyle söylemiştir.»

Binaenaleyh Kur´ân kelimesinin «Kuran» diye okunması şiirin zarure-tinden ileri gelmemektedir,

belki bu bir lügattir.

«Dinlemenin okumaktan daha cevab olması ilh...» dinlemenin vacib oluşundandır. Okumak ise

mendubtur.

«Tıflın (çocuğun) sevabı tıfla aittir.» Çünkü Cenabı Hak: «Gerçek şu ki: İnsanoğlu için ancak sa´yı

vardır.» Yani kendisi ne yapmışsa o vardır. Bu görüş hemen hemen bütün meşayihimizin

görüşüdür. Bazıları da dedi-ler ki:

«Kişi, çocuğunun ilmiyle öldükten sonra yararlanır.» Çünkü Enes İbn Mâlik´ten rivayet ediliyor ki,

buyurdular:

«Kişinin kendisine Kur´an ve ilim öğrettiği bir evladını geride bırak-ması ölümünden sonra

faydalanacağı şeyler arasındadır. Onun ecrinden hiç bir şey eksilmeksizin onun benzeri

babasınadır.» Ustrüşenî´nin Camiu´s-Siğâr´ından

Resulullah´ın: «Âdemoğlu öldükten sonra ameli kesilir. Ancak üç şey-de devem eder: Sadakai

cariyeden, yararlı bir ilim bırakmaktan, şalin ve kendisine dua edecek bir evlat yetiştirmiş

olmaktan.» Hamevî.

El-Eşbâh´ta şu hüküm yer almaktadır. «Çocuğun ibadeti sıhhatlidir. O ibadetin sevabında ihtilâf

vardır. Mutemede göre o sevab çocuk içindir. Çocuğun muallimi için de öğretmek sevabı vardır. Ve

çocuğun bütün ha-senatı da böyledir.»

Ben derim ki: Bu ibarenin zahirinden anlaşılıyor ki, çocuğun ibadeti-nin sevabı o çocuğun pederine

aittir denilmiştir. Binaenaleyh mutemed görüş ile «insan çocuğunun ilminden yararlanır» hükmü

arasında bir ters-lik yoktur. Bununla beraber kişinin çocuğu onun say´ının bir parçasıdır. Çükü

onun kazancının en hayırlısı çocuğudur. Nitekim bu böyle varid ol-muştur. Fakat bu baliğ çocuğu

kapsamaktadır. İhtilaflı olan ise. ancak küçük çocuklarla ilgilidir. Bu bizim mutemed görüşün

karşılığı şudur ki. «sevab sadece babayadır» ve daha önce geçen «iki hüküm arasında ters-lik

yoktur.» sözümüzü teyid etmektedir. Düşün.

«Zikr´in geri kalanını okuyup müzakere etmen nafile namazdan daha evladır ilh...» Yani boş

olduğun zaman Kur´ân´ın diğer kısımlarını öğren-men nafile namazdan daha evladır.

Munyetu´l-Müftî adlı kitaba konunun sebebi şu şekilde açıklanmıştır: «Kur´ân´ın hıfzı bütün ümmetin

boynunda farz-ı kifâyedir. Nafile namaz ise mendubtur.» T.

«İlmin dersi daha evlâ ve efdaldir. ilh...» Yani senin boynuna farz olan ilmi öğrenmen nafile

namazdan da, Kur´ân´ın diğer kısımlarını öğren-menden de daha evla ve efdaldir. Munyetu´l-Müftî´de

dedi ki: «Çünkü Kur´ân´ın tamamını öğrenmek farz-ı kifâyedir. Gerekli olan ilmi öğrenmek ise

-fıtraten gereklidir- farz-ı ayndır. Farz-ı aynla iştigal etmek farzı kifayeyi

Ynt: Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar By: neslinur Date: 01 Şubat 2010, 19:57:52
Farz-ı aynla iştigal etmek farzı kifayeyi izhar etmekten daha

evlâdır.»

Bu ibare ifade eder ki; Kur´ân´ın geri kalan kısmını öğrenmek fıkıh ilminden ihtiyaçtan daha fazla

olanı öğrenmekten daha evladır. T.

Fakat bu görüşte nazar vardır. Çünkü Kur´ân´ın geri kalan kısmı ile fıkhın zaruri ihtiyaçtan fazla olan

kısmı eşittir. Her ikisi de farz-ı kifayedir. Belki biz daha önce El-Hizâne adlı kitabtan gıybet bahsinin


hemen önce naklettik ki: «Fıkhın tamamı gereklidir.» Oraya müracaat et. Bunun ifade ettiği mana

şudur: Fıkıh iliminin öğrenilmesi daha üstündür. Düşün.

Sonra bunun Şurunbulâli´nin şerhinde tasrih edildiğini gördüm: «Sanki bunun nedeni bunun

yararının insanı aşıp diğer müslümanlara da dokun-masına bağlanmış gibi geldi bana.» Düşün.

«Dersin hitamında, sözün bittiğini ilan etmek için «Alluhualem» ve benzeri kelimeleri kullanmak

mekruhtur ilh...» Yani dersin sona erdiğini bildirmek için «vesallalahu ala Muhammedin»,

«Allaualem» denilmesi mekruhtur. Eğer dersin sonunu ilan için değilse bu kelimelerin

kullanıl-masında kerahet yoktur. Çünkü bu kelimeler zikirdir ve onlara teslim ol-maktır. Ama dersin

sonucunu ilan etmek için kullanmak ise böyle değil-dir. Çünkü bunu ilan aleti olarak kullanmış

oluyor. Birisi içeri girdiğinde kendisine yer hazırlansın ve onu tazim etsinler diye -oturanlara

geldiğini bildirmek için- «Yâ Allah» kelimesini kullanmak da bunun benzeridir. Bekçi

«Lailaheülallah» ve benzerlerini ev veya hizmet sahibine uyanık olduğunu bildirmek maksadıyla

sesli kullanırsa, eğer maksadı bu kelimelerle zikir değilse, kerahet işlemiş olur. Ama kendisinde iki

kasıt varsa, yani hem zikir yapar, hem de uyanık olduğunu hissettirmek için söylerse hangisi

galibse o itibara alınır. Nitekim bunun benzerlerinde de galib olan itibara alınmıştır.

Ynt: Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar By: mevlüde06 Date: 05 Mart 2016, 13:36:55
kadın diğer bir kadının ağzı ve yanaklarını karşılaştıkları zaman veya veda ederken öpmesinin

mekruh olduğu gibi.

Farkli konularda guzel bir derleme olmus.ancak bn bunun neden yasaklandigini anlayamadim.cunku toplumumuzda yapilan bir sey ki zamn zamn bnde yapiyorm.
Bu konuda aydinlatirsaniz cok sevinirim.
Ynt: Reddü´l Muhtar / Yasaklar ve Mubahlar By: damla6d Date: 05 Mart 2016, 14:46:40
#Selamun aleykum..Rabbim bize bazı şeyleri yasaklamış ve günah olarak belirtmiştir..Bu nedenle bizim bu yasakları çiğnemiş olursak bunun sonucu hiç de iyi değildir..Rabbim bizi hayırlı olan kullarından eylesin inşAllah..Rabbim razı olsun..#

radyobeyan