Ýslam Kültürü K-Z
Pages: 1
Murakabe Zikr By: armi Date: 27 Ocak 2010, 16:33:13
Murakabe-Zikr
Tasavvuf ýstýlahlarýnýn baþýnda zikir gelir. Zikir, anmak, her iþte Alla- hü teâlâyý hatýrlamak, kendini gafletten kurtarmak, kulun Allahü teâlâyý dille ve kalple anmasý demektir. Gaflet de Allahü teâlâyý unutmak demektir. (E. Ans. c.1, s. 33) Allahü teâlâ, Kur´ân-ý kerîmde Ra´d sûresi 30. âyetinde meâlen þöyle buyuruyor: "Ýyi biliniz ki, kalpler, Allahü teâlânýn zikri ile itminâna, râhata kavuþur." Bekara sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde ise meâlen þöyle buyrulmuþtur: "(Kullarým!) Siz beni (tâat ile, beðendiðim iþleri yapmak sû­retiyle) zikrederseniz, ben de sizi (rahmet, maðfiret, ihsân ve tövbe ka­pýlarýný açmak sûretiyle) anarým." Sünenü´l-Beyhekî´de geçen iki hadîs-i þerîfte de buyrulmuþtur ki: "Derecesi en yüksek olanlar, Allah´ý zikre­denlerdir.", "Allah´ý sevmenin alâmeti, O´nu zikretmeyi sevmektir." (E. Ans. c.1, s. 33)

Ýmâm-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Her vakit, Alla- hü teâlâyý zikr etmek lâzýmdýr. Kalpte baþka hiçbir þeye yer verme­meli- dir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikir yapmalý­dýr." Demiþtir. Cübeyr bin Nüfeyr; "Her an, dilleriyle Allahü teâlâyý zikr edip, O´nu bir an unutmayanlardan herbiri, güler bir hâlde Cennet´e gire­cek-lerdir." demektedir. Zikir, cehrî ve hafî olmak üzere iki kýsýmdýr. Zikr-i cehrî, yüksek sesle Allahü teâlâyý anmak, zikr-i hafî ise, gizli olarak ve kalb ile Allahü teâlâyý hatýrlamaktýr. (E. Ans. c.1, s. 33)

Ýmâm-ý Rabbânî, zikr-i hafînin, zikr-i cehrîden efdâl, daha üstün ol­duðunu belirtmiþ, Peygamber efendimiz ise, Mektûbât-ý Seyfiyye´de ge­çen hadîs-i þerîflerinde bu üstünlüðün yetmiþ kat olduðunu beyân bu­yurmuþlardýr. (E. Ans. c.1, s. 33)

Îtiyad, alýþkanlýk hâlinde nâfile olarak devamlý yapýlan ibâdet, tesbîh ve duâlara vird (çoðulu evrâd) denilir. Ýmâm-ý Gazâlî; "Duâ, zikir, Kur´ân-ý kerîm okuma ve tefekkür (mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince sa­natlarý, düzenleri, birbirine baðlýlýklarýný düþünerek, Allahü teâlânýn bü­yüklüðünü anlamasý, insanýn günâhlarýný hatýrlayýp, bunlara tövbe etmesi lâzým geldiðini ibadetlerini ve tâatlerini düþünerek bunlara þükretmesi gerektiðini hatýrýna getirmesi), sabah namazýndan sonra, âhiret yolcusu kulun virdi olmalýdýr." demiþtir. Yine Ýmâm-ý Gazâlî; "Okunmalarýnda fa­zîlet olduðu bildirilen bâzý âyet-i kerîmeleri vird edinip, okumak da müs- tehabtýr. Fâtihâ, Âyete´l-Kürsî ve Bekara sûresinin son iki âyeti (Âmener-Resûlü) bunlardandýr. Kaylûle (öðleye doðru bir mikdâr uyumak da) gündüz virdlerindendir." demiþtir. (E. Ans. c.1, s. 33)

Hazret-i Ömer´in, gece virdinden bir âyet-i kerîmeyi okuyamadýðý zaman, gündüzleri bayýldýðý, hattâ bu yüzden bir hasta gibi günlerce zi­yaret edildiði rivâyet edilmiþtir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Mâlik bin Dînâr ise þunlarý söylemiþtir: "Bir gece uyuya kaldým ve ev­radýmý yerine getirmedim. Rüyâmda birisi karþýma çýktý ve, okuryazarlý­ðýn var mý? dedi. Var, dedim. Þu yazýyý okur musun? dedi ve elime bir kâðýt parçasý verdi. Kâðýtta; "Dünyânýn geçici ve aldatýcý nîmetleri, ölüm­süz olarak yaþayacaðýn Cennet´in zevk ve safâsýndan seni alýkoymuþtur. Yâni geçici olarak zevk aldýðýn bu uyku, ebedî seâdetine yarayacak ibâ­detine mâni olmuþtur. Uyan, namaz kýl ve Kur´ân-ý kerîm oku. Zîra bun­lar, uykudan hayýrlýdýr." yazýlýydý." (E. Ans. c.1, s. 34)

Büyük velîlerden Abdullah bin Avn (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz- retleri her gün sabah nama­zýný talebeleri ile kýlar, kimseyle konuþmadan, kýbleye karþý oturur, Allahü teâlâyý zikrederdi. Bu hal güneþin doðmasýna kadar sürerdi. Tale­beleri de ayný þekilde yapardý.

On dokuzuncu yüzyýlýn büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zikirle ilgili olarak talebelerinin sorduðu bir suâl üzerine þöyle buyurdu:

"Bu Hâlidiye büyükleri sesli zikir yapmazlar, talebe kýbleye karþý edeple oturmalýdýr. Hâzýr bir kalb ile zikirde bulunmalýdýr. Çünkü zikir es­nâsýnda kalbin hâzýr olmasý muhakkak lâzýmdýr. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânýn birliðini hatýrlamak, dile getirmektir. Hattâ tesbih ta­nelerini bir eksik mi, fazla mý çektim diye takýlmamak gerekir. Çünkü tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya fazla olmuþ ne çý­kar."

Evlîyanýn önderlerinden ve Ýslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdül- hâlýk Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) beþ yaþýna geldi­ðinde ilim öðrenmesi için Buhârâ´ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn haz- retlerinden Kur´ân-ý kerîm ve tefsîrini öðrenmeye baþladý. Bir gün okuma esnâsýnda; "Rabbinize tazarrû´ ederek (boyun büküp yal­vararak) ve gizli duâ ediniz!" (A´râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerî­meye gelince Abdülhâlýk hocasýna:

"Efendim! Bu "gizli"den murâd edilen nedir? Kalb ile yapýlan zikrin aslý nedir? Eðer zikir ve duâ, âþikâr, sesli bir þekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyýk olduðu þekilde zikredilmemiþ olur. Þâ­yet kalb ile zikretsem; "Þeytan insanýn damarlarýnda kan gibi dolaþýr." hâdis-i þerîfi gereðince, þeytan bu zikri duyar. Ne yapacaðýmý bilemiyo­rum, bu müþkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!" diye arz etti.

Hocasý, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaþtaki bir çocuðun ken- disinin bile anlayamadýðý böyle bir suâl sormasýna hayran kaldý ve cevap olarak:

"Evlâdým! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ na- sîb ederse, sana bu ilimleri öðretebilecek bir üstâda kavuþturur. Kalb ile zikri ondan öðrenirsin, böylece bu müþkülün halledilmiþ olur." bu­yurdu. Abdülhâlýk Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu iþâret üzerine, mesele- lerini halledecek o büyük zâtý beklemeye baþladý.

Bir gün Hýzýr aleyhisselâm yanýna geldi. Ona, Allahü teâlâyý gizli ve açýk zikretme, anma yollarýný öðretti ve mânevî evlâtlýða kabûl edip; "Kal- binden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini þöyle þöyle zikredersin!" diye târif etti. Abdülhâlýk hazretleri de, târif üze- re, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeðe baþladý. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselme- sine sebeb oldu.

Bu sýralarda Yûsuf-ý Hemedânî hazretleri Buhârâ´ya geldi. Abdülhâlýk Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldý. Bu hu­susta kendileri þöyle anlatýrlar:

On iki yaþýnda idim. Hýzýr aleyhisselâm bana Yûsuf-ý Hemedânî haz­retlerinden ilim öðrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sýrada onun Buhâ- râ´ya geldiðini iþiterek derhâl yanýna gittim. Ondan pekçok istifâde­lere kavuþtum.

Böylece Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdý Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocasý da Hýzýr aleyhisselâm oldu.

Evliyânýn büyüklerinden Abdülmelik et-Taberî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine zikir olarak þu iki kelimeyi seçmiþti. "Sübhânallahi ve bihamdihi, sübhânallahilazîm ve bihamdihi."

Hindistan´da yetiþen meþhûr velîlerden Abdülvehhâb Müttekî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerine dediler ki; "Tâlibin devamlý zikirde olmasý lâzýmdýr, diyorlar. Bu nasýl olur?" Buyurdu ki:

"Hayýrlý amelle meþgûl olan, dâimâ zikirdedir. Namaz kýlmak zikirdir. Kur´ân okumak zikirdir. Din ilimleri öðretmek ve öðrenmek zikirdir. Her hayýrlý amel zikirdir."

Evliyâ sultan Ahmed Câhidî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) haz­retleri bir soru üzerine tarîkatlerde esas olan zikri dört madde halinde ö- zetledi.

1. Dilin zikri: Kalpten kötülüklerin izale edilmesini saðlayacak olan cenâb-ý Hakk´ýn anýlmasý.

2. Kalbin zikri: Allahü teâlâyý kalpten tefekkür etmek, düþünmek ve O´nun kalbe nazar ettiðini bilmek.

3. Nefsin zikri: Harf ve ses yerine his ve hayâl ile içten, kalpten Al­lah´ý anmak.

4. Rûhun zikri: Cenâb-ý Hakk´ýn kâinâtta tecellî eden, güzel sýfatlarý­nýn netîcesine bakarak O´nu tefekkür etmek, düþünmektir.

Bu zikir çeþitleri kiþiyi kemâl mertebesine ulaþtýrmak için en kuvvetli yoldur. Bunlar tarîkatta zikir çeþitlerinin özetidir. Gayrisi teferruâttan ibâ­rettir."

Evliyânýn büyüklerinden Ahmed bin Ýdrîs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en büyük kerâmeti uyanýk hâlde iken de Resûlullah efendi­mizi görmesi ve O´ndan þifâhen salevât-ý þerîfeleri öðrenmesiydi. Kendisi þöyle anlatýr:

Bir defâsýnda Resûlullah efendimizi gördüm. Yanýnda Hýzýr aleyhis- selâm da vardý. Peygamber efendimiz Hýzýr aleyhisselâma, bana Þâzi- liyye yolunun dersini (edebini) öðretmesini emrettiler. O da bana Resû- lullah´ýn huzûrunda nasýl olunacaðýný öðrettiler. Daha sonra Pey­gamber efendimiz, Hýzýr aleyhisselâma sevâbý daha çok olan zikir, salevât ve is- tigfârlarý öðretmesini buyurdu. O zaman Hýzýr aleyhisselâm; "Onlar han- gileridir yâ Resûlallah?" diye suâl etti. Peygamber efendimiz; "Lâ ilâhe il- lallah Muhammedün Resûlullah fî külli lemhatin ve nefesin adede mâ vese´ahü ilmüllah..." diye üç defâ, sonra da; "Külillâhümme innî es´elüke bi nûr-i vechillah-il-azîm." sonra da; "Estagfirullah el-azîm el-kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyül kayyûm Gaffâr-üz-zünûb. Yâ zel-celâli vel-ik- râm." diye buyurdular. Sonra da Peygamber efendimiz bana; "Ey Ah- med! Yer ve göðün hazînelerini sana verdim. O da bu zikir, salevât ve is- tigfârdýr." buyurdular. Çok iltifât ve teveccühlere mazhar ol­dum.

Evliyânýn büyüklerinden Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Bir gün Abdülkâdir-i Yemenî hazretleri "Zikir nedir?" diye sorunca: "La ilâhe illallah kelime-i tevhîdini söylemektir." dedi.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, bir gün Mevlâ- nâ Þeyh Bedreddîn Meydânî hazretleri gelerek þöyle sordu: "Allahü teâlâ Ahzâb sûresi 41. âyetinde meâlen; "Ey îmân edenler! Al­lah´ý çokça zik- rediniz." buyurmaktadýr. Bu zikirden murad mânâ dil zikri midir, kalb zikri midir?" Ali Râmitenî hazretleri bu soruyu þöyle cevapladý: "Tasavvuf yo- luna ilk girenler için dil zikridir. Ýþin sonuna varanlar için de kalb zikridir. Bu yola ilk giren kimse yüce Allah´ý kendini zorlayarak da olsa zikret- meye çalýþýr. Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise öyle deðildir. Kalb zikirden etkilenince onun bu etkisi bütün bedene varýr, he­men her organ zikr etmeye baþlar. Ýþte o zaman çokça zikir baþlar. Yine o zaman bir gün lük ibâdet, bir senelik ibâdet yerine geçer.

Evliyânýn büyüklerinden Alvân Hamevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzýnda þöyle buyurdular: Ey kardeþim! Devamlý Rabbini zikret, an, ha­týrla. Allahü teâlâ Kur´ân-ý kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Rabbini çok an." (Âl-i Ýmrân sûresi: 41), "Ey îmân edenler! Allahü teâlâyý çok zikr edi­niz. Her zaman hatýrlayýnýz. Hiç unutmayýnýz." (Ahzâb sûresi: 41), "Ýyi bi­liniz ki, kalpler, Allahü teâlânýn zikri ile itmînâna, râhata kavuþur." (Ra´d sûresi: 30). Zikirde çok faydalar vardýr. Zikreden kimsenin kalbi parlar. Nûru artar. Zikrin, tesbih (Sübhanellah), tahmid (Elhamdülillah), tekbir (Allahü ekber), tehlîl (La ilâhe illallah) gibi çeþitleri vardýr. En üstünü tehlîldir. Çünkü Peygamber efendimiz; "Zikrin en üstünü Lâ ilâhe illallah­týr." Ve "Lâ ilâhe illallah sözü Cennet´in anahtarýdýr." buyurmuþtur. Ýnsan ona Peygamber efendimize þehâdeti de ekleyerek söyleyip mânâsýna inanmakla müslüman olur. Onunla ebedî Cennet´te kalýr. Onun sebebi ile kul Cehennem´den kurtulur. "Zikretmek sebebiyle insanda Rabbinin sev­gisi hâsýl olur. Bir þeyi çok anan, onu çok sever." buyrulmuþtur."

Buhârâ´da yetiþen büyük âlim ve velîlerden Ârif-i Dikgerânî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sýrasýnda talebelerine yemek ikrâm ettik- ten sonra; "Bir insan yemek yerken her uzvu ayrý ayrý bir iþle meþ­gûldür. Ya kalbi ne ile meþgûldür?" diye sordu. Talebeleri; "Allahü teâlânýn zik- riyle meþgûl olur." dediler. Onlara buyurdu ki: "Zikir, bu yerde kelimeyle deðildir. Sebepten müsebbibe gitmek, nîmetten nîmet vericiye intikâl et- mek sûretiyledir."

Mevlânâ Ârif-i Dikgerânî hazretlerine karþý çýkan, kendinin tasavvuf erbâbý olduðunu söyleyip sesli zikir yapan biri vardý. Ârif-i Dikgerânî o kimsenin yanýna kadar gidip sesli zikri býrakmasýný, Allahü teâlânýn is­mini gizlice söylemesini istedi. Fakat o bu nasîhatý dinlemedi, açýk zikre devâm edeceðini bildirdi. Ârif-i Dikgerânî; "Eðer nasîhatimi kabûl etmez­sen tarlaný sürdüðün hayvanlardan her gün birinin öldüðünü görürsün." buyurdu. O kimse söz dinlemedi inatla açýk zikre devâm etti. Ertesi gün çift sürdüðü öküzlerinden biri öldü. Bunun üzerine kapý kapý dolaþmaya, dergâh dergâh gezip bâzý þeyhlerden imdâd istemeye çalýþan o kimse­nin, ikinci öküzü de öldü. Bu hâl karþýsýnda periþan olan ve þaþkýnlýk içinde kalan o kimse yaptýðýna piþmân oldu. Ârif-i Dikgerânî hazretlerinin huzûruna gelerek tövbe ettiðini bildirdi ve talebesi oldu.

Tâbiînin büyüklerinden, velî, hadîs ve fýkýh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Zikir meclisi nedir?" diye sorul­duðunda, "Namaz nasýl kýlýnýr, oruç nasýl tutulur, nikâh nasýl yapýlýr, alýþ-veriþ nasýl olur, abdest ve gusül nasýl alýnýr, helâl ve harâm gibi mesele­lerin konuþulduðu meclistir." cevâbýný verdi.

Tâbiîn devrinin tanýnmýþ hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meyse- re el-Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikr meclisleri, Allahü teâlânýn helâl ve haram kýldýðý þeylerden bahsedilen yerlerdir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beþincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) de­vamlý; "Allah!.. Allah!.." derdi. Vefâtý ânýnda da yine; "Allah!.. Allah!.." di­yordu. Bir ara þöyle duâ etti: "Yâ Rabbî! Senin için yaptýðým bütün ibâ­det, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptým. Þimdi can veriyorum. Gaflet hâli devâm ediyor. Allah´ým! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle." Bun­dan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti. Vefâtý 875 (H.261) senesinde Mayýs ayýna rastlar. Kabri, Bistâm þehrindedir.

Hindistan´da yetiþen büyük velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) zikre, Allahü teâlâyý hatýrlamaya devâm ediniz. Zikir; tâlibi, bu yolda ilerlemek isteyeni, mahbûba, Allahü teâlâya kavuþ­turur. Muhabbet, her türlü kir ve lekeyi yakýp temizleyen bir ateþtir. Bu hakîkî muhabbet hâsýl olunca, artýk zikreden, zikrolunaný müþâhede ile, görür gibi zikreder. Ýþte böyle yapýlan zikir, felâha, kurtuluþa ereceklere vâd olunanlarýn yaptýðý zikirdir. Nitekim Allahü teâlâ, Cum´a sûresinin onuncu âyet-i kerîmesinin sonunda meâlen; "(Her halinizde) Allahü teâlâyý çok zikredin ki (dünyâ ve âhirette) felâh bulasýnýz (kurtuluþa ere­siniz)." buyu- ruyor.

Anadolu´da yetiþen evliyâdan Behrullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine buyururdu ki: "Biz kuþlar kadar bile olamýyoruz. Onlar Allahü teâlâyý devamlý zikrediyorlar. Biz ise yatýyor ve gafletteyiz."

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her an dilleriyle Allahü teâlâyý zikredip, onu bir an unutmayanlardan her biri; güler bir halde Cennet´e gireceklerdir."

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Abdullah-ý Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Vaktini Allahü teâlâyý zikirle geçiren kimse, belâ ve sýkýntýlara düþmez."

Türkistan´da yetiþen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikr, Allahü teâlâyý anýp, hatýr­lamak, O´ndan baþkasýný unutmaktýr."

Þam´da yetiþen âlimlerin ve evliyânýn meþhurlarýndan Ebû Ubeyd el-Busrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikir kalple olmalýdýr. Yalnýz dille yapýlýr da kalbe iþlemezse, riyâ ve gösteriþ olur."

Büyük velîlerden Ebü´l-Hayr el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu­yurdular ki: "Allahü teâlâyý zikreden, O´ndan bir karþýlýk beklememelidir. Kim zikrine karþýlýk Allahü teâlâdan bir þey bekler ve o beklediði þey olursa, karþýlýðýnda maddî bir þey aldýðý için, zikrin bir mânâsý kalmaz."<

Haným velîlerden Fâtýma-i Niþâbûriyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerine; "Nasýl zikir yapýp Rabbimizi analým?" dediler. O; "Allahü teâlâyý zikrettiðin, andýðýn zaman, Allahü teâlânýn seni gördüðünü düþün ve zikre devâm et." cevabýný verdi.

Evliyânýn meþhûrlarýndan Hacý Þerîf Zerdenî (rahmetullahi teâlâ a-leyh) zikr esnâsýnda ve namaz kýlarken kendinden geçerdi. Bulunduðu bir mecliste Allahü teâlânýn ismi anýlýnca Rabbine olan muhabbetinin a-teþiyle yanar, kendini kaybederdi. Zikir sýrasýnda neden böyle kendiniz-den geçiyorsunuz? diye sorduklarýnda; "Âþýk olanlar, mahbûbun, sevgilinin ismini iþitince kendinden geçmelidir. Böyle olmasa henüz o olgun­laþmamýþtýr." buyurdu.

Âlim ve evliyânýn büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânýn zikri ve O´na ibâdetle öyle meþgûl olmalý ki, O´ndan herhangi bir þey istemeye fýrsat kalmamalýdýr."

Kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on birin­cisi olan Mahmûd-i Ýncirfagnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hocasý Hâce Ârif Rîvegerî hazretleri´nin vefâtýndan sonra, Kale Kapýsý önündeki mescidde sesli zikre devâm eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hâce Muhammed Pârisâ´nýn dedelerinden Mevlânâ Hâfýzuddîn, âlimlerin üs­tâdý Þemsül- eimme Hulvânî´nin iþâreti ile, Buhârâ´da, o zamanýn en bü­yük imâm ve âlimlerinin huzûrunda, Hâce Mahmûd´a; "Siz hangi niyetle cehrî (sesli) zikr ile meþgûl oluyorsunuz?" diye sordu. Cevâbýnda; "Uyu­yanlarý uyan- dýrmak, gâfillere iþittirmek ve insanlarý dînin ana caddesi ve doðru yolu üzerinde yürütmek, hakîkate teþvîk etmek, böylece insanla­rýn, bütün iyi- liklerin anahtarý, her saâdetin esâsý olan tövbeye ve bir bü­yüðe baðlan- malarýna sebeb olmak istiyorum." buyurdu. Bunu duyunca, Mevlânâ Hâfýzuddîn ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikr et­meniz helâl olur." dedi. Ve hakîkatýn mecâzdan ayrýlma hudûdunun ol­masý için, sesli zikrin sýnýrýný (þartýný) ricâ etti. Bunun üzerine Mahmûd-i Ýncirfagnevî þöyle buyurdu: "Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gýybetten, boðazý, mîdesi haram ve þüpheliden temiz, kalbi riyâdan ve gösteriþten uzak, sýrrý Rabbinden baþka her þeye teveccühden münezzeh olan ya­pabilir." buyurdu.

Tâbiînden, meþhûr hadîs hâfýzlarýndan ve velî Mekhûl eþ-Þâmî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Kim, bir gecesini Allahü teâlâyý zikir ile ihyâ eder, geçirirse, anadan doðmuþ gibi günâhsýz ve tertemiz olarak sabahlar.?

Evliyânýn büyüklerinden Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri?nin huzûruna, birgün Þeyh Ahmed Necdî, elinde bir Kur?ân-ý kerîm olduðu hâlde geldi. Kur?ân-ý kerîmi göstererek; ?Bu kelâ­mýn sâhibi hakký için bana zikir telkini yap? dedi. Muhammed bin Anân o anda bayýldý. Ayýldýðý zaman ona zikir telkini yaptý ve; ?Oðlum, bizim yo­lumuz böyle þeyler deðildir. Bizim yolumuzun aslý, Allahü teâlânýn kitâ­býna ve O?nun Resûlünün sünnetine tam mânâsýyla tâbi olmaktýr.? bu­yurdular.

Evliyânýn büyüklerinden, kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatmýþtýr. "Büyüklerin kitaplarýndan bir kitabý okur­ken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldýlar. Bahâeddîn-i Nak- þibend´in mübârek rûhâniyetleri, bana zikr telkin edip, cezbe ile taltif ey- ledi."

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dil ile zikretmek, günahlara keffârettir. Kalb ile zikr, Allahü teâlâya yakýnlýk ve mertebenin yükselmesidir."

Evliyânýn meþhûrlarýndan ve büyük Ýslâm âlimi Muhammed Ma´sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ýnsanlar arasýna karýþ­mak, eðer onlarýn haklarýný yerine getirmek için olursa zikr olur."

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Þeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Ze- keriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) vasiyetinde buyurdular ki: "Allahü teâ- lâ, Ahzâb sûresi 41. âyet-i kerîmede meâlen; "Ey îmân edenler, Al­lah´ý çok zikredin!" buyuruyor. Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd edip, onu iyi kullardan yazýnca, onu, kalbiyle birlikte dil ile de zikretmeye mu­vaffak eder. Onu, dil zikrinden kalb zikrine yükseltir. Hattâ dili sussa, kalbi sus- maz, zikre devâm eder. Kul, gizli nifâktan kaçýnmadýkça buna kavuþa- maz. Resûl-i ekremin; "Ümmetimdeki münâfýklarýn çoðu, Kur´ân-ý kerîm okuyanlardan olacaktýr." hadîs-i þerîfi buna iþârettir. Bununla, Allahü teâ- lâdan baþkasýyla olmanýn, kalbin O´ndan baþkasýna tutulmasý­nýn nifâk olduðunu ifâde buyurmuþlardýr. Kul, zâhirini büyültücü ve medhedici þey- lerden sýyýrýr, bâtýnýný da kötü düþünce ve huylardan te­mizleyip ayýrýrsa, zikr nûrunun kalbinde parlamasý pek yakýn olur. Ondan þeytânî vesvese- ler, nefsânî þeyler, kuruntular kesilir, kalbinde zikir nûru meydana gelir. Hattâ öyle olur ki, zikri, zikr olunanýn müþâhedesi ile olur. Bu, büyük bir derece, yüksek bir ihsân olup, buna ulaþabilenler, el ve gönül sâhiple- rinden yüksek himmetli olanlardýr. Tevfik ve yardým Allah´­tandýr."

Osmanlý âlim ve velîlerinden Sýbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocasý Tâhâ-i Hakkârî hazretleri kendisine; "Ne ken­din sesli zikret, ne de baþkasýna ettir." buyurdu. O da ona uydu. Öyle ki, insanlar sesle olan bütün zikirleri mezmûm (kötülenmiþ) sandýlar. Seyyid Sýbgatullah hazretleri gönüllerinden geçeni anlayýp þöyle buyurdu: "Bü­tün zikirler mezmûm deðildir. Teþrik tekbirleri, ölüye telkin, aksýrýp "el­hamdülillah" diyene, "yerhamükellah" demek derin vâdiye inerken, yük­seðe çýkarken okunacak tesbihler ve benzerlerini sesli söylemek sevâb olup, eserde gelmemiþ ve sâbit olmamýþ olanlar mezmûmdur."

Mâlikî mezhebinde, fýkýh ve kelâm ilimlerinde mütehassýs olan büyük âlimlerinden, velî Þerîf Tlemsânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oðlu þöyle anlatýr: "Babam, Abdüsselâm´ýn derslerine devâm ettiðinde dershânenin en arkasýnda otururdu. Abdüsselâm, talebelere; "Allahü te- âlâ hatýrlanýp zikir yapýlýrken, dilin zikir yapmasý hakîkî midir, deðil mi­dir?" diye sordu. Babam da kalkarak; "Efendim! Zikir, unutmanýn zýddý­dýr, yâni hatýrlamaktýr. Unutmanýn yeri ise, lisan deðil kalbdir. Bu se­bep- le, bu iki zýt þeyin bulunduklarý yer, kalb olur" dedi. Ýbn-i Abdüsselâm bu sözü kabûl edip, çok beðendi.

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Þumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâda geçen vakitlerinin en kýymetlisinin Allahü teâlânýn zikri ile geçen vakitleri olduðunu beyân eder ve duâlarýnda; "Allah´ým, dünyâdaki en güzel vakitlerimizi senin zikrin ve sana ibâdetle geçen va­kitler yap" diye yalvarýrlardý. Yâni Allahü teâlâdan vakitlerini ibâdet ve zi­kirle geçirip, dünyâyý, yemeði-içmeði, uyumayý sevdirmemesini isterdi.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birin­cisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikr yapýlmaksýzýn yalnýz râbýta ile Hakk´a kavuþmak mümkündür.

Zikr ise, râbýtasýz kavuþturucu deðildir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on seki­zincisi olan Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancý duygu dikenleri te­mizlenir."

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Kim, Allahü teâlâyý hakkýyla zikrederse, O?ndan baþka her þeyi unutur. O?nun zikri ile O?ndan baþka her þeyi unutan kimseyi, Allahü teâlâ her þeyden muhâfaza eder.?

Tâbiînin büyüklerinden, velî, hadîs ve fýkýh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kim, Allahü teâlânýn anýldýðý bir mecliste bulunursa, Allahü teâlâ, onun bu meclisini, on kötü meclisine karþý keffâret yapar. Eðer bir kimse, Allahü teâlânýn rýzâsý peþinde olur- sa, bu hareketi, bulunduðu yedi yüz kötü meclise keffâret olur."

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) birisine; "Allahü teâlâyý murâkabe et!" dedi. O kiþi; "Bu nasýl olur?" deyince; "Allahü teâlâyý görür gibi ol." buyurdular.



DAÐLARIN TESBÝHÝ



Abdurrahmân Tafsuncî, evliyâdan, büyük zât,

Hazret-i Abdülkâdir Geylânî ders verdi ona bizzat.



Bir gün o havâlîde, bir sahrâya gitmiþti,

Allahü teâlâyý, þöyle tesbîh etmiþti:



"Ey vahþîlerin bile, tesbih ettiði Rabbim,

Bütün noksanlýklardan, seni tenzîh ederim."



O anda, her taraftan, cümle vahþî hayvanlar,

Grup grup gelerek, yanýnda toplandýlar.



Arslan ile ceylânlar, geliyordu, yan yana

Hiç zarar vermiyordu, bir arslan, bir ceylâna,



Hepsi kendi diliyle, Hakk´ý zikrediyordu,

Öyle ki, âvâzlarý, göðe yükseliyordu.



Daha sonra dedi ki: "Yâ Ýlâhî, yâ Rabbî,

Seni, bütün kuþlarýn, tesbîh ettiði gibi,



Ben dahi tesbîh eder ve seni zikrederim,

Bütün noksanlýklardan, seni tenzîh ederim."



Ve mübârek baþýný, kaldýrýnca yukarý,

Gördü kendine doðru, akýn eden kuþlarý.



O civarda ne kadar kuþ cinsi varsa eðer,

Gelip, baþý üstünde, toplandý birer birer.



Hem de kýsa zamanda, öyle çok toplandý ki,

Gökyüzünü tamâmen, örttüler bulut gibi.



Allah Alah dediler, hepsi kendi diliyle,

Öyle ki, o gün yer gök, inledi kuþ sesiyle.



Sonra dedi:"Yâ Rabbî, rüzgârlarýn tesbîhi,

Nasýlsa, onlar gibi, zikrederim ben dahi."

O anda, dört bir yandan, serin, latîf rüzgârlar,

Tatlý naðmeler ile, esmeðe baþladýlar.



Önceden o beldede, rastlanmazken rüzgâra,

O gün esti ve sonra, esmez oldu bir daha



Sonra dedi: "Yâ Rabbî, þu daðlar, þu tepeler,

Muhakkak ki onlar da, seni tesbîh ederler,



Nasýl zikrede ise, onlar senin ismini,

Öyle tesbîh ederim, ben dahi þimdi seni."



O böyle söyleyince, etrafta olan daðlar,

Sallanýp, yüksek sesle, tesbîhe baþladýlar.



Bu zâtýn hürmetine, affeyle yâ Rab bizi,

Onun sevgisi ile, tenvîr et kalbimizi.



Osmanlý âlimi ve büyük devlet adamý Celâlzâde Mustafa Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf ehline göre murâkabe; kulun, kalbi ile Allahü teâlâyý zikredip, devamlý Allahü teâlânýn, kullarýnýn hâllerine muttali olduðunu, görüp bildiðini hatýrýndan çýkarmamasý, her nefeste Allahü teâlânýn azâbýndan ve cezâsýndan korku üzere olmasýdýr.

Evliyânýn büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok az görüþtüðü insanlardan zaman zaman kendisinden nasîhat isteyen kimselere þöyle buyurmuþtur: "Her nefs, dünyâdan susuz olarak gide­cektir. Ancak Allahü teâlâyý zikreden kullar bundan müstesnâdýr."

Baðdât´ýn büyük velîlerinden Ebü´l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Câfer-i Huldî þöyle anlatýyor: Hazret-i Þiblî, Ebü´l-Hüseyin Nûrî´ye; "Allahü teâlânýn huzûrunda bu­lunduðunuzu düþünerek murâkabeye daldýðýnýzda, bir kýlýnýzýn dahi ký­pýrdamadýðýný, ayný hâlde kaldýðýnýzý görüyoruz. Bunu kimden öðrendi­niz?" diye sorun- ca; "Fâre deliðinin aðzýnda, avýnýn çýkmasýný beklerken, benden çok daha sâkin ve dikkatli duran kediden" buyurdu.

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Seyyid Mîr Muhammed Numân (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir gün sabah namazýndan sonra câmide oturmuþ murâkabe ile meþgûl oluyorduk. Hocam ile karþý karþýya otur­muþtuk. Bir ara baþýmý meþgûliyetimden kaldýrdým. Hazret-i Ýmâm´ýn ye­rinde Resû- lullah efendimizin oturduðunu gördüm. Üzerimi bir heybet kapladý. He- men baþýmý önüme eðdim. Bir müddet sonra, tekrar baþýmý kaldýrdým. Hazret-i Ýmâmýn da Server-i kâinâtýn yanýnda oturduðunu gör­düm. Tekrar murâkabe için baþýmý eðdim. Bir an sonra yine baþýmý kal­dýrdým. Gördüm ki, Resûlullah efendimizin yerinde hazret-i Ýmâm, hazret-i Ýmâ- m´ýn yerinde de, Resûlullah efendimiz oturuyor. Tekrar murâkabeye koyuldum. Bir zaman sonra baþýmý kaldýrýnca, iki yerde de Resûlullah efendimizi gördüm. Biraz sonra ikisini de hazret-i Ýmâm buldum. Sonra da hazret-i Ýmâmýn yalnýz oturduðunu gördüm. Bu gördüklerim baþ gözü ile olmuþtur, rüyâ ve vaka hâli deðildir.

Evliyânýn büyüklerinden Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatmýþtýr: "Bir gün hocam Mirzâ Hâfýz Muh- sin´in kabrini ziyârete gitmiþtim. Kabri baþýnda murâkabeye daldým. Bu hâlde iken kendimden geçtim ve hocamý kabrinde görüp, konuþtum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemiþti. Sâdece ayaklarýnýn alt kýsýmlarýna toprak tesir edip hafif dökülmüþtü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Sâhibinden izinsiz, o geldiði zaman geri vermek niyetiyle bir taþ alýp, abdest aldýðým yere koydum. Abdest alýrken o taþýn üzerine bastým. Ayaklarýmda gördüðün topraðýn tesiri bu sebepledir." Takvâda çok ileri gidenin evliyâlýkta yükselmesi muhakkaktýr."

Evliyânýn büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin bir ilâhisi:

Dil beytini pâk eden,

Derviþi ankâ eden,

Âlem-i Ýlâhîye giden,

Mevlâ zikridir, zikri.



Zikreden hâlet olan,

Âþinâ-yý rûh olan,

Ukbâda devlet bulan

Mevlâ zikridir, zikri.



Terk ehline karýþan,

Hem zevkine eriþen,

Bahr-i ledünle görüþen,

Mevlâ zikridir, zikri.



Erenlerin yolunu,

Sürerler hep demîni,

Derviþlerin mu´îni,

Mevlâ zikridir, zikri.



Nûreddîn´i diri kýlan,

Tevhîd ile çerâðý yanan,

Bi-hamdillâh tevfik olan,

Mevlâ zikridir, zikri.



Büyük velîlerden Utbet-ül-Gulâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) dâima murâkabe hâlinde bulunurdu. Murâkabe, Murâkýbý (görüp, gözeteni) dü­þünerek, dâimâ O´nunla meþgûl olmaktýr. O, Allahü teâlâdan baþkasiyle meþgûl olmaz, devamlý Allahü teâlâyý anar ve hatýrlar, O´ndan bir an bile gâfil olmazdý. Bâzan öyle dalardý ki, gideceði yeri geçer, farkýnda ol­mazdý. Bir gün, Utbet-ül-Gulâm Abdülvâhid bin Zeyd´in yanýna gelmiþti. Abdülvâhid ona: "Nereden geliyorsun?" diye sordu. Utbet-ül-Gulâm; "Fa- lanca yerden geliyorum." dedi. Abdülvâhid bin Zeyd, "Oralarda kim­seye rastladýn mý?" diye sorunca, Utbet-ül-Gulâm; "Hayýr, kimseyle kar­þýlaþ- madým." dedi. Halbuki oralardan pek çok kimse gelip geçiyordu. Fa­kat, bütün rûhu ve bedeniyle Allahü teâlâ ile meþgûl olduðundan, yanýn­dan geçenlerin farkýna bile varmamýþtý. (Bu durum, hükümdar yanlarýn­dan geçerken, hizmetçilerinin onun heybetinden, hiçbir þeyin farkýna varma- masý ve düþünceye dalan birinin, bâzan etrafýnda olup bitenlerin bile farkýnda olmamasý gibidir.)

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid Ýsfehânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri þöyle anlattý: Süleymân bin Mihrân?dan duydum, Ab- dullah bin Mes?ûd buyurdu ki: ?Cumâ günü bin defa Allahümme salli alâ Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem demeyi terketme!?

Mýsýr?da yetiþen büyük velîlerden Zünnûn-i Mýsrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Murâkabenin alâmeti, Allahü teâlânýn tercih etti­ðini tercih etmek, O?nun büyük gördüðünü büyük görmek ve küçük gör­düðünü küçük görmektir.?










radyobeyan