Marifet- Muhabbet By: derya Date: 13 Ocak 2010, 16:51:20
MARÝFET-MUHABBET
Marifetullah Hakk Taâlâ: «Allah´ý hakkýyle takdir edemediler». (En´am, 6/91)
Marifet bahsini krþ: Luma, s. 35, 39; Ta´arruf, s. 63, 66, 132, 136; Keþfu´l-mahcûb, 3. 341, 352, 498; Kûtu´l-kulûb, I, 267.
Peygamberimiz;´ marifet; men edici akýl sahibi olmaktýr»buyurunca , Hz. Aiþe: Annem babam sana feda olsun ya Resûlallah! Men edici akýl ne demektir? diye sordu Resûlüllah, «Kiþinin Allah´a âsi olmasýný engelleyen ve Rabbýna hýrsla itaat etmeyi saðlayan akýldýr» buyurdu.
Üstad Kuþeyrî der ki: Ulemâ lisanýnda marifet ilim mânasýna gelir. Onlara göre her ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir. Allah hakkýnda âlim olan herkes ariftir. Her arif de âlimdir (152). Sûfilere göre marifet þu vasýflara haiz olan kiþinin sýfatýdýr: Bu kiþi Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yý önce sýfat ve isimleri ile tanýr, sonra Hakk ile olan muamelesinde sýdk ve ihlas üzere bulunur. Sonra kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden temizlenerek arý hale gelir. Daha sonra Hakk´ýn kapýsýnda uzun uzadýya bekler ve daimî surette kalbi ile itikâf hâlinde bulunur.
Bütün bunlarýn semeresi ve sonucu olarak Allah Taâlâ´dan güzel bir teveccühe nail olur. Allah onun bütün hâllerinde sýdk üzere olmasýný saðlar, o kimseden nefsin hevâcis ve havâtýrý kesilir, (nefis ona arzu izhar etmez hale gelir), o kimse kendisini Allah´tan baþkasýna davet eden hiç bir þeye kulak vermez duruma gelir. Böylece kul; halka yabancý, nefsinin âfetlerinden beri ve uzak olur. Allah´tan baþkasý ile sükûnet ve huzur bulma ve Hakk´tan gayrisini mülâhaza etme durumundan temizlenir. Sýrren ve ruhen Allah Taâlâ ile münacatý devam eder, her lâhza Allah´a dönüþü tahakkuk ettirir. Ýlâhi kudretin tasarruflarýnýn ne þekilde cereyan ettiðine dair olan sýrlarý Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nýn tarifi ve talimi ile alýr. iþte o zaman böyle kimseye arif denir. Onun bu hâli ise marifet ismini alýr (153).
152. Marifet: Husûsî, tecrûbî, amelî ve tatbikî; Ýlim: Umumî, küllî, nazarî ve mücerred bilgidir. Kalbin Kýsaca kalbin verdiði bilgiye marifet ve irfan, aklýn verdiði bilgiye ilim denilir. Marifetin kaynaðý sezgi (keþf, ilham), ilmin kaynaðý istidlaldir. Marifet tasavvufî, ilim zahirî bilgidir. (Marifet = Gnostisizm).
153. Marifet ve irfan, ilim ve bilgi mânasýna gelir. Tasavvuf kelimesinin müradifi olarak da kullanýlýr. Sûfîler kalp ve keþf ile elde ettikleri bilgilere marifet; akýl ve istidlalle elde ettikleri bilgilere ilim derler, marifet demezler. Naklî ve þer´î bilgilere de ilim derler.
Arif, sûfîliði en iyi yaþýyan ve bilen velidir. Marifet vecd ve ilhamla Allahýn sýfatlarý, "fiilleri, isimleri ve gayb âlemi hakkýnda elde edilen bilgidir. Marifete sahip olan veliye arif derler.
kendisine bahþedilen fuyuzât nisbetinde konuþmuþ ve yaþadýðý vaktin içinde bulduðu mânalara iþaret etmiþtir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ýn þöyle dediðini iþitmiþtim: «Allah hakkýnda marifet sahibi olmanýn emmârelerinden biri Allah´tan gelen bir heybetin kalpte husule gelmesidir. Þu halde marifeti ziyadeleþen kimsenin (celâli tecellileri temaþa ettiði için) heybeti de fazlalaþýr, marifet arttýkça Allah korkusu da artar».
Yine Üstad Ebu Ali´den iþitmiþtim: Diyordu ki: «Marifet kalpte sekînetin husule gelmesini icabettirir. Nitekim ilim de sükûnu icabettirir. Þu halde marifeti ziyadeleþenin sekîneti de artar». (Sekînet, vekâr, heybet; sükûn hareketsizlik demektir).
Ebu Abdurrahman Sülemi´nin Ahmed b. Muhammed b. Zeyd´-den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Þibli þöyle demiþtir: Arif olanýn (O´ndan baþkasý ile) alâkasý, âþýk olanýn þekvasý (þikâyeti), kul olanýn davasý, Allah´tan korkanýn kararý ve hiç bir kimsenin Hakk Taâlâ´dan firarý yoktur».
Yine Sülemi´nin Muhammed b. Muhammed b. Abdülvehhab´dan þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Marifetten sorulduðu zaman Þiblî þöyle demiþtir: Marifetin evveli (ve menbâý) Allah Taâlâ´dýr, ahirinin ise nihayeti yoktur».
Ebu Hafs, «Allah Taâlâ hakkýnda marifet sahibi olduðumdan beri kalbime ne hak, ne de batýl girmiþtir», demiþtir.
Üstad Kuþeyrî der ki: Ebu Hafs´ýn mutlak olarak söylediði bu sözde bir parça kapalýlýk vardýr. En doðrusu bu sözü þu þekilde yorumlamaktýr. Sûfîlere göre Hakk Taâlâ´nýn zikrinin kulu istilâ etmesi sebebiyle marifet kulun kendisini kaybetmesini icabettirir. O zaman kul Aziz ve Celil olan Allah´tan baþkasýný müþahede etmez, O´ndan baþkasýna rücû´ etmez. Âkil (âlim) bir hâl ile karþýlaþtýðý veya hatýrýna bir þey geldiði zaman kalbine, düþüncesine ve hafýzasýna müracaat ettiði gibi, arif de Rabbýna müracaat eder, Rabbýn-dan baþka bir þeyle meþgul olmayan kimse kalbine müracaat etmez. Kalbi olmayan bir kimsenin kalbine mâna nasýl gelebilir? Kalbi ile yaþayan bir kimse ile Aziz ve Celil olan Rabbý ile yaþayan bir kimse arasýnda fark vardýr. (Kalbi ile yaþayan aklýnýn güzel gördüðü þeyle, Rabbý ile yaþayan þeriatýn güzel gördüðü þeyle ilgilenir).
Bayezid´e marifetten sorulunca:
þöyle demisti. (Bir kalbi Allah´ýn tecellileri istila ve iþgal edince insana nüfuzlu olan nefsani duygular itibarýný ve tesirlerini kaybeder). Üstad Kuþeyri der ki: Ebu Hafs´ýn iþaret ettiði mâna da budur.
Bayezid Bistâmi, «Halkýn muhtelif hâlleri vardýr, arifin ise hâli yoktur. Çünkü arifin resim ve þekli mahvolmuþ, hüviyeti baþkasýnýn hüviyeti ile yok olmuþ ve eserleri baþkasýnýn eserlerinde kaybolmuþtur». (Arif, beþerî ve fâni varlýðýný Allah´ta yok etmiþtir).
Vâsýtî, «Allah ile istiðna ve Allah´a ihtiyaç ve iftikar hâli mevcut oldukça, bir kulun marifeti sýhhatli olmaz», demiþtir.
Üstad Kuþeyrî der ki: Vâsýtî bu sözle þunu kastetmiþtir: Ýstiðna ve iftikar kulun sahv hâlinin ve beþeri resim ve eserlerinin bekâsýnýn emmârelerindendir. Ýstiðna ve iftikar kulun sýfatlarýndandýr. (Kul bu durumda tefrika halinde bulunur, muhtaç olan ile muhtaç olunan arasýndaki farký görür). Halbuki arif ma´rûfun (Allah) da mahvolmuþtur. Hakk´ýn vücudunda istihlâk veya Hakk´ýn müþahede ve temaþasýnda istiðrak hâlinde bulunan arif için istiðna ve iftikar vaziyeti nasýl sahih olabilir? Her ne kadar vücûd (en yüksek vecd) hâline ulaþamamýþ ise de, arif kendisine ait her nevi his ve þuur hâlinden kaybolmuþ ve kendinden geçmiþtir. Bunun içindir ki Vâsýti baþka bir sözünde, «Allah Taâlâ´ya arif olanlar (mâsivâdan) kesilirler, daha doðrusu, dilsiz hale gelir. Onun huzurunda zelil ve miskin bir vaziyette boynu bükük durumda donakalýrlar», demiþtir. Resûlüllah (s.a.): «Sana hamdü sena etmekten âcizim», demiþtir (154). Hedefleri yüce ve uzak olan zevatýn sýfatý budur.
Bu hadden (ve hissini kaybetme mertebesinden) aþaðýya inenlere gelince, bunlar marifet konusunda konuþmuþlar ve çok söz söylemiþlerdir. (Böylece Hakk´a da halka da hakkýný vermiþlerdir).
Ahmed b. Asým Antakî, «Kalbinde en fazla Allah korkusu bulunan Allah hakkýnda en çok marifete sahip olan kimsedir», (Marifet arttýkça korku da artar) demiþtir.
Sûfîlerden biri, Bir kimse Allah Taâlâ hakkýnda marifet sahibi olursa, dünyada kalmaktan usanýr ve bütün geniþliðine raðmen dünya baþýna dar gelir demiþtir.
Bir kimse Allah hakkýnda marifet sahibi olursa, maiþeti saf ve temiz olur, hoþ bir ömür sürer, her þey ondan korkar.
154. Müslim, Salât, 42; Ebu Davud, Vitir, 5; Tirmizî, Daavât, 75; tbn Mâce, Dua, 3.
Bir kimse Allah haKýnda raðbet etmez. Fasýlsýz ve vasýlsýz kalýr. (Allah´dan istiðrak hâlinde bulunduðu için muttasýl mý munfasýl mý olduðunu bilmez), denilmiþtir.
Marifet, hayayý ve tazimi icabettirir. Nitekim tevhid de rýzâyý ve teslimi icabettirir, denilmiþtir.
Ruveym, «Marifet arif için bir aynadýr, oraya baktýðý zaman Mevlâ´sýnýn kendisine tecelli ettiðini görür», demiþtir.
Zunnûn Mýsrî, «Peygamberlerin ruhlarý marifet meydanýnda yarýþtýlar. Bizim Peygamberimiz (s.a.) in ruhu öbür Peygamberlerin ruhlarýný geçerek vuslat gülistanýna ulaþtý», demiþtir.
Zunnûn Mýsrî, «Arif ile muaþeret ve muamelede bulunmak, Allah Taâlâ ile muaþeret ve muamelede bulunmaya benzer, senden zuhur eden þeylere tahammül eder, sana hilim ile muamele eder. Çünkü O: Allah´ýn ahlâký ile ahlâklanmýþtýr», demiþtir.
Ýbn Yazdânyâr´a: Arif Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yý ne zaman müþâhede eder? diye sorulunca: «Þâhid (Allah) zuhur edip, þevâhid (idrâk ve þuur hâlleri ve maddi varlýklar) yok olunca ve hisler gidip ihlâs izmihlale uðrayýnca», demiþti.
Hüseyin b. Mansur Hallaç, «Kul marifet makamýna ulaþtý mý Allah onun havâtýrýna ve kalbine vahyeder; sýrrýný, Hakk´ýn hatýrýndan baþka bir þeyin gelmesinden muhafaza eder», demiþtir.
Hallaç, «Arifin alâmeti dünya ve âhiretle meþgul olmamasýdýr» (zira o, sadece Hakk ile meþgul olur), der.
Sehl b. Abdullah, «Marifetin gayesi iki þeydir: Dehþet, hayret», demiþtir.
Zunnûn Mýsrî, «Allah Taâlâ hakkýnda marifeti en çok olan kimse O´nda en. çok hayret eden kimsedir», demiþtir.
Ebu Bekir Râzi´nin, Ebu Amr Antâki´den þunu naklettiðini iþittim- «Adamýn biri Cüneyd´e: Marifet ehli olan bir kavim iyilik ve takva nevinden olan hareket ve amellerin (bir dereceden sonra) terkine kail oluyorlar, buna ne dersiniz? demiþ. O da þöyle cevap vermiþti: Bu söz amellerin iskâtýndan bahseden bir kavmin sözüdür, kanaatýma göre büyük ve korkunç bir lâkýrdýdýr. Hýrsýzlýk ve zina yapanýn hâli bu lâfý söyliyenin halinden daha güzeldir. Çünkü ârif-billah olanlar amelleri Allah Taâlâ´dan almýþlar ve o amellerin içinde bulunmak suretiyle Allah´a dönmüþlerdir. Bin yýl ömrüm olsa iyi amellerimden zerre miktarý eksiltmezdim».
Yakub Nehrecorý anlatýyor: Celâl sahibi olan Allah´tan baþka bir þey için esef ve hüzün duyar mý? diye sordum ve þu cevabý aldým: O´ndan baþkasýný görür mü ki, esef etsin! Arif eþyaya hangi gözle bakar? dedim. Fena ve zeval gözü ile», dedi.
Bayezid Bistâmî, «Arif tayyar, zâhid seyyardýr», (biri uçarak, diðeri yürüyerek Allah´a gider), demiþtir.
Arifin gözü aðlar, kalbi güler denilmiþtir.
Cüneyd, «Arif ancak þu þekilde olursa arif olur: Yer gibi olacak, insanlarýn iyisi de kötüsü de onu çiðniyecek; bulut gibi olacak, her þeyi gölgelendirecek; yaðmur gibi olacak, sevdiðini de sevmediðini de sulayacak». (Hava gibi olacak, herkes onu teneffüs edecek), demiþtir.
Yahya b. Muaz, «Arif dünyadan çýktýðý zaman þu iki þeyde gayesine ulaþamamýþ (ve doymamýþ) olur: Nefsine aðlamak, izzet ve Celâl sahibi Rabbýna hamd ü sena etmek», demiþtir.
Bayezid Bistâmî, «Arifler kendi haklarýndan vazgeçerek ve onun hakkýný icra ederek marifete nail olmuþlardýr». (Mubah olan nimetlerden feragat ederek Hakk´ýn hukukunu edâ ederek irfan sahibi olmuþlardýr), demiþtir.
Yusuf b. Ali þöyle demiþ: «Bir arifin hakkýyle arif olabilmesi için Süleyman (a.s.) a verilen mülk kadar mal mülk bile verilse, bu mülkün göz açýp kapayana kadar onu Allah´tan uzaklaþtýrmamasý ve baþka þeyle meþgul etmemesi icabeder.
Yine Sülemî´nin Ebu Hüseyn Fârisî´den þunu naklettiðini duydum: «Ýbn Atâ, marifetin üç rüknü vardýr: Heybet, haya, üns, demiþtir».
Zunnûn Mýsri´ye: Rabbýný ne ile tanýdýn? diye sorulmuþ. O da, «Rabbýmý Rabbým ile tanýdým, Rabbým olmasaydý Rabbýmý tanýyamazdým»demiþti. (Burada tanýmak marifet demektir, Rab hakkýndaki marifet yine Rab ile hasýl olur).
Âlime tâbi olunur, arif ile hidâyete erilir, denilmiþtir.
Þibli, «Arif O´ndan baþkasýný mülahaza etmez. O´nun sözünden baþkasýný telâffuz etmez. Allah Taâlâ´dan baþka muhafýzý bulunduðunu düþünmez» demiþtir.
Arif, Allah´ýn zikri ile ünsiyet ettiði için halkla bulunmak onu sýkar, Allah´a fakr ve iftikar halinde olduðu için, Allah onu halktan uzak tutar.
(Marifet, Hakk´ýn kalbe gelen tecellileridir).
Arif dediðinin fevkinde, âlim söylediðinin dûnundadýr, denilmiþtir.
Ebu Süleyman Darânî, «Þüphe yok ki, Allah´Taâlâ baþkasýna namazda iken feth ve ihsan etmediðini, arife yatakta iken feth ve ihsan eder», demiþtir.
Cüneyd, «Arif kendisi sustuðu halde (ruhundan ve) sýrrýndan Hakk´ýn konuþtuðu kimsedir», demiþtir.
Zunnûn, «Her þeyin bir cezasý vardýr, arifin cezasý Allah Taâlâ´nýn zikrinden kesilmesidir», demiþtir.
Rüveym, «Ariflerin riyasý, müritlerin ibtilâsýndan efdaldýr», demiþtir.
Ebu Bekir Verrâk, «Arifin konuþmasý çok zevklidir, fakat susmasý daha faydalýdýr», demiþtir.
Zunnûn, «Zâhidler âhiretin sultanlarýdýr, halbuki zâhidler ariflerin fakirleridir». (Ariflerin hâllerini varýn kýyas edin), demiþtir.
Cüneyd´e, ariften sorulunca: «Suyun rengi kabýn rengidir», (yani arif vaktinin hükmü iledir), demiþtir.
Bayezid Bistâmî´ye, ariften sorulunca: «Uyurken veya uyanýk iken Allah´tan baþkasýný görmez, Allah´tan baþkasýna muvafakat etmez, Allah Taâlâ´dan baþkasýný mülâhaza etmez», demiþtir.
Muhammed b. Hüseyn´in Abdullah b. Muhammed Dirmýþkî´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Þeyhlerden birine: Allah Taâlâ´yý ne ile tanýdýn? diye sorulmuþtu. O da þöyle demiþti: Parýldayan bir ýþýk ile. Tabii temyiz ve þuur halinden alýnan (kendini kaybeden bir þahsýn) lisaný ile. Kendinden geçerek helak olan bir þahsýn dilinden dökülen lâfýzlarla... Bu sözü söyleyen sûfî zuhur eden bir vecde iþaret etmiþ ve gizli kalan bir sýrrý haber vermiþtir. Bu zat izhar ettiði þeyle: O, odur (yani zahiri itibariyle diðer insanlar gibi bir insandýr). Gizlediði þeyle ondan baþkadýr, (yani bâtýný itibariyle diðer insanlardan farklýdýr). Bu sözün sahibi daha sonra þu þiiri okudu: Söz olmadan konuþtum, zaten hakiki konuþma da budur, lâfýz olarak konuþmak ve konuþmayý açýklamak sana aittir. Ya Rab! Baþkalarý için gizli kalayým, diye bana zuhur ettin. Halbuki daha evvel (bana) gizli idin. Dilimden bir þimþek parlattýn ve beni o þimþekle konuþturdun». (Allah sevgilisi olan kul bâtýnýný saf, nuranî olduðun için) sen bana gizli kalmýþtýn. Ya Rab! Kalbimde parlattýðýn þimþek gibi bir nur ile dilimi ve diðer organlarýmý konuþturdun). Ceriri anlatýyor: «Ebu Türâb´a arifin sýfatý sorulunca þöyle demiþti: Hiç bir þey arifi kederlendirmez, bulandýrmaz, her þey onunla saflaþýr, durulur».
Muhammed b. Hüseyn´in, Ebu Osman Maðribî´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Ýlmin nurlarý arife ýþýk tutar, arif bu ýþýk ile gaybýn acâip ve garaip cihetlerini görür».
Üstad Ebu Ali Dakkak´ýn þöyle dediðini iþittim: «Arif tahkik deryasýnda boðulmuþ ve mahvolmuþtur (Ýstiðrak). Nitekim sûfîlerden biri, marifet coþkun dalgalara benzer, bir yükselir, bir alçalýr, (Arif bir yükselir, bir alçalýr) demiþtir».
Yahya b. Muaz´a, arifin sýfatýndan sorulmuþ. O da: «Kâin ve bâindir». (Bedeni ile halkladýr, kalbi ile onlardan ayrýdýr), demiþ. Baþka bir seferinde «kâne febâne» (Halk ile idi, fakat ayrýldý) demiþti. (Arif, zahirde halk ile, bâtýnda Hakk iledir).
Zunnûn þöyle demiþtir: «Arifin alâmeti üçtür: Sahip olduðu marifet nuru vera´ nurunu söndürmez. Þeriatýn zahiri Zahit hükümlerini nakzeden bâtýný bir ilme sahip olduðuna itikad etmez. îzzet ve Celâl sahibi Allah´ýn çok sayýda nimetlerine nail (ve keramete sahip) olmasý onu Allah´ýn mahremiyet perdelerini yýrtmaya sevk etmez».
Âhiret uþaðý olan (zâhidler) yanýnda marifetin vasýf ve hususiyetlerinden bahseden kiþi arif deðildir. (Çünkü bu konuda konuþmak zâhidlerin zihnini karýþtýrýr). O halde nasýl olur da dünya uþaðý olanlarýn yanýnda marifetten bahsedilir, denilmiþtir.
Zunnûn Mýsrî, arifin sýfatýný anlatmak için: «Burada idi, þimdi gitti» demiþti. Bunun ne demek olduðu Cüneyd´e sorulmuþ. O da þöyle demiþti: «Arif bir hâl içinde mahsur kalarak diðer hâllerden habersiz olan kiþi deðildir. O belli bir hâl ile mukayyed deðildir. Belli bir makam ve menzilde bulunmasý, öbür menzillere gidip gelmesine mani deðildir. Arif her makam ehli ile bulunur ve o makam ehlinin bulduðu ve yaþadýðý þeyleri bulur ve yaþar. Bu nevi makamlarýn emmâre ve alâmetlerinden bahseder. Ta ki o makamda bulunanlar faydalansýnlar».
Muhammed b. Hüseyn´nin Abdullah Râzî´den þunu naklettiðini duymuþtum.
Arifler þaþkýnlýk makamlarýnda konakladýklarý ve Allah´ýn lutfu ile vuslatýn zevkini tattýklarý zaman kendilerinden aðlama hâli zail olur.
Mahabbet
Ýzzet ve Celâl sahibi olan Allah «Ýçinizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onlarýn yerine Hakk´ý seven ve Hakk tarafýndan sevilen bir kavim getirir». (Mâide, 5/54) buyurmuþtur (155).
Resûlüllah (s.a.) þöyle buyurmuþtur: «Bir kimse Allah´a kavuþmayý arzu ederse, Allah da ona kavuþmayý arzu eder; tersine, bir kimse Allah´a kavuþmak arzusunda olmazsa, Allah da ona kavuþmak arzusunda olmaz» (156).
Cebrail (a.s.), Rab Sübhanehu ve Taâlâ´dan Resûlüllah (s.a.) a þu vahyi getirmiþtir: «Kim benim bir veli kulumu zillete düþürür ve ona düþmanlýk ederse, bana harp ilân etmiþ olur. Mümin bir kulumun ruhunu alma zamanýnda gösterdiðim tereddüt kadar hiç bir hususta tereddüt göstermiþ deðilim. Çünkü kulum ölümden, Ben ise onu üzmekten hoþlanmamaktayým. Halbuki ortada behemahal yapýlmasý gereken bir iþ bulunmaktadýr. Kulum üzerine farz kýldýðým hususlarý edâ ede ede yaklaþtýðý kadar baþka hiç bir þeyle Bana yaklaþamaz. Kulum nafile ibadetleri ifa ederek de durmadan Bana yaklaþýr. Hem o kadar çok yaklaþýr ki, artýk Ben onu severim. Bir kimseyi sevdim mi, onun kulaðý, gözü, eli ve te´yidcisi olurum». (157).
Resûlüllah (s.a.) þöyle buyurmuþtur: «Allah (c.c.) bir kulunu sevdiði zaman Cebrail´e: Ey Cebrail, Ben falanca kulumu seviyorum. Onun sevgisini diðer kullarýmýn gönlüne de yerleþtireceðim buyurur.
Mahabbet bahsini, krþ: Luma, s. 57; Ta´arruf, s. 109; Keþfu´l-nýahcýýb, 392; Kûtu´l-kulûb, II, 99; Ýhya, III, 47; IV, 2S6.
155. Mahabbet: Sevgi, aþk; Habib maþuk ve mahbûb: Sevgili; Muhibb: Âþýk, demektir.
Mahabbet, mahabbetüllah ve aþkullah: Allah sevgisi demektir. Ýlk sûfîler ekseriya «Allah sevgisi» tabirini kullanmýþlardýr. «Allah aþký» tabiri 4/X. asýrda ortaya çýkmýþ ve ancak 6/XII. asýrdan sonra umumileþmiþtir.
156. Buharî, Rikâk, 21; Müslim, Zikir, 5.
157. Buharî. Rikâk, 38; îbn Mâce, Fiten, 16. Hadisin geniþ izahý için bk. Aru-sî´nin þerhi, IV, 29.
yým» (158).
Mahabbet (aþk) çok þerefli bir hâldir. Hakk Taâlâ mahabbetin kul için bir fazilet olduðu hususunda þehadette bulunmuþ ve kulunu sevdiðini haber vermiþtir. Þu halde Hakk Sübhanehu ve Taâlâ «O kulunu sever» diye vasfedilir. Kul da «Hakk Sübhanehu ve Ta-âlâ´yý sever» diye vasfedilir (Bk. Mâide, 5/54).
Ulemanýn dilinde ve ýstýlahýnda mahabbet irâde, mânasýna gelir. Sûfîlerin ise mahabbet tabirinden muradlarý irâde deðildir. Çünkü irâde kadim olan varlýða taalluk etmez. Ancak buradaki irâde tabirinin Allah´a yaklaþmak ve O´na tazim etmek þeklinde anlaþýlmasý mümkündür.
Bu meselenin hakikatini anlatmak için Allah Taâlâ izin verirse bir parça izahat vereceðiz. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nýn kuluna mahabbeti, ona hususi surette bir nimet vermeyi irâde etmesidir. Nitekim Allah´ýn kuluna rahmet etmesi de, ona nimet vermeyi irâde etmesi mânasýna gelir. Buna göre rahmet irâdeden daha hususi bir tabirdir. Mahabbet ise rahmetten daha hususi bir tabirdir. Allah Taâlâ bir kuluna sevap ve nimet vermeyi irâde ettiði zaman buna rahmet adý verilir. Allah Taâlâ´nýn kuluna özel bir yakýnlýk ve yüce haller bahþetmeyi irâde etmesine ise mahabbet ismi verilir. Allah Taâlâ´nýn irâdesi O´nun tek bir sýfatýdýr. Bu sýfat taalluk ettiði þeylerin farklý oluþuna göre deðiþik isimler alýr. Ýlâhi irâde cezalandýrmaya taalluk ederse buna gadap, umumi bir þekilde nimetlere taalluk ederse buna rahmet, özel surette nimetlere taalluk ederse buna mahabbet adý verilir.
Bir taifeye göre Allah Taâlâ´nýn kuluna mahabbeti, onu güzel bir þekilde medhü sena etmesi mânasýna gelir. Bu duruma ve görüþe göre Allah´ýn kuluna mahabbeti onun Kelâm sýfatýna râcidir. Kelâm-ý ilâhî ise kadimdir.
Baþka bir taifeye göre Allah´ýn kuluna mahabbeti onun fiili sýfatlarýndandýr. Buna göre mahabbet, hususi bir ihsan nevidir. Kul bu ihsanla Allah´ýn huzuruna çýkar. Mahabbet özel bir hâldir, bu hâl gelince; mahluklarýn mahabbetinin sýfatý olarak anlaþýlan,, «Bir þeye meyletmek, bir þeyle ünsiyet ve ülfet etmek» veya «âþýk, mahluk olan maþuku ile beraber bulunduðu zaman kalbinde bulduðu duygular» gibi hususlar kadîm olan Hakk Taâlâ hakkýnda bahis konusu olamaz, Allah bu gibi þeylerden münezzehtir.
Kulun Allah hakkýndaki mahabbetine gelince, bu kulun kalbinde bulduðu ve duyduðu bir þey olup, ibare ile ifade edilmeyecek kadar latif (ve rakîk bir his) tir. Bu hâl ve his insaný Allah Taâlâ´ya tazim etmeye, O´nun rýzâsýný her þeye tercih etmeye, O´ndan ayrý kalýnca sabýrsýzlanmaya, O´nsuz edememeye, O´nsuz kalýnca da kararsýz hâle gelmeye; ünsiyet ve ülfetini, devamlý surette kalbi ile O´nu zikrederek bulmaya ve O´na karþý içinde bir heyecan duymaya sevkeder.
Kulun Allah Taâla´yý sevmesi meyil, hudut ve ihata gibi þeyler ihtiva etmez. Bu nasýl bahiskonusu edilebilir ki, Zat-ý samediyyet ilhak, idrâk ve ihata gibi þeylerden münezzehtir. Âþýk (muhib) bir çizgi ile ihata edilme tarzýnda vasfedilmekten ziyade maþukta (mahbub) helak olma þeklinde vasfedilir. Aþk (mahabbet) bir vasýfla vasfedilemez, bir hudutla tahdit edilemez. (Aþk tarif edilemez). Bununla beraber idrâk için aþktan daha vazýh ve daha yakýn bir þey yoktur, ifade ve ibarede bir müphemlik ve muðlaklýk hasýl olduðu zaman sözü þerh ve izah etmeye dalma ihtiyacý doðar. Müphemlik ve muðlaklýk zail olunca (aþk meselesini ve) sözünü þerh ve izah etmeye dalma ihtiyacý ortadan kalkar (159).
Sûfîlerin aþk ve mahabbet bahsindeki sözleri çoktur. Mahabbet kelimesinin lugattaki aslý konusunda çeþitli görüþler ileri sürülmüþtür: Bazýlarýna göre hubb meveddetin ve dostluðun saf ve hâlis þeklidir. Çünkü Araplar diþlerdeki beyazlýðýn saflýðýný ve parlaklýðý anlatmak için «Hübabu´l-esnân» derler.
Þöyle de denilmiþtir:
159. Hz. Mevlanâ «Aþk konusunda akýl, çamura batan eþek gibidir. Aþkýn ve âþýklara ne olduðunu yine aþk anlatýr», der ve: Aþk nedir? diye soran birine: «Benim gibi ol da öðren» cevabýný verir.
Þöyle de denilmiþtir: Mahabbut, Mahabbet kelimesinin kökü lüzum ve sebat mânasýna gelir. Deve bir yere çöküp oradan, kalkmadýðý zaman, mahabbe´l-baðîr» derler. Güya âþýk sevgilisinin ismini ve zikrini kalbinden bir ân bile ayýrmamaktadýr, denilmiþtir.
Denilmiþtir ki: Hubb küfe mânasýna gelen «habb» kökünden gelir. Nitekim þair demiþti ki: «Ejder anladý ki bu cesur kiþi, içinde gizlediði gadr ve katletme niyetini duyurmak için küpe ve kulak yerine dilini harekete geçirmiþ bulunmaktadýr». (Kulak hareketi sevgi izhar etmek, dil hareketi öldürme niyetini izhar etmek demektir).
Küpeye, habb adýnýn verilmesi ya küpe dâimi surette kulakta bulunduðu için veya kulaða acý verdiði içindir. Mahabbet konusunda bu mânalarýn her ikisi de doðrudur. (Aþk âþýktan ayrýlmaz, ona ýzdýrap verir).
Denilmiþtir ki: Mahabbet «habbe» kelimesinin cemi olan «hýbb» kökünden gelir: Kalbi kalp yapan esas mânaya «habbetü´l-kalp» denir. Böylece kalpte bulunan mahabbet, mahallinin adýný almýþtýr. (Hâl mahallin ismini almýþtýr, Hýbb kalbin siyah kýsmý, kalbin gözü).
Denilmiþtir ki: «habb» ve «hubb» Amr ve Ömer gibidir. (Fethe ile de ötre ile de okunmasý caizdir).
Denilmiþtir ki: «Hubb», «hibbet» kökünden alýnmýþtýr. Hibbet, sahra bitkilerinin tohumlarýna denir. Mahabbete hibb denilmesi hayatýn özü oluþundandýr. Nitekim tohum da bitkinin özüdür.
Denilmiþtir ki: Üzerine su testisi konan dört aðaca «hubb» denir. Mahabbete «hubb» denilmesinin sebebi sevgiliden gelen her nevi izzete ve zillete bu sayede tahammül edildiði içindir.
Denilmiþtir ki: Mahabbet, içinde su bulunan kap demek olan «hubb» kökünden gelir. Kap içine konan þeyi tutar ve bir kap dolu olduðu þeyden baþkasýný içine almaz. Týpký bunun gibi kalp muhabbetle dolunca içine sevgiliden baþka bir þey sýðmaz.
Þeyhlerin mahabbet hakkýndaki söz ve görüþlerine gelince: Sûfîlerden biri, mahabbet kararsýz halde bulunan dertli kalbin (Rab cihetine) dâimi bir meyilidir, demiþtir.
ki sevgisini ispat etmesidir. (Sýfatýný unutarak zâtýný ona vakf ve hasr etmesidir, âþýkýn maþûk hâline gelmesidir.
Denilmiþtir ki: Mahabbet, kalbin Rabb´ýn muradý olan þeylere muvafakat etmesidir.
Denilmiþtir ki: Mahabbet, hizmeti yerine getirmekle beraber, «hürmeti terkettim» endiþesi içinde bulunmaktýr.
Bayezid Bistamî demiþtir ki: «Mahabbet, senden olan çok þeyi (ibadet ve taatý) azýmsaman sevgiliden olan az þeyi (lütuf ve ihsaný) çoðumsamandýr.
Sehl b. Abdullah, «Hubb, taat ile kucaklaþmak ve muhalefetle zýtlaþmaktýr», demiþtir.
Cüneyd´e mahabbetten sorulunca: «Âþýkýn kendi sýfatlarýný terketmesi ve bunun yerine sevgilisinin sýfatlarýna girmesidir». (Taalluk bi ahlakýllah, ittisâb bievsafillah).
Cüneyd bu sözü ile þuna iþaret etmiþtir: Sevgilinin zikri, âþýký o derece istilâ edecek ki, onun sýfatlarýný zikretmek, kendi sýfatlarýndan tamamen gafil olmak ve kendini bile hissetmemek onda galip bir hâl olacaktýr.
Ebu Ali Ruzbârî, «Mahabbet muvafakattir», (Emredilene uymaktýr), demiþtir.
Ebu Abdullah Kureþî, «Mahabbetin hakikati kendine hiç bir þey býrakmayacak þekilde bütün varlýðýný sevgiline hibe etmektir», demiþtir.
Þiblî, «Kalpte, sevgiliden baþka ne varsa hepsini mahvettiði için mahabbete mahabbet ismi verilmiþtir», demiþtir.
îbn Atâ, «Mahabbet, daimi surette itâb ve azar hâlini devam ettirmektir». (Sevgilim kusurumu görmektedir, diye düþünmektir. Murâkabe hâli).
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in þöyle dediðini iþitmiþtim: «Mahabbetin bulunduðu yerde zevk, hakikatin bulunduðu yerlerde dehþet vardýr». (Aþkýn baþý zevklidir, fakat sonu dehþetlidir).
Yine Dakkak´tan duydum: «Mahabbetin haddini tecavüz ederek ifrata varmasýna aþk denir. Hakk Taâlâ, haddi aþmakla vasýflandýrýlmaz, þu halde aþk ile de tavsif edilemez. Bütün mahlukâta ait sevgilerin hepsi toplansa da bir þahsa verilse, bu þahýs Hakk Taâlâ´ya aþýk oldu denilemez.
Hakk Taâlâ kuluna âþýk oldu, diye tavsif edilemiyeceði gibi, kul da Hakk Taâlâ´nýn sýfatý hakkýnda; O´na âþýk oldu, diye tavsif edilemez. Bunun için ´aþk, red ve inkâr olunmuþtur´. Aþkýn Hakk Taâlâ´nýn vasfý olmasý mümkün deðildir. Hakk´ýn kula veya kulun Hakk Taâlâ´ya âþýk olmasý imkânsýzdýr» (160).
Þeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin Mansur b. Abdullah´tan þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Þiblî: Mahabbet, benim gibi (âciz ve kusurlu) birisini seviyor, diye sevgilini kýskanmandýr», demiþtir. (Ýlâhî sevgi sana lâyýk olmaktan çok yücedir).
Sülemî´nin Ebu Hüseyn Fârisî´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Mahabbetten sorulduðu zaman Ýbn Atâ: Mahabbet, kalplere dikilen fidanlardýr, aklýn ölçüsünde meyve verir, demiþti». (Aþk, âþýkýn kabiliyeti ve istidadý nisbetinde semere verir, aþk fidan, akýl bu fidanýn dikildiði topraktýr).
Sülemî´nin Nasrabâzî´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Nasra-bâzî mahabbet vardýr ki, kan dökülmesine mani olur, mahabbet vardýr ki, kan döker, demiþtir». (Nimetini görme mahabbeti, nimeti vereni görme mahabbeti, þeriat mahabbeti ve hakikat mahabbeti gibi).
Sülemî´nin Muhammed b. Ali Alevî´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Cafer, Semnûn´un þöyle dediðini iþitmiþ: Allah Taâlâ´yý sevenler dünya ve âhiret þerefi ile gittiler. Çünkü Nebî (s.a.): ´Kiþi sevdiði ile beraberdir´, buyurmuþtur» (161).
Hakk´ý sevenler Hakk Taâlâ ile beraberdirler.
Yahya b. Muaz, «Hakiki mahabbet ezâ ve cefâ ile eksilmez, iyilik ve ihsan ile artmaz», demiþtir. Yine bu «Hüküm ve hududuna riayet etmeden onu sevdiðini iddia eden samimi deðildir», demiþtir.
Cüneyd, «Mahabbet sahih ve kâmil olursa edebe riayet þartý ortadan kalkar», (Samimiyet resmiyete manidir), demiþtir.
160. Sûfîler VI/XII. asrýn sonuna kadar Allah sevgisi tabiri yerine Allah aþký tabirini kullanmaktan hoþlanmazlardý. Ahmed Gazzalî, Fahreddin Irakî, Ýbn Farýz ve bilhassa Sultanu´l-âþýkîn Hz. Mevlanâ´dan sonra daha çok Allah aþký tabiri kullanýlmýþtýr. «Allah´a âþýk oldum» sözünü ilk söyliyen Ebu Hüseyn Nuri´dir. Bk. Telbisu Ýblis, s. 165.
161. Buharî, Edeb, 6; Müslim, Birr, 50.
Denilmiþtir ki sultan hitap ederKen resmiyete ve saygýya delâlet eden sözler kullanmaz, sade; ey falan, Ahmet, Mehmet, der. Halbuki halk onun oðluna hitap ederken külfetli ve resmi bir dil kullanýr».
Kettânî, «Mahabbet bütün tercihlerin sevgili lehinde yapýlmasýdýr», demiþtir.
Bündâr b. Hüseyn anlatýyor: «Beni Amir´in Mecnun´u rüyada görülmüþ ve: Allah sana nasýl muamele eyledi? diye sorulmuþ. O da: Beni affetti ve âþýklar üzerine hüccet kýldý, demiþti». (Meþhur Mec-nun´a Benî Amir mecnunu denir).
Ebu Yakub Sûsî, «Hakiki mahabbet, kulun Allah´tan gelen haz ve nimeti düþünmemesi ve ona olan ihtiyaçlarýný unutmasýdýr». (Sadece zât-ý akdesi düþünmesidir), demiþtir.
Hüseyn b. Mansur Hallaç, «Hakiki mahabbet kendi vasýflarýný söküp atmak suretiyle sevgili ile beraber bulunmaktýr», demiþtir.
Þeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´den iþittim: «Nasrabâzi´ye, mahabbetten nasibin yok mu (ki öyle konuþuyorlar?) diye sorulmuþ. O da: Doðru söylemiþlerdir. (O´na layýk mahabbetten. nasibim yoktur). Fakat mahabbet ehlinin hasreti içindeyim. Ýçinde yanýp kavrulduðum þey budur, demiþti».
Yine Sülemî´den duydum: «Nasrabâzî; mahabbet, her halükârda þen ve þakrak olmaktan uzaklaþmaktýr, demiþ ve sonra þu þiiri okumuþtu: Uzun bir aþk hayatý yaþýyan kimse neþenin zevkini tadar, fakat ben Leylâ´ya âþýk olduðumdan beri böyle bir zevk hâlini tatmýþ deðilim. Leylâ´nýn vuslatýndan elde ettiðim en büyük haz, parlayan bir þimþek gibi bir var, bir yok olan tatlý bir hülya ve rüya idi».
Muhammed b. Fazl, «Mahabbet, sevgilinin mahabbeti hâriç, gönülden her nevi sevginin zail olmasýdýr», demiþtir.
Cüneyd, «Mahabbet (bir nimete) nail olma bahiskonusu olmaksýzýn meyildeki ifrattýr» (Kalbin meylidir), demiþtir.
Mahabbet, sevgiliden gönüllere gelen bir teþviþ (ve zihin karýþýklýðý) dýr, denilmiþtir. (Zihin teþviþi aþkýn eseridir).
Mahabbet, murad ve sevgiliden gelip kalbe düþen bir fitnedir, denilmiþtir.
Ýbn Atâ þu þiiri okumuþtur:
«Mahabbet ehli olan âþýklar için bir aþk fidaný diktim. Benden önce aþkýn ne olduðunu hiç kimse bilmezdi. Bu fidan yeni yapraklanacak, dal verecektir.
Mahabbetin evveli aldanmak, (naz cilve) sonu kati olunmaktýr (fena), denilmiþtir. (Aþk, cilve ile baþlar, felâketle neticelenir).
Resûlüllah (s.a.) in: «Bir þeyi (aþýrý derecede) sevmen gözünü kör, kulaðýný saðýr eder» (162) sözünü izah ederken, üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in þöyle dediðini iþitmiþtim: «Kýskançlýk sebebiyle gözün kör olur da baþkasýný göremezsin; heybet hissi sebebiyle kulaðýn saðýr olur da sevgilinin sesini iþitemezsin». Ebu Ali daha sonra þu þiiri okudu:
«(Allah bana) zuhur ve tecelli ettiði zaman üzerimi bir azamet ve haþmet hissi kaplar. Sonra (daha büyük müþahedelere istekli olduðumdan) hiç bir þey vârid olmamýþ ve zuhur etmemiþ gibi bir hâle dönerim.
Haris Muhasibi, «Mahabbet, önce bütün mevcudiyetinle bir þeye meyletmen, sonra onu nefsine, ruhuna ve malýna tercih etmen, sonra hem sýrren ve hem de alenen ona muvafakat etmen ve daha sonra ona olan sevginde kusurlu olduðunu bilmendir», demiþtir.
Seriyyu´s-Sakatî, «Biri diðerine ´Ey ben´ demedikçe, iki kiþi arasýndaki mahabbet sâlih ve sahih olmaz». (Ýki âþýktan her biri kendini diðerinde fâni kýlmalýdýr. Ene´l-Hakk, Sen bensin, ben senim), demiþtir.
Þiblî, «Âþýk (muhib) susunca, arif konuþunca mahv olur», demiþtir. (Âþýk daima sevgilisini zikreder, arif sevgilisine ait müþahedeleri zikre kadir olmadýðý için susar, sadece onu temaþa eder).
Mahabbet kalpte bulunan ve sevgilinin murad ve arzusundan baþka her þeyi yakan bir ateþtir, denilmiþtir.
Mahabbet, (maþuka itaat için) olanca gücün sarfedilmesi ve sevgilinin dilediði gibi hareket etmesidir, denilmiþtir.
Nuri, «Mahabbet perdeleri yýrtmak, sýrlarý keþfetmektir», demiþtir.
Ebu Yakub Tûsî, «Mahabbet, mahabbetin bilgisini yok ederek, mahabbeti görme hâlinden mahbûbu görme hâline çýkmaktýr». (Sevgiliyi þuura yerleþtirmek ve sevgiyi þuurdan silmektir), demiþtir.
Cafer, Cüneyd´in þöyle dediðini nakleder: «Serî, elime bir kâðýt parçasý verdi ve: Bu senin için yediyüz kýssadan ve fevkalâde menkýbeden daha hayýrlýdýr, dedi. Kâðýtta þu þiir yazýlý idi: Âþýký olduðunu dinlerken çaðýrana cevap vermeye kadir olamaz. Aþk insaný o Kadar zayif ve arýk hale getirir ki, onda aðlayan ve niyazda bulunan bir göz bebeðinden baþka bir þey kalmaz».
Ýbn Mesrûk, «Âþýk Semnûn, mahabbet konusunda konuþurken mesciddeki kandillerin hepsinin paramparça olduðunu gördüm», demiþtir.
Ýbrahim b. Fâtik mescidde oturup mahabbetten bahseden Sem-nûn´u dinliyordu. O esnada küçük bir kuþ gelmiþ, Semnûn´a yaklaþmýþ, sonra biraz daha yaklaþmýþ, sonra durmadan yaklaþmaya devam etmiþ, en nihayet eline konmuþ, sonra kan akýtýncaya kadar gagasýný yere vurmuþ ve en sonra da ölmüþtü.
Cüneyd, «Maksada ve menfaata dayanan her sevgi, o maksadýn ortadan kalkmasý ile ortadan kalkar», demiþtir. (Mecazi aþkta olduðu gibi).
Derler ki: Bir kere Þiblî týmarhaneye hapsolunmuþtu. Bir cemaat onu ziyaret için geldi. Þiblî onlara, «Siz kimsiniz?» dedi. Onlar: Seni seven dostlarýnýz, ey Þiblî, dediler. Þiblî bu cevabý alýnca hemen onlarý taþlamaya teþebbüs etti, onlar da oradan kaçtýlar. Bunu gören Þiblî, «Beni sevdiðinizi iddia ediyorsunuz, o halde belâma sabrediniz», dedi ve þiiri okudu:
«Ey kerem sahibi efendim, sevginizin ikâmet yeri kalptir. Ey gözlerimden uykuyu kaldýran, Sen baþýma geleni çok iyi biliyorsun!»
Yahya b. Muaz, Bayezid Bistamî´ye: «Mahabbet kadehinden o kadar çok içtim ki sarhoþ oldum», diye yazmýþ. Bayezid de: «Baþka biri semavât ve arzýn okyanuslarýný içtiði halde hâlâ (aþk þarabýna) kanmýþ deðildir, dilini dýþarý çýkarmýþ; daha yok mu? demektedir», diye cevap vermiþti.
Þu þiir bu makamda okunur:
«Rabbýmý zikrettim, diyene þaþarým. Onu unuttum mu ki hatýrlayayým, seni zikrettiðim zaman ölür, sonra yine dirilirim. Ama hakkýnda hüsnüzan sahibi olmasaydým, dirilmezdim. Sevda ile yaþar, þevk ile ölürüm. Senin için nice kere ölür ve dirilirim. Aþk þarabýný kadeh kadeh içtim. Ne þarap bitti, ne de ben kandým!»
Derler ki: Allah Taâlâ, Ýsa (a.s.) ya þunu vahyetti: «Bir kulun kalbine bakar da içinde dünya ve âhiret sevgisinin bulunmadýðýný görürsem, o kalbi sevgim ile doldururum».
Mahabbet, eserini silen þeydir, denilmiþtir. (Sevgi, nefsaniyet-ten eser býrakmaz).
Mahabbet sarhoþluktur, seven sevgilisini temaþa etmedikçe ayýlmaz, denilmiþtir. (Þükr ve sahv hâli). Temaþa anýnda husule gelen sarhoþluk hâli tavsif edilemez. Þu þiir bu mânada okunur:
«Meclis ehlini, kadehin döndürülmesi sarhoþ etti. Benim sarhoþluðum ise kadehi döndürendendir».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) sýk sýk þu þiiri okurdu:
«Benim iki sarhoþluðum var; nedimlerin ve dostlarýn ise bir. Bu sarhoþluktan biri sadece bana hastýr». (Baþkalarýný sevgi sarhoþ etti. Beni ise hem sevgi, hem de sevgili sarhoþ etti).
îbn Atâ, «Mahabbet (kusurludur, diye nefis üzerine) devamlý surette azar ve tekdiri tatbik etmektir», demiþtir.
Üstad Ebu Ali, Feyrûz adýndaki cariyesini fazla severdi. Çünkü ona çok hizmet etmiþti. Üstadýn þöyle dediðini iþittim: «Bir gün Feyrûz beni üzüyor ve bana karþý uzun dillilik ediyordu. Durumu gören Hafýz Ebu Hasan, cariyeye-. Bu ihtiyara neden eziyet ediyorsun? deyince; cariye: Çünkü onu seviyorum, demiþti». (Seven sevgilisinin eza ve cefasýna katlanmalýdýr).
Yahya b. Muaz, «Hardal tanesi kadar mahabbet, mahabbetsiz yetmiþ sene ibadetten daha çok hoþuma gider», demiþtir.
Derler ki: Bir delikanlý bir bayram günü yüksek bir damdan kendisini halka gösterdi ve: Aþktan ölen böyle ölsün, bir aþk ki, insaný öldürmez, onda hayýr yoktur, dedi ve kendisini yere atarak can verdi.
Hikâye edilir ki: Biri Hindli bir cariyeye âþýk olmuþtu. Sonra cariye o memleketten baþka bir memlekete göçmüþtü. Adam cariyeye veda için çýkmýþ, fakat gözünün biri aðladýðý halde öbürü aðlamamýþtý. Adam aðlamayan gözünü seksen dört sene kapalý tutmuþ ve açmamýþtý. Sevgilinin ayrýlýþýna aðlamadý, diye onu böyle cezalandýrmýþtý. Þu þiir bu mânaya gelir:
«Ayrýlýþ sabahýnda gözümün biri yaþ akýttý, diðeri aðlamakta cimrilik yaptý. Göz yaþý dökmede cimrilik eden gözü, vuslat gününe kadar kapalý tutmak suretiyle cezalandýrdým».
Yahya b. Muaz, «Kim mahabbeti, buna ehil ve lâyýk olmayanlar üzerine yöneltirse hüsrana uðrar.
Bir gün maþuk aþýkýna iþte þu kardeþim, benden daha güzel ve daha yakýþýklý, demiþ. Adam yüzünü kardeþine çevirince, genç adam. Bize âþýk olduðunu iddia ettiði halde bizden baþkasýna bakanýn cezasý budur, demiþ ve o þahsý damdan aþaðý atmýþtý.
Semnûn, mahabbeti marifetten üstün tutardý. Fakat sûfîlerin çoðu marifeti aþktan üstün tutmaktadýrlar. Tahkik ehline göre mahabbet zevk u safada helak olmak, marifet ise hayret içinde temaþa ve heybet içinde fena hâlinde olmaktýr.
Ebu Bekir Kettânî anlatýyor: «Mekke´de bir hac mevsiminde mahabbet meselesi konuþulmuþ, þeyhler de bu konuda fikirlerini söylemiþlerdi. Bunlarýn yaþça en küçük olaný Cüneyd idi. Þeyhler ona: Ey Iraklý, sen de daðarcýðýnda olaný ortaya koy, demiþler. Bunun üzerine Cüneyd baþýný önüne eðmiþ, gözlerinden yaþ boþaltmýþ ve þöyle demiþti: Bir kul ki, nefsinden geçer, Rabb´ýna vâsýl olur. Onun hukukunu edâ etmekle meþgul olur, kalbi ile ona bakar, onun zâtýnýn nurlarý kalbini yakar, aþkýnýn kadehinden saf bir þekilde içer, Cebbar olan Allah gayb perdelerinin arkasýndan ona tecelli eder. Böyle bir kulun konuþmasý Allah ile, söz söylemesi Allah´tan, harekete geçmesi Allah´ýn emri ile, sükûnu Allah´la beraberdir. Þu hâlde bu durumda bulunan kul Allah ile, Allah için ve Allah´la beraber olur. Bu sözleri dinleyen þeyhler aðladýlar ve: Bu konuda bundan fazla bir þey söylenemez. Ey ariflerin tacý, Allah seni sâlih bir kiþi eylesin, dediler».
Derler ki: Allah Taâlâ, Davud (a.s.) a þöyle vahyetmiþti: «Ey Davud, baþka birinin mahabbetinin bulunduðu kalplere Benim mahabbetimin girmesini haram kýlmýþýmdýr».
Fudayl b. tyaz´ýn hizmetçisi Ebu Abbas anlatýyor: «Bir kere Fudayl´ýn idrarý tutulmuþtu. Fudayl ellerini semâya kaldýrmýþ ve: Allah´ým! Sana olan mahabbetim hürmetine bevlimi salýver, diye dua etmiþ ve biz oradan ayrýlmadan þifa bulmuþtu».
Denilmiþtir ki: Aziz´in karýsý Zeliha´nýn yaptýðý gibi; mahabbet, sevgiliyi nefsine tercih etmendir. Zeliha aþkýn son raddesine varýnca, «Yusuf´a seviþmeyi ben teklif ettim», demiþti. Halbuki ilk zamanlarda kocasýna: «Ailene kötülük yapmak isteyen birinin cezasý zindana atýlmaktan veya elim bir þekilde iþkence yapýlmaktan baþka ne olabilir?» demiþti. Böylece baþlangýçta günahý Yusuf´a yüklediði halde aþkýn doruðuna varýnca sevgilisini kendine tercih etmiþ ve suçu üstlenmiþti.
Ebu Said Harraz´ýn þöyle dediði hikâye olunur: «Nebi (s.a.) yi rüyamda gördüm ve: Ya Resûlallah! Beni mazur gör. Zira Allah´ýn mahabbeti senin mahabbetinle meþgul olmama imkân vermiyor, dedim. Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: Ya Mübarek! Bilmez misin ki, Allah Taâlâ´yý seven, beni sevmiþ olur». (Sevgilisini seven, sevgilisinin sevgilisini de sever).
Rabiatü´l-Adeviyye´nin münacaatýnda þöyle dediði nakledilir: «Ýlâhi, Seni seven bir kalbi ateþte yakacak mýsýn?» Bunun üzerine Rabia, hatiften þöyle bir ses iþitti: Böyle yapacak deðiliz, hakkýmýzda sûi zanda bulunma!
Derler ki: Hub iki harftir. «Ha» ve «ba». Bununla þu hususa iþaret edilmiþtir, «Âþýk olan, ruhundan ve bedeninden çýksýn». («Ha» ruhun hasý, «ba» bedenin basýdýr).
Sûfilerin mutlak olarak kullandýklarý þu tarifte hemen hemen ittifak ve icma hasýl olmuþtur: Mahabbet muvafakattan ibarettir. Muvafakat þekillerinin en mükemmeli ise kalp ile olan muvafakattir (Mahabbet, itaat ve rýzâ hâlidir). Mahabbet zýttýyetin ve muhalefetin yok olmasýný icabettirir. Zira âþýk ebedî olarak maþuku ile beraberdir. Bu konuda hadis de vârid olmuþtur:
Nebi (s.a.) ye: Bir adam, bir kavmi sever, fakat (amel bakýmýndan) onlara yetiþmezse, durumu ne olur?» diye sorulmuþ. Resûlüllah (s.a.) da, «Kiþi sevdiði ile beraberdir», buyurmuþtu. (Amel etmese bile sevdiði ile olacak veya seviyorsa amelde onlara muvafakat eder, onlarla birlikte hareket eder, demektir).
Ebu Hafs, «Ekseriya hâllerin fesada uðramasýnýn sebebi üçtür: Ariflerin fýský, âþýklarýn ihaneti, müritlerin yalaný», demiþtir.
Ebu Osman bu sözü tefsir ederken, ariflerin fýský gözü, dili ve kulaðý dünyevî sebep ve menfaatlara salývermek; âþýklarýn ihaneti, karþýlaþtýklarý hususlarda hevâ ve heveslerini Allah (Azze ve Cellenin rýzâsýna tercih ve takdim etmek; müritlerin yalaný, Allah (Azze ve Celle) in zikrinden ziyade, halkýn zikrinin ve halký görmenin galebesi altýnda olmak, tarzýnda olur, demiþtir.
Ebu Ali Mümþad b. Said Akberi diyor ki: «Erkek bir serçe, diþi bir serçe ile Süleyman (a.s.) ýn camýnýn kubbesinde çiftleþmek istedi, fakat diþi serçe bundan kaçýndý. Erkek serçe diþisine: Neden bu iþi yapmama mâni oluyorsun, ben istesem þu kubbeyi Süleyman´ýn baþýna yýkarým, dedi. Süleyman (a.s.) serçeyi çaðýrdý ve:
Bunu nasýl yapabilirsin diye sordu. Sana kýzmýyorum aþký ile sermest olan kiþi dilediðini söyler. Bundan dolayý sorumlu olmaz. Hz. Mevlâna´nýn dediði gibi; aþk âþýký yakmýþ ve kül etmiþtir. Kuraklýkla harap olan köyden öþür alýnmadýðý gibi, aþkýn yaktýðý þahýstan da edebe ve hükümlere riayet etmesi istenemez).
radyobeyan