Kuþeyri Risalesi
Pages: 1
Makamlar By: derya Date: 13 Ocak 2010, 10:50:24
MAKAMLAR

Þimdi sýra, sülük sahipleri için (Hakk´a giden yolda birer menzil, durak ve) basamak olan makamlarýn açýklanmasý bahsine gelmiþ bulunmaktadýr. Ondan sonra da Allah Taâlâ´nýn fazlý ve lutfu ile kolaylaþtýrdýðý nisbette hâllerin (ahval) tafsilâtlý bir þekilde anlatýlacaðý bölümlere geçilecektir, Ýnþaallah Taâlâ...

1. Tevbe

Allah Taâlâ: «Ey iman edenler, hepiniz toptan Allah´a tevbe ediniz, umulur ki, felah bulursunuz» (Nur, 24/31), buyurmuþtur (1).

Hz. Enes, Resûlüllah (s.a.) dan þu hadisi rivayet etmiþtir: «Günahtan tevbe eden, günahsýz gibidir. Allah bir kulunu sevdi mi, günah ona zarar vermez (çünkü tevbe etmesini nasip eyler)». Bundan sonra Resûlüllah: «Þüphesiz ki, Allah tevbe edenleri sever, tertemiz olanlarý sever» (Bakara, 2/222) mealindeki âyeti okudu. Ya Resûlallah, tevbenin alâmeti nedir? diye sorulunca: «Piþmanlýk» (nedamet)» buyurdu (2).
Enes b. Mâlik, Nebi (s.a.) nin: «Allah´ýn en çok sevdiði kimse, tevbe eden. gençtir,» buyurduðunu rivayet etmiþtir (3).


Tevbe, sâliklerin (vuslata ermeleri için uðradýklarý) menzillerden ilk menzildir. Taliplerin (ulaþtýklarý) makamlardan birinci makamdýr.

Tevbenin Arap dilindeki hakiki mânasý dönmek (rücû´) tir. «Tevbe etti», «döndü,» demektir. Þu halde tevbe, þeriatýn yerdiði þeyden övdüðü þeye dönmektir. Resûlüllah (s.a.): «Piþmanlýk tevbedir», buyurmuþlardýr (4).
Ehl-i sünnetin (kelâm) âlimleri, sahih bir tevbenin üç þartý vardýr, demiþlerdir: Þeriata muhalif iþleri yapmaktan nedamet duymak, hatalý (ve günah olan þeyleri) derhal terketmek, eskiden iþlenen günahlarýn benzerlerini yapmamaya azmetmek. Sýhhatli bir tevbe için hadiste geçen «.Nedamet tevbedir» sözü «Tevbenin büyük bir kýsmýný nedamet teþkil eder» mânasýna gelir ve bu hususu kesinlikle ifade eder. Nitekim Resülüllah (s.a.): «Hac, Arafat (da vakfeye durmak) dýr,» buyurmuþlardýr. Bu Hac ile ilgili erkânýn çoðu Arafat´ta vakfeye durmaktýr mânasýna gelir. Yoksa Haccýn Arafat´ta durmaktan baþka rüknü yoktur, demek deðildir. Haccýn en büyük rüknü vakfedir, demektir. Ayný þekilde «Nedamet (piþmanlýk) tevbedir» hadisi de tevbenin en büyük rüknü nedamettir, mânasýna gelir.

Tevbe bahsini krþ: Lýuna, s. 43; Keþfu´l-mahcûb, s. 378; Kûtu´l-kulûb, I, 36L; Ta´arruf, s. 92; Ýhya, IV, 2; Avarifu´l-maarif, I, 317.

1. Tevbe, lügatta: Dönmek, vazgeçmek, terketmek, ayrýlmak, rucü´ etmek. Istýlahta: Günahý terkederek iyi amele, isyaný býrakarak itaate dönmek, eskiden iþlenmiþ günahlardan ötürü nedamet ve piþmanlýk duymaktýr.
2. Ýbn Mâce, Zühd, 30; Aclûnî, I, 296.
3. Süyûtît II, 151.
4. îbn Mâce, Zühd, 30; Ýbn Hanbel, I, 376

Hakikat ehli (olan sûfîlerden): Hakiki tevbede (tevbenin gerçekleþmesinde) nedamet kâfidir, çünkü diðer iki rükün nedametin peþinden gelir, ona tâbidir, Þüphesiz-ki, bir kimsenin ýsrarla yapmakta olduðu veya ilerde yapmaya azmettiði bir iþin benzerinden nedamet duymasýný tasavvur etmek mümkün deðildir, demiþlerdir. (Ýnsan yapmakta olduðu veya yapmaya karar verdiði bir þeyin benzerinden piþman olmaz).

Tevbenin mânasý kýsaca bundan ibarettir. Tevbenin þerh ve izahýna gelince: Þüphesiz ki tevbenin bir takým sebepleri, dereceleri ve kýsýmlarý mevcuttur. Bunlardan ilki kalbin gaflet uykusundan uyanmasý ve kulun içinde bulunduðu kötü hali görmesidir. Bunlarýn hepsine, Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´dan kalbe gelen yasaklayýcý emirleri can kulaðý ile dinliyerek Allah´ýn tevfiki (muvaffak kýlmasý) ile ulaþýlýr. Hadiste: «Her Müslüman kiþinin kalbinde Allah´ýn bir vaizi mevcuttur.» buyurulmuþtur. Baþka bir hadiste: «Þüphesiz ki bedende bir et parçasý vardýr, o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur, dikkat edin o kalptir.» (5) buyurulmuþtur.

Ýnsan yaptýðý þeyin kötü olduðunu kalbi ile düþünür (vicdaný ile hükmeder) ve iþlemekte olduðu kötü iþleri görürse, kalbine tevbe etme arzusu ve çirkin muameleleri söküp atma isteði doðar, o zaman Hakk Taâlâ kararý (ve azmi) düzeltmeyi, (iyi amele doðru) güzel bir dönüþ yapmayý ve tevbe sebepleri için hazýrlýklý olmayý insana nasip eder. Bunun ilki kötü insanlarla arkadaþ olmayý terk etmektir. Zira insaný bu maksattan uzaklaþtýran ve verilen saðlam karar konusunda tereddütlere düþüren kötü arkadaþtýr.

Tevbenin bu derecesi, müþahedenin sürekli olmasý ile tamamlanýr, baþka yoldan gerçekleþmez. Müþahede, müridin tevbeye olan raðbetini artýrýr, azmedileni tam olarak gerçekleþtirmeyi saðlayan bir
saiktir.Baþlamýþ olduðumuz güzel iþ ve ibadeti tamamlama hevesini güçlendirir). Böylece ýsrarla yapýlan çirkin fiillerle ilgili düðümler insanýn kalbinden çözülür, mahzurlu iþleri icra etmekten sâlik vaz geçer, dolu dizgin arzu (ve þehvet) peþinde koþan nefsine gem vurur, derhal günahtan uzaklaþýr, gelecekte de bu nevi fiilleri kesinlikle iþlememeye azmeder. Bundan sonra þayet kararýna uygun olarak hareket eder ve azminin icabettirdiði hususu gerçekleþtirirse, o hakikaten muvaffak olmuþtur, (Allah´ýn tevfikine nail olmuþtur) demektir. Þayet böyle yapmaz da tevbeyi bir veya birkaç defa bozar, fakat arzusu onu tevbeyi yenilemeye sevkederse —ki bu durumlara çok rastlanýr— bu halde de bu gibi kimselerin tevbeden ümit kesmemeleri icabeder. Zira her müddetin sýnýrý çizilmiþtir (kader ne ise o vukua gelecektir).

Ebu Süleyman Darâni´nin þöyle dediði hikâye olunur: «Bir vaizin meclisine devam ederdim. Bir seferinde sözü kalbime tesir etmiþti. Vaaz meclisinden ayrýldýðým zaman kalbimde bu tesirden eser kalmamýþtý. Ýkinci defa meclise geldim ve vaizin sözlerini dinledim, yine sözlerinin tesirinde kaldým. Meclisten ayrýldým, tesir yola kadar sürdü, sonra kayboldu. Üçüncü kere meclise geldim, bu sefer o kadar çok duygulandým ki, evime kadar bu tesir devam etti. Bunun üzerine (þeriata) aykýrý olan (mûsikî) âletlerini kýrdým ve (beni Allah´ýma ulaþtýracak olan) yolu tuttum.» Bu hikâye Yahya b. Muaz´a naklolununca: «Bir serçe bir turnayý avlamýþ,» demiþ. Serçe ile bu kýssacý vaizi, turna ile Ebu Süleyman Darâni´yi kastetmiþti.

Ebu Hafs Haddad´ýn: «Þu demircilik sanatýný birkaç defa terkettim, fakat tekrar baþladým. Sonra bu iþ beni terketti, bir daha ona dönmedim,» (çünkü bundan daha faziletli olan amellerle meþgul olmuþtum) dediði hikâye edilir.

Derler ki Ebu Amr b. Nüceyd (tasavvuf yolunun) baþlangýcýnda Ebu Osman´ýn sohbet meclislerine devam ederdi, sözlerinin tesirinde kaldý ve tevbe etti. Sonra bir ara iþi gevþetti (müritliðe ara verdi), Ebu Osman´ý gördükçe ondan kaçýyor ve meclislerine devam etmiyordu. Bir gün yolda Ebu Osman´la karþýlaþtý, yolu deðiþtirdi, baþka bir yola saptý, Ebu Osman onu takip etmeye baþladý ve nihayet yakaladý: «Evlâdým, sadece günahsýz (masum) olduðun zaman seni sevenle arkadaþlýk etme. Ebu Osman sadece bu nevi (gevþeklik) hâllerinde sana faydalý olur,» dedi. Bunun üzerine Ebu Amr tevbe etti, önceki müritlik haline döndü ve bunu baþarý ile devam ettirdi.
Ebu Ali Dekkak´ýn þunu söylediðini iþitmiþtim: «Müritlerden biri sohbetleri terketmiþ, yoldan çýkmýþtý.

Acaba tevbe hâline dönsem bunun hükmü nedir diye düþünürken hatiften bir ses ona: Ey falan, bize itaat ettin, biz de sana teþekkür ettik. Sonra bizi terkettin, biz de sana mühlet verdik, eðer (mehil müddeti içinde) bize dönersen seni kabul ederiz, dedi. Bunun üzerine genç müritlik hâline döndü ve bunda baþarýlý da oldu». Þu halde insan günahlarý terkeder, kalbindeki «günahda ýsrar» düðümünü çözer, bir daha bu nevi bir günaha dönmemeye azmederse, iþte o zaman kalbinde hâlis ve sâdýk bir nedamet hissi vücut bulur, bunun tesiriyle geçmiþteki iþlediði hata ve günahlara üzülür, elden çýkan (fýrsat ve) hallerinin hasreti ile yanar tutuþur. Ýþlediði kötü amellerden ötürü hüzünlenir, böylece tevbesi tamam hale gelir, mücâhedesi dosdoðru bir þekle girer, halk ile ihtilâtý terkederek halvete çekilir, artýk kötü insanlarla sohbet etmekten zevk almaz, tersine bu nevi dostluk onu sýkar, ürkütür, onlarsýz yaþamak ister, gecesi-gündüzü hasret içinde geçer, bütün hallerinde eseflenmeye dört elle sarýlýr, ibret gözyaþýný dökerek yanlýþ attýðý adýmlarýn izlerini siler, güzel tevbesi ile günah yaralarýný tedavi eder, akraný arasýnda solgunluðu ile tanýnýr, zayýflýðý ile halinin sýhhatli oluþuna istidlal edilir.

(Haklarýný yediði) hasýmlarýný razý edip yaptýðý haksýzlýklarý ödemedikçe, anlatýlan hususlardan hiç biri tam olarak yapýlmýþ olmaz. Çünkü tevbenin ilk derecesi imkân nisbetinde (hak sahibi olan) hasýmlarý razý etmektir. Eðer hak sahiplerine haklarýný vermeye (mâlî) gücü yeterse veya hak sahipleri âlicenablýk yaparak haklarýný ona helal kýlar ve onu ibra ederlerse ne alâ. Aksi halde mümkün olan en kýsa zamanda haklarý, hak sahiplerine ödemeye kalbi ile azmeder, diðer taraftan Hakk Taâlâ´ya yalvarýr, yakarýr, O´na sýðýnýr ve hak sahipleri için duada bulunur.
Tevbekârlarýn kendilerine has bir takým halleri ve sýfatlarý vardýr. Bu gibi haller, tevbekâr olanlarýn hasletlerini teþkil eder. Bunlar tevbenin sýhhatinin þartý olduðu için deðil, sýfatý olduðu için tevbe nevinden kabul edilir. Tevbenin mânasý hakkýnda þeyhler tarafýndan söylenen sözler buna iþaret eder.

Üstad Ebu Ali Dekkak´ýn þunu söylediðini iþitmiþtim: «Tevbe üç kýsýmdýr. Birincisi; tevbe, ortancasý-, inâbe ve sonuncusu; evbe adýný alýr. Tevbe bidayet, evbe nihayet, inâbe ise ikisinin ortasý kýlýnmýþtýr. Ceza görme korkusundan tevbe eden her insan tevbe sahibidir. Sevap tamahý ile tevbe eden her insan inâbe sahibidir. Sevap arzusu veya ceza korkusu ile alâkalý olmaksýzýn emre itaat için tevbe edenler ise evbe sahibidir ve en üstün olanlardýr.müminler, hepiniz Allah´a tevbe ediniz´ (Nur, 24/31) buyurmuþtur. Inâbe velî ve mukarreb olanlarýn sýfatýdýr. Yüce Allah: ´înâbeli bir kalb (yani gönül verme hali) ile geldi´ (Kaf, 50/33) buyurmuþtur. Evbe, nebi ve resul olanlarýn sýfatýdýr. Ulu Allah: ´O ne hoþ bir kuldur. Þüphesiz ki, o evbe sahibi (evvâb) dýr.´ (Sâd, 38/44) buyurmuþtur».

Cüneyd: «Tevbenin üç nevi mânasý vardýr: Birincisi; nedamet, ikincisi; Allah´ýn yasak kýldýðý þeyi tekrar iþlememeye kesinlikle karar vermek, üçüncüsü; iþlenen haksýzlýklarý telâfi etmek için çaba harcamak,» der.

Sehl b. Abdullah, «Tevbe, ilerde yaparým, sözünü terketmek (ve ilâhî emir ve nehiylerin gereðini derhal yerine getirmek) tir,» demiþtir.

Haris Muhasibi, «Hiç bir zaman Allah´ým, senden tevbe talebediyorum demedim. Fakat senden tevbe etme arzusunu ihsan etmeni istiyorum, dedim,» demiþtir.

Cüneyd diyor ki: «Bir gün Seriyyü´s-Sakati´nin yanýna gittim. Onu deðiþmiþ (ve üzgün) gördüm. Ne oldu? diye sordum. Þu cevabý verdi: Yanýma gelen bir delikanlý benden tevbenin ne olduðunu izah etmemi istedi. Günahýný unutmaman, diye cevap verdim. Genç bu na itiraz etti. Ve: Hayýr! Belki tevbe günahýný unutmaktýr, dedi. (Buna kýrýldým). Cüneyd: Benim kanaatim da, o gencin kanaati gibidir, deyince Seri bunun sebebini sordu. Cüneyd dedi ki: Allah beni cefa (günahkâr olma) hâlinden vefa (tevbe) hâline nakletse safa (tevbe) hâlinde cefa (günah) yi hatýrlamak cefa olmaz mý? Bunun üzerine Seri sükût etti».

Sehl b. Abdullah´a tevbenin ne olduðu sorulunca, «Günahýný unutmamalýdýr» demiþti. Cüneyd´e tevbenin ne olduðu sorulunca, «Günahýný unutmandýr» diye cevap vermiþti. Ebu Nasr Serrac der ki, Sehl bu sözü ile (tasavvufa yeni giren) müritlerle bazan tevbe eden, bazan tevbesini bozan günahkârlarýn hâline iþaret etmiþtir.
Cüneyd ise hakikat mertebesine ulaþanlarýn hâline iþaret etmiþtir. Çünkü Allah Taâlâ´nýn azameti ve zikrinin devamý gibi þeyler bunlarýn kalplerine galebe çaldýðý (ve tesir ettiði) için günahlarýný hatýrlayamazlar. Tevbenin ne olduðu sorulduðu zaman Ruveym´in «Tevbe, tevbeden tevbedir» (kiþinin kendisini tevbekâr olarak görüp buna deðer vermesinden tevbe etmesidir) diye verdiði cevap da buna benzer.

Ebu´l-Hüseyn Nuri, «Tevbe, Aziz ve Celil olan Allah hariç her þeyden dönmek (ve yüz çevirmek) tir,» demiþtir.
Abdullah Temimi, «Günah (ve hatadan) tevbe eden tevbekâr ile gafletten tevbe eden tevbekâr ve bir de iyi amellerini görüp (ona deðer vermekten) tevbe eden tevbekâr arasýnda ne kadar büyük fark var!» demiþtir.
Vâsitî der ki: «Nasûh (halis, Allah için olan) tevbe ile tevbekâr olan kimsede ne açýk, ne de gizli günahtan eser kalmaz, samimi bir þekilde (nasûh tevbesi ile) tevbe eden (hep Hakk ile meþgul olduðu için) nasýl akþamladýðýna ve sabahladýðýna aldýrmaz».

Yahya b. Muaz þöyle dua ederdi: «Ýlâhi! Huyumu bildiðim için, (günahýma) tevbe ettim, bir daha (hatalarýmý) tekrar etmiyeceðim, demiyorum. Aczimi bildiðim için, günahlarý terketmeyi garanti ediyorum da demiyorum, fakat þunu söylüyorum: Belki tekrar günah iþlemeden ölürüm de günaha dönmem».

Zunnûn, «Günahý kökünden söküp atmayan istiðfar (ve tevbe), yalancýlarýn tevbesidir,» demiþtir.
Ýbn Yezdanyâr´a: Kul Allah´a (vuslat için yola) çýkarsa hangi esas üzere olmalý, diye sorulmuþ. O da: «Terkettiði (hevâ, heves ve mala) dönmemek, vâsýl olmak istediði (Allah) tan baþkasýnýn (rýzâsýný) gözetmemek ve terkettiði (mal, hata ve günahla) ilgili düþüncelerden sýrrýný korumak esasý üzere hareket eder,» diye cevap vermiþti.

Ýbn Yezdanyâr´a soruldu: Bu anlattýklarýn varlýk olmaktan çýkýp uzaklaþanlar için bahiskonusudur, yoksulluktan çýkýp uzaklaþanlarýn hali nasýl olacak? Þu cevabý verdi: «Geçmiþteki acýlýðýn (ve fakirlik sýkýntýsýnýn) karþýlýðý olarak gelecekte zevk bulmak».

Bûþencî´ye tevbe nedir, diye sorulunca þu cevabý vermiþti: «(Ýþlediðin bir) günahý hatýrlar da, hatýrlama zamanýnda o günahtan hoþlanmaz (ve zevk almaz) san tevbe iþte odur».

Zunnûn þöyle der: «Tevbenin hakikati arzýn bütün geniþliði ile, karar (ve takatin) kalmayacak derecede baþýna dar gelmesidir. Sonra nefsinin de seni sýkmasýdýr. Nitekim Allah Taâlâ, Kur´an-ý Kerim´de: ´Canlarý sýkýlmýþtý, Allah´ýn gadabýndan yine Allah´ýn affýna sýðýnmaktan baþka çare olmadýðýný anladýlar. Sonra tevbe etsinler diye Allah onlara tevbe ihsan etti´ (Tevbe, 9/118) buyurulmuþtur».

Ebu Hafs´a, tevbekâr niçin dünyaya buðz eder? diye sorulunca: ?«Çünkü dünya günah iþlediði bir yerdir,» diye cevap vermiþti. Fakat dünya ayný zamanda Allah´ýn kula tevbe ihsan ettiði bir yer deðil midir? þeklindeki bir soruya þu cevabý vermiþti: «Öyledir amma kul günah iþlediðini kesinlikle bilmekte, fakat tevbesinin kabul edildiði hususunda endiþeli bulunmaktadýr».

Vâsîtî, «Davud (a.s.) un duyduðu (manevî) neþe (ve bu neþe içinde bulduðu) taat zevki onu derin hüzünlere boðdu. Davud (a.s.) ikinci halde (tevbe ve hüzün durumunda, taatmý görme ve ona deðer verme suretiyle) hakikî durumunun kendisinden meçhul kaldýðý birinci (neþe] halden daha üstün idi,» der.

Sûfîlerden biri yalancýnýn tevbesi dil ucu ile «estaðfirullah» (Allah´tan af dilerim) demekten ibarettir, demiþtir.

Ebu Hafs´a tevbenin ne olduðu sorulunca: «Kulun tevbede bir rolü yoktur, çünkü tevbe (ve dönüþ, önce Allah´tan) kuladýr, kuldan (Allah´a) deðildir». (Allah irade ederse kul tevbe eder) demiþtir.

Hakk Sübhanehu ve Taâlâ, Hz. Âdem´e þöyle vahyetmiþtir: «Ey Âdem! Sen (cennetten ayrýlmana sebep olan bir davranýþta bulunman sebebiyle) zürriyetine yorgunluk ve sýkýntýyý miras býraktýn. Ayný þekilde onlara (özür dileme ve hatayý kabul etme fazileti olan) tevbeyi de miras býraktýn. Zürriyetinden her kim ki senin gibi tevbe ederse, sana icabet ettiðim gibi icabet ederim. Ey Âdem! Tevbekâr olanlarý dualarý kabul edilmiþ, güler yüzlü ve müjde verilmiþ olarak kabirden mahþere getirerek haþredeceðim».

Adamýn biri Râbiatü´l-Adevî´yeye: Benim hata ve günahým çok, tevbe etsem Allah kabul eder mi? diye sordu. Râbia: «Hayýr! O sana tevbeyi nasibederse ancak o zaman tevbe edebilirsin», dedi.

Hakk Taâlâ´nýn: «Þüphesiz ki, Allah çok tevbe edenleri de sever, temizliðe çok dikkat edenleri de sever» (Bakara, 2/222) buyurduðunu bilmek icabeder. Günah iþleyen bir insan hatalý olduðuna kesinlikle inanýr, bu inançla tevbe eder, sonra tevbesinin kabulü konusunda þüphe eder, bilhassa tevbenin kabul edilmesinin hakký ve þartý Hakk Taâlâ´nýn sevgisine lâyýk (müstahak) bulunmak olduðuna inanýr, vasýflarý sebebiyle Allah´ýn mahabbetini hak etmekten uzak bulunduðuna dair nefsinde emmâreler bulunduðuna, kani olur. Bu durumda tevbe etmeyi gerektiren bir günah iþlediðine inanan kul için Allahtan af dilemek þart olur. Nitekim ecel gelinceye kadar (salih amel iþleme halinin devam etmemesi) endiþesini taþýmak lâzýmdýr, denilmiþtir.

Yüce Allah´ýn: «De ki; Allah´ý seviyorsanýz bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin» (Âli Imran, 3/31) buyurmasý bunu göstermektedir.

Devamlý istiðfar Resûlüllah (s.a.) in sünneti ve âdeti idi. Resûlüllah (s.a.): «Kalbimi bir perde (hicap) örter de (Allah ile arama gerilen bu perde) kalksýn diye günde yetmiþ kere estaðfirullah, (Allah´tan maðfiret diliyorum) derim,» (6) buyurmuþtur.

Yahya b. Muaz, «Tevbeden sonra iþlenen bir günah, tevbeden önce iþlenen yetmiþ- günahtan daha çirkindir,» der.

Ebu Osman, Aziz ve Celil olan Allah´ýn ´Onlarýn dönüþleri bizedir´ (Gâþiye, 88/25) sözünü: «Dinî hükümlere aykýrý hareket etme meydanýnda at bile oynatsalar onlarýn rücû´larý banadýr» (irâdeleri ile dönmezlerse mecburen döneceklerdir) þeklinde tefsir etmiþtir.

Bir gün vezir Ali b. Musa ihtiþamlý bir alayla birlikte atýna binmiþ gidiyordu: Onu tanýmayanlar hayretlerinden bu kimdir! Bu kim imiþ! demeye baþladýlar. Yolda duran bir haným: Ne zamana kadar bu kimdir, bu kim imiþ diyeceksiniz (ve dünya debdebesine hayret edeceksiniz). Bu Allah´ýn gözünden düþtüðü için gördüðünüz biçimde Allah´ýn belâya (Âhireti terkederek dünya ile meþgul olma musibetine) soktuðu bir kimsedir, dedi. Bu sözü iþiten Ali b. Musa evine döndü, vezirlikten istifa etti, Mekke´ye gitti ve orada mücavir hayatý yaþadý.

2. Mücâhede

Yüce Allah, «Bizim için mücâhede edenleri doðru yolumuza iletiriz, þüphe yok ki, Allah ihsanda bulunanlarla beraberdir» (Ankebut, 29/69) (7) buyurmuþtur.

Resûlüllah (s.a.) a, Cihâd´ýn en faziletlisi hangisidir? diye soru riyazet, temrin, perhizkârlýk ve imkanlarý zorlamamaktýr demiþtir

Mücâhede bahsini krþ: Ta´arruf, s. 141, 147; Keþfu´l-mahcûb, s. 251; Ku-tû´I-kulûb, II, 283.

6. Müslim, ZIkr, 41; Ebu Davud, Vitr, 26.
7. Mücâhede, lügatta: Cihâd, cenk ve harbetmek, çekiþmek, kavga etmek, cehd ve gayret sarfederek çalýþmak,

Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in þöyle dediðini iþitmiþtim: «Zahirini mücâhede ile süslendirenin sýrrýný Allah müþahede ile güzellendirir. Allah Taâlâ, «Bizim için mücâhede edenleri yolumuza iletiriz» (Ankebut, 29/69) buyurmuþtur.

Tasavvufî sülûkün baþlangýcýnda mücâhede sahibi olmayanlarýn bu yolun kokusunu bile koklayamýyacaklarýný bilmek lâzýmdýr.

Þeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin Ebu Osman Maðribî´den þunu naklettiðini iþitmiþtim: «Mücâhedeye dört elle sarýlmadan bu yolda kendisine bir þeyin feth ve keþf olunduðunu zanneden kimse hata içindedir».
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in, «Bu yolda bidayette ayakta durmayan (sýkýntý ve meþakket çekmeyen) nihayette oturamaz» (rahat ve huzur bulamaz) dediðini iþittim.

Ve yine Ebu Ali´nin, «Sûfîlerin, Hareket berekettir, demeleri, zahirdeki (mücâhede ile ilgili) hareketler sýrrî ve ruhî hareketlerin ve feyizlerin bereketli olmasýný gerektirir, mânasýna gelir,» dediðini iþitmiþtim.

Bayezid Bistamî þöyle demiþtir: «(Mücâhede konusunda) on iki sene nefsimin demircisi oldum, (nefsimi parlatmak için onu on iki sene dövdüm). Beþ sene nefsimin aynasý oldum. Bir yýl nefsimle kalbimin aynasýna baktým. Birden belimde bir zahirî zünnarýn durmakta olduðunu görmeyeyim mi? Bu zünnarý kesmek için on iki sene uðraþtým. Sonra yine baktým ve bu sefer içimde batini bir zünnarýn bulunduðunu gördüm. Bunu kesmek için de beþ sene didindim. Zünnarý nasýl kestiðimi düþünürken keþfim açýldý. Halka baktým, hepsini ölü halinde gördüm, cenaze namazlarýný kýlmak için üzerlerine dört kere tekbir getirdim».

Demirci demiri temizlemek ve düzeltmek için uðraþtýðý gibi on iki sene dýþ zahir yüzümü ve organlarýmý ýslah için çalýþtým, sonra içimde beni Haktan alýkoyan bir sak. Istýlahta: Nefs ile cenk etmek, nefse savaþ ilân etmek, nefse karþý açýlan savaþ. Cihâd-ý asgar, düþmana karþý açýlan savaþ, cihâd-ý ekber, nefsi en büyük düþman bilerek, onu ezmek ve öldürmek, nefsin kötü huylarýný yok etmek için giriþilen harekât, cimri bir adamýn ortaðýný hesaba çekmesi gibi nefsi hesaba çekmek, mürâkabe-i nefs, nefsânî arzularý kýrýp geçirmek, nefsi irâdenin kulu, hissi aklýn kölesi yapmak.

8. Tirmizî, Fiten, 13; Ebu Davud, Melâhim, 17; Ibn Mâce, Fiten, 3; Nesâî, Biat, 37; ibn Hanbel, III, 19.
zünnârýn bulunduðunu, yani halkýn amelimi görmelerini arzu ettiðimi anladým. Bu zünnarý kesmek, bu hissi içimden silmek için on iki sene çalýþtým. Bu sefer içimde bir zünnarýn, amelimi beðenme ve ona deðer verme duygusunun bulunduðunu fark ettim. Bu zünnarý kesmek, bu hissi yok etmek için beþ sene çabaladým. Bu iþi nasýl yaptýðýmý düþünürken keþfim açýldý ve hakikati olduðu gibi gördüm. Halký ölü olarak müþahede ettim, cenazelerini kýlmak için dört tekbir getirdim).

Cüneyd, Serî´nin þunu söylediðini nakletmiþtir-. «Genç arkadaþlarým! Benim yaþýma gelmeden evvel çok çalýþýnýz, yoksa benim gibi zayýflar ve benim gibi (amel ve ibadette) kusur edersiniz». Seri bu sözleri söylediði zaman hiç bir genç ibadette ona yetiþemiyordu.

Hasan Kazzaz demiþtir ki: «Þu tasavvuf iþi üç þey üzerine kurulmuþtur. Zaruret olmadýkça yememek, uykuya maðlub olmadan uyumamak ve mecburiyet olmadan konuþmamak».

Ýbrahim b. Edhem der ki: «Bir kimse þu altý adet sarp yolu ve çetin engeli aþmadýkça salih insanlar derecesine ulaþamaz: Birincisi! Nimet kapýsýný kapatýp þiddet ve sýkýntý kapýsýný açacak, ikincisi; Ýzzet (þan ve þöhret) kapýsýný kapatýp zillet kapýsýný açacak, üçüncüsü; Rahatlýk kapýsýný kapatýp cehd ve gayret kapýsýný açacak, dördüncüsü; Uyku kapýsýný kapatýp uykusuzluk kapýsýný açacak, beþincisi; Zenginlik kapýsýný kapatýp fakirlik kapýsýný açacak, altýncýsý; Emel (tûl-ý emel) kapýsýný kapatýp ölüme hazýr olma kapýsýný açacak».

Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin ceddi Ebu Amr b. Nüceyd´den þu sözü naklettiðini iþittim: «Nefsi aziz olanýn dini zelil olur» (nefsine deðer veren dinine kýymet vermez).

Ebu Ali Rûzbârî: «Beþ gün hiç bir þey yemiyen bir sûfi acým, derse onu pazarda çalýþmaya mecbur edin ve maiþetini, kazanarak temin etmesini emredin» (Baþkasýndan dilenerek sûfîlik olmaz).

Mücâhedenin aslýný ve esasýný, (çocuðu sütten keser gibi) nefsi alýþkanlýklardan kesmek, her zaman arzusunun aksine sevketmek teþkil eder. Bunu böyle bilmek lâzýmdýr. Nefsin hayýr iþlemesine engel olan iki sýfatý vardýr: Nefsanî arzulara dalmasý, taattan kaçýnmasý. Nefis, hevâ ve heves atýna binip serkeþlik etti mi, ona takva gemi (dizgini) ile hâkim olmak icabeder, emredileni yapmada ayak diredi mi, onu isteðinin aksi istikamete sevketmek gerekir. Nefis atýný dizginlemekten güzel netice veren bir tedbir yoktur. Nefis benlik ve ahmaklýk þarabýný içip sarhoþ oldu mu, kendisine ait güzel iþleri açýklamaktan, kendine bakan veya onu düþünenlere süslü ve ihtiþamlý görünmekten baþka bir þeyi gözü görmez. Diðer þeylerden sýkýlýr, o zaman yapýlmasý icabeden þey; nefse deðersiz, hor ve hakir oluþunu; aslýnýn çirkin, iþinin pis olduðunu hatýrlatmak suretiyle onun gururunu kýrmak ve zillet cezasý ile cezalandýrmaktýr.

Avam ameli mükemmel yapmak için çabalar, havassýn maksadý ise manevi halleri saf vaziyete getirmektir. Zira açlýða göðüs germek ve uykusuz kalmak kolay ve basittir. Halbuki huylarý tedavi ile deðiþtirmek ve süfli arzulardan arýnmak zor ve sýkýntýlý bir iþtir.

Nefsânî felâketlerin, anlaþýlmasý oldukça güç olaný, bir insanýn, halkýn kendisini methetmesinden zevk almasýdýr. Halkýn kendisini methetmesi þarabýndan bir yudum içen, gökleri ve yeri kirpikleri üzerine yüklenmiþtir (büyük bir manevi yükün altýna girmiþtir). Bunun alâmeti bu þarabý içmediði ve halk tarafýndan övülmediði zaman insana tenbellik ve gevþeklik halinin arýz olmasýdýr.

Þeyhlerden biri senelerce kendi camiinin ilk safýnda defalarca namaz kýlmýþtý. Bir gün bir mazereti erkenden camiye gitmesine engel oldu. Onun için o gün namazý son safta kýldý. Bu zat bundan sonra bir müddet camide görülmedi. Camiye neden gelmediði soruldu, þöyle dedi: Þu kadar senenin namazlarýný kaza ediyordum, ben bu namazlarý kýlarken ihlasla Allah´a ibadet ettiðime kani idim. Halbuki bir gün mescide geç gelmem ve halkýn beni son safta görmeleri mahcup olmama sebep oldu. O zaman anladým ki, bir ömür boyu duyduðum manevi neþe ve istek, halkýn beni ilk safta görmelerinden ileri gelmekte idi. Bunun için namazlarýmý kaza ettim.

Ebu Muhammed Mürtaiþ´in þöyle dediði hikâye edilmektedir: «Tecrid þartý ile (aç ve susuz) þu kadar hac yaptým. Bunlarýn hepsinin (nefsanî) hazlarla karýþýk ve þaibeli olduðu bana malûm oldu. Þöyle ki: Bir gün annem kendisine bir testi su vermemi istedi. Bu nefsime aðýr geldi. Anladým ki hac yapma konusunda nefsimin bana itaatta bulunmasý (ilâhi deðil) beþerî bir zevkin ve nefsanî bir þâibenin tesiri ile vukua gelmektedir. Çünkü nefsim fâni olsaydý þeriatta hak olaný yapmak bana zor gelmezdi».

Yaþý epeyce ilerlemiþ ihtiyar bir kadýn vardý. Halinden sorulduðunda, gençlik zamanýnda kendimde neþe ve vecd hâlleri buluyordum.

Ebu Ali Dekkak´ýn þunu söylediðini duymuþtum: «Bu hikâyeyi dinlemiþ olan hiç bir þeyh yoktur ki, bu kadýna karþý rikkat ve þefkat duymamýþ ve ´O insaflý bir haným idi´ dememiþ olsun».

Zunnûn: «Allah hiç bir kuluna, nefsinin zilletini göstermek suretiyle verdiði izzetten daha önemli bir izzet vermemiþtir. Allah hiç bir kuluna, nefsinin zilletini görmesine mani olmak suretiyle verdiði zilletten daha kötü bir zillet vermemiþtir».

Ýbrahim Havvas, «Beni korkak ve çekingen kýlan her þeye cesaretle giriþirim» (mücâhede hamleci ve müteþebbis olmaktýr) demiþtir.

Muhammed b. Fadl, «Rahat, nefsani arzulardan halas olmaktýr,» demiþtir.
Ebu Ali Rûzbâri, «Ýnsanlara felâket þu üç yoldan gelir: Hasta tabiat ve mizaç, itiyadlara sýký baðlýlýk, kötü arkadaþlýk». Rûzbâri: Hasta tabiatla neyi kastediyorsun? sorusuna: «Haram yemeyi»; itiyad (ve alýþkanlýk) lara sýký sarýlma ile neyi kastediyorsun? sorusuna: «Harama bakmayý ve gýybet dinlemeyi»; kötü arkadaþlýkla neyi kastediyorsun?" sorusuna, «Nefiste þehvet coþunca ona uymayý», (yani nefisle dostluk yapmayý) diye cevap vermiþtir.

Yine Sülemî´den duymuþtum: Nasrabâzi, «Nefsin zindanýndýr. Ondan çýktýn mý ebediyyen rahat yaþarsýn,» demiþtir.

Ebu´l-Hüseyn Varrak: «Baþlangýç halimize Ebu Osman Hîri´nin tekke (mescid) inde riayet ettiðimiz en büyük kaide þu idi: Bize haberimiz olmadan ihsan olunan þeyi tercihen baþkalarýna vermek (isâr, diðergamlýk), belli bir rýzka sahip olmadan gecelemek, bize kötülük yapanlardan nefsaniyet adýna intikam almamak, tersine onlarý mazur görmek, hatta kendilerinden özür dilemek, tevazu göstermek, hakaret gördüðümüz birine hizmet etmek için derhal harekete geçmek, (içimizdeki kötü duygular´yok olana kadar) ona ihsanda bulunmak».

Ebu Hafs der ki: «Nefis tüm olarak zulmet ve karanlýktýr, nefsin meþalesi sýrrýdýr, meþalenin ýþýðý tevfiktir. Þu halde sýrrýnda Rabbýnýn tevfiki kendisine refik (arkadaþ) olmayan baþtan sona kadar karanlýk içindedir».
Üstad ve Ýmam Kuþeyrî bu sözün izahýnda der ki: Ebu Hafs sarýnýn meþalesi» sözü ile kulun kendisi ile yüce Allah´ý arasýnda bulur, her an nefsin hevesatýna uymaktan korkar bu bela ve desiselerden kurtulabilmek için
devamlý surette kendisinde bir kuvvet ve kudretin bulunmadýðý þuurunu taþýr. «Tevfik» ile de insan kendisini nefsinin þerrinden korur. Çünkü insana Rabbýnýn tevfiki (muvaffak kýlmasý) ulaþamazsa nefsi ve Rabbý hakkýnda sahip olduðu bilginin ona faydasý olmaz. Bundan ötürü, þeyhler «Sýrrý olmayanýn (günahda) Ýsrarý vardýr» demiþlerdir.

Ebu Osman, «Nefsine ait bir þeyi güzel gören bir kimse kendi ayýplarýný ve kusurlarýný görmez, her hususta nefsini itham edenlerden baþkasý kendi kusurlarýný göremez,» demiþtir.

Ebu Hafs der ki: «Kusurunu bilmeyen ne de çabuk helak olur! Þüphe yok ki küfrün yolu (ve habercisi) günahtýr».
Ebu Süleyman (Dâvud Tâî), «Nefsimin hiç bir amelini güzel bilmedim ve karþýlýðýnda sevab ummadým» (ona deðer vermedim), demiþtir.

Serî, «Zengin komþulardan, kýraat ticareti yapan kurradan ve devlet adamlarýnýn ulemasýndan sakýnýn,» demiþtir.
Zunnûn, «Halký (ve halkýn ahlâkýný) bozan þu altý þeydir,» diyor: «Birincisi, âhiret ameli ile ilgili niyet (ve raðbetin) zayýf olmasý; Ýkincisi, bedenlerin þehvetin rehini olmasý (þehvetin bedeni esir almasý, ona malik olmasý); Üçüncüsü, ecel yakýn olmakla beraber uzun emele (tûl-ý emel), yani ihtirasa maðlup olunmasý; Dördüncüsü, mahlûk olan insanlarýn rýzâlarýnýn Hâlik´in rýzâsýndan üstün tutulmasý; Beþincisi, hevâ ve hevese uyularak Peygamber (s.a.) in sünnetinin arkaya atýlmasý, kulak ardý edilmesi; Altýncýsý, selefe "ait birçok örnek hareketlerin görmemezlikten gelinerek mezara gömülmesi ve azýcýk hatalarýnýn nefs lehinde delil sayýlmasý».

3. Halvet-uzlet

Resûlüllah (s.a.) þöyle buyurmuþtur: «Bütün insanlarýn maiþetlerinin saðladýklarý kaynaklarýn en hayýrlýlarý þunlardýr: Bir adam ki, Allah yolunda cihad için atýnýn dizginini tutmuþ, düþman tarafýndan korku ve dehþet verici bir sesin geldiðini iþitince atýnýn sýrtýna atlayarak ölmek ve öldürmek, ya þehit ya gazi olmak için düþmanýn saflarýna dalmýþ, þehid oluncaya kadar pervasýzca ve tereddüt etmeden savaþmýþtýr.

Üstad Kuþeyri der ki: Halvet, safvet ehlinin sýfatý; uzlet, vuslat ehlinin emmaresidir. Baþlangýç hâlinde bulunan bir müridin hemcinsinden ayrý (uzlet hâlinde) yaþamasý, nihayet hâlinde, üns mertebesini gerçekleþtirdiði için halvet hâlinde bulunmasý þarttýr. Uzleti tercih eden bir kimse için hak olan þey, halktan ayrý yaþamaktan maksadýn insanlarýn þerrinden selâmette olmak deðil, insanlarýn kendi þerrinden selâmette bulunmalarýna inanmasýdýr. Bu iki þýktan ikincisi kendini hor ve hakir görmenin, birincisi ise halkta bulunmayan bir meziyete sahip olmaya inanmanýn neticesidir. Nefsini hor ve hakir gören mütevazi, kendisinin herhangi bir kimseden üstün olduðuna kani olan ise kibirli olur.

Bir gün bir dað baþýnda herkesten uzak Görülen bir rahibe: Sen râhib misin? diye sorulunca: Hayýr! Ben köpek bekçisiyim, halký ýsýrmasýn, halk selâmette yaþasýn, diye nefis köpeðimi onlardan ayýrdým, diye cevap vermiþtir.
Adamýn biri sâlih bir kiþiye, ziyaret için uðramýþ, yanýna varýnca þeyh (sâlih zât) adamýn elbisesini toplamýþ. Adam: Niçin elbisemi topluyorsun, pis deðil ki? demiþ. Þeyh ona þu cevabý vermiþti: Tahmininde yanýlýyorsun, elbisen elbisemi deðil, tersine elbisem elbiseni kirletmesin diye elbiseni topladým.

Uzletin âdabý: Evvelâ Þeytan vesvese ve desise ile azdýrmasýn, diye tevhid akidesini sapasaðlam muhafaza edecek ilimleri tahsil etmek, sonra iþi muhkem bir esas üzerine bina etmek için farzlarý eda etmeye yarýyan þer´i bilgileri öðrenmektir. Hakikatte uzlet kötü huylardan ayrýlmaktýr, uzletin tesiri vatandan ayrýlmada deðil, kötü vasýflarý deðiþtirmede aranmalýdýr. Bunun içindir ki, arif kimdir sorusuna kâin ve bâin (birlikte ve ayrý) olan kimsedir, yani zahiren halk ile beraber bulunduðu halde sýrren onlardan ayrý olan kimsedir, diye cevap vermiþtir. denilmiþtir (halvet der encümen, kâne febâne)

Uzlet halktan ayrý yaþamak, bir arada bulunma halinden kaçmak, Ihtilat ve hýltat ise halk ile bulunmaktýr.
Bayezid Bistâmî´nin þöyle dediði hikâye olunur: «Aziz ve Celil olan Rabb´ýmý rüyada gördüm ve seni nasýl bulurum, diye sordum. Nefsini býrak öyle gel, buyurdu».

Ebu Osman Maðribî: «Halveti sohbete tercih eden bir kimsenin, Rabbýnýn zikri müstesna, bütün zikirleri, (Allah´tan baþka bir þeyi hatýrýna getirmeyi), Rabb´ýnýn rýzâsýný isteme hariç bütün irâde ve arzularý terketmesi lâzýmdýr, nefsin istediði sebeplerden hiç birini istememesi ve onun arzularýna sýrt çevirmesi icabeder. Bu sýfata haiz olmayanýn halveti onu fitneye veya belâya sürükler.

Tek olarak halvette bulunma bütün teselli ve huzur vasýtalarýný en iyi þekilde toplar, denilmiþtir.
Yahya b. Muaz, þunu söylemiþtir: «Halvetteki ünsiyetin ile, halvette Hakk Taâlâ ile olan ünsiyetin-arasýndaki farka dikkat et. Eðer halvetten çýktýðýn zaman ünsiyetin (ve huzurun) zail olursa bil ki, Hakk ile deðil, halvet ile ünsiyet halindesin, þayet halvette Hakk ile ünsiyet halinde bulunuyorsan, o zaman çöl olsun, sahra olsun, neresi olursa olsun sana her yer müsavi olur».

Adamýnn biri Ebu Bekir Varrak´ýn ziyaretine gelmiþ, yanýndan ayrýlacaðý zaman, Bana ne tavsiye edersiniz? demiþ. O da: «Dünya ve âhiretin hayrýný, halvette ve kýllette (yalnýzlýkta ve azlýkta) buldum. Þerrini ise ihtilâtta (halkla beraber olmakta) ve çoklukta buldum», demiþtir.

Ceriri´ye uzletin ne olduðu sorulmuþ, O da, «Uzlet, kalabalýk arasýna girmek, fakat Hakk´ý býrakýp halk ile meþgul olmasýn diye sýrrý korumak, nefsi günahtan uzaklaþtýrmak, sýrrý (kalbi) Hakk´a baðlamaktýr,» demiþti. Uzleti (ihtilâta) tercih eden izzeti tahsil eder, denilmiþtir.

Sehl, «Halvetin sýhhatli olmasý için helal yemek, helal yemenin sýhhatli olmasý için de Allah´ýn hakkýný edâ etmek icabeder,» demiþtir.

Zunnûn Mýsri, «Halvetten fazla insaný ihlaslý olmaya sevkeden bir vasýta görmedim,´» demiþtir.
Abdullah Remeli, «Ölene dek veya Hakk Sübhanehu ve Taâlâ Hazretlerine vâsýl olana kadar dostun halvet, yemeðin açlýk kolsun.

Cüneyd, «Uzletin sýkýntýsýna katlanmak, ihtilât (esnasýnda halk) a müdâra etmekten daha kolaydýr,» der.
Mekhûl, «Þayet ihtilâtta hayýr varsa, bilin ki uzlette de selâmet vardýr,» demiþtir.
Yahya b. Muaz, Sýddiklarýn dostu yalnýzlýk (vahdet) týr,» demiþtir.

Þeyh Ebu Ali Dekkak, Þibli´den þu sözün iþitildiðini nakletmiþtir: «Ýflas ey insanlar, iflas! Þiblî´ye soruldu: Ey Ebu Bekir! Ýflastan sakýnalým ama bunun alâmeti nedir? Þöyle cevap verdi: Ýflasýn alâmeti (Hakk ile deðil de) halk ile ünsiyet etmektir».

Yahya b. Ebu Kesir, «Halk ile ihtilât eden onlara müdara eder, halka müdara eden ise riyakâr olur», demiþtir.
Þuayb b. Harb, «Kûfe´de bulunan Mâlik b. Mesud´un yanýna vardým, tek baþýna evinde oturuyordu. Yalnýzlýktan sýkýlmýyor musun? diye sordum, fakat o bana: Allah ile beraber olup da sýkýlan hiç bir kimse görmedim, cevabýný verdi».

Cüneyd, «Bir kimse din bakýmýndan selâmette, beden ve kalp yönünden rahatta olmak isterse halktan ayrýlýp uzlete çekilsin. Çünkü þu zaman halktan sýkýlacak bir zamandýr. Akýllý olan yalnýzlýðý tercih eder,» demiþtir.
Ebu Yakub Tûsi, «Tek baþýna yaþamaya (halvete), güçlü olanlardan baþkasýnýn takati yetmez. Bizim gibiler için halkla beraber bulunmak daha iyi ve daha faydalýdýr. Çünkü halk birbirinden iyi þeyler görerek ona göre amel eder,» demiþtir.

Þiblî, Ebu Abbas Damðanî´ye tavsiyede bulunurken, «Yalnýzlýktan ayrýlma, ismini halktan sil (yani adýný unutmalarýný temin et), kýbleye yönel ve ölene kadar bundan ayrýlma,» demiþtir.
Adamýn biri Þuayb b. Harb´a ziyaret için gelmiþti. Þuayb adama, «Niçin geldiniz?» dedi. Adam: Seninle beraber olmak için, diye cevap verdi. Bunun üzerine dedi ki: «Kardeþim! Ortaklaþa ibadet edilmez. Allah ile ünsiyet etmiyen baþka bir þeyle ünsiyet edemez».

Sufîlerden birine þu sualin sorulduðu hikâye edilir: Seyahatin esnasýnda karþýlaþtýðýn en acaip þey nedir? Þu cevabý verdi: Bir kere Hz. Hýzýr´a rastladým, benimle sohbet etmek istedi. Bu sohbet tevekkülümü ifsat eder diye endiþelendim.

Adamýn biri Zunnûn´a sordu: Uzletim ne zaman sýhhatli ve saðlam olur? Zunnûn adama þu cevabý verdi: «Kendini kötü huylardan uzaklaþtýracak kadar güçlü bulduðun (ve nefsinden ayrýldýðýn) zaman».
Ýbn Mübarek´e: Kalbin devasý nedir? diye sorulunca: «Halkla az görüþmek,» cevabýný vermiþti.
Derler ki: Allah; bir kulunu günah iþleme zilletinden ibadet ve taatta bulunma izzetine nakletmeyi murat ederse, yalnýzlýk hali ile ünsiyet etmesini saðlar, kanaatla zengin kýlar, kusurlarýný görmesini temin eder. Bu gibi hasletlerin verildiði bir kimseye dünya ve âhiretin hayrý verilmiþ, demektir.

4. Takva

Yüce Allah: «Allah katýnda derecesi en üstün olanýnýz, en çok takva üzere bulunamnýzdýr». (Hucurât, 49/13) buyurmuþtur.

Adamýn biri Resûlüllah (s.a.) a geldi ve: Ey Allah´ýn Resulü, bana tavsiyede bulun, dedi. Resûlüllah buyurdu: «Takvaya sýký bir þekilde sarýl. Zira bütün hayýrlarý kendisinde toplayan haslet takvadýr. Cihada da dikkatli bir þekilde riayet et. Çünkü müslümanýn ruhbanlýðý cihaddýr. Daima Allah´ý zikirle meþgul ol, çünkü bu senin için nurdur» (11).

Hz. Peygamber´e Muhammed´in âli (ailesi) kimdir? diye soruldu. Resûlüllah þöyle buyurdu: «Takva sahibi olan her ferd».

Takva, bütün iyilikleri ve faziletleri kendinde toplayan bir haslettir.
Takvanýn hakikati, Allah´a itaat ederek azabýndan sakýnmaktýr. «Falan kalkaný ile korundu,» dedikleri zaman bu mânayý kastederler. Takvanýn aslý önce þirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olmasý ihtimali olan amellerden sakýnmak.

Takva, bahsini krþ: Luma, s. 44; Ta´arruf, s. 98. 11. Süyûtî. n. 62.
Ali imran, 3/102) kelâmýnýn tefsirinde, takva; Allah´a itaat olunmasý, fakat isyan olunmamasý, zikredilmesi, fakat unutulmamasý, þükrolunmasý, fakat küfran-ý nimette bulunulmamasý, demektir, denilmiþtir.

Sehl b. Abdullah, «Allah´tan baþka yardýmcý, Resûlüllah´tan baþka delil ve mürþid, takvadan baþka azýk, ibadette sabretmekten baþka amel yoktur,» demiþtir.

Kettânî, «Dünya belâ üzerine, âhiret takva üzerine (bulunanlara) taksim olunmuþtur» (Dünya ehlinin kýsmeti belâ, cennet ehlinin kýsmeti takvadýr) demiþtir.

Cerîrî, «Bir kimse kendisi ile Allah´ý arasýndaki münasebet hususunda takvayý hâkim kýlmazsa, keþf ve müþahede mertebesine ulaþamaz,» der.

Nasrabâzi, «Takva, kulun Aziz ve Celil olan Allah müstesna her þeyden kendini korumasýdýr,» demiþtir.
Sehl, «Takvasýnýn sýhhatli ve saðlam olmasýný isteyen günahlarýn tümünü terketsin,» demiþtir.
Nasrabâzi der ki: «Takvaya sarýlan dünyadan ayrýlmanýn özlemi ile yaþar. Çünkü Allah Taala Hazretleri: ´Takva üzere olanlar için þüphe yok ki, âhiret yurdu daha hayýrlýdýr, buna aklýnýz ermiyor mu?´ (Enam, 6/32) buyurmuþtur,» demiþtir.

Sûfîlerden biri: Hakiki mânada takva üzere bulunan kimsenin dünyadan yüz çevirmesini Allah o kimsenin kalbi için kolay hale getirir, demiþtir.

Ebu Abdullah Rûzbârî, «Takva, seni Allah´tan uzaklaþtýran þeyden uzak kalmandýr.» demiþtir.
Zunnûn, «Muttaki o kimsedir ki, dýþ yüzünü (zahirini) þeriatýn ahkâmýna karþý çýkmak ve muarýz olmakla, içyüzünü (bâtýnýný) ise illetli (helal olmasý þüpheli) olan þeylerle kirletmez, daima Allah ile uygunluk mevkiinde bulunur» (Allah´ýn irâdesi ile kulun irâdesi, çatýþma halinde deðil, uyum halinde bulunur) demiþtir.
Ebu Hasan Farisî, «Takvanýn bir zahiri, bir de bâtýni vardýr. Zahiri ilâhî sýnýrlara riayet etmek, bâtýný ise ihlas ve niyettir,» demiþtir.

Zunnûn der ki: «Hayat, ancak kalpleri takva ile çarpan, zikirle gýdalananlar için rýzai Ýlahiyi kazandýrýcýdýr.
Takva sahibi olanlar elden kaçýrdýðý þeyler hususunda güzel bir biçimde sabýr gösterir, denilmiþtir.
Talk b. Habib, «Takva, Allah´ýn azabýndan korkulmasý sebebiyle Allah´tan gelen bir nur üzere bulunarak Allah´a itaat etme iþidir,» demiþtir.

Ebu Hafs, «Takva katýksýz ve hâlis helâl olan hususlarda olur, baþka deðil,» demiþtir.
Ebu´l-Hüseyn Zencanî, «Sermayesi takva olanýn elde ettiði kârý anlatmaktan diller aciz kalýr,» demiþtir.
Vâsýtî demiþtir ki: «Takva, takvadan sakýnmak, yani takvayý görüp de ona deðer vermekten korunmaktýr».
Muttaki, Ýbn Þîrîn gibi olur. Bir kere kýrk külek yað almýþ, hizmetçisi bunlardan birinden bir fare ölüsü çýkarmýþ, Ýbn Þirin farenin hangi külekten çýkarýldýðýný hizmetçisine sormuþ, hizmetçi: Bilemiyorum, deyince hepsini yere dökmüþtü.

Muttaki, Ebu Yezid gibi olur: Bir kere Hemedan´da Usfur tohumu satýn almýþ, tohum biraz fazla gelmiþ, Hemedan´dan Bistam´a geldiði zaman tohumla beraber iki karýncanýn da geldiðini görmüþ, bunun üzerine (karýncayý yurdundan ayýrmýþ olmamak için) Heme-dan´a geri gelmiþ ve karýncayý yerine býrakmýþtý.
Hikâye olunur ki: Ebu Hanife alacaklýsýna ait bir aðacýn gölgesinde oturmakta ve «Haberde varid olmuþtur ki: Borç olarak verilen paranýn temin ettiði her nevi fayda faizdir,» demekte idi (12).

Derler ki: Bayezid bir arkadaþý ile birlikte sahrada elbisesini yýkamýþtý. Arkadaþý: Ýzin verirseniz elbisenizi þu baðýn duvarýna asayým, dedi.. Bayezid, «Olmaz! Baþkasýna ait birinin duvarýna kazýk çakýlmaz,» dedi. Peki þu aðaca asayým, dedi. Bayezid, «Olmaz, dalý kýrýlýr,» dedi. Peki þu izhir otunun üzerine sereyim, dedi. Bayezid yine, «Olmaz, o hayvanlarýn gýdasýdýr, üzerini örtmek doðru deðildir,» dedi. Sonra sýrtýný güneþe çevirdi ve elbisesini de sýrtýna serdi, bir tarafý kuruyunca elbisenin öbür yüzünü çevirdi ve bu yüzünü de kuruttu.
Atabetü´l-Gülam bir yerde kýþ mevsiminde ter dökerken görülmüþ ve bunun sebebi sorulmuþtu. Þöyle demiþti: «Burada Rabbýma âsi olmuþtum». Nasýl âsi olmuþtun, diye soran zata þu cevabý vermiþti: «Misafirim elini yýkasýn diye þu duvardan bir parça toprak koparmýþ ve bunu duvarýn sahibine helal ettirmemiþtim>.
Ýbrahim b. Edhem anlatýyor: «Bir gece Beytu´l-makdis´de bir taþýn altýnda gecelemiþtim. Gecenin bir kýsmý geçince gökten iki melek indi ve biri diðerine, geceyi burada geçiren bu zat kimdir? diye sordu, öbür melek, Ýbrahim b. Edhem´dir, dedi. Soruyu soran melek: Hakk Taâlâ´nýn bir derece tenzil ettiði zat iþte budur, dedi. öbür melek: Neden derecesi indirildi, diye sordu. Soru sahibi melek cevap verdi: Basra´dan hurma satýn almýþtý. Bakkala ait hurmalardan bir hurma onun hurmalarý arasýna karýþmýþ, fakat onu bakkala iade etmemiþti. Ýbrahim b. Edhem diyor ki, bu durumu müþahede ettikten sonra hemen Basra´ya gittim, o bakkaldan yine hurma satýn aldým, bir hurmayý bakkalýn hurmalarý üzerine düþürdüm. Tekrar Beytu´l-makdis´e geldim ve taþýn altýnda gecelemeye baþladým. Gecenin bir kýsmý geçince semâdan inen iki melekten birinin öbürüne: Gecesini burada geçiren þu zat kimdir, dediðini, öbür meleðin Ýbrahim b. Ed-hem´dir, diye cevap verdiðini ve soru soran meleðin Allah´ýn derecesini yükselterek eski mevkiine iade ettiði zat budur, dediðini duydum».

Takvanýn çeþitli þekilleri vardýr, denilmiþtir: Avamýn takvasý þirkten, havassýn takvasý günahtan, evliyanýn takvasý (ameli Hakk´a vâsýl olmak için deðil de sevab kazanmak için) vesile bilmekten, nebilerin takvasý ameli (Allah´a deðil de kendilerine) nisbet etmekten korunmak suretiyle olur. Zira nebilerin takvalarý O´ndandýr ve O´na-dýr. (Nebiler, fiillerini Allah´tan gelen kuvvet sayesinde ve Allah için yaptýklarýna inanýrlar. Amellerini kendilerine deðil Hakk´a nisbet ederler).

Hz. Ali (r.a.) nin, «Dünyada insanlarýn efendisi cömert olanlar, âhirette insanlarýn efendisi takva sahibi bulunanlardýr,» dediði nakledilir.

Resulullah bir kadýnýn güzelliklerini istemeden gören bir takva sahibi gencin utancýndan ve korkusundan tüm insanlardan kaçýþýný anlatýr. Bir ayette Dünya tün geniþliðine raðmen dar gelmiþti..´ (Tevbe, 9/118) buyurmuþ olmasý bunu gösterir».

Rüveym (r.a.) dedi ki: «Necata eren sýdk ile takvaya sarýldýðý için kurtulmuþtur. Hakk Taâlâ´nýn: ´Allah takva sahiblerini necata erdirir.´ (Zümer, 39/61) buyurmasý bunu gösterir».

Ýbn Atâ dedi ki: «Necata eren, hayanýn hakikatýna ulaþtýðý için kurtulmuþtur. Mevlâ-yý Müteâl´in: ´Bilmez misin ki, Allah seni görmekte´ (Alak, 96/14) buyurmasý bunun delilidir».

Cerirî dedi ki: «Necata eren vefaya riayet ettiði için kurtulmuþtur. Hakk Taâlâ´nýn: ´O kimseler ki, Allah´ýn ahdine vefa ederler ve misâký bozmazlar´ (Ra´d, 13/20) buyurmasý bunun ifadesidir».
Üstad ve Ýmam Kuþeyrî der ki: Necata eren kaza ve (Ýlâhî) hüküm ile kurtulur. Hakk Taâlâ´nýn: «Tarafýmýzdan kendileri için iyilik ve güzellik takdir edilenler Cehennemden uzaklaþtýrýlýrlar.» (Enbiya, 21/101) buyurmasý bunu gösterir.

Yine Kuþeyri, Necata eren daha önce Allah tarafýndan seçildiði için kurtulmuþtur. Çünkü Rab Taâlâ: «Biz onlarý seçtik ve doðru yolumuza hidayet ettik» (En´am, 6/87) buyurmuþtur.

5. Verâ

Resûlüllah (s.a.), «Kiþinin kendisini ilgilendirmeyen þeyleri ter-ketmesi Ýslâm´ý iyi anlayýp tatbik ettiðinin delilidir» (14) buyurmuþtur.

Üstad ve Ýmam Kuþeyri (r.a.) der ki: Verâ´ þüpheli þeyleri ter-ketmektir. Ýbrahim b. Edhem de þöyle demiþtir: «Verâ´ þüpheli olan her þeyi terketmektir. Fuzuli þeyleri terketmek demek olan mâlâyanîden uzak kalmaktýr».

Verâ.´ bahsini krþ: Luma, s. 44; Kûtu´l-kulûb, II, 570; Ýhya, I, 196.
13. Tirmizî, Ztthd, 11; îbn Mâce, Fiten, 12; îbn Hanbel, I, 201; V, 264.
14. Tirmizî, Ztthd, 11; Ýbn Mâce, Fiten, 12; Mâlik, Hüsnü´1-hulk, 3; Ýbn Hanbel, I, 201.
Seriyu´s-Sakatî, «Dört kiþi zamanlarýnda verâ´ sahibi idi. Huzeyfetu´l-Mürtaiþ, Yusuf b. Esbat, Ýbrahim b.

Edhem ve Süleyman Hav-vas. Bunlar verâ´ üzerinde dikkatle dururlardý. Ýþler kendilerini sýkýþtýrýp (verâ´a riayet edemez duruma gelince) her þeyin azý ile iktifa etme esasýna sýðýnýrlardý», demiþtir.
Þiblî, «Verâ´, Allah Taâlâ hariç her þeyden þiddetle sakýnmaktýr,» demiþtir (16).

Ýshak b. Halef, «Sözle ilgili verâ´, altýn ve gümüþle (mal) ilgili verâ´dan daha çetindir. Baþ olma ile alâkalý verâ´, altýn ve gümüþle alâkalý verâ´dan daha zor (onun için de daha kârlý) dýr. Çünkü altýn ve gümüþ riyaset için harcanýr,» (fakat riyaset altýn ve gümüþ için harcanmaz) demiþtir.

Ebu Süleyman Darânî: «Verâ´ zühdün evvelidir. Nitekim kanaat da rýzânýn bir parçasýdýr,» demiþtir.
Ebu Osman, «Verânýn sevabý (ve neticesi âhirette) hesabýn hafif olmasýdýr,» demiþtir.
Yahya .b. Muaz, «Verâ´, hiç te´vile girmeden þerî ilmin sýnýrýnda durmaktýr,» demiþtir.

Ýbn Cellâ, «öyle bir zat tanýrým ki otuz yýl Mekke´de kaldýðý halde kendi kova ve ipi ile çýkardýðý zemzemden baþka su içmedi. Þehirden getirilen yemekten yemedi» (kendi kazancýný yemekle yetindi) demiþtir.
Abdullah b. Mervan´ýn bir fülüs parasý pis bir kuyuya düþtü, onu oradan çýkarabilmek için onüç dinar harcadý. Sebebi sorulduðunda, «Kuyuya düþen parada Allah Taâlâ´nýn ismi yazýlý idi», dedi.

Yahya b. Muâz þöyle der: «Verânýn iki þekli vardýr: Zahirî verâ Allah Taâlâ´nýn rýzâsýndan baþka bir þeyin seni harekete geçirmemesidir: Bâtýni verâ´, kalbine Alah Taâlâ´dan baþka bir þeyin girmemesidir» .
Yahya b. Muaz, «Verâ´ýn inceliðine bakmýyan ihsanýn büyüðüne nail olmaz,» demiþtir.
Derler ki: Dinî konularda ince düþünenin kýyamet günü önemi büyük olur.

15. Ýbn Mâce, Zühd, 24.
16. Verâ´, takvanýn ileri bir merhalesidir. Korku, sakýnmak, korunmak, perhizkârlýk, dinî hükümlere riayette titizlik mânasýna gelir.

Yunus b. Ubeyd, «Verâ´ þüpheli olan her þeyi terketmek, her an nefis muhasebesi yapmaktýr,» demiþtir.
Süfyan Sevrî, «Verâ´dan daha kolay bir þey görmedim: Vicdanýnda iz býrakan þeyi terk et, olur biter,» demiþtir.
Maruf Kerhî, «Dilini (baþkasýný) yermeden koruduðun gibi, övmeden de koru,» demiþtir.

Biþr b. Haris, «Amellerin en çetini üçtür: Yoksullukta cömertlik etmek, halvette verâ´a riayet etmek, faydasý umulan veya zararý dokunur, diye korkulanýn yanýnda hak söz söylemek,» demiþtir.

Naklederler ki: Biþr Hâfî´nin kýzkardeþi, Ahmed b. Hanbel´e gelmiþ ve: Biz damlarýmýzýn üstünde oturur iplik eðiririz, yanýmýzdan her tarafý aydýnlatan (devlet adamlarýna ait) meþaleler geçer, ýþýklarý üzerimize düþer, bu ýþýklarýn altýnda iplik eðirmemiz caiz midir, diye sormuþtu. Ýmam Ahmed, «Allah Taâlâ afiyetler ihsan eylesin, sen kimsin?» demiþ. Kadýn, Biþr Hâfi´nin kýzkardeþi olduðunu söylemiþ, bunun üzerine Ýmam Ahmed aðlamýþ ve þöyle demiþti: «Hakiki verâ´ sahibi (Biþr Hafi) evinizden çýkmýþtýr, bu meþalelerin altýnda iplik eðirme!»
Ali Attâr diyor ki: Basra´da bir sokaktan geçiyordum. Birkaç ihtiyarýn yolda oturduklarýný ve çevrelerinde çocuklarýn oynadýklarýný gördüm. Çocuklara: Þu ihtiyarlardan utanmýyor musunuz? dedim. Ýçlerinden bir çocuk bana þu cevabý verdi: Þu ihtiyarlardan mý? Bunlar verâlarý azaldýðý için heybetleri de azalan kimselerdir. (Verâ´ olmadýðý için heybet, heybet olmadýðý için saygý hissi kalmaz).

Rivayet ederler ki: Mâlik b. Dinar, Basra´da kýrk sene ikâmet etmiþ olduðu halde Basra´nýn kuru veya yaþ hurmasýndan bir hurma bile yediði görülmemiþ ve bu hal ölünceye kadar devam etmiþti. Yaþ hurma mevsimi geçince: Ey Basralýlar! Ýþte karným, hurma yemediði için bundan bir þey eksilmedi. Sizin de bir þeyiniz artmadý, derdi.

Ýbrahim b. Edhem´e: Zemzem suyu içmek istemez misin? denilince: «Bir kovam olsa ondan içerim, demiþti» (Baþkasýnýn kabýndan su içmemiþti).

Üstad Ebu Ali Dekkak´ýn þu sözü söylediðini duydum: «Haris Muhasibi helal oluþu þüpheli bir yemeðe elini uzattýðý zaman parmaðýnýn ucunda bulunan bir damar atardý, böylece yemeðin helal olmadýðýný anlardý».
Naklederler ki: Bir kere Biþr Hâfî davet edilmiþ ve önüne yemek gelmiþti. Fakat Biþr yemeðe
uzanmaz, davet sahibi bu þeyhi yemeðe çaðýrmakla (kendini zor durumda býrakmaktan baþka) ne kazandý sanki! dedi.

Sehl b. Abdullah´a, hâlis helalin ne olduðu sorulunca: «Kazanýrken Allah Taâlâ´ya âsi olunmayan (ve þeriatýn hükümlerine riayet edilerek elde edilen) maldýr,» demiþti.

Yine Sehl, saf helali: «Ýçinde Allah Taâlâ´nýn unutulmadýðý rýzk» diye tarif etmiþti.
Hasan Basri, Mekke´ye geldiði zaman Hz. Ali (r.a.) nin soyundan bir zatýn sýrtýný Kabe duvarýna dayayarak halka vazettiðini görmüþ, hemen önüne atýlmýþ ve sormuþ: «Dinin temeli nedir?» Vaiz cevap vermiþ: Verâ´! Hasan Basrî tekrar sormuþ: «Dinin âfeti nedir?» Vaiz cevap vermiþ: Tamah! Hasan Basri bu cevabý o kadar hoþ buldu ki hayretler içinde kaldý.

Hasan Basrî diyor ki: «Hâlis verânýn bir zerresi bin miskal oruç ve namazdan daha hayýrlýdýr».
Allah Taâlâ Musa (a.s.) ya: «Bana yaklaþanlar (mukarrebûn), verâ´ ve zühd ile yaklaþtýklarý kadar, baþka bir þeyle yaklaþamazlar», diye vahy etmiþtir.

Ebu Hüreyre, «Yarýn Allah Taâlâ´nýn yanýnda oturacak olanlar verâ´ ve zühd sahipleridir,» demiþtir:
Sehl b. Abdullah demiþtir ki: «Bir kimsede verâ´ bulunmazsa filin baþýný yer, yine de doymaz!»
Rivayet edilir ki: Ömer b. Abdulaziz, ganimet mallarý içinde gönderilen miski burnuna tuttu, kokladý ve: «Bunun kokusundan istifade edilir, ben müslümanlarla beraber olmadýkça bunu koklamaktan bile hoþlanmýyorum,» dedi (îsâr).

Ebu Osman Hîrî´ye verâ´ýn ne olduðu sorulunca þöyle dedi: «Ebu Salih Hamdûn Kassar, can çekiþen bir dostunun yanýnda bulunuyordu. Adam öldü, Hamdûn derhal orada yanmakta bulunan lambaya üfledi ve söndürdü. Niçin söndürdüðü sorulunca þu cevabý verdi: Lambanýn içindeki yað þimdiye kadar müteveffanýn idi, vefat edince mirasçýlarýna intikal etti, baþka yað arayýn, dedi».

Kühmüs anlatýyor: «Bir defa bir günah iþlediðim için kýrk senedir aðlýyorum, iþlediðim günah da þu idi: Bir dostum beni ziyarete gelmiþti. Bir dinara, kýzartýlmýþ bir balýk aldým, yemek bitince misafir elini yýkasýn diye komþunun duvarýndan bir parça toprak aldým ve komþudan helallik da dilemedim».

Yine Hak dostu bir zattan nakledilir. Kendisine gelen mektubun yazýlarýný komþunun mülkünden bir avuç toprak alarak önemli deðil, diye düþündü ve mektubu kuruladý. Hatiften gelen bir ses ona dedi ki: Toprak almayý hafife alana, yarýn nasýl çetin ve uzun bir hesaba çekileceði gösterilecektir!

Ahmed b. Hanbel (r.a.), sitilini (kulplu tas) Mekke´de —Allah bu beldeyi korusun— bir bakkala rehin býrakmýþtý. Mekke´den ayrýlacaðý zaman bakkal ona iki sitil verdi ve bunlardan hangisi senin ise seç al, dedi. Ýmam Ahmed bunlardan hangisinin kendisine ait olduðu hususunda þüpheye düþtü ve bakkala, «Para da sitil de senin olsun,» dedi. Bakkal: Senin sitilin þudur, seni tecrübe etmek için böyle davranmýþtým, dedi. Fakat Ýmam Ahmed, «Katiyyen almam,» dedi. Sitili orada býraktý ve geçti gitti.

Derler ki: îbn Mübarek çok kýymetli bir atýný salývererek öðlen namazý kýldý. At bir köyün devlete ait merasýnda otlamaya baþladý. Ýbn Mübarek atýný orada terketti ve bir daha ona binmedi.

Naklederler ki: Ýbn Mübarek, arkadaþýndan âriyeten aldýðý, fakat iade etmediði bir kalemi sahibine vermek için Merv´den Þam´a geri gelmiþti.

Nehâi, bir hayvan kiralamýþtý, elinden kamçýsý düþtüðü için yere inmiþ, hayvaný baðlamýþ, geriye gitmiþ ve kamçýsýný alýp getirmiþti. Hayvaný geri çevirerek, kamçýyý düþürdüðün yere kadar gidip al-saydýn, daha kolay olmaz mýydý? denilince: «Ben bu hayvaný þu istikâmette, þu kadar mesafe için kiralamýþtým, aksi istikâmet için deðil» dedi.

Ebu Bekir Dakkak anlatýyor: «Beni Ýsrail çölünde yolumu þaþýrdým ve onbeþ yýl dolaþtým, yolumu bulunca karþýma bir asker çýktý ve bana bir yudum su ikram etti. (Askerin nereden ve nasýl aldýðýný bilmediðim o) suyun kasveti kalbime tesir etti ve otuz senedir bunun elemini çekiyorum».

Derler ki: Râbiatu´l-Adeviyye gömleðinin yýrtýðýný padiþaha (devlete) ait bir lambanýn ýþýðýnda dikmiþ, bunun üzerine kalp (huzurunu bir zaman) yitirmiþ, vaziyeti hatýrlayýnca gömleðini yýrtmýþ ve kalbinin manevî neþesini) bulmuþtu.

Süfyan Sevrî rüyada, cennetteki aðaçlardan birinden öbürüne iki kanatla uçar vaziyette görülmüþ ve: Bu mertebeye ne ile nâii oldun? diye sorulmuþ. O da «Verâ´ sayesinde» diye cevap vermiþti.
Hassan b. Ebu Sinan, Hasan Basrî´nin müritleri karþýsýnda durdu ve: «Sizin için en çetin olan þey nedir?» diye sordu. Verâ´, dediler

Hassan b. Ebu Sinan altmýþ sene yatarak uyumamýþ, yaðlý yemek yememiþ ve soðuk su içmemiþti. Ölümünden sonra rüyada görülmüþ ve: Allah sana nasýl muamele etti? diye sorulmuþ. O da: «Ýyilikle, fakat komþudan emanet aldýðým bir iðneyi iade etmediðim için cennete girmeme izin verilmiyor,» dedi.

Abdulvahid b. Zeyd´in bir kölesi vardý, yýllarca Ýbn Zeyd´e hizmet etmiþ ve kýrk yýlýný da ibadetle geçirmiþti. Baþlangýçta iþi hububat ölçmek idi, vefat edince rüyada görülmüþ ve kendisine sorulmuþtu; Allah Taâlâ sana nasýl muamele etti?. Þöyle cevap verdi: «Ýyilikle, yalnýz kýrk ölçek olarak çýkardýðým bir hububat nevinden, ölçeðin dibinde biriken tozlarý temizlemediðim için bana bir ölçek borç çýkardýlar. Onun için cennete girmekten menolundum».

Hz. Ýsa (a.s.) bir mezarlýða uðradý ve ölülerden birine seslendi, Allah Taâlâ da çaðrýlan ölüyü diriltti. Hz. Ýsa, ölüye sordu: «Sen kimsin?» Adam: Halkýn yükünü taþýyan bir hammal idim. Bir gün bir þahsa ait odunlarý taþýrken, diþlerimi kurcalamak için odundan bir çöp (kürdan) kopardým. Öldüðüm zamandan beri bu kürdan (ve hesabý) benden istenmekte, dedi.

Ebu Said Harraz verâ´ hakkýnda konuþuyordu, oradan geçen Abbas b.e Mehdi: «Ey Harraz, utanmýyor musun ki, Ebu Davanîk´ýn damý altýnda oturmuþ, Zübeyde kuyusundan su içiyor, kalp para ile alýþ veriþ yapýyor, bir de oturmuþ verâ´dan bahsediyorsun,» dedi. (Harraz´ýn yaptýklarý helaldi, takvaya aykýrý deðildi, fakat verâ´a uymuyordu, kalp bozuk para tedavülde olan para idi).

6. Zühd

Sahabeden Ebu Hallad, Nebi (s.a.) nin þu hadisini nakleder: «Dünyaya karþý zâhid olan ve (zühd konusunda) vaaz etme meziyeti ihsan olunan bir kimse gördünüz mü ona yaklaþýnýz. Çünkü o hikmet telkin eder» (17),

Zühd bahsini ksþ: Luma, s. 46; Ta´arruf, s. 93; Kûtu´l-knlûb, I, 49; ihya,
III, 197, 211. 17. Ibn Mâce, Zühd, 1.

Hakk Taâlâ bir kuluna helal mal ihsan eder, kul da þükretmek´ suretiyle Mevlâsýna ibadet ederse, artýk kulun irâdesi ile o nimeti terketmesi, Hakk Taâlâ´nýn izni ile elde tutmasýna tercih olunamaz (nimeti elden çýkarmasý ile elde tutmasý müsavidir) (18).

Diðer bazýlarý da derler ki, haramda zühd þarttýr, helalde ise fazilettir. Çünkü kul haline þükreder, sabreder, Allah Taâlâ´nýn kendisine ayýrdýðý kýsmete razý olur ve Rabbýnm ihsanýna kanaat getirirse; bu durumda az mal ile iktifa etmek, dünyada zengin ve rahat olarak yaþamaktan daha mükemmel ve daha iyidir. Çünkü Allah Taâlâ: «De ki, dünya metaý azdýr, takva sahibi olanlar için âhiret daha hayýrlýdýr». (Nisa, 4/77) âyeti ile insanlara dünyaya karþý zâhid olmayý tavsiye etmiþtir. Dünyayý yerme ve ona karþý isteksiz bulunma konusunda nazil olan pek çok âyet de bunu gösterir.

Bazý sûfîler derler ki: Kul, malýný ibadet ve taat olan yerlere harcar, harcadýktan sonra da haline sabreder ve eli darda olduðu zaman þeriat tarafýndan menedilen þeyleri yapmaya teþebbüs etmeyi terkederse, o zaman helal mala karþý zâhid olmak daha mükemmel ve daha iyi bir hâl olur.

Bazý sûfîler de þöyle derler: Kul için uygun olan, kýsmetini gözeterek zoraki bir þekilde helali terketmeyi tercih ve muhtaç olmadýðý fuzuli þeyleri talep etmemesidir. Bu anlayýþta bulunan bir insana þayet Hakk Taâlâ ve Takaddes Hazretleri helal mal verirse þükreder, þayet Allah Taâlâ, o kimseyi zaruri ihtiyacýný karþýlayacak kadar rýzýk temin etme sýnýrýnda durdurursa, kul zoraki (külfetli) bir þekilde daha fazla mal talep etmez. Fakir için en güzel hareket tarzý, sabretmek; helal mal sahibi için en iyi davranýþ þekli þükretmektir.

Sûfîler zühdün mânasý hakkýnda konuþmuþlar ve her biri kendi vaktine (makam ve manevi zevkine) göre fikirler ileri sürerek zühd sahibi olmak Kuru ekmek yemek ve abâ giymek deðildir,» demiþtir.

18. Zühd, lügatta: Ýsteksizlik, raðbetsizlik, önemsizlik; Istýlahta: Dünyaya yani maddiyâta ve menfaata deðer vermemek, hýrslý, ihtiraslý, çýkarcý, menfaatperest ve bencil olmamak, kalbte dünya ve menfaat sevgisi (Hubb-i dünya) taþýmamak, madde ve menfaatin kalbe soðuk gelmesi, tûl-i emel sa-hibi (muhteris) olmamak, kasr-ý emel sahibi (kanaatkar) olmak, manevî deðerlerin maddî deðerlerden üstün ve önemli olduðuna inanmak. Zühd; paraya, menfaata, makama, þöhret, ev. eþya, akar ve kadýna karþý bahis konusu olur.
Serî Sakati, «Hakk Taâlâ, evliyayý dünyadan soyup çýkardý, as-fiya (saf insanlar) yi ondan korudu, âþýklarýn gönüllerinden dünyayý tamamen çýkardý, çünkü dünya (kiri) nin bunlara bulaþmasýna razý olmadý,» demiþtir.
Derler ki: «Elinizden çýkana üzülmeyesiniz, size verdiðine de se-vinmiyesiniz diye». (Hadid, 57/23) mealindeki Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nýn sözü zühdün kaynaðýdýr. Þu halde zâhid, elinde mevcut olan dünyalýða sevinmeyen ve elden çýkan için de hayýflanmayan kimsedir.

Ebu Osman, «Zühd dünyayý terketmek, sonra da kimin eline geçerse geçsin aldýrmamaktýr.» demiþtir.
Ebu Ali Dakkak´ýn þunu söylediðini iþitmiþtim: «Zühd, dünyayý olduðu gibi býrakman ve sonra da, elimdeki dünyalýk ile bir tekke, bir mescid yaptýrýrým, dememendir».

Yahya b. Muaz, «Zühd, mülk olan þeyi cömertçe verme neticesini; sevgi ise ruhen cömert olma sonucunu doðurur,» demiþtir (zâ-hid malýný, âþýk canýný verir).

Ýbn Cellâ, «Zühd, gözümde küçük görünsün de yüz çevirmek kolay olsun diye dünyaya zeval gözü ile bakmandýr,» der.
Ýbn Hafif, «Zühdün alâmeti, mülk olan bir þey elden çýkýnca rahat bulmaktýr,» demiþtir.
îbn Hafif, «Zühd, kalbten sebep fikrini sürüp çýkarmak ve elleri mal ve mülkten silkelemektir,» demiþtir.
Zühd, nefsin külfetsiz bir þekilde dünyadan uzaklaþmasýdýr, denilmiþtir.

Nasrabâzî, «Zâhid dünyada gariptir, Allah Taâlâ hakkýnda irfan sahibi olan arif âhirette de gariptir,» demiþtir.
Derler ki: Zühdünde sadýk olana dünya boyun eðerek gelir. Bunun için «Gökten bir taç düþse, mutlaka onu istemeyenin kafasýna isabet ederdi,» demiþlerdir.

Cüneyd der ki: «Zühd, elde bulunmayan þeyin, gönülde de bulunmamasýdýr».
Ebu Süleyman Darânî der ki: «Yün abâ giyinmek zühd alâmetlerinden bir alâmettir. O halde, kalbinde beþ dirhem deðerinde elbise giymek arzusu olan bir zâhid, üç dirhem kýymetinde abâ giymelidir.

Hanbel, Isa b. Yunus gibi selef âlimleri: «Dünyada zühd demek kasr-ý emel (kanaatkar olmak) dan ibarettir,» demiþlerdir. Bu âlimlerin ileri sürdükleri fikirler, zühd deðil, zühdün emmareleri, zühd âmilleri ve zühdü gerektiren þeyler mânasýna alýnmalýdýr.

Abdullah b. Mübarek, «Zühd, fakirliði seve seve Allah Taâlâ´ya güvenmektir,» demiþtir. Þakik Belhî ile Yusuf b. Esbat da ayný kanaattadýrlar. Fakat bu da zühd deðil, zühd alâmetlerinden bir emmâredir. Zira kul, Allah Taâlâ´ya güvenmedikçe zühde takat getiremez.

Abdullah b. Zeyd, «Zühd, dünyayý ve parayý terketmektir.» demiþtir.
Ebu Süleyman Darânî, «Zühd, Hakk Taâlâ ve Takaddes Hazretleri ile meþgul olmana mani olan her þeyi terketmektir,» demiþtir.

Ruveym, Cüneyd´e zühdün ne olduðunu sormuþ, Cüneyd demiþ ki: «Dünyayý küçük görmek ve kalpteki eser ve tesirlerini silmektir». (Kalpten maddenin tesirini silmektir).

Seri þöyle diyor: «Zâhid nefsi ile meþgul olmadýðý zaman hayatý hoþ olmaz, bilâkis arif nefsi ile meþgul olduðu zaman hayatý hoþ olmaz.» (Zâhid nefsini terbiye ile, arif Rabbý ile meþguldür).

Cüneyd´e zühdün ne olduðu sorulunca: «Zühd elin mülk (sahibi olmak) tan, kalbin ise (mülk sahibi olmak için) araþtýrma yapmaktan boþ olmasýdýr,» diye cevap vermiþti.

Þiblî´ye zühdden sorulunca, «Allah Taâlâ hariç her þeye sýrt çevirmektir,» demiþtir.
Yahya b. Muaz demiþtir ki: «Þu üç haslete sahip olmayan katiyen zühdün hakikatma ulaþamaz; alâkasýz amel, (sýrf Allah için amel etme), tamahsýz söz (maddî bir þeye tamah etmeden konuþma), baþ olma arzusu taþýmadan (ve nefsi maddiyât ile zelil etmeden) aziz olmak».

Ebu Hafs þöyle der: «Zühd baþka þeyde deðil, sadece helalda olur, dünyada helal yoktur, (yani enderdir). Þu halde zühd de yoktur» (yani enderdir, zâhid nâdir görülür).

Ebu Osman, «Þüphe etmemek lâzýmdýr ki, Allah Taâlâ, zahide istediðinden fazla, dünyaya raðbet edene istediðinden az, (ikisi ortasýnda bulunan) istikâmet sahibine istediði kadar verir,» demiþtir.

Yahya b. Muaz, «Zâhid senin burnuna sirke ve hardal çektirir, arif ise sana misk ü anber koklatýr» (yani zâhid Allah korkusundan ve Cehennem azabýndan, arif ise Allah sevgisinden ve ilâhî nimetlerden bahseder
Bir zahide zühd nedir diye sorulunca: Dünyada olan þeyi, dünyada bulunan kimselere ter-ketmektir, þeklinde cevap vermiþtir.

Adamýn biri Zunnûn Mýsri´ye: Dünyada ne zamana kadar zühd esasýna riayet edeceðim? diye sormuþ. O da: «Nefsine (ve nefsanî arzulara) karþý zâhid olana kadar» diye cevap vermiþti.
Muhammed b. Fazl, «Zâhidler ihtiyaçlarý bulunmadýðý zaman ihsan ederler, fütüvvet ehli (ârif-âþýk) ise ihtiyaçlarý bulunduðu zaman ikram eder (isâr). Hakk Taâlâ: ´Ýhtiyaçlarý bile olsa baþkalarýný kendilerine tercih ederler.´ (Haþr, 59/9) buyurmuþtur» demiþtir.

Kettânî der ki: «Küfe, Medine, Irak ve Þam ulemasýnýn ihtilâf etmedikleri husus; dünyaya karþý zâhid olmak, ruhen cömert olmak ve halka karþý samimî davranmak, onlara nasihat etmektir, yani bu hususlarý öðmeyen kimse yoktur».

Adamýn biri Yahya b. Muaz´a: Ne zaman tevekkül dükkânýna girip zühd elbisesini giyer ve zâhidlerle oturabilirim? diye sordu ve þu cevabý aldý: «Nefsine karþý sýrren (içinden) yürüttüðün riyazet ve mücâhede bahsinde: Allah üç gün rýzkýný kesse kendinde bir zaaf hissetmiyeceðin bir dereceye ulaþtýðýn Zaman. Bu dereceye ulaþmadýðýn müddetçe zâhidler meclisinde oturman cehalettir, ayrýca zâhidler arasýnda rezil ve rüsvay olmaman da temin edilemez.»

Biþr Hafi, «Zühd bir melektir (ve´ya meliktir, padiþahtýr, kötü ve çirkin huylardan) tahliye edilmeyen kalpte ikâmet etmez,» (padiþah gelmez, hâne ma´mûr olmadan) demiþtir.

«Bir kimse zühd hakkýnda konuþur, bu konuda halka vaaz eder, sonra da onlarýn malýna raðbet ederse, Hakk Taâlâ o kimsenin kalbinden âhiret sevgisini siler,» denmiþtir.

Derler ki: Kul dünyada zâhid oldu mu Allah Taâlâ kendine vekâleten bir melek gönderir, bu melek o kulun kalbine hikmet fidanýný diker.

Sûfîlerden birine: Niçin dünyaya raðbet etmiyorsun, ona karþý zâhidsin? diye sorulmuþ. O da: Dünya bana raðbet etmediði için, diye cevap vermiþti.

Ahmed b. Hanbel der ki: «Zühdün üç þekli vardýr: Birincisi, haramý terketmek: Avamýn zühdü budur. Ýkincisi, helalin lüzumlu olmayan kýsmýný terketmek: Havassýn zühdü budur. Üçüncüsü, Allah
rýzasýna götürmeyen her þeyi terketmek ariflerin zühdü budur.

Yahya b. Muaz bu konuda der ki: «Dünya süslü bir gelin gibidir. Dünyaya raðbet edenler onu taramak ve süslemekle meþguldürler. Zâhid, bu gelinin yüzünü kömürle karartýr, saçlarýný yolar, elbisesini yýrtar. Arif ise Allah Taâlâ ile meþgul olduðu için bu geline iltifat etmez».

Seri, «Zühdün her nevinde temrinler yaparak istediðim dereceye ulaþtým. Ancak halka karþ


radyobeyan