Sahabe ve Bir Teknik Terim Olarak Sahabenin Adaleti Uzerine Mulahazalar.. By: ezzehraveyn Date: 06 Kasým 2009, 00:23:21
SAHABE VE BÝR TEKNÝK TERÝM OLARAK ''SAHABENÝN ADALETÝ'' ÜZERÝNE MÜLAHAZALAR
Ebubekir SÝFÝL
Modern zamanlarda Batýlý Müsteþrikler marifetiyle üzerinde soru iþaretleri oluþturulmuþ, onlarýn söylediklerini “kopyala-yapýþtýr” yöntemiyle çoðaltmayý “ilim yapmak” ve “Din’i kurtarmak” zanneden yerli Müsteþrikler eliyle de “tekinsiz alan” olarak ilan edilmiþ bir konuyu mercek altýna almayý amaçlayan bu yazý, birkaç yönden çerçevelendirilmek durumunda.
Öncelikle Sahabe konusunda Havariç, Þia, Mu’tezile… gibi fýrkalarýn tarih içinde ortaya attýðý iddialar yine tarih içinde mukabelesini bulduðu için burada ancak gerektiði oranda bu noktaya deðinilecektir.
Ýkinci olarak, “Sahabe” genel baþlýðý altýnda söylenmesi gerekenlerin birçoðu ancak, bu yazýnýn kaleme alýnýþ maksat ve hedefinin gerekli kýldýðý ölçüde bahse konu edilecektir.
Þu halde burada üzerinde durulacak temel nokta, en genel ifadesiyle modern zamanlarda Sahabe konusunda ileri sürülmüþ bulunan ve Sahabe’nin tezyif, taz’if ve tenkidini amaçlayan iddialardýr. Ancak bunu yaparken, söz konusu iddialarýn hedefi olan sahabîlerin her biri hakkýnda ileri sürülen hususlarýn kritiðine yönelmek teknik açýdan imkân dýþý olduðundan, sadece belli baþlýklarla yetinilecektir.
Sahabe kuþaðý niçin önemli?
Sahabe hakkýnda nazil ve varit olmuþ (Sahabe’nin faziletini, onlara karþý gösterilmesi gereken edep ve saygýyý anlatan) ayet ve hadisler gerek Sahabe tabakasýna münhasýr olmak üzere kaleme alýnmýþ eserlerde, gerekse son dönemlerde bu konuya tahsis edilmiþ araþtýrmalarda toplu halde görülebileceði için burada onlarýn tekrarýyla iþtigal etmeyeceðim.
Ehl-i Sünnet’in Sahabe telakkisi iþaret edilen bu nasslar temelinde oluþmuþtur ve bu meselede saðlýklý bir kanaate sahip olmak için bu nasslar behemehal belirleyici kýlýnmalýdýr. Dolayýsýyla burada daha ziyade meselenin pratik boyutlarýna dikkat çekmek üzere ifade etmeye çalýþacaðým hususlar deðerlendirilirken meselenin o veçhesi devamlý surette hatýrda tutulmalýdýr.
Sahabe’yi “vazgeçilmez” kýlan hususlarýn baþýnda, bu “Din”i bize nakleden ilk kuþak olma özelliðini taþýmalarý gelir. Buradaki “Din” kelimesinin, ihtiva ettiði bütün unsurlarý vurgulamak üzere büyük harfle ve týrnak içinde verildiðine dikkat edilmelidir. Bu husus þu önemli noktalarýn altýnýn çizilmesini gerekli kýlar:
1.
Sözü edilen unsurlarýn baþýnda elbette Kur’an gelir. En spesifik anlamýyla sebeb-i nüzul baðlamýnda tezahür eden Sahabe-Kur’an iliþkisi, bu yönüyle cahiliye Arabýnýn cahiliye þiirlerini ve eyyamýný ezberleyip aktarmasý gibi tek yönlü, mekanik ve yüzeysel deðil, kelimenin bütün aðýrlýðýyla “varoluþsal” bir iliþkidir. Bir baþka ifadeyle Sahabe, Kur’an’ýn canlý bir süreç içerisinde adým adým inþa ettiði ilk ve tek nesildir.
Denebilir ki Kur’an, sadece Sahabe’nin deðil, bütün mü’minlerin iç ve dýþ dünyasýný inþa edici ve kendisine inanan herkesin ruhunda dönüþümler oluþturucu özelliktedir. O halde burada Sahabe’ye mahsus olan, Sahabe’yi “özel” kýlan nedir?
Bu sorunun cevabý þudur: Bugün Kur’an bize, nüzul süreci bizim müdahil olmadýðýmýz bir dönemde tamamlanýp bitmiþ ve iki kapak arasýnda toplanmýþ bir metin olarak, yani “Mushaf” olarak hitap etmektedir. Bugün hiçbirimizin hayatýnda “Acaba bugün Rabbimiz ne buyuracak”, ya da baþýmýza gelmiþ bir olay hakkýnda “vahiy nasýl bir çözüm getirecek” gibi bir sorunun heyecanlý beklentisinden söz edilemez.
Oysa Sahabe için durum böyle miydi? Onlar için Kur’an, kimi zaman isim vererek[1] kimi zaman ima ve iþaret yoluyla[2] kimi zaman da belli özelliklerini anarak[3] kendilerinden bahseden, sabah ve akþam, hazarda ve seferde, darlýkta ve geniþlikte… kýsacasý hayatýn her anýnda ve merhalesinde yeni bir heyecan, yeni bir hüküm/mesaj, yeni bir oluþ, yeni bir davranýþ ve anlayýþ kodu, yeni bir idrak boyutu demekti.
Nazil olan her ayeti hücrelerine sindirircesine bellemek, fehmetmek ve ilk elden muhataplarý olarak onu eksiksiz biçimde hayata aktarmanýn gayreti içinde olmak onlarýn biricik varlýk amacýný oluþturuyordu. Hayatýn her anýný canlý nüzul sürecinin rehberliðinde adým adým kat etmek, nüzul sürecinin bir parçasý olma bahtiyarlýðýna hiçbir zaman eremeyecek nesiller için –belki “anlaþýlmasý” deðil ama– “hissedilmesi” imkân dýþý bir meseledir…
Sahabe-Kur’an iliþkisi, sadece onlarýn nüzul sürecine müdahil olmalarýyla sýnýrlý deðildir. Bu iliþki ayný zamanda Kur’an’ýn sonraki nesillere aktarýmýnda Sahabe’nin vazgeçilmez rolünü de belirlemektedir.
Hemen belirtmek gerekir ki, Sahabe’nin buradaki fonksiyonu kuru bir nakil ameliyesinden ibaret deðildir. Dolayýsýyla Modern dönemde yerli Ýslamiyatçýlarýn, bir yandan Ýslam’ýn tek kaynaðýnýn Kur’an olduðunu söylerken, diðer yandan onu bize nakleden mütevatir zincirin bu en hassas halkasý hakkýnda fütursuzca kelam etmesi, bindiði dalý kesen kimsenin hamakatinden daha hazin bir manzara oluþturmaktadýr.
Kur’an’ýn korumasýnýn bizzat Kadim Kelam’ýn sahibi tarafýndan garanti edildiði bu babda sýk sýk ileri sürülen argümanlardan biri olarak dikkat çekmektedir. Oysa bu ilahî garantinin, Kur’an’ýn korunmasýnda ve aktarýmýnda Sahabe halkasýnýn hassasiyeti üzerinden fonksiyon icra ettiðini gözden uzak tutmak mümkün deðildir. Aksi halde Kur’an’ýn ilahî garanti altýnda bulunduðunu ifade eden 15/el-Hicr, 9 ayetinin –sýrf aklî bir ihtimal olarak– Kur’an’a bilahare eklenmiþ olamayacaðýný garanti etmek mümkün olmayacaktýr. Bir diðer ifadeyle, herhangi birisi bu ayeti bizzat Sahabe’nin Kur’an’a sonradan eklediðini iddia edecek olursa, Sahabe hakkýnda ileri geri konuþan kimselerin bu iddiaya verecek hiçbir tatminkâr cevabý olamaz…
2.
Sahabe’nin bu “Din”i bize nakleden ilk kuþak olmasý, Kur’an’ýn ilk mübellið, mübeyyin ve müfessiri olan Sünnet’in de bize onlar kanalýyla gelmiþ olmasýný tazammun eder. Bu Din’in sahibinin, Yüce Kelam’ýnýn “teblið”ini olduðu gibi “beyan”ýný da Sünnet’e havale ettiði hatýrlanacak olursa[4] Sahabe’nin bu baðlamdaki önemi kendiliðinden ortaya çýkacaktýr. Zira Kur’an’ýn olduðu gibi Sünnet’in de ilk muhatabý, muhafýzý ve nakilcisi Sahabe’den baþkasý deðildir.
Hem bizzat Kur’an’ýn nüzul sürecinin müdahil ve müþahitleri olmalarý, hem de Sünnet’in sebeb-i vürudunu teþkil etmeleri dolayýsýyla Sahabe halkasýnýn Kur’an baðlamýndaki önemi neyse, Sünnet baðlamýndaki önemi de odur.
Daha da önemlisi, Kur’an’ýn anlaþýlmasý, hayata aktarýlmasý ve ondan hüküm istinbatý noktasýnda Sahabe’nin Sünnet’ten aldýðý eðitim ve ilham, sonraki nesillerin Kur’an ve Sünnet’e yaklaþýmýný belirleyen en önemli etken olmuþtur.
Zâhid el-Kevserî merhum bu konuda þunlarý söyler:
“Hz. Peygamber (s.a.v), ashabýný Din’de fýkýh sahibi yapmýþ ve kendilerini istinbat yöntemleri konusunda eðitmiþti. Hatta daha kendisi hayattayken Sahabe’den 6 kadar þahýs fetva veriyordu. Hz. Peygamber (s.a.v)’in ahirete intikalinden sonra Sahabe bu 6 kiþiden Fýkýh öðrenmeye devam etmiþtir. Onlarýn, Sahabe ve Tabiun arasýnda fetva vermekle meþhur olmuþ öðrencileri mevcuttu…”[5]
Çünkü Sahabe, Kur’an’ýn beþer boyutundaki somut dili ve tecellisi olan Hz. Peygamber (s.a.v)’e –sadece fizik deðil, ayný zamanda tabir doðruysa “ontik”– yakýnlýklarý dolayýsýyla “mizac-þinas-ý Resul” bir nesildir. Abdullah b. Mes’ud (r.a)’ýn, Sahabe’ye ittibayý temellendirirken kullandýðý, “Allah Teala’nýn Resulü için seçtiði Sahabe’nin izinden ayrýlmayýn” tarzýndaki ifade de bu gerçeði vurgulamaktadýr.
Din’in, Hz. Peygamber (s.a.v)’in rehberliðinde, ama artýk O’nun fizik varlýðý olmaksýzýn yaþanmaya baþladýðý ilk dönem Sahabe dönemidir. Bu dönemin, Din’i Peygamber’den telakki eden ilk neslin, yani ilk Ýslam toplumunun kendi ayaklarý üstünde durma tecrübesini yansýtmasý dolayýsýyla ayrý bir önemi haiz bulunduðu muhakkaktýr. Ýslamî ilimlerin usullerinin “beþer tecrübesi” baðlamýnda ilk referansýný Sahabe kuþaðýnýn oluþturmasýnýn esprisi burada yatmaktadýr.
Sahabî kimdir?
Muhaddisler’in çoðunluðu ile Fukaha ve Usulcüler’in çoðunluðunun “Sahabe” tanýmý arasýnda önemli bir farklýlýk bulunduðu, konuyla ilgili kaynaklarýn hemen tamamýnýn yer verdiði bir husustur. Ýlk gruptakiler, mü’min olarak Efendimiz (s.a.v) ile görüþmüþ ve mü’min olarak ölmüþ herkesin sahabî olduðunu söylerken, ikinci gruptakiler bu tanýmý Efendimiz (s.a.v) ile uzun süre birlikte olmuþ kimselere tahsis etmiþlerdir.[6] Bu yazýnýn ilgilendiði esas noktalar itibariyle ayrýntý olarak kabul edilebilecek hususlardan sarf-ý nazar ederek aktardýðým bu tesbit, mevzu-i bahsimizde önemli bir ihtilafý ortaya çýkarmaktadýr. Bu ihtilafta belirleyici unsur, ilk gruptakilerin kelimenin lugat anlamýný, ikinci gruptakilerin ise örfî anlamýný esas almýþ olmasýdýr.
Bu ihtilafýn pratik sonucu nedir?
Usul-i Hadis kaynaklarýnda okuduðumuz “Sahabe’nin tamamý uduldür” hükmü, Usulcüler’in konuyla ilgili tavrý bakýmýndan iki noktada iþkâl oluþturuyor: Usulcüler’in “sahabî” tanýmý daha dar bir çerçeveyi kabul ettiðinden, yukarýdaki hüküm bu çerçevenin dýþýnda kalanlarý hem sahabî –dolayýsýyla– hem de “udul” saymayacaktýr.
Birçok Usulcü tarafýndan[7] “manevî/esasa müteallik” olmayýp “lafzî” olduðu belirtilen bu ihtilaf, ez-Zerkeþî tarafýndan “manevî/esasa müteallik” olarak tavsif, pratik yansýmalarý da þu þekilde tadad edilmiþtir:
1. Adalet: Hz. Peygamber (s.a.v)’i sadece görmüþ olan (O’nunla sohbeti ve uzun süre birlikteliði bulunmayan) kiþileri sahabî saymayanlar, söz konusu kiþilerin –týpký Tabiun ve daha sonraki kuþaklara mensup ravilerde olduðu gibi– adalet vasfýný haiz bulunduðunun açýkça belirtilmiþ olmasýný ister. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v) ile karþýlaþmýþ olmayý sahabîlik vasfý için yeterli görenler böyle bir þarta ihtiyaç bulunmadýðý görüþündedir.
2. Böyle kiþilerin Hz. Peygamber (s.a.v)’den naklettiði rivayetin “sahabî mürseli” sayýlýp sayýlmamasý: Bir kimsenin sahabî sayýlmasý için Hz. Peygamber (s.a.v)’i sadece “görmüþ” olmasý yeterli kabul edildiðinde, Hz. Peygamber (s.a.v)’den naklettiði rivayet, Ýbn Abbâs, en-Nu’mân b. Beþîr ve emsali sahabîlerin rivayetleri gibi kabul edilerek o kategoriye dahil edilir. Ancak bu kiþiler “sahabî” sayýlmadýðý zaman, onlarýn Hz. Peygamber (s.a.v)’den rivayetleri, Tabiun mürseli kategorisine girer.[8]
3. Böyle kimselerin müçtehid olmasý veya kendilerinden menkul fetvalar bulunmasý: Bu durumda onlarýn içtihad veya fetvalarýnýn hüccet kabul edilmemesi, “sahabî kavli” olarak telakki edilip edilmeyeceðine baðlýdýr.
4. Böyle kimselerin diðer sahabîlere muhalefeti: Bu durum, “Sahabe icmaý”nda bunlarýn muhalefetinin itibara alýnýp alýnmayacaðý noktasýnda belirleyicidir.[9]
“Sahabî” tanýmýndaki bu ihtilafýn, þüphesiz “Sahabe’nin adaleti” meselesiyle doðrudan ilgisi vardýr. Bu itibarla, ilgili kaynaklarda görebildiðim kadarýyla sadece “zikredilip geçilmiþ” olan bu noktanýn, bugün bizler için “çözümü gerekli” bir problem oluþturduðunu söylemek yanlýþ olmayacaktýr.
Bu noktada söylenebilecekler, aþaðýda gelecek olan “Sahabe’nin adaleti” ara baþlýðý altýnda ele alýnacaktýr.
Sahabe’nin Tabakalarý
Sahabîlik vasfýnýn her sahabî için üstünlükte ayný dereceyi ifade etmediði açýktýr. Ýslam’a ilk girenler, hicret edenler (Muhacirun), hicret edenleri baðrýna basýp onlarý kendilerine tercih edercesine fedakârlýkta bulunanlar (Ensar), Efendimiz (s.a.v) ile savaþlara katýlanlar… ile daha sonraki dönemlerde Ýslam’a girenlerin veya Efendimiz (s.a.v)’in son dönemlerinde dünyaya gelip, O’nu görme þerefine ancak çocukken erebilenlerin sahabîlik faziletinin ayný seviyede olmayacaðý bedihidir.
Ulema, bütün bu noktalarý dikkate alarak Sahabe’yi çeþitli tabakalara ayýrarak sýnýflandýrmýþtýr. Bu tasniflerden birisi el-Hâkim en-Nîsâbûrî’ye ait olup þöyledir
1. Mekke’de Müslüman olanlar.
2. Dâru’n-Nedve’de bulunanlar.[10]
3. Habeþistan muhacirleri.
4. Birinci Akabe bey’atýnda bulunanlar.
5. Ýkinci Akabe bey’atýnda bulunanlar.
6. Hicret esnasýnda Hz. Peygamber (s.a.v) Kuba’da iken hicret edip O’na burada katýlanlar.
7. Bedir savaþýna katýlanlar.
8. Bedir ile Hudeybiye arasýnda hicret edenler.
9. Rýdvan bey’atýna katýlanlar.
10. Hudeybiye ile Mekke’nin fethi arasýnda hicret edenler.
11. Mekke’nin fethi günü Müslüman olanlar.
12. Mekke’nin fethi esnasýnda, Veda Haccý’nda veya daha sonraki bir zamanda Hz. Peygamber (s.a.v)’i gören çocuklar.[11]
Bundan daha detaylý bir taksime, Abdülkahir el-Baðdâdî’de rastlýyoruz:
1. Ýslam’a ilk girenler.
2. Hz. Ömer (r.a) Müslüman olduðu zaman Ýslam’a girenler.
3. Habeþistan’a ilk hicret edenler.
4. Birinci Akabe bey’atýnda bulunanlar.
5. Ýkinci Akabe bey’atýnda bulunanlar.
6. Hz. Peygamber (s.a.v) ile birlikte Medine’ye hicret edenler ve Medine’ye girmeden önce Kuba’da iken O’na yetiþenler.
7. Hz. Peygamber (s.a.v)’in Medine’ye girmesinden Bedir savaþýna kadar geçen sürede hicret edenler.
8. Bedir savaþýna katýlanlar.
9. Uhud savaþýnda bulunanlar.
10. Hendek savaþýnda bulunanlar.
11. Hendek savaþý ile Hudeybiye musalahasý arasýnda hicret edenler.
12. Rýdvan bey’atýnda bulunanlar.
13. Hideybiye ile Mekke’nin fethi arasýnda hicret edenler.
14. Mekke’nin fethi günü Müslüman olanlar.
15. Mekke’nin fethinden sonra grup grup Ýslam’a girenler.
16. Efendimiz dönemine yetiþen ve O’ndan az bir miktar (hadis dinleyip) rivayette bulunan çocuklar.
17. Veda Haccý esnasýnda Efendimiz (s.a.v)’e getirilen çocuklar. Bunlarýn doðrudan Efendimiz (s.a.v)’den rivayetleri sahih deðildir (arada vasýta vardýr).[12]
Bu tabakalarýn sadece “efdaliyet derecelendirmesi”ni ifade etmediði açýktýr. Bir baþka ifadeyle, bu listenin son sýralarýna doðru inildikçe hem fazilet derecesinde bir azalma olmakta, hem de –ez-Zerkeþî’nin deðindiði noktalarda– rivayet ve dirayet ilimleri bakýmýndan büyük bir tefavüt ortaya çýkmaktadýr. Aþaðýdaki ara baþlýk altýnda bu noktaya da deðinilecektir.
Sahabe’nin adaleti
Ehl-i Sünnet’in Sahabe anlayýþý, onlarýn “seçilmiþ” bir nesil olduðu gerçeði üzerine ibtina eder. Abdullah b. Mes’ûd (r.a)’dan yukarýda naklettiðim ifade bu gerçeðin yansýmalarýndan sadece birisidir.
Sahabe’ye böyle bir vasýf izafe ediliþini yadýrgayanlarý þu nokta üzerinde iz’anla düþünmeye davet ederiz: Ýslam, kýyamete kadar baki kalacak son/tek Hak Din ise, onun temel kaynaklarý bakýmýndan bize ve gelecek kuþaklara kadar hiçbir noksanlýða maruz kalmadan ulaþmýþ olmasýndaki zaruret de bedihîdir. Aksi halde Yahudiliðin ve Hristiyanlýðýn baþýna gelenlerin Ýslam’ýn da baþýna gelmesi kaçýnýlmaz olurdu!
Sahabe’nin Kur’an ve Sünnet’in gelecek nesillere aktarýmýndaki kilit rolü üzerinde yukarýda durmuþtum. Ýþte Sahabe’nin “adalet” vasfýný bihakkýn haiz olmasýndaki aklî zorunluluk[13] buradan kaynaklanmaktadýr.
Hemen belirtelim ki, “Sahabe’nin adaleti” ifadesini, onlara “masumiyet/günahsýzlýk” izafesi gibi anlamak derin bir yanýlgýdýr. Bu ifade onlarýn günahsýzlýðýný deðil, Din’in gelecek kuþaklara kavlî ve fiilî olarak ideal tarzda aktarýmýndaki güvenilirliklerini anlatmaktadýr. Elbette Sahabe günah ve hatadan masun deðildir. Ehl-i Sünnet arasýnda onlara böyle bir vasýf izafe eden de olmamýþtýr.
Bu fasýlda üzerinde duracaðým hususu, elbette bu “harc-ý alem” malumat deðil, bugün için Sahabe meselesi bahis konusu edildiðinde “Sahabe’nin adaleti” baðlamýnda gündeme getirilen hususlar oluþturacak.
1.
Açýktýr ki, Muhaddisler’in ekseriyetine izafe edilen “sahabî tanýmý” merkeze alýndýðýnda, Usulcüler’in ekseriyetine izafe edilen taným önemli bir problem oluþturmaktadýr.
Uç sayýlabilecek bir örnek üzerinde duralým:
Hilaf (mezhepler arasý karþýlaþtýrmalý Fýkýh) ilminin ilk müessisi olarak bilinen, Hanefî mezhebinin önde gelen fakih ve usulcülerinden Ebû Zeyd ed-Debûsî þeyle der: “Ravi ya ilmi ve nesebiyle maruf/meþhur bir kimsedir veya ancak rivayet ettiði bir-iki hadisle bilinen meçhul birisidir. Öte yandan bu iki kýsmýn herhangi birisine giren bir kiþinin (yaþadýðý döneme göre) Sahabe veya Selef tarafýndan ya kabul veya reddedileceði açýktýr.
“Böylece ravilerin dört kýsým olduðu görülmektedir:
“- Meþhurlar: Hulefa-i Raþidun ve “Üç Abdullah”[14] (Allah onlardan razý olsun) gibi kimseler.
“- Meçhuller: Ma’kýl b. Yesâr, Seleme b. el-Muhabbýk, Vâbisa b. Ma’bed ve sadece rivayet ettikleri hadisler vasýtasýyla bilinen diðer bedevîler…”[15]
Muhaddisler’in ekseriyetine nisbet edilen “sahabî tarifi” ile yan yana konduðunda, Sahabe arasýnda “meçhul” kimseler bulunduðunu ifade eden bu tavýr (ya da tersinden bakýldýðýnda öbür tavýr) son derece yadýrgatýcýdýr.
Yapýlmasý gereken, bu iki tavýrdan birini tercih etmek midir, yoksa bu iki yaklaþým arasýnda bir “ortak zemin”in imkânýný araþtýrmak mýdýr?
Bu iki tavýrdan birinin tercihi, sadece belli bir bakýþ açýsýna sahip olanlar için bir “rahatlama” saðlayabilir, ancak açýktýr ki, böyle bir tercih yönelimi problemin çözümüne herhangi bir katký saðlamayacaktýr.
Bu iki yaklaþýmýn telif edilmesi ise hem iki Ýslamî disiplin (Hadis ve Usul-i Fýkýh) arasýnda bu noktada beliren karþýtlýðý ortadan kaldýracaðý (ya da en azýndan asgariye indireceði), hem de bizim zihnimizde mevcut “parçalý yapý”yý izale edeceði için dinî ve epistemolojik bir önemi haizdir.
Þu halde bu iki yaklaþýmýn arasýný telif baðlamýnda yapýlmasý gereken nedir?
ed-Debûsî örneðinden devam edelim:
Yukarýdaki iktibasta zikrettiði “meçhuller”in rivayetlerinin kabul edilip edilmeyeceði konusunda þunlarý söyler:
“Meçhul kiþilerin rivayetlerine gelince, Selef tarafýndan kendilerinden nakilde bulunulduðu ve bu naklin muktezasýnca amel edildiði zaman onlarýn haberi hüccettir. (…)
“Eðer, “Adaleti ve zabtý ortaya çýkmayan meçhul bir kiþi olduðu halde onun rivayeti nasýl kabul edilir?” denirse, deriz ki: Adaletle meþhur bir kimsenin, onun rivayetini “reddetmeksizin” nakletmesi, onu ta’dil etmesi demektir. (…) Bu meçhul, adalet ve zabt özelliðinin baskýn vasfý oluþturduðu çaðda yaþamýþtýr ki, o, Hz. Peygamber (s.a.v)’in çaðýdýr. Hz. Peygamber (s.a.v)’in belirttiðine göre Tabiun’un ve salihlerin[16] durumu da böyledir: “Ýnsanlarýn en hayýrlýsý, aralarýnda bulunduðum topluluðumdur (raht). Sonra onlarý izleyenler, ardýndan da onlarý izleyenler gelir. (Onlardan) sonra yalan ortaya çýkar.”[17]
“Bugün ise fýskýn yaygýnlýðý sebebiyle, adaleti ortaya çýkana kadar meçhulün rivayeti kabul edilmez.”[18]
Daha sonra ed-Debûsî, “meçhul” olarak vasýflandýrdýðý sahabîlerin rivayetinin Kýyas’a muvafýk olduðu zaman kabul edileceðini, aksi durumda ise o rivayetle amel edilmeyeceðini söyler ve sözlerini þöyle sürdürür:
“Eðer, “Hz. Ömer (r.a) onun rivayetini[19], yalan ve unutma töhmeti sebebiyle reddetmiþtir. Oysa bu iki noktadaki töhmet sebebiyle her türlü haber –isterse Kýyas’a uygun olsun– reddedilir” denecek olursa, deriz ki: Eðer Hz. Ömer (r.a) bunu kasdetmiþ olsaydý, “(onun rivayetini) kabul etmeyiz” derdi. Böyle demeyip, “Rabbimiz’in Kitabý’ný … býrakmayýz” dediðine ve Kitab’ý zikrettiðine göre –ki bundan murad Kýyas’týr–, Hz. Ömer (r.a)’in, söz konusu kadýnýn rivayetini, Kýyas’a muhalefeti sebebiyle reddettiði anlaþýlýr.”[20]
ed-Debûsî’nin bu sözlerinden anlaþýlan odur ki, onun “meçhul” olarak tavsif ettiði sahabîlerin rivayetinin reddi, rivayetin Kýyas’a aykýrýlýk teþkil etmesi durumuyla sýnýrlýdýr. Belirtmek gerekir ki, onun Kýyas’a yaptýðý bu vurgu, sadece “meçhul” kategorisinde gördüðü sahabîlerin rivayetlerinin reddiyle sýnýrlý bir sonuç doðurmamaktadýr. “Meþhur” olarak tavsif ettiði, ancak “fakih olmayan” Ebû Hureyre (r.a) gibi sahabîlerin Kýyas’a aykýrý rivayetlerinin de reddedileceðini söylemesi[21] bu durumu açýkça ortaya koymaktadýr.
Burada dikkat çekilmesi gereken bir diðer nokta da þudur: ed-Debûsî burada “sahabîlik” vasfýnýn bütün veçheleri üzerinde durmamakta, sadece kimlerin rivayetiyle amel edilebileceði gibi “teknik” bir mesele hakkýnda konuþmaktadýr. Sahabînin rivayetinin red veya kabulü üzerinde dururken Kýyas’a uygunluk veya aykýrýlýk yönünü merkeze aldýðýna dikkat edilirse, burada münhasýran “ahkâm”a iliþkin rivayetleri bahis konusu ettiði görülecektir. Bir Usul-i Fýkýh eserinde meselenin bu tarzda ele alýnmasýnda elbette yadýrganacak bir durum yoktur. Malumdur ki “sahabîlik”ten kaynaklanan fazilet ve üstünlük ile “rivayetiyle amel edilmek” birbirinden farklý þeylerdir.
Meselenin püf noktasýna gelelim: Sadedinde bulunduðumuz ihtilafýn taraflarýndan biri olan Usulcüler’den ed-Debûsî’nin “Sahabe” tanýmý ile Muhaddisler’in ekserisinin tanýmý arasýnda ilk bakýþta önemli bir fark olduðu görülmekte ise de, onun, ismini “meçhuller” arasýnda zikrettiði kiþileri sahabî saymadýðýný söylemek mümkün deðildir. Zira “Sahabe’yi taklid” bahsinde[22] kullandýðý ifade, “Sahabe” tarifinde Muhaddisler’in ekseriyetinin görüþüyle ilgi çekici bir ayniyet arz etmektedir:
“… Bu noktada, “(Sahabe’nin taklid edilmesi), onlar hakkýnda rivayet edilen nassla sabit üstünlükten dolayýdýr” denmesi doðru deðildir. Zira nass[23] umumî olarak Sahabe hakkýndadýr. Sahabe arasýnda ise taklid edilmeleri icma ile caiz olmayan –bedevîler gibi– kimseler mevcuttur…”[24]
Ýþte meselenin can alýcý noktasý burasýdýr. “Sahabe” tarifinde Efendimiz (s.a.v) ile uzun süre birlikte olma þartýný koyan Usulcü, bunu –Kýyas ile uygunluk/aykýrýlýk iliþkisine baðlý olarak– o kiþinin rivayet ettiði hadisin makbuliyeti baðlamýnda yapmaktadýr. Bununla birlikte o, “Sahabe” kavramýnýn, “bedeviler”i de içine alan geniþ lugavî çerçevesinden haberdardýr, hatta bu çerçeveyi kabul edip kullanmaktadýr.
Bu noktada es-Serahsî’nin verdiði tafsilat önemlidir ve þöyledir:
“Meçhul’e gelince, bu kelimeyle kasdettiðimiz, Hz. Peygamber (s.a.v)’le uzun süre sohbet (birliktelik) ile iþtihar etmemiþ, sadece rivayet ettiði bir-iki hadis ile bilinen Vâbisa b. Ma’bed, Seleme b. el-Muhabbýk, Ma’kýl b. Sinân el-Eþca’î (Allah onlardan razý olsun) gibi kimseler ve daha baþkalarýdýr. Bu durumdaki kiþilerin rivayetleri 5 kategoriye ayrýlýr:
1. Fukaha’nýn, rivayetini kabul etmesi ve kendisinden rivayette bulunmasýyla iþtihar etmiþ olanlar.
2. Ýþtihar ettikten sonra Fukaha’nýn aleyhinde herhangi bir þey söylemediði kimseler.
3. Fukaha’nýn, rivayetinde ta’n edip etmemekte ihtilaf ettiði kimseler.
4. Fukaha’nýn, aralarýnda herhangi bir ihtilaf bulunmaksýzýn (söz birliði hnalinde) rivayetinde ta’n ettiði kimseler.
5. Fukaha arasýnda hem rivayeti, hem de rivayetinde ta’na maruz kaldýðý ortaya çýkmamýþ olanlar.[25]
Daha sonra es-Serahsî, ilk kategoride yer alanlarýn, rivayetle meþhur kimseler gibi olduðunu ve rivayetinin kabul edileceðini, ikinci ve üçüncü kategorilerdekilerin durumunun da ayný olduðunu gerekçe ve örnekleriyle izah eder. Dördüncü gruptakilerin rivayetinin reddedileceðini, zira bu konudaki ittifakýn, ravinin rivayetinde vehme düþtüðüne delil teþkil ettiðini söyler. Beþincilere gelince, Kýyas’a aykýrý olmadýðý zaman bunlarýn rivayetiyle amelin “vacip” deðil, “caiz” olduðunu söyler.[26]
Bu tafsil, yukarýda da belirttiðim gibi, Usulcü açýsýndan meselenin, tamamen “rivayetin kabulü/reddi” baðlamýnda tartýþýldýðýný, Sahabîlik fazileti ile ilgili herhangi bir noktayý içermediðini bir kere daha ve açýkça göstermesi bakýmýndan önemlidir. Bir diðer deyiþle burada bahse konu olan, “kimlerin sahabî sayýlacaðý” deðil, “kimlerin rivayetiyle amel edileceði” meselesidir.
2.
el-Âmidî ve Ýbnu’l-Hâcib’in, kimlerin sahabî sayýlacaðý konusundaki ihtilafýn “lafzî” olduðunu söylemesi[27] –Ýbn Emîri’l-Hâc, ez-Zerkeþî, eþ-Þevkânî gibi Usulcüler’in itirazýna maruz kalmýþ olsa da– üzerinde hassasiyetle durulmasý gereken önemli bir tesbittir. Zira ed-Debûsî’nin, “meçhul” diye tavsif ettiði sahabîlerin rivayetinin kabulü noktasýnda söyledikleri, bu meselenin pratik sonuçlarýný göstermesi bakýmýndan önemlidir:
“… Meçhule gelince, (…) zikrettiðimiz hususlar doðrultusunda onun hadisi, eðer Selef tarafýndan nakledilmiþ ve kendisiyle amel edilmiþse hüccettir. Ayný þekilde Selef tarafýndan reddedilmeyip hakkýnda sükût edilmiþ rivayetin durumu da –muhtevasýyla amel ettikleri ortaya çýkmamýþ olsa bile– böyledir. Çünkü rivayetin, amel etmek için nakledilmesi esastýr. Eðer rivayet, esasta kendisiyle amel edilmesi caiz olmayan bir rivayet olsaydý, beyana ihtiyaç bulunan vakitte Selef’in o rivayetin durumunu beyan etmemesi helal olmazdý…”[28]
Bu noktayý biraz daha açan en-Nesefî þöyle der:
“Eðer, “Adaleti ve zabtý açýkça ortaya çýkmamýþ bir meçhul olduðu halde onun rivayeti nasýl kabul edilir?” dersen, deriz ki: Adalet sýfatýyla meþhur birisinin ondan, reddetmeden rivayette bulunmasý, onu ta’dil etmesi demektir. (…) Eðer bu durumdaki kiþinin hadisi Selef arasýnda (ma’ruf ve) zahir olmamýþ, redd veya kabulle karþýlanmamýþsa, o rivayet sebebiyle Kýyas terk edilmez ve o rivayet ile amel “vacip” olmaz; fakat “caiz” olur. Çünkü sadr-ý evvelde yaþamýþ olanlar için adalet vasfý sabit ve zahirdir. Zira o, –yukarýda naklettiðimiz hadis dolayýsýyla– “udul” (adalet sahibi olduðu nassla sübut bulmuþ) dönemin insanýdýr. Onun haberinde sýdk ciheti bu itibarla teraccuh eder. Rivayetinin Selef arasýnda iþtihar bulmamasý itibariyle de o kimse hakkýndaki töhmet sabit kalýr.”[29]
(Buradaki “töhmet”in, ayný ifadeler içinde geçen, ” sadr-ý evvelde yaþamýþ olanlar için adalet vasfý sabit ve zahirdir” ifadesinin teþkil ettiði karine ve es-Serahsî’nin[30] tasrihiyle “adalet”e deðil, “zabt”a müteallik olmasý gerekir.)
es-Serahsî de, ilk üç asýrda yaþamýþ olan “meçhul”lerin “Sahib-i Þeriat” (s.a.v) tarafýndan ta’dil edilmiþ olmalarý sebebiyle adalet vasfýný haiz bulunduðunu vurgular.[31]
Görüldüðü gibi mesele son tahlilde gelip Selef’in tavrýna dayanmaktadýr.[32] Selef tarafýndan kabul ve hakkýnda herhangi bir þey söylenmeksizin nakledilmiþ olan rivayet makbuldür.
Nitekim el-Esrem’in sorusuna Ýmam Ahmed b. Hanbel’in verdiði cevap da ayný durumu ifade etmektedir:
“Ebû Abdillah Ahmed b. Hanbel’e, “Tabiun’dan bir adam, “Bana Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashabýndan biri þöyle rivayet etti” dese ve sahabînin adýný söylemese, hadis sahih midir?” diye sordum, “Evet” dedi.”[33]
Sahabî tarifindeki ihtilafýn “lafzî” deðil de “manevî” (esasa müteallik) olduðunu söyleyebilmek için þu sorunun cevabý verilmelidir: Selef’in, Sahabe’den sayýldýðý halde, “adaletine” –”zabtýna” deðil!– kail olmadýðý için kendisinden hadis almadýðý kimse mevcut mudur?
Sahabe’den birçok kimsenin rivayet ettiði kimi hadislerle Selef tarafýndan amel edilmediði bir vakýadýr. Hilafiyat kitaplarýnda çokça rastlanan bu türden rivayetler, ravinin zabtýndaki kusurlar sebebiyle ma’mulun bih olarak görülmemiþtir. Ancak bunlar arasýnda, sahabî ravisinin adaletinde bir kusur olduðu gerekçesiyle reddedilmiþ bir rivayet gösterilemez. Burada sahabî raviyle ilgili red gerekçesi, söz konusu sahabînin “adalet”iyle ilgili deðil, “zabt”ýyla ilgilidir. ed-Debûsî’nin, Fâtýma bt. Kays (r.anha)’nýn rivayetinin Hz. Ömer (r.a) tarafýndan kabul edilmeyiþinin gerekçesini açýklayýþ tarzý bu tesbiti yüzde yüz teyit etmektedir.
3.
Öte yandan bu bahsin baþýnda zikredilen –”sahabî tarifi”ndeki– ihtilafýn taraflarýný Usulcüler’in ekseriyeti ile Muhaddisler’in ekseriyetinin oluþturduðu görüþü, araþtýrabildiðim kadarýyla Ebu’l-Muzaffer es-Sem’ânî’nin nakline dayanmaktadýr.[34] Ancak el-Irâkî, “Usulcüler’in ekseriyeti”ne izafe edilen görüþün, onlardan sadece “bazýlarý”na ait olduðunu söylemiþtir.[35]
Þu halde ed-Debûsî’nin deðerlendirmeleri üzerinde dururken de belirttiðim gibi, sahabî tarifindeki ihtilafýn taraflarýný “Muhaddisler’in ekseriyeti” ile “Usulcüler’in ekseriyeti” þeklinde tesbit etmenin tartýþýlabilir olduðunu söylemek yanlýþ olmayacaktýr.
Elbette bunu sadece el-Irâkî’nin es-Sem’ânî’ye itirazý ile ed-Debûsî’nin tavrýna dayandýrmak bir-iki örnekten hareketle sonuca gitmek anlamýna geleceðinden, ilmî bir kýymet ifade etmeyecektir.
Ne var ki, bahse konu ihtilafýn “lafzî” olduðunu söylemek, meseleye Muhaddisler cephesinden bakýldýðýnda da mümkün, hatta “gerekli”dir. Birkaç örnek zikredelim:
1. Yusuf b. Abdillah b. Selâm: el-Buhârî onun hakkýnda “lehû suhbe” dediði halde Ebû Hâtim er-Râzî onun Efendimiz (s.a.v) ile sohbeti bulunmadýðýný, ancak O’nu (sadece) gördüðünü söyler.[36]
2. Abdurrahman b. el-Hâris b. Hiþâm b. el-Muðîre el-Mahzûmî: el-Beðavî ve et-Taberânî tarafýndan sahabî, el-Buhârî ve Ebû Hâtim tarafýndan ise tabiî olarak vasfedilmiþtir.[37] Ýbn Hacer, Efendimiz (s.a.v)’i gördüðünü söylediði halde onu “Tabiun’un büyüklerindendir” diye nitelendirmiþtir.[38]
3. Muhammed b. Eslem b. Bahr: ez-Zehebî onun Tabiun’dan olduðunu söyledikten sonra, “Meçhuldür” der.[39] Ýbn Hacer bu satýrlarýn altýnda þunlarý söyler: “Ýbn Hibbân onu Tabiun arasýnda zikretmiþ …tir. Ýbn Abdilberr’in onu el-Ýstî’âb’da[40] zikretmesinin sebebi ise, Hz. Peygamber (s.a.v)’i görmüþ olmasýdýr.”[41]
4. Târýk b. Þihâb el-Ahmesî: Cahiliye dönemini idrak etmiþ birisi olmasýna raðmen Ebû Dâvûd, Ebû Zür’a ve daha baþkalarý, onun Efendimiz (s.a.v)’i sadece gördüðünü, ancak sohbeti olmadýðýný söylemiþtir.[42]
5. Muhammed b. Hâtýb b. el-Hâris el-Cumahî: Efendimiz (s.a.v)’den sonra “Muhammed” adýný alan ilk kiþi olduðu söylenen[43] ve Habeþistan’a hicret eden annesi tarafýndan orada dünyaya getirildikten sonra çok küçük yaþtayken ailesiyle birlikte Medine’ye gelen bu zat hakkýnda Ýbn Ma’în, “Hz. Peygamber (s.a.v)’i görmüþtür; ancak sohbeti bulunduðu zikredilmemiþtir” demiþtir.[44]
6. Mahmud b. er-Rebî’ el-Ensârî: Hz. Peygamber (s.a.v)’i 4 veya 5 yaþýndayken görmüþtür. Hakkýnda Ebû Hâtim, “Hz. Peygamber (s.a.v)’i görmüþtür; sohbeti yoktur” der.[45]
7. Hz. Peygamber (s.a.v)’i çok küçük yaþta görmüþ olan Abdullah b. Þeddâd b. el-Hâd (r.a) hakkýnda Ýbn Hacer þu ifadeyi kullanýr: “Tâbi’iyyun kebîr, lehû rü’ye ve li ebîhi suhbe” (Tabiun’un büyüklerindendir. Efendimiz (s.a.v)’i görmüþtür. Babasý sahabîdir).”[46]
Bu örnekleri birkaç katý artýrmak mümkün ise de, zikredilenlerin þu hususu ifadede yeterli olduðunu söyleyebiliriz: Usulcüler’in ekseriyetine ait olduðu söylenen sahabî tarifi zaman zaman lugavî anlam çerçevesinde Muhaddisler’in ekserisine ait olduðu söylenen görüþe nasýl yaklaþmýþsa, Muhaddisler’in ekseriyetine ait olduðu söylenen ve örfî tarifi esas alan görüþ de Usulcüler’in ekseriyetine ait olduðu söylenen görüþe yaklaþmýþtýr.
Muhaddisler’in ekseriyetine izafe edilen görüþ, “sahabî” sayýlmak için Efendimiz (s.a.v)’i görmüþ (O’nunla karþýlaþmýþ) olmayý yeterli bulurken ve dahi Sahabe’nin “tamamý”ný udul sayarken, bu tanýma giren bazý isimlerin Cerh-Ta’dil otoriteleri tarafýndan tevsik edilmiþ olmasý, “sahabî tarifi”ndeki ihtilafýn “lafzî” olduðunu gösteren bir diðer husustur.
Bu duruma örnek olarak, yukarýda zikrettiðim 7 maddede yer alan isimlerin tevsiki için belirttiðim kaynaklara bakýlabilir. Bunlara ilaveten þu isimler zikredilebilir:
1. Eyyûb b. Beþîr b. Sa’d el-Ensârî: Efendimiz (s.a.v)’i gördüðü konusunda ihtilaf yoktur. Ebû Dâvûd tarafýndan tevsik edilmiþtir.[47]
2. Ebû Ümâme Es’ad b. Sehl b. Huneyf için de ayný durum söz konusudur.[48]
3. Mahmud b. Lebîd b. Ukbe el-Ensârî de çocuk yaþta Efendimiz (s.a.v)’i görenlerden olduðu halde tevsik edilmiþ kimselerdendir.[49]
4. Abdullah b. Âmir b. Rebî’a: Hz. Peygamber (s.a.v)’i 4 veya 5 yaþýndayken gördüðü söylenen bu zat, “Tabiun’un büyüklerinden” olarak tavsif ve Ebû Zür’a ile el-Ýclî tarafýndan tevsik edilmiþtir.[50]
5. Ýbrahim b. Ebî Musa el-Eþ’arî: Rü’yeti sabit olduðu halde el-Ýclî tarafýndan tevsik edilmiþtir.[51]
Örnek olarak zikrettiðim bu isimler (ve ayný durumdaki daha baþkalarý), Hz. Peygamber (s.a.v)’i görmüþ olmalarý dolayýsýyla Sahabe arasýnda sayýlmýþlardýr. Sahabe’nin tümünün “udul” olduðu kabulü çerçevesinde bu isimlerin tevsik/tezkiye için olsa dahi Cerh-Ta’dil konusu yapýlmamasý gerekirken, durumun tam aksi istikamette olduðu görülmektedir. Þu halde bu noktada Muhaddisler’in Usulcüler’e yaklaþtýðýný, bir diðer ifadeyle bu iki grup arasýndaki ihtilafýn “lafzî” olduðunu söylemek yanlýþ olmayacaktýr.
Yukarýda 5. sýrada yer alan örnek oldukça dikkat çekicidir. Ýbn Hibbân es-Sikât’ýnda Sahabe’yi zikrettiði yerde bu zatýn adýný da verdikten sonra þöyle der:
“Bu zat Hz. Peygamber (s.a.v)’den bir þey iþitmemiþtir. Onu burada zikretmemizin sebebi, Hz. Peygamber (s.a.v) ile karþýlaþmýþ olmasýdýr. Kendisi Tabiun’dandýr.”[52]
Ýbn Hibbân’ýn bu tavrýna el-Ýsâbe’de dikkat çeken Ýbn Hacer[53]:bir baþka eserinde, konumuz bakýmýndan önemli bir ufuk açarak, künye ve nisbesiyle Ebû Ýdris el-Havlânî olarak meþhur olan Âizullah b. Ubeydillah hakkýnda þöyle der:
“Sahâbiyyun, ve huve min haysu’r-rivâyeti tâbi’iyyun kebîr, ve kad zukira fi’s-Sahâbe lienne lehû rü’ye” (Sahabîdir, rivayet bakýmýndan ise büyük bir tabiî (Tabiun’un büyüklerinden)dir. Sahabe arasýnda zikredilmiþtir, çünkü rü’yeti vardýr).[54]
Ýþte bu ifade, “sahabî”yi farklý tarif eden Muhaddisler’le Usulcüler arasýnda mevcut bu ihtilafýn lafzî olduðunu göstermesi bakýmýndan son derece önemlidir. Eðer Hz. Peygamber (s.a.v)’i sadece “görmüþ” olan bir kimse bu yönüyle “sahabî” sayýlýrken, rivayet cihetinden Tabiun kategorisine sokuluyorsa, þöyle bir ayrýma gitmek imkân dahilinde görünmektedir: Bu kategoride yer alanlarýn, Hz. Peygamber (s.a.v)’i “görmüþ” olmalarý bir fazilet/meziyettir; ancak bu durum, onlarýn rivayetlerinin Sahabe’nin büyüklerinin rivayeti gibi kabul edilmesine yol açmamýþtýr. Rivayet noktasýnda onlar da Cerh-Ta’dil ilminin konusu yapýlmýþtýr.
“Hz. Peygamber (s.a.v)’in ashabý” tabiri ile “sahabî” tabiri arasýnda fark gözeten Muhammed Taki el-Osmânî’nin bu yaklaþýmýný da böyle bir ayrýmýn sonucu olarak görebiliriz.[55]
Böyle bir ayrýma gidilmediði takdirde, mesela el-Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî’nin –en azýndan “rü’yet” cihetiyle Sahabe arasýnda sayýlmasý kaçýnýlmaz olacaktýr. ez-Zehebî’nin,
“el-Muhtâr b. Ebî Ubeyd es-Sekafî el-kezzâb! Bu zattan herhangi bir þey rivayet etmek uygun deðildir. Çünkü kendisi dâll ve mudýll (hem sapýk, hem saptýran) birisidir. Cebrail (a.s)’ýn kendisine (vahiy getirmek için) indiðini iddia etmiþtir. el-Haccâc’dan daha þerli veya onun gibi birisidir.”
tarzýndaki ifadelerinin altýnda Ýbn Hacer þunlarý söyler:
“Babasý Ebû Ubeyd, Sahabe’nin hayýrlýlarýndandý. (…) el-Muhtâr, hicret zamanýnda dünyaya gelmiþtir. Bu sebeple Ýbn Abdilberr onu Sahabe arasýnda zikretmiþtir.[56] Çünkü galip zanna göre o, Hz. Peygamber (s.a.v)’i görmüþtür. el-Hasen b. Ebî Tâlib’e karþý Medain’de ayaklananlar arasýnda bulunmuþtur. Daha sonra Mekke’de Ýbnu’z-Zübeyr’in yanýnda yer aldý. Ýbnu’z-Zübeyr kendisini Kûfe’ye görevlendirdi. el-Muhtâr burada galibiyet saðladýktan sonra Ýbnu’z-Zübeyr’i tanýmadý ve Hz. Hüseyin’in intikamý alma davasý güttü. Bu hareketiyle Þia’nýn iltifatýný kazandý. Onlarýn hoþuna gidecek davranýþlar izhar ederdi. Sonra Ýbrahim b. el-Eþter’in ordusunda yer aldý ve Ubeydullah b. Ziyad’ý öldürdü. Arkasýndan Mus’ab b. Zübeyr Kûfe’ye yöneldiðinde onunla savaþtý ve Mus’ab, el-Muhtâr’ý ve arkadaþlarýný öldürdü. (…) Onun, Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Sakîf kabilesinden bir kezzab, bir de can alýcý çýkar” hadisinde[57] iþaret ettiði “kezzab” olduðu söylenmiþtir…”[58]
Hakkýnda cerhin en aðýr ifadelerinden birisi olan “kezzâb” tabirinin kullanýldýðý bu zatý, sýrf Hz. Peygamber (s.a.v)’i görmüþ olmasý sebebiyle sahabî sayamayacaðýmýz açýktýr. Ýbn Hacer’in, tercemesinde tekrarladýðý bir tesbit, Veda haccý esnasýnda 10 yaþýnda olmasý gereken el-Muhtâr’ýn Hz. Peygamber (s.a.v)’i görmüþ olmasý gerektiðini açýkça ortaya koymaktadýr. Ýbn Hacer, Mekke ve Taif’te bulunanlardan Kureyþ ve Sakif’e mensup olup da Veda haccýna þahit olmayan hiç kimse bulunmadýðýný ve bu tesbiti birçok kere –adý geçen eserinde– tekrarladýðýný belirtir.
Mesele sadece “rü’yeti sabit olanlarýn tevsiki”nden ibaret de deðildir. Tek tek örnekleri zikrederek yazýyý uzatmak yerine, icmalî bir tesbitle konunun, sadece “rü’yeti sabit olanlarýn tevsiki”yle sýnýrlý olmadýðýný belirtelim:
Ýbn Hacer, ez-Zehebî’nin Mîzânu’l-Ý’tidâl’de[59] Midlâc b. Amr es-Sülemî’nin tercemesinde yer verdiði “Kim olduðu bilinmiyor” ifadesinin altýnda þunlarý söyler:
“Bu zat sahabîdir. Ýbn Hibbân ve daha baþkalarý onu Sahabe arasýnda zikretmiþtir. (…) Allah kendisine rahmet eylesin Musannýf (ez-Zehebî), bu zatýn zayýflar arasýnda zikrinde Ýbnu’l-Cevzî’ye uymuþtur. Ancak Ýbnu’l-Cevzî’nin tutumu daha hafiftir. Zira o, “Ebû Hâtim bu zat hakkýnda “Meçhuldür” demiþtir” demekle yetinmiþtir. Ýbn Ebî Hâtim’in kitabýnda da (…) bu zat hakkýnda bu ifade mevcuttur.[60] Ebû Hâtim, Sahabe’den bir cemaat hakkýnda ayný þekilde davranmýþ ve haklarýnda “meçhuldür” ifadesini kullanmýþtýr. Ancak bu tabirle o, adalet cihetinden cehaleti (söz konusu kiþinin adalet sahibi olup olmadýðýnýn bilinmediðini) kasdetmemiþtir. Kasdettiði, o kiþinin, Tabiun’un imamlarý tarafýndan kendisinden rivayette bulunulmamýþ bedevîlerden olduðudur….”[61]
Bu ifadeler, Sahabe’den bazýlarý (özellikle bedevîler) hakkýnda “meçhul” tabirinin kullanýlmasýnýn Usulcüler’e has bir davranýþ olmadýðýný açýkça göstermekle, bahsimizin mihverini oluþturan ihtilafta taraflarýn ayný noktada buluþtuklarýnýn söylenmesini mümkün kýlacak tarzda birbirlerine yaklaþtýðýný göstermesi bakýmýndan son derece önemlidir.
Bu durum, “Sahabe’nin adaleti”nden ne anlaþýlmasý gerektiði konusunda sadra þifa açýklamayý yapan –görebildiðim kadarýyla– tek müellif olan Abdülhayy el-Leknevî’nin yaklaþýmýnýn[62] önemini de ortaya koymaktadýr. Þöyle der:
“Adalet” tabiri bazen, rivayette (…) taammüden yalan söylemekten kaçýnmak ve uzak olmak anlamýnda kullanýlýr. Muhaddisler’in, “Sahabe’nin tamamý uduldür” þeklindeki sözle kasdettikleri mana da budur. es-Sehâvî, Fethu’l-Muðîs’te þöyle der: “Ýbnu’l-Enbârî þöyle demiþtir: “Sahabe’nin adaletinden murat, onlar hakkýnda ismet sýfatýnýn sabit ve onlarýn günah iþlemesinin müstehil olduðunu söylemek deðildir. Bundan murat, onlarýn rivayetlerini, adalet sebeplerini araþtýrma tekellüfüne girmeksizin ve tezkiyelerini istemeksizin kabul etmektir. Ancak adaleti yaralayýcý bir fiili iþlemiþ olmalarý durumu söz konusu olursa, o baþka. Böyle bir durum da sabit olmamýþtýr.”
” et-Tuhfetu’l-Ýsnâ Aþeriyye ve daha baþka eserlerin müellifi allame ed-Dihlevî[63] bazý ifadelerinde þöyle demiþtir: “Ehl-i Sünnet akaidinde takarrur eden, Sahabe’nin tamamýnýn udul olduðu kabulüdür. Bu ifade çokça tekrar edilmiþtir. Manasý konusunda merhum babam hazretleri de araþtýrma yapmýþtýr. Yaptýðý araþtýrma sonucunda vardýðý sonuç þudur: Bu cümledeki “adalet”ten kasýt, bu kelimenin bilinen/yaygýn anlamý deðildir. Aksine kastedilen, baþkasý deðil, sadece “hadis rivayetindeki” adalettir; bunun hakikati ise, rivayette taammüden yalan söylemekten sakýnmak ve uzak durmaktýr.
“Fitneye ve kamplaþmalara karýþmýþ olanlar da dahil olmak üzere Sahabe’nin tamamýnýn siretini araþtýrdýk ve onlarýn, –siyer sahasýyla ilgilenenlerin de malumu olduðu üzere– Hz. Peygamber (s.a.v) üzerine yalan uydurmanýn günahlarýn en þiddetlisi olduðuna inandýklarýný, bundan son derece sakýnýp korunduklarýný gördük.
“Söylediðimizin doðruluðunun delili þudur: Bu inancýn (Sahabe’nin adaleti meselesinin), ne Mütekaddimun’a ait Akaid kitaplarýnda ne de Kelam kitaplarýnda izi bulunur. Bu meseleyi Muhaddisler, Usul-i Hadis kitaplarýnda, ravi tabakalarýnýn ta’dilinin beyaný sadedinde zikretmiþlerdir. (Daha sonrakilere ait) Akaid kitaplarý, bu meseleyi Usul-i Hadis kitaplarýndan aktarmýþtýr. Bunu yapanlar, mesele hakkýnda derinlemesine araþtýrmada bulunmadan Hadis ve Kelam sahalarýný birbirine karýþtýranlardýr.
“Þüphe yok ki Usulcü’nün maksadýnýn taalluk ettiði “adalet”, “rivayette adalet”tir ve –baþka deðil– sadece nakilde taammüden yalan söylemekten sakýnmayý ve uzak durmayý anlatýr…”[64]
el-Leknevî’nin, Hüccetullâhi’l-Bâliða sahibine tabi olarak “adalet”i münhasýran “rivayette adalet”e hasretmesi, eserin muhakkiki Abdülfettâh Ebû Gudde’nin þiddetli itirazýna maruz kalmýþtýr.[65] Zira burada bu yaklaþýmda “adalet”in, Din’in hayata yansýmasýndan baðýmsýz bir olgu gibi deðerlendirildiði dikkat çekmektedir. Oysa “adalet”in kaynaðý –Usul kitaplarýnda da açýklandýðý gibi– “büyük günahlardan kaçýnma ve küçük günahlarda ýsrar etmeme”den hasýl olan melekedir ki, Hadis rivayetindeki güvenilirlik bu meleke ile irtibatlýdýr.
Þu halde burada “adalet”in ölçülerinin tayininde bir “orta yol” bulunmak durumundadýr. Kanaatime göre bu “orta yol”u, Ýbn Hibbân’ýn “Kiþinin ekseri ahvalinin Allah Teala’ya taat olmasý” þeklindeki tarifinde bulmak mümkündür. O bu tarifi þöyle açar:
“Çünkü biz adaleti, hiçbir surette ma’siyet iþlememiþ olan kimseye tahsis ettiðimiz zaman, bu durum bizi, dünyada adalet sahibi kimse bulunmadýðý sonucuna götürür. Zira insanlarýn ahvali, þeytan kaynaklý arýzalardan hali deðildir. Öyleyse “adalet sahibi”, zahir-i ahvali Allah Teala’ya taat olan kimsedir. Karþýtý ise ekseri ahvali Allah Teala’ya ma’siyet olan kimsedir.
“Bazen adalet sahibi kiþi, komþularý ve memleketinin adalet sahibi insanlarý adaletli olduðuna þahitlik ettiði halde, Hadis rivayetinde gayr-i sadýk olabilir. Çünkü Hadis rivayetinde sýdk, ancak Hadis konusunda mütehassýs olan kimseler tarafýndan bilinebilir. Bir kimsenin adalet sahibi olduðunu söyleyen herkes Hadis konusunda mütehassýs deðildir ki onun ta’dili hem rivayette hem de Din’de geçerli hakiki bir ta’dil olabilsin!”[66]
Konuyu þöyle toparlamak mümkündür: Bilindiði kadarýyla sýrf Hz. Peygamber (s.a.v)’i “görmüþ” olmasý dolayýsýyla “sahabî” sayýlanlar iki ana gruba ayrýlabilir:
1. Hem rü’yeti, hem de rivayeti olanlar. Bunlar arasýnda cerh edilen kimseye tesadüf edemedim. Bunlarýn rivayetleri mevsul ise zaten problem yoktur. Mürsel rivayetleri ise “sahabî mürseli”dir.[67]
2. Rü’yeti bilindiði halde rivayeti bilinmeyenler. Bunlar arasýnda cerh edilen de, ta’dil edilen de vardýr. Rivayetleri “tabiî mürseli”dir.[68]
4.
Konunun ikmali bakýmýndan, “Sahabî kimdir” ara baþlýðý altýnda ez-Zerkeþî’den naklen geçen ve Muhaddisler’le Usulcüler’in “sahabî” tariflerinin “esasa müteallik” olduðunu maddeler halinde veren ifadeler üzerinde de durmak gerekiyor. Ayný sarayla ele alacak olursak;
1. Adalet: Özellikle “rü’yet” cihetinden sahabî sayýlanlar arasýnda cerh ya da ta’dil edilenler bulunduðu yukarýda örnekleriyle geçmiþti.
2. Böyle kiþilerin Hz. Peygamber (s.a.v)’den naklettiði rivayetin “sahabî mürseli” sayýlýp sayýlmamasý: Rivayeti bilinenlerin rivayetinin “sahabî mürseli”, bilinmeyenlerin ise “tabiî mürseli sayýlabileceði yukarýda söylenmiþti.
Ýbn Hacer bu konuda þu tesbiti yapar:
“Adiyy b. el-Hýyâr, Mekke’nin fethinden bir süre önce vefat etmiþtir. Oðlu Ubeydullah, Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke’ye girdiðinde orada bulunuyordu. Pek çok rivayette kadýn ve erkek sahabîlerin, çocuklarýný teberrük maksadýyla Hz. Peygamber (s.a.v)’e götürdükleri nakledilmiþtir. Ubeydullah b. Adiyy de onlardandýr.
“Ancak, onun, rü’yetin sübutunun gereði olarak sohbet çerçevesine girmesiyle elde ettiði yüksek mertebe, Hz. Peygamber (s.a.v)’den naklettiði rivayetlerin mürsel olmamasýný da gerektirir mi?
“Bu, araþtýrýlmasý ve üzerinde düþünülmesi gereken bir noktadýr. Hak olan, Ebû Hâtim er-Râzî ve daha baþka imamlarýn da kesin bir dille belirttiði gibi, bu durumdakilerin mürselinin, diðerlerinin mürseli gibi olduðunun söylenmesidir. “Sahabe’nin (Allah hepsinden razý olsun) mürselleri –farklý düþünen bir grup dýþýnda– ittifakla makbuldür” diyenler, bu sözle, Hz. Peygamber (s.a.v)’den Hadis belleme ve iþitme imkânýna sahip olanlarý kastederler. Kendisi için bunun mümkün olmadýðý kimseye gelince, onun hadisinin hükmü, Hz. Peygamber (s.a.v)’den bir þey iþitmemiþ olan Muhadramun’un rivayetinin hükmü gibidir.”[69]
3. Böyle kimselerin müçtehid olmasý veya kendilerinden menkul fetvalar bulunmasý: Rivayet cihetiyle Tabiun’dan sayýlanlarýn fetva ve içtihadlarýnýn Sahabe fetva ve içtihadlarý gibi deðerlendirilmeyeceði açýktýr.
4. Böyle kimselerin diðer sahabîlere muhalefeti: Bir önceki maddeyle baðlantýlý olarak bu durumdaki kimselerin muhalefetinin Sahabe icmaýna tesir etmeyeceðini söylemek yanlýþ olmamalýdýr.
Allah Teala en iyisini bilir.
—————————————
[1] Zeyd b. Hârise (r.a) örneðinde olduðu gibi. Bkz. 33/el-Ahzâb, 37.
[2] Hz. Ebû Bekr (r.a) hakkýnda “ikinin ikincisi” ifadesini kullanan 9/et-Tevbe, 40 ayeti gibi.
[3] Örnek olarak “Peygamber kýzlarý” (33/el-Ahzâb, 59), “Peygamber hanýmlarý” (33/el-Ahzâb, 6, 53…), “Ehl-i Beyt” (33/el-Ahzâb, 33), “Muhacirun” (3/Âl-i Ýmrân, 195, 8/el-Enfâl, 72, 22/el-Hacc, 58-9…), “Ensâr” (8/el-Enfâl, 74, 9/et-Tevbe, 100-17…) zikredilebilir. Þüphesiz bunlar dýþýnda da kendilerinden iþaret yollu bahsedilen sahabîler mevcuttur.
[4] Bkz. 16/en-Nahl, 44, 64.
[5] Makâlât, 161-2.
[6] el-Irakî, Fethu’l-Muðîs, 343 vd.; el-Aynî, Umdetu’l-Karî, XVI, 169 vd.; Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, I, 6; a.mlf. Fethu’l-Bârî, VII, 4 vd.; es-Sehâvî, Fethu’l-Muðîs, IV, 74; Ali el-Karî, Þerhu Þerhi Nuhbeti’l-Fiker, 575 vd.; el-Leknevî, Zaferu’l-Emânî, 528 vd.; Muhammed Ekrem es-Sindî, Ým’ânu’n-Nazar, 204 vd…
Bu kaynaklarýn birçoðunda kimlerin sahabî sayýlacaðý konusunda baþka görüþler de zikredilmiþtir. Þuyu bulmadýðý, münferit kaldýðý veya konunun aslýna fazla tesiri olmadýðý için bu görüþler üzerinde durmayacaðým.
[7] el-Âmidî, Ýbnu’l-Hâcib vd.
[8] Sahabî mürsellerinin makbuliyetinde ittifak/icma olduðu söylenmiþse de, bu konuda ihtilaf bulunduðu bilinmektedir. Çoðunluðu teþkil eden ulema, sahabî mürsellerinin makbuliyetine kaildir. Bkz. el-Alâî, Câmi’u't-Tahsîl, 36.
[9] ez-Zerkeþî, el-Bahru’l-Muhît, IV, 303.
[10] Hz. Ömer (r.a) Müslüman olduðu zaman Efendimiz (s.a.v)’i Dâru’n-Nedve’ye götürmüþ ve burada bulunanlar Ýszlam’a girmiþti.
[11] el-Hâkim en-Nîsâbûrî, Ma’rifetu Ulûmi’l-Hadîs, 22 vd.
[12] Ebû Mansûr Abdülkahir el-Baðdâdî, Usûlüddîn, 298 vd.
[13] Yazýnýn baþýnda da belirttiðim gibi bu nokta sadece “aklî” zorunluluk üzerine deðil, daha öncelikli olarak Kur’an ve Sünnet nasslarýna, yani “Dinî zorunluluk” üzerine ibtina eder. Meselenin bu yönü ilgili kaynaklarda enine-boyuna iþlendiði için burada sadece aklî boyut üzerinde durulmaktadýr.
[14] Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Ömer (r.anhum).
[15] ed-Debûsî, Takvîmu’l-Edille, 180.
[16] Burada geçen “sâlihîn” ifadesinin baþýnda, ibareden bir þekilde düþmüþ bir “selef” kelimesinin bulunmasý melhuzdur. Eðer böyleyse, ifade Tebe-i Tabiin’i anlatmak üzere “selef-i salihin” þeklinde okunmalýdýr.
[17] Deðiþik lafýzlarla ayný mana olmak üzere bkz. el-Buhârî, “Þehâdât”, 9, “Fedâilu Ashâbi’n-Nebî”, 1; Müslim, “Fedâilu’s-Sahâbe”, 210-14, “Rikâk”, 7, “Eymân”, 10, 27; Ebû Dâvûd, “Süne”, 9; et-Tirmizî, “Fiten”, 45, “Þehâdât”, 4, “Menâkýb”, 56; Ýbn Mâce, “Ahkâm”, 27; Ahmed b. Hanbel, I, 378, 417…, II, 228, 410…, IV, 267, 76…
[18] ed-Debûsî, 182; krþ. Hâfýzuddîn en-Nesefî, Keþfu’l-Esrâr, II, 12 vd., bilhassa 17 vd.
[19] Fâtýma bt. Kays (r.anha)’nýn, boþanmýþ kadýnýn iddet süresi içinde nafaka ve sükna hakkýna sahip olmayacaðýný bildiren rivayeti kast ediliyor.
[20] ed-Debûsî, a.y.
[21] ed-Debûsî, 180-1.
[22] ed-Debûsî, 256 vd.
[23] Kast edilen, “Ashabým yýldýzlar gibidir; hangisine uyarsanýz hidayet bulursunuz” rivayetidir. Ayný anlamý ifade eden deðiþik metinler mevcuttur. Bunlarýn tümü bir arada deðerlendirildiðinde –yaygýn olarak iddia edildiði gibi– “uydurma” deðil, “zayýf” olduðu anlaþýlmaktadýr.
[24] ed-Debûsî, 257.
[25] es-Serahsî, el-Usûl, I, 342.
[26] A.g.e., I, 343-4.
[27] el-Âmidî, el-Ýhkâm, II, 104; Ýbn Emîri’l-Hâc, et-Takrîr ve’t-Tahbîr, II, 348; eþ-Þevkânî, Ýrþâdu’l-Fuhûl, 129-30.
[28] ed-Debûsî, 182.
[29] en-Nesefî, II, 18.
[30] es-Serahsî, el-Usûl, I, 344.
[31] A.g.e., I, 352.
[32] Buradaki “Selef”ten kasýt, ed-Debûsî'’nin ifadelerinden anlaþýldýðýna göre Tabiun’dur.
[33] Ýbn Abdilberr, et-Temhîd, IV, 94; el-Hatîbu’l-Baðdâdî, el-Kifâye, 454.
[34] Bkz. el-Irâkî, Fethu’l-Muðîs, 344; el-Aynî, Umde, XVI, 169.
[35] el-Irâkî, 345.
[36] Ýbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, IX, 225.
[37] Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, V, 29.
[38] Ýbn Hacer, Takrîbu’t-Tehzîb, 338.
[39] ez-Zehebî, Mîzânu’l-Ý’tidâl, III, 480.
[40] el-Ýstî’âb, III, 1365.
[41] Ýbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, V, 76.
[42] el-Alâî, Câmi’u't-Tahsîl, 200.
[43] Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, VI, 9.
[44] el-Alâî, 263.
[45] el-Alâî, 275.
[46] Ýbn Hacer, Fethu’l-Bârî, II, 206; X, 201…
[47] Ýbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, I, 346-7.
[48] Ýbn Hacer, a.g.e., I, 231.
[49] A.g.e., X, 59-60.
[50] A.g.e., V, 238.
[51] Ýbn Hacer, Takrîbu’t-Tehzîb, 91.
[52] Ýbn Hibbân, Kitâbu’s-Sikât, III, 20.
[53] el-Ýsâbe, I, 178.
[54] Ýbn Hacer, Fethu’l-Bârî, I, 64.
[55]. Bkz. Tekmiletu Fethi’l-Mülhim, V, 59.
[56] Ýbn Abdilberr, el-Ýstî’âb, IV, 1465; Ýbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ðâbe, IV, 329; Ýbn Hacer, el-Ýsâbe, VI, 349 vd.
el-Ýsâbe’nin Dâru’l-Cîl baskýsýnda el-Muhtâr’ýn tercemesinde geçen “Leyse lehû suhbe velâ rü’ye” (Hz. Peygamber (s.a.v)’le ne sohbet etmiþ, ne de O’nu görmüþtür) ifadesindeki “rü’ye” kelimesi “rivâye” olmalýdýr. Gerek Ýbn Hacer’in bu belirttiðim yerde söyledikleri, gerek yukarýda Lisânu’l-Mîzân’dan yapýlan iktibasta geçen ifadesi gerekse isimlerini zikrettiðim diðer eserler bu kelimenin “rivâye” olmasý gerektiðini göstermektedir.
Bu durumda el-Muhtâr’ýn Hz. Peygamber (s.a.v) ile sohbetinin ve O’ndan rivayetinin bulunmadýðýný, ancak O’nu gördüðünü söylemek gerekmektedir.
[57] Müslim, “Fedâilu’s-Sahâbe”, 229.
[58] Ýbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, VI, 6-7.
[59] ez-Zehebî, Mîzânu’l-Ý’tidâl, IV, 86.
[60] Ýbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, VIII, 428.
[61] Ýbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, VI, 12-3.
[62] el-Leknevî, Zaferu’l-Emânî, 539 vd.
[63] Þah Veliyullah ed-Dihlevî’nin oðlu.
[64] el-Leknevî, Zaferu’l-Emânî, 541-2.
[65] Bkz. Zaferu’l-Emânî, 582.
[66] Ýbn Hibbân, el-Ýhsân, I, 151-2.
[67] Sahabî mürsellerinin hükmü yukarýda kýsaca geçmiþti.
[68] Tabiî mürsellerinin kabul veya reddinde de, özellikle tabiî ravinin durumuna baðlý olarak ihtilaf vardýr. Bkz. el-Alâî, Câmi’u't-Tahsîl, 33 vd.
[69] Ýbn Hacer, en-Nüket alâ Kitâbi Ýbni’s-Salâh, 197.
radyobeyan