Bazi Kavramlar Uzerine Bir Sorusturma.. By: ezzehraveyn Date: 04 Kasým 2009, 22:43:14
BAZI KAVRAMLAR ÜZERÝNE BÝR SORUÞTURMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
1.
A- Ýçtihad: Lugatte “kiþinin, zor ve meþakkatli bir iþi yerine getirmek için bütün gücünü sarfetmesi” demektir.
Fýkhî literatürde ise bu kelime “fakihin, fürua ait þer’î bir hükmün mahiyeti konusunda zannî bir netice elde etmek için bütün gücünü sarf etmesi”ni ifade eder.
Ýçtihad için öngörülen þartlarý þu þekilde toparlayabiliriz:
Þer’î hükümleri bilme yollarýný, bu hükümlerin kýsýmlarýný, isbat yollarýný, delalet þekillerini, þartlarýný, mertebelerini, tearuz durumunda tercih yönlerini, Kitap ve Sünnet ‘in ahkâma müteallik nasslarýnýn delalet ve sübut bakýmýndan durumlarýný, nasih-mensuh nasslarý ve üzerinde icma ve ihtilaf edilmiþ olan konularý ve Arap dilini bilmek; insanlarýn ve yaþadýðý toplumun ahvaline vakýf olmak ve nihayet kiþisel, toplumsal ya da siyasal herhangi bir yönlendirme/baský altýnda bulunmamak.
B- Taklit: Lugatte “boyuna kolye, gerdanlýk vs. takmak” demektir.
Istýlahta ise “baþkasýnýn görüþüyle deliline bakmaksýzýn amel etmek”tir. Buradaki “görüþ” kelimesi, taklit edilen kiþinin kavil, fiil ve takririne þamildir.
Taklid seviyesinden yukarý çýkamamýþ olan (mukallid) kimsenin, bir meselede bir tek görüþü taklid etmesi gerekir; bir tek meselede farklý içtihadlar ile amel edemez. Örneðin mukallid olan kimse, abdestin hangi durumlarda bozulmuþ sayýlacaðý noktasýnda bir tek mezhebin görüþüyle amel etmelidir. Mezhepler arasýnda abdesti bozan kimi hususlar ihtilaflý olduðu için bir durumda birini, diðer durumda öbürünü taklid etmesi doðru deðildir. Ancak iki farklý meselede iki farklý mezhebin görüþleri ile amel edebilir. Mesela bir kimse abdest konusunda Hanefî mezhebinin görüþleri ile amel ederken, oruç konusunda Þafiî mezhebinin görüþlerini taklid edebilir.
C- Telfik: Lugatte “kumaþýn iki tarafýný birleþtirip dikmek, süslemek, uydurmak vs.” anlamlarýna gelir.
Bu kelime ýstýlahî olarak genellikle þu anlamda kullanýlmaktadýr: “Mukallidin, iki veya daha fazla mezhebin bir meseledeki farklý hükümlerini birleþtirerek amel etmesi.”
Örnek verecek olursak: Bir mukallid, abdest aldýktan sonra vücudunun herhangi bir yerinden kan çýktýðý ve bu kan akacak þekilde çok olduðu zaman Þafiî mezhebinin görüþünü taklid ederek abdestinin bozulmadýðýna hükmedebilir. Ancak ayný abdesti devam ederken o kimse þehvetsiz olarak kadýnýn vücuduna dokunsa ve bu durumda da abdestinin Ýmam Ebû Hanîfe’nin mezhebine göre bozulmadýðýna hükmetse, bu kimse telfik yapmýþ demektir. Zira bu durumlardan ilki Ýmam eþ-Þâfi’î’nin mezhebine göre abdesti bozmaz ise de Ýmam Ebû Hanîfe’ye göre bozar. Ýkinci durumda ise Ýmam Ebû Hanîfe’ye göre abdestli iken Ýmam eþ-Þâfi’î’ye göre deðildir.
Ancak bir kimsenin bu iki farklý hüküm ile iki farklý zamanda amel etmesi caizdir.[1]
D- Ýcma: Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra Ümmet-i Muhammed’in bir asýrda yaþayan müçtehidlerinin þer’î bir mesele üzerinde görüþ birliði etmesidir.
Ýcmaýn hücciyyeti konusunda Hariciler’in ve Þia’nýn bir kýsmý ile en-Nazâm’dan oluþan marjinal bir azýnlýk dýþýnda bütün ümmetin ulemasý fikir birliði içindedir. Ýcma’ýn kaynaklýk deðeri hakkýndaki Kur’an ve Sünnet nasslarý Usul-i Fýkýh kitaplarýnda ayrýntýlý olarak zikredildiði için burada bunlara dalmayý gereksiz görüyoruz.
Kuþkusuz Ýcma’ýn kaynaklýk deðeri konusunda iþaret ettiðimiz naklî deliller yanýnda aklî deliller de mevcuttur. Bu ümmetin içtihad derecesine yükselmiþ alimlerinin bir konudaki görüþ birliði, o konunun hükmünü zannî olmaktan çýkarýp kat’î mertebesine yükseltir. Öte yandan icma, bir anlamda kollektif bir içtihadý ifade ettiðinden, icmada yanýlma payý ferdî içtihaddan çok daha azdýr.[2] Burada meselenin ihtiyat boyutunu da gözden uzak tutmamakla birlikte, özellikle þu noktayý dikkate almak gerekir: Hz. Peygamber (s.a.v) bu ümmetin dalalet ve hata üzerinde görüþ birliði etmeyeceðini bildirmiþtir.[3] Bu ümmetin avamýnýn, alimlerine tabi olduðu gerçeði de iþin içine katýlarak düþünülürse, neticede bu ümmetin müçtehid imamlarýnýn icmaý, topyekün ümmetin görüþü olarak karþýmýza çýkacaktýr.
Ýcma’da görüþleri itibara alýnmasý gerekenler, Kur’an ve Sünnet’in hücciyyeti konusunda herhangi bir çekincesi bulunmayan kimseler olmalýdýr. Çünkü Kur’an ve Sünnet nasslarýnýn hücciyyeti ve baðlayýcýlýðý noktasýnda menfi tavra sahip olanlarýn hakkýyla içtihad edebileceðini düþünmek mümkün deðildir. Bunun yanýnda mesela dört mezhep imamýný taklid ettiði için bütün ümmeti tekfir eden eþ-Þevkânî[4] gibi marjinal kimselerin icmaa aykýrý görüþlerine itibar edilmesi de sözkonusu olamaz.
Ýcmaýn vukuu ve nakli konusunda ileri sürülen birtakým iddialar hakkýnda da kýsaca þunlarý söylemek mümkündür: Ulemanýn bir meselede icma bulunduðunu söylerken kasdettiði, içtihad mertebesine ulaþmýþ bulunan, Ehl-i Sünnet’e mensup müçtehid imamlarýn –ya da Ehl-i bid’at’ten olsa da, dinden olduðu zaruretle sabit olan ya da tevatüren nakledilen herhangi bir hususu inkâr etmeyen müçtehidlerin– görüþ birliðidir. Bu noktanýn bu þekilde sýnýrlandýrýlmasý oldukça manidardýr. Çünkü içtihad mertebesine ulaþamamýþ olan veya dinden olduðu zaruretle bilinen ya da tevatür tarikiyle sabit olan bir hususu inkâr eden Ehl-i bid’at fýrkalardan birisine mensup bulunan bir kimsenin, “insanlar üzerine þahit” olmasý düþünülemez. Diðer taraftan içtihad edebilmek için gerekli özellikleri taþýyan bir kimsenin üzerine düþen asgari görevlerden birisi, içtihad ettiði konuda delillerini göstermek ve bunlarý tartýþmaya açmaktýr. Çünkü o kimseye göre içtihad ederek vardýðý nokta “hak”týr. Bu itibarla bu hakkýn gizlenmemesi, açýða vurulmasý gerekir. Zira hakký söylemeyerek susan kimse “dilsiz þeytan”dýr; Yüce Allah (c.c)’a verdiði ahdi ve misaký bozmuþtur. Dolayýsýyla böyle bir kimsenin, býrakalým içtihad mertebesine layýk olmayý, “þahit” olma özelliðini dahi taþýdýðýný düþünmek mümkün deðildir.
Öte yandan bu ümmetin baþýndan beri ortaya koyduðu uygulama, ilmin yazýlmasý, karþýlýklý görüþlerin kaydedilerek topluma ve gelecek nesillere ulaþmasýnýn saðlanmasý þeklinde olmuþtur. Çünkü toplumun din ve dünyasýný öðrenmesinin; bilgiye ulaþanýn onu henüz ulaþmamýþ olana tebliðinin ve hakkýn ortaya konulmasýnýn yolu budur.
Þu halde herhangi bir asýrda fukaha topluluðunun ortaya koyduðu ve yayýlýp duyulan herhangi bir görüþ, yukarýda vasýflarýný zikrettiðimiz herhangi bir alimin muhalefeti ile karþýlaþmamýþsa, bu görüþün “üzerinde icma edilmiþ bir görüþ” olduðundan þüphe edilemez.
Muhakkik usul alimleri tarafýndan dayanak olarak kabul ve itimat edilen icma iþte budur.
E- Tecdid: Lugatte “yenilemek ve yeniden yapmak” anlamýna gelen bu kelime, þer’î bir ýstýlah olarak “Zamanla Kur’an ve Sünnet’te belirtilen aslî þeklini kaybetmeye yüz tutan kimi uygulamalarýn, aslî, yani Selef zamanýnda uygulanan þekline döndürülmesi” anlamýnda kullanýlmýþtýr.[5]
Bu baðlamda “tecdit” kelimesi, “Ceddidû îmânekum…”[6] hadisindeki “tecdit” ile ayný anlamdadýr. Ýmanda ne aslen, ne de þeklen herhangi bir tebdil/taðyir söz konusu olamayacaðýna göre tecdidin imanda meydana getireceði yeniliðin, imaný ilk baþtaki taze ve canlý þekline döndürmek anlamýna geleceði açýktýr. Dolayýsýyla mücedditlerin fonksiyonu da baþka herhangi bir þey deðil, Kitap ve Sünnet hükümleri konusunda “orijinaliteyi ve ilk baþtaki tazeliði muhafaza”dýr.
Þah Veliyyullah ed-Dihlevî de meseleyi ayný anlayýþla ele almakta ve tecdit hadisini, “Bu ilmi, her kuþaðýn adalet sahibi olanlarý yüklenir ve bunlar aþýrýlarýn tahrifini, ehl-i batýlýn ona sýzarak yapacaðý tahribi ve cahillerin tevilini ondan uzak tutar”[7] hadisinin tefsir ettiðini söyleyerek[8] yukarýdaki yaklaþýmý teyit etmektedir.
Konuya bu açýdan bakýldýðýnda, birtakým dinî hükümlerde Sadr-ý Evvel’deki uygulama ile asla ilgisi bulunmayan birtakým deðiþiklikler yapmak için günümüzde sergilenen gayretlerin tecdid ile herhangi bir ilgisinin bulunmadýðý görülür. Bu tür çabalar için bulunabilecek en uygun niteleme “reform”dur. Bu kelime “yeniden þekillendirme, yeni bir biçim verme” anlamlarýný ifade ettiðine ve günümüzde tecdid adý altýnda yapýlan çalýþmalar da maksat ve mahiyet olarak bu kelimenin içerdiði anlamla birebir örtüþtüðüne göre göre, bu faaliyetlerin adýnýn tecdid deðil, reform olarak konmasý daha isabetli olacaktýr.
Esasen tarih boyunca mücedditlik geleneðinin temsilcisi olan alimlerin icra ettiði fonksiyon da tecdit kelimesinin yukarýda ortaya koyduðumuz anlamýnýn hayata geçirilmesinden baþka birþey deðildir. Ýslam þeriatinin ölçüleri bellidir. Herhangi bir uygulama bu þeriatin iki ana kaynaðý olan Kur’an ve Sünnet’e uygun olduðu sürece Ýslamîdir ve muteberdir. Bu iki kaynaðýn mefhum ve gayesine ters düþen her uygulama ise gayri Ýslamîdir ve merduttur.
Islah ve Islahat kelimeleri de ortaya kuyduðumuz bu ölçü çercevesinde deðerlendirilmelidir. Ýslam dünyasýnda bu kelimenin yoðun olarak kullanýlmasý, Cemaleddin Efgani hareketinin ortaya çýkmasý ile paralellik arz eder. Onlarýn bu kelimeyi Luther adý ile birlikte telaffuz etmeleri yahut öngördükleri Islahat hareketini Luterizm ile baðlantýlandýrmalarý, kendilerini –yukarýda belirlediðimiz anlamda– müceddit, hareketlerini de tecdid olarak nitelendirmemizi engelleyen en önemli faktördür.
2.
A- Dinde yenilik olur mu? sorusuna iki baðlamda cevap verilebilir:
1- Tecdid kelimesi üzerinde durulurken kýsaca izah edildiði gibi, yenilik kelimesi, zamanla aslî þeklini kaybetmeye yüz tutmuþ birtakým Ýslamî hükümlerin, Kur’an ve Sünnet’te öngörülen aslî þekline ve öz yapýsýna kavuþturulmasý anlamýnda kullanýlýyorsa olur.
2- Þer’an muteber olan örf esas alýnarak vaz edilmiþ bulunan hükümler, örfün deðiþmesi ve yerine yine Ýslam’ýn öngörülerine uygun bir baþka örf cari olduðu zaman yenilenebilir ve cari olan örfe göre yeniden düzenlenebilir.
Ancak örf hiçbir zaman nasslarýn üzerinde deðildir ve onlarýn yerini tutamaz. Zira aslolan nasslardýr. Bir þeyin Allah’ýn rýzasýna ve þeriatin maksadýna uygun olup olmadýðýný belirlemenin tek yolu, o þeyin Kur’an ve Sünnet nasslarýna uygunluk ölçüsünün tesbit edilmesidir. Bu itibarla örf de Kur’an ve Sünnet nasslarýna uygunluk testinden geçmek zorundadýr. Aksi takdirde insanlarýn heva ve heveslerinin ilahlaþtýrýlmasý ve makbul-gayri makbul/helal-haram kýstaslarýnýn insanlarýn kendi koyduklarý ölçülere göre tasarlanmasý gündeme gelecektir. Kur’an ve Sünnet’ten böyle bir yaklaþmý tolere eden herhangi bir nass bulmak þöyle dursun, burada zikredilmesi bir hayli yer tutacak olan pek çok Kur’an ve Sünnet nassý böyle bir anlayýþý kökünden yasaklamakta ve Tevhid anlayýþýna taban tabana zýt ilan etmektedir. Esasen tarih boyunca insanlara ýsrarla yeniden ve yeniden peygamber gönderilmesinin temel sebebinin de bu sapma olduðu Kur’an’ýn açýk beyanlarýyla ortadadýr.
B- Modernizm: Batý ortaçaðýna hakim olan kilise teokrasisine tepki olarak doðmuþ bulunan Aydýnlanma ve Rönesans’ýn çaðýmýzda ulaþtýðý noktanýn adý olan Modernizm’in temel karakteristiði insaný ve bütün kutsallardan, aþkýnlýk düþüncesinden ve ilahi hikmetten soyutlanmýþ aklý esas almasýdýr. Bilimsellik, sürekli geliþme ve ilerleme, deðiþim gibi temel kavramlar Modernist düþüncenin vazgeçilmez unsurlarýdýr. Rasyonalizm, Realizm gibi kavram/akýmlar da Modernizm’i besleyen esas unsurlardandýr. Bunlara aykýrý olan her þey kötüdür, yanlýþtýr; bunlara uygunluk arz eden herþey iyidir, doðrudur ve yaþatýlmalýdýr.
Bu düþüncenin Ýslam ile irtibatlandýrýlmasý halinde ise doðal olarak birden fazla alanda görülen yansýmalar karþýmýza çýkmaktadýr. Ýslam dünyasýnýn Batý karþýsýnda öncelikle askerî alanda yenilgilere uðramasý, Modernizm’in Ýslam dünyasýna giriþinin de baþlangýç noktasýný teþkil eder. Ne var ki Modernizm, yapýsý gereði –kendisine amade kýlýnmýþ zihinlerin hazýrladýðý ortamýn son derece müsait olmasýnýn da yardýmýyla– sadece askerî alana hakim olmakla yetinmemiþ, idarî, siyasî, ekonomik, kültürel, sosyal, bilimsel, dinî… her alanda bütün kurumlara yayýlýp hakimiyet tesis etmiþtir.
Ýslam modernizmi de –yukarýda çizdiðimiz çerçeveden de kolayca anlaþýlacaðý gibi– akla, bilimsel verilere ve deðiþime aykýrý olduðuna inanýlan bütün Ýslamî kurumlarýn ve kabullerin gözden geçirilerek elimine edilmesi temeline dayanmaktadýr. Bununla birlikte þu ana kadar Ýslam Modernizmi adýna ortaya konan tavýrlar temel denebilecek alanlarda bile homojenite arz etmekten uzak kalmýþlardýr. Bu bakýmdan Ýslam dünyasýnda modernist düþüncenin tek bir taným ve yaklaþým içinde sunulmasý, yahut bunlardan sadece birisinin Ýslam modernizmini ifade ettiðinin söylenmesi oldukça güçtür.
Bu güçlüðün bir diðer sebebi de günümüzde yaþanan kavram kargaþasýdýr. Örneðin Efgani-Abduh-Rýza çizgisi kimilerine göre Reformist anlayýþý, kimine göre Tecdid geleneðini, kimine göre ise Klasik dönem modernizmini temsil etmektedir. Oysa bu üç nitelik birbirleriyle temelde farklýlýklar arz eder.
C- Geleneksel Ýslam, Tarihsel Ýslam, Klasik Ýslamî anlayýþ gibi ifadeler, bizim referans sistemimizde ve zihinsel dünyamýzda karþýlýðý bulunmayan kavramlardýr. Düþünceyi oluþturan ve geliþtiren temel unsurlar kavramlardýr. Ve böyle olduðu içindir ki, herhangi bir düþünceden önce onu oluþturan temel kavramlarýn sorgulanmasý gerekir. Geleneksellik, tarihsellik vb. sözcüklerin esasen bugüne deðin ortak kabul görmüþ bir tanýmý bile yapýlabilmiþ deðildir. Gelenek nedir, bir düþünce ya da yaklaþým “geleneksellik” vasfýný nasýl kazanýr, tarihselliðin belirleyicileri nelerdir, Ýslamî akide ve amel platformunda tarihselliðin sýnýrlarý nerelere tekabül etmektedir, gelenekselliðin, tarihselliðin ve bunlara karþýt olarak ortaya sürülmeye çalýþýlan alternatif düþünce sistemlerinin Kur’an ve Sünnet’te belirlenmiþ bulunan sabiteler karþýsýndaki durumu hangi ölçülere göre ve nasýl deðerlendirilecektir… gibi temel sorular, bu kavramlar etrafýndan düþünüp konuþanlar tarafýndan cevaplanmayý beklemektedir.
Bu ve benzeri kavramlarýn altý biraz kurcalandýðýnda ortaya en çýplak anlatýmýyla “Ehl-i Sünnet düþmanlýðý” çýkmaktadýr. Yahut þöyle diyelim: Bu kavramlarla oluþturulmaya çalýþýlan düþünce biçimi, ne þekilde ifade ve nasýl kamufle edilirse edilsin, ülkemizde Ehl-i Sünnet düþmanlýðýna tekabül etmektedir.
Bu kavramlar etrafýnda düþünce üretmeyi teklif eden, deneyen ya da dayatan anlayýþýn temel eksiði, ortaya kabul edilebilir, titizlikle hazýrlanmýþ, ilmî ve ahlakî ölçülere uygun bir alternatif yapý koyamamasýdýr. Yine bu anlayýþýn temel kusuru, hangi alanda ve hangi konuda olursa olsun ileri sürülen görüþlerin, geleneksellik ve tarihsellik kelimeleri ile mahkûm edilmeye çalýþýlan Ýslam kültür ve irfanýnýn argümanlarý/verileri ile konuþmaktan bigâne kalamamasýdýr. Bu da söz konusu yaklaþýmýn içinde bulunduðu ilmî va daha da önemlisi ahlakî bir problemi ifade etmektedir.
D- Kur’an müslümanlýðý,
Gerçek Ýslam, Yeniden yapýlanma gibi kalýplar, bir önceki maddede kýsaca ifade etmeye çalýþtýðýmýz problemli/hastalýklý tavrýn takdiminde kullanýlan temel söylemlerden birkaçýný ifade etmektedir. Bu ve benzeri sloganlarýn sýkça kullanýldýðý yazýlara dikkat edilecek olursa, Ehl-i Sünnet düþmanlýðýnýn marazi tepkiselliðinin hangi boyutlara ulaþtýðý rahatça tesbit edilebilir. Çoðunlukla kendi içinde tutarlý bir yapý arz etmekten ve bütünlükten uzak, Kur’an ve Sünnet’in zaman ve mekânüstü nasslarýna karþý duyulan hazýmsýzlýðý derme çatma –ve çoðunlukla fotokopi– düþüncelerle ifadeye koymaya çalýþan doðuþtan kusurlu bir düþüncenin böyle yaldýzlý tabirlerden baþka sýðýnabileceði ne olabilir ki?!
Bu kodlar etrafýnda geliþtirilmeye çalýþýlan düþüncenin hangi noktalarda ve nasýl çýkmazlara girdiðini göstermenin, müstakil çalýþmalara ihtiyaç duyduðu muhakkaktýr.[9]
Bu nevzuhur söylemlerin kaynaðýnda Batý’lý Ýslamiyatçýlar’ýn çalýþmalarý bulunmaktadýr. Yukarýda üzerinde kýsaca durduðumuz “tarihsellik”, “geleneksellik” gibi kavramlarýn Ýslam dünyasýna bu kaynaktan girdiðini biliyoruz. Ýslam dünyasýnda adý Ahmet-Mehmet olan, ama Batý’lýlar gibi düþünüp konuþan –el-Kevserî merhumun ifadesiyle– “Batý’nýn bulanýk kaynaðýndan beslenen” yerli Ýslamiyatçýlar marifetiyle bu kavramlar tedavüle kondu. Ancak bu yapýlýrken kapsamlý herhangi bir sorgulama yapýlmadý. Kur’an ve Sünnet’in öðretileri bu kavramlarýn sorgulanmasýnda birer ölçü kýlýnmak yerine, tam tersi oldu ve Kur’an ve Sünnet’in öðretileri bu kavramlarýn karþýsýnda sanýk sandalyesine oturtuldu.
Sonuçta ne mi oldu? Cehîze bütün konuþanlarý susturdu ve Pandora’nýn kutusundan Ümmet-i Ýcabet’e þirk, ihanet, küfür, lanet ve müebbed cehennem; Ümmet-i Davet’e ise demokrasi, laiklik, tolerans, hoþgörü ve cennet çýktý.
[1] Þayaný hayret bir husustur ki, Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN, “Fýkýh Usûlü” adlý kitabýna (s. 48) “Eðer telfik yapýlýnca icmaa aykýrý bir þekil meydana gelirse, ittifakla bu telfik caiz deðildir.” derken, “Ýslam Hukukunda Ýctihad” adlý eserinde (s. 229) “Taklid yoluyla telfiki men eden þer’î ve muteber bir delil olmadýðý için iyi niyetle yapýlan, nasslarýn lafýz ve ruhuna aykýrý olmayan telfikin caiz olmadýðýný müdafaa edenlerin delilleri zayýf kalmaktadýr” diyerek kendi ifadeleriyle çeliþmektedir.
[2] Burada dayanaðý kýyas gibi zannî bir delil olan icmaýn kastedildiði açýktýr. Dayanaðý Kur’an veya mütevatir Sünnet gibi kat’î bir delil olan icma’ýn yakînî/kat’î ilim ifade ettiðini ayrýca belirtmeye lüzum yoktur.
[3] Bkz. Ebû Dâvûd, “Fiten”, 1; Ýbn Mâce, “Fiten”, 8; el-Heysemî, “Mecmau’z-Zevâid”, VII, 221
[4] eþ-Þevkânî, “Fethu’l-Kadîr” adlý tefsirinde (II, 403-4) “Hahamlarýný ve rahiplerini Allah’tan ayrý rabler edindiler…” (9/et-Tevbe, 31) ayetinin tefsirinde þöyle demektedir: “Bu ayette, “Kalbi olan, yahut kulak vererek þahit olan kimse”ler Allah’ýn dininde taklitten sakýndýrýlmakta ve geçmiþlerin söylediklerinin, Kitab-ý Aziz ve Sünnet-i Mutahhara’ya tercih edildiði anlatýlmaktadýr. Zira mezhep ehli kimsenin, bu ümmet alimlerinden –nasslarýn bildirdiði hükümlere, Yüce Allah (cc)’ýn hüccet ve bürhanlarýna, gönderdiði kitap ve peygamberlerin söylediðine muhalif davrandýðý halde– sözüne uyup yolundan gittiði kimseye bu itaati, Yahudi ve Hristiyanlar’ýn, haham ve rahipleri Allah’tan baþka rabler edinmesi gibidir. Çünkü kesinlikle bilinmektedir ki Hristiyan ve Yahudiler, haham ve rahiplerine ibadet etmemekte, ancak onlara itaat ederek onlarýn haram kýldýklarýný haram, helal kýldýklarýný da helal kabul etmektedirler. Bu ümmetin mukallit kesiminin yaptýðý da budur. Hatta onlar, haham ve rahiplerini rab edinen Yahudi ve Hristiyanlar’a; yumurtanýn yumurtaya, hurmanýn hurmaya ve suyun suya benzemesinden daha fazla benzemektedirler.
“… Öyleyse –Allah sizi de beni de doðru yola irþat eylesin– geçip gitmiþ ölülerinizin sizin için yazdýðý kitaplarý bir kenara býrakýn ve onlarýn yerine yaratýcýnýz, hem sizin hem de onlarýn ibadet ettiði ve hem sizin hem de onlarýn mabudu olan Allah’ýn kitabýný alýn. Ýmamlarýnýz olduðunu iddia ettiðiniz kimselerin söz ve görüþlerini býrakýn, onlarýn yerine hem sizin hem de onlarýn imamý, hem sizin önderiniz hem de onlarýn önderi olan Ýlk Ýmam Muhammed b. Abdillah (s.a.v)’ýn sözlerini alýn…”
[5] Muhammed Zâhid el-Kevserî, “Makâlâtu’l-Kevserî”, Râtib Hâkimî neþri, yersiz-1388/1968, s. 140.
el-Alkamî, tecdidin, Kitap ve Sünnet’te yer aldýðý halde zamanla unutulup kaybolan hususlarýn ihyasý ve bu iki kaynakta yer alan hükümlerin muktezasýyla amelin emredilmesi olarak açýklar.
Bkz. “er-Ref’ ve’t-Tekmîl”, Mektebetu’l-Matbû’âti’l-Ýslâmiyye, Halep-1411/1990, s. 44 (Abdülfettâh Ebû Gudde’nin notu).
Ýmam el-Gazzalî’nin, “Ýhyâu Ulûmi’d-Dîn”de, anlam kaymasýna uðramýþ birtakým kavramlarý gündeme getirirken ortaya koyduðu tavýr da bu noktayý en güzel þekilde ifade eden hususlardandýr.
[6] Hadisi Ýmam Ahmed, et-Taberânî ve el-Hâkim, Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet etmiþlerdir. el-Heysemî, özellikle Ýmam Ahmed’in naklettiði senedin ricalinin sika kimseler olduðunu zikreder. Bkz. “Mecmau’z-Zevâid”, Dâru’l-Kütübi’l-Ýlmiyye, Beyrut-1408/1988, X, 82; “el-Müstedrek”, (”Telhîsu’l-Müstedrek” ile birlikte, Hindistan-1334/1915 baskýsýnýn týpkýbasýmý), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut-?, IV, 356.
el-Aclûnî bu hadisi en-Nesâî’nin de rivayet ettiðini söylemektedir. Ancak ne “es-Sünen”de, ne de “Amelu’l-Yevm ve’l-Leyle”de bu hadisi bulamadým. Ayrýca el-Aclûnî bu rivayetin senedinin hasen olduðunu belirtir. Bkz. “Keþfu’l-Hafâ”, (Ahmed el-Kallâþ tahkikiyle), Müssesetu’r-Risâle, Beyrut-1408/1988, I, 397.
[7] Ýbn Abdilberr, “et-Temhîd”, (Mustafa b. Ahmed el-Alevî ve Muhammed Abdülkebîr el-Bekrî tahkik, ta’lik ve tashihiyle), Mektebu’s-Sevâdî li’t-Tevzî’, ?-1402/1982, I, 59-60; bu hadisin rivayet edildiði diðer kaynaklar için bkz. Alâuddîn el-Muttakî el-Hindî, “Kenzu’l-Ummâl”, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut-1409/1989, X, 176, Hadis no: 28918.
[8] Þah Veliyullah ed-Dehlevî, “Hüccetullâhi’l-Bâliða”, (Muhammed Þerif Sükker ta’lik ve þerhiyle), Dâru Ýhyâi’l-Ulûm, Beyrut-1410/1990, I, 487.
[9] Biz ülkemizde bu yaklaþýmýn temsilcilerinin düþüncelerini müstakil kitaplar halinde ayrý ayrý ele almak üzere yeni bir çalýþma baþlatmýþ bulunuyoruz. Bu alanda ele aldýðýmýz ilk isim Yaþar Nuri ÖZTÜRK. Bu çalýþmayý daha sonra Süleyman ATEÞ, –belki Hüseyin ATAY–, Fazlurahman gibi isimler izleyecek. Cenab-ý Hak’tan bu çalýþmayý kendi rýzasýna muvafýk biçimde hitama erdirmeyi nasip etmesini diliyoruz.
EBUBEKÝR SÝFÝL
radyobeyan