Siret Ansiklopedisi
Pages: 1
Vahiy Hadisesi By: saniyenur Date: 23 Aðustos 2012, 13:54:16
VAHÝY HÂDÝSESÝ

Allah'ýn rasûlü Hz. Muhammed, vahiy adýna insanlara hitabeden ve Ýlâhî kelâmý on­lara aktaran peygamberler halkasýnýn sonun­cusudur. Nuh peygamberden beri, Allah'ýn sözlerini insanlara aktaran ve kendi nevala­rýndan konuþmayan seçilmiþ kimseler zaman zaman geldi. Allah'ýn onunla kendilerini des­teklediði vahy, kendisiyle Muhammed'i desteklediði vahiyden farklý deðildi. Aksine vahiy vakýasý hepsinde ayný idi. Çünkü kay­naðý birdi; hedefi birdi. Nitekim Yüce Allah þöyle buyurmaktadýr:

"Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiðimiz gibi, sana da vahyettik. Nite­kim Ýbrahim'e, Ýsmail'e, Ýshak'a, Yakub'a, torunlar(m)a, Ýsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiþ ve Davud'a da Zeburu vermiþtik. Daha önce sana anlattýðýmýz ve anlatmadýðýmýz elçilere de (vahyetmiþtik). Ve Allah Musa ile de konuþmuþtu." (4: 163-164).

Âyette isimlerinden açýkça bahsedilen pey­gamberlerin özellikle zikredilmeleri, Ýsrailoðullarýnýn en meþhur peygamberleri olmala­rýndandýr. Onlar hakkýnda söylenen haberler, Hicaz ve çevresinde Rasûlullah'a komþu bulunan Kitab Ehli arasýnda yaygýndý (el-Vahyu'l-Muhammedî, sh. 31).

Onun Ýçin Kur'ân-ý Kerîm, Hz. Muhammed'in kalbine indirilene vahiy demeye özen göstermiþtir. Burada, bütün peygamberlerle ona gelen vahyin hem mâna ve hem de lâfýz olarak birbirine benzediðine dikkat çekilmek­tedir. Kur'ân-ý Kerîm'de þöyle buyuruimaktadýr:

"Ýnmekte olan yýldýza andolsun ki, arkadaþý­nýz sapmadý, azmadý. O heyâsýndan konuþ­maz. O(na inen Kur'ân veya onun söylediði sözler), kendisine vahyedilen vahiyden baþka bir þey deðildir." (53: 1-4)

"...De ki: 'Onu kendiliðimden deðiþtirmek benim için imkânsýzdýr. Ben sadece bana vah-yolunana uyarým..." (10: 15).

"Onlara bir âyet getirmediðin zaman: '(öteki âyetleri surdan burdan topladýðýn gibi) bunu da toplasaydýn ya!1 derler. De ki: 'Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum..." (7: 203).

Ayrýca akýl sahibi kimselerin vahyi tuhaf kar­þýlamalarým onlara yakýþtýrmaz ve þöyle bu­yurur:

"Ýçlerinden bir adama: 'Ýnsanlarý uyar ve iman edenlere, Rableri katýnda kendileri için (yüksek) bir doðruluk makamý olduðunu müj­dele' diye vahyetmemiz, insanlara tuhaf mý geldi? Kâfirler: 'Bu, bir büyücüdür.' dediler." (10: 2). Ýnsanlarýn beþeriyette müþterek olma­larý, Allah'ýn aralarýndan birini dilediði ilim, hikmet ve imana aday seçmesine engel oldu­ðuna mantýk hüküm verebilir mi? Mantýk bu seçimi bir tuhaflýk saymaya yetkili midir ki, insanlar meseleyi alaya alsýn ve küfür ehli bu vahyi sÝhire benzetsin?

Tuhaf karþýlanmayan vahiy, anlaþýlmasý kolay ve kapalýlýktan uzak bulunaný olmalýdýr. O halde dinin nazarýnda bu vahyin hakikati ne­dir? Hz. Muhammed'e gelen vahiy ile di­ðer Peygamberlere gelen arasýnda ne gibi bir farklýlýk vardýr?

Din, bu þekildeki süratli gizli haber vermeyi "vahiy" olarak isimlendirirken, vahiy kelime­sinin lügat manasýndan uzaklaþmýþ deðildir. Vahiy þu manalarda kullanýlýr:

a- Ýnsan Ýçin söz konusu olan fýtrî vahiy. Yüce Allah'ýn: "Musa'nýn anasýna onu emzir diye ilham ettik." (28: 7) ve "Havarilere: 'Bana ve elçime Ýnanýn!' di­ye ilham etmiþtim..." (5: 111) âyetlerin­de olduðu gibi.

b- Hayvan için söz konusu olan içgüdü. Yüce Allah'ýn þu sözünde olduðu gibi:

"Rabbin bal arýsýna (þöyle ) vahyetti: 'Daðlardan, aðaçlardan ve kurduklarý çardaklardan evler edin!" (16: 68).

c- Rumuzla ve îma yollu süratli iþaret. Hz. Zekeriyya'dan bahisle þu ayette geçtiði gibi: "Mâbedden kavminin karþýsýna çý­kýp onlara: 'Sabah akþam (Rabbinizi) teþbih edin!' diye iþaret etti." (19': 11) Bu âyetin tefsirinde bilinen, Hz. Zekeriyya'nýn onlara bir iþarette bulunduðu ve konuþmadýðýdýr. Þairin þu sözlerinde de ayný manada kullanýlmýþtýr: "Ona öyle bir   bakýþ   baktým   ki,   vasýflarýnýn hârikulâde-liðinde düþüncemin incelikle­ri þaþtý/ Göz kýrpmasý ona, sevgimi iletti. Ve o iletiþ, yanaklarýnda etki yaptý."

d- Vücut organlarýyla ima. Þairin þu sözün­de olduðu gibi: "Ona bir bakýþ baktým, vasýflarýnýn fevkaladeliðine düþüncenin incelikleri þaþtý./ Göz kirpisi ona, onu sevdiðimi ima etti. Ýma, yanaklarýnda et­ki yaptý." (Ýsfahanî, Müfredat).

Kur'ân-ý Kerîm ayrýca þeytanýn vesvesesi ile kötülükleri insana hoþ göstermesini de vahiy ile ifade ederek þöyle buyuruyor: "...(Ýnsan ve cin þeytanlarý), aldatmak için birbirlerine yaldýzlý sözler fýsýldarlar..." (6: 112) Yine þöyle buyuruyor: "... Þeytanlar, dostlarýna, sizinle mücadele etmeleri için fýsýldar (telkin­de bulunur)lar..." (6: 121).

Kur'ân-ý Kerim, Allah'ýn acilen emirlerini ye­rine getirmeleri için meleklerine ilka ettiði þeyleri de vahiy olarak isimlendirir: "Rabbin, meleklere vahyedÝyordu ki: 'Ben sizinle bera­berim, siz iman edenleri pekiþtirin; ben inkâr edenlerin yüreklerine korku salacaðým..." (8: 12).

Allah'ýn, Peygambere ulaþtýrmak üzere mele­ði görevlendirdiði inzal olan kitaplarýn ayetle­rini vahiy olarak Ýfade etmesi ile Peygambe­rin kendisine vahiy ifadesi arasýnda sýký bir iliþki vardýr. Ýki ifade arasýndaki mana farklý­lýðý, vahiy meleðinin, vazifesini tam bir sada­kada yerine getirmesi ile peygamberin onu lavýp hýfzetmesi, onu teblið etmesinden baþka bir þey deðildir. Nitekim Yüce Allah öyle buyýýrmaktadýr: "(Allah'ýn) kuluna, vahyettiðini vahyetti." (53: 10). Çünkü burada kastedilen, Allah'ýn, güvenilir olan vahiy meleði Cebrail'e Cebrail'in peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e vahyedeceðini vahyettiðidir. O halde bu âyetteki vahyin delâlet ettiði mana Þuarâ sûresinde geçen tenzil kelimesinin delâlet ettiði manadýr: "Muhakkak ki o (Kur'ân), âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu, inzâr edicilerden olasýn di­ye, Rûhu'l-Emin (güvenilir ruh, yani Cebrail) senin kalbine indirdi." (26: 192-195).

Ancak Kur'ân-ý Kerim, süratli bir þekilde ve gizli haber vermeyi vahiy olarak isimlendirir­ken vahiy kelimesinin lügat manasýný gözet­mekle birlikte Allah ile kendilerine indirdiði kitaplara namzet olarak seçtiði peygamberler­le gaybî ve gizli temasý sadece vahiy meleðiyle olmamýþtýr. Aksine, bir âyette vahyin üç þekline iþaret edilmiþtir:

1- Manânýn peygamberin kalbine ilhamý.

2- Allah'ýn perde arkasýndan peygamberle konuþmasý. Nitekim Yüce Allah aðacýn arkasýndan Hz. Musaya nida etmiþ ve Hz. Musa da bunu duymuþtu.

3- Vahiy denirken dindar bir kimsenin nor­mal olarak anladýðý þekildir ki, bu da me­lek vasýtasýyla olan vahiydir. Vahiy mele-S1» ya bir insan suretinde veya kendi aslî suretinde olduðu halde Allah'ýn ulaþtýrma­sýný istediði talimatý getirip peygambere bildirir.

Bu konusu ettiðimiz bu üç þekil þu ayette ifade edilmektedir: "Allah bir insanla (karþýlýklý) konuþma/- Ancak vahiyle (kulunun kalbine düþünceyi doðurarak), yahut perde ve süratli haber vermenin kendine has özel þekilleri vardýr. Ayrýca bu þekiller, Kur'ân'ýn nazarýnda gizlilik ve sürat bakýmýndan vahye benzeyen eski ve yeni haber verme þekillerin­den farklýdýr. Onun için Kur'ân-ý Kerim bü­tün peygamberlerde vahiy mefhumunun ayný olduðunu açýklamasýna raðmen Kitabý Mu­kaddes Sözlüðü'nda vahyin "Allah'ýn ruhu­nun, ruhî hakikatlerle gaybî haberlere muttali olmalarý için, þahsiyetlerinden hiç bir þey kaybetmeksizin mülhem kâtiplerin kalblerine hululüdür. Bu kendilerine ilham vâki olan kâtiplerin herbirinin kendilerine has telif þe­killeri ve ifade üsluplarý vardýr." þeklinde tarif edilmesi esef vericidir. Bu sözlüðün tarifine göre, vahiy, Allah'a baðlý ve O'ndan kaynak­lanan mahiyetinden ziyâde; ilham sahibi þair­lerle, mutasavvýflarda saf ve temizine, kâhin ve sihirbazlarda bozuk ve bulanýk çeþitlerine kadar insanlýðýn þahit olduðu keþf mânasýna çok daha yakýndýr. (S. Salih, Kur'ân Ýlimle­ri).

Kelimeleri yerli yerinde kullanmamaktan do­layý vahiy vakýasý ile keþf ve benzeri ilham, sezgi, bilinçaltý ve biliçsizlik gibi kelimeler arasýnda kalýn bir çizgi çizilmelidir. Ne yazýk ki günümüzün aydýnlarý, yabancýlara benze­mek sevdasýyla bu gibi kelimeleri aðýzlarýna sakýz yapýyor ve diðer peygamberlerle pey­gamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed @'e gelen vahyi büyük bir saflýkla bu gibi kelime­lerle izah etmeye kalkýþýyorlar.

Ýddia eden herkese keþfi ispatlamak pek ko­laydýr ama vahiy iddiasýnda bulunan bir kim­se bu iddiasýnda ýsrar etse de onu reddedebili­riz.

Keþf, açýk ve sýnýrlarý belli bir anlamdan uzaktýr. Çünkü çoðu zaman o, çatýþma ve gayretin yahut ruhî egzersizlerin ya da uzun düþünmenin bir neticesidir. Kalbde ne tam bir yakîn ve ne de tam bir þüphe doðurur. O, dai­ma þahsî bir vakýa olarak kalýr. Hakikati, daha üstün ve yüce bir kaynaktan almaz.

Ariflerin keþfi ve erenlerin ilhamý, kalbin yakîne ulaþmaksýzýn bildiði bir hazdýr. Kalb ona sürüklenirken, hakiki kaynaðýný bilmeden ona yönelmiþtir. Haz ve zevk ehlinin her haz ve zevki ona dahildir. Hatta Yunanlýlardaki þiir tanrýlarý efsanesi ile câhiliyye devri Arap-larmdaki þiir þeytanlarý da onun kapsamý içe­risindedir.

Hiç þüphesiz keþif de, Ýlham gibi psikolojinin ilgilendiði konulardan biridir ve onu iddia edenlerce bile hâlâ kapalý hususlarý ihtiva et­mektedir. Çünkü bu gibi þeyler "bilinçdýþý" alanýnýn içine girmektedir. Bu alan, isminden de anlaþýldýðý gibi, þuur hallerinden çok uzak­lardadýr: Þayet bir kimse için; "keþf ve ilham sahibidir" denilirse o, bununla peygamberlik ve vahiy derecesine yükselmez. Çünkü her vahiyde tam bir þuur ve kavrayýþ vardýr (Zahiratü'l-Kur'âniyye, sh. 161). Her Peygam­berlikte, peygamberliðin anlamý ve hedefi açýk ve nettir.

Vahiy hâdisesinde dinî hakikatler ve gaybî haberler tabiatlarý itibarýyla meçhul perdesini aralamayý ferasete ve sezgiye býrakan þuur dý­þý yollardan uzaktýr. Ayrýca mantýkî deliller ve zamanla olgunlaþan düþüncelerle meçhu­lün bilinmeyen yönlerini ortaya çýkararak zahirî duygu ölçülerine de uymak mecburiye­tinde deðildir (Nebeu'l-Azîm, sh. 34). O, an­cak iki kiþi arasýnda geçen ulvî görüþme, kar­þýlýklý konuþma düþüncesine tâbidir: Konu­þan, emreden ve veren zat, bir de muhatap olan, emirleri yerine getiren ve alan zat.

Rasûlullah, kendisinden rivayet edilen ha-dîste vahyin kalbine iniþini bu þekil üzere tarif ediyor ve þöyle buyuruyor: "Bazen bana çýngýrak sesine benzer bir sesle gelir. En þid­detli olaný budur. Söylediðini belledikten son­ra, o benden ayrýlýr. Bazen de melek bana bir adam suretinde gelir ve benimle konuþur. Ben de, ne söylediðini iyice bellerim." (Buharý).

Rasûlullah burada vahyin iki þeklini açýkça beyan etmektedir: Bunlardan biri, aðýr sözün kalbine vahyedilmesi yoludur. Bu sýrada Rasûlullah çýngýrak sesine benzer ard arda de­vam eden bir ses duyuyor. Ýkinci þekil ise, Cebrail'in insan suretinde gelmesidir. Cebra­il'in, suretinde geldiði kiþi þekli, Rasûlullah'in kendisine güven duyup korkmayacaðý bir þe­kildir. Birinci þekilde gelen vahyin daha zor ve getirdiði sözlerin, dayanýlmasý daha güç olduðunda þüphe yoktur. Nitekim Yüce Al­lah: "Doðrusu biz sana aðýr bir söz vahyedi-yoruz." (73: 5) buyuruyor. Öyle ki, vahiy gel­diðinde Rasûlullah'ýn alný terlerdi. Mü'minlerin Anasý Hz. Aiþe'den þöyle dediði nakledi­lir: "Rasûlullah'ý, soðuðu pek þiddetli bir günde kendisine vahiy geliþine þahit olmu­þumdur. Vahiy gittiðinde þakaklarýndan þýpýr þýpýr ter dökülürdü." (Buharý). Bu þekilde gelen vahyin aðýrlýðý bazen öyle bir dereceye ulaþýrdý ki, Rasûlullah devesinin üzerinde ise, manevî aðýrlýða tahammül edemeyen de­ve çökerdi. Bir defasýnda Rasûlýýllah'in dizi, Zeyd b. Sabit'in dizi ile temas hâlinde iken vahiy gelmiþ, Zeyd o kadar aðýrlýk hissetmiþti kÝ, bu aðýrlýk altýnda ayaðý kýrýlacak gibi ol­muþtu (Ebû Davud, Müsned-i Ahmed).

Ýkinci þekil ise daha hafif ve geüþi daha lâtiftir; ne çýngýrak sesleri vardýr ve ne de ter­leyen alýn. Sadece vahyi getiren ve vahyi alan bakýmýndan bir benzerlik mevcuttur. Her ikisi için taþýnmasý da, alýnmasý da kolay olan bir vahiydir. Ancak her iki durumda da, Rasûlullah kendisine gelen vahyi iyice an­lamak için son derece dikkatlidir. Nitekim bi­rinci þekil için: "Vahiy ayrýldýðýnda ne dedi­ðini iyi bellemiþ olduðum halde ayrýlýr" Ýkinci þekil için de: "Benimle konuþur ve ben de ne dediðini iyice bellerim" buyurmaktadýr. Böy­lece inen Kur'ân'ýn iniþi ânýnda gelen vahiy kendisi için aðýr veya hafif olsun, vahiy gel­meden Önce de, gittikten sonra da ve vahyi al­dýðý esnada da þuuru tam yerinde olduðu hal­de teblið edileni tam olarak anladýðýný ifade etmektedir.

Ayrýca þuuru tam yerinde olduðu için, Kur'ân'ýn iniþi boyunca, emir alan beþerî þah­siyeti ile yüce ve emredici Vahiy þahsiyetini biribirÝne karýþtýrmamýþtýr. O, daima Allah'ýn huzurunda zayýf bir insan olduðunun þuurun­da olmuþ, kalbi ile Allah arasýnda bir engelin girmesinden korkmuþtur. Bize kadar intikal eden duasýnda Rabbine þöyle yalvarmýþtýr: "Allah'ým! Ey kalpleri yönlendiren, kalbimi sana Ýtaata yönelt! Allah'ým! Ey kalpleri ters­yüz eden, kalbimi dinin üzere sabit kýl!" Hat­ta vahyin ilk geldiði sýralarda, bazý ayetleri unutma endiþesiyle, gelen vahiy son bulma­dan alelacele kendisine vahyedileni tekrar et­meye koyuluyordu. Cebrail'in kendisine tebli­ðinden hemen sonra, harf harf tekrar etmeye büyük çaba harcýyordu (Buharî). Nihayet Yü­ce Allah Kur'ân'ý parça parça indirmekle ez­berlemesini   kendisine  kolaylaþtýrmýþ  ve va'dine tam olarak Ýnanmasýný emrederek þöyle buyurmuþtur: "(Ey Rasûlüm!), onu tek­rarlamak için (henüz Cebrail, sana vahyi bitirmeden) dilini depretme. Onu (senin kalbin­de) toplamak ve (sana) okutmak bize düþer. Sana Kur'ân'ý okuduðumuz zaman onun oku­nuþunu takip et. Sonra onu açýklamak bize düþer." (75: 16-19). Ve gereði olmayan bu acelecilikten de onu sakýndýrarak þöyle bu­yurmaktadýr: "... Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan Kur'ân'ý acele okumaða kalkma; 'Rabbim, ilmimi artýr!' de." (20: 114).

Rasulullah'ý Allah'ýn huzurunda, O'ndan yardým dileyen, hidayete kavuþturmasýný ve affedilmesini talebeden, emrolunduðuna dört elle sarýlan ve bazen þiddetli kýnamalara mu­hatap güçsüz bir kul olarak tasvir eden Kur'ân âyetlerini okuyan kiþi kalbinin derin­liklerinde hissedeceði vicdanî duygu, Yaratan ile yaratýlanýn sýfat, zât ve üslûplarý arasýnda­ki nihayetsiz farký kendisine gösterecektir.

Hz. Muhammed'in Kur'ân'da anlatýlan tav­rý; Rabbinin emirlerine muhalefet söz konusu olduðu zaman O'nun azabýndan korkan ve bu­nun için de emirlerine baðlanan, rahmetini di­leyen ve Allah'ýn Kitabýndan tek bir harfi bile deðiþtirmekten âciz olduðunu itiraf eden mûtî kulun tavrýdýr. "Onlara açýk açýk âyetlerimiz okunduðu zaman, bize kavuþmayý ummayanlar: 'Bundan baþka bir Kur'ân getir veya bu­nu deðiþtir' dediler. De ki: 'Onu kendi tarafýndan deðiþtirmek benim için imkânsýzdýr. Ben, ancak bana vahyolunana uyarým. Þayet ben, Rabbime karþý gelirsem, büyük bir gü­nün azabýndan korkarým.' De ki: 'Eðer Allah dîleseydi onu size okumazdým, Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu Ýçinizde durmuþtum. Hâlâ akýl erdiremiyor musunuz?" (10: 15-16).

Yaratýcýnýn niteliði ile yaratýlmýþýn niteliði arasýndaki farký söz konusu eden bu âyetler gibi Kur'ân'da daha nice âyetler vardýr. Bu ayetlerde Hz. Peygamber'in diðer insanlar gibi bir insan olduðu, sadece teblið etmekle mükellef bulunduðu, Allah'ýn hazinelerine sa­hip olmayýp gaybý bilmediði açýkça belirtil­mektedir. O, hiçbir zaman insan olmanýn ve yaratýlmýþlýðm sýnýrlarýný aþan bir hâkimiyet sýfatýnýn bulunduðunu iddia etmemiþtir. "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insaným; Tanrýnýzýn bir tek Tanrý olduðu bana vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuþmayý arzu ediyorsa salih bir amel iþlesin ve Rabbine (yaptýðý) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin." (18: 110). "De ki: 'Ben kendime, Allah'ýn dilediðinden baþka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip deðilim. Eðer gaybý bilseydim, elbette çok hayýr elde ederdim ve bana kötülük dokun­mazdý..." (7: 188). "Deki: 'Ben size, Allah'ýn hazineleri yammdadýr, demiyorum. Gaybý da bilmem. Size, ben meleðim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum'..." (6: 50).

Yukardaki ayetlerin baþýndaki "De ki" ibare­sinde Arap selikasýna sahip kiþilerin kavraya­bilecekleri lâtif bir hedef vardýr ki, o da hita­býn Rasulullah'e yönelik olmasý ve ona ne söyleyeceðini öðretmesidir. Rasulullah kendi indinden konuþmaz, aksine kendisine vahyedilene tâbi olur. Bu yüzden "De ki" ifa­desi Kur'ân-ý Kerîm'de 300'den fazla yerde tekrar edilmiþtir. Tâ kÝ okuyucu Hz. Muhammed'in vahiy konusunda hiçbir dahlinin bulunmadýðýný daima hatýrlasýn. Onun, ne cümle ve ne de kelime üzerinde bir tasarrufu vardýr. O, hitabý alýr. Kendisi muhataptýr, ko­nuþan ve düþündüðünü söyleyen deðildir.

Konuþan ve vahyi Ýndiren Allah'ýn sýfatý ile, muhatap durumda olan ve vahiy alan pey­gamberinin sýfatý arasýndaki fark, Allah'ýn Peygamberlerini hafif veya þiddetli bir þekil­de kýnadýðý, daha önce iþlediði veya daha son­ra iþleyeceði günahlarý affettiðini bildiren âyetlerde daha da açýklýk kazanmaktadýr. Al­lah'ýn Rasûlüne affedildiðini bildiren hafif ký­namasý, Tebük Gazvesinde Rasulullah @'in, savaþa katýlmalarýna izin verdiði kimseleri söz konusu eden hitaptýr: "Allah seni affetsin, doðru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmezden Önce niçin onlara izin verdin?" (9: 43). Affetmenin ancak bir günah için ve baðýþlamanýn da ancak bir günahýn yapýlmasindan sonra söz konusu olacaðý ma­lumdur. Fetih süresindeki þu âyet-i kerime bunu açýkça anlatmaktadýr: "Biz sana apaçýk bir fetih verdik. Öyle ki Allah, senin günahýn­dan, geçmiþ ve gelecek olaný baðýþlasýn (bü­tün tasalarýný gidersin) ve sana olan nimetini tamamlasýn ve seni doðru bir yola iletsin." (48: 1-2).

Kur'ân-ý Kerîm'in bu açýk beyanýndan sonra, Râzî gibi bazý müfessÝrler affetme sözünün, günahýn varlýðýna iþaret olmadýðýný isbatlama çabasýna girmektedirler. Onlara göre Allah'ýn Peygamberini kýnamasý, Peygamberin evlâ olanýn hilâfýna davranmýþ olmasýndandýr. Re-þid Rýza'nm dediði gibi "Bu (günahýn) manasý konusunda sonradan ortaya çýkan ýstýlahlarla özel örf -ki buna göre zenb'in manasý masi-yettir- üzerinde donuklaþmaktadýr. Allah'ýn Kitabýna ve dil kaidelerine ters düþen ýstýlah­larýna ve Örflerine tutunarak Allah'ýn Kitabýn­da anlattýðýný olduðu gibi kabul etmekten ka­çýnmalarý gerekmezdi." (Tefsiru'l-Menâr).

Þiddetli kýnamaya gelince Enfal süresindeki fidâ' âyetleri bu hususu dile getirmiþ ve Hz, Peygamberi sert bir þekilde tenkid ederek inzar etmiþtir. Çünkü Peygamber ve ashabý­nýn büyük çoðunluðu, Bedir esirlerinden fid­ye alýnmasýný tercih ederek henüz yer yüzün­de güçlü bir duruma geçmeden ve insanlar arasýnda hâkim bir mevkie ulaþmadan Ýslâm'ýn daha ilk savaþý olan bu savaþta dün­yanýn geçici metaýný,, dinin galibiyetine tercih etmiþlerdi. Onun için kýnama ifadesi, Pey­gamber ve Rasûllerin sýfatlarýyla ilgili bir prensibi takrir eden genel bir ifade olup hitab, doðrudan Rasûlullah'e yapýlmamýþtýr. Ayet-i kerîme menfî bir ifadeyle baþlamakta ve hemen ardýndan Peygamberlerden bir Pey­gamberin þu þekilde fidye karþýlýðýnda esirleri serbest býrakmasýný büyük gören ifadelerle devam etmektedir: "Yeryüzünde aðýr bas(ýp küfrün belini iyice kýr)ýncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakýþmaz. Siz, geçici dünya malýný istiyorsunuz. Allah ise (sizin için) âhireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. Eðer Allah'tan, (ya­nýlma ile verilen hükümlerden ötürü azâbet-memek hakkýnda) bir yazý geçmemiþ olsaydý, aldýðýnýz fidyeden dolayý size mutlaka büyük bir azâb dokunurdu." (8: 67-68).

Þiddetli kýnamayý ihtiva eden yerlerden bir diðeri, Abese süresindeki þu âyetlerdir: "(Peygamber) surat astý ve döndü. Kendisine o âmâ geldi diye... Ne bilirsin belki o arýna­cak? Yahut öðüt dinleyecek de, o öðüt kendi­sine fayda verecek. -Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince; sen ona yöneliyorsun. Onun arýnmamasýndan sana ne? Fakat koþarak sana gelen, (Allah'ta)n korkarak gel­miþken, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayýr, (olmaz böyle þey); o (öðüt, inen Kur'ân âyetleri), bir hatýrlatmadýr." (80: 1-11).

Bütün bunlardan daha þiddetlisi ve Rasûlullah'e yöneltilen þu inzar ve tehdittir: "Eðer biz seni saðlamlaþtýrmamýþ olsaydýk, onlara bir parça meyledecektin. O takdirde de sana ha­yatýn da, ölümün de kat kat (azâb)mý taddýrýr-dýk. Sonra bize karþý bir yardýmcý da bula­mazdýn." (17: 74-75).

Ve Allah'ýn þu sözünde kýnama ve inzar zir­veye ulaþýyor: "Eðer o (Peygamber), bazý sözler uydurup bize isnad etmeye kalkýþsaydý, elbette ondan sað elini (gücünü, kuvvetini) alýrdýk, sonra onun can damarýný keserdik. Sizden hiç kimse buna engel olamazdý." (69: 44-47).

Zemahþerî, bu ayetin tefsirinde þöyle demek­tedir: "Bunun manasý þudur: Þayet söyleme­diðimiz bir þeyi söylediðimizi iddia etse, kral­larýn, kendilerine karþý yalan söyleyeni, azâb çektirmek ve ondan Ýntikam almak gayesiyle eziyet ede ede öldürdükleri gibi, biz de onu öylece öldürürüz." (Keþþaf, c. 4, sh. 137).

Bu tehditkâr, korkutucu ve kýnayýcý âyetlerde Rasûlullah @'in Kadir, Kahhâr ve en büyük güç sahibi, her dilediðini yapabilen Rabbinin huzurunda zayýf bir yaratýk olduðunu müþa-hade ediyoruz. Yine Rasûlullah'm memur ki­þiliði ile âmir durumda olan Allah'ýn zâtý arasýndaki farký açýkça anlýyoruz.

Rasûlullah kendisine inen vahiy ile Allah'dan aldýðý ilham sonucu olan sözlerinin arasýný tam bir þuurluluk ve açýklýkla ayýrýyor­du: Kendi vardýðý kanaat ve düþünceler tama­men beþerî vasfýnýn bir eseriydi. Bunlarýn Rabbani sözle karýþmasý asla mümkün deðil­di. Onun için vahyin inmeye baþladýðý ilk sý­ralarda Rasûlullah Kur'ân'dan baþkasýnýn yazýlmasýný yasakladý. Müslim'in SahÝh'inde Ebu Said el-Hudrî'nin þöyle dediði rivayet edilir: Rasûlullah buyurdu ki "Söyledikle­rimi yazmayýn. Söylediklerim arasýnda Kur'ân'dan baþkasýný yazan varsa, onu silsin. Ama sözlü oarak anlatmanýzda bir sakýnca yoktur. Ancak bileþeniz ki, kim kasden benim nâmýma yalan söylerse, Cehennemdeki yerini þimdiden hazýrlasýn." Ta ki Kur'ân-ý Kerîm Rabbani sýfatýný muhafaza etsin ve bu niteliði taþýmayan þeylerle karýþmasýn. Her bir veya birkaç âyet indiðinde Rasûlullah hemen vahiy kâtiplerinden birini çaðýrýr ve inen vah­yi yazdýrýrdý. Böylece Kur'ân-ý Kerîm indikçe tedvin ediliyordu {eî-Burhan, c. 1, sh. 232).

Belki de bütün bunlarýn bazý araþtýrmacýlar nezdinde hiç bir deðeri yoktur. Peygamberin, vahyi unutmamak endiþesiyle hafýzasýný yormaktan sakýndýrýlmasý bile onlar için bir önem taþýmaz. Oysa bütün bu hakikatler karþýsýnda vahiy hâdisesinin, Hz. Peygamberin zâtýndan tamamen müstakil olduðunu söyle­mekten baþka bir alternatifimiz yoktur. Va­hiy, Peygamberin ruhî ve psikolojik durumla­rýndan tamamen baðýmsýzdýr. Öyle ki, o, Kur'ân'ý ezberlemek için hafýzasýný kullanma hakkýna bile sahip deðildir. Aksine Kur'ân'ýn kendisine ezberletilmesin! Allah tekeffül et­miþtir {ez-Zâhiratu'î-Kur'âniyye, s. 276). Bü­tün bunlardan sonra Peygamber'in görevli olan zâtý ile âmir durumunda olan Allah'ýn zâtý arasýndaki fark gayet açýk olarak anlaþýl­mýþtýr.

Hz. Peygamber, hadislerinden bir kýsmý "tevkîfî" olup mânasýný vahiyden aldýðý ve bu hadisleri âyetlerin tefsiri ile sýký sýkýya baðlý bulunduðu halde, vahiy kâtiplerini bu hadisle­ri yazmaktan sakýndýrmýþsýn Çünkü bu hadis­ler mâna yönüyle vahiyden alýnmakla birlikte ifadeler Hz. Peygamber'e aittir. Onlarý kendi üslubuyla ifade etmiþtir. Oysa ne kendisinin ve ne de baþkasýnýn üslûbunun Kur'ân'a ka­rýþma hak ve salahiyeti vardýr.

Hatta âlimlerin, manalarýn Allah'tan olduðunu itiraf ettikleri veya birçoðunun Allah tarafýn­dan indirildiðini söyledikleri kudsî hadisler bile Kur'ân'dan uzak tutulmuþ ve ayrý kabul edilmiþtir. Hz. Peygamber bunlarýn Kur'ân'a karýþmamasý için büyük hassasiyet göstermiþ ve baþ taraflarýnda dinleyicinin, lâfýzlarýnýn Peygamber'e ait olduðunu bilme­sini saðlayan ifadeler kullanmýþtýr.

Hz. Muhammed, her ne kadar insanlarýn en fasihi ise de onun Üslûbu ile Kur'ân'ý indi­ren ve güç ve kudreti elinde tutanýn üslûbu arasýnda ne kadar fark vardýr!

Alimler bu hususa çok dikkat ve titizlik gös­termiþ, kudsî hadisten delil getirenlerin, ha­dislerin baþýnda "Rasûlullah, Rabbinden riva­yet ettiði hadiste" veya "Rasûlünün rivayetine göre Yüce Allah þöyle buyurmaktadýr", yahut "Allah Tealâ kudsî bir hadiste þöyle buyurur" gibi ifadeleri kullanmalarýný zaruri görmüþler­dir.

Kur'ân'ýn icazý bahsi ayrý bir bölüm konusu olduðundan, burada Hz. Peygamber'in kendi sözü Ýle Allah kelâmý arasýndaki sonsuz far­kýn þuurunda olduðunu belirtmekle yetiniyo­ruz. Bu ayýrým, tevkifi ve kudsî hadislerde apaçýk olduðuna göre, Rasûlullah'in dünya iþleriyle ilgili görüþleri için sözkonusu olmasý çok uygun ve buradaki fark daha da açýktýr.

Karþýlaþtýrmada fazla uzaða gitmeye gerek yoktur. "Hurma aðaçlarýnýn aþýlanmasý" me­selesi meþhurdur: Rasûlullah, hurma aðaç­larýnýn tepesine çýkmýþ ve aþýlamakla meþgul kimselerin yanýndan geçerken: "Bunun bir faydasýnýn olacaðýný sanmýyorum" buyurmuþ­tur. Kendilerine Rasûlullah'ýn bu sözü ulaþtý­rýldýðýnda aþýlama iþinden vazgeçmiþlerdir.

Daha sonra Rasûlullah þöyle buyurmuþtur: "Þayet onlara bunun bir faydasý varsa, onu yapsýnlar. Ben ancak bir tahminde bulundum. Tahminden dolayý beni kýnamasýnlar. Lâkin size Allah'dan bir þeyi haber verirsem, onu mutlaka alýn. Çünkü ben Allah'a asla yalan Ýs-nad etmem." Nevevî'nin Sahih-Ý Müslim Þer­hinde bu hadisi "Rasûlullah'ýn din olarak söylediklerine uymanýn gerekliliði ve bunun dýþýnda dünyevî maiþetle ilgili olarak içtiha­dýyla söylediklerine uymanýn gerekli olmadý­ðý" baþlýðý altýnda almasý son derece dikkat çekicidir.

Müslim'in diðer bir rivayeti ise þu sözlerle bitmektedir: "Dünya iþlerinizi siz daha ÝyÝ bi­lirsiniz." (Sahih-Ý Müslim, c. 13, sh. 118). Hz. Peygamber, beþerî bir ihtimal olarak ileri sürdüðü zanna dayalý dünyevî tecrübele­riyle, kesin olan Nebevi dinî tecrübesinin ara­sýný kesin olarak ayýrmýþtýr. Ayrýca dünyevî tecrübelerinden dolayý sahabesinin kendisini muahaze etmemelerini dilerken dinî tecrübe­lerini almalarýný ve Allah adýna her ne söyler­se onu yerine getirmelerini emretmiþtir. O böyle bir sözü asla iftira olarak Allah'a yükle-mez. Bu konuda ne söylerse mutlaka kendili­ðinden söylememiþtir. Çünkü hiçbir zaman Allah'a yalan isnad etmez. Müteaddid söz ve davranýþlarda bu hakikati dile getirmiþtir.

Bir hadisinde þöyle buyurmaktadýr: "Ben de sizin gibi bir beþerim. Zan, hata da eder, isa­bet de eder. Lâkin size 'Allah buyurdu' de­dim mi, asla Allah'a yalan isnad etmem." (Ýbni Mâce). Diðer bir hadisinde de, birbirlerini muhakemeye davet edenlerin kalplerinden geçenleri bilmediðini, muhakeme olmak için kendisine gelenler kendi çaðdaþý ve kendi beldesinden, hatta insanlar arasýnda kendisine en yakýn olanlar bile olsa içlerinden neleri dü­þündüklerine muttali olmadýðýný kesinlikle belirterek þöyle buyurur: "Ben ancak bir be­þerim. Sizler de muhakeme olmak için yaný­ma geliyorsunuz. Olabilir ki sizden biriniz, diðerine nazaran delillerini daha güzel anlatýr. Ben de duyduðuma göre hüküm veririm. Her kime, kardeþinin hakkýndan birþey verirsem onu almasýn. Çünkü o hakla, ona ateþten bir parça veriyorum." (Sahih-i Müslim, c. 12, sh. 4). Bilindiði gibi Ubeyrik oðullarý, Rasûlullah zamanýnda bir hýrsýzlýk olayýnda hakikati gizleyip Rasûlullah'ý aldatmak istemiþ ve asýl hýrsýzý savunarak Rasûlullah'ý, onun hýrsýz ol­madýðýna dair ikna etmiþlerdi. Bunun üzeri­ne, dâvâcý Katade b. en-Numan'ý kýnayarak ona þöyle demiþtir: "Ey Katade, kendileri muttakî ve sâlih bilinen bir aile mensuplarýný bir delile dayanmaksýzýn hýrsýzlýkla itham et­meye kalkýþtýn!" Ama bu meseleden hemen sonra þu âyetler inmiþtir: "...Hainlerin savu­nucusu olma! Allah'a istiðfar et. Þüphesiz Al­lah, çok baðýþlayýcý, çok merhamet edicidir." (4: 105-106). O zaman Rasûlullah Ubeyrik oðullarýnýn kendisini aldattýklarýný anlamýþ ve Katade'ye yönelttiði kýnama ve azarlamadan dolayý Allah'dan kendisini baðýþlamasýný dile­miþtir (Tirmizî).

Yukarýda anlatýlanlarýn ýþýðýnda, kendisine gelen vahiy vakýasýna Rasûlullah'ý biricik þâhid ve kendisini vahiyden ayrý kabul etme hususunda þahsî kanaatini biricik vasýta kabul edersek, Kur'ân'dan inen karþýsýnda kendisi­nin þahsî iradesinin yok mesabesinde olduðu­nu kendisi kabul ediyor. Vahyin gelmesi ya­hut kesilmesi, isteðine baðlý olan bir þey de­ðildir. Bazan vahiy o kadar ard arda gelir ki ona tahammülü güçleþirken bazan da, en çok ona muhtaç olduðu bir zamanda gelmeyiveriyor.

Vahiy her an için gelebilir: Hz. Peygamber yataðýna uzanýyor ve uykuya dalar dalmaz birden gülümseyerek baþýný kaldýrýyor. Ken­disine Kevser suresi inmiþtir (Müslim). Yine gecenin ancak üçte birinin kaldýðý bir sýrada savaþtan geri kalan üç kiþinin affedildiðini bildiren âyet inmiþtir: "Ve (savaþtan) geri bý­rakýlan o üç kiþinin de tevbelerini kabul bu­yurdu. Bütün geniþliðÝyle beraber arz baþlarý­na dar gelmiþ ve canlarý kendilerini sýktýkça sýkmýþ ve Allah'tan, yine Allah'a sýðýnmaktan baþka çare olmadýðýný anlamýþlardý. Allah onlann tevbesini kabul buyurdu ki, tevbe etsin­ler. Þüphesiz ki Allah, tevbeyi çok kabul eden, hakkýyla esirgeyendir." (9: 118).

Vahiy, gecenin karanlýðýnda, gündüzün ay­dýnlýðýnda, dondurucu soðukta veya en sýcak günde, sakin geçen bir zamanda yahut sava­þýn kýzýþtýðý bir sýrada, hatta Mescid-i Aksa'ya yapýlan isrâ (gece yürüyüþün)de ve miracda Peygamber'in kalbine inebiliyordu. (Bur­han, c. I,sh.l98).

Bir de bakýyorsunuz Hz. Peygamber'in vahye en çok muhtaç olduðu ve onu þiddetle arzuladýðý, gelmesini talep ettiði bir sýrada va­hiy gelmiyor. Cebrail, Alâk suresinin ilk ayetlerini getirdikten sonra vahiy üç yýl kesil­miþti. Hz. Aiþe'nin de belirttiði gibi, Peygam­ber  buna çok üzüldü. Öyle ki intihar etmek için defalarca yüksek tepelere týrmandý. Ama tepenin zirvesine her çýkýþýnda Cebrail ona görünüyor ve: "Ey Muhammedi Sen gerçek­ten Allah'ýn Rasulüsün!" diyordu. O zaman Rasûlullah'ýn kalbi sükûn buluyor ve nefsi ka­rar kýlýyordu (Buharý). Birgün yürüyorken yukarýdan bir ses duydu. Yukarý baktý, bir de ne görsün! Hira Maðarasýnda kendisine gelen melek! Korktu ve vefalý eþi Hz. Hatice'ye döndü: "Beni örtün" dedi. Allah Tealâ bu sý­rada "Ey örtülerine bürünen, kalk ve uyar. Rabbini tekbîr et(O'nun büyüklüðünü an), el­biseni temizle, pislikten (Allah'a eþ tutmak­tan, puta tapmak ve çirkin þeylerden) kaçýn." (74: 1-5) fermanýný indirdi. Bundan sonra va­hiy ard arda gelmeye baþladý (Buharý, c. 6, sh. 162. Bazýlarý vahyin kesiliþinden sonra in­dirilenin Duhâ Sûresi olduðunu sanýr. Bu, apaçýk bir hatadýr. Duha suresinin nüzul se­bebine, Buharý ve Müslim'de rivayet edildiði gibi, Peygamber rahatsýzlandý ve iki-üç ge­ce, gece namazýna kalkmadý. Bunun üzerine Ebu Cehl'in eþi Ummu Cemil: "Umarým, þey­tanýn seni terketmiþtir. Ýki-üç gecedir sana uð­ramadýðýný görüyorum." dedi. O zaman bu sure inmiþtir. Bkz. Süyûtî, Esbâbu'n-Nuzûl, s. 140). Peygamber mutluluk duydu. Hü­zünlü bekleyiþ büyük bir sevince dönüþmüþtü. O zaman kesinlikle inandý kî, kendisinin isteðine raðmen kesilip gelmeyen bu vahiy, kendi zâtýnýn dýþýndadýr ve müstakildir. Dü­þüncesinin haricindedir. Onun kaynaðý gayb-lere vâkýf olan Allah'týr.

"Ifk hadisesi" nden sonra da tam bir ay müd­detle vahiy kesilmiþti {Buharý). Bir ay bo­yunca münafýklar Sýddîk'ýn kýzýna iftira ede-durdular. Hakkýnda utanç verici sözler sarfet-tiler. Nihayet Rasûlullah'in kalbine bile þüphe düþmüþtü ve mü'minlerin anasý eþine: "Ey Aiþe! Biliyorsun senin hakkýnda bana þöyle þöyle sözler ulaþtý. Þayet sen bunlardan berî isen Allah senin temiz olduðunu bildire­cektir. Ama bir günah iþlemiþsen Allah'tan af dile" demiþti. Olayýn üzerinden geçen ve vah­yin gelmediði bu bir ayýn Rasûlullah için uzun yýllardan daha aðýr geldiðini kim idrak etmez ki? Münafýklar bu müddet boyunca ol­madýk sözler söylüyorlardý. Þüphe ve huzur­suzluða yem olan bu Peygamber'e ne oluyor­du da tam bir ay boyunca susup bekledi. Rab-binden vahiy gelinceye kadar bütün bunlara katlandý. Ve nihayet, Mü'minlerin Anasýnýn temiz olduðunu bildiren ayetler geldi. Neden acele edip göðün iþine müdahale etmedi? Ra­hiplerin örtüsüne bürünüp secileri harekete geçirmedi. Buharlarý salýp iftiracýlarýn iftirala­rýndan sevgili eþini temize çýkarmadý?!

Hz. Peygamber namazlarda Kabe'ye yöne-lÝnmesini büyük bir iþtiyakla arzu ediyordu. Belki vahiy gelip kýblenin Kabe'ye doðru de­ðiþtirildiðini bildirir diye, onaltý veya onyedi ay bu isteðinin gerçekleþmesini isteyip durdu (Buharý). Lâkin yüce Rasulün isteðine rað­men bu konudaki Kur'ân, ancak birbuçuk yýla yakýn zaman sonra geldi (Buharý). O zaman Bakara sûresÝ'mn 144. âyeti inmiþti: "(Ey Muhammed), biz yüzünü çok defa göðe doð­ru evirip çevirdiðini muhakkak (gökten haber beklediðini) görüyoruz. (Merak etme) elbette seni, hoþlanacaðýn bir kýbleye döndüreceðiz, (bundan böyle) yüzünü Mescid-i Haram tara­fýna çevir..." (Suyûtî,Eshâbu'n-Nüzûl, s. 12-13). Hz. Peygamber arzusunu gerçekleþtirecek bir vahyi acaba neden bu kadar bekledi: vahiy geldi deseydi ve bu arzusuna bir an ön­ce kavuþsaydý ya!

Ama vahyin geliþi onun elinde deðildi. Ancak Rabbi dilediði zaman gelirdi. Dilediði zaman da kesilirdi. Nazarlýklarýn ve seçili sözlerin bir faydasý yoktu. Hz. Muhammed'in duy­gularý, göðün iþini ne öne alýyor ve ne de ge­ciktiriyordu!

Araplar öteden beri vahyi vahyeden zât ile onu alan zât arasýnda Ýlgiye þaþmýþ ve yalancý þahitlerin saçmalan gibi saçmalamýþ, kulakla­rýný saða sola dikmiþ ve farklý görüþler ileri sürmüþ, ama bir türlü hasta akýllarýný bile do­yuracak bir yoruma ulaþamamýþlardýr. Yüce Allah onlarýn þaþkýnlýklarýný þu komik ve alaycý tablo ile tasvir etmektedir: "Dediler: 'Hayýr, (bunlar) saçma sapan rüyalardýr. Ha­yýr, onu kendisi uydurmuþtur. Hayýr, o, bir þa­irdir..." (21: 5). Kur'ân'ýn kaynaðýný, uyuya­nýn rüyasýna veya delinin saçmalýklarýna, pa­lavracýnýn iftiralarýna ya da yalancýnýn yalan­larýna, þairin hayaline veyahut edibin sezgile­rine baðladýlar.

Uyuyanýn rüyasýna gelince, Peygamberin uyanýk ve hassas duygularý, dinlenme ve sükûn anlarýnda bile canlý ve dinamik þahsi­yeti bunu reddetmektedir. Rasûlullah'in bu dinamizm ve kavrayýþý henüz ilk baþlangýç­tan, Allah'ýn "oku!" sözüyle kendisine hita­býndan beri Kur'ân'ýn son ayetinin iniþine ve vefatýna kadar devam etmiþtir. Bazý müfessirlerin ve çaðýmýz yazarlarýndan bazý hüsn-i ni­yet sahiplerinin içine düþtükleri büyük bir ha­taya burada iþaret etmeliyiz: Bunlar, geniþ ha­yallerinin bir neticesi olarak vahyin ilk geli­þinde Hz. Peygamber'i Hira maðarasýnda uyu­yor tasavvur ederler. Oysa Sahihaymn riva­yeti, vahiy geldiði an Peygamber'in uyanýk bulunduðunu ve hakikati araþtýrýp Allah'ý düþündüðünü kesinlikle ifade etmektedir. Onun ýÇÝn de korkmuþ ve kalbi küt küt vurduðu hal­de Hz. Hatice'ye gelmiþtir. Þayet vahyin geli-Þi uykuda olduðu bir sýrada olsaydý uyandýk­tan  sonra korkusu  geçmiþ  olurdu.   Söz, Kur'ân'ýn buyurduðudur: "Onun gördüðünü kalbi yalanlamadý. Onun gördüðü üzerinde onunla tartýþýyor musunuz?" (53; 11-12).

Hz. Aiþe, vahyin baþlangýcýný bu kavrayýcý ve dinamik hassasiyetle tasvir ederek der ki: "Rasûlullah'e vahyin ilk baþlangýcý, uyku­da sâlih rüya þeklindeydi. Hiç bir rüya gör­müyordu ki, sabah aydýnlýðý kadar apaçýk ger­çekleþmemiþ olsun. Daha sonra tenha yerler kendisine sevdirildi. O da insanlardan uzakla­þarak ibadetle meþgul olmak üzere Hira ma­ðarasýna gidiyor ve belli birkaç gün üstüste bu maðarada ibadet ediyordu. Sonra Hatice'ye geliyor ve hazýrlýðýný yapýp tekrar dönüyordu. Nihayet hak (vahiy) kendisine geldi. (Bir ri­vayette, aniden hakla karþýlaþtý denilmekte­dir). O sýra Hira maðarasýnda bulunuyordu. Melek gelerek: 'Oku!' dedi. Rasûlullah: 'Okumasýný bilmem' karþýlýðýný verdi. Rasûlullah buyuruyor ki: Beni alýp üç defa sýktý ve serbest býraktý ve þöyle dedi: 'Yaratan Rabbinin adýyla oku. O, insaný alâkdan yarat­tý. Oku. Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (insana) kalemle (yazmayý) öðretti. Ýnsana bilmediðini öðretti.' Rasûlullah kalbi titrer ol­duðu halde eve döndü. Eþi Huveylid'in kýzý Hatice'ye gelerek: 'Beni örtün! Beni örtün!' buyurdu. Onu örttüler, bir müddet sonra kor­kusu geçti. O zaman durumu Hz. Hatice'ye bildirerek: 'Kendi caným hususunda korkuya kapýldým' dedi. Hz. Hatice: 'Hayýr, Allah'a yemin ederim ki O, seni asla mahcup etmiyecektir. Çünkü sen akrabaný gözetirsin, âciz olanlarýn aðýrlýðýný yüklenirsin, fakire verir, misafiri aðýrlar, hak yolunda halka yardým edersin' diyerek onu teselli etti." (Buharý).

Burada þunu belirtmeliyiz ki, aleyhissalatü vesselamýn yüreðinin titremesi, maruz kaldýðý korkuya iþaret etmektedir. Çünkü bir anda va­hiyle karþýlaþmýþtý. Önceden böyle bir þey beklemiyordu. Nitekim Allah Teala þöyle bu­yuruyor: "(Ey Rasûlüm), Kur'ân'ýn sana vahy olunacaðýný ummuyordun; ancak Rabbinden bir rahmet (olarak sana indirildi). O halde sa­kýn kâfirlere yardýmcý olma." (28: 86). "(Ey Rasûlüm). Ýþte sana böyle emrimizden bir ruh

(Kur'ân) vahyettik. (Halbuki daha önce) sen kitap nedir, iman nedir bitmiyordun. Fakat biz o kitabý bir nur yaptýk. Onunla kullarýmýz­dan dilediðimize hidayet vereceðiz; ve mu­hakkak ki sen doðru bir yola (Ýslâm'a) çaðýrý­yorsun." (42: 52). Yüreðinin titremesinde, el ve ayaklarýnýn soðumasýna ve normal olarak bunun bir sonucu olan yüzünün sararmasýna, diþlerinin titremesi gibi durumlara Ýþaret yok­tur. Aksine vücudunun harareti artýyor, yüzü kýzarýyor ve kendisine bir aðýrlýk çöküyordu. Öyle ki bundan alný tane tane ter döküyor ve bedeni aðýrlaþýyordu. Yukarýda gördüðümüz gibi, bacaðý neredeyse yamndakinin bacaðýný eziyordu. Hz. Hatice'den bir örtü isteyerek 'beni Örtün' demesi, yataða girip gördüðü o korkunç gaybî manzaranýn ve karþýlaþtýðý o aðýr sözün etkisini atlatýp örtünün altýnda din­lenmekten baþka bir þey deðildi. Onun için Allah Tealâ vahyin kesiliþinden sonra dine davet için silkinip kalkmasýný emrederek þöy­le buyuruyor: "Ey örtülere bürünen! Kalk ve uyar!" Daha sonra da þöyle buyuruyor: "Ey örtüsüne bürünen. Geceleyin kalk (namaz kýl); yalnýz gecenin birazýnda (uyu)." Onun ilk defa vahyi almasý, bundan sonra her vahiy alýþý gibidir. Her defasýnda tam bir uyanýklýk ve tam bir aksiyon içerisindedir. Sinirler her defasýnda tam yerindedir. Vahyin geliþi için ne zihnî bir hazýrlýk yapýyor, ne de sinir nö­betleri geçiriyordu. Hastalýk nâmýna hiç bir iþaret yoktu {Nebeu'l-Azim, s. 71-72).

Belki de, Araplarýn "yalancý düþlerden" kasýt­larý delilik saçmalýklarýdýr. Onun için Pey­gamber'e: "...Bu öðretilmiþtir, cinlenmiþtir" (44: 14) demiþlerdir. Allah Teâl'â, Pey­gamberini teselli ederek iftiralarýna þöyle ce­vap verir: "Nun. Kaleme ve (kalemle) yazdýk­larýna andolsun; sen Rabbinin nîmetiyle cinlenmiþ (deli) deðilsin." (68: 1-2).

Uydurulan iftiralara yahut hayalî yalanlara gelince, Araplarýn kendilerinin Hz. Muhammed'in doðruluðu ve emanete riayeti hakkýn­da þahadetleri bunu reddetmektedir. Müfterinin yalaný er-geç ortaya çýkar. Peygamber hangi konuda yalan söylemiþtir? Gayb haber­leri hususunda mý? Geçmiþle ilgili haberlerde mi? Yoksa henüz kapalý bulunan gelecekle il­gili meselelerde mi? Acaba Araplarýn sýnýrlý kültürleri bu alanda yalancýlarla doðrulan birbirinden ayýracak güçte miydi?

Kur'ân, ilk yaratýlýþýn ortaya çýkýþýný ve kesin neticeyi tavsif ederek âhiret hayatýnýn nimet­leriyle acýklý azabýný, cehennem kapýlarýnýn sayýsýný ve her kapýyla yükümlü olan melek­lerin adedini açýklamýþ ve bütün bunlarý ken­dilerine kitap verilen, bu konularda malumatý bulunan Kitap Ehlinin gözleri önünde Arapla­ra anlatarak þöyle buyurmuþtur: "Biz o ateþin bekçiliklerine meleklerden baþkasýný memur etmedik. Sayýlarýný da küfredenler için -baþka deðil- ancak bîr fitne yaptýk ki kendilerine ki­tap verilenler saðlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanlarý artsýn." (74: 31) Okuma bilmeyen putperest bir kavim arasýnda yetiþen Muhammed  gaybî konularda bu ayrýntýlý malûmatý nereden alabilirdi? Gökteki bir ge­zegenden, yoksa Sirius yýldýzý veya Merihten mÝ?

Kendisine peygamberlik gelmeden önce ara­larýnda yaþamadý mý? Yoksa þimdi mi sapýtýp azýttý? Onu Sâdýk ve Emîn olarak isimlendir­memiþler miydi?: "Yoksa, Peygamberlerini tanýmadýklarý (onun doðrululuðunu, dürüstlü­ðünü bilmedikleri) Ýçin mi onu inkâr ediyorlar?" (23: 69). Bununla birlikte hâla inanmýyorlarsa Allah Teâlâ'nm þu sözlerle onlarý azarlamasýnda þaþýlacak bir durum var mý?: "De ki: 'Eðer Allah dileseydÝ, onu (Kur'ân'ý) size okumazdým ve onu hiç size bildirmezdi. Ben ondan önce aranýzda bir ömür boyu kalmýþlým (böyle bir þey yapama­mýþtým), düþünmüyor musunuz." (10: 16).

Geçmiþ milletlerle ilgili nice olay vardýr ki, Kur'ân onu en güzel þekilde dile getirmiþ, Peygamberlerin ismeûyle, ilgili Önceki kitap­larýn hatalarýný düzeltmiþ ve bazý tarihî muga­latalarý reddederek onlarý çürütmüþ, Hz. Mu-hammed'i o çaðda ve olaylar içinde yaþamýþcasýna onlara þahit ve gözlemci tutmuþtur, peygamberine Hz. Nuh'un kýssasýný anlatarak þöyle buyurmaktadýr: "(Ey Rasûlüm), bunlar sana vah yettiðimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bunlarý bilmi­yordunuz. O halde sabret. Þüphe yok ki, kur­tuluþ, takva sahiplerinindir." (11: 49). Hz. Musa'nýn Medyen'deki haberlerinden bir ço­ðunu izah ederken: "(Ey Rasulüm), biz Mu­sa'ya (Firavuna gitmesine dair) o emri vahyet-tiðimiz zaman sen Tur daðýnýn yakasýnda de­ðildin (orada bulunmuyordun.) Þahitlerden de deðildin. Fakat biz, Musa'dan sonra birçok ümmetler yarattýk da onlarýn üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen Medyen halký arasýnda oturup da âyetlerimizi onlardan oku(yarak Öðren)miyordun. Fakat (onlarý sana) gönde­ren biziz." (28: 44-45) buyurmaktadýr. Hz. Meryem'in oðlu Ýsa'yý doðurmasýný ve Hz. Zekeriyya'nm kendisine kefil oluþunu tavsif ederek þöyle buyurur: "(Ey Muhammed) bun­lar sana vahyettiðimiz, gayb âleminin haber­lerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak di­ye (Tevrat yazdýklarý) kalemlerini (kur'a) atarlarken sen onlarýn yanýnda deðildin; çe­kiþtikleri zaman da sen yanlarýnda deðildin." (3: 44). Hz. Yusuf ile kardeþlerinin kýssasýný uzunca anlattýktan sonra da þöyle buyuruyor: "(Ey Muhammed), bu (anlatýlanlar) sana vah­yettiðimiz gayb haberlerindendir. Onlar ka­rarlarýný verip hile yaparlarken sen yanlarýnda deðildin." (12: 102).

Zatü'r-Rýka'da Peygamber @ bir aðacýn altýn­da uzanýp kýlýcýný aðaca asýyor. O sýrada bir müþrik gelerek kýlýcýný sýyýrýyor ve Peygam­bere þöyle sesleniyor: "Benden korkuyor mu­sun?" Peygamber @: "Hayýr" diyor. Adam soruyor: "Þimdi seni benden kim koruya­cak?" Peygamber: "Allah! Kýlýcýný at!" karþý­lýðýnda bulunuyor. Adam çaresiz kýlýcým yere atýyor (Müslim). Bazý rivayetlerde, adamýn hemen Ýslâmý kabul ettiði de nakledilmekte­dir.

O gayb haberlerini ya kafasýndan uyduruyor­du veya tam inanç sahibiydi. Oysa insanlar Rasûlullah @'de ne kafadan uyduranlarýn ha­yallerine ve ne de müfterilerin alâmetlerine þahid olmuþlardýr. O halde o, Ýnanan samimi biriydi.

Ancak Araplardan bir grup, bir insanýn Pey­gambere Kur'ân'ý öðretmiþ olabileceði varsa­yýmýný ileri sürdü. Vahyin kaynaðýný Hz. Mu-hammed'in zatýnýn dýþýnda aradýlar. Onlar okuma yazma bilmezlerdi. Onun için Pey-gamber'in Kur'ân'ý kendilerinden birinden Öð­renmiþ olacaðým ileri sürmeye cüret edemedi­ler. Cahilin kimseye birþey öðretemeyeceðini biliyorlardý. O halde Muhammed'in öðret­menini bulmalýydýlar. O büyük öðretmen ve bu ilmin o önemli kaynaðý kimdi? Olsa olsa, demircilikle uðraþan ve kýlýç yapma iþinde ça­lýþan Hýristiyan Rum bir genç ona bu Kur'ân'ý öðretmiþti (?!) Bu genç okuma-yazma bilme­se de okuma-yazma hakkýnda bir takým malu­mata sahipti. Olabilir ki Peygamber bazen gi­dip bu Rum gencin iþini seyrediyordu. O ümmi Araplar için fýrsat doðmuþtu: öðreticisi bu gençti. Allah Teâlâ onlarýn bu tutarsýz iddia­larýna karþý þöyle buyurmaktadýr: "Biz onla­rýn, 'Ona bir insan Öðretiyor!' dediklerini bu­luyoruz. Hak'tan saparak kendisine yöneldik­leri adamýn dili yabancýdýr; bu (Kur'ân) ise apaçýk Arapçadýr." (16: 103).

Ýddialarýnýn altýnda kaldýlar. Hz. Muhammed'e tayin ettikleri öðretmenin kabul görme­diðini anladýlar. Bu defa da iddialarýný meç­hule yöneltmeyi tercih ettiler: "Dediler: 'Ev­velkilerin masallarý, onlarý yazdýrmýþ, sabah akþam onlar kendisine okunuyor." (25: 5). Böylece okuma yazma bilmeyen o cahil Araplar kendilerinden sonra gelecek mülhid kültürlülere yolu açmýþ oldular. Onlar da, o Araplarýn yolundan giderek Hz. Muhammed'e dinin gerçeklerini ve tarih felsefesini öðreteni tesbit etmeye koyuldular: Bunlardan kimine göre bu zat, Tevhid konusunda Aryos'un tabi-lerinden olan Bahira ismindeki rahiptir. Mu­hammed'e Kur'ân'ý o imlâ ettirmiþtir. Mu­hammed küçüklüðünde amcasý Ebu Talib'le birlikte gittiði Þam bölgesinde Basra çarþýsýnla kendisiyle karþýlaþmýþtý. Kimine göre de bu zat, Hýristiyan bilginlerden ve Hatice'nin akrabalarýndan olan Varaka b. Nevfel'dir. Ýlk defa kendisine vahiy geldiðinde Mekke'de onunla karþýlaþmýþtý.

Rasûlullah'in, bunlardan ilki olan Bahira'yla karþýlaþmasý dokuz veya oniki yaþýn­dayken ve bir defa vuku bulmuþtur. Amcasý Ebu Talib de bu karþýlaþmada kendisiyle bir­likte idi. Bu rahip amcasýna: "Yeðeninin gele­cekte önemli bir durumu olacaktýr." demiþti. Mesele tamamen bundan Ýbarettir. Rasûlullah'ýn Varaka ile karþýlaþmasý ise, Hira maðarasýnda olup biteni Hatice'ye anlatma­sýndan sonra olmuþtur. O zaman Hz. Hadice onu alýp yaþlý ve âmâ olan Varaka'ya götür­müþtü. Hz. Hatice Varaka'ya: "Amca oðlu, yeðeninin baþýndan geçenleri dinle!" demiþti. Varaka da "Yeðen, ne gördün, anlat" diye Rasûlullah'a ne gördüðünü sormuþ ve Rasûlullah da olup biteni kendisine anlatmýþ­tý. O zaman Varaka: "Bu, Allah'ýn Musa'ya gönderdiði vahiydir" karþýlýðýný vermiþti. Va­raka bu olaydan kýsa bir zaman sonra da vefat etmiþtir (Buharý).

Bu iki iddiayý da çürütmek için Rasûlullah'ýn bu iki zatla gizli olarak görüþmediðini belirt­memiz yeterlidir. Her iki defasýnda da yalnýz "deðildi. Bahira ile karþýlaþmasýnda amcasý Ebu Talib, Varaka ile karþýlaþmasýnda da Hz. Hatice beraberindeydi. Kaldý ki bu iki karþý­laþmada da, Peygamber, gaybî ve tarihî olaylardan ne kadarýný öðrenebilirdi ki?

Bazý müsteþriklerin, Mekke'de birçok Yahudi ve Hýristiyanýn bulunduðu hususundaki mü­balaðalarýný reddetmek için kendimizi yorma­mýza gerek yoktur. Aralarýnda insaf sahibi ba­zý zevat onlara bu hususta yeterli cevabý ver­miþ; Rasûlullah'in, Yahudi bilginlerle ve Hýristiyan rahiplerle ilgisi sabit olmadýkça böyle þeyler ileri sürmenin hamakat ve caha-letin ta kendisi olduðunu ifade etmiþlerdir.

Bu iddialar içerisinde en basiti ise, yaz ve kýþ aylarýnda Mekke'ye gelen tüccarlarýn, geçmiþ milletlerle ilgili kýssalarý Hz. Peygamber'e öðretmiþ olacaklarý iddiasýdýr. Arap tacirlerin Yahudi veya Hýristiyanlarla oturup kalktýklarý ve onlarýn meclislerinde bulunduklarýna dair elimizde hiç bir belge yoktur (el-Vahyu'l-Muhammedi, c. I, sh. 7).

Hz. Muhammed'in kendisi de sadece iki defa Þam'a gitmiþtir ki, bunlardan birincisin­de yukarýda da belirtildiði gibi çocukluðunda amcasýyla birlikte olmuþ, ikincisinde ise gençliðinde Hz. Hatice'nin ticaret kervanýný götürmüþtü ve beraberinde Hz. Hatice'nin kö­lesi Meysere bulunuyordu. Peygamber'in kýsa süren bu iki yolculuðunda Basra'dan öte­ye gitmediði sabit iken bu iftiralarýn nedeni bilinmemektedir.

Kur'ân-ý Kerîm, bu isabetsiz hayallerle alay ederek kesin bir dille onlarý çürütmektedir: "Bu Kur'ân, Allah'tan baþkasýna nisbet edile­mez. (Bu), ancak kendinden önceki (Ýlâhî ki­taplarýn) tasdÝkcisi ve o (ezelî) Kitabýn açýklamasýdýr.Onda asla þüphe yoktur. Alemlerin Rabbi tarafýndan indirilmiþtir." (10: 37}.

Þairin hayalleri yahut edibin ilhamlarý mese­lesine gelince, bazý Araplar, Kur'ân'ýn hayal­lerini gözeten canlý tablolar ortaya koymasý­na, üstün örnekler vermesine, lafýzlarýnýn çok þey anlatmasýna ve kalbe su serper fasýlalany-la tatlý ahengine bakarak bu iddiada bulun­muþlar ve þöyle demiþler: "O bir þairdir, biz onun, zamanýn getireceði musibetlere uðra­masýný gözetliyoruz." Hiç þüphesiz aralarýnda fesahat sahibi olan kimseler, Kur'ân'da þiir diye bir þeyin bulunmadýðýný, üslûbun daima en üstün olduðunu, beþer sözü olmadýðýný bi­liyorlardý. Öyle ki, aralarýndan biri þöyle de­miþti: "Onun bir tatlýlýðý ve hoþluðu vardýr. Üstü bereketli ve altý bol meyvelidir. O, bir beþer sözü deðildir." Ancak Kur'ân-ý Kerim daima onlara meydan okumuþtur. Kendisine benzer getirmeleri için ýsrarda bulunmuþtur. Nihayet bu meydan okumasýnýn karþýsýnda hezimete uðradýlar. Kavrulan ciðerlerine su serpmek için "O þairdir, o, apaçýk bir sihirdir" demekten baþka bir yol bulamadýlar.

Kur'ân, önce benzerini getirmeleri için onlara meydan okudu. O, bütünüyle Allah kelâmýdýr. Allah'dan daha doðru sözlü kim vardýr? Tür sûresinde onlara þöyle denilmektedir: "Yok­sa 'onu uydurdu' mu diyorlar? Hayýr, onlar inanmýyorlar. Doðru iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler."(52: 33-34).

Sonra, hiç bir hususta gerçeðe ters düþmeyen Kur'ân'ýn tamamýna benzer getirmeleri þek­lindeki meydan okumanýn miktarý azaltýldý. Benzer on sûre getirmeleri istendi. Ýftira mah­sulü ve asýlsýz þeyler olsalar bile... Hûd sûresinde þöyle buyurulmaktadýr: "Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuþ sûre geti­rin; eðer doðru iseniz, Allah'dan baþka çaðýra­bildiklerinizi de (yardýma) çaðýrýn (da bunu yapm)!' Eðer size cevap veremedilerse bilin ki (o), Allah'ýn bilgisi ile indirilmiþtir. Ve on­dan baþka ilâh yoktur. Nasýl, artýk müslüman oldunuz mu." (11:13-14.)

Ýftira mahsulü on sure getirmekte bile âciz kaldýklarýnda miktar daha da azaltýlarak ben­zer (bir) sûre getirmeleri istendi. Bakara sûresinde þöyle buyurulmaktadýr: "Eðer ku­lumuza indirdiðimizden þüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan baþka bütün þahitlerinizi (yardýmcýlarýnýzý) da çaðýrýn; eðer doðru iseniz (bunu yapýn). Yok eðer yapamadýnýzsa, ki asla yapamayacaksý­nýz, o halde yakýtý insanlar ve taþlar olan, inkarcýlar için hazýrlanmýþ ateþten sakýnýn.'1 (2: 23-24). Nihayet Kur'ân sûrelerinden birine benzer getirmekten de âciz kaldýlar. Oysa on­lar fesahat ve belagat sahibi bir topluluk idi­ler. O zaman Kur'ân sesini ufuklarda çýnlata­rak tam bir güven ve inanç içinde dünya mil­letlerinin tamamýna seslenerek meydan oku­du: "De ki: 'Andolsun, eðer insanlar ve cinler Þu Kur'ân'ýn bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardým et)seler de (bu­nu yapamazlar)." (17: 88).

O halde Kur'ân-ý Kerîm daha Mekke döne­minde hukukla ilgili âyetlerle gaybî haberler ve kâinat, hayat ve insanla ilgili küUî bakýþýný ihtiva eden sözler gelmezden önce mûciz ve büyüleyici üslubuyla Araplarýn kalblerini et­kilemiþtir. Þayet Kur'ânî vahyin çaðdaþlarý bizden bazýlarýnýn imkânlarý dahilinde olan Kur'ân'm ilmî ve felsefî yönüne de muttali ol­ma imkânlarý olsaydý ve tarihî hakikatlar hak­kýnda bir hükme varacak Ýmkâný saðlayan kültüre sahib bulunsaydýlar, bütün insaf sa­hipleri gibi zamanýn, Kur'ân'dan birþey eksilt­mekten âciz kaldýðýný idrak eder ve müsbet ilimlerin, Allah'ýn âyetlerinin inkiþafý hizme­tinde olduklarýný görürlerdi. Nitekim Yüce Allah þöyle buyurmaktadýr: "Ýleride biz o Mekke halkýna, hem yeryüzü etrafýnda, hem bizzat nefislerinde âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) öyle göstereceðiz ki, nihayet Peygamberin söylediði þeyin hak olduðu ken­dilerine zahir olacaktýr. RabbinÝn herþeye þâhid olmasý yetmez mi?" (41: 5).

Þimdi, mûciz vahiy vakýasýný, Kur'ân'ýn inan­dýrýcý üslubuna benzer bir üslûb ile izah etme­yi tercih ettik; meseleye psikolojik açýdan gi­rip bu zaviyeden Yaratýcýnýn zâtý ile yaratýla­nýn þahsiyeti ve Yaratýcýnýn sanatý ile yaratýl­mýþýn iþi arasýndaki büyük farký inceledik. Kapalý Ýfadelerden ve sonuçsuz münakaþalar­dan sakýndýk. Yüce gaybî hakikatlerle, insan­larýn þahit olduðu hipnotizma, bandlara sesi kaydetme, telefon yahut teleks yoluyla onlarý nakletme veya yayma gibi hususlarla uzaktan yakýndan bir iliþkisinin bulunmadýðým izah etmeye çalýþtýk. Öyle sanýyoruz ki, bu tür þey­lerle vahyi izah etmenin bir faydasý olmadýðý gibi, bu, Ýman yolu da deðildir. Böylece arzu ettiðimiz neticeye vardýðýmýza kaniiz. Zanne­diyoruz okuyucu da bizimle birlikte Rasûlullah'in vahyi bütün duygularýyla ve tam bir uyanýklýkla Allah'ýn kulu ve elçisi ol­duðunu kavradýðýný idrak etmiþtir (Subhi es-Sâlih, Kur'ân Ýlimleri).


 


radyobeyan