Siret Ansiklopedisi
Pages: 1
Kurani Metodun Mahiyeti By: saniyenur Date: 15 Aðustos 2012, 13:28:53
KUR'ÂNÎ METODUN MAHÝYETÝ

Kur'ân-ý Kerîm'in onüç yýl boyunca Mek­ke'de Hz. Peygamber'e vahyolunan bölü­mü sadece bir meseleyle ilgiliydi. Bu mesele­den, sanki ilk defa sunuyormuþ gibi, her defa­sýnda yeni bir tarzda bahseden Kur'ân, onun sunuluþ biçimini deðiþtirmiþtir. Buna raðmen, bu meselenin karakteri, özü deðiþmemiþtir.

Bu yeni din ilk önce, en büyük ve temel me­sele olan akide konusunu ele almýþ; bunu da ulûhiyyet (ilâhî) ve ubudiyyet (beþerî) temel­lerine ve bunlarýn arasýndaki iliþkiye dayan­dýrmýþtýr.

Bu mesele insana sadece insan olmasý müna­sebetiyle yöneltilmiþtir. Bu açýdan Arap veya Arap olmayanlar, ister ayný çaðda ister farklý çaðlarda yaþasýnlar, bütün zamanlarýn insan­larý "insan" olmalarý dolayýsýyla eþittirler.

Bu, Ýnsanlýðýn deðiþmeyen sorunudur; bu, in­sanýn kâinattaki varlýk meselesidir, onun te­mel hedefidir, konumu ve kâinatla iliþkisidir; onun, Yaratýcýyla ilgisini açýklayan bir mese­ledir. Ýnsan hayatýnýn bu yönü, insanýn varo­luþuna baðlý olduðu için deðiþemez.

Mekke döneminde Kur'ân insana, kendi var­lýðýnýn ve kendini çevreleyen kâinatýn sýrrýný açýkladý. Ona kim olduðunu, nereden geldiði­ni, sonunda nereye-niçin gideceðini, onu ki­min yoktan var ettiðini, kime döneceðini ve akýbetinin ne olacaðýný anlattý. Ayrýca ona, dokunup görebildiði ve hissedip düþünebildi­ði fakat göremediði þeylerle ilgili, bu harika kâinatý kimin yaratýp yönettiði, geceyle gün­düzü kimin ardarda getirdiði ve varlýklarý ki­min yenileyip deðiþtirdiði ile Ýlgili bilgi verdi. Ayný þekilde, ona yaratýcýsýyla, dýþ dünyayla ve diðer insanlarla nasýl iliþki kuracaðým an­lattý.

Bu, insanýn varlýðýnýn baðlý olduðu ve kýya­mete kadar da baðlý olacaðý o büyük meseledir.

Böylece, tam on üç yýl olan Mekke dönemi, insan hayatýyla alâkalý diðer bütün mesele ve ayrýntýlarýn gerisinde yatan temel meseleyi açýklamak ve tefsir etmekle geçti.

Kur'ân, bu meseleyi Mekke dönemi boyunca mesajýnýn tek konusu yaptý ve diðer tâli mese­leleri hiç tartýþmadý. Herþeyi bilen Allah, imanla ilgili meselelerin bütünüyle açýklandý­ðýna ve O'nun dinini yerleþtirip pratikte uygu­layacak olan o seçilmiþ Ýnsan topluluðunun kalbine girdiðine karar verene kadar tâli me­seleler gündeme gelmedi.

Allah'ýn Din'ine çaðýran ve bu Din'in emretti­ði hayat düzenini yerleþtirmek isteyenler bu önemli gerçek üzerinde enine boyuna düþün­melidirler. Çünkü Kur'ân onüç yýl boyunca bu imaný açýkladý. Bu imanýn üzerine bina edilmesi gereken sistemin ayrýntýlarým veya müslüman toplumun teþkilatlanmasý için ge­rekli ilkeleri izah etmek için bu meseleden baþka bir meseleye sapmadý.

Bu temel iman ve itikad meselesinin, Pey­gamberin ümmetine ilk çaðrýsýnýn ana konusu olmasý Allah'ýn hikmetiydi. Rasûlullah'in ümmetine getirdiði ilk mesaj, "Allah'tan baþ­ka ilâh olmadýðýna" þehadet etmeleri gerekti­ðiydi. Daha sonra Rasûlullah onlara, ger­çek Rabblerinin kim olduðunu ve bir tek O'na ibadet etmeleri gerektiðini açýkladý.

Ýnsanýn kýsýr anlama kabiliyetini hesaba ka­tarsak, Araplarýn kalbine ulaþmanýn en kolay yolunun bu olmadýðý düþünülebilir. Araplar, dillerini iyi biliyorlardý. Ýlâh'ýn ve La ilahe illallah'ýn (Allah'tan baþka ilâh yoktur) ne an­lama geldiðini biliyorlardý. Ulûhiyyet'in "hü­kümranlýk" anlamýna geldiðini biliyorlardý ve hüküm verme yetkisini sadece Allah'a mah­sus kýlmanýn, hakimiyeti rahiplerden, kabile reislerinden, zenginlerden ve idarecilerden alýp Allah'a geri vermek olduðunun bilincin-deydiler. Bu; vicdanlarda, dinî amellerle ilgili meselelerde, iþ, zenginliðin daðýlýmý ve adaletin yerine getirilmesi gibi hayattaki münasebetlerinde, kýsacasý insanlarýn ruhlarýnda ve bedenlerinde sadece Allah'ýn hakimiyeti­nin geçerli kýlýnmasý manasýna geliyordu. "Allah'tan baþka ilâh yoktur" haykýrýþýnýn Allah'ýn en büyük sýfatý olan hüküm koyma yetkisini gasbetmiþ olan dünyevî otoriteye bir meydan okuma olduðunu çok iyi biliyorlardý. Bu haykýrýþ, bu gasbetme olayýnýn sonucu olan bütün davranýþ biçimlerine karþý bir is­yandý, Allah'ýn izni dýþýnda hüküm koyan oto­riteye karþý bir savaþ ilânýydý. Dillerini, dola­yýsýyla La ilahe illallah mesajýnýn gerçek an­lamýný çok iyi bilen Araplar, bu mesajýn ge­lenekleri, yönetimleri ve güçleriyle iliþkisi yönünden ne derece önemli olduðunun far­kýndaydýlar. Bu yüzden bu çaðrýyý, bu inkýlâpçý mesajý, kýzgýnlýkla karþýladýlar ve herkesçe bilinen o kalabalýklarýyla ona karþý savaþtýlar.

Bu çaðrý niçin bu metodu kullanarak iþe baþ­ladý? Ve neden ilâhî hikmet bu çaðrýnýn ilk zamanlardan itibaren zorluklarla yüzyüze gel­mesini uygun gördü?

Peygamber çaðrýsýný yaptýðý sýrada, Araplarýn topraklan ve zenginlikleri kendi ellerinde de­ðil, baþkasýnýn ellerindeydi.

Kuzeydeki bütün Suriye topraklarý Bizanslýla­rýn hükmü altýndaydý. Buralarý Bizanslýlarýn tayin ettiði Arap valiler yönetiyordu. Güney­deki bütün Yemen topraklan ise Fars Ýmpara-torluðu'nun hâkimiyeti altýndaydý ve tayin et­tikleri Araplar tarafýndan idare ediliyordu. Araplarýn elinde sadece Hicaz, Tihame, Ne-cid ve bunlann çevresinde, oraya buraya ser­pilmiþ bazý verimli vahalarýn dýþýnda tama­men verimsiz kupkuru çöller vardý.

Hz. Muhammed'e halký tarafýndan el-Emin (güvenilir) ve es-Sâdýk (doðru sözlü) dendiði iyi bilinmektedir. Kendisine peygam­berlik gelmeden onbeþ yýl önce, Kureyþ'in ile­ri gelenleri Hacer-ül Esved'ý yerine koyma iþinde onu hakem seçmiþler ve kararýna rýza göstermiþlerdi. O nesep olarak Kureyþ'in en itibarlý kolu olan Beni Hâþim'den gelmekteydi. Bu yüzden Hz. Muhammed yurttaþlarý arasýnda Arap milliyetçiliðinin ateþini yakabi­lir, onlarý bu þekilde birleþtirebilirdi. Ardý ar­kasý kesilmez kabile savaþlarýndan býktýklarý için, onun böyle bir çaðrýsýna memnuniyetle karþýlýk verirlerdi. O zaman Hz. Muhammed, Arap topraklarýný Roma ve Fars emperyaliz­minin egemenliðinden kurtarabilir ve birleþik bir Arap devleti kurabilirdi.

Eðer Hz. Peygamber, onüç yýl boyunca ya­rýmadadaki hakim güçlerin iþkencelerine gö­ðüs germek yerine, insanlara bu metodla ses-lenseydi, bütün Arabistan seve seve kabul ederdi.

Böylelikle Arabistan onun liderliði altýnda birleþtikten ve hâkimiyet kendi eline geçtik­ten sonra, onlarý, gönderiliþ amacý olan Al­lah'ýn birliðine inandýrabilir, kendi beþerî oto­ritesini kabul ettirdikten sonra da Rabb'lerÝnin gücüne boyun eðdirip O'na ibadet etmelerini saðlayabilirdi.

Fakat herþeyi bilen, gören ve hikmet sahibi olan Allah, elçisini böyle bir yöne yöneltme­di. Açýk ve net bir þekilde "Allah'tan baþka ilâh olmadýðýný" ilân etmesini ve bu daveti kabul eden beraberindeki küçük bir toplulu­ðun büyük zorluklarla karþýlaþmasýný diledi.

Niçinn? Þüphesiz Allah bunu , elçisi ve bera­berindeki müminlere zulme uðrasmlar diye istemedi. Muhakkak ki Allah, bundan baþka yol olmadýðýný bilmektedir. Bizans ve Fars'ýn zulüm düzenlerinden kurtarýp, bunlarýn yerine Arab'ýn zulüm düzenini tesis etmek çözüm deðildir. Bütün zulüm düzenleri kötü ve çir­kindir. Yeryüzü Allah'ýndýr ve Allah'ýn rýzasý­ný kazanmak için bütün fitnelerden arýndýrýl­malýdýr. "Allah'tan baþka ilâh yoktur" bayraðý yeryüzünün her noktasýnda dalgalanmadýkça, ne yeryüzü fitnelerden arýndýnlabilir, ne de Allah'ýn rýzasý kazamlabilir. Ýnsan, sadece Al­lah'ýn kuludur ve öyle kalmasý için "Allah'tan baþka ilâh yoktur" bayraðý, týpký bir Arab'ýn anladýðý gibi dalgalandýrýlmalýdýr. Bir Arap la ilahe Ýllallah ifadesini þöyle anlýyordu:

Hakimiyet bütünüyle Allah'a aittir. Dolayýsýy­la Allah'tan baþka hükümdar yoktur, Allah'tan baþka kanun koyucu yoktur, bir insan diðeri üzerinde tahakküm kuramaz. Ýslâm'ýn davet ettiði þekilde, insanlarýn bir araya gelip bir topluluk oluþturmasý, ancak her ýrktan, her renkten halklarýn -Araplar, Bizanslýlar veya. Farslar gibi- Allah'ýn bayraðý altýnda eþit ol­duðunu kabul eden bu inançla mümkündür.

Ýþte çözüm budur!

Hz. Muhammed'e peygamberlik geldiði zaman Arap toplumu, âdil servet daðýlýmýn­dan ve adaletten yoksundu. Küçük bir toplu­luk, faiz ve tefecilik yoluyla artan bütün zen­ginlik ve ticareti tekeline almýþtý. Halkýn bü­yük çoðunluðu fakir ve açtý. Zenginler ayrýca, soylu ve seçkin olarak kabul ediliyorlardý ve halkýn sadece servetini deðil, onur ve þerefini de elinden almýþlardý.

Hz. Muhammed'in, soylular ve zenginler sýnýfýna savaþ ilân eden ve serveti fakirler ara­sýnda daðýtan toplumsal bir hareket baþlattýðý Ýddia edilebilir.

Eðer Peygamber, birkaç deðerli þahsiyet dýþýnda kimsenin kabul etmediði Allah'ýn bir­liði mesajýný topluma sunmak yerine, böyle bir hareketi baþlatmýþ olsaydý, Arap toplumu ikiye bölünürdü. Büyük çoðunluk, zenginli­ðin, soyluluðun ve gücün zulmüne uðradýðý için bu hareketi desteklerdi. Ýkinci grup olan küçük azýnlýk ise, sahip olduðu þeyleri muha­faza etmeye çalýþýrdý.

Hz. Muhammed, çoðunluk bu harekete ka­týlýp liderliði ona verdikten sonra ve zengin azýnlýk onun kontrolü altýna girdikten sonra, Allah'ýn kendisini Peygamber olarak atamasý­nýn sebebi olan Allah'ýn birliði inancýný, ko­num ve nüfuzunu kullanarak kabul ettirebilir­di. Böylece insanlarý kendi otoritesi önünde boyun eðdirdikten sonra, Allah'ýn önünde bo­yun eðdirebi lirdi.

Fakat herþeyi bilen ve gören Allah onu bu yo­la yöneltmedi. Allah bunun çýkar yol olmadýðýný biliyordu. O, gerçek sosyal adaletin bir topluma, ancak bütün iþler Allah'ýn kanunlarý­na göre tanzim edildikten sonra gelebileceði­ni biliyordu. Bir toplum toptan Allah'ýn em­rettiði servet bölüþümünü kabul ettikten son­ra, bu topluma gerçek sosyal adalet gelebilir­di. Her toplum, fert fert, Allah'a itaat ettikten, hem dünyasýný hem anketini kurtaracak olan bu sistemin, herþeye Kadir olan Allah tarafýn­dan seçildiðine katiyetle inandýktan sonra gerçek sosyal adalete ulaþabilirdi. Toplum, bazý insanlarýn hýrslý ve açgözlü davranýrken, diðerlerinin özlemle yanýp tutuþtuðu bir vazi­yette olmamalýdýr. Toplum, bütün iþlerin ký­lýçla, sopayla, korku ve tehditlerle halledildiði bir durumda hiç olmamalýdýr. Yine kalplerin parça parça ve harap, ruhlarýn bulanýk olduðu bir durumda hiç olmamalýdýr. Bütün bu say­dýklarýmýz Allah'ýn hâkimiyetinin olmadýðý bütün sistemlerin beraberinde getirdiði sonuç­lardýr.

Hz. Muhammed'e risâlet geldiði zaman. Arabistan'ýn ahlâkî seviyesi her yönden çok düþüktü. Sadece birkaç kabilevî töre yürür­lükteydi.

Meþhur þair Zuheyr b. Ebi Selma'nýn tasvir ettiði gibi, o günkü düzen zulüm düzeniydi: "Kendi çevresinde silahýyla kuvvet bulmayan kiþi yýkýlýr / Zulmetmeyen kimse zulüm gö­rür." Cahiliyye devrinin meþhur baþka bir sö­zü vardýr: "Zâlim de olsa, mazlum da olsa, kardeþine yardým et!"

Ýçki ve kumar toplumun âdetleriydi ve halk bu alýþkanlýklarla övünüyordu. Cahiliyye dev­rinin bütün þiiri þarap ve kumar temasýný iþle­mektedir. Mesela Tarafe b. Abd þöyle demek­tedir: "Eðer genç bir adamýn eðlenmesi için þu üç þey olmasaydý, biraz yiyecekten baþka hiçbir þey umurumda olmazdý. Birincisi, çok sert olduðu için su eklediðinizde köpüren þa­rabý Ýçmede diðerlerini geçmektir. Ýçki, eðlen­ce ve avarelik benim hayatým oldu ve hâlâ öyledir. Nihayet, kabilem, sanki berbat bir uyuz hastalýðýna yakalanmýþ bir deveymiþim gibi beni terkettiðinde, ölüm vakti gelmiþtir."

Zina, deðiþik þekillerde yaygýndý ve eski veya yeni, bütün cahÝlî toplumlarda olduðu gibi övünülecek birþey olarak görülüyordu. Hz Aiþe, o günkü cahiliyye toplumunun durumu­nu þöyle tasvir etmektedir: "Cahiliye döne­minde dört çeþit evlilik vardý. Biri, bugün var olan durum gibiydi; yani bir adam bir kiþiden kýzýný isterdi, mihrini (evlilik hediyesini) ve­rir, sonra da onunla evlenirdi. Ýkinci çeþit ev­lilikte, bir koca karýsýna âdet görmediði dö­nem içinde, falan adama git ondan döl al, derdi. Kocasý ondan uzak dururdu ve hamilelik belirtileri ortaya çýkana kadar ona elini sür­mezdi. Ondan sonra dilerse onunla iliþkiye girerdi. Bu yolu, daha asil soydan bir çocuk sahibi olmak için benimserdi. Üçüncü çeþit evlilik, bir kadýnýn birden fazla kocasý olma­sýydý. On kiþiden daha fazla olmamak üzere bir grup erkek bir kadýnýn yanýna girer ve onunla iliþkide bulunurlardý. Eðer hamile kalýp çocuk doðuursa, doðumdan birkaç gece sonra onlarý çaðýýrdý. Hiçbiri gelmemezlik edemez­di. Hepsi biraraya geldiðinde, 'Ne yaptýðýnýzý biliyorsunuz. Ýþte doðurdum' derdi. Sonra on­lardan birini göstererek, 'Bu çocuk senin' der ve sevdiði adamýn ismini söylerdi. Daha son­ra çocuða o kiþinin adý verilir ve çocuk onun çocuðu olarak kabul edilirdi. O kiþi bunu inkâr edemezdi. Evliliðin dördüncü þekline gelince, birçok erkek bir kadýna giderdi ve kadýn hepsini kabul ederdi. Aslýnda bu kadýn­lar fahiþeydiler ve kapýlarýnýn önüne Ýþaret olarak bir bayrak asarlardý. Dileyen herkes onlara gidebilirdi. Eðer böyle bir kadýn hami­le kalýp doðum yaptýðýnda onun yanýnda top­lanýrlardý. Çocuk içlerinden hangisine benziyorsa çocuðu ona verirlerdi. O da bunu kabul ederdi. Ve onun oðlu olarak çaðrýlýrdý. Adam da bundan çekinmezdi." (Buharý, Kitabu'n-Nikâh)

Hz. Muhammed (5)'in, toplumun fitne ve kö­tülüklerden arýndýrýlmasý, ahlâkî bir takým öl­çülerin konulmasý ve toplumun terakkisi için ahlâkî bir ýslahat hareketi baþlattýðý iddia edilebilir. Her reformcu gibi o da, kendisi gibi toplumun ahlâkça bozulmasýndan rahatsýz olan bir takým dürüst insanlarýn varlýðýný gö­rürdü. Bu insanlar kesinlikle onun yenilikçi hareketine katýlmaya gelirlerdi.

Bu yüzden denilebilir ki, eðer Hz. Peygamber bu yolu seçseydi, oldukça büyük bir insan kitlesini etrafýnda toplardý. Ahlâkî saflýklarý ve manevî metanetleri dolayýsýyla bu insanlar, Allah'ýn birliði inancýný ve bu inancýn getirdi­ði sorumluluklarý yerine getirmeyi diðerlerin­den daha çabuk ve daha kolay kabul ederler­di. Böylece Peygamber'in "Allah'tan baþka ilâh yoktur" ilâný, karþýsýna dikilen o þiddetli muhalefetten kurtulurdu.

Fakat Yüce Allah bunun çözüm olmadýðým biliyordu. Ahlâk sisteminin, prensipler belir­leyen, deðerler üreten, bu prensip ve deðerle­rin kaynaklandýðý otoriteyi tanýmlayan ve bu otoriteyi kabul edenin mükâfatýný, sapýp karþý çýkanýn da cezasýný belirleyen bir iman üzeri­ne bina edilebileceðini biliyordu. Eðer bu çe­þit bir iman veya daha yüksek bir otorite dü­þüncesi olmazsa, bütün deðeler dengesiz olur ve ayný þekilde o deðerlere dayanan ahlâki düsturlar da dayanýlmaz olur. Yani nýuhase-besiz, otoritesiz ve insanlarýn yaptýklarýnýn karþýlýðýnýn verilmediði bir sistem ortaya çý­kar.

Gayretli bir mücadeleden sonra iman kökleþ-tiði, Peygamber'in inancýnýn dayandýðý otorite kabul edildiði, yani insanlarýn Rabble-rini tanýyýp yalnýz O'na ibadet ettiði, sadece diðer insanlarýn deðil, kendi hevâ ve hevesle­rinin de boyunduruðundan kurtulduðu ve kalplerine La ilahe illallah mührü kazýndýðý zaman Allah, bu iman vasýtasýyla ve mü'minlerin eliyle gereken herþeyi yaptý. Allah'ýn ar­zý, Bizanslýlarýn ve Farslarýn boyunduruðun­dan sýrf Araplarýn hâkimiyeti gelsin diye kur­tulmadý. Sadece Allah'ýn hâkimiyeti kurulsun ve yeryüzü, ister Romalý, ister Ýranlý, ister Arap olsun, O'na karþý âsi olan herkesten te­mizlensin diye kurtuldu.

Toplum her türlü zulmden kurtuldu; adaletin Allah'ýn adaleti olduðu ve herþeyin Allah'ýn ölçüsüne göre tartýldýðý Ýslâm sistemi kuruldu. Adý Ýslâm olan sosyal adalet sancaðý, bir olan Allah'ýn adýný yeryüzünde dalgalandýrdý. Bu sancaða baþka bir isim verilmedi ve üstüne yalnýzca La ilahe illallah yazýldý.

Ahlâkî düsturlar yüceltildi, kalpler ve ruhlar kötülüklerden arýndýrýldý ve birkaç hadise dý­þýnda, Allah'ýn belirlediði sýnýrlarýn ve cezala­rýn uygulanacaðý, herhangi bir durum bile ol­madý; çünkü artýk kanunu uygulayan vicdan­dý; Allah'ýn rýzasý, ilâhi mükafata nail olma ümidi ve Allah'ýn gazabýnýn verdiði korku, polisin ve cezalarýn yerini almýþtý.

Ýnsanoðlu, toplumsal düzeninde, ahlâkî düs­turlarýnda, hayatýnýn bütününde, daha Önce ulaþýlmamýþ olan ve bundan sonra Ýslâm'dan baþka hiçbir þeyle ulaþýlamayacak olan bir mükemmelliðe yüceltildi.

Bütün bunlar mümkün oldu, çünkü bu dini, bir devlet, bir sistem ve kanunlar ve kaideler þeklinde tesis edenler, onu ilk önce iman, ahlâk, Ýbadet ve insani iliþkiler þeklinde kalp­lerinde ve hayatlarýnda tesis etmiþlerdir. On­lara iktidar vadedilmemiþti. Onlara, bu dini kendi elleriyle tesis edecekleri bile vadedil­memiþti. Onlara vadedilen bu dünyanýn hiçbir þeyiyle alâkalý deðildi. Bu vaat, cennetti. Bu, harcadýklarý bütün gayretler için, göðüs ger­dikleri bütün sýkýntýlar için, bütün çaðlarda ve her yerde iktidarda bulunanlarýn tahtýný devi­ren La ilahe illallah çaðrýsýný reddeden cahi-liyyeye karþý verdikleri mücadele için verilen bir sözdü.

Onlar, o büyük emaneti, kendi rýzalarýyla üst­lendiler; Allah onlarý, Kendisinin yeryüzün­deki halifeleri yaptý. Çünkü Allah, onlarý de­nedi; þahsî arzularýndan vazgeçerek kendileri­ni ispatladýlar; Yüce Allah, onlarýn bu dünya­dan hiçbir mükâfat beklemediklerini gördü; bu mesajýn zaferini bu dünyada görmeyi talep etmediklerini bildi; dinin mutlaka kendi elle­riyle tesis edilmesi gerektiði fikrini savunmadýklarýný gördü. Çünkü onlarýn kalpleri, soy-millet, ülke, kabile ve aile ile övünme hasta­lýklarýndan kurtulmuþtu. Yüce Allah, onlarýn ahlaken kemâle eriþtiklerini görmüþtü. Onlar, Allah'ýn hükümranlýðýnýn, beþerî iliþkilerde, ahlâkî düsturlarda, günlük hayatta, sahip olu­nan þeylerde, kalplerde ve vicdanlarda yer et­mesini gerektiren bir imana bütün benlikle-riyle inanýyorlardý. Bu yüzden, Yüce Allah onlarýn, ilâhî nizam ve adaleti tesis etmeleri için kendilerine emanet edilen siyasi otorite­nin gerçek koruyucularý olacaklarým biliyor­du. Yüce Allah onlarýn, bu otoriteyi kendileri­nin, ailelerinin, kabilelerinin veya uluslarýnýn menfaati için kullanmayacaklarýný da biliyor­du. Yüce Allah, bu otoritenin kaynaðýnýn tek baþýna kendisi olduðunu ve kendilerinin sade­ce O'nun halifeleri olduklarýný bilmeleri sebe­biyle, bu otoriteyi yalnýz Allah'ýn dininin ve þeriatýnýn hizmetine sunacaklarýný biliyordu.

Eðer Ýslâm, ''Allah'tan baþka ilâh yoktur" bayraðý dýþýndaki bütün bayraklarý safdýþý bý­rakarak iþe baþlamasaydý ve görünürde zor, meþakkatli olan fakat gerçekte kolay ve mü­barek olan bu yolu seçmemiþ olsaydý, bu mu­kaddes sistem hiçbir zaman böyle baþarýlý olamazdý.

Eðer bu çaðrý, aslî haliyle ulusal bir çaðrý ola­rak, toplumsal bir hareket olarak veya refor­mist bir teþebbüs olarak gelmiþ olsaydý veya La ilahe illallah çaðrýsýna baþka etiketler ya­pýþtýrmýþ olsaydý, o zaman bu mukaddes sis­tem hiçbir zaman Allah için olmazdý.

Kur'ân'm Mekke dönemi, kalplere ve zihinle­re "Allah'tan baþka ilâh yoktur" damgasýný vuran, baþkalarýna zor görünse bile müslü-manlara bu yolu seçmelerini ve bu yolda se­bat etmelerini öðreten böyle þanlý bir niteliðe sahiptir.

Kur'ân bütün öðretisini sadece iman meselesi üzerinde yoðunlaþtýrdý ve iman üzerine bina edilecek olan sistemin veya imanla iliþkili iþ­leri düzenleyecek olan kanunlarýn ayrýntýla­rýndan bahsetmedi. Ýnsanlarý bu dine davet edenler, bu konu üzerinde derin düþünmeli­dirler.

Hakikaten bu metod, bu dinin tabiatýnýn ge­rektirdiði bir metoddur. Çünkü bu din, bütü­nüyle Allah'ýn birliði inancýna dayanýr ve bu dinin bütün kurumlan ve kanunlarý bu büyük ilkeden doðar. Bir benzetme yaparsak; bu din gölgesi çok uzak ve geniþ alanlarý kaplayan ve dallarý göðe ulaþan saðlam büyük bir aðaç­týr. Böyle bir aðacýn kökleri de, büyüklüðüyle orantýlý olarak derinlere inecektir.

Bu dinin sistemi de hayatýn bütün yönlerini kapsar; insanoðlunun bütün temel ve tâli iþle­rine müdahale eder; insanýn sadece bu dünya­daki deðil, âhiretteki hayatýný da düzenler. Hem görünen âlemi hem görünmeyen âlemi, hem dýþ maddî iliþkiler dünyasýný, hem iç, es­rarlý dünyayý, niyetleri ve düþünceleri tümüy­le düzenler. Dolayýsýyla büyük, saðlam, geniþ bir alana yayýlan bir aðaç gibidir; tabiî olarak bu aðacýn kökleri de büyüklüðü nisbetinde geniþ, derin ve yaygýn olmalýdýr.

Ýslâm'ýn bu yönü, tabiatý gereði, Ýslâm'ýn han­gi yolla tesis edilip düzenleneceðini tarif eder: Bunu, iman tohumlarýný ekerek ve insan ruhunun derinliklerine ulaþacak þekilde sað­lamlaþtýrarak yapar. Bu, onun saðlýklý geliþi­mi için lazýmdýr. Çünkü din aðacýnýn göðe ulaþan kýsmýyla yerin derinliklerindeki kökle­ri arasýnda güvenli bir iliþkinin olmasý ancak bu metodla saðlanabilir.

La Ýlahe illallah'a iman kalbin derinliklerine nüfuz ettiði zaman, bu imanýn pratik bir yoru­mu olan tüm hayat sistemine de nüfuz eder. Dolayýsýyla inananlar, bu imanýn belirlediði sistemden zaten hoþnutturlar ve prensip ola­rak, daha yürürlüðe girmeden önce bütün ka­nunlara, emirlere ve ayrýntýlara teslim olurlar. Hakikaten teslimiyet ruhu, imanýn ilk þartýdýr. Bu teslimiyet ruhuyla inananlar, Ýslâmî kaide ve kanunlarý büyük bir þevk ve memnunlukla öðrenirler. Bir emir verilir verilmez baþlar eðilir ve hemen uygulanýr. ÝçkÝ, faiz ve kumar bu þekilde yasaklandý. Cahiliyye döneminin bütün âdetleri Kur'ân'ýn birkaç âyetiyle, Hz.

Peygamber'in aðzýndan çýkan birkaç sözle ortadan kaldýrýldý. Bunu seküler (laik) hükü­metlerin çabalarýyla karþýlaþtýrýn. Onlar her adýmda; kanunlara, adlî kurumlara, polise ve askerî güce, propaganda araçlarýna ve basýna baþvurmak zorunda kalýyorlar. Buna raðmen en fazla, alenen yapýlan bir hareketi, bir suçu kontrol edebiliyorlar. Dolayýsýyla toplum gayrýmeþrû ve kanunsuz davranýþlarla dolup taþýyor.

Bu dinin baþka bir yönü vardýr, bu gözden ka­çýrýlmamalýdýr. Bu din pratik bir dindir; haya­týn pratik iþlerini düzenlemeye gelmiþtir. Ya-nÝ, günün pratik þartlarý karþýsýnda strateji be­lirler; bu þartlarýn aynen muhafaza edilip edil­meyeceðine veya deðiþtirilip deðiþtirilmeye­ceðine karar verir. Dolayýsýyla bu dinin ka­nunlarý, sadece o hususi toplumda, Allah'ýn kanunlarýný kabul etmiþ olan o güzel toplum­da var olan þartlarla ilgilenir.

Ýslâm, varsayýmlar üzerine kurulmuþ bir teori deðildir. O 'hakikat' ile uðraþan bir 'hayat yo-lu'dur. Bu sebeple gerekli olan ilk þey, Al­lah'tan baþka ilâh olmadýðýna inanan, Al­lah'tan baþka kimseye itaat etmeyen, O'nun dýþýndaki bütün otoriteleri reddeden ve bu inanca dayanmayan her kanuna karþý müca­dele veren bir topulumun vücuda getirilmesi­dir.

Ancak böyle bir toplum meydana geldiði, pratik sorunlarla karþýlaþtýðý ve bir hukuk sis­temine Ýhtiyaç duyduðu zaman, iþte o zaman Ýslâm anayasasý, haram ve helâlle ilgili kural ve kaideleri teþkil etmeye baþlar. Ýslâm, sade­ce, kendilerini O'nun otoritesine teslim etmiþ ve diðer bütün kanun ve kaideleri reddetmiþ olan insanlara hitap eder.

Bu sistemi uygulayabilmeleri ve bütün ka­nunlarý hayata geçirebilmeleri için bu akideye inananlarýn hem kendilerine, hem de toplum­larýna hâkim olan güçlü bir otoriteye sahip ol­malarý gerekir. Ancak bu takdirde sistemin bir heybeti, hukukn bir saygýnlýðý olabilir.

Mekke'de müslümanlar özgür deðildi ve top­lumda herhangi bir etkileri de yoktu. Pratik hayatlarý, kendilerini ilâhi kanuna (þeriat) gö­re düzenlemeleri için gerekli olan deðiþmez ve sürekli bir biçime bürünmemiþti. Bu yüz­den Allah tarafýndan onlara hiçbir hüküm ve kanun vahyedilmedi. Onlara sadece iman il­keleri ve iman bilincine ulaþtýktan sonra gelen ahlâkî düsturlar öðretildi. Daha sonralarý, Me­dine'de özgür bir devlet vücuda geldi, genel hükümler vahyedildi, müslüman bir toplulu­ðun ihtiyaçlarýna cevap veren sistem kuruldu ve devletin gücü bu sistemin hayata geçiril­mesi için kullanýldý.

Yüce Allah, Mekke döneminde bütün hüküm ve kanunlarý vahyetmedi. Çünkü faraziyelere dayalý, müslümanlann Medine'ye varýr var­maz uygulayacaklarý, önceden hazýrlanmýþ bir sisteme sahip olmalarým istemiyordu. Bu, di­nin tabiatýna aykýrýydý. Ýslâm gerçekçi ve cid­di bir dindir; farazî meselelerle ve onlarýn varsayýma dayanan çözümleriyle uðraþmaz. Bu din, Allah'ýn þeriatýna teslim olmuþ, O'nun þeriatýndan baþka her kanun sistemini reddet­miþ, pratiklerini yaþayan bir cemiyet vücuda geldikten sonra, bu cemiyetin pratik ihtiyaçla­rýný, o andaki þartlar uyarýnca ele alýr. Eðer, yeryüzünde beþeri sistemleri reddeden ve þe­riatý uygulamayý kabul eden herhangi bir top­lum yoksa, Ýslâm'dan teori üretmesini, kâmil bir anayasa saðlamasýný ve buna göre kanun­lar yapmasýný talep etmek, bu dinin tabiatýný ve hayatta nasýl iþleyebileceðini bilmemek demektir. Bunu talep edenler, Allah'ýn, dinini hangi amaçla vahyettiðini de bilmemektedir­ler.

Bu insanlarýn istediði þey; Ýslâm'ýn, karakteri­ni, metodunu ve gidiþatýný deðiþtirmesi ve sý­radan beþeri teori ve kanunlarýn seviyesine in­mesidir. Bu insanlar, deðersiz beþeri kanunlar karþýsýnda ruhlarýnda oluþan maðlubiyet dü­þüncesinin sonucu olan, anlýk arzularým tat­min etmek için, kýsa yoldan bir çözüm isti­yorlar. Onlar Ýslâm'ýn, yeryüzünde uygulan­ma imkâný bulunmayan, soyut kavramlar ve teoriler yýðýný olmasýný istiyorlar. Fakat Al­lah'ýn bu din için belirlediði yol deðiþmemiþ­tir, ilk geldiði günkü gibidir ve hiç deðiþme­yecektir. Ýlk olarak, Ýman; insanlarýn Allah'ýn dýþýnda kimsenin önünde baþ eðmesini iste­meyen veya O'nun dýþýnda herhangi bir kay­naktan kanun almalarýný yasaklayan iman kalplere girmeli ve vicdana hükmetmelidir. Böyle bir insan topluluðu hazýr olduðunda ve içinde bulunduklarý toplumun kontrolünü fiili olarak elde ettiklerinde bu toplumun pratik ihtiyaçlarýna uygun kanunlar yapýlýr.

Allah'ýn bu din için dilediði budur. Ýnsanlar ne isterlerse istesinler, Allah'ýn dilediði olur.

Ýslâm davetçileri, insanlarý bu dinin yeniden ihyâsýna davet ederken, onlarý Öncelikle aki­deyi kabul etmeye davet etmelidirler. Bu in­sanlar kendilerini müslüman diye adlandýrsalar veya kimlik kartlarýnda "müslüman" yazsa bile, onlarý önce Ýslâm'ýn temeli olan imana davet etmelidirler. Ýnsanlar, Ýslâm'ýn, La ilahe illallah akidesini bilinçli bir þekilde ve derinden hissederek kabul etmek anlamýna geldiðini bilmelidirler. Bu þu demektir; haya­týn her yönü Allah'ýn hükümranlýðý altýnda ol­malýdýr, Allah'ýn hâkimiyetine isyan edip, kendileri hüküm koyanlarla mücadele edilme­lidir; insanlar bu mücadeleyi kalpleri ve akýl-larýyla kabul etmeli, hayat tarzlarýnda ve amellerinde pratiðe geçirmelidirler.

Bu din insanlar arasýnda yeniden hayat buldu­ðu zaman, Öncelikli olarak, onun bu yönü iz­lenmelidir. Ýlk Ýslâm daveti bu akideye daya­nýyordu; tam onüç yýl süren Kur'ân'ýn Mekke dönemi tamamýyla bu mesaja adanmýþtý. Bir topluluðun "müslüman" bîr topluluk olarak kabul edilebilmesi için, bu dine gerçek anla­mýyla, bütün benliðiyle girmesi gerekir. An­cak böyle bir topluluk, Ýslâmi sistemi sosyal hayatýnda somut hale koyabilir. Çünkü böyle bir topluluk bütün hayatýný Ýslama dayandýra­caðýný ve hayatýn bütün alanlarýnda Allah'a itaat edeceðini kabul etmiþtir.

Bu suretle, eðer gerçekten Ýslâm'ýn temel öðretileri rehberliðinde böyle bir toplum meyda­na gelirse, bu toplum mevcut olan pratik ihti­yaçlarý için Ýslâm'ýn genel öðretilerine göre kanun ve düzenlemeler yapar. Bu pratik, gerçekçi ve bilinçli bir Ýslâmî sistem için tek doðru yoldur.

Samimi olup, dinimizin gerçek karakterini anlamayan bazý insanlar aceleci davranýyor­lar. Onlar bu dinin herþeyi bilen ve herþeyi gören Allah tarafýndan emredilen yol olduðu­nu anlamamýþlardýr. Onlar, doðrudan doðruya insanlara Ýslâm'ýn ilke ve kanunlarý öðretilir­se, Ýslâm'a davet etmenin kolaylaþacaðýný ve insanlarýn kendiliðinden Ýslâm'a sempati du­yacaklarýný iddia etmektedirler.

Bu onlarýn sabýrsýzlýðýndan kaynaklanan bir vehimdir. Bu daha önce bahsettiðimiz, Hz. Peygamber'in iþini kolaylaþtýracakmýþ gibi görünen, fakat dinin mahiyetine ters olan dü­þünce, yani "eðer Peygamber çaðrýsýný milli­yetçi, ekonomik devrim veya reformist bir hareket olarak baþlatsaydý iþi çok daha kolay olurdu" düþüncesi gibidir.

Kalpler, baþlangýçtan itibaren Allah'ýn kanu­nunu tam teslimiyetle kabul edip, diðer ka­nunlarý reddederek, yalnýzca Allah'a hasredil-melidir.

Þeriat'a; yalnýzca diðer sistemlerden bir takým konularda üstün olduðu için deðil, fakat Al­lah'a tam teslimiyetin ve Allah'tan baþka kim­seye kulluk etmemenin sonucu olduðu için gönül verilmelidir.

Þeriat'm, Allah'tan gelmesi hesabýyla, en iyi sistem olduðunda þüphe yoktur. Kullarýn ka­nunlarý Yaratýcý'nm kanunlarýyla zaten kýyaslanamaz. Fakat bu nokta, Ýslâmî davetin te­meli deðildir. Mesajýn temeli, insanlarýn soru sormaksýzýn Þeriat'ý kabul etmeleri ve ne þe­kilde olursa olsun diðer bütün kanunlarý red­detmeleridir. Ýslâm budur. Ýslâm'ýn baþka bir anlamý yoktur. Bu asýl Ýslama gelen kiþi, bu sorunu zaten çözmüþtür. Bu kiþi, Ýslâm'ýn, güzellliðini veya üstünlüðünü göstererek kendi­ni ikna etmesine ihtiyaç duymaz. Bu, onun Ýmanýnýn gereklerinden biridir. Bundan sonra, Kur'ân'ýn onüç yýl olan Mekke dönemi esna­sýnda, itikad ve iman meselesini nasýl çözdü­ðünü tartýþmalýyýz.

Kur'ân imaný bir teori veya teoloji (ilahiyat) þeklinde sunmadý. Allah'ýn birliði konusunda­ki kelâm kitaplarýmýzda yaygýn olan biçimde de sunmadý.

Yüce Kur'ân, daima insan fýtratýna hitab et­mektedir; insanýn ruhunda ve onunla ilgili herþeyde var olan Allah'ýn iþaretlerine dikka­timizi çekmektedir. Ýnsan fýtratýný batýl inanç­lardan kurtarmakta, insanan fýtrî aklýný en yüksek dereceye çýkarmakta, ona yeni ufuklar açmakta ve insanýn, Allah'ýn sýfatlarýndaki de­rinlikleri takdir etmesini saðlamaktadýr.

Bu genel bir özelliktir. Hususi bir yön þudur: Kur'ân bu Ýmana dayanarak, insaný periþan ve çaresiz hale getirmiþ olan yanlýþ düþünce ve yanlýþ geleneklere savaþ açtý. Bu Özel durum­larla baþedebilmek Ýçin, Ýslâm'ýn bir teori bi­çiminde sunulmasý istenemezdi. Ýslâm, insan­larýn kalplerine ve akýllarýna örtülmüþ perde­leri yýrtarak ve Ýnsan ile hakikat arasýndaki duvarlarý paramparça ederek, doðrudan yanlýþ düþünce ve inanýþlarýn karþýsýna çýktý. Ayný þekilde, islâm için, daha sonraki zamanlarda oluþturulan skolastik teolojinin kendine has sözlü mantýðýna dayalý akli muhakeme de uy­gun bir yol deðildi. Kur'ân, insanýn çevresin­deki bütün yanlýþlýklarla olduklarý gibi müca­dele etmekteydi. Fesat okyanusunda boðul­muþ olan bütün beþeriyete hitap etmekteydi. Teolojik yol, Ýslâm için bir iþe yaramazdý, çünkü Ýslâm sadece bir inanç deðildir, temel programý ve hedefi hayatýn pratik yönüdür. Yani Ýslâm, kendisini teorik tartýþmalara ve teolojinin spekülasyonlarýna hapsetmez.

Kur'ân, bir yandan müslüman topluluðun kalplerinde imaný inþâ ederken, bir yandan da bu topluluk aracýlýðýyla çevredeki cahiliyeye savaþ açar; müslüman topluluðun düþüncele­rine, amellerine ve ahlâkî ilkelerine sinmiþ olan bütün cahili etkileri ortadan kaldýrmaya çalýþýr. Ýslâm itikadýnýn inþasý, teolojiyle, teo­riyle veya kelâm tartýþmalarý yoluyla deðil, fýrtýnalý þartlar altýnda gerçekleþti. Ýslâm itika­dý aktif, organik ve hayatî bir hareket olarak gerçekleþti. Bunun somut göstergesi meydana getirdiði eþsiz müslüman topluluktur. Düþün­celeriyle, ahlâkî ilkeleriyle, eðitim ve öðreti­miyle böyle bir müslüman topluluðun meyda­na gelmesi, bu topluluðun imanýndan dolayý­dýr. Bu hareketin geliþmesi, itikadî ilkelerinin geliþtiðinin pratik göstergesiydi. Bu, Ýslâm'ýn tabiatýný ve ruhunu yansýtan hakiki metodu­dur.

Ýslâm davetçileri, yukarýda anlattýðýmýz, Ýslâmm bu dinamik metodunu akýllarýnda tut­malýdýrlar. Uzun Mekke dönemini kapsayan, imanýn inþâsý safhasýnýn, îslâmî bir toplulu­ðun vücuda gelmesini saðlayan pratik oluþum safhasýndan ayrý olmadýðýný bilmelidirler. Bu safha, teoriyi Öðrenme ve öðretme safhasý de­ðildi. Bu safha, ayný anda hem iman tohumu­nun ekildiði hem de Ýslâmî öðretilere pratik bir yapý kazandýran bir topluluðun teþekkül edildiði tek bir safhaydý. Bu sebeple, yakýn gelecekte Ýslâm'ýn yeniden canlanmasý için te­þebbüsler olursa bu þümullü metod benimsen­melidir.

Bu yüzden de imaný Ýnþa etme safhasý uzun ve tedrici olmalýdýr. Her adým saðlam atýlma­lýdýr. Bu safha, inançlarýn teorisini öðretmek­le harcanmamak, imaný yaþayan bir realiteye dönüþtürmek için kullanýlmalýdýr. Ýman ilk Önce insanlarýn kalplerine nakþedilmelidir, daha sonra bu imanýn sonuçlarý, imanýn tekâmülünü yansýtan dinamik bir toplumsal sistem olarak somutlaþmalýdýr. Cahiliyeye hem teoride, hem pratikte meydan okuyan di­namik bir hareket olmalýdýr. Böyle olunca, et­rafýndaki güçlere karþý mücadele ederek geli­þen canlý bir insan haline gelir.

Ýslâm'ýn, entellektüel öðrenim ve kültürel bil­giyle sýnýrlý, soyut bir teori biçiminde geliþe­bileceðini düþünmek bir hatadýr. Hem de bü­yük bir hata! Bu tehlikeden sakýnmak gerekir.

Kur'ân bir bütün olarak, bir defada indirilme­di. Sadece imanýn yapýsýný Ýnþa etmek ve güç­lendirmek için on üç yýllýk bir Mekke dönemi geçirdi. Allah dileseydi Kur'ân'ýn bütününü bir kerede indirebilir ve sonra sahabelere Kur'ân'ý öðrenmeleri için on üç yýllýk bir süre verebilirdi. Böylece mü'minier, Ýslâmî teoriyi bu süre içinde iyice öðrenirlerdi.

Fakat Yüce Allah bu metodu seçmedi; çünkü O, baþka bir þey istiyordu. Hareketin, itikadýn ve toplumun temellerini ayný anda atmak isti­yordu. Toplumun dinamik geliþmesiyle bera­ber iman da geliþtiði için, Yüce Allah, toplu­mun ve hareketin iman üzerine kurulmasýný istiyordu. Ýmanýn, toplumun terakisiyle birlik­te geliþip serpilmesini istiyordu. Çünkü toplu­mun pratik hayatý ayný zamanda imanýnýn ay-nasýydý. Yüce Allah, insanlýðýn ve toplumla­rýn hemen vücuda gelmediðini, bir itikadý yerleþtirip geliþtirmenin bir toplumu tesis et­mek kadar zaman aldýðýný; dolayýsýyla iman tamamlanýr tamamlanmaz, bu imanýn gerçek temsilcisi ve pratik yorumu olan güçlü bir toplumun da vücuda geleceðini biliyordu.

Bu dinimizin karakteridir ve Kur'ân'ýn Mekke dönemi bunu kanýtlamaktadýr. Biz bu karakte­rin bilincinde olmalýyýz ve sabýrsýzca davra­narak veya deðersiz beþeri teorilerin etkisi al­týndaki bozguncu zihniyetin etkisi altýnda ka­larak bu karakteri deðiþtirmeye çalýþmamalý-yýz. Ýlk müslüman toplum, Ýslâm'ýn bu karak­teriyle meydana geldi; gelecekte de yeryü­zünde böyle bir toplumun kurulmasý ancak bu metodla ve bu karaktere baðlý olarak mümkün olabilir.

Canlý bir toplumun toplar ve atardamarlarýna nüfuz etmeyi ve organizeli somut bîr hareket olmayý hedefleyen Ýslâm'ýn canlý imanýný, safi teorik Öðretilere ve akademik tartýþmalara dö­nüþtürmeye yönelik herhangi bir teþebbüs, Ýslâmî teori'nin deðersiz ve iþe yaramaz beþeri teoriler üzerindeki üstünlüðünü gösterme te­þebbüsüdür ve bu, sadece yanlýþ deðil, tehli­kelidir de...

Ýslâm inancý, diri ruhlarda, faal bir örgütlen­me içinde, diri bir toplumda þekillenmek is­ter. Bir yandan cahili toplumun müslümanlar üzerindeki etkilerini ortadan kaldýrmaya çalý­þýrken, bir yandan da cahili çevreyle devamlý mücadele eden bir hareket haline gelmek is­ter, çünkü bu insanlar, iman ruhlarýna girme­den önce, cahiliye ehliydiler ve kalplerinde, akýllarýnda ve hayatlarýnda cahiliyenin etkisi kalmýþ olabilirdi. Ýslâm inancý, basit akade­mik tartýþmalardan çok daha geniþ bir faaliyet alanýna sahiptir, çünkü, Ýslâm inancý sadece kalplere ve akýllara hitap etmekle kalmaz, amelleri ve ahlâkî ilkeleri de kapsar.

Sadece þümullü ve kâmil deðil, ayrýca ger­çekçi ve yapýcý olan Ýslâm düþüncesi; Ýlâhî vasýflarý, kâinatý, hayatý ve insanlarý kapsamý­na alýr ve hepsiyle ilgilenir. Ýslâm, tabiatý ge­reðince, sadece soyut bir düþünce olarak gö­rülmekten nefret eder. Çünkü bu, onun tabia­týna ve nihai hedefine aykýrýdýr. Ýslâm, insan­larýn hayatýnda vücut bulmayi, diri bir teþki­latta ve pratik bir harekette bulunmayý sever. Ýslâm, hem teorisini hem pratik uygulamalarý­ný ayný zamanda yürürlüðe koyar.

Ýslâm metodu dinamik insanlarýn eliyle, dina­mik bir hareket vasýtasýyla ve faal bir teþkilat­lanmayla geliþmeyi gerektirir. Ýslâm hiçbir zaman soyut bir teori olarak kalmaz, fakat pratikle elele geliþir.

Ýslâm'ý, önce bir teori olarak olgunlaþtýrýp, da­ha sonra eylem dünyasýna getirmeliyiz düþün­cesi, yanlýþ ve tehlikeli bir düþüncedir; Ýslâm'ýn tabiatýna, amacýna ve yapýsal unsur­larýna aykýrýdýr.

Yüce Allah þöyle demektedir: "Onu, insanla­ra aðýr aðýr okuman için okuma parçalarýna ayýrdýk ve onu azar azar indirdik." (17: 106).

Sadece bir teori deðil de, Ýslâm inançlarýna dayanan "diri, canlý bîr toplum" meydana gel­sin diye, tedricîlik ve azar azar Öðretme meto­du arzu edilmiþtir.

Ýslâm davetçileri, bu dinin Ýlâhî bir din olduðunu ve tabiatýyla uyumlu olan metodunun da, Ýlâhî hidayete dayandýðýný iyice anlamalý­dýrlar. Bu özel metodu takip etmeden, bu dinî tesis etmek mümkün deðildir.

Ayrýca þunu anlamak gerekir: Bu din, sadece insanlarýn inanç ve amellerini deðiþtirmek için deðil, inanç ve amellerde bu deðiþiklikle­ri yapmanýn metodunu da göstermek için gel­miþtir. Bu din, bir toplumu oluþtururken, ayný zamanda, inançlarý da inþâ eder; pratik yönle­rini hayata geçirirken, düþünce sistemini de geliþtirir. Dolayýsýyla, bu dinin belirli inançla­rýnýn ve belirli hayat tarzýnýn tesis edilmesi, farklý metodlar gerektirmez, bilakis ayný za­manda tesis edilir.

Yukarýdaki açýklamadan, bu din'in özel bir hareket metodunun olduðunu anlýyoruz. Bu metod, sonsuza kadar geçerli olacak olan bir metoddur. Bu metod, ilk Ýslâm toplumunun içinde bulunduðu hiçbir belirli aþamaya veya özel þartlara ve çevreye baðlý deðildir. Haki­katen bu din, ne zaman olursa olsun, bu metoddan baþka bir metodla tesis edilemez.

Ýslâmýn fonksiyonu, insanlarýn inançlarýný ve amellerini olduðu kadar, dünya görüþlerini ve düþünme tarzlarýný da deðiþtirmektedir. Onun metodu, Allah tarafýndan belirlenmiþtir ve ký­sýr görüþlü, basiretsiz insanoðlunun bütün de­ðersiz metodlarmdan tamamen farklýdýr.

Eðer, Allah'ýn, beþerî düþünce ve amelleri ýs­lah etmek için tahsis ve takdir ettiði bu Ýlâhî metodu benimsemezsek, Ýlâhî hidayete nail olamayýz, dolayýsýyla ilâhî hidayete göre ya­þayamayýz.

Eðer Ýslâm'ý, incelenecek ve üzerinde çalýþma yapýlacak bir 'teori' haline getirmeye çalýþýr­sak, sanki ilâhi metod, beþeri metodlardan da­ha düþük bir seviyedeymiþ gibi ve sanki biz Allah tarafýndan takdir edilen düþünce ve ha­reket sistemini, O'nun kullarýnýn ürettiði sis­temlerin seviyesine yükseltmek istiyormuþuz gibi, ilâhi metodu ve ilâhi bakýþ açýsýný karak­terinden ayýrmýþ ve Ýslâm'ý, beþerî düþünce sistemlerinin seviyesine indirmiþ oluruz! Bu görüþ açýsý haddinden fazla tehlikelidir, bu bozgunculuk harap edicidir.

Biz Ýslâm davetçilerine bahþedilen bu Ýlâhî sistemin fonksiyonu, bugün dünyada var olan ve kendi aklýmýzla düþünmemizi engelleyerek kültürümüzü zehirleyen bütün cahilî hayat tarzlarýndan ve düþünce metodlarmdan arýn­mýþ, güvenilir bir düþünce sistemi ortaya koy­maktýr. Eðer biz bu dinî, tabiatýna yabancý olan ve yaygýn cahiliyye sistemlerinden alýn­mýþ bir sisteme dönüþtürmeye çalýþýrsak, onu, insanlýk için gerçekleþtirmeye geldiði fonksi­yonundan alýkoymuþ oluruz ve kendimizi de, günümüzde yaygýn olup beyinlerimizi iþgal eden cahilî sistemlerin boyunduruðundan kur­tulma fýrsatýndan mahrum etmiþ oluruz.

Mesele bu açýdan, tehlikeyle doludur ve bu­nun sonucunda meydana gelecek olan hasar, felaketin habercisidir.

Ýslâmî sistemin kurulmasý Ýçin gerekli olan düþünce ve hareket metodlarý, bu Ýslâm inan­cýndan ve hayat tarzýndan daha az önemli ve­ya daha az gerekli deðildir, bunlar birbirinden ayrý da deðildir. Ýslâmî inançlarýn ve Ýslâmî sistemin güzelliklerinden bahsetmek bize çe­kici gelebilir, fakat þu gerçeði unutmamalýyýz: Ýslâm, bu yollarla, hiçbir zaman pratik bir ha­yat yolu veya dinamik bir hareket haline gele­mez. Ayrýca þunu da bilmeliyiz ki, Ýslâm'ý bu þekilde insanlara sunmanýn, Ýslâmî hareket Ýçin çalýþanlar dýþýnda kimseye yararý olmaya­caktýr. Hatta Ýslâmî hareket için çalýþanlar bi­le, ancak Ýslâm'ýn sistemini geliþtirme aþama­sýnda, bu sunuþ tarzýndan faydalanabilirler.

Bu yüzden tekrarlamak gerekirse; Ýslâm inan­cý, derhal fiili bir harekete dönüþmelidir. Bu­nun hemen olmasý için, hareket, kendi kendi­sinin hakiki göstergesi ve hakiki aynasý olma­lýdýr.

Ayrýca þunu da tekrarlanmalýyým; bu metod, ilâhî vahiyle gelmiþ olan Ýslâm dininin tabii metodudur; bu metod , en üstün, en sürekli metoddur ve son derece etkilidir. Bu metod, insan fýtratýna, insanlar henüz pratik bir harekette yer almadan ve bu pratik hareket kalple­rinde canlý bir realiteye dönüþmeden önce, Ýslâm'ý insanlara tam ve deðiþmez bir teori olarak takdim eden diðer bütün metodlardan daha yakýndýr.

Bu sonuç, Ýslâm inancýnýn esaslarý hakkýnda doðru olunca, Ýslâm'ýn yaþandýðý nizamýn te­mellerinin sunulmasýnda, ya da nizama ait ay­rýntýlý hükümlerin sunulmasýnda da tabiî ola­rak doðrudur.

Etrafýmýzý sarmýþ bulunan ve aceleci davranýp Ýslâmî sistemin bütün safhalarýnýn çabucak gerçekleþmesini Ýsteyen bazý samimi Müslü­manlarýn zihnini bulandýran cahilÝyye, çok hassas ve önemli bir soruyu gündeme getir­miþtir. O, þu soruyu sormaktadýr: "Sizin, in­sanlarý davet ettiðiniz sistemin ayrýntýlarý ne­lerdir? Ne kadar araþtýrma yaptýnýz? Kaç ka­nun tasarýsý hazýrladýnýz ve kaç konu hakkýn­da yazý yazdýnýz?" Sanki, Ýslâm þeriatýnýn ha­yata geçirilmesi için, araþtýrma, fýkýh ve fýk­hýn ayrýntýlarýndan baþka mesele yokmuþ gi­bi; sanki herkes Allah'ýn hükümranlýðýný ka­bul etmiþ ve O'nun kanunlarýna teslim olmuþ gibi; sanki geriye kalan tek sorun, Ýslâm fýk­hýnýn modern bir yorumunu saðlayacak olan "müçtehid"lerin yokluðuymuþ gibi, bu soru­larý sormaktadýrlar. Bu, Ýslâm'a karþý yapýlan aþaðýlýk ve korkunç bir aldatmacadýr ve bu di­ne birazcýk saygýsý olan herkes, buna karþý se­sini yükseltmelidir.

Bu taktiklerle, cahiliyye, Ýlâhî nizamý reddet­mek ve insanlarýn birbirlerine köleliðini geri getirmek Ýçin bahane bulma amacýný gütmek­tedir. Müslümanlarý, iman aþamasýndan dina­mik bir hareket aþamasýna geçemesinler diye, Allah'ýn takdir ettiði hayat sistemini kurmak­tan alýkoymak ve güçlerini pasifize etmek is­temektedir. Ýslâm inancýnýn, mücadele yoluy­la olgunlaþtýðý; Ýslâm sisteminin ayrýntýlarýnýn fülÝ gayretle geliþtiði ve pratik sorunlarý ve gerçek zorluklarý çözmek için kanunlarýn yü­rürlüðe konulduðu Ýslâm metodunun, karakte­rini, tabiatýný çarpýtmak istemektedir.

Bu hileleri ve zorlamalarý açýða çýkarmak, bunlara karþý çýkmak, Allah'ýn iradesine tes­lim olduðunu ve onun dýþýndaki þeriatleri red­dettiðini ilân etmeyen bir toplumda Ýslâm fýk­hýnýn geliþtirilmesi adý verilen aldatmacayý reddetmek, Müslümanlarýn vazifesidir. Bu ifadeler, dikkatleri gerçek ve ciddi çalýþmalar­dan baþka yöne çevirmek ve Ýslâm için çalý­þan insanlarýn, olmayacak hayali þeyler düþü­nerek zamanlarýný heder etmelerini saðlamak için bulunmuþ bir metoddur. Dolayýsýyla, bu haince taktikleri meydana çýkarmak, müslü-manlarýn görevidir.

Yine, bu dinle uyumlu olan Ýslâmî hareketin metodunu benimsemek de Müslümanlarýn va­zifesidir. Bu metod, bu dinin güç kaynaðýdýr ve Ýslâm davetçileri, bu güç kaynaðýndan bes­lenmektedirler.

Ýslâm ve Ýslâm'ýn hayata kavuþturulma meto­du, ayný derecede öneme sahiptir; aralarýnda hiçbir fark yoktur. Baþka her metod, ne kadar çekici olursa olsun, Ýslâm'ýn tesis edilmesini saðlayamaz. Baþka metodlar, beþerî sistemleri kurabilirler, fakat bizim sistemimizi canlandý­ramazlar. Dolayýsýyla, Ýslâm'ý tesis etmek için bu metodu takip etmek ne kadar gerekliyse, Ýslâm'ýn belirlediði hayat düzenine itaat et­mek ve onun imanla ilgili ilkelerine inanmak da o kadar gereklidir. (Seyyid Kutub, Miles-tones, Beyrut 1978).

"Muhakkak ki, bu Kur'ân, en doðru ve en saðlam yola iletir; güzel ve yararlý iþler yapan müminlere büyük mükâfat olduðunu müjde­ler." (17: 9).


 


radyobeyan