İslâmda Hürriyet Ve Sosyal Adalet By: saniyenur Date: 05 Ağustos 2012, 11:55:12
İslâm'da Hürriyet Ve Sosyal Adalet
Komünizmin ilk dâvetçilerinden Kari Marks ve başkaları, yaşadıkları zamanda karşılarına dikilen özel münasebetler sebebiyle dine ve din adamlarına karşı isyanda mazur sayılabilirler. Çünkü o dönem Avrupasında özellikle Rusya'da feodalizm en çirkin rolünü sergiliyordu. Her yıl açlıktan binlerce insan ölüyor ve çeşitli hastalıklar sebebiyle milyonlar can veriyordu. Ayrıca soğuk ve işkence, bir o kadar insanı telef ediyordu. Bu durumda bile derebeyler; halkın hayatını, kanlarını ve hakkını hiçe sayıyor, akla gelebilecek her türlü zevk vasıtalarıyla aşağılık bir lüks içinde eğlenmekte devam ediyorlardı. Halkın başkaldırması ihtimali belirince veya çekmekte oldukları zulmü hissettikleri anlaşılırsa derhal din adamları telaşla onlara şöyle seslenirdi: "Her kim sizin sağ yanağınıza vursa, ona sol yanağınızı çevirin. Her kim sizin ceketinizi alsa, ona gömleğinizi de verin."
Ruhban sınıfı, zulme karşı sabredenleri ve yorgunluk ve eziyete razı olanları ahİret nimetleri vaadiyle kandırıyor, zulüm ve haksızlığa karşı harekete geçen isyan duygularını uyuşturuyordu.
Bu vaatler fayda vermezse o zaman tehdit vaazları sıralanıyordu: "Her kim efendisi olan derebeye isyan ederse, o kimse Allah'a, kiliseye ve din adamlarına karşı gelmiş sayılır." O zamanlar kilisenin, milyonlarca çiftçi kölesi mevcuttu ki, bu haliyle derebeylerin en büyüğü olduğu hatırlanmalıdır. Bu yüzden kilisenin, çalışan sınıfa karşı kralların ve derebeylerin yanında yer alması gayet normaldi.
Çünkü bütün mal ve toprak sahipleri, çalışanların karşısında bir cephe halinde idiler. Onlar, bir isyan çıkması halinde, zenginlerden veya din adamlarından kan emici hiç kimsenin affedilmeyeceğinin şuurunda idiler.
Vaadlerin ve tehditlerin hiçbirisi fayda vermediği zaman, kuvvete başvuruldu ve isyancılar, Allah'a karşı geldikleri ve böylece din dairesinin dışına çıktıkları gerekçesiyle teker teker cezalandırıldılar.
İşte, bu yüzden oralarda din hakikaten o toplumların gerçek düşmanıydı. Kari Marks'ın söylemiş olduğu: "Din, insanların afyonudur" sözü o zaman için Avrupa'daki hıristiyanlık hakkında yerinde idi.
Bazıları, Müslüman doğuda halkın zulüm ve işkenceye rıza göstermesini; suçluların güvenlik içinde zevk ve safalarına devam etmeleri için, sabredenlere hazırlanmış cennetlerle onları oyalamaya, halktan çalışan sınıf aleyhine, iktidar sahiplerini razı etmeye bağlarlar. Bununla, kralların elini öpen, Kur'ân âyetlerini onların istekleri doğrultusunda te'vil eden, böylelikle İktidarın gücünü ve otoritesini kuvvetlendiren, halkın ona isyanını önlemek için "Aranızdan ulû'1-emre itaat ediniz" âyetini Öne sürerek zorbalara başkaldı-ranları Allah'a ve dine isyan gibi gösteren bazı din adamlarının durum ve tutumlarını şahit olarak almak isterler.
Bütün bunlar doğru olabilir; fakat din sahasını meslek edinmiş din adamlarından zuhur eden o kötülük örneği davranışları bizzat din mi vahyetmiştir? Yoksa bu yol, dinin doğru emirlerinden uzak, kendi ahlâk dışı davranışları mıdır? Onların bu tutum ve davranışları aynen, haram bir şeye aracı ve âlet olmak bir tarafa, geçici zevklerden bir şeyler elde etmek maksadıyla, kendi temiz yüzlerini çamurla-yan, şeref ve haysiyetlerini pislikler içine atarak kirleten şair, yazar ve gazetecilerden herhangi fâsık bir kimsenin durumu gibidir. Hatta bu şekilde davranan din adamlarının suçu, mesleklerini kazanç vasıtası yapan ahlaken düşük şair, yazar ve gazetecilerin suçundan daha büyüktür ve daha çirkindir. Çünkü Allah'ın kitabı onların ellerindedir. Onlar, Allah'ın kitabını okurlar, böylece hem dinin hakikatini, hem de kendi sorumluluklarını bilirler. Onlar az bir fiyatla Allah'ın ayetlerini satıyorlar, demektir. Doğrusu onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar, demektir.
Daha fazla ilerlemeden önce, şu gerçeği vurgulamamız yerinde olur: İslâm'da din adamları diye bir sınıf yoktur. Hiçbir zaman din adamı kimliğini kullanarak konuşanların söyledikleri İslâm'ın aleyhine delil olamaz. Aslında, müslümanlann başına gelen kötü haller dinin hakikatini bilmemelerinden gelmektedir.
İslâm'ın, zulme karşı çıkan ayaklanmaları söndürmeye çalıştığı şeklindeki töhmeti çürüten en iyi delil, dinî hareket için gerekli görülen Mısır Krah'nın tahttan indirilmesi gerçeğidir.
Bunun gibi doğudaki bütün bağımsızlık hareketlerinin İslâm'ın telkinleriyle meydana geldiğini söyleyebiliriz. Fransız işgaline karşı Mısır halkının mukavemetini Müslüman âlimler yönlendirmişti. Muhammed Ali'nin zulmüne karşı yapılan ayaklanmanın başında dinî lider olan Ömer Mükrim vardı. Sudan'da İngilizlere karşı yapılan ayaklanmanın lideri Mehdî el-Kebir dinî bir liderdi. İtalyanlara karşı Libya'daki hareket, Fransızlara karşı Cezayir'deki hareket, İngiliz sömürüsüne karşı yapılan Kâşânî hareketi... Bütün bunların hepsi İslâm adına ve İslâmî esaslara dayanan hareketlerdir.
İslâm'a muhalif olan bazıları, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinin, çalışanların âdil ve sosyal adalet taleplerini, sabretmeye çağırmak suretiyle bastırdığını öne sürerler ki, bu çok çirkin bir şüphedir. Rabbimiz Kur'ân'ında şöyle buyurmaktadır: "...Allah'ın kiminizi kiminize kendisiyle üstün yaptığı şeylerin Özlemini çekmeyin..." (4: 32). Bİr başka âyette de: "Onların kimilerini denemek İçin kendilerini yararlandırdığımız dünya refahında gözün kalmasın; Rabbinin sana verdiği nimet hem daha değerli, hem daha kalıcıdır." buyurulmaktadır. (20: 131).
Meali verilen ilk âyet için müfessirler, "Niçin, Allah yolunda cihada erkekler tahsis edilir de bundan kadınlar mahrum bırakılır?" diye soran bir sahabenin sorusu ile ilgili olarak nazil olduğu şeklinde açıklama yaparlar. Bu yüzden bu ayet, yapılması gerekli işi yapmadığı halde boş temennide bulunmayı yasaklar. Böyle özlemler, topluma hiçbir kazanç sağlamadığı gibi sapık ve şuursuz bir hasede götürür. Bu ayet, insanları, oturdukları yerden temenni edeceklerine, faziletlere ulaşma vesilesi olan çalışmaya davet etmektedir.
İkinci âyet ise, zikri geçen nimetlerin, mahrum olanların nazarında, elinde bulunduranların büyük sayılmasını telkin eden maddî değerlerin üstüne yükselmeye bir davettir. Bir rivayete göre âyetteki hitap, ellerinde hayatın zevk verici metalarından çok şey bulunan kâfirlerin durumlarını küçümsemesi, onlara kıymet vermemesi için Rasûlullah ve mü'minlere yöneltilmiştir. Çünkü o, kendine verilmiş hak ile daima onlardan daha üstündür. Bu husus, basit görüşlülerin anladıkları mâna dışında bambaşka bir vadidir. Bununla birlikte; farzedelim ki, bu âyetler, elde mevcut olana razı olmayı ve başkalarının elindeki mala göz dikmemeye davet eder. Böyle olsa bile, bu türlü bir emir ne zaman için vakidir? Ona itaat etmek ne zaman icap eder?
Şurası açık bir gerçektir ki, İslâm'ın ya tamamı alınır veya tamamı terkedilir. Yine İslâm'ın bütün davetleri ya kabul edilir veya hepsi reddedilir. Sabretmek ve zenginlerin ellerindeki mallara göz dikmemek şeklindeki fakir ve mahrumlara ait bu davet, terazinin sadece bir kefesidir. Diğer taraftan bu davete karşı onun gibi veya ondan daha şiddetli bir davet ile zenginlere hitap edilerek, mallarıyla üstünlük taslamamaları, bunun yerine Allah yolunda bolca infak etmeleri gerektiği, aksi halde başkalarının kin ve düşmanlığını celbedici bu davranışa karşılık ahirette büyük azâb görecekleri, bundan başka dünyada da büyük bir kötülükle karşılaşacakları bildirilir.
Bir taraftan, bencil olmaksızın infak etmeye davet; diğer taraftan, kinlerden gönülleri temizlemeye, kendilerine bakacak gözlerin hasedinden korunmaya davet vardır.
Böylece İslâm, âdil bir usûl ile servetleri herkese dağıtır ve hayat yolunda iktisadi bir emniyetle, gönül selameti içinde yürür. Dolayısıyla orada bir mahrum, burada aşırı bir zengin bulunmaz. Fakat, zenginler topluma ait infaktan, sosyal hizmetlerin masrafım yüklenmekten kaçınırlar ve böylece vazifelerini yapmazlarsa, o zaman fakir ve yoksulları, içinde bulundukları mahrumiyet dolu durumlarına razı olmaya çağıracak olan nedir? Şüphesiz, İslâm böyle bir şeye taraftar değildir. Aksine İslâm, haksızlığa boyun eğen ve ona karşı gelmekten kaçınanları ahirette olduğu kadar bu dünyada da helak ile tehdit eder. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Melekler, kendilerine zulmettikleri bir halde bulunurken canlarını aldıkları kimselere diyecekler: 'Siz ne iş yapmakta İdiniz?' Onlar: 'Biz yeryüzünde zayıf, güçsüz insanlardık.' diye cevap verecekler. Melekler: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!' karşılığında bulunacaklar. İşte bunlar, barınakları cehennem olanlardır. Gidilecek yer olarak ise, orası ne kötüdür! Ancak zayıf, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hiç bir yol bulamayan erkekler, kadınlar çocuklar bu hüküm dışındadır; ümit edilebir ki, Allah bunları affedecektir, çünkü Ali günahları affeden, bağışlayandır." (4: 97-91 buyurulur.
Yeryüzünde zayıf ve mazlum birisine yapilan haksızlığa boyun eğmek affedilemeyecek suçtur. Allah'ın insanlar için murad etti} güçlerinin yettiği her vasıta ile onu gerçekle] tirmeye çağırdığı normal durumun dışında zulme rıza gösterenleri Kur'an-ı Kerîm: "ker dilerine zulmedenler" diye isimlendirir.
Hicrete çağn ise, özel bir münasebetle ilgili dir. Hicret, zulme karşı koymanın tek yol| değildir. Zulmün içinde bulunan toplunu; için birtakım başka yollar daha vardır. Buradl Özellikle belirtmek istediğimiz, zulme rıza göstermenin İslâm nazarında ne kadar çirkin olduğunu anlatmaktır. Böylelikle İslâm'ın nazarında gerçekten zayıf olanlar kimlerdir, bi linmelidir. Onlar, hiçbir vasıtaya muktedi olamazlar, hiçbir çıkar yol bulamazlar. Bu se| beple onların affı için Allah'a dua etmektei başka çaremiz yoktur. Fakat bununla berabei sarih ve kesin af değil tabii. Onların özürleri açık ve zayıflıkları doğru olmakla beraber, ayet, Allah'ın böyle zayıf ve mazlum kimseleri affetmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü; "Rabbin, kullarına zûlmedici değildir/' Ancak bu ifadeden maksat, savaşmak için bir zerre kudrete sahip olan bir kimsenin savaştan geri durmaması için, İşi son derece ciddi bir şekilde ele almaktır.
Gerçekten zayıf ve mazlum müslümanlara gelince, kesin olarak onlar, zulmü sırtlama olarak yardımsız vaziyette kendi hallerine terkedilmezler. Öyle bir durum karşısında ümmet, müslüman kardeşlerinden tecavüzü uzaklaştırmak için savaşa çağırılmıştır: "Size ne oluyor da, Allah yolunda ve bir zulüm ve işkence altında ezilmiş olup: 'Rabbimiz! Çıkar bizi halkı zâlim olan şu şehirden, bize yakınlık gösteren bir sahip gönder tarafından, bize bir yardımcı gönder katından bunlara karşı!' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (4: 75).
Zülüm, insanlardan bir kısmının veya çoğunun Üzerine vâki olur da, onlar buna ses çıkarmazlarsa... Sonunda Allah onlardan razı olur mu? Elbette ki, zulme savaş açmcaya, mazlumlardan zulmü uzaklaştınncaya kadar Allahu Teâlâ onlardan razı olmayacaktır.
Bazı kimseler, bu ayetlerin bizzat akideye has olduğunu düşünebilirler. Yani, müslü-manlann, müşriklerin ortasında bulunmalarını, müşriklerin onları Allah'a ortak koşmaya ve İslâmî vazifelerinden alıkoymaya zorlamalarım ifade edebileceğini zannedebilirler.
Ancak İslâm, ibadet farizalarıyla birlikte bu inançtan doğmuş ve sonra şubelere ayrılmış olan sosyal, iktisadi ve siyasî sistemler arasında uygulamada bir fark gözetmez. Yine o İslâm, inanç ve sisteminin uygulanmasını engelleyenlerin ismen ve fiilen kâfir olmalarıyla, ismen müslüman olup tatbikatta kâfir olmaları arasında herhangi bir fark gözetmez. Kur'ân-ı Kerîm'de: "...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (5: 44) buyurulmaktadır.
İslâm, mal ve servetlerin, "zenginler arasında el değiştiren bir şey olmamasını" emreder. Aynı zamanda, devletin tebaasını, mümkün olan yollarla iktisadî bakımdan teminat altında bulundurmasını emreder. Bu teminatı, ya onlara normal bir iş sahası açmakla, yahut iş yapmaktan âciz duruma düşmüş olanlara doğrudan doğruya beytülmal'dan sarfetmek suretiyle sağlar.
İslâm Peygamberi devlet memurlarına bazı teminatların verilmesini emretmiştir. Bu durum kıyas yoluyla, özel veya kamu herhangi bir kuruluşta çalışan bir şahsa da şâmildir. İşte bunların hepsi imandan bir parçadır. Müslümanlar, dünyanın gerçekleri arasında onları da tatbik edinceye kadar hakkıyla iman etmiş sayılmazlar. Yukarıda bahsedilen âyetlerde geçmiş olan ifade, zulmü yapan, onu kabul eden ve zulme karşı savaşmayan kimselere "kendilerine zulmedenler" hükmü gereğince, intibak eder.
Âyetlerin yanlış manalandırılarak insanların sosyal adaletsizliğe karşı mücadeleden vazgeçtiklerini farzedecek olursak, şöyle bir durum meydana geleceğini düşünebiliriz: Mal ve servet, belirli bir sınıfın elinde toplanır; feodalizm ve kapitalizmde olduğu gibi bu sınıflar onu kendi aralarında paylaşırlar, çoğunluk ise ondan mahrum bırakılır. Bütün bunlar İslâm'ın reddettiği hususlardır. Çünkü bunlar Allah'ın açık emri olan "malın, zenginlerde hapsolunmaması" emrinin ihlâlidir. Böyle bir sosyal adaletsizliğe karşı mücadeleden kaçmanın başka bir sonucu, zenginlerin malları hapsetmeleri veya kendilerini ilgilendiren lüks hayatta sarfetmeleri fenalığı meydana çıkarır. Mal ve serveti hapsetmeye dair olan durum başhbaşma bir günahtır: "...altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar var ya, acıklı bir azâb ile müjdele onları; o günde ki, alınları cehennem ateşinde kızdırılarak yanları ve sırtları o ateşle dağlanacak ve: 'işte bu, kendiniz için toplayıp biriktirdik-lerinizdir; tadın bakalım toplayıp biriktirdiklerinizi!' denilecek kendilerine." (9: 34-35). Azâb ancak Allah'ın razı olmayacağı bir hareket içindir. İkinci durum olan lüks yaşantı hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de pekçok âyet yer alır. "Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdik-se, mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimseleri: 'Bİz, sizin gönderildiğiniz şeylere asla inanmıyoruz' dediler." (34: 34). "Bir şehri veya beldeyi helak etmek istediğimizde, biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına kötülüklerden sakınmayı emrederiz; onlar bizim buyruğumuzun tersine olarak fâsık kesilirler ve bununla cezaya çarpılmaya müste-hak olurlar. Biz artık o şehir veya beldeyi yerle bir ederiz." (17: 16)
"(Defterleri) soldan verilenler. Nedir o mutsuzların durumu? Onlar alev alev yanan bir ateş ve kaynar su içinde, kapkara ve boğucu bir duman altında, ne serin ne de rahatlatıcı bîr gölgede bulunurlar. Çünkü onlar bundan önce bolluk ve şımarıklık içindeydiler." (56:41-45).
İnsanların, toplumdaki zülüm ve haksızlıklara karşı mücadeleden kaçınmalarının sonucu, günahtan başka birşey değildir. Böyle iken, İslâm'ın, insanları haksızlıklara razı olmaya, kötülükler karşısında susmaya çağırdığı nasıl iddia edilebilir? Allahu Teâlâ, Maide sûresinde yer alan âyette şöyle buyurmaktadır: "İsrail oğullarından inkar edenler, hem Davud'un, hem de Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve daima sınırı aşmaları yüzündendi. Yaptıkları kötülüklerden birbirlerini vazgeçirmeye çalışmıyorlardı; ne kötü iş yapıyorlardı!" (5: 78-79). Böylece kötülüğe karşı susmayı ve onu men etmeyi Allah, gazabını ve azabını celbeden küfür alâmetlerinden bir alâmet kılmıştır.
Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz herhangi bir kötülük görürse onu düzeltsin." "Allah katında en üstün cihad, zâlim sultanın huzurunda hakkı söylemektir." Eğer bu esaslar dairesinde hareket edilirse, toplumda bu kötülükler vücut bulmaz, yönetici konumunda olanlar da zulme meyledemezler. Aksi halde o yöneticiler zâlim ve zorba sayıldığında, Allah rızası için ve Allah yolunda cihad olarak karşı gelinmesi kesin ye zaruri olur.
Aklı selim sahibi hiç kimse, İslâm'ı, insanlara haksızlık karşısında sinmeyi veya mahrumiyeti kabul etmeyi emrettiği iddiasıyla suçlayamaz.
Yukarıda bahsedilen âyetler, ancak verimli bir işin eşlik edemeyeceği boş temennileri yasaklamaya ne bir devletin, ne bir toplumun ve ne de bir ferdin; yeryüzünde hiç bir kimsenin değiştirmeye güç yetiremeyeceği şeylere rıza göstermeye aittir.
Meselâ, kendilerine şöhret ve nâm getirmiş hünerlere sahip birçok insan vardır. Diğerleri aynı şöhrete ulaşmak ister ama, bunu başaracak ve buna lâyık olacak hünere sahip değildirler. Bu arzuyu tatmin etmek, bu hissin, bir hastalığa ve hasede dönüşmesine mani olmak için devlet ne yapabilir? Devlet, böyle insanlar için gerekli olan akıl veya hüneri üretebilir mi?
Güzel bir kadın misalini ele alalım. Kadın öylesine güzel ki, gönüller ona iştiyak duyuyor ve dikkatleri üzerinde topluyor. Bir başka kadın daha var. Onda birincinin güzelliği ve cazibesi yok. Fakat bu kadın da beğenilmeyi arzu ediyor, böylece güzel olmaya gönlü akıp gidiyor. Onun arzuladığı eşitliği vermek için acaba devletin kullanabileceği imkân nedir? Yine farzedelim ki, bir karı-koca var, aralarındaki anlaşma ve sevgi ile hayatın tadını çıkarıyorlar. Her bakımdan huzur ve mutlulukları yerindedir. Bir başka çift daha var. Onlar mutlu bir hayat sürmekten uzak ve tüm tıbbî çabara rağmen çocuk sahibi olamamış mutsuz bir çift. İkinci çiftin bu husustaki eksikliğini gidermek için yeryüzündeki tüm güçler ne yapabilir?
Hayattan böyle sayısız örnekler verilebilir. Ne ekonomik çözümler ne de sosyal adalet planlan, bu konuda hiçbirşey yapamaz. O halde bunları Allah'ın lütuf ve yardımına sığınarak kendine verilene kanat etmekten başka hiçbir şey halledemez.
Sosyal ve ekonomik açıdan bile, kim bu dünyada kesin bir eşitlik edinilebileceğini söyleyebilir? Bütün ücretler ve bütün vazifelerin eşit hâle getirilebildîği tek bir ülke var mıdır bu dünyada?
Komünizmin tatbik edildiği ülkelerdeki hayatı örnek alalım: Bîr işçi farzedelim, büyük bir hırs ve tamaha sahiptir. O, bir mühendis olmayı arzular. Fakat kendisine âdil fırsatların hepsi verilmesine rağmen, onun kendi zihnî kabiliyeti, bu arzusunun Önüne set çeker. Devlet, arzusunu gerçekleştirmesi için ona nasıl yardım edebilir? Aynı şekilde başka bir işçi; fazla maaş alabilmek için ek bir vazife üstlenmeye fizikî güç ve kabiliyeti müsait değildir. Buna rağmen fazla ücret alıp zevklerini tatmin etmek için yanar tutuşur. Devlet buna ne kazandırabilir? Böyle insanlar, devamlı sıkıntı, ardı arkası kesilmeyen bir iştiyak, acı ve kin içinde çırpmırken, onları memnun etmek nasıl mümkün olur? Bunlar, daha büyük güç istemeden, dolgun ücret ummadan, görevleri nasıl yerine getirebilirler? Bu hastalığı kılıçla ve ateşle iyileştirmek mi daha iyi, yoksa gönül rızasıyla ve içten gelen bir kabulle-niş ile mi?
Kısaca, İslâm'ın çağrısı, meşru arzuları gerçekleştirmek için hakkıyla çalışmak, hiçbir kuvvet veya şahsın değiştirmeye kadir olamayacağı şeylere rızâ göstermektir. Fakat nerede engellenebilecek bir haksızlık varsa, Allah, o haksızlığa karşı durmayan ve onu ortadan kaldırmaya çalışmayan kimselerden razı olmayacaktır: "...ve kim Allah yolunda savaşır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona büyük mükâfat vereceğiz." (4: 74)
Şayet dünyada, "insanlar için afyon" olacak bir din var ise, herhalde o, bütün şekil ve rengiyle, kötülüğe karşı savaşan, zâlimler ve onların yardakçıları için en büyük cezayı vadeden, İslâm değildir, (islam, the Misunderstood Religion, sh. 162-170)