Siret Ansiklopedisi
Pages: 1
İslâmda Hürriyet Ve Sosyal Adalet By: saniyenur Date: 05 Ağustos 2012, 11:55:12
İslâm'da Hürriyet Ve Sosyal Adalet

Komünizmin ilk dâvetçilerinden Kari Marks ve başkaları, yaşadıkları zamanda karşılarına dikilen özel münasebetler sebebiyle dine ve din adamlarına karşı isyanda mazur sayılabi­lirler. Çünkü o dönem Avrupasında özellikle Rusya'da feodalizm en çirkin rolünü sergili­yordu. Her yıl açlıktan binlerce insan ölüyor ve çeşitli hastalıklar sebebiyle milyonlar can veriyordu. Ayrıca soğuk ve işkence, bir o ka­dar insanı telef ediyordu. Bu durumda bile derebeyler; halkın hayatını, kanlarını ve hak­kını hiçe sayıyor, akla gelebilecek her türlü zevk vasıtalarıyla aşağılık bir lüks içinde eğ­lenmekte devam ediyorlardı. Halkın başkal­dırması ihtimali belirince veya çekmekte ol­dukları zulmü hissettikleri anlaşılırsa derhal din adamları telaşla onlara şöyle seslenirdi: "Her kim sizin sağ yanağınıza vursa, ona sol yanağınızı çevirin. Her kim sizin ceketinizi alsa, ona gömleğinizi de verin."

Ruhban sınıfı, zulme karşı sabredenleri ve yorgunluk ve eziyete razı olanları ahİret ni­metleri vaadiyle kandırıyor, zulüm ve haksız­lığa karşı harekete geçen isyan duygularını uyuşturuyordu.

Bu vaatler fayda vermezse o zaman tehdit va­azları sıralanıyordu: "Her kim efendisi olan derebeye isyan ederse, o kimse Allah'a, kili­seye ve din adamlarına karşı gelmiş sayılır." O zamanlar kilisenin, milyonlarca çiftçi köle­si mevcuttu ki, bu haliyle derebeylerin en bü­yüğü olduğu hatırlanmalıdır. Bu yüzden kili­senin, çalışan sınıfa karşı kralların ve dere­beylerin yanında yer alması gayet normaldi.

Çünkü bütün mal ve toprak sahipleri, çalışan­ların karşısında bir cephe halinde idiler. Onlar, bir isyan çıkması halinde, zenginlerden veya din adamlarından kan emici hiç kimse­nin affedilmeyeceğinin şuurunda idiler.

Vaadlerin ve tehditlerin hiçbirisi fayda ver­mediği zaman, kuvvete başvuruldu ve isyan­cılar, Allah'a karşı geldikleri ve böylece din dairesinin dışına çıktıkları gerekçesiyle teker teker cezalandırıldılar.

İşte, bu yüzden oralarda din hakikaten o top­lumların gerçek düşmanıydı. Kari Marks'ın söylemiş olduğu: "Din, insanların afyonudur" sözü o zaman için Avrupa'daki hıristiyanlık hakkında yerinde idi.

Bazıları, Müslüman doğuda halkın zulüm ve işkenceye rıza göstermesini; suçluların gü­venlik içinde zevk ve safalarına devam etme­leri için, sabredenlere hazırlanmış cennetlerle onları oyalamaya, halktan çalışan sınıf aleyhine, iktidar sahiplerini razı etmeye bağlarlar. Bununla, kralların elini öpen, Kur'ân âyetlerini onların istekleri doğrultusunda te'vil eden, böylelikle İktidarın gücünü ve otoritesini kuvvetlendiren, halkın ona isyanını önlemek için "Aranızdan ulû'1-emre itaat edi­niz" âyetini Öne sürerek zorbalara başkaldı-ranları Allah'a ve dine isyan gibi gösteren ba­zı din adamlarının durum ve tutumlarını şahit olarak almak isterler.

Bütün bunlar doğru olabilir; fakat din sahası­nı meslek edinmiş din adamlarından zuhur eden o kötülük örneği davranışları bizzat din mi vahyetmiştir? Yoksa bu yol, dinin doğru emirlerinden uzak, kendi ahlâk dışı davranış­ları mıdır? Onların bu tutum ve davranışları aynen, haram bir şeye aracı ve âlet olmak bir tarafa, geçici zevklerden bir şeyler elde etmek maksadıyla, kendi temiz yüzlerini çamurla-yan, şeref ve haysiyetlerini pislikler içine ata­rak kirleten şair, yazar ve gazetecilerden her­hangi fâsık bir kimsenin durumu gibidir. Hat­ta bu şekilde davranan din adamlarının suçu, mesleklerini kazanç vasıtası yapan ahlaken düşük şair, yazar ve gazetecilerin suçundan daha büyüktür ve daha çirkindir. Çünkü Al­lah'ın kitabı onların ellerindedir. Onlar, Al­lah'ın kitabını okurlar, böylece hem dinin ha­kikatini, hem de kendi sorumluluklarını bilir­ler. Onlar az bir fiyatla Allah'ın ayetlerini sa­tıyorlar, demektir. Doğrusu onlar karınlarına ateşten başka bir şey doldurmuyorlar, demek­tir.

Daha fazla ilerlemeden önce, şu gerçeği vur­gulamamız yerinde olur: İslâm'da din adam­ları diye bir sınıf yoktur. Hiçbir zaman din adamı kimliğini kullanarak konuşanların söy­ledikleri İslâm'ın aleyhine delil olamaz. As­lında, müslümanlann başına gelen kötü haller dinin hakikatini bilmemelerinden gelmekte­dir.

İslâm'ın, zulme karşı çıkan ayaklanmaları söndürmeye çalıştığı şeklindeki töhmeti çürü­ten en iyi delil, dinî hareket için gerekli görü­len Mısır Krah'nın tahttan indirilmesi gerçe­ğidir.

Bunun gibi doğudaki bütün bağımsızlık hare­ketlerinin İslâm'ın telkinleriyle meydana gel­diğini söyleyebiliriz. Fransız işgaline karşı Mısır halkının mukavemetini Müslüman âlimler yönlendirmişti. Muhammed Ali'nin zulmüne karşı yapılan ayaklanmanın başında dinî lider olan Ömer Mükrim vardı. Sudan'da İngilizlere karşı yapılan ayaklanmanın lideri Mehdî el-Kebir dinî bir liderdi. İtalyanlara karşı Libya'daki hareket, Fransızlara karşı Cezayir'deki hareket, İngiliz sömürüsüne kar­şı yapılan Kâşânî hareketi... Bütün bunların hepsi İslâm adına ve İslâmî esaslara dayanan hareketlerdir.

İslâm'a muhalif olan bazıları, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinin, çalışanların âdil ve sos­yal adalet taleplerini, sabretmeye çağırmak suretiyle bastırdığını öne sürerler ki, bu çok çirkin bir şüphedir. Rabbimiz Kur'ân'ında şöyle buyurmaktadır: "...Allah'ın kiminizi kiminize kendisiyle üstün yaptığı şeylerin Öz­lemini çekmeyin..." (4: 32). Bİr başka âyette de: "Onların kimilerini denemek İçin kendile­rini yararlandırdığımız dünya refahında gö­zün kalmasın; Rabbinin sana verdiği nimet hem daha değerli, hem daha kalıcıdır." buyurulmaktadır. (20: 131).

Meali verilen ilk âyet için müfessirler, "Ni­çin, Allah yolunda cihada erkekler tahsis edi­lir de bundan kadınlar mahrum bırakılır?" di­ye soran bir sahabenin sorusu ile ilgili olarak nazil olduğu şeklinde açıklama yaparlar. Bu yüzden bu ayet, yapılması gerekli işi yapma­dığı halde boş temennide bulunmayı yasaklar. Böyle özlemler, topluma hiçbir kazanç sağla­madığı gibi sapık ve şuursuz bir hasede götü­rür. Bu ayet, insanları, oturdukları yerden te­menni edeceklerine, faziletlere ulaşma vesile­si olan çalışmaya davet etmektedir.

İkinci âyet ise, zikri geçen nimetlerin, mah­rum olanların nazarında, elinde bulunduranla­rın büyük sayılmasını telkin eden maddî de­ğerlerin üstüne yükselmeye bir davettir. Bir rivayete göre âyetteki hitap, ellerinde hayatın zevk verici metalarından çok şey bulunan kâfirlerin durumlarını küçümsemesi, onlara kıymet vermemesi için Rasûlullah ve mü'minlere yöneltilmiştir. Çünkü o, kendine verilmiş hak ile daima onlardan daha üstün­dür. Bu husus, basit görüşlülerin anladıkları mâna dışında bambaşka bir vadidir. Bununla birlikte; farzedelim ki, bu âyetler, elde mev­cut olana razı olmayı ve başkalarının elindeki mala göz dikmemeye davet eder. Böyle olsa bile, bu türlü bir emir ne zaman için vakidir? Ona itaat etmek ne zaman icap eder?

Şurası açık bir gerçektir ki, İslâm'ın ya tama­mı alınır veya tamamı terkedilir. Yine İslâm'ın bütün davetleri ya kabul edilir veya hepsi reddedilir. Sabretmek ve zenginlerin el­lerindeki mallara göz dikmemek şeklindeki fakir ve mahrumlara ait bu davet, terazinin sadece bir kefesidir. Diğer taraftan bu davete karşı onun gibi veya ondan daha şiddetli bir davet ile zenginlere hitap edilerek, mallarıyla üstünlük taslamamaları, bunun yerine Allah yolunda bolca infak etmeleri gerektiği, aksi halde başkalarının kin ve düşmanlığını celbedici bu davranışa karşılık ahirette büyük azâb görecekleri, bundan başka dünyada da büyük bir kötülükle karşılaşacakları bildirilir.

Bir taraftan, bencil olmaksızın infak etmeye davet; diğer taraftan, kinlerden gönülleri te­mizlemeye, kendilerine bakacak gözlerin ha­sedinden korunmaya davet vardır.

Böylece İslâm, âdil bir usûl ile servetleri her­kese dağıtır ve hayat yolunda iktisadi bir em­niyetle, gönül selameti içinde yürür. Dolayı­sıyla orada bir mahrum, burada aşırı bir zen­gin bulunmaz. Fakat, zenginler topluma ait infaktan, sosyal hizmetlerin masrafım yüklen­mekten kaçınırlar ve böylece vazifelerini yap­mazlarsa, o zaman fakir ve yoksulları, içinde bulundukları mahrumiyet dolu durumlarına razı olmaya çağıracak olan nedir? Şüphesiz, İslâm böyle bir şeye taraftar değildir. Aksine İslâm, haksızlığa boyun eğen ve ona karşı gelmekten kaçınanları ahirette olduğu kadar bu dünyada da helak ile tehdit eder. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Melekler, kendilerine zulmettik­leri bir halde bulunurken canlarını aldıkları kimselere diyecekler: 'Siz ne iş yapmakta İdi­niz?' Onlar: 'Biz yeryüzünde zayıf, güçsüz insanlardık.' diye cevap verecekler. Melekler: 'Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!' karşılığında bulunacaklar. İşte bunlar, barınakları cehennem olanlardır. Gidi­lecek yer olarak ise, orası ne kötüdür! Ancak zayıf, hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hiç  bir yol bulamayan erkekler, kadınlar çocuklar bu hüküm dışındadır; ümit edilebir ki, Allah bunları affedecektir, çünkü Ali günahları affeden, bağışlayandır." (4: 97-91 buyurulur.

Yeryüzünde zayıf ve mazlum birisine yapilan haksızlığa boyun eğmek affedilemeyecek suçtur. Allah'ın insanlar için murad etti} güçlerinin yettiği her vasıta ile onu gerçekle] tirmeye çağırdığı normal durumun dışında zulme rıza gösterenleri Kur'an-ı Kerîm: "ker dilerine zulmedenler" diye isimlendirir.

Hicrete çağn ise, özel bir münasebetle ilgili dir. Hicret, zulme karşı koymanın tek yol| değildir. Zulmün içinde bulunan toplunu; için birtakım başka yollar daha vardır. Buradl Özellikle belirtmek istediğimiz, zulme rıza göstermenin İslâm nazarında ne kadar çirkin olduğunu anlatmaktır. Böylelikle İslâm'ın nazarında gerçekten zayıf olanlar kimlerdir, bi linmelidir. Onlar, hiçbir vasıtaya muktedi olamazlar, hiçbir çıkar yol bulamazlar. Bu se| beple onların affı için Allah'a dua etmektei başka çaremiz yoktur. Fakat bununla berabei sarih ve kesin af değil tabii. Onların özürleri açık ve zayıflıkları doğru olmakla beraber, ayet, Allah'ın böyle zayıf ve mazlum kimse­leri affetmeyeceği anlamına gelmez. Çünkü; "Rabbin, kullarına zûlmedici değildir/' Ancak bu ifadeden maksat, savaşmak için bir zerre kudrete sahip olan bir kimsenin savaş­tan geri durmaması için, İşi son derece ciddi bir şekilde ele almaktır.

Gerçekten zayıf ve mazlum müslümanlara gelince, kesin olarak onlar, zulmü sırtlama olarak yardımsız vaziyette kendi hallerine terkedilmezler. Öyle bir durum karşısında üm­met, müslüman kardeşlerinden tecavüzü uzaklaştırmak için savaşa çağırılmıştır: "Size ne oluyor da, Allah yolunda ve bir zulüm ve işkence altında ezilmiş olup: 'Rabbimiz! Çı­kar bizi halkı zâlim olan şu şehirden, bize ya­kınlık gösteren bir sahip gönder tarafından, bize bir yardımcı gönder katından bunlara karşı!' diyen zavallı erkekler, kadınlar ve ço­cuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" (4: 75).

Zülüm, insanlardan bir kısmının veya çoğu­nun Üzerine vâki olur da, onlar buna ses çı­karmazlarsa... Sonunda Allah onlardan razı olur mu? Elbette ki, zulme savaş açmcaya, mazlumlardan zulmü uzaklaştınncaya kadar Allahu Teâlâ onlardan razı olmayacaktır.

Bazı kimseler, bu ayetlerin bizzat akideye has olduğunu düşünebilirler. Yani, müslü-manlann, müşriklerin ortasında bulunmaları­nı, müşriklerin onları Allah'a ortak koşmaya ve İslâmî vazifelerinden alıkoymaya zorla­malarım ifade edebileceğini zannedebilirler.

Ancak İslâm, ibadet farizalarıyla birlikte bu inançtan doğmuş ve sonra şubelere ayrılmış olan sosyal, iktisadi ve siyasî sistemler ara­sında uygulamada bir fark gözetmez. Yine o İslâm, inanç ve sisteminin uygulanmasını en­gelleyenlerin ismen ve fiilen kâfir olmalarıy­la, ismen müslüman olup tatbikatta kâfir ol­maları arasında herhangi bir fark gözetmez. Kur'ân-ı Kerîm'de: "...Kim Allah'ın indirdi­ği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (5: 44) buyurulmaktadır.

İslâm, mal ve servetlerin, "zenginler arasında el değiştiren bir şey olmamasını" emreder. Aynı zamanda, devletin tebaasını, mümkün olan yollarla iktisadî bakımdan teminat altın­da bulundurmasını emreder. Bu teminatı, ya onlara normal bir iş sahası açmakla, yahut iş yapmaktan âciz duruma düşmüş olanlara doğrudan doğruya beytülmal'dan sarfetmek suretiyle sağlar.

İslâm Peygamberi devlet memurlarına bazı teminatların verilmesini emretmiştir. Bu du­rum kıyas yoluyla, özel veya kamu herhangi bir kuruluşta çalışan bir şahsa da şâmildir. İş­te bunların hepsi imandan bir parçadır. Müs­lümanlar, dünyanın gerçekleri arasında onları da tatbik edinceye kadar hakkıyla iman etmiş sayılmazlar. Yukarıda bahsedilen âyetlerde geçmiş olan ifade, zulmü yapan, onu kabul eden ve zulme karşı savaşmayan kimselere "kendilerine zulmedenler" hükmü gereğince, intibak eder.

Âyetlerin yanlış manalandırılarak insanların sosyal adaletsizliğe karşı mücadeleden vaz­geçtiklerini farzedecek olursak, şöyle bir du­rum meydana geleceğini düşünebiliriz: Mal ve servet, belirli bir sınıfın elinde toplanır; feodalizm ve kapitalizmde olduğu gibi bu sınıf­lar onu kendi aralarında paylaşırlar, çoğunluk ise ondan mahrum bırakılır. Bütün bunlar İslâm'ın reddettiği hususlardır. Çünkü bunlar Allah'ın açık emri olan "malın, zenginlerde hapsolunmaması" emrinin ihlâlidir. Böyle bir sosyal adaletsizliğe karşı mücadeleden kaç­manın başka bir sonucu, zenginlerin malları hapsetmeleri veya kendilerini ilgilendiren lüks hayatta sarfetmeleri fenalığı meydana çı­karır. Mal ve serveti hapsetmeye dair olan durum başhbaşma bir günahtır: "...altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlar var ya, acıklı bir azâb ile müjdele onları; o günde ki, alınları cehennem ateşinde kızdırı­larak yanları ve sırtları o ateşle dağlanacak ve: 'işte bu, kendiniz için toplayıp biriktirdik-lerinizdir; tadın bakalım toplayıp biriktirdik­lerinizi!' denilecek kendilerine." (9: 34-35). Azâb ancak Allah'ın razı olmayacağı bir ha­reket içindir. İkinci durum olan lüks yaşantı hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de pekçok âyet yer alır. "Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdik-se, mutlaka oranın varlıkla şımarmış kimsele­ri: 'Bİz, sizin gönderildiğiniz şeylere asla inanmıyoruz' dediler." (34: 34). "Bir şehri veya beldeyi helak etmek istediğimizde, biz onun bolluklar içinde yaşayan cebbarlarına kötülüklerden sakınmayı emrederiz; onlar bi­zim buyruğumuzun tersine olarak fâsık kesi­lirler ve bununla cezaya çarpılmaya müste-hak olurlar. Biz artık o şehir veya beldeyi yerle bir ederiz." (17: 16)

"(Defterleri) soldan verilenler. Nedir o mut­suzların durumu? Onlar alev alev yanan bir ateş ve kaynar su içinde, kapkara ve boğucu bir duman altında, ne serin ne de rahatlatıcı bîr gölgede bulunurlar. Çünkü onlar bundan önce bolluk ve şımarıklık içindeydiler." (56:41-45).

İnsanların, toplumdaki zülüm ve haksızlıkla­ra karşı mücadeleden kaçınmalarının sonucu, günahtan başka birşey değildir. Böyle iken, İslâm'ın, insanları haksızlıklara razı olmaya, kötülükler karşısında susmaya çağırdığı nasıl iddia edilebilir? Allahu Teâlâ, Maide sûresinde yer alan âyette şöyle buyurmakta­dır: "İsrail oğullarından inkar edenler, hem Davud'un, hem de Meryem oğlu İsa'nın di­liyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan et­meleri ve daima sınırı aşmaları yüzündendi. Yaptıkları kötülüklerden birbirlerini vazge­çirmeye çalışmıyorlardı; ne kötü iş yapıyor­lardı!" (5: 78-79). Böylece kötülüğe karşı susmayı ve onu men etmeyi Allah, gazabını ve azabını celbeden küfür alâmetlerinden bir alâmet kılmıştır.

Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Sizden bi­riniz herhangi bir kötülük görürse onu düzelt­sin." "Allah katında en üstün cihad, zâlim sultanın huzurunda hakkı söylemektir." Eğer bu esaslar dairesinde hareket edilirse, top­lumda bu kötülükler vücut bulmaz, yönetici konumunda olanlar da zulme meyledemezler. Aksi halde o yöneticiler zâlim ve zorba sayıl­dığında, Allah rızası için ve Allah yolunda ci­had olarak karşı gelinmesi kesin ye zaruri olur.

Aklı selim sahibi hiç kimse, İslâm'ı, insanla­ra haksızlık karşısında sinmeyi veya mahrumiyeti kabul etmeyi emrettiği iddiasıy­la suçlayamaz.

Yukarıda bahsedilen âyetler, ancak verimli bir işin eşlik edemeyeceği boş temennileri yasaklamaya ne bir devletin, ne bir toplumun ve ne de bir ferdin; yeryüzünde hiç bir kimse­nin değiştirmeye güç yetiremeyeceği şeylere rıza göstermeye aittir.

Meselâ, kendilerine şöhret ve nâm getirmiş hünerlere sahip birçok insan vardır. Diğerleri aynı şöhrete ulaşmak ister ama, bunu başaracak ve buna lâyık olacak hünere sahip değil­dirler. Bu arzuyu tatmin etmek, bu hissin, bir hastalığa ve hasede dönüşmesine mani olmak için devlet ne yapabilir? Devlet, böyle insan­lar için gerekli olan akıl veya hüneri üretebi­lir mi?

Güzel bir kadın misalini ele alalım. Kadın öylesine güzel ki, gönüller ona iştiyak duyu­yor ve dikkatleri üzerinde topluyor. Bir başka kadın daha var. Onda birincinin güzelliği ve cazibesi yok. Fakat bu kadın da beğenilmeyi arzu ediyor, böylece güzel olmaya gönlü akıp gidiyor. Onun arzuladığı eşitliği vermek için acaba devletin kullanabileceği imkân nedir? Yine farzedelim ki, bir karı-koca var, arala­rındaki anlaşma ve sevgi ile hayatın tadını çı­karıyorlar. Her bakımdan huzur ve mutluluk­ları yerindedir. Bir başka çift daha var. Onlar mutlu bir hayat sürmekten uzak ve tüm tıbbî çabara rağmen çocuk sahibi olamamış mut­suz bir çift. İkinci çiftin bu husustaki eksikli­ğini gidermek için yeryüzündeki tüm güçler ne yapabilir?

Hayattan böyle sayısız örnekler verilebilir. Ne ekonomik çözümler ne de sosyal adalet planlan, bu konuda hiçbirşey yapamaz. O halde bunları Allah'ın lütuf ve yardımına sı­ğınarak kendine verilene kanat etmekten baş­ka hiçbir şey halledemez.

Sosyal ve ekonomik açıdan bile, kim bu dün­yada kesin bir eşitlik edinilebileceğini söyle­yebilir? Bütün ücretler ve bütün vazifelerin eşit hâle getirilebildîği tek bir ülke var mıdır bu dünyada?

Komünizmin tatbik edildiği ülkelerdeki haya­tı örnek alalım: Bîr işçi farzedelim, büyük bir hırs ve tamaha sahiptir. O, bir mühendis ol­mayı arzular. Fakat kendisine âdil fırsatların hepsi verilmesine rağmen, onun kendi zihnî kabiliyeti, bu arzusunun Önüne set çeker. Devlet, arzusunu gerçekleştirmesi için ona nasıl yardım edebilir? Aynı şekilde başka bir işçi; fazla maaş alabilmek için ek bir vazife üstlenmeye fizikî güç ve kabiliyeti müsait değildir. Buna rağmen fazla ücret alıp zevkleri­ni tatmin etmek için yanar tutuşur. Devlet bu­na ne kazandırabilir? Böyle insanlar, devamlı sıkıntı, ardı arkası kesilmeyen bir iştiyak, acı ve kin içinde çırpmırken, onları memnun et­mek nasıl mümkün olur? Bunlar, daha büyük güç istemeden, dolgun ücret ummadan, gö­revleri nasıl yerine getirebilirler? Bu hastalığı kılıçla ve ateşle iyileştirmek mi daha iyi, yok­sa gönül rızasıyla ve içten gelen bir kabulle-niş ile mi?

Kısaca, İslâm'ın çağrısı, meşru arzuları ger­çekleştirmek için hakkıyla çalışmak, hiçbir kuvvet veya şahsın değiştirmeye kadir ola­mayacağı şeylere rızâ göstermektir. Fakat ne­rede engellenebilecek bir haksızlık varsa, Al­lah, o haksızlığa karşı durmayan ve onu orta­dan kaldırmaya çalışmayan kimselerden razı olmayacaktır: "...ve kim Allah yolunda sava­şır, öldürülür veya galip gelirse, Biz ona bü­yük mükâfat vereceğiz." (4: 74)

Şayet dünyada, "insanlar için afyon" olacak bir din var ise, herhalde o, bütün şekil ve ren­giyle, kötülüğe karşı savaşan, zâlimler ve on­ların yardakçıları için en büyük cezayı vade­den, İslâm değildir, (islam, the Misunderstood Religion, sh. 162-170)




radyobeyan