Mektup no 64 By: hafiza aise Date: 03 Mart 2011, 15:43:23
64
Aziz, sýddýk, mütefekkir kardeþlerim,
Evvelâ: Çok emarelerle kat’î kanaatim gelmiþ ki, gizli dinsizler, resmî bazý memurlarý aldatýp Nurun mahrem büyük risaleleri içinde yalnýz Rehberi musýrrane medâr-ý ittiham tutmalarý ve bir buçuk seneden beri bana sýkýntý vermelerinin sebebi, Rehberdeki “Hüve Nüktesi” olduðunu kat’iyen bildim. Çünkü bu Hüve’nin keþfettiði sýrr-ý tevhid pek kat’î ve bedihî bir surette küfr-ü mutlaký kýrýyor. Hattâ bir kýsmýnda hiçbir vesvese ve þüphe býrakmýyor. Gizli dinsizler buna karþý çare bulamadýklarýndan, intiþarýna resmî yasakla sed çekmek için çalýþtýlar. Bu Hüve Nüktesinin bir gün evvel Medresetü’z-Zehranýn erkânlarýna bir ders nevinden söylediðim çok noktalarýndan yalnýz üç noktasýný sizlere beyan ediyorum.
Birinci nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi
اِلَيْهِِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin sýrrýyla güzel ve mânidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin kalem-i kaderin istinsahýyla ve izn-i Ýlâhî ile intiþar etmesiyle, bütün küre-i havadaki melâike ve ruhanîlere iþittirmek ve Arþ-ý Âzam tarafýna sevk etmek için, kudret-i Ýlâhî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktýr.
Madem havanýn kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rû-i zemini radyolar vasýtasýyla bir tek menzil hükmüne getirip nev-i beþere pek büyük bir nimet-i Ýlâhiye olmaktýr. Elbette ve elbette, beþer, bu pek büyük nimete karþý bir umumî þükür olarak o radyolarý herþeyden evvel kelimat-ý tayyibe olan kelâmullahýn, baþta Kur’ân-ý Hakîm ve hakikatleri ve imanýn ve güzel ahlâklarýn dersleri ve beþerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair kelimatlarý olmalý ki, o nimete þükür olsun. Yoksa nimet böyle þükür görmezse, beþere zararlý düþer.
Evet beþer, hakikate muhtaç olduðu gibi, bazý keyifli hevesata da ihtiyacý var. Fakat bu keyifli hevesat, beþte birisi olmalý. Yoksa havanýn sýrr-ý hikmetine münafi olur. Hem beþerin tembelliðine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin noksan býrakýlmasýna sebebiyet verip beþere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet olur, beþere lâzým olan sa’ye þevki kýrar.
Þimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabý, Kur’ân’ý dinlemek için odama getirilmiþti. Baktým, on hissede bir hisse kelimat-ý tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hatâ-yý beþerî olarak anladým. Ýnþaallah, beþer bu hatâsýný tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye vesile olan bu radyo nimetine bir þükür olarak, beþerin hayat-ý ebediyesine sarf edilecek kelimat-ý tayyibe, beþte dördü olacak.
Ýkinci nokta: Nur Risalelerinde denilmiþ ki: “Kâinatý halk edemeyen, bir zerreyi halk edemez. Bir zerreyi tam yerinde halk edip muntazam vazifeleriyle çalýþtýran, yalnýz kâinatý halk eden Zât olabilir.” Bu cümlenin küllî hüccetlerinden bir cüz’î hücceti þudur ki:
Kelimelerin envâýnýn kabý ve mahfazasý olan yanýmdaki bu radyo makineciðindeki bir avuç hava kat’iyen gösteriyor ki, þimdi elimizde baktýðýmýz radyo “istasyon cetveli” namýndaki listede yazýlý iki yüze yakýn merkezden, bir saatten bir seneye kadar uzak ve muhtelif mesafelerden ayný dakikada birtek kelime-i Kur’âniye, meselâ “Elhamdü lillâh” kelâmý tam hurufatýyla ve þivesiyle ve söyleyenin mahsus sadâsýnýn tarzýyla, bu makinedeki bir avuç havanýn zerreleriyle, hiç tegayyür etmeden kulaðýmýza gelmek için ve muhtelif kelimat-ý Kur’âniyeyi ayrý ayrý sadâ ile, çeþit çeþit þive ile, keza hiç tegayyür etmeden ve bozulmadan bizim kulaðýmýza getirmek için o bir avuç havanýn herbir zerresinde öyle hadsiz bir kuvvet ve ihâtalý bir irade ve bütün rû-yi zemindeki merkezlerde o Kur’ân’ý okuyan hafýzlarýn ayrý ayrý þivelerini bilecek ihatalý bir ilim ve onlarý bütün görecek ve iþitecek muhit bir göz ve herþeyi bir anda iþitebilir bir kulak olmazsa, elbette bu mu’cize-i kudret vücuda gelmeyecek.
Demek, bu bir avuçtaki hava zerreleri yalnýz ve yalnýz bütün kâinatý ihata eden bir ilim ve iradenin, sem’ ve basarýn sahibi bir Zâtýn ve hiçbir þey ona aðýr gelmeyen ve en büyük þey, en küçük þey gibi kudretine kolay gelen bir Kadir-i Mutlakýn kudreti ve iradesi ve ilmiyle bu mu’cizât-ý kudrete mazhar oluyorlar. Yoksa, temevvücat-ý havaiyede mevcudiyeti tevehhüm edilen serseri tesadüfün ve kör kuvvetin ve saðýr tabiatýn icadýna yer vermek, her bir zerreyi, bütün zemin yüzündeki küre-i havaiyede bulunan her þeyi görür, bilir ve yapar hâkim-i mutlak etmektir. Bu ise yüz bin derece akýldan uzak, muhal muhaller içinde bir hurafedir. Ehl-i dalâlet gelsinler, mezhepleri ne kadar akýldan uzak ve hurafe olduklarýný görsünler.
Üçüncü nokta: Bu radyo makineciðinde ve mânevî kelimat çiçeklerine saksýlýk eden bu kapçýktaki bir avuç havanýn gösterdikleri mu’cizât-ý kudretten bu hakikat anlaþýlýyor ki, her bir zerre, Cenâb-ý Hakký zâtýyla ve sýfâtýyla târif eder ve ispat eder. Bütün kâinatý teftiþ eden hükemalar ve ulemalar, büyük ve geniþ delillerle Zât-ý Vâcibü’l-Vücudun vücudunu ve vahdetini ispat etmek için bütün kâinatý nazara alýrlar, sonra mârifetullahý tam elde ediyorlar. Halbuki nasýl güneþ çýktýðý vakit bir zerrecik cam, ayný deniz yüzü gibi güneþi gösteriyor ve o güneþe iþaret ediyor. Öyle de, bu bir avuç havadaki her bir zerre de, mezkûr hakikate binaen, aynen kâinat denizindeki cilve-i tevhidi, sýfât-ý kemâliyle kendilerinde gösteriyorlar.
Ýþte, Kur’ân-ý Hakîmin mânevî mu’cizesinin bir lem’asý olan Risale-i Nur bu hakikati izahatýyla ispat etmesi içindir ki müdakkik bir Nurcu, huzur-u daimî kazanmak ve mârifetullahý her vakit tahattur etmek için ve huzur-u daimî hâtýrý için Lâ mevcude illâ Hû demeye mecbur olmuyor.
Ve yine bir kýsým ehl-i hakikatýn dâimî huzuru bulmak için Lâ meþhûde illâ Hû dedikleri gibi, o Nurcu böyle demeye muhtaç olmuyor.
Belki وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ parlak hakikatýnýn kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî fýkranýn kýsacýk bir izahý þudur ki:
Evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâinatý var. Âdetâ zîþuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâinatlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatýnýn ve dünyasýnýn direði kendi hayatýdýr. Nasýl herkesin elinde bir âyinesi bulunsa ve bir büyük saraya mukabil tutsa, herkes bir nevi saraya, âyinesi içinde sahip olur. Öyle de, herkesin hususî bir dünyasý var. Bir kýsým ehl-i hakikat bu hususî dünyasýný Lâ mevcude illâ Hû diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sýrrýyla Cenâb-ý Hakka karþý huzur-u dâimî ve mârifet-i Ýlâhiye bulur. Ve bir kýsým ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için Lâ meþhûde illâ Hû deyip kendi hususî dünyasýný nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Þimdi, bu zamanda, Kur’ân’ýn i’câz-ý mânevîsiyle tezahür eden
وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰۤى اَنَّهُ وَاحِدٌ sýrrýyla, yani, zerrelerden yýldýzlara kadar herþeyde bir pencere-i tevhid var ve doðrudan doðruya Zât-ý Vâhid-i Ehadi sýfâtýyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve iþaretleri var.
Ýþte Hüve Nüktesiyle bu mezkûr hakikat-i kudsiyeye ve imaniyeye ve huzuriyeye icmâlen iþaretler vardýr. Risale-i Nur, bu hakikati izahatýyla ispat etmiþ. Eski zamandaki ehl-i hakikat bir derece mücmelen ve muhtasaran beyan etmiþler. Demek, bu dehþetli zaman daha ziyade bu hakikate muhtaçtýr ki, Kur’ân-ý Hakîmin i’câzýyla bu hakikat tafsilâtýyla ihsan edilmiþ, Nur Risaleleri de bu hakikata bir nâþir olmuþlar.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeþiniz
Said Nursî