Sekizinci Mesele By: Hadice Date: 24 Þubat 2011, 12:02:55
Sekizinci Mesele
Ýþaret
Ehl-i zahiri hayse beyse vartalarýna atanlardan birisi, belki en birincisi, imkânâtý, vukuâta karýþtýrmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: "Böyle olsa, kudret-i Ýlâhiyede mümkündür. Hem ukulümüzce azametine daha ziyade delâlet eder. Öyleyse bu vaki olmak gerektir."
Heyhat! Ey miskinler! Nerede aklýnýz kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiþtir? Bu cüz'î aklýnýzla hüsn-ü küllîyi ihata edemezsiniz. Evet, bir zira' kadar bir burun altýndan olsa, yalnýz ona dikkat edilse, güzel gören bulunur!
Hem de onlarý hayrette býrakan tevehhümleridir ki, imkân-ý zatî, yakîn-i ilmîye münafidir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüt ettiklerinden, lâ edrî'lere yaklaþýyorlar. Hattâ utanmýyorlar ki, mesleklerinde lâzým gelir: Van Denizi, Sübhan Daðý gibi bedihî þeylerde tereddüt edilsin. Zira onlarýn mesleðince mümkündür, Van Denizi düþâb ve Sübhan Daðý da þekerle örtülmüþ bala inkýlâp etsin. Veyahut o ikisi, bazý arkadaþýmýz gibi küreviyetten razý olmayarak sefere gittiklerinden, ayaklarý sürçerek umman-ý ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyleyse, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bakî olduklarýný tasdik etmemek gerektir!
Elâ! Ey mantýksýz miskin! Neredesiniz? Bakýnýz. Mantýkta mukarrerdir, mahsûsattaki vehmiyat bedihiyattandýr. Eðer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasihate bedel tâziye edeceðim. Zira ulûm-u âdiye sizce ölmüþ ve safsata dahi hayat bulmuþ derecesindedir.
Dördüncü belâ ki, ehl-i zahiri teþviþ eder; imkân-ý vehmîyi, imkân-ý aklî ile iltibas ettikleridir.
Muhakemat - s.2008
Halbuki, imkân-ý vehmî, esassýz olan ýrk-ý taklitten tevellüdle safsatayý tevlid ettiðinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir "belki," bir "Ýhtimal," bir "þekke" yol açar. Bu imkân-ý vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin zaaf-ý âsâbýndan ve aklýn sinir hastalýðýndan ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir. Halbuki, imkân-ý aklî ise, vacip ve mümteni olmayan bir maddede, vücut ve ademe bir delil-i kat'îye dest-res olmayan bir emirde tereddüt etmektir. Eðer delilden neþ'et etmiþse makbuldür; yoksa muteber deðildir.
Bu imkân-ý vehmînin ahkâmýndandýr ki, bazý vehhamlar diyor: "Muhtemeldir, burhanýn gösterdiði gibi olmasýn. Zira akýl herbir þeyi derk edemez. Aklýmýz da buna ihtimal verir."
Evet, yok; belki ihtimal veren vehminizdir. Aklýn þe'ni burhan üzerine gitmektir. Evet, akýl herbir þeyi tartamaz; fakat böyle maddiyatý ve en küçük hâdimi olan basarýn kabzasýndan kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o meselede çocuk gibi mükellef deðiliz.
Tenbih
Ben "zahirperest" ve "nazar-ý sathî sahibi" tâbiriyle yad ettiðim ve tevbih ve tânif ile teþhir ettiðim muhatab-ý zihniyem, aðleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemal-i Ýslâmý görmeyen ve nazar-ý sathiyle uzaktan Ýslâmiyete bakan hasm-ý dindir. Fakat, bazan ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenalýk eden dinin cahil dostlarýdýr.
Beþinci belâ: Ehl-i tefrit ve ifrat olan biçarelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de, her mecazýn her yerinde taharrî-i hakikat etmektir. Evet, mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzýmdýr ki, mecaz ondan neþvünema bularak sümbüllensin. Veyahut hakikat, ýþýk veren fitildir; mecaz ise, ziyasýný tezyid eden þiþesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akýl dimaðdadýr; elde ve ayakta aramak abestir.
Altýncý belâ: Nazarý tams eden ve belâðatý setreden, zahire olan kasr-ý nazardýr. Demek, ne kadar akýlda hakikat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meâli tutulur. Bu sýrra binaendir: Âyet ve hadisin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâðatý gösteremez. Güya onlarca karine-i mecaz, aklen hakikatin imtinâýdýr. Halbuki, karine-i mânia, aklî olduðu gibi, hissî ve âdî ve makamî, daha baþka çok þeylerle de olabilir. Eðer istersen, Cennetü'l-Firdevs gibi olan Delâilü'l-Ý'câz'ýn iki yüz yirmi birinci kapýsýndan gir. Göreceksin, o koca Abdülkahir, gayet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanýna çekmiþ, tevbih ve tekdir ediyor.
Yedinci belâ: Muarrefi münekker eden biri de, hareke gibi bir arazý, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, "gayr-ý men hüve leh" olan vasf-ý cârîyi inkâr etmek lâzým geldiðinden, þems-i hakikat tarz-ý cereyanýndan çýkarýlmýþtýr. Acaba böyleler Araplarýn uslûplarýna hiç nazar etmemiþlerdir ki, nasýl diyorlar: "Daðlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrýldý. Baþka bir dað baþýný çýkardý. Sonra gitti, bizden mufarakat eyledi. Deniz dahi güneþi yuttu, ilh..." Miftah-ý Sekkâkî'de beyan olunduðu gibi, pek çok yerlerde san'at-ý beyaniyeden olan kalb-i hayali, esrar-ý beyaniye için istimal etmektedirler. Bu ise, deveran sýrrýyla maðlâta-i vehmiye üzerine müesses bir letafet-i beyaniyedir.
Þimdi sermeþk olarak iki misal-i mühimmeyi beyan edeceðim. Tâ ki o minval üzerine iþleyesin. Þöyle: 6
7
Þu iki âyet gayet þayan-ý dikkattirler. Zira zahire cümud, belâðatin hakkýný cühud demektir. Zira birinci âyette olan istiâre-i bedia o derece hararetlidir ki, buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zahir perdesini berk gibi yýrtar. Ýkinci âyette belâgat o kadar müstakar ve muhkem ve parlaktýr ki, seyri için güneþi durdurur. Evvelki âyet, 8
naziresidir. O da onun gibi bir istiâre-i bediayý tazammun eylemiþtir. Þöyle ki:
Cennetin evânîleri þiþe olmadýðý gibi, gümüþ dahi deðildir. Belki þiþenin gümüþe olan mübayeneti, bir istiâre-i bedianýn karinesidir. Demek þiþe þeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklýk hasebiyle, güya Cennetin kadehlerini tasvir etmek için iki nümunedirler ki, Sâni-i Rahmân bu âleme göndermiþ, tâ nefis ve mallarýyla Cennete müþteri olanlarýn raðabatýný tehyiç ve iþtahlarýný açsýn.
Aynen bunun gibi,
bir istiâre-i bedia ondan takattur ediyor. O istiârenin zemini ise, zemin ve âsuman mabeyninde hükm-ü hayalle tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraasý þöyledir ki, zemin kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden daðlarýyla ve rengârenk besatîniyle süslendiði gibi,
Muhakemat - s.2009
güya ona rekabeten ve inaden, âsuman dahi cibal ve besatîni andýran rengârenkle teþekkül eden ve daðlara nazireler yapmak için, parça parça daðýlan bulutlarýyla sarýlýp cilveger oluyor. O dað gibi parça parça bulutlar, sefineler, veyahut daðlar, veyahut develer, veyahut bostan ve dereler denilse, teþbihte hatâ edilmemiþ olur. O cevvdeki seyyarelerin çobaný ra'ddýr. Kamçý gibi, berkini baþlarý üzerine silkeleyip dolaþtýrýyor. O musahhar sâbihalar ise, o bahr-i muhit-i havâîde seyir ve cereyan etmekle, mahþere tesadüf etmiþ daðlarý andýrýrlar. Güya sema, su buharýnýn zerratýný ra'd ile silâh baþýna davet ettiði gibi, "Rahat olun" emriyle herkes yerine gider, gizlenir.
Evet, çok defa bulut daðýn libasýný giydiði gibi, heykeliyle teþekkül etmekle beraber, bered ve karýn beyazýyla televvün ve rutubet ve burudetiyle tekeyyüf eder. Öyleyse, bulut ve dað komþu, arkadaþtýrlar. Birbirine levazýmatýný âriye vermeye mecburdurlar. Bu uhuvvet ve mübadeleti, Kur'ân'ýn çok yerleri gösterir. Zira bazan onu, onun libasýnda ve ötekini berikinin suretinde bize gösterir. Hem de tenzilin pek çok menazilinde dað ve bulut birbirinin elini tutup musafaha ettikleri vardýr. Nasýl kitab-ý âlemin bir sayfasý olan zeminde muânaka ve musafahalarý þahittir. Zira umman-ý havada iskele hükmünde olan dað tepesinde lenger-endaz olduklarýný görüyoruz.
Ýkinci âyet: 9
Evet,
bir üslûba iþaret ettiði gibi,
lâfzýyla þöyle bir uslûba iþaret olsun. Þöyle:
Þems, demiri altýndan yapýlmýþ mühezzeb, müzehheb, zýrhlý bir sefine gibi esirden olan ve "mevc-i mekfûf" tâbir olunan umman-ý semada seyahat ve yüzüyor. Eðer çendan müstakarrýnda lenger-endazdýr. Lâkin o bahr-i semada o zeheb-i zâib cereyan ediyor. Fakat o cereyan a'razî ve tebeî ve tefhim için mürâat ve ihtiram olunan nazar-ý hissî iledir. Fakat hakikî iki cereyaný vardýr. Olmazsa da olur. Zira maksat beyan-ý intizamdýr. Esâlîb-i Arapta olduðu gibi tebeî ise veya zatî ise, nizamýn nokta-i nazarýnda birdir.
Saniyen: Þems müstakarrýnda, mihveri üzerinde müteharrik olduðundan, o erimiþ altýn gibi eczalarý dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakikiye evvelki hareke-i mecaziyenin danesidir, belki zembereðidir.
Salisen: Þemsin müstakarrý denilen tahtýravanýyla ve seyyarat denilen asakir-i seyyaresiyle göçüp sahrâ-yý âlemde seyr ü seferi, mukteza-yý hikmet görünüyor. Zira kudret-i Ýlâhiye herþeyi hayy ve müteharrik kýlmýþtýr ve sükûn-u mutlakla hiçbirþeyi mahkûm etmemiþtir. Mevtin biraderi ve ademin ammizadesi olan atâlet-i mutlakla, rahmeti býrakmamýþ ki kaydedilsin. Öyleyse, þems de hürdür. Kanun-u Ýlâhiye itaat etmek þartýyla serbesttir, gezebilir. Fakat baþkasýnýn hürriyetini bozmamak gerektir ve þarttýr. Evet, þems, emr-i Ýlâhîye temessül eden ve herbir hareketini meþiet-i Ýlâhiyeye tatbik eden bir çöl paþasýdýr.
Evet, cereyan hakikî ve zatî olduðu gibi arazî ve hissî de olabilir. Nasýl hakikîdir, öyle de mecazîdir. Bu mecazýn menarý
dir. Üslûbun ukde-i hayatiyesine telvih eden lâfýz
dir.
Elhasýl: Maksad-ý Ýlâhîsi, nizam ve intizamý göstermektir. Nizam ise, þems gibi parlýyor. 10
kaidesine binaen, nizamý intaç eden harekete þems veyahut deveran-ý arz, hangisi olursa olsun, asýl maksadý ihlâl etmediði için, sebeb-i aslînin taharrîsine mecbur deðiliz. Meselâ,
nin elif'iyle hýffet hâsýldýr. Aslý ne olursa olsun, vav'a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.Ýþaret
Bu tasviratla beraber, hiss-i zahire istinaden, zahir mutaassýbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasýl ki belâgatin hararet ve letafetine münafidir. Öyle de, delil-i Sâni olan nizam-ý âlemin esasý olan hikmetullahýn þahidi olan istihsan-ý aklîye cârih ve muhaliftir. Þöyle:
Meselâ, Sübhan Daðýna çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki, Sübhan senin cihât-ý erbaana mukabil gelse, veyahut her cihete mukabil olarak görmüþsün. Bu tebeddüle lâzým olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz'iye ile birkaç adým atmak gibi en kýsa yolu terk ve Sübhan Daðý gibi dehþetli bir cirm-i azîmi seni hayrette býrakacak bir daire-i azîmeyi kat etmesini tahayyül veya teklif etmek gibi bir gayet uzun yolu ve israf ve abesiyete acip bir misali nizam-ý âleme esas tutmak, bence nizama cinayet etmektir. Þimdi insafla nazar-ý hakikatle bu taassub-u barideye bak: Nasýl istikra-i tâmmýn þehadetiyle sabit olan bir hakikat-i bâhireye muaraza ediyor. O hakikat ise budur:
Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kýsa ve müstakim yolu terk etmez.
Muhakemat - s.2010
Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyleyse, acaba istikrâ-i tâmmýn mecaza karine olmasýndan ne mani tasavvur olunur ve neden câiz olmasýn?Tenbih
Eðer istersen Mukaddemata gir. Birinci Mukaddemeyi, suðrâ ve Üçüncü Mukaddemeyi kübrâ yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zahirin zihinlerini teþviþ eden, felsefe-i Yunaniyeye incizaplarýdýr. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ý müselleme nazarýyla bakýyorlar. Hattâ oðlu ölmüþ bir kocakarýyý güldürecek derecede bir misal budur ki: Bazýlar öyle bir zatýn kelâmýndaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakikatten temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zat-ý nakkad, Kürtçe demiþ ki:
1
Halbuki, bu sözle hükemanýn mezhebi olan ki, "Melâike-i kiram maddeden mücerreddirler" red yolunda tasrih ediyor ki, "Melâike-i kiram anasýrdan mahlûk ecsam-ý nurâniyedirler." Onlar fehmetmiþler ki, anasýr dört olduklarý Ýslâmiyettendir. Acaba?.. Dörtlüðü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ýstýlahatýndan ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarýndandýr. Hiç usul-ü Ýslâmiyeye taallûklarý yoktur. Belki zahir müþahedetle hükmolunan bir kaziyedir.
Evet, dine temasý olan herþey, dinden olmasý lâzým gelmiyor. Ve Ýslâmiyetle imtizaç eden herbir madde Ýslâmiyetin anasýrýndan olduðunu kabul etmek, unsur-u Ýslâmiyetin hâsiyetini bilmemek demektir. Zira kitap ve sünnet ve icmâ ve kýyas olan anasýr-ý erbaa-i Ýslâmiye, böyle maddeleri terkip ve tevlit etmez.
Elhasýl: Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklýðýndandýr; þeriatýn maden-i safîsinden deðildir. Fakat felsefenin yanlýþý seleflerimizin lisanlarýna girdiðinden, bir mahmil-i sahih bulmuþtur. Zira selef "Dörttür" dediklerinden murat, zahiren dörttür. Veyahut hakikaten ecsam-ý uzviyeyi teþkil eden müvellidülmâ' ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon, yine dörttür.
Eðer hür fikirsen, bu felsefenin þerrine bak: Nasýl ezhaný esaretle sefalete atmýþtýr. Aferin hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarýyla zîr-ü zeber etmiþtir. Demek muhakkak oldu ki, âyâtýn delâil-i i'câzýnýn miftahý ve esrar-ý belâgatýn keþþafý, yalnýz belâgat-ý Arabiyenin madenindendir. Yoksa, felsefe-i Yunaniyenin destgâhýndan deðildir.
Ey birader! Vaktâ ki keþf-i esrar meraký bizi þu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik, seni tâciz ettik. Hem senin çok yorgunluðunu dahi biliriz. Þimdi Unsuru'l-Belâgat ve i'câzýn miftahý olan Ýkinci Makalenin içerisine seni gezdirmek istiyorum. Sakýn o makalenin iðlâk-ý uslûbu ve içinde cilveger olan mesailin elbiselerinin periþaniyeti seni temaþasýndan müteneffir etmesin. Zira iðlâk eden, mânâsýndaki dikkat ve kýymettir. Ve periþan eden ve ziynet-i zahiriyeden müstaðnî eden, mânâsýndaki cemal-i zâtiyesidir.
Evet, nazlanan ve istiðna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasýdýr. Bunlara giydirdiðim elbise, zamanýn modasýna muhaliftir. Zira Þarkî Anadolu mektebi denilen yüksek daðlarda büyümüþ olduðumdan, alaturka terziliðe alýþamadým. Hem de þahsýn üslûb-u beyaný, þahsýn timsal-i þahsiyetidir. Ben ise, gördüðünüz veya iþittiðiniz gibi, halli müþkil bir muammâyým.
Temme... Temme...
6 "Gökteki dað gibi bulutlardan Allah dolu taneleri indirir." Nur Sûresi, 24:43.
7 "Güneþ de onlar için bir delildir ki, kendisine tâyin edilmiþ bir yere doðru akýp gider." Yâsin Sûresi, 36:38.
8 "Onlar gümüþ beyazlýðýnda, billûr berraklýðýnda kaplardýr." Ýnsan Sûresi, 76:16.
9 "Güneþ de onlar için bir delildir ki, kendisine tâyin edilmiþ bir yere doðru akýp gider." Yâsin Sûresi, 36:38.
10 Balý ye, kaynaðýný sorma.
1 Unsurlar dört tane olup melekler de onlardan (nur unsurundan) yaratýlmýþlardýr.