Lemalar
Pages: 1
9. Lema By: hafiza aise Date: 08 Þubat 2011, 18:16:31
DOKUZUNCU LEM'A


Bu lem'ayý herkes okumasýn. Vahdetü'l-vücudun ince kusurlarýný herkes göremez ve muhtaç deðil.

Aziz, sýddýk, muhlis, halis kardeþim,

Kardeþimiz Abdülmecid'e ayrý mektup yazmadýðýmýn sebebi, size yazdýðým mektuplarý kâfi gördüðümdendir ki, Abdülmecid, benim için Hulûsi'den sonra kýymettar bir kardeþim, bir talebemdir. Her sabah akþam Hulûsî ile beraber, bazen daha evvel duâmda ismiyle hazýr oluyor. Size yazdýðým mektuplardan, evvel Sabri, sonra Hakký Efendi istifade ediyorlar. Onlara da ayrý mektup yazmýyorum. Cenâb-ý Hak seni onlara mübarek büyük bir kardeþ yapmýþ. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhabere et, merak etmesin, Hulûsî'den sonra onu düþünüyorum.

BÝRÝNCÝ SUÂLÝNÝZ: Cedlerinizden birisinin imzasý "es-Seyyid Muhammed" e dair mahrem sualiniz var.

Kardeþim buna ilmî ve tahkikî ve keþfî cevap vermek elimde deðil. Fakat ben arkadaþlarýma derdim ki: "Hulûsî ne þimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzemiyor. Bunda baþka bir hâsiyet görüyorum." Arkadaþlarým da beni tasdik ediyordular.    Sýrrýyla "Hulûsî'de büyük bir asâlet tezahürü bir dâd-ý Hakdýr" derdik. Hem kat'iyyen bil ki; Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmýn iki âli var. Biri: Nesebî âldir. Biri de Þahs-ý mânevîsi ve nûrânisinin risalet noktasýndaki âli var. Bu ikinci âlde kat'iyyen sen dahil olmakla beraber, birinci âlde dahi delilsiz bir kanâatim var ki ceddinin imzasý sebepsiz deðildir.

Aziz kardeþim,

SENÝN ÝKÝNCÝ SUALÝNÝN HÜLÂSASI: Muhyiddin-i Arabî demiþ: "Rûhun mahlûkýyeti, inkiþâfýndan ibarettir." O sual ile, benim gibi zayýf bir bîçâreyi, Muhyiddin-i Arabî gibi müthiþ bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karþý mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur'ân'a istinâden bahse giriþeceðim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim.

Kardeþim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanýr. Hâdîdir, fakat her kitabýnda mühdî olamýyor. Gördüðü doðrudur, fakat hakikat deðildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ý sualiniz olan o hakikat izah edilmiþtir.

Evet, ruh, mâhiyeti itibarýyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiþ bir nâmus-u zîhayattýr ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnýz mâhiyeti noktasýnda düþünmüþtür. Vahdetü'l-vücud meþrebince, eþyanýn vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keþfiyâtýyla ve müþâhedâtýyla ve mühim bir meþreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiðinden, bilmecburiye, zayýf te'vilâtla, tekellüflü bir surette, bazý âyâtý meþrebine, meþhûdâtýna tatbik ediyor, âyâtýn sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur'âniye ve minhâc-ý kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiþtir. O zât-ý kudsînin kendine mahsus bir makamý var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansýz keþfiyâtýnda hudutlarý çiðnemiþ ve cumhûr-u muhakkýkîne çok meselelerde muhâlefet etmiþ.

Ýþte, bu sýr içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devrân olduðu halde, kendine mahsus tarikatý gayet kýsacýk, Sadreddin-i Konevîye münhasýr kalýyor gibidir ve âsârýndan istikametkârâne istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkýkîn-i asfiyâ, o kýymettar âsârýný mütalâa etmeye revaç göstermiyorlar; hattâ bazýlarý men ediyorlar.

Hazret-i Muhyiddin'in meþrebiyle ehl-i tahkikin meþrebinin mâbeynindeki esaslý fark ve onlarýn me'hazlarýný göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniþ nazarlara muhtaçtýr. Evet, fark o kadar dakîk ve derin ve me'haz o kadar yüksek ve geniþtir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsýndan muâheze edilmemiþ, makbul olarak kalmýþ. Yoksa, eðer ilmen, fikren ve keþfen o fark o me'haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve aðýr bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farký ve o me'hazlarý, Hazret-i Muhyiddin'in o meselede yanlýþýný göstermeye muhtasaran çalýþacaðýz. Þöyle ki:

Meselâ, bir aynada güneþ görünüyor. Þu ayna, güneþin hem zarfý, hem mevsûfudur. Yani, güneþ bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayý ziynetlendirip parlak bir boyasý, bir sýfatý olur. Eðer o ayna, fotoðraf aynasý ise, güneþin misâlini sâbit bir surette kâðýda alýyor. Þu halde, aynada görünen güneþ, fotoðrafýn resim kâðýdýndaki görünen mâhiyeti, hem aynayý süslendirip sýfatý hükmüne geçtiði cihette, hakikî güneþin gayrýdýr. Güneþ deðil, belki güneþin cilvesi baþka bir vücuda girmesidir. Ayna içinde görünen güneþin vücudu ise, hâriçteki görünen güneþin ayn-ý vücudu deðilse de, ona irtibâtý ve ona iþâret ettiði için, onun ayn-ý vücudu zannedilmiþ.

Ýþte bu temsile binâen, "Aynada hakikî güneþten baþka birþey yoktur" denilmek ve aynayý zarf ve içindeki güneþin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanýn sýfatý hükmüne geçmiþ münbasit aksi ve fotoðraf kâðýdýna intikal eden resim cihetiyle güneþtir denilse, hatâdýr; "Güneþten baþka içinde birþey yoktur" demek yanlýþtýr. Çünkü, aynanýn parlak yüzündeki akis ve arkasýnda teþekkül eden resim var. Bunlarýn da ayrý ayrý birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneþin cilvesindendir; fakat güneþ deðiller. Ýnsanýn zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Þöyle ki:

Ýnsanýn âyine-i fikrindeki mâlûmâtýn dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eðer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrý birþeydir. Eðer zihni o þeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sýfat olur; o þey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardýr. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur.

Ýþte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadýr. Her mevcudâtýn mâhiyeti dahi birer aynadýr. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ý Ýlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Þems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynasý olup bir nakþýný gösterir. Hazret-i Muhyiddin meþrebinde olanlar, yalnýz aynalýk ve zarfiyet cihetinde ve aynadaki vücud-u misâli, nefiy noktasýnda ve akis, ayn-ý mün'akis olmak üzere keþfedip, baþka mertebeyi düþünmeyerek, "Lâ mevcûde illâ Hû" diyerek, yanlýþ etmiþler. "Hakàiku'l-eþyâi sâbitetün" kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düþmüþler.

Amma ehl-i hakikat ise, verâset-i Nübüvvet sýrrýyla ve Kur'ân'ýn kat'î ifâdâtýyla görmüþler ki, âyine-i mevcudatta kudret ve irâde-i Ýlâhiye ile vücud bulan nakýþlar Onun eserleridir. "Heme ez ost" tur; "Heme ost" deðil. Eþyanýn bir vücudu vardýr ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan o vücud, vücud-u Vâcibe nisbeten vehmî ve hayâlî hükmünde zayýftýr; fakat Kadîr-i Ezelînin îcad ve irâde ve kudretiyle vardýr.

Nasýl ki, temsilde, ayna içindeki güneþin hakikî vücud-u hâricîsinden baþka bir vücud-u misâlîsi var.

Ve aynayý ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrý bir vücud-u hâricîsi var. Ve aynanýn arkasýndaki fotoðrafýn resim kâðýdýna intikâþ eden suret-i þemsiyenin dahi ayrý ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardýr, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat aynasýnda ve mâhiyât-ý eþya aynalarýnda esmâ-i kudsiye-i Ýlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsýl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûþ-u masnûâtýn, Vücud-u Vâcibden ayrý, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiþ. Fakat eðer irtibat kesilse, bütün eþya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herþey, Hâlikýnýn ibkàsýna muhtaçtýr. Çendan "hakâiku'l-eþyâi sâbitetün"dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir.

Ýþte, Hazret-i Muhyiddin, "Ruh mahlûk deðil; âlem-i emirden ve sýfat-ý irâdeden gelmiþ bir hakikattir" demesi, çok nusûsun zâhirine muhâlif olduðu gibi; mezkûr tahkikata binâen iltibâs etmiþ, aldanmýþ, zayýf vücudlarý görmemiþ.

Esmâ-i Ýlâhiyeden Hallâk, Rezzak gibi isimlerin mazharlarý vehmî ve hayâlî þeyler olamaz. Madem o esmâ hakikatlidirler. Elbette mazharlarýnýn da hakikat-i hâriciyeleri vardýr.

ÜÇÜNCÜ SUALÝNÝZ:

Ýlm-i cifre anahtar olacak bir ders istiyorsunuz.

Elcevap: Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. Ýhtiyârýmýzýn fevkinde, bize, daha hayýrlý bir ihtiyar iþimize hâkimdir. Ýlm-i cifir, meraklý ve zevkli bir meþgale olduðundan, vazife-i hakikiyeden alýkoyup meþgul ediyor. Hattâ, kaç defadýr esrâr-ý Kur'âniyeye karþý o anahtar ile bazý sýrlar açýlýyordu; kemâl-i iþtiyak ve zevk ile müteveccih olduðum vakit kapanýyordu. Bunda iki hikmet buldum:

Birisi,
yasaðýna karþý hilâf-ý edepte bulunmak ihtimâli var.

Ýkincisi, hakâik-ý esâsiye-i imâniye ve Kur'âniyenin berâhîn-i kat'iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkinde bir meziyet ve kýymeti vardýr. O vazife-i kudsiyede kat'î hüccetler ve muhkem deliller sûiistimâle meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede sûiistimâl girip þarlatanlarýn istifade etmeleri ihtimâlidir. Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân edilir.

Ýþte, ilm-i cifrin anahtarlarý içinde en kolayý ve belki en sâfisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi'den gelen ve Kur'ân'da Lâfza-i Celâlde cilvesini gösteren ve bizim neþrettiðimiz âsârý ziynetlendiren tevâfukun envâlarýdýr. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiþ.

Ezcümle, tevâfuk birkaç cihette birþeyi gösterse, delâlet derecesinde bir iþarettir. Bazan birtek tevâfuk, bazý karâinle delâlet hükmüne geçer. Her ne ise, þimdilik bu kadar yeter. Ciddî ihtiyaç olsa size bildirilecektir.

DÖRDÜNCÜ SUALÝNÝZ:

Yani sizin deðil, Ýmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i Ýsâ Aleyhisselâmýn pederi varmýþ diye, dîvânecesine bir te'vil ile bir âyetten kendine güya þâhit gösteriyor...

O bîçare adam bir zaman huruf-u mukattáa ile bir hat icadýna çalýþýyordu. Hem pek çok hararetli çalýþýyordu. O vakit anladým ki, o adam zýndýklarýn tavrýndan hissetmiþ ki, hurufat-ý Ýslâmiyenin kaldýrýlmasýna teþebbüs edecekler. O adam gûya o sele karþý hizmet edeceðim diye çok beyhude çalýþmýþ. Þimdi bu meselede ve hem ikinci meselesinde yine zýndýklarýn esasât-ý Ýslâmiyeye karþý müthiþ hücumunu hissetmiþ ki böyle mânâsýz te'vilat ile bir musalâha yolunu açmak istediðini zannediyorum(1)  gibi nusûs-u kat'iye ile Hazret-i Ýsâ Aleyhisselâm pedersiz olduðu kat'iyyeti varken, tenâsüldeki bir kanunun muhâlefetini gayr-ý mümkün telâkki etmekle, vâhî te'vilât ile bu metin ve esaslý hakikati deðiþtirmeye teþebbüs edenlerin sözüne ehemmiyet verilmez ve ehemmiyete deðmez. Çünkü hiçbir kanun yoktur ki, þüzuzlarý ve nâdirleri bulunmasýn ve hâricine çýkmýþ fertleri bulunmasýn. Ve hiçbir kaide-i külliye yoktur ki, hârika fertler ile tahsis edilmesin.

Zaman-ý Âdem'den beri bir kanundan hiçbir fert þüzûz etmemek ve hâricine çýkmamak olamaz. Evvelâ, bu kanun-u tenâsül, mebde' itibârýyla, iki yüz bin envâ-ý hayvânâtýn mebde'leriyle hark edilmiþ ve nihâyet verilmiþ.Yani, en evvelki pederleri âdetâ Âdem'leri hükmünde, iki yüz bin o evvelki pederler, kanun-u tenâsülü hark etmiþler. Peder ve valideden gelmemiþler ve o kanun hâricinde vücud verilmiþ.

Hem her baharda gözümüzle gördüðümüz, yüz bin envâýn kýsm-ý âzamý, hadsiz efradlarý, kanun-u tenâsül hâricinde-yapraklarýn yüzünde, taaffün etmiþ maddelerde-o kanun hâricinde îcâd edilir. Acaba mebdeinde ve hattâ her senede bu kadar þâzlarla yýrtýlmýþ, zedelenmiþ bir kanunu, bin dokuz yüz senede bir ferdin þüzûzunu akla sýðýþtýramayan ve nusûs-u Kur'âniyeye karþý bir te'vîle yapýþan bir akýl, kaç derece akýlsýzlýk ettiðini kýyâs et.

O bedbahtlarýn kanun-u tabiî tâbir ettiði þeyler, emr-i Ýlâhî ve irâde-i Rabbâniyenin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarýdýr ki, Cenâb-ý Hak, o âdâtýný bazý hikmet için deðiþtirir. Herþeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyârýnýn hükmettiðini gösterir. Hârikulâde bazý fertlerde hark-ý âdât eder.   fermânýyla bu hakikati gösterir.
Ömer Efendinin o doktora dâir ikinci suali:

O doktor, o meselede o kadar eblehâne hareket ediyor ki, sözlerini dinlemek yahut ehemmiyet verip cevap vermekten çok aþaðýdýr. Bu bîçâre, küfür ve îmân ortasýný bulmak istiyor. Onun ehemmiyetsiz bahsine karþý deðil, belki yalnýz Ömer Efendinin istifsârýna göre derim:

Me'mûrât ve menhiyât-ý þer'iyede illet, emr-i Ýlâhîdir ve nehy-i Ýlâhîdir. Maslahatlar ve hikmetler ise, müreccihtirler; emir ve nehyin taallûklarýna ism-i Hakîm noktasýnda sebep olabilir.

Meselâ, sefer eden, namazýný kasreder. Bu namazýn kasrýna bir illet ve bir hikmet var. Ýllet, seferdir; hikmet, meþakkattir. Sefer bulunsa, meþakkat olmasa da, namaz kasredilir. Sefer olmasa, hânesinde yüz meþakkat görse, yine namaz kasredilmez. Çünkü meþakkat filcümle bazan seferde bulunmasý, kasr-ý namaza hikmet olmasýna kâfidir ve seferi illet yapmasýna da yine kâfidir.

Ýþte, bu kaide-i þer'iyeye binâen, ahkâm-ý þer'iye hikmetlere göre tegayyür etmiyor, hakikî illetlere bakar. Meselâ, o doktorun bahsettiði gibi, hýnzýrýn etinden bildiði zarardan, hastalýktan baþka, "Hýnzýr eti yiyen bir cihette hýnzýrlaþýr" kaidesiyle ve o hayvan, sâir hayvânât-ý ehliye gibi zararsýz yapýlmýyor. Etinden gelen menfaatten ziyade, çok zarar îrâs etmekle beraber, etindeki kuvvetli yað, kuvvetli soðuk memleketi olan firengistandan baþka týbben muzýr olduðu gibi, mânen ve hakikaten çok zararlý olduðu tahakkuk etmiþ.

Ýþte bu gibi hikmetler, onun haram olmasýna ve nehy-i Ýlâhî taallûkuna da bir hikmet olmuþtur. Hikmet her fertte ve her vakitte bulunmak lâzým deðildir. O hikmetin tebeddülü ile illet deðiþmez. Ýllet deðiþmezse hüküm deðiþmez. Ýþte bu kaideye göre, o bîçâre adamýn ne kadar þeriatýn rûhundan uzak konuþtuðu anlaþýlsýn. Þeriat nâmýna onun sözüne ehemmiyet verilmez. Hâlikýn çok akýlsýz filozoflar suretinde hayvanlarý vardýr!

Muhyiddin-i Arabî hakkýndaki sualin cevabýna zeyldir.

SUAL: Muhyiddin-i Arab, vahdetü'l-vücud meselesini en yüksek bir mertebe telâkki ettiði gibi, ehl-i aþk bir kýsým evliyâ-i azîme dahi ona ittibâ etmiþler. Bu meslek en yüksek mertebe olmadýðýný, hem hakikî olmadýðýný, belki bir derecede ehl-i sekir ve istiðrâkýn ve ashâb-ý þevk ve aþkýn meþrebi olduðunu söylüyorsun. Öyle ise, muhtasaran sýrr-ý verâset-i Nübüvvetle ve Kur'ân'ýn sarâhatiyle gösterilen Tevhîdin yüksek mertebesi hangisidir? Göster.

Elcevap: Benim gibi hiç ender hiç, âciz bir bîçârenin kýsa fikriyle bu yüksek mertebeleri muhâkeme etmek, yüz derece haddimin fevkindedir. Yalnýz, Kur'ân-ý Hakîmin feyzinden gelen gayet muhtasar bir iki nükteyi söyleyeceðim; belki bu meselede faydasý olacak.



1  Keramet-i Gavsiye Risalesidir. Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer almaktadýr. bk. s. 2083




radyobeyan