26. Lema on birinci rica By: hafiza aise Date: 03 Þubat 2011, 15:06:16
ON BÝRÝNCÝ RÝCA
Esaretten geldikten sonra, Ýstanbul'da Çamlýca tepesinde bir köþkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatým, hayat-ý dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mes'ûdâne bir hayat sayýlabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuþtum; Darü'l-Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip, en âli bir tarzda neþr-i ilme muvaffakiyet vardý. Bana teveccüh eden haysiyet ve þeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice Ýstanbul'un en güzel yeri olan Çamlýca'da oturuyordum. Hem herþeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zekî, fedakâr, hem bir talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ý mâneviyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ut bilirken, aynaya baktým, saçýmda, sakalýmda beyaz kýllarý gördüm.
Birden, esarette, Kosturma'daki camideki intibah-ý ruhî yine baþladý. Onun eseri olarak, kalben merbut olduðum ve medar-ý saadet-i dünyeviye zannettiðim hâlâtý, esbabý tetkike baþladým. Hangisini tetkik ettimse, baktým ki, çürüktür, alâkaya deðmiyor, aldatýyor. O sýralarda, en sadakatli zannettiðim bir arkadaþýmda, umulmadýk bir sadakatsizlik ve hatýra gelmez bir vefasýzlýk gördüm. Hayat-ý dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: "Acaba ben bütün bütün aldanmýþ mýyým? Görüyorum ki, hakikat noktasýnda acýnacak halimize, pek çok insanlar gýptayla bakýyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuþlar? Yoksa þimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanlarý divane görüyorum?"
Her neyse... Ben, ihtiyarlýðýn verdiði þiddetli intibah cihetinde, en evvel, alâkadar olduðum fâni þeylerin fâniliðini gördüm. Kendime de baktým, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere müptelâ olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: "Madem cismen fâniyim; bu fânilerden bana ne hayýr gelebilir? Madem ben âcizim; bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Bâkî-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzým" diyerek taharrîye baþladým.
O vakit, herþeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiðim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya baþladým. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi ulûm-u Ýslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi, pek yanlýþ olarak, maden-i tekemmül ve medar-ý tenevvür zannetmiþtim. Halbuki, o felsefî meseleler ruhumu çok fazla kirletmiþ ve terakkiyât-ý mâneviyemde engel olmuþtu. Birden, Cenâb-ý Hakkýn rahmet ve keremiyle, Kur'ân-ý Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetiþti. Çok risalelerde beyan edildiði gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yýkadý, temizlettirdi.
Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulümat-ý ruhiye, ruhumu kâinata boðduruyordu. Hangi cihete baktým, nur aradým; o meselelerde nur bulamadým, teneffüs edemedim. Tâ, Kur'ân-ý Hakîmden gelen Lâ ilâhe illâ Hû cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak, bütün o zulümatý daðýttý; rahatla nefes aldým. Fakat nefis ve þeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldýklarý derse istinad ederek akýl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münâzarât-ý nefsiye, lillâhilhamd, kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kýsmen o münazaralar yazýlmýþ. Onlara iktifâ edip, burada yalnýz binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için, binler burhandan birtek burhan beyan edeceðim. Tâ ki, gençliðinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namý altýndaki kýsmen dalâlet, kýsmen mâlâyâniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiþ, kalbini hasta etmiþ, nefsini þýmartmýþ bir kýsým ihtiyarlarýn ruhunda temizlik yapsýn; tevhid hakkýnda þeytan ve nefsin þerrinden kurtulsun. Þöyle ki:
Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namýna nefsim dedi ki: "Bu kâinattaki eþyanýn tabiatýyla bu mevcudata müdahaleleri var. Herþey bir sebebe bakar. Meyveyi aðaçtan, hububatý topraktan istemeli. En cüz'î, en küçük birþeyi de Allah'tan istemek ve Allah'a yalvarmak ne demektir?"
O vakit, nur-u Kur'ân ile, sýrr-ý tevhid, þu gelecek surette inkiþaf etti. Kalbim, o mütefelsif nefsime dedi:
En cüz'î ve en küçük þey, en büyük þey gibi, doðrudan doðruya bütün bu kâinat Hâlýkýnýn kudretinden gelir ve hazinesinden çýkar. Baþka surette olamaz. Esbab ise bir perdedir. Çünkü en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiðimiz mahlûklar, bazan san'at ve hilkat cihetinde en büyüðünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan san'atça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyleyse, büyük küçük tefrik edilmeyecek. Ya bütün esbab-ý maddiyeye taksim edilecek, veyahut bütünü birden birtek zâta verilecektir. Birinci þýk muhal olduðu gibi, bu þýk vâciptir. Çünkü birtek zâta, yani, bir Kadîr-i Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatýn intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat'î tahakkuk eden ilmi herþeyi ihata ediyor. Ve madem ilminde herþeyin miktarý taayyün ediyor. Ve madem, bilmüþahede, her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle, nihayetsiz san'atlý masnular vücuda geliyor. Ve madem o Kadîr-i Alîmin, bir kibrit çakar gibi, emr-i kün feyekûn ile, hangi þey olursa olsun icad edebildiðini, hadsiz kuvvetli delillerle çok risalelerde beyan ettiðimiz ve hususan Yirminci Mektup ve Yirmi Üçüncü Lem'anýn âhirinde ispat edildiði gibi, hadsiz bir kudreti var. Elbette, bilmüþahede görülen harikulâde suhulet ve kolaylýk, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor.
Meselâ, nasýl ki göze görülmeyen eczalý bir mürekkeple yazýlan bir kitaba, o yazýyý göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitap birden herbir göze vücudunu gösterip kendini okutturur. Aynen öyle de, o Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhitinde, herþeyin suret-i mahsusasý, bir miktar-ý muayyenle taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak, emr-i kün feyekûn ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazýya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o þeye vücud-u haricî verir, göze gösterir, nukuþ-u hikmetini okutturur.
Eðer bütün eþya birden o Kadîr-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Þeye verilmezse, o vakit sinek gibi en küçük birþeyin vücudunu, dünyanýn ekser nevilerinden hususî bir mizanla toplamak lâzým gelmekle beraber; o küçük sineðin vücudunda çalýþan zerreler, o sineðin sýrr-ý hilkatini ve kemâl-i san'atýný bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü esbab-ý tabiiye ile esbab-ý maddiye, bilbedahe ve umum ehl-i aklýn ittifakýyla, hiçten icad edemez. Öyleyse, herhalde, onlar icad etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak;
hangi zîhayat olursa olsun, ekser anâsýr ve envâýndan nümuneler, içinde vardýr. Adeta kâinatýn bir hülâsasý, bir çekirdeði hükmündedir. Elbette, o halde bir çekirdeði bütün bir aðaçtan, bir zîhayatý bütün rû-yi zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizanla ölçüp toplattýrmak lâzým geliyor. Ve madem esbab-ý tabiiye cahildir, câmiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin, ona göre mânevî kalýba giren zerrâtý eritip döksün, tâ daðýlmasýn, intizamýný bozmasýn. Halbuki herþeyin þekli, heyeti hadsiz tarzlarda olabildiði için, hadsiz had ve hesaba gelmez eþkâller, miktarlar içinde birtek þekil ve miktarda, sel gibi akan anâsýrýn zerreleri daðýlmayarak, muntazaman, miktarsýz, kalýpsýz, birbiri üstünde kitle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücut vermek, ne derece imkândan, ihtimalden, akýldan uzak olduðu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.
Evet, bu hakikate binaen,
(1) 
bu âyet-i azîmenin sýrrýyla,HAÞÝYE bütün esbab-ý maddiye toplansa, onlarýn ihtiyarlarý da olsa, birtek sineðin vücudunu ve o vücudun cihazatýný mizan-ý mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun miktar-ý muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalýþan zerrâtý, muntazaman çalýþtýramazlar. Öyleyse, bilbedahe, esbab bu eþyaya sahip çýkamazlar. Demek Sahib-i Hakikîleri baþkadýr.
Evet, öyle bir Sahib-i Hakikîleri var ki, (2)
âyetinin sýrrýyla, bütün zeminin yüzündeki zîhayatý, bir sineðin ihyâsý kadar kolay yapar. Bir baharý, birtek çiçek kolaylýðýnda icad eder. Çünkü toplamaya muhtaç deðil. Emr-i kün feyekûn'a mâlik olduðundan; ve her baharda hadsiz mevcudat-ý bahariyenin madde-i unsuriyesinden baþka hadsiz sýfât ve ahvâl ve eþkâllerini hiçten icad ettiðinden; ve ilminde herþeyin plâný, modeli, fihristesi ve programý taayyün ettiðinden; ve bütün zerrat Onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herþeyi nihayet kolaylýkla icad eder. Ve hiçbir þey, zerre miktar hareketini þaþýrmaz. Seyyârat mutî bir ordusu olduðu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer. Madem o kudret-i ezeliyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düsturuyla çalýþýyorlar; iþte o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa o küçük, ehemmiyetsiz þahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisap kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud'u gebertir. Karýnca, Firavunun sarayýný harap eder. Zerre gibi küçük çam tohumu, dað gibi koca bir çam aðacýnýn yükünü omuzunda taþýyor. Bu hakikati çok risalelerde ispat ettiðimiz gibi, nasýl ki bir nefer, askerlik vesikasýyla padiþaha intisap noktasýnda, yüz bin defa kendi kuvvetinden fazla, bir þahý esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de, herþey, o kudret-i ezeliyeye intisabýyla, yüz bin defa esbab-ý tabiiyenin fevkinde mucizât-ý san'ata mazhar olabilir.
Elhasýl, herþeyin nihayet derecede hem san'atlý, hem suhuletli vücudu gösteriyor ki, muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir. Yoksa, yüz bin muhal içinde, deðil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çýkýp imtinâ dairesine girecek ve mümkün suretinden çýkýp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir þey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktýr.
Ýþte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir burhanla, þeytanýn muvakkat bir þakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve, lillâhilhamd, tam imana geldi. Ve dedi ki:
Evet, bana öyle bir Hâlýk ve Rab lâzým ki, en küçük hâtýrât-ý kalbimi ve en hafî niyazýmý bilecek; ve en gizli ihtiyac-ý ruhumu yerine getirdiði gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayý âhirete tebdil edecek ve bu dünyayý kaldýrýp âhireti yerine kuracak; hem sineði halk ettiði gibi semâvâtý da icad edecek; hem güneþi semânýn yüzüne bir göz olarak çaktýðý gibi, bir zerreyi de gözbebeðimde yerleþtirecek bir kudrete mâlik olsun. Yoksa, sineði halk edemeyen, hâtýrât-ý kalbime müdahale edemez, niyaz-ý ruhumu iþitemez. Semâvâtý halk edemeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyleyse, benim Rabbim Odur ki, hem hâtýrât-ý kalbimi ýslah eder, hem cevv-i havayý bulutlarla bir saatte doldurup boþalttýðý gibi dünyayý âhirete tebdil edip, Cenneti yapýp, kapýsýný bana açar, "Haydi, gir" der.
Ýþte, ey nefsim gibi bedbahtlýk neticesinde bir kýsým ömrünü nursuz felsefî ve ecnebî fünununa sarf eden ihtiyar kardeþlerim! Kur'ân'ýn lisanýndaki mütemadiyen Lâ ilâhe illâ Hû ferman-ý kudsiyesinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli
ve hiçbir cihette sarsýlmaz ve zedelenmez ve tagayyür etmez kudsî bir rükn-ü imanîyi anlayýnýz ki, nasýl bütün mânevî zulümatý daðýtýr ve mânevî yaralarý tedavi eder!
Bu uzun macerayý, ihtiyarlýðýmýn rica kapýlarý içinde derci, adeta ihtiyarýmla olmadý. Ýstemiyordum, belki usandýracak diye çekiniyordum. Fakat bana yazdýrýldý diyebilirim. Her neyse, sadede dönüyorum.
Saç ve sakalýmdaki beyaz kýllarýn ve bir vefâdârýn sadakatsizliði neticesinde o þâþaalý ve zâhiren tatlý ve süslü Ýstanbul'un hayat-ý dünyeviyesinin ezvâkýndan bana bir nefret geldi. Nefis, meftun olduðu ezvâkýn yerinde mânevî ezvâk aradý. Bu ehl-i gafletin nazarýnda soðuk ve aðýr ve nâhoþ görünen ihtiyarlýkta bir teselli, bir nur istedi. Felillâhilhamd, Cenâb-ý Hakka yüz bin þükür olsun, bütün o hakikatsiz, tatsýz, akýbetsiz ezvâk-ý dünyeviye yerine, hakikî, daimî ve tatlý ezvâk-ý imaniyeyi Lâ ilâhe illâ Hû'da ve nur-u tevhidde bulduðum gibi, ehl-i gafletin nazarýnda soðuk ve sakîl görünen ihtiyarlýðý, o nur-u tevhidle çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm.
Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem sizlerde iman var ve madem imaný ýþýklandýran ve inkiþaf ettiren namaz ve niyaz var. Ýhtiyarlýðýnýza ebedî bir gençlik nazarýyla bakabilirsiniz. Çünkü onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakikî soðuk ve sakîl ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlýk ise, ehl-i dalâletin ihtiyarlýklarýdýr, belki de onlarýn gençlikleridir. Onlar aðlamalý, onlar "Vâ esefâ, vâ hasretâ!" demeli. Sizler, ey muhterem imanlý ihtiyarlar, "Elhamdü lillâhi alâ külli hal" deyip mesrurâne þükretmelisiniz.
1 Hac Sûresi, 22:73.
2 "Sizin yaratýlmanýz da, diriltilmeniz de, tek bir kiþinin yaratýlýp diriltilmesi gibidir." Lokman Sûresi, 31:28.