Lemalar
Pages: 1
28. Lema tenbih By: hafiza aise Date: 02 Þubat 2011, 22:59:18
TENBÝH

Ýki küçük hikâye

Birincisi: Bundan on beþ sene evvel Rusya'nýn þimâlinde esir olduðum zaman doksan esir zabitlerimizle beraber büyük bir fabrika koðuþunda bulunuyorduk. Sýkýntý ve ruh darlýðýndan çok münakaþalar, gürültüler oluyordu. Umumun bana karþý ziyade hürmetleri olduðundan teskin ediyordum. Sonra, sükûneti muhafaza için dört-beþ zabiti tâyin ettim. Ve dedim; "Hangi köþede bir gürültü iþittiniz, hemen yetiþiniz. Hangi taraf haksýz ise ona yardým ediniz." Hakikaten bu tedbir ile gürültünün önü alýndý. Benden soruldu: "Ne için haksýza yardým ediniz, diyorsun?"

Cevaben, o zaman demiþtim ki: "Haksýz insafsýzdýr. Bir dirhem menfaatýný kýrk dirhem istirahat-ý umumiye için býrakmaz. Haklý adam ise insaflý olur. Bir dirhem hakkýný, sükûnet-i umumiyedeki kýrk dirhem arkadaþýnýn menfaatýna fedâ eder, býrakýr. Gürültü kalkar, sükûnet iade edilir. Bu koðuþtaki doksan zât istirâhat eder. Eðer, haklýya muâvenet edilse, gürültü daha ziyadeleþecek. Bu nev' hayat-ý içtimâiyede, menfaat-ý umumiyenin ehemmiyeti nazara alýnýr."

Ýþte ey kardeþlerim! Bu hayatýn, bu içtimaýmýzda, "Bu kardeþim bana haksýzlýk etti" diye "küstüm" demeyiniz. Bu pek hatâdýr. O arkadaþýn sana bir dirhem zarar vermiþ ise, sen küsmekle kýrk dirhem bizlere zarar veriyorsun. Belki kýrk lira Risâle-i Nur'a zarar vermek muhtemeldir. Fakat lillâhilhamd pek haklý ve kuvvetli müdâfaatýmýz, arkadaþlarýn mükerrer isticvâba gitmelerinin önünü aldýðýndan, fesâdýn önü alýndý. Yoksa, birbirinden küsmüþ kardeþler, bir sinek kanadý kadar küçük bir çöpün göze girmesi gibi veyahut bir kývýlcýmýn baruta düþmesi gibi, az bir garazla büyük bir zarar verebilirdi.

Ýkinci hikâye: Bir vakit ihtiyar bir kadýnýn sekiz oðlu varmýþ. Herbirisine mevcut sekiz ekmekten birer ekmek verdi, kendine kalmadý. Sonra, herbirisi ekmeðinin yarýsýný ona verdi. Onun ekmeði dört oldu; ötekiler yarýya indi.

Kardeþlerim, ben de kýrkýnýzýn herbirinin musîbet hissesinin mânevî eleminin yarýsýný kendimde hissediyorum. Kendi þahsýma âit elemi, aldýrmýyorum. Bir gün fazla muztar bulundum, "acaba hatamýn cezâsý mýdýr çekiyorum" diye geçmiþ hâleti tetkik ettim. Gördüm ki, bu musîbeti kaynatmaya ve tahrik etmeye hiçbir cihette müdahalem olmadýðýný ve bilâkis kaçmak için mümkün tedbirleri istimâl ediyordum. Demek, bu bir kazâ-yý Ýlâhîdir. Ve bil-iltizam bir seneden beri müfsidlerin tarafýndan aleyhimize ihzâr ediliyordu. Kaçýnmak kàbil deðildi. Alâküllihâl baþýmýza geçirecek idiler. Cenâb-ý Hakka yüz bin þükür ki, musîbeti yüzden bire indirdi.

Ýþte bu hakîkata binaen "Senin yüzünden bu belâyý çektik" diye minnet etmeyiniz. Belki beni helâl ediniz. Ve bana dua ediniz. Hem birbirinizi tenkid etmeyiniz. Demeyiniz ki: "Sen böyle yapmasaydýn, böyle olmayacaktý." Meselâ, bir kardeþimiz iki üç imza sahibini söylemesiyle, müfsidlerin pek çok zâtlarý belâya atmak için düþündükleri plâný küçültüp, çoklarýný kurtarmýþ. Deðil zarar, belki büyük menfaat olmuþ. Çok mâsumlarýn bu belâdan kurtulmasýna bir vesile oldu.

Said Nursî

Kardeþlerimden ricâ ederim ki:

Sýkýntý veya ruh darlýðýndan veya titizlikten veya nefis ve þeytanýn desiselerine kapýlmaktan veya þuursuzluktan arkadaþlardan sudur eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve "Haysiyetime dokundu" demesinler. Ben o fena sözleri kendime alýyorum. Damarýnýza dokunmasýn, bin haysiyetim olsa kardeþlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete fedâ ederim.

Said Nursî


Bu parça çok kýymetlidir. Tâ ikinci Nükteye kadar herkese faydasý var.

Eskiþehir Hapishanesinde, sû-i ahlâktan deðil, belki sýkýntýdan gelen nâhoþ bazý haller münâsebetiyle, ahlâka dâir bir nükte ile, meþhur bir âyetin mestur kalmýþ bir nüktesine dâirdir.

BÝRÝNCÝ NÜKTE

Cenâb-ý Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalýklar içinde muaccel bir mücâzat derc etmiþtir. Hasenâtýn içinde, âhiretin sevâbýný andýracak mânevî lezzetler, seyyiâtýn içinde, âhiretin azâbýný ihsâs edecek mânevî cezâlar derc etmiþtir.

Meselâ, mü'minler mâbeyninde muhabbet, ehl-i îmân için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddî sevâbýný andýracak mânevî bir lezzet, bir zevk, bir inþirâh-ý kalb derc edilmiþtir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.

Meselâ, mü'minler mâbeyninde husûmet ve adâvet bir seyyiedir. O seyyie içinde, kalb ve rûhu sýkýntýlarla boðacak bir azâb-ý vicdânîyi, âlicenap ruhlara hissettirir. Ben kendim, belki yüz defadan fazla tecrübe etmiþim ki, bir mü'min kardeþe adâvetim vaktinde, o adâvetten öyle bir azap çekiyordum; þüphe býrakmýyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezâdýr, çektiriliyor.

Meselâ, hürmete lâyýk zâtlara hürmet ve merhamete lâyýk olanlara merhamet ve hizmet, bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevâb-ý uhrevîyi ihsâs eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardýr ki, hayatýný fedâ etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri getirir. Validenin çocuða merhametindeki þefkat vasýtasýyla kazandýðý zevk ve mükâfat için hayatýný o merhamet yolunda fedâ etmek dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldýran bir tavuk, hayvânât milletinde bu hakikate bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlihimmet ve âlicenap insanlar onlarý hisseder ki, kahramanâne bir vaziyet alýyorlar.

Hem, meselâ, hýrs ve israfta öyle bir cezâ var ki, þekvâlý, meraklý, mânevî ve kalbî bir cezâ insaný sersem eder. Ve haset ve kýskançlýkta öyle bir muaccel cezâ var ki, o haset, haset edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatte öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevap, fakr ve hâcâtýn belâsýný ve elemini izâle eder.

Hem, meselâ, gurur ve kibirde öyle bir aðýr bir yük var ki, maðrur adam herkesten hürmet ister; ve istemek sebebiyle istiskal gördüðünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terk-i enâniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki, aðýr bir yükten ve kendini soðuk beðendirmekten kurtarýr.

Hem, meselâ, sûizan ve sû-i te'vilde, bu dünyada muaccel bir cezâ var. "Men dakka dukka" kaidesiyle, sûizan eden, sûizanna mâruz olur. Mü'min kardeþinin harekâtýný sû-i te'vil edenlerin harekâtý, yakýn bir zamanda sû-i te'vile uðrar, cezâsýný çeker.

Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ý hasene ve seyyie bu mikyâsa göre ölçülmeli. Ben rahmet-i Ýlâhiyeden ümid ederim ki, Risale-i Nur'dan bu zamanda tezâhür eden mânevî i'câz-ý Kur'ânîyi zevk eden zâtlar, bu mânevî ezvâký hissederler; sû-i ahlâka müptelâ olmayacaklar, inþaallah.

Bazý kýsýmlarý buraya derc edilen bu risalenin tamamý teksir Lem'alar mecmuasýnda neþredilmiþtir.

ÝKÝNCÝ NÜKTE

Yirmi Ýkinci Nüktenin Ýkincisidir.


(1)

Þu âyet-i kerimenin zâhir mânâsý çok tefsirlerin beyanýna göre yüksek i'câz-ý Kur'âniyeyi göstermediðinden, çok zaman zihnime iliþiyordu. Kur'ân'ýn feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek mânâlarýndan üç veçhini icmâlen beyan edeceðiz.

BÝRÝNCÝSÝ: Cenâb-ý Hak, Resulüne ait olabilecek bazý halleri, Resulünü tekrim ve teþrif noktasýnda bazan kendine isnad eder. Ýþte, burada da, "Resulüm sizden vazife-i risalet ve teblið-i ubudiyet hizmetine mukabil, sizden bir ecir ve ücret ve mükâfat, bir it'âm istemez" mânâsýnda, "Ben sizi ibadet için halk etmiþim, Bana rýzýk vermek ve it'âm etmek için deðil" meâlindeki âyet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ait it'âm ve irzâký murad etmek gerektir. Yoksa, gayet bedihî bir malûmu ilâm kabilinden olur, i'câz-ý Kur'ân'ýn belâgatine uygun gelmez.

ÝKÝNCÝ VECÝH: Ýnsan rýzka çok müptelâ olduðu için, rýzka çalýþmak bahanesi, ubudiyete mâni tevehhüm edip kendine bir özür bulmamak için, âyet-i kerime diyor ki:

"Siz ubudiyet için halk olunmuþsunuz. Netice-i hilkatiniz ubudiyettir. Rýzka çalýþmak, emr-i Ýlâhî noktasýnda bir nevi ubudiyettir. Benim mahlûkatým ve rýzýklarýný deruhte ettiðim nefisleriniz ve iyâliniz ve hayvânâtýnýzýn rýzkýný tedarik etmek, adeta Bana ait rýzýk ve it'âmý ihzar etmek için yaratýlmamýþsýnýz. Çünkü Rezzak Benim. Sizin müteallikatýnýz olan ibâdýmýn rýzkýný Ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terk etmeyiniz."

Eðer bu mânâ olmazsa, Cenâb-ý Hakka rýzýk vermek ve it'âm etmek muhâliyeti bedihî ve malûm olduðundan, ilâm-ý malûm kabilinden olur. Ýlm-i belâgatte bir kaide-i mukarreredir ki, bir kelâmýn mânâsý malûm ve bedihî ise, o mânâ murad deðil, onun bir lâzýmý, bir tâbii muraddýr. Meselâ, sen birisine desen "Sen hafýzsýn," o malûmunu ilâm kabilinden olur. Demek maksud mânâsý budur ki, "Ben senin hafýz olduðunu biliyorum." Bildiðimi bilmediði için ona bildiriyorum.

Ýþte, bu kaideye binaen, âyet, Cenâb-ý Hakka rýzýk vermeyi ve it'âm etmeyi nefyetmekten kinaye olan mânâ þudur:

"Bana ait olup ve rýzýklarýný taahhüt ettiðim mahlûkatýma rýzýk yetiþtirmek için halk olunmamýþsýnýz. Belki asýl vazifeniz ubudiyettir. Evâmirime göre rýzka çabalamak da bir nevi ibadettir."

ÜÇÜNCÜ VECÝH: Sûre-i Ýhlâsta, nasýl ki (2)   zâhir mânâsý malûm ve bedihî olduðundan, o mânânýn bir lâzýmý muraddýr. Yani, "Valide ve veledi bulunanlar ilâh olamazlar" mânâsýnda ve Hazret-i Ýsâ (a.s.) ve Üzeyr (a.s.) ve melâike ve nücumlarýn ve gayr-ý hak mâbudlarýn ulûhiyetlerini nefyetmek kastýyla, "ezelî ve ebedî" mânâsýnda, Cenâb-ý Hakkýn gayet bedihî ve malûm hükmettiði gibi, aynen onun gibi, bu misalimizde de "Rýzýk ve it'âm kabiliyeti olan eþya, ilâh ve mâbud olamazlar" mânâsýnda, "Mâbudunuz olan Rezzâk-ý Zülcelâl, sizden kendine rýzýk istemez ve siz Onu it'âm için yaratýlmamýþsýnýz" meâlindeki, "Rýzka muhtaç ve it'âm edilen mevcudat, mâbudiyete lâyýk deðiller" demektir.

Said Nursî


(3)
Refet,
âyet-i celilesindeki kelimesinin mânâsýný merak edip sormasý münasebetiyle ve hapiste sabah namazýndan sonra sairler gibi yatmasýndan gelen rehavet dolayýsýyla, elmas gibi kalemini atâlete uðratmamak için yazýlmýþtýr.

Uyku üç nevidir.

BÝRÝNCÝSÝ: Gaylûledir ki, fecirden sonra, tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardýr. Bu uyku, rýzkýn noksaniyetine ve bereketsizliðine hadisçe sebebiyet verdiði için, hilâf-ý sünnettir. Çünkü rýzýk için sa'y etmenin mukaddemâtýný ihzar etmenin en münasip zamaný, serinlik vaktidir. Bu vakit geçtikten sonra bir rehavet ârýz olur. O günkü sa'ye ve dolayýsýyla da rýzka zarar verdiði gibi, bereketsizliðe de sebebiyet verdiði, çok tecrübelerle sabit olmuþtur.

ÝKÝNCÝSÝ: Feylûledir ki, ikindi namazýndan sonra, maðribe kadardýr. Bu uyku ömrün noksaniyetine, yani, uykudan gelen sersemlik cihetiyle, o günkü ömrü nevm-âlûd, yarý uyku kýsacýk bir þekil aldýðýndan, maddî bir noksaniyet gösterdiði gibi, mânevî cihetiyle de, o gün hayatýnýn maddî ve mânevî neticesi ekseriya ikindiden sonra tezahür ettiðinden, o vakti uykuyla geçirmek, o neticeyi görmemek hükmüne geçtiðinden, güya o günü yaþamamýþ gibi oluyor.

ÜÇÜNCÜSÜ: Kaylûledir ki, bu uyku sünnet-i seniyyedir.3 Duhâ vaktinden, öðleden biraz sonraya kadardýr. Bu uyku, gece kýyamýna sebebiyet verdiði için sünnet olmakla beraber, Ceziretü'l-Arabda, vaktü'z-zuhr denilen þiddet-i hararet zamanýnda bir tatil-i eþgal, âdet-i kavmiye ve muhitiye olduðundan, o sünnet-i seniyyeyi daha ziyade kuvvetlendirmiþtir. Bu uyku hem ömrü, hem rýzký tezyide medardýr. Çünkü yarým saat kaylûle, iki

saat gece uykusuna muadil gelir. Demek, ömrüne hergün bir buçuk saat ilâve ediyor. Rýzýk için çalýþmak müddetine, yine bir buçuk saati, ölümün kardeþi olan uykunun elinden kurtarýp yaþatýyor ve çalýþmak zamanýna ilâve ediyor.

Said Nursî




1 "Cinleri ve insanlarý ancak Bana ibadet etsinler diye yarattým. Ben onlardan bir rýzýk istemiyorum; Beni doyurmalarýný da istemiyorum. Þüphesiz ki rýzýk veren., mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan Allah'týr" Zâriyât Sûresi, 51:56-58.

2 "O doðmamýþ ve doðurulmamýþtýr." Ýhlâs Sûresi, 112:3.

3"Yahut onlar gündüz uykusundayken." A'râf Sûresi, 7:4.


radyobeyan