28. Lema By: hafiza aise Date: 02 Þubat 2011, 21:20:35
YÝRMÝ SEKÝZÝNCÝ LEM'A
( Bu Lem'anýn Birinci Meselesi "Ýkinci Keramet'i Aleviye"dir ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer almaktadýr.)
(Sadâkatte namdar, safvet-i kalbde mümtaz Süleyman Rüþtü ile bir muhâvere-i lâtife münasebetiyle)
Büyük bir âyetin küçük bir nüktesidir.
Þöyle ki:
Güz mevsiminde, sineklerin terhisat zamanýna yakýn bir vakitte, hodgâm insanlar, cüz'î tâcizleri için sinekleri itlâf etmek üzere hapishanedeki odamýzda bir ilâç istimâl ettiler. Benim fazla rikkatime dokunmuþtu. Odamda çamaþýr ipi vardý. Bilâhare, o insanlarýn inadýna, sinekler daha ziyade çoðaldýlar. Akþam vaktinde, o küçücük kuþlar, o ip üstünde gayet muntazam diziliyorlardý. Çamaþýrlarý sermek için Rüþtü'ye dedim: "Bu küçücük kuþlara iliþme; baþka yere ser." O da, kemâl-i ciddiyetle, dedi ki: "Bu ip bize lâzýmdýr; sinekler baþka yerde kendilerine yer bulsun."
Her ne ise... Bu lâtife münâsebetiyle, seher vaktinde, sinek ve karýnca gibi kesretli küçük hayvanlardan bahis açýldý. Ona dedim ki:
Böyle nüshalarý çoðalan nevilerin ehemmiyetli vazifeleri ve kýymetleri vardýr. Evet, bir kitap, kýymeti nisbetinde nüshalarý teksir edilir. Demek, sinek cinsi de ehemmiyetli vazifesi ve büyük kýymeti var ki, Fâtýr-ý Hakîm, o küçücük kaderî mektuplarý ve kudret kelimelerinin nüshalarýný çok teksir etmiþ. Evet, Kur'ân-ý Hakîmin (1) 
yani, "Cenâb-ý Haktan baþka, bütün esbab ve ulûhiyetleri ehl-i dalâlet tarafýndan dâvâ edilen âliheler içtimâ etse, bir sineði halk edemezler. Yani, sineðin hilkati öyle bir mûcize-i Rabbâniyedir ve bir âyet-i tekvîniyedir ki, bütün esbab toplansa, onun mislini yapamazlar, o âyet-i Rabbâniyeye muâraza edemezler, taklidini yapamazlar" meâlindeki âyetine ehemmiyetli bir mevzu teþkil eden ve Nemrud'u maðlûp eden; ve Hazret-i Mûsâ (a.s.) onlarýn tâcizlerine karþý müþtekiyâne, "Yâ Rab, bu muacciz mahlûklarý ne için bu kadar çoðaltmýþsýn?" deyince, ilhâmen cevap gelmiþ ki: "Sen bir defa sineklere itiraz ettin. Bu sinekler çok defa sual ediyorlar ki: 'Yâ Rab, bu koca kafalý beþer Seni yalnýz bir lisân ile zikrediyor. Bazý da gaflet ediyor. Eðer yalnýz kafasýndan bizleri halk etseydin, binler lisân ile Sana zikredecek bizim gibi mahlûklar olurlardý"' diye, Hazret-i Mûsâ'nýn (a.s.) þekvâsýna bin itiraz kuvvetinde hikmet-i hilkatini müdafaa eden sineðin; hem gayet nezâfetperver, her vakit abdest alýr gibi yüzünü, gözünü, kanatlarýný temizleyen bu tâife, elbette mühim bir vazifesi vardýr. Hikmet-i beþeriyenin nazarý kàsýrdýr; daha o vazifeyi ihâta edememiþ.
Evet, Cenâb-ý Hak, nasýl ki deniz yüzünü temizlemek ve her günde milyarlarla vefiyat bulunan hayvânât-ý bahriye cenazeleriniHAÞÝYE 1 toplamak ve deniz yüzünü cenazelerle âlûde, müstekreh manzaradan kurtarmak için, sýhhiye memurlarý nev'inden gayet muntazam âkilüllâhm bir kýsým hayvânâtý halk etmiþ. Eðer o bahriye sýhhiye memurlarý gayet muntazam vazifelerini îfâ etmeseydiler, deniz yüzü ayna gibi parlamayacaktý. Belki hazîn ve elîm bir bulanýklýk gösterecekti.
Hem her günde milyarlarla yabanî hayvanlar ve kuþlarýn cenazelerini toplamakla rû-yi zemini o taaffünattan temizlemek ve zîhayatlarý o elîm, hazîn manzaralardan kurtarmak için, nezafet ve sýhhiye memurlarý hükmünde olan kartallar misilli, kerâmetkârâne, gizli ve uzak, beþ altý saat mesafeden bir sevk-i Rabbânî ile o cenazenin yerini hisseden, giden ve kaldýran âkilüllâhm kuþlarý ve vahþî hayvanlarý halk etmiþ. Eðer bu berriye sýhhiyeleri gayet mükemmel, intizamperver ve vazifedar olmasa idiler, zemin yüzü aðlanacak bir þekil alacaktý.
Evet, âkilüllâhm hayvanlarýn helâl rýzýklarý, vefat etmiþ hayvanlarýn etleridir. Hayatta olan hayvanlarýn etleri onlara haramdýr. Eðer yeseler, cezâ görürler.(2)
(ev kemâ kàl). Yani, "Boynuzsuz olan hayvanýn kýsâsý kýyâmette
boynuzludan alýnýr" diye ifade-i hadîsiye gösteriyor ki: Gerçi cesetleri fenâ bulur; fakat ervahlarý bâkî kalan hayvânât mâbeyninde dahi, onlara münâsip bir tarzda, dâr-ý bekàda mücâzat ve mükâfatlarý vardýr. Ona binâen, canavarlara sað hayvanlarýn etleri haramdýr, denilebilir.
Hem küçücük hayvanlarýn cenazelerini ve nimetin küçücük parçalarýný ve tanelerini toplamak vazifesiyle karýncalarý nezâfet memurlarý olarak, hem nimet-i Ýlâhiyenin küçücük parçalarýný teleften ve çiðnemekten ve hakàretten ve abesiyetten sýyânet etmekle ve küçücük hayvânâtýn cenazelerini toplamakla, sýhhiye memurlarý gibi tavzif olunmuþlar.
Aynen onlardan daha mühim, sinekleri dahi, insanýn gözüne görünmeyen, hastalýklarýn mikroplarýný ve madde-i semmiyeyi temizlemekle, sinekler muvazzaftýrlar. Deðil mikroplarýn nâkýleleri, bilâkis, muzýr mikroplarý mass, yani, emmek ve yemekle o mikroplarý imhâ, o madde-i semmiyeyi istihâleye uðratýrlar, çok sârî hastalýklarýn önünü alýrlar. Hem sýhhiye neferleri, hem tanzifat memurlarý, hem kimyager olduklarýna ve geniþ bir hikmete mazhar bulunduklarýna delil ise, onlarýn gayet kesretidir. Çünkü kýymettar, menfaattar þeyler teksir edilir.HAÞÝYE 2
Ey hodgâm insan! Sineklerin binler hikmet-i hayatiyesinden baþka, sana âit bu küçücük faydasýna bak, sinek düþmanlýðýný býrak: Çünkü, gurbette, kimsesiz, yalnýzlýkta sana ünsiyet verdiði gibi, gaflete dalýp fikrini daðýtmaktan seni ikaz eder. Ve lâtif vaziyeti ve abdest almasý gibi yüzünü, gözünü temizlemesiyle, sana abdest ve namaz, hareket ve nezâfet gibi vazife-i insâniyeti ihtar eder ve ders veren sineði görüyorsun.
Hem sineðin bir sýnýfý olan arýlar, nimetlerin en tatlýsý, en lâtifi olan balý sana yedirdikleri gibi, Kur'ân-ý Mu'cizü'l-Beyânda, vahy-i Rabbânîye mazhariyetle serfirâz olduðundan, onlarý sevmek lâzým gelirken, sinek düþmanlýðý, belki insana dâimâ muâvenete dostâne koþan ve her belâsýný çeken o hayvânâta düþmanlýðý gadirdir, haksýzlýktýr. Muzýrlarýn yalnýz zararlarýný def için mücâdele olabilir. Meselâ koyunlarý kurtlarýn tecâvüzünden korumak için onlara mukàbele edilir. Acaba hararet zamanýndan vücudun idaresinden fazla olan kanýn çoðalmasý ve bulaþýk ve bazý mevâdd-ý muzýrrayý hâmil evridede cereyan eden mülevves kana musallat, belki memur olan sivrisinek ve pireler fýtrî haccâmlar olmasýnlar mý? Muhtemel...

Nefsimle mücâdele ettiðim bir zamanda, nefsim kendinde gördüðü nimet-i Ýlâhiyeyi kendi malý tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe baþladý. Ben ona dedim ki: "Bu mülk senin deðil, emânettir." O vakit nefis gurur ve iftihârý býraktý, fakat tembelliðe baþladý. "Benim malým olmayana ne bakayým? Zâyi olsun, bana ne?" dedi. Birden gördüm: Bir sinek, elime kondu, emânetullah olan gözünü, yüzünü, kanatlarýný güzelce temizlemeye baþladý. Bir neferin mîrî silâhýný, elbisesini güzelce temizlediði gibi, sinek de temizliyordu. Nefsime dedim: "Bak." Baktý, tam ders aldý. Sinek ise, maðrur ve tembel nefsime hoca ve muallim oldu.
Sinek pisliði, týp cihetiyle zararý yok bir maddedir ki, bazan tatlý bir þuruptur. Fakat sinek, yediði binler muhtelif muzýr maddelerin ve mikroplarýn ve semlerin menþei olmakla, sinekler küçücük istihâle ve tasfiye makineleri hükmüne geçmeleri hikmet-i Rabbâniyeden uzak deðildir, belki þe'nindendir. Evet, arýdan baþka sineklerin bazý tâifeleri var ki, muhtelif ve müteaffin maddeleri yerler, mütemâdiyen pislik yerine katre katre þurup damlatýrlar. O semli, müteaffin maddeleri aðaçlarýn yapraklarýna yaðan kudret helvasý gibi tatlý, þifâlý bir þuruba tebdil ederek, bir istihâle makinesi olduklarýný ispat ederler. Bu küçücük fertlerin ne kadar büyük bir milleti, bir tâifesi olduðunu göze gösterirler. "Küçüklüðümüze bakma. Tâifemizin azametine bak, 'Sübhânallah' de" diye lisân-ý hal ile söylerler.

(3)
Âyet-i kerîmenin iþaretiyle, emir ile îcâd oluyor. Ve Kudret hazineleri kâf, nun'dadýr. Bu sýrr-ý dakîkin vücûh-u kesîresinden birkaç veçhi Risalelerde zikredilmiþtir. Burada, hurûf-u Kur'ân'ýn, hususen sûrelerin baþlarýndaki mukattaât-ý hurûfun hâsiyetlerine ve fezâillerine ve tesirât-ý maddiyelerine dâir vürûd eden hadisleri, þu asrýn nazar-ý maddîsine takrib etmek için, maddî bir misâl üzerinde o sýrrýn tefhîmine çalýþacaðýz. Þöyle ki:
Zât-ý Zülcelâl olan Sahib-i Arþ-ý Âzamýn, mânevî bir merkez-i âlem ve kalb ve kýble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatýn tedbirine medar dört arþ-ý Ýlâhîsi var:
Biri, hýfz ve hayat arþýdýr ki, topraktýr. Ýsm-i Hafîzin ve Muhyînin mazharýdýr.
Ýkinci arþ, fazl ve rahmet arþýdýr ki, su unsurudur.
Üçüncüsü, ilim ve hikmet arþýdýr ki, unsur-u nurdur.
Dördüncüsü, Emir ve irâdenin arþýdýr ki, unsur-u havadýr.
Basit topraktan, hadsiz hâcât-ý hayvâniye ve insâniyeye medâr olan maâdin ve hadsiz muhtelif nebâtâtýn basit bir unsurdan, kemâl-i intizam ile, vahdetten hadsiz kesret, basitten nihâyetsiz muhtelif envâ, sade bir sayfada hadsiz muntazam nukùþ gözümüzle gördüðümüz gibi; suyun, hususen hayvânât nutfelerinin su gibi basit bir madde iken hadsiz mûcizât-ý san'atýn muhtelif zîhayatlarda o su ile tezâhürü gösteriyor ki: Bu iki arþ misilli, nur ve hava dahi, besâtetleriyle beraber, Nakkàþ-ý Ezelînin ve Alîm-i Zülcelâlin kalem-i ilim ve emir ve irâdesine, evvelki iki arþ gibi, acâib-i mûcizâtýnýn mazharlarýdýrlar.
Nur unsurunu þimdilik býrakýp, meselemiz münâsebetiyle, küre-i arza göre emir ve irâde arþý olan unsur-u havanýn içinde emir ve irâdenin acâibini ve garâibini örten perdenin bir derece keþfine çalýþacaðýz. Þöyle ki:
Biz nasýl ki aðzýmýzdaki hava ile hurûfat ve kelimâtý ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. Yani, havada, âdetâ zamansýz bir anda, bir kelime bir habbe olup hâric-i havada sünbüllenir; küçük büyük hadsiz ayný kelimeyi câmi bir havayý sünbül veriyor. Unsur-u havâiyeye bakýyoruz ki: O derece emr-i kün feyekûn'a mutî ve musahhar ve emirberdir ki, güya herbir zerresi bir nefer gibi, muntazam bir ordunun her dakika emrini bekler; zamansýz, en uzak zerreden, emr-i kün'den cilveger olan bir irâdenin imtisâlini, itaatini gösterir.
Meselâ, âhize ve nâkýle radyo makineleri vasýtasýyla, havanýn hangi yerinde olursa olsun, bir nutk-u beþerî bütün küre-i arzýn her tarafýndan-radyo âhizeleri bulunmak þartýyla-zamansýz, ayný nutuk, ayný anda, herbir yerde iþitilmesi, emr-i kün feyekûn'un cilvesine ne derece kemâl-i imtisâl ile herbir zerre-i havâiyede itaat ettiðini gösterdiði gibi; havada sebatsýz vücudlarý bulunan hurûfâtýn, kudsiyet keyfiyetiyle, bu sýrr-ý imtisâle göre, çok tesirât-ý hâriciyeye ve hâsiyât-ý maddiyata inkýlâb ve gaybý þehâdete tahavvül ettirir bir hâsiyet onlarda görünüyor.
Ýþte bunun gibi, hadsiz emârelerle gösteriyor ki, mevcudât-ý havâiye olan hurûfun, hususen hurûf-u kudsiyenin ve Kur'âniyenin, hususen evâil-i sûredeki þifre-i Ýlâhiyenin hurûfâtý, muntazam ve nihâyetsiz hassas ve zamansýz emirleri dinler ve yapar gibi göründüðünden, elbette zerrât-ý havâiyede kudsiyet noktasýnda emr-i kün feyekûn'un cilvesine ve Ýrâde-i Ezeliyenin tecellîsine mazhar hurûfâtýn maddî hassalarýný ve hârika ve mervî faziletlerini teslim ettirir.
Ýþte bu sýrra binâendir ki, Kur'ân-ý Mu'cizü'l-Beyânda bazan kudret eserini, sýfat-ý irâde ve sýfat-ý kelâmdan gelir gibi tâbirâtý, gayet derecede sür'at-i îcad ve gayet derecede inkýyâd-ý eþya ve musahhariyet-i mevcudattan baþka, ayn-ý emir, kudret gibi hükmediyor demektir. Yani, emr-i tekvinden gelen hurûfât, maddî kuvvet hükmünde vücud-u eþyada hükmeder. Ve emr-i tekvînî, âdetâ, ayn-ý kudret, ayn-ý irâde olarak tezâhür eder.
Evet, emir ve irâdenin bu gayet hafî ve vücud-u maddîleri gayet gizli ve havayý âdetâ nim-mânevî, nim-maddî nev'indeki mevcudatta, emr-i tekvînî, ayn-ý kudret gibi âsârý görünüyor; belki ayn-ý kudret olur. Âdetâ mâneviyat ile maddiyâtýn mâbeyninde berzahî olan mevcudâta nazar-ý dikkati celb etmek için, Kur'ân-ý Mu'cizü'l-Beyânýn
ferman ediyor.
Ýþte, evâil-i sûredeki
gibi hurûf-u kudsiye-i þifre-i Ýlâhiye hava zerrâtý içinde, zamansýz münâsebât-ý dakika-i hafiye tellerini ihtizâza getirecek birer düðüm ve birer düðme harfi olduklarýný ve ferþten Arþa mânevî telsiz telefon muhâberât-ý kudsiyeyi îfâ etmeleri, o þifre-i kudsiye-i Ýlâhiyenin þe'nindendir
ve vazifesidir ve gayet mâkuldür.
Evet, havanýn herbir zerresi ve bütün zerrâtý, telsiz, telefon, telgraflar gibi aktâr-ý âlemde münteþir o zerreler emirleri imtisâl ettiklerini ve elektrik ve seyyâlât-ý lâtifeye âhize ve nâkýlelik vazifesi gibi sâir vezâif-i havâiyeden baþka bir vazifesini bir hads-i kat'î ile, belki müþâhede ile ben kendim badem çiçeklerinde gördüm. Aðaçlarýn rû-yi zeminde muntazam bir ordu hükmünde, havâ-yý nesîmînin dokunmasýyla, bir anda ayný emri o âhizeler hükmündeki zerrelerden aldýðý vaziyet-i meþhûdesi bana iki kere iki dört eder derecesinde kat'î bir kanaat vermiþ.
Demek havanýn rû-yi zeminde çevik ve çalak bir hizmetkâr olmasý ve rû-yi zemindeki Rahmân-ý Rahîmin misafirlerine hizmet ettiði gibi; o Rahmân'ýn emirlerini teblið etmek için bütün zerrâtý telsiz telefonun âhizeleri gibi emirber nefer hükmünde evâmir-i kudsiyeyi nebâtâta ve hayvânâta teblið eder. Nefeslere yelpaze, nüfusa nefes, yani, âb-ý hayat olan kaný tasfiye ve nâr-ý hayatî olan hararet-i garîzeyi iþ'âl vazifesini yaptýktan sonra, çýkýp, aðýzda hurûfâtýn teþekkülüne medâr olduðu gibi; pek çok muntazam vazifeleri emr-i kün feyekûn ile icrâ eder.
Ýþte, havanýn bu hasiyetine binâendir ki, mevcudât-ý havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe, yani, âhizelik vaziyetini aldýkça, yani, Kur'ân hurûfâtý olduðundan âhizelik vaziyetini aldýðý ve düðmeler hükmüne geçtiði ve sûrelerin baþlarýndaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ý hafiyenin uçlarýnýn merkezî ukdeleri, düðümleri ve hassas düðmeleri hükmünde olduðundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduðu gibi, vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakþiyeleri de bu hâsiyetten hassalarý ve hisseleri var. Demek o harflerin okumasýyla ve yazmasýyla, maddî ilâç gibi þifâ ve baþka maksatlar hâsýl olabilir.
Said Nursî

(4)
Þu âyet-i azîme çok büyük ve çok âlî ve çok geniþ bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitap yazmak lâzým gelir. Onun o kýymettar cevâhirini baþka zamana tâliken, þimdilik yalnýz birkaç gün evvel tahattur-u hakàik noktasýnda, benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihâtýnda, uzaktan uzaða fikrin nazarýna iliþen bir nüktenin þuâý göründü. O zamanda kaydedemedik; gittikçe tebâud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için, etrafýnda dâirevâri birkaç kelime söyleyeceðiz.
BÝRÝNCÝ KELÝME: Kelâm-ý Ezelî, ilim, kudret gibi bir sýfat-ý Ýlâhiye olduðu cihetle, gayr-ý mütenâhidir. Nihâyetsiz olan birþeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremez.
ÝKÝNCÝ KELÝME: Bir zâtýn vücudunu ihsâs eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. Bir zâtýn kelâmýný iþitmek, bin delil kadar vücudunu, belki þuhud derecesinde, ispat ettiði nokta-i nazarda, bu âyet-i kerîme mânâ-yý iþârîsiyle diyor ki: "Rabb-i Zülcelâlin vücudunu gösteren kelâm-ý Ýlâhînin adedini, denizler mürekkep olsa, aðaçlar kalem olsa, yazsalar, bitiremezler. Yani, bir zâtýn böyle bir kelâmý, vücuduna þuhud derecesinde delâlet ettiðine bedel; Zât-ý Ehad-i Samede, kelâmýn mütekellime delâleti ve ihsâsý gibi had ve hesâba gelmeyen hadsizdir ki, umum denizlerin suyu mürekkep olsa, yazmasýna kifâyet etmez" demektir.
ÜÇÜNCÜ KELÝME: Kur'ân-ý Mu'cizü'l-Beyân hakàik-ý îmâniyeyi umum tabakàt-ý beþere ders verdiði için, tesbit ve tahkik ve iknâ etmek hikmetiyle, bir hakikati zâhiren tekrar ettiði için, ehl-i ilim ve ehl-i kitap bulunan o zaman ulemâ-i Yehûd, Peygamber-i Zîþan Aleyhissalâtü Vesselâmýn ümmîliðine ve kýllet-i ilmine gayet haksýz bir taarruz ettiklerine mânen bir cevaptýr. Þöyle ki:
Âyet-i kerîme der: "Tahkik ve iknâ gibi pek çok hikmetler için ayrý ayrý faydalar nokta-i nazarýnda çok müteaddit neticeleri bulunan bir hakikati, umûmun, bilhassa avâmýn kalbinde yerleþtirmek için, erkân-ý îmâniye gibi herbir meselesi bin mesâil kýymetinde ve binler hakàiký tazammun eden meseleleri ayrý ayrý, mûcizâne tarzlarda tekrarýný, hasr-ý kelâmî ve kusur-u zihnî ve sermâyenin noksâniyetinden deðildir. Belki hadsiz, nihâyetsiz hazine-i ezeliye-i kelâm-ý Ýlâhîden alýnan ve âlem-i gayb hesâbýna âlem-i þehâdete müteveccih olup, cin, ins, ruh, melekle konuþan ve her ferdin kulaðýnda
tanînendâz olan Kur'ân'ýn menbaý bulunan Kelâm-ý Ezelînin kelimâtýný saymak için denizler mürekkep olsa, zîþuurlar kâtip, nebâtâtlar kalem, belki zerratlar kalem ucu olsalar, yine bitiremezler. Çünkü bunlar mütenâhi, o ise nihâyetsizdir."
DÖRDÜNCÜ KELÝME: Mâlûmdur ki, umulmadýk birþeyden kelâmýn sudûru, kelâmý ehemmiyetleþtirir; kendini dinlettiriyor. Hususen cevv-i semâ ve bulutlar gibi büyük cirmlerde tekellümvâri sadâlar dahi ehemmiyetle herkese kendini dinlettiriyor. Hususen dað cesâmetinde bir fonoðrafýn naðamâtý daha fazla kulaðýn nazar-ý dikkatini celb eder. Hususen semâvât tabakalarýný plâklar ittihâz edip küre-i arzýn kafasýna iþittirmek için sudûr eden sadâ-yý semâvî-i Kur'ânîyi, radyo kuvvetiyle, zerrât-ý havâiye o hurûfâta âhize ve nâkýle olduklarý gibi, elbette bu kudsî hurûfât-ý Kur'âniyeye birer ayine, birer lisan, birer ibre ucu, birer kulak hükmüne geçtiðine remzen, Kur'ân-ý Hakîmin hurûfâtýnýn ne derece ehemmiyetli, kýymetli, hâsiyetli, hayatta olduðuna iþareten, âyet mânâ-yý iþârîsiyle diyor ki: "Kelâmullah olan Kur'ân o kadar hayattar ve kýymettardýr ki, onu dinleyen, iþiten kulaklarýn adedi ve o kulaklara giren o kudsî kelimelerin sayýsýný, bütün denizler mürekkep ve melâike kâtip ve zerreler noktalar ve nebatlar ve kýllar kalemler olsa, bitiremezler."
Evet, bitiremezler. Çünkü Cenâb-ý Hak beþerin zayýf, ruhsuz kelâmýnýn adedini havada milyonlar kadar teksir etse, elbette arz ve semâvâtýn Pâdiþâh-ý Bîmisâlinin arz ve semâvâta bakan ve arz ve semâvâtta umum zîþuurlara hitâb eden kelâmýnýn herbir kelimesi zerrât-ý havâiye adedince kelimeler olur.
BEÞÝNCÝ KELÝME: Ýki Harftir.
Birinci Harf: Nasýl ki sýfat-ý Kelâmýn kelimeleri var. Öyle de, Kudretin de mücessem kelimeleri var; Ýlmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcudattýr. Hususen zîhayatlar, hususen küçük mahlûklar, herbiri birer kelime-i Rabbâniyedir ki Mütekellim-i Ezelîye, kelâmdan daha kuvvetli bir surette iþaret eder. Ve onlarýn adedini, denizler mürekkep olsa bitiremezler, demek olduðu mânâsýna dahi þu âyet-i kerîme remzen bakýyor.
Ýkinci Harf: Bütün melâikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi kelâm-ý Ýlâhîdir. Bu kelâmýn kelimâtý elbette gayr-ý mütenâhidir. Saltanat-ý Mutlakanýn nihâyetsiz cünûdunun mütemâdiyen aldýklarý ilhâm ve o emr-i Ýlâhiyenin kelimâtý ne derece çok ve nihâyetsiz olduðunu âyet bize haber veriyor demektir.


(5)
âyetine dâir gayet ehemmiyet kesb etmiþ. Mühim ve mütefennin bir adam bu sual ile bazý hocalarý ilzâm ettiði bir suale muhtasar bir cevaptýr.
SUAL: Deniliyor ki: "Demir yerden çýkýyor; yukarýdan inmiyor ki
denilsin. Neden
dememiþ; zâhiren muvâfýk görülmeyen
demiþ?"
ELCEVAP: Kur'ân-ý Mu'cizü'l-Beyân
kelimesiyle, demirdeki azîm ve çok ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için
demiþ. Çünkü yalnýz demirin zâtýný nazara vermiyor ki, "ihrac" desin. Belki demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev-i beþerin demire ne derece muhtaç olduðunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise aþaðýdan yukarýya çýkmýyor, belki rahmet hazinesinden geliyor. Rahmet hazinesi elbette âlî, yukarý ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarýdan aþaðýyadýr ve muhtaç olan beþerin mertebesi aþaðýdadýr. Elbette in'âm, ihtiyâcýn mâfevkindedir. Onun için, nimetin hazine-i rahmetten beþerin ihtiyâcýna imdâd için gelmesinin hak tâbiri,
dýr, "ihrac" deðildir.
Hem tedricî ihrâcat beþerin eliyle olduðu için, "ihrac" kelimesi ihsan cihetini nazar-ý gaflete hissettirmez. Evet, demirin maddesi murad olunsa, mekân-ý maddî itibarýyla ihraçtýr. Fakat demirin sýfatý ve burada mânâ-yý maksudu olan "nimet" ise, mânevîdir. Bu mânâ-yý maddî, mekâna bakmýyor, belki mânevî mertebeye bakar. Rahmân'ýn hadsiz mertebe-i ulviyetinin bir tecellîsi olan hazine-i rahmetten gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aþaðý mertebeye gönderiliyor. Hak tâbiri
dýr. Bu tâbirle nev-i beþere ihtar eder ki, demir en büyük bir nimet-i Ýlâhiyedir.Evet, nev-i beþerin bütün san'atlarýnýn mâdeni ve terakkiyâtýnýn menbaý ve kuvvetinin medârý demirdir. Ýþte bu azîm nimeti ihtâr için, makam-ý imtinân ve in'âmda, kemâl-i haþmetle
ferman ediyor. Nasýl ki Hazret-i Dâvud'a en mühim bir mûcize olarak (6)
ferman ediyor. Yani, büyük bir peygambere büyük bir mûcize ve büyük bir nimet olarak demiri yumuþatmasýný gösteriyor.
Sâniyen: "Yukarý," "aþaðý" nisbîdir. Küre-i arzýn merkezine göre yukarý ve aþaðý oluyor. Hattâ bize nisbeten aþaðý olan birþey, Amerika kýt'asýna nazaran yukarý oluyor. Demek, merkezden sath-ý arz tarafýna gelen maddeler, sath-ý arzda olanlara göre vaziyeti deðiþir.
Kur'ân-ý Mu'cizü'l-Beyân i'câz lisâný ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menâfii, o kadar geniþ fevâidi vardýr ki, insanýn hânesi olan küre-i arzýn mahzeninden çýkarýlacak âdi bir madde deðildir. Ve rastgele hâcâtta istimâl edilmiþ fýtrî bir mâden deðildir. Belki Hâlik-ý Kâinatýn tarafýndan rahmet hazinesinde ve kâinatýn büyük tezgâhýndan ihzâr edilmiþ bir nimet olarak, "Rabbü's-Semâvâti ve'l-Arz" ünvân-ý haþmetiyle de küre-i arz sekenesinin hâcâtýna medâr olmak için demiri inzâl etmiþ, indirmiþ diye, demirdeki umûmî menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziyâ gibi öyle þümullü faydalarý var ki, kâinat tezgâhýndan gönderiliyor, küre-i arzýn dar anbarýndan deðil. Belki kâinat sarayýndaki büyük hazine-i rahmetten ihzâr edilerek gönderilip, küre-i arzýn anbarýnda yerleþtirilmiþ; o anbardan asýrlarýn ihtiyâcýna nisbeten parça parça ihraç ediliyor.
Kur'ân-ý Azîmüþþân, bu küçük anbardaki parça parça çýkarýlan demiri, yalnýz "sarf etmek" mânâsýný ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübrâdan o nimet-i azîmeyi küre-i arz ile beraber indirdiðini ifade etmek için; yani, bu küre-i arz hânesine en lâzým þey demirdir ki, Hâlik-ý Zülcelâl, güya küre-i arzý güneþten ayýrýp insanlar için indirdiði zaman, demiri de beraber inzâl etmiþ ve ekser ihtiyâc-ý beþer onunla temin edilmiþtir. Kur'ân-ý Hakîm, "Bu demirle iþlerinizi görünüz ve onu çýkarmaya çalýþarak istifade ediniz" diye, mûcizâne ferman ediyor.
Bu âyette hem def-i a'dâya, hem celb-i menâfie medâr iki nimet beyan ediyor. Nüzûl-u Kur'ân'dan evvel demirle ehemmiyetli menâfi-i beþeriye temin edildiði görülmüþ. Fakat istikbalde demirin gayet hârika ve muhayyirü'l-ukùl bir surette, denizde, havada ve karada gezerek küre-i arzý musahhar edip, mevt-âlûd bir hârika kuvveti gösterdiðini ifade için, (7)
kelimesiyle, ihbâr-ý gaybî nev'inden bir lem'a-i i'câz gösteriyor.
Geçmiþ nükteden bahsederken hüdhüd-ü Süleymandan bahis açýldý. Israrcý ve sualci bir kardeþimiz:HAÞÝYE 1 "Hüdhüdün, Cenâb-ý Hakký tavsifte
diyerek mühim makamda, mühim evsâf-ý Ýlâhiye içinde, nisbeten hafif bu vasfýn zikrine sebep nedir?"
Elcevap: Belið bir kelâmýn bir meziyeti þudur ki, söyleyenin ziyade meþgul olduðu san'atýný, meþgalesini ihsâs etsin. Hüdhüd-ü Süleymanî ise, suyu az olan sahrâ-yý Ceziretü'l-Arabda gizli su yerlerini ferâsetle, kerâmetvâri keþfeden bedevî arîfleri gibi, hayvan ve tuyûrun arîfi olarak ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma küngânlýk eden ve su buldurup çýkarttýran mübârek ve vazifedar bir kuþ olmakla, kendi san'atýnýn mikyasçýðýyla Cenâb-ý Hakkýn semâvât ve arzdaki mahfiyâtý çýkarmakla mâbûdiyetini ve mescûdiyetini ispat ettiðini, kendi san'atçýðýyla bilip ifade ediyor.
Evet, hüdhüd pek güzel görmüþ. Çünkü, toprak altýndaki had ve hesaba gelmeyen tohumlarýn, çekirdeklerin, mâdenlerin muktezâ-yý fýtrîsi, aþaðýdan yukarýya çýkmak deðildir. Çünkü ecsâm-ý sakîle ihtiyarsýz, ruhsuz olduðu için, kendi yukarýya çýkamaz; yukarýdan kendi kendine aþaðýya düþebilir. Aþaðýdan, hususen toprak sýkleti altýnda gizlenen bir cisim, câmid omuzundaki aðýr yükü silkip çýkmak, kat'iyyen kendi kendine olamaz. Demek bir kudret-i hârika ile çýkarýlýyor.
Ýþte, hüdhüd, berâhîn-i mâbûdiyet ve mescûdiyetin en gizlisini ve en mühimmini kendi arîfliðiyle bilmiþ, bulmuþ; Kur'ân-ý Hakîm onun hakkýndaki ifadesine bir i'câz vermiþtir.

(8)
âyeti (9)
âyetinde beyan ettiðimiz nüktenin aynýný tazammun edip, hem onu te'yid ediyor, hem onunla teeyyüd ediyor.
Evet, Kur'ân-ý Mu'cizü'l-Beyân Sûre-i Zümer'de (10)
demeyip (11)
demesiyle ifade ediyor ki: "Sekiz nevi hayvânât-ý mübârekeyi size hazine-i rahmetinden, güya Cennetten nimet olarak indirilmiþ, gönderilmiþ." Çünkü o mübârek hayvanlar, bütün cihetleriyle, bütün beþere nimet olduðundan, saçýndan bedevîlere seyyar hâneler, elbiseler, etinden güzel yemekler, sütünden güzel, leziz taamlar ve derilerinden pabuçlar ve saire, hattâ gübreleri mezrûâtýn erzâký ve insanlarýn mahrûkàtý hükmünde olup, güya o mübârek hayvanlar, tecessüm etmiþ ayn-ý nimet ve rahmettirler.
Onun içindir ki, yaðmura "rahmet" nâmý verildiði gibi, bu mübârek hayvanlara da "en'âm" nâmý verilmiþ. Güya nasýlki rahmet tecessüm etmiþ, yaðmur olmuþ; öyle de nimet dahi tecessüm etmiþ, keçi, koyun, öküz ile manda ve deve þekillerini almýþ. Çendan cismânî maddeleri yerde halk olunuyor; fakat nimetiyet sýfatý ve rahmetiyet mânâsý, maddesine tamamiyle galebe ettiðinden, (12)
tâbiriyle, doðrudan doðruya bu mübârek hayvanlarý hazine-i rahmetin birer hediyesi olarak, Hâlik-ý Rahîm, yüksek mertebe-i rahmetinden ve mânevî, âli Cennetinden yeryüzüne indirmiþ.
Evet, nasýl ki bazan beþ paralýk bir maddede beþ liralýk bir san'at derc edilir. O zaman o þeyin maddesi nazara alýnmýyor; san'at noktasýnda kýymet veriliyor: sineðin küçücük maddesi ve içindeki pek büyük san'at-ý Rabbâniye gibi. Bazan beþ liralýk bir maddede beþ kuruþluk bir san'at bulunur; o vakit hüküm maddenindir.
Aynen onun gibi, bazan cismânî bir maddede o kadar nimet ve rahmet mânâsý bulunur ki, yüz defa maddesinden ziyade ehemmiyetli oluyor. Âdetâ cismânî maddesi gizlenir; hüküm, nimetiyet cihetine bakar. Ýþte, demirin pek azîm menâfii ve çok semereleri, onun maddî maddesini gizlediði gibi, mezkûr mübârek hayvanlarýn dahi her cüz'ünde nimet bulunmasý, onlarýn cismânî maddelerini güya nimete kalb ettirmiþ. Onun içindir ki, cismânî maddelerinin hükmü nazara alýnmýþ,
tâbir edilmiþtir.
Evet , 
hakikat itibârýyla sâbýk nükteyi ifade ettikleri gibi, belâgat noktasýnda da ehemmiyetli bir mânâyý mûcizâne ifade ediyorlar. Þöyle ki:
Demir gayet sert fýtratýyla ve gizliliði ve derinliðiyle beraber, her yerde hazýr bulunmak ve hamur gibi yumuþatmak hâsiyetini ihsân ettiðinden, herkes, her yerde, her iþte kolayca elde etmesini ifade etmek için,
tâbiriyle, güya fýtrî ve semâvî nimetler gibi, demir âletlerini yukarý bir tezgâhtan indirip beþerin ellerine verilmiþ gibi kolaylýkla elde ediliyor.
Hem hayvânât cinsinden, sivrisinekten tut, tâ yýlan, akrep, kurt, arslana kadar insanlara zararlý vaziyetleriyle beraber, hayvânâtýn mühimlerinden olan koca manda ve öküz ve deve gibi büyük mahlûkat gayet derece musahhar, mutî; hattâ zayýf bir çocuða da yularýný verip itaat etmek mânâsýný ifade için (13)
tâbiriyle, güya bu mübârek hayvanlar dünya hayvanlarý deðil ki, içinde tevahhuþ ve zarar bulunsun. Belki mânevî bir Cennetin hayvanlarý gibi menfaattar, zararsýzdýrlar. Yukarýdan, yani, rahmet hazinesinden indirilmiþtir, diye ifade ediyor.
Muhtemeldir ki, bazý müfessirlerin bu hayvanlar hakkýnda "Cennetten indirilmiþtir" dedikleri, bu mânâdan ileri gelmiþtir. ZahrýndaHAÞÝYE 2 Kur'ân-ý Hakîmin bir harfi için bir sahife yazýlsa, uzun
Yirmi Sekizinci Lem'a - s.734
olmuþ denilmemeli. Çünkü kelâmullahtýr. Onun için
tâbiri için iki üç sayfa yazýlmakla israf edilmiþ olmaz. Bazan Kur'ân'ýn bir harfi, bir hazine-i mâneviyenin anahtarý olur.
1 "Ey insanlar, size bir misal getirildi. Þimdi onu dinleyin: Sizin ALLAH'ý býrakýp da taptýklarýnýzýn hepsi bir araya gelse, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek onlardan birþey kapacak olsa, onu da geri alamazlar. Ýsteyen de âciz, istenen de..." Hac Sûresi, 22:73.
2 Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2: 235.
3 "Birþeyin olmasýný murad ettiði zaman, Onun iþi sadece 'Ol' demektir; o da oluverir." Yâsin Sûresi, 36:82.
4 "De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsa, hattâ bir o kadarýný daha getirip ilâve etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi." Kehf Sûresi, 18:109.
5 "Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve þiddet, hem de insanlar için faydalar vardýr." Hadîd Sûresi, 57:25.
6 "Demiri de onun için yumuþattýk." Sebe' Sûresi, 34:10.
7 "Onda kuvvet ve þiddet vardýr."
8 "Göklerde ve yerdeki bütün gizlilikleri meydana çýkaran." Neml Sûresi, 27:25.
9 "Sizin için erkekli diþili sekiz çift ehlî hayvan indirdi. Annelerinizin karnýnda sizi üç karanlýk içinde, bir yaratýlýþtan diðerine çevirerek yaratýyor." Zümer Sûresi, 39:6.
10 "Demiri indirdik."
11 "Sizin için erkekli diþili sekiz çift ehlî hayvan yarattý."
12 "Sizin için erkekli diþili sekiz çift ehlî hayvan indirdi."
13 "Ýndirdik."
14 "Sizin için sekiz hayvan indirdi."