Oyun By: meryem Date: 22 Aralýk 2010, 22:18:07
4- Oyun
Kur'ânî hikmet nazarýnda oyun ve eðlenceden daha yavan Ve daha boþ bir þey var mýdýr? Kur'ân-ý Kerim ne zaman dünyevî hayatý alçalt-mak ve küçük düþürmek isterse, bu konuda þu iki lafzý oyun ve eðlence kullanmaktan baþka bir þey yapýyor mu? Bununla beraber Hz.Peygamber, deðeri olan bazý sportif (atýcýlýk ve yarýþ için at yetiþtirilmesi gibi) oyunlarý beyan etmiþtir[131]. Ve Onun ashabýndan bazýlarýna göre[132], zihnini keskinleþtirmek ve gerçek anlamýyla ahlâkî faaliyetin yeniden canlanmasýnda gerekli enerjiyi tekrar elde etmek için insanýn bazen bir eðlence ile dinlenmesi iyidir.Bütün bunlardan Ýslâm ahlâkýnda iki açýk netice çýkmaktadýr: Birincisi, bu ahlâkta iyi ile kötü arasýnda orta bir alan bulunmasýdýr. Ýkincisi, bir iyi niyet müdâhalesinin mubah denen veya sadece hoþgörülen yahut genel olarak biraz tavsiye olunmaya þayeste amelleri, iyi ve Övgüye lâyýk kýlmasýdýr Fakat, durum böyle olunca, Ýslâm'da hükemânm ve büyük zahitlerin ekseriyetinin tâbilerine yasakladýklarý ve hayatýn muhafazasýný icbar eden aþýrý zaruret hali dýþýnda, bazen kendilerine sadece mubah bir amele giriþmeyi, veya bir istisnadan yararlanmayý yahut da en meþru eðilimlerine boyun eðmeyi yasakladýklarý, bu züht ve riyazet nasýl açýklanýr? Gerçekten onlarýn metodu, ona tâbi olmak için deðil, fakat ondan tamamen muhalif tarafý almak için herkesin kendi arzusuna göre hareket etmeþini gerektirmektedir[133]. Onlar, yalnýzca aslî bir ödev veya yetkinlik ' ait bir ödev ile meþgul olmanýn zaruretini beyan ediyorlar. Onlar, açýkça insanýn tam olarak haram þeylerin karþýsýnda davrandýðý gibi, mubah olan þeylerin karþýsýnda da öyle hareket etme mecburiyetini talim ediyorlar. Bu, nazariyenin ayýrd etmede büyük bir itina gösterdiði iki düzeni karýþtýrmak deðil midir? Bu öðretimi, Kur'ân ve hadisinki ile uzlaþtýrabüir miyiz?Onlarýn talebelerini yetiþtirme usulleri konusunda biz, bizzat üstadla-rýnýn talimine istinad ettiðimiz bir cevaba sahip bulunuyoruz. Onlarýn açýkladýklarý üzere, disiplinin bu sertliði, az-çok kýsa bir geçiþ dönemi içinde mübtedîlerin, kendilerini tabî kýlmak zorunda olduklarý tedavi nevinden baþka bir þey deðildir. Bu, insan fýtratý içinde en eski ve en çok yerleþmiþ olan hissî isteðin kuvvetini nefislerinde kýrmak ve böylece akim hakimiyetini hazýrlamak usûlüdür. Nefis üzerinde kolaylýða alýþkanlýðýn yaptýðý uðursuz tesir bilinmektedir. Bu kötülüðü mübtedîlerin nefislerinden kökünden söküp atmak için böylesine sert bir ilacý onlara uygulamakla baþlamak gerekir. Daha sonra normale dönmek üzere aþýrý, mukabil aþýrý ile tedavi edilir. Bir defa onlarýn nefisleri bu ahlâka karþý güçlerin aðýrlýðýndan yükünü hafifletti mi, bu andan itibaren duyularýn kötü karanlýklarý içine kolayca düþmemek için kalbde yeterince aydýnlýða sahip olduklarýna mutmain olarak, onlara yavaþ yavaþ duyularýnýn dizginini koyuvermek imkâný verilecektir. Ayný cins insanî müesseselerin bütününde bu usûl konulduðu zaman, mübtedilerin nefsine karþý bu aðýr þekilde davranma usûlü, zaten yenilik yapma olarak görünmeyecek-tir. Ne zaman insanlar, derin bir tabiat deðiþimi elde etmek isterlerse, her zaman ayný metodu takip etmiþlerdir. Anne çocuðunu memeden kesmek için böyle yapar; hayvan eðiticileri, hayvanlarý alýþtýrmak ve av kuþlarýný terbiye etmek için böyle yaparlar[134].Bizzat zahitlere gelince, mücâdele ve çaba pahasýna kazanýlan bir velayet söz konusu olduðu ölçüde, yaþantýlarýnýn baþlangýcýnda[135] böylesi sertlikleri kendileri için bir kural olarak koymuþ olmalarý, imkânsýz deðildir. Fakat, bu öðrenme merhalesinden sonra, onlar genellikle normal gidiþi takip ederler ve artýk bu sun'î yola baþvurmazlar. Ve onlarýn nihâî merhaleleri esnasýnda, eðer bazen onlarýn mubah bir amelden çekinmelerini görürsek, bu çekinmede mutlaka dinin cevaz verdiðinden zorunlu bir mahrumiyeti ve iradî bir yasaklamayý görmemek gerekir. Çünkü burada onlarýn tutumunu meþru kýlmak için iki açýklama ortaya çýkmaktadýr: Ya onun kullanýmýna onlar için ihtiyaç hissedilmemekte-dir, böylece onlar eþitçe mubah olan iki zýttan birini seçmektedirler. Ya da onlarýn kalbinin hareketini göz önüne almayý ve daima mümkün olan en hayýrlý niyete göre ona yol göstermeyi düþünen bu kimseler, kendileri için ahlâkî deðeri þüpheli olmayan baþka bir ameli seçerek ancak bayaðý bir niyetle teþvik edilmiþ olacaklarý ameli býrakýrlar. O kadar ki, Gazâlî'nin belirttiði gibi, onlarýn ihtiyarlan, açýkça mendup bir amel olan af ile, sadece mubah olan âdil bir cezalandýrma arasýnda, onlarda gerçekten yüksek bir muharrikin zorla kabul ettirdiði yöne göre bir halden diðer hale deðiþmektedir[136]. Amel etmek için, belli bir mühletin bulunmasý ölçüsünde asil ve tamamen makul tutum; þartlar hýzlý bir ameli gerektirdiði zaman, o artýk böyle olmaz. Çünkü o anda edâ edilecek iki ödevi ayýrd etmek gerekir: Amel etmemizi ve iyi niyet üzere olmamýzý. Ýnsan ikinciyi gerçekleþtirmeyi baþaramaz ise, her þeyi ihmal etmek için bir sebep var mýdýr?[137].Bundan dolayý, bu bekleyiþleri ve üstün deðer arayýþlarý içinde hakimlerimiz, asla akýl almazlýða kadar gitmezler. Gerçekten ideal bekleyiþ içinde þerri sürüp gitmesine býrakmak ahlâkî bir tenakuz deðil midir? Ahlâkî veya tabiî zorunluluk bize onu zorla kabul ettirdiði zaman, açlýðýn dayanümazlýklarýný üzerimizde taþýmamýz elbette cesurca, kahramanca, yiðitçe bir þeydir; evlenme ile ahlâkî bir mahzur içine düþmekten-se, bekârlýðýn iðvâlarýna iffetle katlanmak güzel ve yücedir. Hatta istisnalara izin verdiði âyetlerde bile Kur'ân-ý Kerim, bizi bu tahammüllere çaðýrmaktadýr. Fakat imtinanm ötesinde, yalnýz inatçýlýðýn haksýz bir ceza deðil, ayný zamanda Allah'ýn irade ve rýzasýna aykýrý bir duruma geldiði sýnýrlarý vardýr.lak bir sessizÝiði kendisi için bir kural olarak koymuþtu(Krþ. Hakîm et-Tirmizî, Ayný eser, vrk. 367-8). Bu üç fikrin ayný Kur'ânî pasajda nasýl birbiri arkasýndan geldiðini görmemiz çok öðreticidir:
1) îzin verme,
2) Sabýr tavsiyesi,
3) Mülâyemet için ihtiyat[138]
Müslüman hakîm, bu dereceleri görmemezlik edemez. Þu halde o, ahlâkî yüksek bir seviyeye sýký bir ödev imiþ gibi, çok önem verdiði zaman, aþaðýda pekâlâ onun için inmeye cevaz verilen veya gerektiðinde ayak basmak zorunda olunan yer olduðunu bilir. Çünkü yaratýlýþa karþý sonuna kadar giden kaba bir sertleþme, itiraz kabul etmez bir cinayet olacaktýr[139].Kendimizi kurtarmanýn yaný sýra kendimizi harcamak için de, kesin olarak kendimizi istediðimiz gibi kullanamayýz. Ahlâkî kanun bizden bir fedâkârlýk istediði zaman, biz onu serbestçe kabul etmek zorundayýz. O, bizi bir þeyden muaf tuttuðu zaman niçin kraldan fazla kralcý olalým? Ahlâkî kanunun emriyle yaratýlýþýn emrine uymak, þüphesiz yiðitçe niyet böyledir; fakat din bize bunu müsaade ettiði zaman, bizzat kendine merhamet sebebiyle ona uymak yasak deðildir. Bu meþru sübjektif gayelerin aranýþýna yapýlabilecek olan bütün tenkit, onun ahlâkîliðin sadece menfî karakterini almasýdýr.Fakat bize þöyle denilecektir: Ýradenin gayelerini objektif-sübjektif olanlar diye iki sýnýf halinde taksim ettiniz ve ahlâkî deðeri, amacý objektif bir gaye olan iradeye tahsis ettikten sonra, sübjektif gayeleri meþru ve gayr-i meþru halinde taksim ettiniz; buradan sübjektivist bir niyete bahþettiðiniz en iyi takdirin, sadece masum veya hoþ görülebilir olduðu neticesi çýkar. Þu halde hem sübjektif olan ve hem de sübjektiflik vasfýyla deðere sahip olan gayeler yok mudur? Böylece her þahsî menfaat, çaresiz þekilde mahrum edilmese bile, hiç deðilse ahlâkîliðin en aþaðý derecesine, her halükârda geçerli bir saik meydana getirmeksizin atýlmýþ olarak, daima az çok deðerden düþmüþ olmayacak mýdýr? Ancak ahlâkîlikle uzaktan alâkalý hissî menfaat cinsinden olan þey için, bu itibarsýzlýðýn onun üzerine atýlmasýný kabul ediyorum; fakat burada yine gerçek anlamýyla benim ahlâkî menfaatim vardýr. Onun ayný hissî menfaat kaderine maruz býrakýldýðýnýn ve ayný þekilde iradeyi makbul ve muteber olacak surette belirleyen prensipler alanýndan bir yana atýldýðýnýn farkýnda mýsýnýz? Eðer, faziletli ameller yapmaya çalýþýrken, nefsimin, kalbimin temizliði ve aklýmýn nuru, irademin gücü gibi saðlam kaliteleri kazanma arzusu tarafmdan yönetilmiþ isem, tabirlerde çeliþki bulunmaksýzýn, ahlâkî hayrým elde etmeye çalýþan bir iradenin ahlaken iyi bir niyetle hareket-lendirilmediði söylenebilir mi?Buna þöyle cevap vereceðiz: Eski Yunanýn, özellikle Stoacýlarýnki gibi rasyonel bir ahlâk için, böylesine bir niyetin yalnýz iyi deðil, ayný zamanda mümkün en iyi olduðunu kabul etmek gerekir. Eðer nefsin cevheri, hakikati bilmek ve fazileti kabul etmek; ve diðer taraftan her þey için en mükemmel amel, onun cevherinin kemâlini gerçekleþtirmeye doðru yönelen amel ise, ahlâkîliðin son prensibinin bu kemâli araþtýrmaktan baþka bir þey olamayacaðý sonucunu çýkarmak gerekir. Ayrýca bizzat Kur'ânî ahlâk açýsýndan þahsî menfaatin bu iki çeþidini karþýlaþtýrmanýn imkânsýz olduðunu da teslim etmek icap eder. Çünkü, Kur'ân bize, sadece mubah bir husus olarak maddî rahatlýðýn namusluca araþtýrmasýný takdim etti-ðmde, kalbin temizliðini, yalnýz kurtuluþun ve ebedî saadetin[140] bir þartý deðil, ayný zamanda kazanýlmasý için çabamýzý devamlý teþvik ettiði bir deðer unvaný haline getirir [141]O halde þahsî hayrýn bu çeþidinden genel kurala bir istisna yapmak gerekmez mi?Bu sonucun lehine mücâdele eden bütün mülâhazalara raðmen, kemâl prensibi içinde bir mübhemlik ve bundan dolayý kendisinde tek baþýna yüce ahlâkî sebebi meydana getirmekte bir yetersizlik ile karþýlaþýlacaðýna inanýyoruz. Hakikaten çoðu kez, bizzat o kemâl için deðil, fakat onlarýn mükemmelleþtirilmesÝ vasýtasýyla, onlarýn icrasýnýn, Ödevin kuralýna titizlikle boyun eðmiþ olmasýný istemeksizin, belli bir esneklik, amelî bir sür'atlilik ve iyi bir randýman elde etmek için, üstün, aklî ve ahlâkî sýfatlarýmýzýn kemâle erdirilmesine çalýþtýðýmýz vâkîdir. Bu durumda kemâliyete gerçekte bir gaye deðil, fakat baþka gayelere ulaþmak için bir vesile olarak itibar ederiz. Ahlâkî ölçüye göre, onlarýn deðerleri üzerinde iyi hüküm vermek için sýrasýnda o gayelerin deðerlendirmeye tabî tutulmasý gerekecektir. Hatta geri kalanýn hepsini bir yana býrakarak, bu içten kemâli son bir gaye olarak aldýðýmýz zaman, o takdirde her varlýðýn cevherinin kemâlini gerçekleþtirmesi gerektiði bu fýtrî meyli, tatmin etmekten baþka bir þey yapýyor muyuz? Ve model olarak aldýðýmýz tamamýyle saf bu ideal cevher, bize göre bir sanat objesinden baþka bir þeyi temsil ediyor mu? Oysa ne içgüdü, ne sanat zevki, ahlâkýn prensiplerinden deðildir ve böyle de olamazlar. Olsa olsa hep onlarla masumiyet seviyesinde kalýrýz. Eðer nefsin ve aklýn bu kemâlini, yalnýz ihtiyaçlarýmýza veya zevklerimize cevap verici ola-rak deðil, ayný zamanda ister bir ödevin ifâsý, ister onun ifâsý için daha büyük bir kapasite olarak olsun, ahlâkî kuralla münasebet halinde göz önüne alýrsak, durum böyle olmayacaktýr.Böylece, tasdikinde karþýlaþtýðýmýz paradoksa raðmen, bütün meþru sübjektif gayelerin, bizatihi ne kadar farklý olurlarsa olsunlar, onlarýn bu haliyle niyet konusunda farklý olmadýklarý sonucunu çýkarabiliriz. Bu bakýmdan onlarýn deðerleri daima nisbî ve þartlý olmak üzere, ahlâkîliðin sonuncu prensibinin, iradenin tabî ve sadýk kaldýðý deðiþmez objektif bir gaye içinde aranmasý gerekmektedir. Þüphesiz bundan dolayý, onlarýn nefislerini daha da saðlamlaþtýrmak niyetiyle Kur'ân'm, tasadduk edenlerin edâ ettikleri gönül alýcý iþleri yücelttiði âyette, esas niyet Allah'ý hoþnut etmek ve rýzasýný kazanmak olduðundan, bu zikredilen hedefi ancak ikinci ve alt baþlýk olarak bulmaktayýz[142]. Þu halde el-Mekkî, þöyle bakarak geçmesine ve o konuda ýsrar etmemesine raðmen, "Kalb temizliði, nefsin sükûneti, hal ve gidiþin doðruluðu, tabiî bir eðilim üzerine dayandýrýlmýþ veya âdet tarafýndan sürüklenmiþ deðil, fakat disiplin ruhu ile... (aranmýþ olmak zorundadýrlar)"[143] demekte haklýdýr.Þimdi üçüncü kýsmýn incelenmesini ele alalým. [131] Krþ. Nesâî, Suyûtî tarafýndan zikredilmiþtir, Cami', 2/93.
[132] Hz. Ali: ve Ebû Derdâ gibi: Gazâlî tarafýndan zikredilmiþtir, C.IV,s. 321.
[133] Bak. Hakim et-Tirmizî, Kitâbü'r-Riyâzet 345-348.
[134] . Krþ. Hakim et-Tirmizî, Kitâbü'r-Riyâzet, vrk. 364-7; 380: Yine bak, Muhasibi, er-Ri'âye, s.79-80.
[135] Sehl b.AH el-Mervezî hakkýnda þöyle anlatýlmaktadýr: Onun belli bir süre bo-yunca pazardan ancak gözlerini indirmiþ ve kulaklarýný pamukla týkalý olarak geçmek alýþkanlýðý vardý; ayný süre içinde o, baldýzýna gözlerini saklamasýný emretmekteydi. Fakat sonradan bütün bu tedbirleri býrakmýþtý. Tabiîn neslinden ismi zikredilmeyen baþka bir þahýs, ancak namaz kýlma ve yemek zamaný çýkardýðý bir çakýlý daima agzma koyarak bir çok seneler boyunca mut- lak bir sessizÝiði kendisi için bir kural olarak koymuþtu(Krþ. Hakîm et-Tirmizî, Ayný eser, vrk. 367-8).
[136] Krþ. Gazâlî, îhyâ\ G IV, s. 321.
[137] Krþ. Muhasibi, Ri'âye, vrk. 54.
[138] el-Bakara 2/184-5; en-Nisâ 4/25-8.
[139] . Bundan dolayý Mesrûk, þöyle demiþtir: <Krþ. Þâtýbî, Muvafakat, C.I,s.2O5).
[140] Krþ. eþ-Þu'arâ 26/89; Kâf 50/33.
[141] Krþ. ot-Tevbe 9/103; el-Ahzâb 33/33,53.
[142] el-Bakara 2/265.
[143] el-Mekkî, KMu'l-Kýdûb, C.IV, s. 40.