Benim dinim senin dinin Onun dini By: sumeyye Date: 22 Kasým 2010, 14:55:17
Benim Dinim, Senin Dinin, O’nun Dini…
Bu yazýmýzda, Türk toplumunun islama bakýþ serüveninde çok kýsa tarihsel bir seyir yaparak, Ýslam’ýn bizim kültürümüzdeki algýlanýþ biçimi hakkýnda belirleyici çok küçük notlar düþüp, ruhumuzda üstün bir deðeri olduðunu söylediðimiz Ýslam’ýn aslýnda gözleri kamaþtýracak bir düzeyde hayatýmýza alýnýp alýnmadýðýný görmeye çalýþacaðýz. Yoksa maksadýmýz, Türklerin, Muaviye’nin valisi Ubeydullah bin Ziyad ile baþlayýp Kuteybe ile yoðunlaþan ve bugüne uzanan geniþ bir tarihi hikâyesini ortaya koymak deðildir. Görmek istediðimiz yalnýzca, Allah’ýn koyduðu hükümlerin geniþ bir yelpaze içinde geçmiþten günümüze ne kadar duyarlýlýkla ele alýndýðýný görmektir o kadar.
Nazým Paþa’nýn; “Be biz Osmanlýyýz, biz bize benzeriz” diye söylediði meþhur bir sözü vardýr. Dolayýsý ile bizim kültür atlasýmýzdaki her anlayýþ’ýn, her olgu’nun yalnýzca bize ait istisnai renkleri taþýyor olmasý tarihi bir vakýadýr. Yalnýzca bizim toplumsal dokumuza has olan, batý toplumlarýnda benzerini bizdeki kadar büyük ölçekler içinde göremeyeceðimiz ve bizi bütün açýklýðýyla tanýmlayýcý vasýflarýmýzdan biri de, yalnýzca yönetim erki’nin ve aydýnlarýn gösterdiði yolda derin bir iç rahatlýðý ve kendinden geçiren bir biat anlayýþý ile yolumuzu sürdürme anlayýþýmýzdýr. Tarih boyunca hep çok üstün görülen iradelerin buyruklarý tartýþýlmaz deðerde emirler telâkki edilmiþ ve onlara kusursuzca itaat edilmiþtir. Bugün bile insanlarýn sürüler halinde bir yýðýn cemaate kapýlanýp oradan fikir alýp iman tazelemeye duyduklarý ihtiyaç, kýt bir zekâdan ziyade, deva reçetelerini hep baþka iradelerden isteme alýþkanlýðýndandýr. Bu o kadar öyledir ki; bunun öyle olmadýðý söylendiði ölçüde bizzat öyledir. Ve ne yazýk ki, bu tarafýmýz, bizi selamete çýkaracak en faydalý ve en duyarlý yanlarýmýzý elimizden alarak hep baþkalarýnýn ruh üstünlüðüne güvenmemizi kolaylaþtýrmýþtýr. 1924 yýlýnýn ilkbaharý. Erzurum Pasinler’de bir depremde birçok köyün evi yýkýlýr. Zarar gören halk için oraya giden devlet ricâli insanlarla konuþmaya, bilgi toplamaya baþlar. Bir ara yetkili kenarda suskunca duran þahsa sorar: “Hükümet sana kaç lira verse zararýný karþýlayabilirsin?” adam yöre aðzýyla cevap verir: “Valle Padiþeh bilir,” “Baba artýk Padiþah yok, siz onlarý kaldýrdýnýz, söyle bakalým zararýn nedir?” adam yine cevap verir: “ Padiþeh bilir.”(Niyazi Ahmet Banoðlu-Tarihi Öyküler CD2-Genelge ile devrim olmaz) Ýþte bizim insanýmýz, kendi ruhuna kýlavuzluk edecek iradeyi elde edemediði ve kendisini daima yeteneksiz bulduðu için, geleceðini de sürekli hatalý temalar ve þüpheli yollarda aramýþtýr.
Sistem bazen bunun öyle olmadýðýný, zihinsel dönüþümün baþladýðýný ve artýk toplumsal iradenin özgür kalacaðý olgunluða geldiðinizi size hissettirecek dramlarýný ortaya sürer. Ve siz bu noktada; “evet artýk kendime malikim” dediðiniz anda yeniden bir baþka oyunun rolünü üstlenmiþsinizdir. Bu durum sosyal hayatýn bütün alanlarýnda böyle olmuþtur ve böyle sürmektedir. Ýstisna denilecek aykýrýlýklar zaman zaman göze gelse de sistemin boðucu atmosferi içinde kolayca örtülmektedir. Zaten bir devrin ünlü sadrazamý Keçeci Fuat Paþa, halkýn bu suskunluðunu, talepsizliðini ve hareketsizliðini kendisine has nükteli üslubu ile “Halktan, tabandan hiçbir talep gelmediði için biz de pabuççu muþtasý gibi yan taraftan, yabancý sefaretlerden yardým alýyoruz” diyerek durumu özetler. Selçuklulardan Osmanlýya, Osmanlýdan günümüze uzanan kültür atlasýnýn toplumsal geliþim çizgisinde çok þey var gibi görülse bile, özellikle Ýslam’ý, hayatýn bütününü kuþatan bir ilkeler manzumesi olarak görmede, devletin ve halkýn din anlayýþlarýndaki derin farklýlýklarý sürmektedir. Yâni Ýslâm’a ait kavramlarýn dili; her iki tarafta da bütünüyle kitaba uygun düþmemekle beraber, devlet’in ve halk’ýn kendilerini ittifak halinde görmek istediklerinde birbirlerine karþý kullandýklarý müþterek bir dil olmuþtur. Yani Medrese’nin, halkýn, Bâb-ý Âli’nin ve saray’ýn Ýslami algýlamaya bakýþlarý farklý olmuþ ama þartlar gerektirdiðinde bu alan hep bir ittifak hattý olarak kullanýlmýþtýr. Meselâ, dinî duyarlýlýðý hiç olmayan ve hatta Ýslam’a çok ciddi hasým olduklarýný bile söyleyebileceðimiz ittihatçýlar(1), toplumun nezdinde nüfuzlarýný kaybetmeye baþladýklarýnda, kendilerine eski sempati duygularýný yeniden kazandýrabileceði umuduyla, Ramazan ayýnda oruç yiyenlere aðýr cezalar verileceðini bildiren yasalar çýkarýrlar. Yani Ýslam anlayýþý, bizde yönetim yetkisini elinde bulunduranlar tarafýndan, çok yüksek heyecanlarý ilham edecek bir terbiye havasý içinde ele alýnmamýþtýr. Çok büyük bir ekseriyeti okuma yazma bilmeyen halkýn(tebaa) ise Ýslam dinini tanýmasý ve ona duyduðu yakýnlýðý; Kur’an ile bizzat yüz yüze gelme terbiyesi ile deðil, tekkelerin, derviþlerin ve benzeri unsurlarýn güzelliklerini üstün bir zevkle benimsemeleri, eski Türk þaman geleneklerinin Ýslam’a katýlmasý, Hýristiyan ve Yahudilerin Müslüman olduklarýnda buraya kýsmen taþýdýklarý inançlarý ile oluþmuþ heterojen bir harmandýr ki, yaygýnlýðýný bugün bile hâlâ sürdürmektedir. Yâni toplumumuzda Ýslam denildiðinde bütün meþhurluðuna raðmen söz hakký, Kur’an’ýn deðil maalesef halkýn dimaðýna hakim olan diðer unsurlarýndýr. Ama o, onun Kitap’tan olduðunu söyler. Bu konuda kendimizi ve özellikle de geçmiþimizi sorgulamayý ecdadýmýza karþý bir tür nezaketsizlik ya da bir vefasýzlýk telakki edip sorgulamadýðýmýz sürece(*) masallarda yaþamayý sürdürürüz. Ýslam bir bütün olarak, yani hayatýmýzý bütünleyip tamamlayýcý bir din anlayýþý olarak bünyemize tamamen nüfuz etmiþ midir? Buna evet demek o kadar kolay deðil. Bakýnýz, Sultan Alparslan’ýn ve Melikþah’ýn ünlü Selçuklu veziri Nizamü’l- Mülk’ün meþhur eseri “Siyasetname”sinde, sultanlarýn nasýl davranmalarý gerektiði konusundaki tavsiyelerinden birisi de, hafta içinde bir veya iki gün tertip edilmesi gereken ve türlü merasim incelikleri anlatýlan içki(þarap) meclisleridir.(Nizamü’l-Mülk– Siyasetname –XXX.Fasýl) Osmanlý’da ise devletin Ýslam algýlamasý, özellikle II. Mehmed’in merkezi devlet otoritesini tesis etmesinden sonra halký bir arada tutan siyasi bir dayanak, en yüksek dini merci þeyhülislamlýk ise, hakkýn mührünü taþýmaktan çok, devletin icraatýný halk nezdinde meþrulaþtýran bir onay makamý olarak iþlevini sürdürmüþtür. Sarayýn fermanýný, meþru olmayýþý sebebi ile onaylamayý kabul etmeyen din büyüklerinin sayýsý çok olmamakla birlikte, bu reddiyelerinin, çok geçmeden kendi azillerini getirdiðini görmekteyiz. Mesela, II. Osman’ýn kardeþ katli konusundaki fetva talebine Þeyhülislam Esad Efendi olumlu cevap vermeyince derhal azledilir. (Prof. Dr. M. A. Ünal- Türk Yurdu – 700. Yýlýnda Osmanlý shf. 191) Ne var ki, siyasallaþmýþ þeyhülislamlar’ýn ve ulema’nýn hepsi ayný iman duruluðunda olmayýnca Kur’an adýna meydan okuyacak cesareti de kendilerinde bulamazlar. Sultan II. Abdülhamid’in halli hususunda asýlsýzlýðý ve yalan tertibi herkes tarafýndan bilinen ve bu sebeple fetva emini Hacý Nuri Efendi tarafýndan reddedilen hal fetvasýný büyük tefsir âlimi Elmalýlý Küçük Hamdi Efendi hazýrlamamýþ mýydý? Eðer o günün zorlayýcý þartlarý vardý diyenlerimiz olursa, ayný kimseler, benzer þartlarý Ebu Hanife için de düþünüvermelidirler. Bir konuda ilim sahibi olmak ile imana dayalý bir alanda cüret sahibi olmak çok farklý keyfiyetlerdir.
Mah-ý Peyker Kösem Sultan, oðlu Sultan Ýbrahim’in hapsedildiði, etrafý horasanla sývandýðý için adeta diri diri gömüldüðü odadan çýkmamasý ve eðer çýkarsa kendisinden hesap soracaðý korkusuyla Sadrazam Sofu Mehmet Paþa’ya: “Sarayda fitne vardýr. Tiz mahbesi bir hoþça sed ve istihkâm eylesünler. Eðer bir boþanýrsa maazallah kimesnemiz kalmayýz” diyerek sultanýn mahpus tutulduðu hücrede cellat Kara Ali’ye zorla boðdurtulur. Sultan Ýbrahim’in bütün çýlgýnlýklarýna “caizdir” fetvasý veren ulema ve Þeyhülislam Abdurrahim Efendi bu defa ölüm fetvasý verir.” Menasýb-ý ilmiye ve seyfiyeyi ehline vermeyüp rüþvetle nâ ehline tevcih etmekle nizam-ý âleme halel veren padiþahýn hal’i ve izalesi câiz olur mu?”
El cevap: Olur.
Bunlarý orada bulunup daha sonra Þeyhülislam olan Bahâi Efendi anlatýr ve tarihçi Naima nakleder. (Tarih Konuþuyor – 1964 clt.2 sayý.8 shf.661) Þeyhülislam’lýk makamýnýn protokolde Veziriazam’ýn bile önünde bulunduðu göz önünde tutulursa vereceði hükümlerin ne mânâya geldiðini daha kolay anlayabiliriz. Bu örnekleri sayfalar dolduracak kadar sýralamak daima mümkündür. Ancak baktýðýmýz perspektifte anlatmaya çalýþtýðýmýz asýl mesele; ýsrarla bazý yerlere suç isnad etmek deðil saray’ýn, din adamlarýnýn ve yüksek din mercilerinin asýrlarca devam eden bir süreç içinde, hadiselere hangi nazarlarla baktýklarýný yaþanýlmýþ vakýalar ve saðduyunun ýþýðý altýnda anlatabilmektir. Bir þeyhülislam tasavvur edebilir misiniz ki, saray imamlýðýndan Þeyhülislamlýk makamýna getirildiðinde Padiþah onun gýyabýnda; “Rüþdi Paþa’nýn teklifiyle bunu Þeyhülislam nasbeyledik. Ýmamlýðýnda müfsid birisi idi, Allah vere de þimdi bir halt etmeye” desin?!. Evet, iþte bu Þeyhülislam Hayrullah Efendi, Sultan Abdülaziz’i önce hal edip sonra da katleden ve tarihin yazabildiði en iðrenç ve en gayri ahlaki grubun içindeki ihtiraslarýn suç ortaðýdýr ve Sultan’ýn katlinden sonra, kazanýlmýþ üstün bir zaferin niþanesiymiþ gibi Sultan’ýn hanýmlarýnýn baþ örtülerini açarak, cariyelerini paylaþan Devlet-i Âliye’nin mirasyedilerindendir. Devlet-i Aliye’den bugün’e yönetimin Ýslam’ý Kitab’ýn ölçülerinin dýþýnda farklý bir projeksiyonda algýlamasýnýn sebeplerinden bir baþkasý da muhtemelen, hanedana gelen hanýmlarýn çoðunlukla Müslüman olmayýþlarý ve kendi kültür kodlarýný yönetime taþýmýþ olmalarýdýr. Mesela Yýldýrým Bayezid devrinden bahsedilirken, Yýldýrým Han’ýn karýsý Olivera’nýn zaman zaman sarayda kendilerini ziyarete gelen kardeþlerinin batý saraylarýnýn adet ve geleneklerini taþýdýklarýný bundada etkili olduklarýndan söz edilir. Devletin, olaylarý bu cereyanlar içinde yaþamasý bir devirle sýnýrlý kalmamýþtýr. Yönetimde bulunan seçkinler, ne yazýk ki kendi kültür köklerinden kopup, ebedi huzuru bulacaklarý Allah Resulü’nün yüksek sermayesine hiçbir zaman tam mânâsýyla yaklaþamadýlar. Bu durum her dönemde kendisini gösteren ve aðýrlýðýný hissettiren vakýalar tablosudur. Meselâ “Yeni Asýr” gazetesinin 1895’de çýkan ilk sayýsýnda Osmanlý armasýna yer verilmiþ ve altýna þu mealde cümleler yazýlmýþtýr: “Bir hadiste, Allah her asýrda dinini yenilemek üzere bir yenileyici (müceddid) gönderir. Bu asýrda Ýslâm’ý yenileyecek olan(modernleþtirecek olan) padiþahýmýz Abdulhamid Han Hazretleridir.”(**) Bu ifade çok dikkat çekicidir. Çünkü o dönem Osmanlý toplumunun modernleþme ve yenileþme isteðini ifade etmektedir. Ayný zamanda yenileþmeye bakýþ tarzýný da ortaya koymaktadýr. (Prof. Dr. S. H. Bolay-Osmanlý Modernleþmesi – Y. B. Tarih 13) Yani her türlü deðiþim hareketini kendi normlarýna göre ölçüp biçen unsurlar, bu alandaki bütün faaliyetlere bir manada kudsi bir form vererek, bilgiden sürekli uzak düþürülmüþ halka manevi hazlar duyacaklarý ve onlarýn kavrayýþlarýna ters düþmeyecek þekilde takdim etmiþlerdir. Hatta Tanzimat’ýn fermaný bile halk’a sunulurken; “Herkesce malum olduðu üzere, Devlet-i Aliye’nin kuruluþundan beri, yüce Kur’an’ýn hükümlerine ve þer’i kanunlara kemâliyle uyulduðundan, ulu saltanatýmýzýn kuvvet ve kudreti ve bütün halkýnýn refah ve geliþmiþliði istenilen seviyeye ulaþmýþken, yüzeli sene vardýr ki, art arda gelen sýkýntýlar ve çok çeþitli sebeplere dayalý olarak, ne þer’i þerife ne de yararlý konulara baðlý kalýnmadýðý... vs..” “ Hemen Rabbimiz Taala Hazretleri cümlemizi muvaffak buyursun ve bu tesis edilen kanunlarýn aksine hareket edenler, Allah Taala Hazretlerinin lânetine mahzar olsunlar ve ilelebet felah bulmasýnlar, Amin.” Bununla da yetinilmez bilâhare, bu ferman eni konu kudsiyet kazansýn ve halk nezdinde kabul görsün diyerek Topkapý Sarayý’nýn mukaddes emanetler odasýnda muhafaza edilir. Bu konular; belli bir cehaletin içinde utangaç ve çekingen bir hâletle itaate alýþtýrýlmýþ halk kitlelerinin ilgi duyduðu konular deðildir. O sadece “Padiþahým çok yaþa!” ya da “ Dað baþýný duman almýþ” tezahüratýyla gözleri kamaþan ve kendisine sunulan yaþama alanýný aþamayan yýðýndan ibarettir. Bütün bunlar, devlet’in dini nasýl bir argüman olarak gördüðünün kýsa ama ana hatlarýný verir. 1880’lerde Devlet Ricalinden II. Abdülhamid’in Baþ Mabeyncisi Sarýcazade Ragýp Paþa’nýn Tekirdað yolu üzerindeki Umurca çiftliðinde o dönemin en meþhur rakýlarýný ürettiðini düþünürsek!.. Ve Kanuni Sultan Süleyman’ýn “Trabzon Sancaðý Kanunnamesi” nde; “ Madde 9: Þarap fýçýsý taþýyan gemiler fýçýlarý Trabzon’da satarlarsa, her fýçýdan yirmi beþer akçe alýnýr. Raký fýçýsýndan 28, yarým raký fýçýsýndan da dokuz akçe alýnýr. Küçük sandallar ile yakýn yerlerden fýçýlarla þarap getirilirse, þarabýn en iyi kalitesinden 30, orta kalitesinden 25, yarým fýçýdan da on iki buçuk akçe alýnýr.” (Kanuni’nin Raký ve Þarap Kanunlarý – Y. B. Tarih 07) þeklindeki düzenlemeyi görürsek çalýmýmýzýn yerli yerinde olmasýna raðmen nasýl sarp yollara girdiðimizi anlamamýz zor olmayacaktýr. “Þeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranýza düþmanlýk ve kin sokmak; sizi, Allah'ý anmaktan ve namazdan alýkoymak ister. Artýk (bunlardan) vazgeçtiniz deðil mi?” (Maide – 91) Topluma yalnýzca kendilerinin takdir ettikleri kadarýyla bir Ýslam anlayýþýný sunan seçkinler, dini argümanlarýn yanýnda halk dimaðýnda onu canlý tutacak enstrumanlarýda reddetmeyi ihmal etmediler. Aradan geçen uzun yýllarda islamýn getirdiklerine ters düþmek, sadece onu baþka cahiliye anlayýþlarý ile karýþtýrmaktan ibaret kalmaz, ona duyulan nefret herkesi yaralayan bir ideoloji haline dönüþür. Bir devrin söz sahiplerinden Hamdullah Suphi, kürsüsünden halkýna þöyle haykýrýyordu: “Güzel lisanýmýzýn iki diðer lisanýn( Arapça – Farsça) herc ü merc girift ve muðdil kaideleriyle iþgal ve ihlal etmiþ olmamýz, çoktan beri içinde bulunduðumuz için ehemmiyetini ilk nazarda fark edemediðimiz acý, müthiþ bir felakettir.” (Hamdullah Suphi – Anýlar – Mustafa Baydar shf. 218) Bunlar aydýnlatýlmasý gereken halk’a faydalý nasihatler olarak söyleniyordu. Bu mücadele böyle sürüp giderken CHP’ye ciddi bir reaksiyon olarak kurulan DP ezaný Arapça aslýna çevirip toplum nezdinde puan topladýktan sonra partinin Genel Baþkan Yardýmcýsý Samet Aðaoðlu: ”Ýrtica, baþýný kaldýrdýðý her yerde ezilecektir.) diyerek topluma çizdikleri hattý belirler. (Demokrasi Sürecinde Türkiye – Feroz Ahmad – shf. 444 – Milliyet, 2 Mart 1951) Durum, bugün için de ayný þekliyle sürüp gitmektedir ve bilinmelidir ki, insan hayatýna dair meseleler, yalnýzca insan kalbinin konusu deðildir. Fikir olarak kendinize ve cemiyetinize yön verirken bütün fikir kaynaklarýný karýþtýrýrsýnýz ama tazeleneceðiniz tek kaynak, kendi irfanýnýza ait fikir kaynaklarý olacaktýr. Peki bizim fikri ve irfan kaynaklarýmýz kurudu mu? Elbette hayýr, elbette hayýr… Buna izin vermek istemeyenler, kurduklarý yanlýþ hayalleriyle onlarýn üzerlerini örttüler yalnýzca ve insanýmýzýn o baðlardan uzak yaþamasýný istediler, öyle de oldu.
Çok uzun tarihi dönemler geçse de, kurumlarýn ve halkýn kendi varislerine devrettiði deðerler kolay deðiþmiyor. NewYork Times’in Ýstanbul temsilcisi Stephen Kinzer, Almanya’dan Ýstanbul’a yaptýðý bir uçak seyahatini þöyle anlatýr: “Yanýmda etkileyici görünüþe sahip bir Türk oturuyordu. Alman uçuþ görevlileri kalkýþtan sonra selefonla kaplý peynir ve soðuk et tabaðý getirdi. Yol arkadaþým tabaða uzun uzun baktý. Görevliye: ”Bu ne tür bir et ?” diye sordu. Görevli bir an için þaþýrdýysa da sonra tam olarak bilmediðini söyledi. “Yani bu tabakta domuz eti olabilir mi?” Yanlýþ cevap vermek istemeyen görevli: “ Evet, sanýrým olabilir” dedi. Yolcu ürpererek “ Hemen alýn bunu,” dedi “yalnýz tabaðý deðil, bütün tepsiyi.” Yolcuyu memnun etmek isteyen görevli isteðini yaptý ve sordu: “Size en azýndan bir içki getirebilir miyim?” Yolcunun yüzü aydýnlandý ve “ Evet, kýrmýzý þarap lütfen” dedi. (Hilal ve Yýldýz – Stephen Kinzer -shf. 81)
Ýnsanlarýn hayatýna hükmeden bu yaþama biçimine bakarak, az da olsa Ýslam’a olan gönül baðýmýzýn ne kadar ve hangi ölçüde olduðunu belki anlayabiliriz. Olaylarý isteyen, kendi sempati duygularýna ve gönlünün meyline göre deðerlendirip, tarihle restleþmesini sürdürebilir. Böylece farkýna bile varamadýklarý temayülleriyle kendilerine öðretilen vecizeleri tekrarlamayý sürdürürler. Benim burada ele aldýðým hususlar son derece dar bir alanda ve özellikle hayatýmýzda oldukça kýsa tutulmuþ bir kesitimizdir. Rical-i Devletin din’e bakýþý’nýn yanýnda halk’a tahakküm eden aðýr bir otoriteyi de görüyoruz ve bu güç asýrlardýr deðiþmeden bir yönetim geleneði olarak halkýn üzerindeki varlýðýný her vesile ile hissettirmektedir. Halkýn bilgiye dair bütün alanlarda olduðu gibi Ýslami duyarlýlýðýnýn kazanýlamamýþ olmasýnda bu durumun ciddi payý vardýr. Hoffer, belli bir kalýba sokulmuþ kitlelerin durumunu anlatýrken þöyle der: “Bir yönetim, ehliyetinin sýnýrlarýný aþtýðý halde iktidarda kalabilmiþse, o yerde ya hiçbir aydýn sýnýf yoktur, ya da iktidardakiler ile söz ustalarý arasýnda sýký bir anlaþma vardýr.” (Eric Hoffer – Kesin Ýnançlýlar shf.155) Burasý çok doðru. Zira bizim geleneðimizde halkýn, yani teba’nýn efendi(!)lerine karþý konuþmasý esas deðildir, halk adýna konuþmayý sürekli aydýnlar üstlenirler ama, aydýnlarýn hedeflediði halk, karþýlarýnda duran kitleler deðil muhayyilelerinde var saydýklarý hayali objelerdir. Nitekim 1 Eylül 1985’te Cumhurbaþkaný Kenan Evren Meclis açýþ konuþmasýnýn bir yerinde þöyle der: “Susan Türkiye yerine konuþan Türkiye mantýðýnýn bu ülkeye nelere mal olduðunu hepimiz biliyoruz” (Cüneyt Arcayürek – Demokrasi Dönemecinde Üç Adam - shf.242) Yani bizde halk, tutarsýz ve istikametsiz aydýnlarýn elinde her dönemde ayrý bir nizam’ýn malý olarak ve hiçbir fikir vasýtasý elde edemen ve Ýslami güzelliðin derinliðini bulamadan ortalýk yerde býrakýlmýþtýr. Asýrlardýr Kitabý’yla doðrudan doðruya bir araya gelememiþ halk, ruhunda inkýlap uyandýracak heyecanlarý ve batýla karþý mücadelesini baþka kaynaklardan aldýðý esinle sürdürmeye çalýþmýþtýr. Biraz Budizm, biraz Zerdüþtlük, biraz da Þaman kültürü vs. ile harmanlanan dimaðlar, duygusal ihtiyaçlar bakýmýndan gerçeklerin dünyasýna hiçbir zaman yakýn olamadýlar. Birinci Dünya Savaþý yýllarýnda cephedeki askere komutaný, hangi dine mensup olduklarýný sorduðunda, kimisi Ýmam-ý Azam’ýn dinindeniz, kimisi de Hz. Ali’nin dinindeniz diye cevap veriyor, peygamberinin kim olduðu sorulduðunda da, Enver Paþa diyordu.(***) Peki sonuçlarý bakýmýndan bu durumu yadýrgayabilir miyiz? Hayýr, elbette yadýrgayamayýz. Þiirlerinde en güzel ölçüyü bulan, “Süleymaniye’de Bayram Sabahý” ile o lâhuti ihtiþamýn musikîsini veren, “Atik Valideden” þiiriyle de, bir ramazan akþamýnýn iftar vaktinde oruç tutmamýþ bir kimsenin içinde düðümlenen derin sýzýyý hissettirerek, yaþadýðý o âný, en hüzünlü piþmanlýk duygularýyla anlatan bir Yahya Kemal var. Ve yine ayný Yahya Kemal, 1921–22 yýllarý arasýnda Tevhid-i Efkâr’da yazdýðý esnada, Eyüp Sultan’a iliþkin bir yazý yazarak, bu yerin halkýn gözündeki kutsiyet ve öneminden bahsetmiþ. O esnada Edebiyat Fakültesinde kendisi gibi ders vermekte olan Babanzade Ahmet Naim Bey’le öðretmen odasýnda karþýlaþtýklarýnda, Babanzade, Yahya Kemal’e, Eyüp Sultan yazýsý nedeniyle çýkýþarak; “Ýslamiyet’e ettiðiniz zararý bu ara kimse etmiyor, Ýslamiyet’i efsaneler ve ölülere ibadet üzere kurulmuþ bir din gibi göstererek bunu yapýyorsunuz.” der.Yahya Kemal ise çok öfkelenmiþ ve: “…Ben her þeyden önce bir Türk gibi duyarak yazýyor idim ve bu nevi edebiyattan, tam yerli olan ruhlar þiddetle hoþlanýyorlardý.” diyerek devam etmiþ; ”…Siz kimsiniz?…bütün bir Türk milletinin tarihi hatýralarýna ne karýþýrsýnýz, Türk milleti dinini istediði gibi benimsemiþtir… Evet bu millet, Ýslamiyet’i kendi mizacýna göre kabul etmiþ ve çok eski putperestliði ile karýþtýrmýþ ve öyle sever, onun uðruna yalnýz bu sebeple ölür, sizin itirazlarýnýzla ise yaprak dahi kýpýrdamaz.” diyerek tepkisini ve tavrýný ortaya koymuþtu. (Aydýn Aktay –Ýslamcýlýk, Muhafazakarlýk, Türk Müslümanlýðý - Babanzade ile Yahya Kemal’in Tartýþmasý- Y. B. Kiþiler 08) Þimdi düþünelim, Müslüman bir kimliði temsil eden Süleyman Nazif’in kendisine verdiði selâmý aldýðý için Yahya Kemal’e ateþ püsküren Tevfik Fikret’ten Ýslami algýlama bakýmýndan ne farký vardýr üstad Yahya Kemal’in? Ama yine ayný Yahya Kemal, duyduðu bir Ezan-ý Muhammedî’nin içinde uyandýrdýðý derin ve tarifsiz bir zevkle birkaç gecesini uykusuz geçirir. Bu durum, Allah’ýn ve dininin, O’nun kitabýndan tanýnýp sevilmesiyle içinizde üstün bir hayata duyacaðýnýz temayülün, destansý menkýbelerden öðrenilen ve inayetten mahrum geleneksel anlayýþýmýz arasýndaki farkýný gösterir. Toplumsal çeliþkilerimiz, mizacýmýz, her hareketi ve baþarýyý baþkalarýndan bekleyiþimiz, insanýmýzýn baþkalarý önünde kendisini küçük ve aciz göstererek fikir ve ruh planýnda yozlaþtýran bir hastalýða düþürmüþtür. Ýnsanýn bir birey ya da toplumsal bir kitle olarak bu acýnacak yenilgisi, ne yazýk ki, Ýslami bir hayatýn sonsuz deðerleri anlatan güzellikleri önünde hüzünlü bir hayal kýrýklýðý demektir.
(1) Pek çok örneði vardýr ama Ýslam dinine aldýklarý inanýlmaz cepheleri ve bu amaçla verdikleri mücadeleleri sebebiyle hemen aklýmýza geliveren isimler; Zekeriya Sertel, H. Cahit Yalçýn, Abdullah Cevdet vs.
(*) Ayný þekilde rivayetlerin ve rüyalarýn gücüne dayanýp, özellikle siyasallaþmýþ sermayenin içinde çok büyük paylar alarak ruhani imparatorluklarýný kuran bazý cemaat gruplarý için, sapýk histerilerden kurtulmuþ zihinlerin vak’alarý sorgulamalarý vefasýzlýk ve ecdada karþý hürmetsizlik olarak telakki edilir.
(**) Tarihimizde II. Abdülhamid dönemi çok özel bir yer tutar. Bu bakýmdan, Abdülhamid Han’ýn siyasetine ve çok özel þartlarýn bir mânâda mecbur býraktýðý istibdad yönetimine, kendisini oluþturan o özel þartlarýn ýþýðýnda ayrýca bakmak gerekir. Zira bu durum, bu günkü Batý Trakya meselelerinden Filistin sorununa kadar çok geniþ bir coðrafyayý kapsar.
(***) Bu konuda çok daha geniþ bilgiyi (pek çok eserde olmakla birlikte) o dönemlerde bir Turancý olarak Kafkasya’ya giden ama yýllar sonra Rusya’dan bir Marksist olarak dönen Þ. Süreyya’nýn eserlerinde bulmak mümkündür.
Nurettin Özcan