Müslüman Akaidi
Pages: 1
Uydurma dinler By: hafýz_32 Date: 09 Kasým 2010, 13:39:43
Ýman Kelimesinin Sözlük ve Terim Anlamý

Çaðdaþ Bâtýl/Uydurma Dinler (Ýdeolojiler ve Düzenler)


·  Ýdeoloji, Laiklik, Demokrasi, Kapitalizm, Sosyalizm, Komünizm
·  Materyalizm, Dehriyye (Dehrîlik), Rasyonalizm, Pozitivizm, Determinizm
·  Saðcýlýk, Solculuk, Masonluk, Siyonizm
·  Politeizm, Ateizm, Paganizm, Anýtmezar, Modern Türbe ve Tapýnaklar, Saygý Duruþu
·  Animalizm, Animizm, Fetiþizm
·  Hinduizm, Budizm, Konfüçyüs ve Konfüçyüscülük, Darvinizm, Dogma
·  Dürzîlik, Nusayrîlik, Kadýyanîlik, Bahâîlik
·  Düalizm, Ekanim-i Selâse, Noel, Hulûl, Ýdol, Ruhçuluk ve Ruh Çaðýrma
·  Örf ve Âdet, Hâkimiyet/Egemenlik

 
Bu üniteyi bitirdiðinizde aþaðýdaki    amaçlara ulaþmanýz beklenmektedir:

* Ýdeolojinin bâtýl bir din olarak mâhiyetini Ýslâm’a göre tanýmlamak.

* Günümüzde yaþadýðýmýz ülkede ve deðiþik coðrafyalarda egemenliklerini 

   sürdüren deðiþik ideolojileri ve düzenleri listeleyebilmek.

* Ýnsanýmýzý büyük çapta etkileyen laiklik, kapitalizm, materyalizm, Kemalizm

   ve demokrasinin tanýmlarýný yapabilmek ve tek Hak din olan Ýslâm’la

   mukayesesini deðerlendirebilmek. 

* Özellikle câhilî eðitim kurumlarý vâsýtasýyla insanýmýza (farkýnda olmasalar

    bile) ciddi etkisi olan rasyonalizm, determinizm, pozitivizm, ateizm, 

    paganizm ve darvinizmin ne olduðunu ve Ýslâm inancýna ters düþen yönlerini

    ana hatlarýyla açýklayabilmek. 

* Resmî ve geleneksel kutsal türbe yaklaþýmýný deðerlendirebilmek, halkýn

   din anlayýþýný derinden etkileyen animizm ve fetiþizmi, örf ve âdeti yüceltme

   anlayýþýný tahlil edebilmek.

* Ýslâm’ýn tümüyle dýþýna çýkmýþ olduðu bazý Müslümanlar arasýnda

   egemenliðini sürdüren Dürzîlik, Nusayrîlik, kadýyýnîlik, Bahâîlik ve

    hulûl anlayýþ ve inançlarýný Ýslâm’ýn sahih inancýyla mukayese edebilecek

    þekilde deðerlendirebilmek.

* Ýslâm’ýn kabul etiði ve etmediði örf ve âdetlere örnekler verebilmek ve bu

   konuda yapýlmasý gerekenleri açýklayabilmek.

* Egemenlik konusunu Kur’an’dan yola çýkarak deðerlendirip Ýslâm ve

   câhiliyenin bu konudaki tavrýný örneklendirerek açýklayabilmek.

* Ekanim-i selâse, noel ve noel kutlamalarý ve dualizm gibi tümüyle Ýslâm

   dýþý olan inanç, anlayýþ ve uygulamalarý müslümanca deðerlendirebilmek.

Ýdeoloji
 

Kelimenin aslý Latincedir. Ýdea, “görünen biçim, fikir” sözcüðü ile logos “bilgi” kelimesinin birleþmesi ile yapýlmýþ ve düþünceyi inceleyen bilim (ideler bilimi) anlamýnda kullanýlmýþtýr. Siyasal ve sosyal bir doktrin meydana getiren ve bir hükümetin, bir partinin veya bir sosyal sýnýfýn hareketine yön veren, düþünce sistemine ideoloji denir. Bir topluma veya toplumsal sýnýfa has düþüncelerin tümüne ideoloji denir. Ýlk olarak Destut de Tracy tarafýndan, felsefî bir hareket olarak savunulmuþtur. Daha sonra Cabanis, Volney Grat ve Daonou tarafýndan siyasî bir topluluk olarak sahneye çýkarýlmýþtýr. On sekizinci y.y.’da “ideologlar” denilince bu isimler akla gelirdi. Cemil Meriç, ideolojinin, kaypak ve karanlýk bir mefhum olduðunu, Büyük Fransýz Ýhtilâlinden sonra “felsefe”ye baþka bir isim bulmak gerektiðini, zira felsefenin kiliseden koptuðunu, bunun için “ideoloji” kelimesinin Destut de Tracy tarafýndan (1796) uydurulduðunu izah eder.[1168]

Ýdeoloji, metafizik muhtevâsýndan sýyýrýlmýþ bir felsefedir. Ýslâm mütefekkirleri ve ulemâsýnýn felsefecileri küfürle itham ettiðini bilen batýcý laik kadrolar, bu kelimenin arkasýna sýðýnmýþlardýr. Bilginin kaynaðýný duyu organlarýnýn faâliyetleri ve akýl yürütme ile sýnýrlandýran ideologlar, vahyi inkâr ettikleri için kâfirdirler. Ýslâm topraklarýndaki bütün ideolojilerde görülen temel özellik, nassý inkâr mantýðýdýr. Dolayýsýyla her ideoloji “ilâhlýk” iddiâsýna dayanýr. Üretim, üretim araçlarýnýn mülkiyeti ve tüketim gibi konularda “helâl” ve “haram” hudutlarýný inkâr ederler. “Sermaye” ve “emek” anlayýþýnda, birbirine zýt teoriler ortaya koysalar da, “mülkün Allah Teâlâ tarafýndan yaratýldýðý gerçeðini” inkârda birleþirler. Bütün bu gerçekler dikkate alýndýðýnda, “Lâ ilâhe” (ilâh/tanrý yoktur) “illâllah” (ancak Allah vardýr) diyen her mü’min, bütün ideolojileri inkâr etmiþtir. Kelime-i tevhidi kalben tasdik ve dille ikrar eden mü’minler; ismi ne olursa olsun, Ýslâm topraklarýný iþgal eden bütün ideolojilerle savaþmak (cihad etmek) durumundadýrlar. Aksi davranýþta bulunanlar, cihad gibi farz-ý ayn hale gelen ameli terk ettikleri için mes’uldürler.[1169] 

Laiklik
 

Batýdaki yaygýn kullanýmý ile sekülerizm, Türkçedeki kullanýmý ile laiklik: Rûhânî olmayan demektir. Kültürümüze daha çok lâ dinî þeklinde geçmiþ olan laik terimi, din dýþý olan, belirli bir dinle iliþkisi olmayan ya da dine ait olmayan anlamýna gelmektedir. Hýristiyanlýkta ise kilise hiyerarþisinde yer almayan, keþiþ ya da râhip olmayan kimse için bu terim kullanýlýr. Dünyevî talebi bulunmayan, yani þeriatini hâkim kýlmak, þeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal hayat, toplumlararasý ya da devletlerarasý iliþkileri bulunan bir sistemi hâkim kýlmak ve bunu insanlýðýn istifadesine sunmak talebi, gayreti, cehd ve cihâdý olmayan bir Ýslâm, yani tevhidi Allah’ý bir tanýmaya indirgemiþ ve diðer yönleriyle içi tümüyle boþaltýlmýþ, hýristiyanvari bir kimliðe büründürülmüþ; dünyayý Sezarlara, tiranlara, tâðutlara, laiklere, demokratlara terk etmiþ bir Ýslâm anlayýþý, teori olarak topluma kabul ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasýna müsaade edilmemektedir. Câmileri kileseye, Diyânet memuru imamlarý papaza, hayata bakýþý hýristiyanlýða benzetilen bir din...[1170] Böyle bir Ýslâm, Allah’ýn dini olan Ýslâm deðildir. Böyle bir Ýslâm’ýn Allah’ýn Rasûlüne gönderdiði ve sahih olarak bize kadar nakledilerek gelmiþ Ýslâm’la ilgisi yoktur. Böyle bir Ýslâm’ýn, adýndan baþka Ýslâm’la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, “her türlü sapýklýk ve saptýrmaya raðmen, Allah’ýn Dini’ni doðru olarak anlayan ve doðru þekilde ortaya koyan bir kesimin kýyâmete kadar varlýðýný sürdüreceðini, onlara muhâlefet edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar vermeyeceðini” müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah’tan, bu hayýrlý zümreyi her geçen gün güçlü kýlmasýný ve bizleri bunlardan eylemesini niyaz ederiz.

“Laik” (laic), din adamlarý sýnýfý dýþýnda kalan; “laiklik” de, dinin ya da din adamlarý sýnýfýnýn devletteki nüfuz ve etkinliðini uzaklaþtýrmayý esas alan siyasal düzen demektir. Ýlk anda laiklik, yalnýzca siyasal boyutu olan bir yaklaþým olarak görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu olarak pratikte var olmasýna, varlýðýný sürdürmesine imkân yoktur. Ýnsan, ruh ve bedeniyle, düþünce ve duygularýyla, yapýp ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, Ýç dünyasý ve bu dünyasýnýn kâinat ile olan iliþkileriyle, fert olarak ahlâkî, siyasî, fikrî ve amelî bütün iliþki ve yaklaþýmlarýyla, ruhu ve kalbiyle, aklý ve vicdanýyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti sonsuz Yaratýcýmýz’ýn takdiri gereði kendi arasýnda muazzam bir dengesi, bir âhengi vardýr.

Ýslâm’da Laiklik Yoktur

Laiklik, geniþ ve basit tanýmý ile, dinin siyasal hayatýn dýþýna itilmesi, din adamlarý sýnýfýnýn devletin siyasal hayatýnda din adýna etkin olmalarýnýn engellenmesi diye ifade edilecek olursa, peþinen þunu hatýrlatmamýz gerekmektedir: Evvelâ Ýslâm’da batýda bilinen þekliyle bir “din adamlarý” sýnýfýnýn varlýðý söz konusu deðildir. Dolayýsýyla böyle bir sýnýfýn din adýna siyasal etkinliklerde bulunmalarýndan ve devletin siyasetinde aktif bir rol oynamalarýndan söz edilemez. Çünkü böyle bir sýnýf yok ki, bu sýnýfýn icrâ edeceði fonksiyon kabul veya redde konu olsun.

Ýslâm inancýna göre Allah her þeyi yaratandýr. O, her þeyi bilendir. Ýnsaný yaratan olduðu gibi, her asýrda, nelere muhtaç olduðunu, dünya ve âhirette mutlu olmasýnýn nelere baðlý olduðunu tam ve en kâmil anlamýyla O bilir. Dolayýsýyla O’nun insanlarýn dünya ve âhiret mutluluðunun elde edebilmeleri için teklif ettiði düzen olan Ýslâm’da, dünya ve âhirette her bakýmdan huzurlu olabilmeleri için insanlarýn gerek duyabilecekleri her þey vardýr. Bugün için gerek duymadýklarý fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri þeyler de, günümüz müslümanlarý tarafýndan bilinse de bilinmese de, ellerinde bulunan Kur’an ve Sünnette yeteri kadarýyla mevcuttur. Kýyâmete kadar gelecek bütün insanlarýn ihtiyaçlarý için de durum, aynen böyledir. Diðer taraftan, Kur’an’ýn içeriðine geliþigüzel dahi olsa bir göz atýlacak olursa, görülür ki, Kur’ân-ý Kerim müslümanlarýn ibâdet ve âhiret hayatýyla ilgilendiði kadar, dünyadaki iliþkileriyle de ilgilenmiþtir. Hatta dünyevî iliþki olarak deðerlendirilen birçok alana dair açýklamalarý, dinî ya da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen iliþkilere kýyasla daha etraflýdýr.

Elbette Ýslâm, bu hükümler arasýnda laik bir düþünüþün etkisi ile ayrým yapmaz, dünya iþi, âhiret iþi; din iþi, devlet iþi gibi ayýrmalarý kabul etmez. Çünkü Kur’an, bunlarýn hepsinin ayný þekilde ve hepsine ayrým gözetmeksizin müslümanlarýn ayný önemi vermelerini ve ayný gayreti göstermelerini istemiþ ve hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiþtir. O yüzden Ýslâm’da dünya iþi, âhiret iþi diye bir ayrým yoktur. Her þey ibâdet ve cihaddýr; ya Allah'a ya da tâðuta kulluk. Siyâseti ibâdet, ibâdeti siyâset olan bir dindir Ýslâm. Dini devletten ayýrdýðýnýzda devlet dinsiz; devleti dinden ayýrdýðýnýzda din, devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir. Devlet, vücut ise, din de o vücudun canýdýr, ruhudur. Bu ikisini birbirinden ayýrmak, insaný/insanlýðý katletmektir, cinâyettir.     Kur’ân-ý Kerim’de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve boþanmalara, alýþveriþe ve diðer akidlere, savaþa, suç ve cezalara dair açýklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair açýklamalara göre daha ayrýntýlýdýr. Ama hepsine riâyet etme gereði, ayný titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadýr. Kur’an’ýn en azýndan bir defa, baþýndan sonuna kadar ciddî bir þekilde anlamýyla birlikte okunmasý, bu sözün isbatý için yeterlidir. Durum bu iken, Kur’an’ýn “Dinde zorlama yoktur” ilkesi ile, “Sen onlar üzerinde bir zorba deðilsin” gibi buyruklarýnýn Ýslâm’ýn da laikliði kabul ettiðine delil olarak gösterilmesinin, gaflet deðilse, ancak ihânetle izahý söz konusudur. Safça, riyâkârca veya bazýlarýnýn münâfýkça niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkýþmasýnýn ilmî deðerinden söz edilemez.

Laiklik ve Hâkimiyet

Hýristiyanlýk, Bizans’ýn resmî dini haline gelip devlet dini haline dönüþünce, Hz. Ýsa hakkýnda uydurulan ve tahrif edilmiþ Ýncil’e geçirilen: “Sezar’ýn hakkýný Sezar’a, Tanrýnýn hakkýný da Tanrýya veriniz” cümlesinde ifadesini bulan anlayýþ, insaný iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarýný yerine getirmek zorunda bulunan, efendilerinin buyruklarý çatýþtýðýnda duruma göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almýþtý. Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve saltanatý giderek güçlenmiþti. Ýþte Kiliseye karþý, Kilisenin zulüm ve zorbalýðýna karþý ayaklanan insanlarýn tavýrlarý laiklikle izah edilmeye baþlandý.

Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz geliþmenin sonucu olarak; insanýn hayatýn her alanýnda ve tüm iliþkilerinde dini dýþlamayý ve dini yalnýzca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalmasý þartýyla dine saygýlý olduðunu ifade etmek erdemliliðini(!) esirgemeyecek hale gelmiþtir. Ýþte “laiklik” denilen þey budur.

Ýnsanýn güç ve imkânlarýnýn deðiþik alanlar olarak görülüp farklý mekân, makam ve güçler arasýnda paylaþtýrýlmasý, insanýn görünmeyen keskin bir kýlýçla biçilmesi, bölünmesi anlamýna gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir bölünmenin sonsuza kadar bu þekilde kalmasýna imkân görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir anlayýþ fýtrî deðildir. Laiklik, tezine uygun olarak dinin siyaset alanýndan uzaklaþtýrýlmasýnýn akabinde, insanýn eðitiminde, ahlâkî ve siyasî iliþkilerinde, bunlarý düzenleyen hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaþýmda, sanatsal ve edebî yorumlarýnda... da ister istemez kendisini gösterecektir. Yani, bütün bu iliþkiler ve iliþkilerin dayandýðý her türlü kurum da zorunlu olarak temel alýnan bu siyasal teze uygun þekil alacaktýr.

Çünkü insanýn bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal otoritenin simgesi demek olan “Sezar”a teslim ederken; bunun dýþýnda kalanýný -artýk ne kalýyorsa- Tanrýya teslim edip bu diðer bölümünün iliþkilerini onun buyruklarýna göre düzenlemeye kalkýþmasýnýn imkâný yoktur. Ýnsan, bütünüyle ve her türlü iliþkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadýr. Bunu ister açýkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun böyle olduðunun farkýnda olsun, isterse de olmasýn, deðiþen bir þey olmaz. Yani “insanýn içinde iki ayrý kalp olmadýðý”[1171] gibi, onun hayatýnda da iki efendiye, iki zýt otoriteye yer yoktur. Ýnsanýn fiilen böyle bir kaos yaþamaya tahammülü olmadýðýndan, pratikte de buna imkân olmadýðýndan dolayý, dinin hayatýn herhangi bir alanýndan uzaklaþtýrýlmaya çalýþýlmasý, zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi sonucuna kadar varmýþtýr. Hýristiyanlýðýn tarihi, bu iddianýn tartýþýlmaz bir delili olduðu gibi, günümüz “Ýslâm dünyasý” adý verilen ülkelerin durumu da bunun açýk bir delilini teþkil etmektedir. Þöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir çoðunluðunda laik uygulamalar söz konusudur. Bunun resmiyette böyle olup olmamasý, esas itibarýyla pratikte ciddî farklýlýklar ortaya çýkarmamaktadýr. Bu laik uygulamalarýn söz konusu olduðu ülkelerde yaþayan insanlarýn önemli bir bölümü, egemen düzeni ve uygulamalarýný, onun benimsediði ve telkin ettiði dünya ve hayat görüþünü kabul edip onaylamakta, buna baðlý olarak, dinin emir ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.

Bunlardan ayrý olarak, kendilerine dayatýlan bu düzeni hiçbir þekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalýþan, içten gelen bir istekle itaat etmeyen ve boyun eðmeyen, aslý itibarýyla düzen karþýtý ya da muhâlifi büyük kitleler vardýr. Bu kitleler, þu ya da bu þekilde laikliði reddeden söylemlerini herhangi bir þekilde ifade etmeye kalkýþtýklarý takdirde egemen düzenin yasal olsun olmasýn her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne, cezalandýrmalarýna, komplolarýna, iþkence ve her çeþit zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve laikliðin elden gitmemesi adýna- mâruz býrakýlmaktadýrlar. Kýsacasý, bu ülkelerde egemen düzenlerin baský ve terörü altýnda yaþayan insanlar, pratiklerinde din ve dünya iþlerini ayrý ayrý ele alýp deðerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve yönetimler de yalnýzca devlet yönetimini dinin müdâhalesi dýþýnda býrakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altýna almaya, yönlendirmeye çalýþmaktadýrlar.

Laikliði temel alarak, þöyle bir itiraz ileri sürülebilir: “Laiklik zaten insanlarýn ferdî hayatlarýna karýþmamaktadýr. Laiklik denilen þey, yalnýzca dinin siyasal alandan uzaklaþtýrýlmasýný hedef alýr. Dolayýsýyla ferdî planda kiþinin dinin esaslarýna riâyet etmesi ile etmemesi arasýnda laiklik açýsýndan bir fark bulunmamaktadýr.”  Bu itiraza cevap þudur: Zaten laikliðin çýkmazý ve bütün laik ve beþerî düzenlerin göz önünde bulunduramadýðý, dikkatten uzak tuttuðu nokta budur. Ýnsan her þeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir bütün teþkil etmektedir. Siz bu bütünü ayýrýp farklý otoritelerin emrine vermeye kalkýþacak olursanýz, ayrýlmamasý gerekeni ayýrmýþ, bölünmemesi gerekeni bölmüþ olursunuz. Üstelik bu bölme ve ayýrmanýn pratikte gerçekleþtirilmesinin imkâný yoktur. Ya sizin bu ayýrmanýz fýtrata ve eþyanýn tabiatýna aykýrý olduðu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktýr, ya da pratikte ortaya çýkan durum ile iddia arasýnda bir tutarsýzlýk olacaktýr. Söz konusu tutarsýzlýk ise, fiilî durumun kastý aþmasý, hatta onu geride býrakmasý þeklinde ortaya çýkar. Laik tezin uygulamasý siyasal alaný aþarak eðitim alanýna, hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taþacak, insan, hayat ve kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayýþýný, yöneliþlerini belirlemeye kalkýþacaktýr.

O halde laikliðin yalnýzca siyasal bir çerçeve ve boyutunun bulunduðunu ileri sürmek, eðer bir kandýrmaca deðilse, asýlsýz bir iddiadan öte deðildir. Sözün burasýnda ister istemez þunu da hatýrlýyoruz: Laiklik, esas itibarýyla; din, akîde,  düzen ve sosyal hayatýn tümüyle Allah’tan alýnmasý tezini teklif ve emr eden Ýslâm’ýn tam karþýsýnda yer almaktadýr. Laiklik, Allah’tan baþka varlýklarýn ulûhiyetini esas alan bir anlayýþ ve bir sistem olduðu halde; laikliðin dinsizlik anlamýna gelemeyeceðini söyleyerek, hem laikliðin anlamýný kaydýran, hem de iþin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaþýmlar ve yorumlarla asýl laikliðin Ýslâm’da olduðunu ileri süren ve bunun için birtakým âyetleri hiç de ilgisi olmadýðý halde delil diye gösterenler Ýslâm’ý saptýrmakta, Hak Din'i tâðutî düzene koltuk deðneði yapmaktadýr. Belki iyi niyeti dolayýsýyla bunun farkýnda deðildir; ama vâkýa budur. Bu iki zýddýn birleþebileceðini, bir kimsenin hem laik hem de müslüman olabileceðini iddia eden bazýlarý da müslümanlarý kendi siyasî yaklaþým ve emelleri doðrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin Ýslâm’la çatýþan bir düzen olduðunun fark edilmemesini saðlamaya çalýþmaktadýr.

Laiklik, esas itibarýyla þeytana ibâdetin genel adýdýr. Ýslâm’ýn ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karþýtý ve Ýslâm dýþý bütün beþerî sistemlerin ortak bir adýdýr. Ýslâm dini dýþýnda kalan ve Allah tarafýndan asla kabul edilmeyecek olan bâtýl dinlerin bir diðer unvanýdýr. Bu bakýþ açýsýyla konuya baktýðýmýzda, laik düþüncenin kendisinin karþýtý olarak kabul ettiði ve din adamlarý sýnýfýnýn ya da bir hükümdarýn yönetimi altýndaki insanlarýn, Allah’ýn indirdiði þeriat dýþýnda, kendi hevâsýný tanrýnýn irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan sistem olan “teokrasi” de bâtýl bir dindir ve sonuç itibarýyla þeytana ibâdetin birçok türünden bir çeþittir. Bu bakýmdan teokrasi de Kur’ân-ý Kerim gözüyle laiklikle ve diðer bütün bâtýl din ve rejimlerle ayný kefededir. Teokrasi, kendini ilâh sayan veya tanrýlarýn temsilcisi olarak görenlerin idaresidir. Meselâ Firavunlarýn idaresi, teokrasidir. Laiklik, teokrasiye alternatif olarak ortaya çýkmýþ olsa da, aslýnda her ikisi de temelde ayný kaynaða, insaný tanrýlaþtýrmaya dayanmaktadýr.

Kur’an, inanýlan düzenin pratiðe yansýmasýný “ibâdet” diye adlandýrmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O’ndan baþka kime yapýlýrsa yapýlsýn, sonuçta þeytana yapýlmýþ olacaðýný gayet açýk ve en ufak bir te’vile yer býrakmayacak þekilde ifade etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayýcý bir üslûpla þu þekilde hitap edeceðini bildirmektedir: “Ey Âdemoðullarý, Ben size; ‘þeytana tapmayýn, çünkü o sizin apaçýk bir düþmanýnýzdýr, yalnýz Bana ibâdet edin; iþte dosdoðru yol budur’ diye açýklamamýþ mýydým?”[1172] Laiklik de, diðer beþerî rejimler gibi þeytana ibâdet yollarýndan bir yoldur. Müslüman ise, “dini yalnýzca Allah'a hâlis kýlmakla ve yalnýzca Allah'a ibâdet etmekle”[1173] yükümlüdür.

Günümüzdeki laiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu insanlar arasýnda temelde pek bir fark yoktur. Çaðdaþ laikler, 14 asýr önceki müþriklerin halefleridir. “Onlara: ‘Allah’ýn indirdiðine ve Rasûlüne gelin’ denildiðinde onlar: ‘Atalarýmýzý üzerinde bulduðumuz yol bize yeter’ derler. Ya atalarý hiçbir þey bilmeyen ve doðru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?”[1174] Görüldüðü gibi, tavýr ve yaklaþýmlar arasýnda, günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarýnýn atalarýnýn izini takip etme anlayýþýnda fark yok. Deðiþen yalnýzca yasalarýn konusu olan objeler ile bu yasalarýn konuluþ þekli. Câhiliyye dönemi müþrikleri bir ya da birkaç kiþiden ibaret olan atalarýnýn izinden gitmekte ýsrarlý olduklarýný belirtirlerken, çaðdaþ câhilî laikler ise, yasamalarýnýn alanýný alabildiðine geniþ tutmaktadýrlar. Zaman zaman atalarýnýn yolunun izlenmesinin gerektiðinden söz etseler bile, halk irâdesinden, demokrasiden, hukukun üstünlüðünden, hukuk devletinden, parlamenter sistemden... dem vurmayý ihmal etmezler.

Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. Ýnanç düzenini vicdana hapsedip býrakmanýn imkâný yoktur. Ýnanç elbette hayatý da düzenleme safhasýna er ya da geç mutlaka geçer. Ýnsanlarýn fert ve toplum olarak inançlarýyla baðdaþmayan bir hayat sürdürmelerine imkân yoktur. Ýnsan, ya inandýðý gibi yaþayacak veya yaþadýðý gibi inanacaktýr; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle olduðu gibi, hayatýn belirli alanlarýný belirli güçlerin emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir þekilde sürüp gitmesini beklememiz mantýkla da baðdaþmaz. Fýtrata aykýrý bir beklentidir bu. Nasýl ki kâinatta Allah’tan baþka bir ilâh bulunsaydý, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktý, ya da bu ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalýþacaktý.[1175] Ayný þekilde insan, hayatýný da Sezar ile Tanrý arasýnda paylaþtýrmaya kalkýþýp birisine dünyayý, öbürüne dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarý arasýna hapsetmeye kalkýþýrken; diðerine de bütün alanlarýyla, hatta hayat ve kâinat yorumlarý, dünya görüþleriyle birlikte dünya hayatýný verecek olursa, hiçbir þey yerli yerinde kalmaz, kalamaz.

Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çýkan Allah’ýn hâkimiyeti, o mü’minler tarafýndan hayatýn her alanýnda ayný þekilde hâkim kýlýnmak istenecektir. Çünkü inancý ve dört duvar arasýnda yaptýðý ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide ibâdet ettiði Allah'a ayný þekilde câmi dýþýnda da itaat etmek zorunda olduðunu, bütün beþerî otoriteleri red etmekle yükümlü olduðunu, namazýndan, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya da imanýndan, Kur’an’ýndan, mutlak doðru söylediðine ve doðruyu getirdiðine iman ettiði peygamberinden öðrenmektedir. Kimi zaman da Sezar’ýn ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin kendisi açýsýndan tehlike arzeden bir hale geldiðini sezerek mantýðýna uygun müdâhalelerde, hatta çeþitli engellemelerde bulunacaktýr. Ayrýca, kendi anlayýþ ve kanaatlerine uygun olarak kurumlarýný þekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykýrý herhangi bir uygulama olmamasýna, eðitim sisteminden ve hatta emrindeki câmi görevlilerinden kendi laik anlayýþýna ters insanlar yetiþmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar, Sezarlýðýnýn herhangi bir þekilde tehlikeye düþmemesi, sonunu hazýrlayacak herhangi bir geliþmenin olmamasý için elinden gelen her türlü tedbire baþvurmayý ihmal etmeyecektir. Toplumun laikliðe ters bir þekilde örgütlenmesine, yapýlanmasýna fýrsat tanýmadýðý gibi, fertlerin de egemen laik düzeni her þeyiyle benimseyen kiþiler olarak yetiþmesini saðlamaya çalýþacaktýr.

Bütün bunlarýn anlamý þudur: Ýnsanlar kendi irâdeleriyle inançlarýný seçme imkânýna eriþemeyeceklerdir. Kendilerine dayatýlan düzeni seçmekten baþka ciddî bir alternatife sahip olmayacaklardýr. Bu ise, laik düzenlerin dillerinden düþürmedikleri “fikir ve inanç özgürlüðü”nün, temeli olmayan, pratikte varlýðýndan söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret olduðunu açýkça ortaya koymaktadýr. Nitekim, laik düzenlerin yakýn ve uzak geçmiþteki uygulamalarý ile halihazýrdaki laik sistemlerin tümünün müslümanlara, inandýðý gibi yaþamak isteyenlere yaptýklarý uygulamalar, baskýlar, bütün boyutlarýyla açýk ve gizli devlet terörü bunun açýk bir göstergesidir. Ýnsanýn kalbinde, kafasýnda yer eden inanç ile yaþadýðý hayat arasýnda mutlaka bir uyum saðlamak ve bunun arayýþý içerisinde olmak, insan olmanýn bir gereðidir. Laikliðin Sezar ve Tanrý ikilemi, fýtrata ve eþyanýn tabiatýna aykýrýdýr. O nedenle insaný böyle bir ikilemle karþý karþýya býrakmak, insanýn insanlýðýna zulümdür. Âdil olan, insanýn Kur’ân-ý Kerim’in açýkça ifade ettiði þekilde, iman ve küfürden istediði birisini tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasýdýr, bunun saðlanmasýdýr. Ýþte “dinde zorlama yoktur” hükmünün anlamý budur. Zaten bu ifadenin akabinde, “artýk, doðru yol ile eðri yol birbirinden açýk seçik bir þekilde ayýrdedilecek hale gelmiþtir”[1176] diye buyurulmasý da net bir þekilde bunu ifade etmektedir.

Hükmetmek hakký Yaratanýndýr. Her þeyin yaratýcýsý olan Allah, ayný zamanda yarattýðý her þeyin varlýðýný sürdürmesi için gerekli kanunlarý da koymuþ bulunmaktadýr. Ýnsanlar ve cinler gibi mükellef yaratýklarýn dýþýnda kalan bütün varlýklar, Allah’ýn kendileri için belirlemiþ olduðu yasalara ister istemez uymakta, Allah’ýn kendileri için belirlemiþ olduðu bu deðiþmez kanunlarýn (sünnetullahýn) dýþýna hiçbir þekilde çýkmamaktadýr. Ýnsan ise, zaman zaman Allah’ýn kendisi için tayin ettiði ve irâdesini ona uymak doðrultusunda kullanmasýný, tercih etmesini istediði þeriatinin dýþýna çýkmakta, þeriati hayatýnýn her þeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kýlmayý kabul etmemektedir. Böylelikle insan, baþka birtakým mercilerin yasalarýný, teþrîlerini kabul etmektedir. Kur’an, hukuk belirleme konumunda baþka birtakým varlýklarýn kabul edilmesini, o varlýklarý Allah'a þirk koþmak olarak deðerlendirmektedir.

Laik yaklaþýmýn tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamlarý sýnýfý dýþýnda kalanlarýn Allah’ýn þeriatine raðmen deðer, yargý ve yasalar koymalarýndan ibaret deðildir. Laik yaklaþým, zihniyet ve yöntemlerin, yaklaþým ve uygulamalarýn bir diðer musîbeti ve sakýncasý, siyasetin dýþýnda býrakýldýklarý kabul edilen din adamlarý sýnýfýnýn da þu veya bu þekilde deðer, yargý ve yasalar koymaya kalkýþmalarýdýr. Laik ülkelerdeki din görevlilerinin devlet memuru olmasý, maaþlarýný ve emirlerini Sezarlardan almasý, laikliðin din-devlet ayrýmý iddiasýnda da samimi olmadýðýný göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal hayata hâkim olmamasýna aþýrý titizlik gösteren laik rejimler, dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakýnca görmemekteler. Bu yüzden laik devletlerde laik bir din, devlet dini ortaya çýkmakta, Ýslâm dýþý ilkelerle uyuþan, ilâhî alanlarý son derece sýnýrlanmýþ, kuþa çevrilip tahrif edilmiþ bir din ortaya çýkarýlmaktadýr.  Deve kuþu misali, din özgürlüðü konusunda laiklik hatýrlanýrken; devletin dine müdâhale etmemesi konusunda ise, helvadan putlarý olan laiklik, laik rejimler tarafýndan yenilip yutuluvermektedir. Nasýl putperest düzenlerde put adýna konuþan mâbet hizmetkârlarý, kâhinler ya da büyücüler, put adýna tasarruflarda bulunuyor, çeþitli yasalar, yargý ve deðerler vaz ediyor idilerse, laik sistemlerin din adamlarý sýnýfý da ayný tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini iddia ettikleri dinin aslî mesajý ile baðdaþmayan hükümleri, kendi hevâ ve arzularýna göre, inananlarýna “din” diye takdim edebilmektedirler.

Kur’an, din adamlarýnýn yaptýklarý bu iþin, dini red edenlerin yaptýklarý iþe mâhiyet itibarýyla uygunluðunu esas alarak, bunu da Allah’ýn þeriatine raðmen teþrî diye nitelendirmekte, bu eylemde bulunmayý rablik iddiasý, bu eylemleri meþrû kabul etmeyi de din adamlarýný rab kabul etme olarak deðerlendirmektedir. “Onlar Allah’ý býrakýp hahamlarýný ve rahiplerini, bir de Meryem oðlu Mesih’i rabler edindiler. Hâlbuki tek bir Ýlâh’tan baþkasýna ibâdet etmekle emrolunmamýþlardý...”[1177]

Haham ve râhiplerini nasýl rabler edindiler? Onlarý rab edinmeleri sonucunda onlara ibâdet þekillerinden herhangi birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktý. Çünkü herkesin de bildiði gibi, yahûdiler de hýristiyanlar da din adamlarýnýn önünde secdeye kapanmýyorlardý. Ýþte Hâtem-i Tâî böyle bir þey bilmediðini söyleyince, Hz. Peygamber: “Allah’ýn hükümlerine aykýrý olarak bilginlerinin helâlý haram, haramý helâl yapmalarýna raðmen onlara tâbi olmalarýnýn, bunu kabul etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduðunu”[1178] açýklamýþtý.

Ýþte, Allah’ýn þeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde, fesat, þirk ve inkârýn belli bir alana hasredilmesine imkân olmadýðýný, bu buyruklardan ve onlarýn tanýðý durumunda olan tarihte ve günümüzde yaþananlardan açýkça anlayabilmekteyiz. Ýnsanýn Allah’tan müstaðnî olmasý, O’na þu ya da bu þekilde muhtaç olmadýðýnýn iddiasý diye de ifade edilebilecek olan laiklik, her bakýmdan bir çýkmazdýr, her yönüyle bir tutarsýzlýklar yýðýnýdýr. Laiklerin: “din gibi kutsal bir deðeri, siyaset gibi bir çamura bulaþtýrmamak gerekir” þeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir riyâkârlýk, iki yüzlülük olarak deðerlendirilmelidir. Bu sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasýna ve vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine yapýlabilecek en büyük hakaret, ona karþý iþlenebilecek en büyük zulümdür. “Siyaset”i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz, ne diye o çamura gýrtlaklarýnýza kadar batmaktasýnýz? Çamurdan gerçekten kurtulmak istiyorsanýz, kendinizi Rahman ve Rahim olan Allah’ýn dininin þefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet, fazilet ve ahlâk simgesi kucaðýna teslim ediniz, kurtulursunuz...

Laiklik, Yasama Gücünün Bölünmesidir

Eðer Ýslâm’ý, bütün muhtevâsýyla temsil eden bir terim ile ifade etmek istersek, hiç þüphesiz bunun için en uygun terim “Tevhid”dir. Tevhid de, yalnýzca yaratýcý olarak Yüce Allah’ýn bilinmesinden ibâret deðildir. Ayný zamanda, mutlak hâkim ve mutlak kanun koyucu, mutlak müdebbir olarak da Allah’ýn bir ve tek kabul edilmesidir. O’na hiçbir þekilde denk, eþ ve ortak koþulmamasýdýr. Laiklik ise, Allah’ýn dünya hayatýný ilgilendirdiði kabul edilen ve “siyaset” ya da “devlet iþleri” diye ifade edilen alana herhangi bir þekilde müdâhale etmesine imkân tanýnmamasýdýr. Yani din adamlarý þahsýnda, dinin sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal ve hatta ahlâkî alanlarýn tümünden uzaklaþtýrýlmasýný hedef alýr. Hatta bu kadarla da kalýnmayarak, hayat görüþü, kâinat yorumu, deðer yargýlarý, estetik ve fikrî alanlarda, eðitim ve kültürel alanlarda da bu yaklaþým kendisini hissettirir. Ýster istemez, farkýnda olunarak veya olunmayarak bu yaklaþým, dinî deðer, prensip ve yaklaþýmlarý alan dýþýna iter, uzaklaþtýrýr. Sonunda öyle bir durum ortaya çýkar ki, dinin herhangi bir alanda, hatta vicdan planýnda bile var olup olmadýðý dahi tartýþýlacak bir konu haline gelir. Durum bu noktaya varsa da, varmasa da; Ýslâm, hayatýn az ya da çok, dar ya da geniþ herhangi bir alanýnda, Allah’ýn hükümlerine aykýrý hükümlerin konulmasýný onaylamaz. Böyle bir eylemi “þirk koþmak”la eþ bir tutum olarak deðerlendirir: “Yoksa onlarýn Allah’ýn izin vermediði þeyleri dinden kendilerine þeriat yapan (kanun koyan, Allah'a eþ koþtuklarý) ortaklarý mý vardýr?”[1179]

Görüldüðü gibi, teþrî alanlarýnýn, ya da hüküm ve deðer belirleme alanlarýnýn laik anlayýþa göre açýkça ayrýþtýrýlmasý ve birbirlerinden kesinlikle ayrýlmalarý, dinin devlet yönetiminden tümüyle uzaklaþtýrýlmasý, laiklik için ne kadar vazgeçilemez ve sorunlu bir ilke ise; Ýslâm açýsýndan da böyle bir ayrým, en dar sýnýrlar içinde kalsa dahi, Kur’an’ýn kabul edebileceði, benimseyebileceði bir yaklaþým deðildir. Laiklik, çok tanrýlý olmak demektir. Câmideki ilâhýn baþka; sokaktaki, mahkemedeki, meclisteki... ilâhýn baþka olduðu bir düzendir. Ýslâm, ne kadar Tevhidi esas almakta ise; laiklik de o derece þirki esas alýr. Tevhid ve þirkin bir arada bulunup barýnmasýnýn imkânýndan söz edilemez. Çünkü Kur’an, her alanda yalnýzca Allah'a ibâdete dâvet eder ve bunu esas alýrken; laiklik de diðer tüm beþerî düzenler gibi, þeytana ibâdet yollarýndan bir yoldur. Þeytanýn insanlarý bölmeyi, darmadaðýn etmeyi esas alan ve dosdoðru yol olan sýrât-ý müstakîm dýþýnda kalan yollarýndan bir yoldur.

“Ve (de ki:) Þüphesiz ki bu, benim dosdoðru yolumdur. O halde ona uyun. Diðer yollara uymayýn. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayýrýp darmadaðýn eder. Ýþte sakýnasýnýz diye size bunlarý emretti.”[1180] Müslüman her þeyiyle, her þeyini Allah’ýn emrettiði þekilde ve Allah için yapan ve düzenleyendir. “De ki: Benim namazým (haccým, kurbaným) ve diðer ibâdetlerim, hayatým ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun ortaðý yoktur. Ben, bununla emrolundum ve ben müslümanlarýn ilkiyim.”[1181]

Materyalist ve pozitivist anlayýþa göre deney ile tesbit edilemeyen vahyin gerçeklerin­den hiçbiri po­zitif (varlýðý sâbit olan) deðildir. Yani pozitif düþünceye göre bunlar yok sayý­lýr­lar. Tabiatýyla bütün bu kanâatler, dinleri bir ilkellik, bir hayal ürünü olarak deðerlen­dirmekte, dolayýsýyla Allah'ý ve O'nun mesajlarýný yok saymak­tadýr. Bu nedenle materyalizm ve pozitivizm, kâfirâne bir düþüncedir ve bu düþünceyi aynen be­nimseyen her insan kâfirdir. 

Ýþte laiklik esasen bu düþünce üzerinde temellendirilmiþtir. Bu ne­den­ledir ki laikler din iþlerinin devlet iþlerinden ayrýlmasýný savunur­lar. Çünkü din iþlerinin kaynaðý vahiydir. Laiklikte ise vahyin yeri yok­tur. Ancak burada laiklikle ilgili olarak iki nokta çok önemlidir.

Bunlardan birincisi: Din iþlerini devlet iþlerinden ayýrmanýn müm­kün olup olmadýðýdýr ki bu, konumuzun dýþýnda kalýr.

Ýkinci nokta ise: Laikliði bir dünya görüþü olarak benimseyen kim­se­nin ayný zamanda hem laik, hem Müslüman olmasýnýn mümkün olup olma­dýðýdýr. Konumuzu yakýndan ilgilendiren bu noktanýn açýk­lýða ka­vuþtu­rulmasý ise bilimsel sorumluluk açýsýndan zorunludur. Bunu yapa­bilmek için elbette ki her þeyden önce  laiklikle Ýslâm'ý karþý­laþtýrmak ge­rekir. Ýþte bu suretle ancak ikisi arasýndaki benzerlikler ya da aykýrýlýklar ortaya çýkacak ve bir kimsenin, ayný zamanda hem laik, hem müslüman olup olamayacaðý ortaya çýkacaktýr. Fakat laiklik þim­diye kadar yetkili bir otorite tarafýndan henüz bilimsel olarak taným­lanmamýþtýr. Bu nedenle laiklik-Ýslâm karþýlaþ­týrmasýna esneklik ge­tirmek ve bundan saðlýklý bir sonuç çýkarabilmek ama­cýyla laiklik için mümkün olduðu kadar farklý bir­çok tanýmlar yapmak ve bu tanýmlar­dan her birine giren düþünce biçi­mini Ýslâmla karþýlaþtýrmak bu soruna bir nebze ýþýk tutacaktýr.

Bu konuda akla gelebilecek altý taným vardýr:

1- Laiklik: Din ile devlet iþlerinin birbirinden ayrýlmasýdýr.

2- Laiklik: Salt bir hoþgörüdür.

3- Bütün din ve inanýþlar karþýsýnda tam bir tarafsýzlýktýr.

4- Dinsizliktir.

5- Salt bir din düþmanlýðýdýr.

6- Bunlarýn birkaçýný içine alan bir anlam taþýr.

Hemen ifade etmek gerekir ki, birinci hayalî tanýmda olduðu gibi eðer laiklik din ile devlet iþlerinin birbirinden ayrýlmasý anlamýna geli­yorsa bu, Kur'ân'ýn ve Ýslâm'ýn bütünlüðü ilkesine aykýrýdýr. Bu nok­tada Ýslâm ile la­iklik arasýnda açýk bir uyuþmazlýk vardýr. Buna raðmen bilerek ya da bilme­yerek “ben laikim, ama ayný zamanda müslümaným” diyen kimse hem la­iklik açýsýndan, hem Ýslâm açýsýndan çeliþki içindedir. Ancak laik­lik, bir dogmaya dayanmadýðý için bu kimse, her þeye raðmen herhangi bir yoruma tutunarak belki laik olduðunu kanýt­layabilir, ancak müslüman olduðunu kanýtlayamaz.

Ýkinci tanýma göre laiklik eðer salt bir hoþgörü ise bunun Ýslâm'la çeli­þen hiçbir yaný yoktur. Onun için laikliði böyle sanarak hem laik, hem de Müslüman olduðunu ileri süren kimse için imânî bir endiþe söz konusu olmamalýdýr. Ancak böyle bir yaklaþýmýn mantýklý bir açýk­lamaya dayana­bi­leceði þüphelidir. Çünkü Ýslâm’ýn bir özelliði olan hoþ­görünün Ýslâm'dan ayrý bir anlayýþ olarak adlandýrýlmasý mantýksal bir çeliþkidir. Ayný zamanda laikliði böyle anlayan insan, birinci tanýmdaki görüþü inkâr etmiþ sayýlýr ki genellikle laik düþünce bu taným içinde empoze edil­mektedir.   

Eðer laiklik; “bütün dinler ve inanýþlar karþýsýnda tam bir tarafsýz­lýk­týr” diye tanýmlanacak olursa böyle bir anlayýþýn Ýslâm'la uyuþan hiçbir yaný yoktur. Çünkü Ýslâm'a göre: Ýslâm'dan baþka hiçbir hak ve ge­çerli din ve dünya düzeni yoktur.[1182] Binaenaleyh bütün dinler Ýslâm'a göre bâ­týldýr, geçersizdir. Tabiatýyla bu yargý, Ýslâm'ýn, diðer dinlere düþ­man ol­duðu ve onlarý hedef aldýðý anlamýna asla gelmez. Ýslâm, bü­tün insanlarý hak ve ada­let divanýnda barýþa ve yardýmlaþ­maya çaðýrýr, yürür­lükte ol­duðu topraklar üzerinde bütün kâfir vatan­daþlarýn da ay­nen Müslüman­lar gibi yaþamla­rýný, hak ve özgürlüklerini teminat al­týna alýr. Yalnýzca tüm dinlerin artýk geçer­siz olduðunu ilan eder ve bü­tün insan­lýðý, Kur'ân'a inanmaya çaðýrýr; Onlarý hanîf dinin bayraðý altýnda ve tevhid inancý etrafýnda birliðe davet eder. Dolayýsýyla laikliði bütün din­ler ve ina­nýþlar karþýsýnda tam bir taraf­sýzlýk olarak anlayan, bununla birlikte hem laik, hem Müslüman olduðunu ileri süren kimse yine çe­liþki içindedir ve Ýslâm Dini ile hiçbir iliþkisi yok­tur.

Laiklik eðer sýrf dinsizlik demek ise bu takdirde ne Ýslâm'ýn laiklikle kar­þýlaþtýrýlmasý için artýk mantýklý bir neden kalmýþ olur, ne de hem laik, hem de Müslüman olduðunu ileri süren bir insanýn bu yoldaki sözleri herhangi bir tartýþmaya konu olabilir.

Laikliðin sýrf din düþmanlýðý olarak tanýmlanmasý durumunda da so­nuç deðiþmez. Ancak bu anlayýþýn sýrf dinsizlik, ya da sýrf din düþ­manlýðý þeklinde tanýmlanmasýna, laiklerin “evet” diyebileceði ihti­malden uzak­týr. Çünkü eðer böyle bir anlayýþ ve tutum içinde olduklarýný açýða vuracak olurlarsa yalnýzca Müslümanlarý deðil, dünyadaki tüm inançlý insanlarý karþýlarýna alacaklarýný bilirler. Bu da laikliðin mantýk ölçülerine, insan haklarýna ve ahlâk kurallarýna ne kadar aykýrý düþtüðünü ortaya sermek bakýmýndan ibret vericidir!

Laik anlayýþ eðer bu tanýmlardan birkaçýnýn ortak konusu olabilirse bu takdirde yukarýdaki sonuçlardan yine biriyle açýklanmak duru­munda ka­la­caktýr. Sonuç bu olunca da Laikliðin Ýslâm'la çakýþabilmesi mümkün gö­rülmemektedir.

Dolayýsýyla hem laik, hem ayný zamanda Müslüman olduðunu ileri sü­ren insanýn açýk bir çeliþki içinde olacaðý gerçek anlamda ortaya çýk­mak­tadýr. Unutmamalýdýr ki laik bir dünya düzenini onaylayan, ya da benim­seyen bir kimse, ayný zamanda laik olduðunu ilan etmiþ sayýlýr.[1183] 

Hâkimiyet/Egemenlik Kayýtsýz Þartsýz Allah’ýndýr

Hukm kelimesi, sözlük anlamý olarak yargý ve yargýda bulunmak anlamýndadýr. Kelime, bütün kökleriyle, taraflar arasýnda ister anlaþmazlýk bulunsun, isterse bulunmasýn, belirli bir konunun gerçek deðerinin anlaþýlmasý için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama baþvurma mânâsýný içermektedir. Kur’ân-ý Kerim’de de bu anlamda kullanýldýðý görülmektedir. Hukm kelimesinin Türkçede “egemenlik” anlamýnda kullanýlan “hâkimiyet” þeklindeki söyleniþi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik anlamýyla Arapçada yenidir.

Çaðdaþ hukukçular, hâkimiyeti þöyle tarif ederler: “Belli bir ülke ve o ülkede oturan hakiki ve tüzel kiþiler üzerinde kullanýlan ve devlet kiþiliðine baðlý olan, ondan ayrýlmayan aslî en yüksek hukukî iktidar veya kudrettir.”  Kýsaca, “aslî ve en yüksek kumanda ehliyet ve yetkisi” þeklinde tanýmlanabilir. Mevdûdî, hâkimiyeti tanýmlarken þunlarý söylemektedir: “Siyaset biliminde bu terim; en yüksek iktidar ve mutlak iktidar anlamýnda kullanýlýr. Herhangi bir kimse ya da topluluðun hâkimiyeti elinde tutmasýndan maksat þudur: Onun her hükmü kanun mâhiyetini taþýr ve kanun olur. Böyle bir kimse ülkesinde yaþayan fertlerin üzerinde hüküm yürütür ve sýnýrsýz tercih ve yetkilerin sahibi olur. Onun yetki ve tercihlerini kendi irâdesi altýnda hiçbir þey sýnýrlandýramaz ve kýsamaz. Bireylere verilmiþ bulunan herhangi bir hak varsa, bu hak da ancak onun tarafýndan verilmiþ olur. Hâkimiyeti elinde bulundurmasý sebebiyle herhangi bir kanun kendisini baðlamadýðý için böyle birisi tam mânâsýyla kadir-i mutlaktýr.”[1184] Mevdûdî’ye göre “bundan daha az kudret ve imkâna “hâkimiyet” denemez. Ancak böyle bir hâkimiyet, bugün artýk farazî bir kavram haline gelmiþtir. Alaný o kadar küçülmüþtür ki, gerçek bir hâkimiyet veya siyaset biliminde kullanýlan terim anlamýyla siyâsî hâkimiyet (politik egemenlik) dahi kalmamýþtýr. 

Kur’an’a Göre Hâkimiyet Türleri

Her kavrama kendine has bir yorum getiren Ýslâm dini, hâkimiyet konusunda da Ýslâmî olan ve olmayan ayrýmýný gözetir. Kurân-ý Kerim, Ýslâmî ve câhilî olmak üzere iki tür hâkimiyet olduðunu kaydeder: “Yoksa onlar (Ýslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idaresini) mü istiyorlar? Ýyi anlayan bir topluma göre, hükmü, hükümranlýðý Allah’tan daha güzel kim vardýr?”[1185] Baþka âyet-i kerimelerde, Allah’ýn hükümleri dýþýnda kalan hükümlerin “hevâ, tâðut, dalâlet, þer vb. hükümleri” diye adlandýrýlmalarý Ýslâmî olmayan hükümler arasýnda mâhiyet farkýndan kaynaklanmamakta; aksine Ýslâmî olmayan hükümlerin câhilî olmanýn yanýnda, diðer olumsuz nitelikleri de kaçýnýlmaz olarak taþýdýklarýný ortaya koymaktadýr. Bu âyette geçen “hüküm” kelimesi, yalnýzca siyasal anlam taþýmakla kalmamakta, her türlü “yargý”yý da kapsamaktadýr. Böylece, Ýslâm’a göre yapýlanmýþ ve her türlü deðer yargýsý Ýslâm’a göre þekillenmiþ olan toplumun hükmü Ýslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise câhilî hükümdür.

Ýslâmî anlamýyla hâkimiyetin dýþýnda kalan her türlü hâkimiyet ve Ýslâm’ýn deðer yargýlarý dýþýnda kalan her çeþit deðerlendirmeye ad olan “câhilî hâkimiyet”in mâhiyeti hakkýnda Ýbn Kesir, sözkonusu âyet ile ilgili olarak þöyle der: “Cenâb-ý Allah, (bu âyette) her türlü hayrý kapsayan ve her çeþit þerden uzak tutan Allah’ýn sapasaðlam hükmünü býrakýp onun dýþýnda kalan ve þahýslar tarafýndan Allah’ýn þeriatine dayanmaksýzýn konulmuþ görüþ, hevâ ve ýstýlahlara yönelen kimselerin bu davranýþýný reddetmektedir. Nitekim câhiliyye dönemi insanlarý da böyle yapýyor, kendi görüþ ve hevâlarýndan ortaya attýklarý dalâlet ve cehâletlerle hüküm veriyorlardý. Moðollarýn da yaptýklarý bu idi. Onlar kendilerine yasak (yasa) koyan krallarý Cengiz Han’ýn hükümlerine göre yönetiliyorlardý. Bu yasað(y)ý Cengiz, yahûdi ve hýristiyan þeriatlerinden, Ýslâm dininden ve baþka dinlerden yararlanarak meydana getirmiþti. Orada sýrf kendi görüþü olan ve hevâsýndan kaynaklanan hükümler de vardý. Ýþte onun bu yasaðý (yasasý), soyundan gelenler arasýnda uyulan bir þeriat olmuþtu. Onlar Allah’ýn Kitabý ve Rasûlünün sünneti ile hükmetmeyi bir kenara býrakýp “yasak” ile hükmediyorlardý. Her kim böyle yaparsa o kâfirdir; Allah’ýn ve Rasûlünün hükmüne geri dönüþ az ya da çok hiçbir konuda onlarýn dýþýnda hiçbir þeyle hükmetmemek çizgisine gelinceye kadar onunla savaþmak farzdýr.”[1186]

Görüldüðü gibi, burada Ýbn Kesîr, Ýslâmî ve câhilî hükmün mâhiyetini açýklamýþ; kendi döneminde câhiliyye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han yasalarýný göstermiþ; Allah’ýn hükümlerini býrakýp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karþý takýnýlacak tavrý da gayet açýk bir þekilde belirlemiþtir. Bundan þunu anlýyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî birtakým sonuçlarý olmayan yorumdan ibaret deðildir. Bu konu, doðrudan doðruya Allah’ýn hükümlerine iman ve bu hükümlere aykýrý hiçbir hükmü kabul etmemek þeklinde uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karþý hukukî birtakým uygulamalarý beraberinde getiren bir anlayýþtýr.

Demokrasi
 

Batýnýn laiklik, özgürlük vb. hemen tüm kavramlarý gibi demokrasi kavramý da kaypaktýr. Sýnýrý, tanýmý çok belirgin deðildir. Ýsteyen istediði yere çekebilir. Yöneticiler ve etkin güçler, içini istedikleri gibi doldurabilir. "Halkýn kendi kendini yönetmesi" belki tek ortak taným. Onun da nasýl olacaðý ve müslümanlýkla nasýl baðdaþacaðý konusunda ortak görüþ yoktur.

“Ver oyunu, gör oyunu!”  “Kim daha oy alýyor/oyalýyor?”  "Oy, oy!" diye halktan rey dilenenler, iþ baþýna geçtiklerinde halký "of, of!" diye inletirler. Buna raðmen oyun devam eder. Demokrasi sâyesinde insan, ýsýrýldýðý delikten bir deðil; on kez ýsýrýlýr. Tahterevallidir demokrasi; partilerin biri iner, biri çýkar. Ama bu tahterevallinin üzerine binilip oturulan yerinde gýcýrdayan tahta kalas deðil; inleyen halk vardýr. Hangi doktrin, rejimde hâkimse, onun koyduðu kurallar iþlemekte, hâkim gücün çarkýnýn iþlemesi için halkýn desteðine ihtiyaç duyulduðundan, senaryosu önceden yazýlmýþ oyunda, halka sadece figüran roller verilmektedir. Halkýn seçmek mecbûriyetinde olduðu düzenin memurlarý, isteseler bile hâkim gücün/derin devletin sistemini deðiþtirme hakkýna sahip olmadýklarýndan, halký temsilen seçilenlere düþen iþ, mevcut sistemin çarkýnýn baþýnda durmaktan öteye gitmez. Bu olayda halka düþen ise, düzenin bazý yerlerine idareciler tâyin ederek onlarýn suçuna ortak olmaktýr.

Demokrasi bir yönetim biçimidir; yönetimleri belirleme biçimi deðil! Kendisi bir düzendir; baþka düzenlere kapý deðil! Davul tutanlarý seçme iþidir; tokmaklarý deðil! Egemen güçler tarafýndan kurallarý belirlenmiþ oyundur; oyun kurallarýný belirleme iþi deðil! Demokrasi, kitabýna uydurma rejimidir; Kitab’a uyma deðil! Demokrasi ile disiplini esas alan rejimler arasýndaki fark, önemsizdir: Totaliter rejimlerde kral veya general; “Ben böyle istiyorum!” der; Demokrasi ise, “sen böyle istiyorsun!” der.   

Güçlünün hâkim olduðu rejimin adýdýr demokrasi. Çaðdaþ bir masaldan ibarettir. Her ne kadar tersi iddia ediliyor olsa bile, seçenlerin ve hatta seçilenlerin deðil; seçtirenlerin ve derindekilerin irâdesi önemlidir. Demokrasi, bir Truva atýdýr. Halka, oy vermeme hürriyeti bile vermeyen çaðdaþ dayatma rejimidir. %51 delinin % 49 akýllýya gâlip getirilmesinin adýdýr. Müslümanla kâfirin, mücâhidle Ýslâm düþmanýnýn, âlimle câhilin, aydýnla avamýn eþit olduðu adâletsiz rejimin adýdýr demokrasi. Demokrasi açýsýndan, oy veren insanlar, eþit olmasýna eþittir, ama bazýlarý daha çok eþittir. Elli bir pirenin kýrk dokuz file gâlip getirilmesidir demokrasi. Kazanan ve kaybedenin maçtan önce belli olduðu þikeli bir karþýlaþmadýr. Hakka raðmen halk idaresi olmasýnýn yanýnda; aslýnda halka raðmen egemen çevrelerin halkýn inancýna ters dayatmalar rejimidir. Teorisiyle pratiði birbirine bu denli ters bir anlayýþ, baþka hiçbir ideolojide bu kadar sýrýtmaz.

Demokrasi, bilindiði gibi batý kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batý medeniyetinin en önemli özelliði, insanýn kendini ilâhlaþtýrarak, tanrýya baþkaldýrý, nefse, hevâya ve þeytana tâbi olmaktýr. Demokrasi anlayýþýnda da bu özelliði görürüz: Yüce Allah’ýn nizamýný kabul etmeyip, yönetimde insanlarýn hüküm koymasý ve Allah'ýn indirdiðini býrakýp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratlarýn ifadeleriyle (daha doðrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrý! Biz kendi hayatýmýzý kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavýrlarýyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriði ve anlamý iþte budur. Haliyle, baþka bir bâtýl gâye için, insaný/halký putlaþtýrma amacýyla bâtýl tanrýlara baþkaldýrýlýnca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da baþ kaldýrýlmýþ oluyor. “Hevâsýný ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksýn?”[1187] Ýster “hümanizm” adýyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batýnýn anlayýþý, insaný Tanrý yerine koymaktýr; insaný, yani kendi hevâsýný tanrýlaþtýrmak. Batýda düþünce, inanýþ, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkýnda bu yargý geçerlidir; bu hüküm, ortak bir deðerlendirmedir.

Batý uygarlýðýnýn karþýsýnda Ýslâmî dâvet vardýr. Ýslâmî mesaj, Allah'a baþkaldýrý yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de baþkaldýrmayý emreder. Bu da nefsi, hevâyý ve þeytaný kapsamýna alan “tâðut”a baþkaldýrmaktýr. “De ki: Þüphesiz ki bu, benim dosdoðru yolumdur. O halde ona uyun. Diðer yollara uymayýn. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayýrýp darmadaðýn eder. Ýþte sakýnasýnýz diye size bunlarý emretti.”[1188] Âyet-i kerime, gerçekten müslümanýn hayatýný, herhangi bir gedik býrakmaksýzýn tamamýyla Allah'a tahsis etmiþtir. Ýþte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanýncaya kadar, hayatýmýzýn tümünü, inanç ve kanaatlerimizden baþlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacaðýz. Ýslâm budur; böyle bir teslimiyettir.

Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduðu gibi, demokrasinin de can alýcý noktasý; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarýda da belirtildiði gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düþünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliði ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliðin, iktidar ve muktedir oluþun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunlarý yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasýl olacaðýný ve bu esaslarýn ayrýntýlarýný o belirler. Hâkimiyet anlayýþý itibarýyla Ýslâm bir tarafta, diðer bütün sistemler bir taraftadýr. Ýslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ýn hakký olarak bilir. Bunun dýþýndaki diðer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alýrlar.

Demokrasi, hâkimiyetin halkýn elinde olmasýnýn adýdýr. Krallýk, hâkimiyetin kralýn elinde olmasýdýr. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adýna konuþtuðunu iddia eden din adamý sýnýfýnýn ya da kendini tanrý yerine koyanlarýn elinde olmasýdýr. Buna benzer diðer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanýmlanýr ve ona göre isimlerini alýrlar. Yalnýz Ýslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ýn bir hakký olarak kabul eder. Bunun dýþýndaki diðer bütün beþerî sistemlerin (dinlerin) özelliði ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanlarýn “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklý cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâðutî ideoloji ve þeytanî düzenlerdir.

Hâkimiyet noktasýnda demokraside yetki; halkýn veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliðe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eþit olduklarýna göre de, her bir þahýs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasýna sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eþit parçaya bölünmüþ demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eþit bir parçasýna sahip olduðundan, zamaný gelince hâkimiyet parçalarýnýn sahipleri oylarýný bir tarafta toplar ve ittifakýn mümkün olmadýðý halde, çoðunluðu teþkil eden parçalarýn toplamý doðrultusunda icraatlar yapýlýr, kararlar alýnýr. Bu noktada hâkimiyetin kullanýlmasý gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrýcý Grek kültürüne dayalý, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânýn esasýdýr. Þu irticâya karþý dayatýlmak istenen demokrasi, asýl irticânýn kendisidir; asýl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarýyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapýyorlar. Ondan da eski bir kökü var; þeytana kadar uzanan bir baþkaldýrýya kadar devam edip uzanýyor, kökleri oraya kadar varýyor, Allah'a baþkaldýrý ve þeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.

Batýlýlar açýsýndan demokrasi, en az zararlý (ehven-i þer) olabilir. Onlar Hakk'a, yani mutlak doðruya, nassa inanmazlar çünkü. Ýslâm diye bir din, devlet ve dünya görüþü olmasaydý, Peygamberlerin ve iman edenlerin, uðruna her fedâkârlýklara katlandýklarý Ýlâhî hükümler söz konusu olmasaydý, "demokrasi mi, baþka rejim mi?" tartýþýlabilir, Hakkýn emrettiði "hayr" olmayýnca "þerrin en ehveni" tercih edilebilirdi. Ama, müslümanýn teslim olduðu Rab ve Kitap her þerri yasaklar ve sadece hayrý emreder. Hak, apaçýk ortadadýr. Bâtýl rengine bürün(e)mez. Bâtýl görünümünde hak veya hak görünümündeki bâtýl, olsa olsa "ehven-i þer"dir. Ehven-i þerri tercih etmek de þerre râzý olmak demektir. Müslüman hakka tâlip olmak zorundadýr.

Demokrasi ve Hâkimiyet

Demokrasi, bilindiði gibi batý kültürünün ürünü olan bir sistemdir. Batý medeniyetinin en önemli özelliði, insanýn kendini ilahlaþtýrarak, tanrýya baþkaldýrý, nefse, hevâya ve þeytana tâbi olmaktýr. Demokrasi anlayýþýnda da bu özelliði görürüz: Yüce Allah’ýn nizamýný kabul etmeyip, yönetimde insanlarýn hüküm koymasý ve Allah'ýn indirdiðini býrakýp kendi hükümleriyle kendilerini yönetmek istemeleridir. Bunu demokratlarýn ifadeleriyle (daha doðrusu, hal dilleriyle) söyleyecek olursak: “Sen kim oluyorsun ey tanrý! Biz kendi hayatýmýzý kendimiz düzenleyebiliriz. Kendimiz düzenlemek için yöntemler buluyor ve uyguluyoruz” demekteler; dilleriyle veya tavýrlarýyla. -Basite indirgeyecek olursak- demokratik söylemin içeriði ve anlamý iþte budur. Haliyle, baþka bir bâtýl gâye için, insaný/halký putlaþtýrma amacýyla bâtýl tanrýlara baþkaldýrýlýnca, hak ilâh olan Allah Teâlâ’ya da baþkaldýrýlmýþ oluyor. “Hevâsýný ilâh edinen kimseyi gördün mü? Onun koruyucusu (bekçisi, vekili) sen mi olacaksýn?”[1189] Ýster “hümanizm” adýyla, ister “demokrasi” ideolojisiyle, Batýnýn anlayýþý, insaný Tanrý yerine koymaktýr; insaný, yani kendi hevâsýný tanrýlaþtýrmak. Batýda düþünce, inanýþ, ideoloji ve sistemlerin hepsi hakkýnda bu yargý geçerlidir; bu hüküm, ortak bir deðerlendirmedir.

Batý uygarlýðýnýn karþýsýnda Ýslâmî dâvet vardýr. Ýslâmî mesaj, Allah'a baþkaldýrý yerine ibâdeti öngörür. Fakat birilerine de baþkaldýrmayý emreder. Bu da nefsi, hevâyý ve þeytaný kapsamýna alan “tâðut”a baþkaldýrmaktýr. “De ki: Þüphesiz ki bu, benim dosdoðru yolumdur. O halde ona uyun. Diðer yollara uymayýn. Sonra o yollar sizleri O’nun yolundan ayýrýp darmadaðýn eder. Ýþte sakýnasýnýz diye size bunlarý emretti.”[1190] Âyet-i kerime, gerçekten müslümanýn hayatýný, herhangi bir gedik býrakmaksýzýn tamamýyla Allah'a tahsis etmiþtir. Ýþte Allah'a teslimiyet bu demektir. Ölüm ile noktalanýncaya kadar, hayatýmýzýn tümünü, inanç ve kanaatlerimizden baþlayarak tüm eylemlerimizi Allah için, Allah'a teslimiyet sûretiyle ortaya koyacaðýz. Ýslâm budur; böyle bir teslimiyettir.

Bütün siyasî sistemlerin, ideolojilerin olduðu gibi, demokrasinin de can alýcý noktasý; hâkimiyet/egemenlik meselesidir. Yukarýda da belirtildiði gibi, hâkimiyet, daha ilerisi düþünülemeyen, siyasal bir güç ve etkinliði ifade eder. Yani siyasal güç ve etkinliðin, iktidar ve muktedir oluþun en ileri derecesini ifade eder. Bu en üstün kabul edilen otorite, kanunlarý yapar. Yöneticiler ona göre belirlenir. Yönetimin nasýl olacaðýný ve bu esaslarýn ayrýntýlarýný o belirler. Hâkimiyet anlayýþý itibarýyla Ýslâm bir tarafta, diðer bütün sistemler bir taraftadýr. Ýslâm, hâkimiyeti mutlak olarak sadece Allah’ta kabul eder; Allah’ýn hakký olarak bilir. Bunun dýþýndaki diðer bütün sistemler, hâkimiyeti kimde görüyorlarsa ona göre isim alýrlar.

Demokrasi, hâkimiyetin halkýn elinde olmasýnýn adýdýr. Krallýk, hâkimiyetin kralýn elinde olmasýdýr. Teokrasi, hâkimiyetin Allah adýna konuþtuðunu iddia eden din adamý sýnýfýnýn ya da kendini tanrý yerine koyanlarýn elinde olmasýdýr. Buna benzer diðer bütün sistemler de böyledir. Yani siyasî sistemler, hâkimiyeti elinde bulunduranlara göre tanýmlanýr ve ona göre isimlerini alýrlar. Yalnýz Ýslâm, hâkimiyeti Allah’ta görür, hâkimiyeti Allah’ýn bir hakký olarak kabul eder. Bunun dýþýndaki diðer bütün beþerî sistemlerin (dinlerin) özelliði ise, hâkimiyeti Allah'ta görmeyip insanda görmeleridir. Hâkimiyeti insanda görmek gibi ortak bir paydaya sahip olduktan sonra, bu insanlarýn “kim veya kimler?” sorusuna verdikleri farklý cevaplara göre isim alsalar da, müslümana göre bütün bunlar tâðutî ideoloji ve þeytanî düzenlerdir.

Hâkimiyet noktasýnda demokraside yetki; halkýn veya milletindir; Yani, toplumun geneli, egemenliðe sahip kabul edilir. Hangi inanca sahip olurlarsa olsunlar, fertler birbirlerine eþit olduklarýna göre de, her bir þahýs, o hâkimiyetin bir birimine, bir parçasýna sahiptir. Yani 70 milyonluk bir ülkede hâkimiyet, 70 milyon eþit parçaya bölünmüþ demektir. Bunun Kur’ânî ifadesi 70 milyon ilâh kabul ediliyor, demektir. Herkes hâkimiyetin eþit bir parçasýna sahip olduðundan, zamaný gelince hâkimiyet parçalarýnýn sahipleri oylarýný bir tarafta toplar ve ittifakýn mümkün olmadýðý halde, çoðunluðu teþkil eden parçalarýn toplamý doðrultusunda icraatlar yapýlýr, kararlar alýnýr. Bu noktada hâkimiyetin kullanýlmasý gündeme gelir. Demokrasi, çok tanrýcý Grek kültürüne dayalý, ondan kaynaklanan bir sistemdir. Yani, irticânýn esasýdýr. Þu irticâya karþý dayatýlmak istenen demokrasi, asýl irticânýn kendisidir; asýl mürtecî de demokratlar. Çünkü onlar, kökü, tarihi itibarýyla eski Yunan’a kadar uzanan bir mürtecîlik yapýyorlar. Ondan da eski bir kökü var; þeytana kadar uzanan bir baþkaldýrýya kadar devam edip uzanýyor, kökleri oraya kadar varýyor, Allah'a baþkaldýrý ve þeytana itaat olan bir siyasî sisteme tâbi oluyorlar demokrat mürtecîler.

Demokrasi, halkýn çoðunluðunun hâkimiyeti diye ifade edilse bile, bu iddianýn kandýrmacadan ibâret olduðu uygulamalardan anlaþýlmaktadýr. Demokrasilerde çoðunluðun ittifaký bile yoktur. Demokrasi ile yönetilen bir rejimde yaþayan insanlarýn çoðunluðunun sözü nerede ve nasýl geçerli oluyor? Parti aritmetikleri içinde, % 25-30 oy alan her parti iktidar olur. Nerede çoðunluk? % 70-75 muhâlefette kaldý. Yani, demokraside demokrasi yoktur. Demokrasiler, kendi mantýklarý açýsýndan bile saðlýklý bir hâkimiyetin kullanýlma yöntemini dahi icat etmekten âcizdirler. Þimdiye kadar Batýda ve coðrafyamýzda birçok seçim sistemi uygulanmýþtýr. Ancak, bunlarýn hiçbirisinin asgarî düzeydeki çoðunluðun irâdesini iktidar olarak yansýtabilecek yeterlikte olduðu ileri sürülememektedir. Demokrasi, uygulamaya geçtiði tarihten günümüze kadar, sadece iki partinin olduðu yerlerde bile, hiçbir zaman, hiçbir parti çoðunluðu saðlayarak iktidar olmuþ deðildir. Çünkü seçimlere katýlmayanlar vardýr; yönlendirilenler, kandýrýlanlar, halka sorulmadan aday gösterilenler, kendisini tam olarak temsil etmediðinden, mecbûren kendisine en yakýn olduðunu sandýðý veya ehven kiþiyi seçmek veya küsmek zorunda býrakýlanlar vardýr.

Dolayýsýyla demokrasi, uygulanmasý imkânsýz bir tezdir, bir ütopyadýr. Þimdiye kadar batý felsefelerinde ortaya çýkmýþ olan ütopyalardan bir ütopya. Fakat bu demokratik sihirbazlar, medya ve diðer imkânlar (bilim adamlarý, eðitim kurumlarý ve düþünürler) vâsýtasýyla, demokrasinin ütopya olma özelliðini insanlarýn gözlerinden saklýyorlar. Ýnsanlarýn bunu görmelerine mümkün mertebe imkân ve fýrsat tanýmamaya çalýþýyorlar. Gerçeðin görülmesine sebep olacak herhangi bir þey olduðu zaman, birtakým oyalamalar icat edilerek insanlar onlarla meþgul edilir ve gerçeðe nüfuz etmeleri böylelikle önlenmiþ olur. Kanaatleri samimi olarak kabul görmeyen azýnlýk ise demokraside her zaman bir küskünler kitlesi meydana getirir. Dolayýsýyla yapýlan uygulamalara bu muhâlefettekiler hiçbir zaman katýlmazlar.

Bu eleþtirilerimiz, demokrasinin kendi mantýðý ile demokrasiye bir reddiyedir. Görülüyor ki demokrasi, hiçbir zaman için demokrasiyi savunanlarýn ileri sürdükleri gibi, insanlýðýn en ideal sistemi, ya da en az yanlýþý olan sistemi olamaz. Çorçil'e atfedilen bir söz vardýr. "Demokrasi, dünyadaki en güzel ikinci sistemdir." Sormuþlar; "demokrasiyi neden ikinciliðe indirdin?" diye. "Birincisi yok ki!" diye cevap vermiþ. Gerçek öyle deðil; demokrasi öyle ikinci, üçüncü sýradaki bir düzen filân deðil; bir curcunadan ibârettir. Eflâtun'un tâbiriyle; "demokrasi, þarlatanlar düzenidir." Demokrasinin babasý sayýlan Jan Jack Russo da benzer bir þey diyor: Demokrasiyi uzun uzun anlattýktan sonra; "Emil" adlý kitabýnda "doðrusunu söylemek lâzýmsa" diyor, "insanlar kendi kendilerine kanun yapamazlar. Bize kanunlar verecek ilâhlar lâzým."

Ýnsan hayatý çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutlarý ile insan hayatýný tamamýyla kuþatmýþ hiçbir beþerî sistem yoktur. Ýnsan hayatýný bütünüyle kuþatmak iddiasýnda olan beþerî hiçbir ideoloji ve dünya görüþü de ortaya çýkmamýþtýr. Sadece Ýslâm, insan hayatýný bütün yönleriyle ve boyutlarýyla kuþatmayý hedeflemiþ ve gerçekten kuþatmýþ kâmil bir din hüviyetine sahiptir. Sadece Ýslâm, inanç, davranýþ, sosyal ve siyasal düzen, ahlâk, dünya görüþü ve âhiret anlayýþý, düþünce ve yaþama biçimi, insanýn kendisiyle, çevresi ve Rabbiyle tüm iliþkilerini tanzim eder. Tüm bu alanlarla ilgili kuþatýcý hükümler koyar. Bütün beþerî ideolojiler, tüm ahlâk görüþleri, sosyal ve siyasal insanî görüþler, hangisi olursa olsun, Ýslâm'ýn bakýþýna göre esas itibarýyla birer dindir. Fakat bu dinlerin hiç birisi insanýn hayatýný bütün boyutlarýyla kuþatmak iddiasýnda olmadýðý için bazen müþterek birkaç beþerî ideoloji veya beþerî din bir araya gelir ve insan hayatýný kuþatmaya çalýþýrlar. Beþerî sistemlerin herhangi birisini bir yerde kabul ettiðiniz zaman, siz sadece o kadarýyla hayatýnýzýn tamamýný tanzim edemezsiniz.

Hayatýnýzýn diðer açýklarýný, diðer yönlerini de uygun göreceðiniz veya o kabul ettiðiniz sistemle uyuþabilecek baþkalarýyla doldurursunuz. Bütün beþerî sistemlerin en büyük ortak paydasý ise, laikliktir. Siyasî hayatýnýza demokrasiyi getirip hâkim kýldýðýnýz takdirde, hukukunuz ne olacak? Ahlâkýnýz, iktisadî iliþkileriniz ne olacak? Ýþte bu noktada, demokrasi bütün bunlarý "hâkimiyet kayýtsýz þartsýz milletindir" diyerek millet ve milletin yetkili gördüðü kimseler yoluyla temsili sûretiyle, temsilî sisteme uygun olarak seçilen kimseler aracýlýðýyla bu sorunlarý çözmeye çalýþýr. Temsil yetkisine sahip bulunan kiþi ve kurumlar, onlarýn hukukunu belirler. Hukukun bünyesi içerisinde iktisadî iliþkileri ortaya koyar. Bunlarýn sonucu olarak bir ahlâk anlayýþý da oluþur. Toplumsal hayatýn gerekli diðer bütün kurumlarý bu yapý ile uyumlu olarak ya da en azýndan çeliþki arzetmeyecek þekilde ortaya çýkar.

Bütün sistemler ilk ortaya konulduklarý zaman, hangi çerçeve için konulmuþ olurlarsa olsunlar, sadece orada kalmazlar; insan hayatýnýn tamamýný kapsarlar; en azýnda pratikte bu böyledir. Hiçbir beþerî sistem, kâmil olamaz ve insanlar, beþerî sistemlerde deneme yanýlma yoluyla mesafe alabilirler. O bakýmdan beþerî sistemler esas mâhiyetleri itibarýyla bir yaz boz tahtasýdýrlar. Bunu, içinde yaþadýðýmýz beþerî sistemin meselâ kanunlarýnda çok rahat bir þekilde görebiliriz.

Beþerî Sistemlerin Dünyevîliði; Ýslâm'ýn Uhrevîliði

Beþerî sistemler eksiklerini baþka sistemler vâsýtasýyla tamamlasalar bile âhirete yönelik hiçbir þey söylemezler. Ýnsanýn ölümünden sonrasýyla ilgilenmezler. Dolayýsýyla beþerî sistemler ne kadar ileri olurlarsa olsunlar, ilgilendikleri özel alanda bile mükemmel olamazlar ve insanýn ölümden sonraki hayatý için bir þeyler verme iddiasýnda bulunamazlar. Müslüman ise, âhireti hesaba katmadan en ufak bir davranýþta bulunamaz. Müslüman, dünya hayatýyla âhireti hedefleyendir. Dünyadaki olumlu veya olumsuz geliþmeler, imtihan kabul edildiðinden, müslümanýn istikameti üzerinde etkili deðildir. "Tâ ki, elde ettiðinizle sevinmeyesiniz, kaybettiðiniz dolayýsýyla d

Ynt: Uydurma dinler By: hafýz_32 Date: 09 Kasým 2010, 13:41:37
da üzülmeyesiniz."[1191] Dünya hayatýnda ele geçirdiklerimize sevinmeye deðmez; kaybettiklerimiz için üzülmeye deðmediði gibi.

Önemli olan, müslüman olarak kiþinin kendi sorumluluðunu yerine getirmesidir. Müslüman için en mühim þey, amellerinin sâlih olmasý, eylemlerinin kabul edilecek vasýfta bulunmasýdýr. Bu gerçekleþince, önde veya arkada olmak önemli deðildir. Netice almýþ, dünyada baþarýlý olmuþ veya maðlup düþmüþ, marjinal kalmýþ, hiç önemli deðildir. Bir hadis-i þerifte þöyle buyrulur: "Kýyâmet gününde kimi peygamber yanýnda iki üç mü'minle birlikte gelecek." Yani iki üç tane, hatta tek baþýna gelen peygamberleri biz marjinal kaldý diye dâvetlerini teblið etmede kusurlu davrandýklarýný mý kabul edeceðiz? Nuh (a.s.) 950 yýl istikamet üzere yaptýðý tebliðde dünyevî açýdan netice alamadý veya çok küçük bir sonuç aldý diye, yaptýklarýný küçümseyecek, marjinal kaldý diye tenkit edebilecek miyiz?

Dolayýsýyla biz hakký ve hakikati baþarýlarda, çoklukta, azlýkta, önde ve arkada olmakta deðil; Allah'ýn kitabýna ve Rasûlün sünnetine mutabakatta ararýz. Allah'ýn Kitabýna ve Rasûlün sünnetine uygun oldumu bir iþ güzeldir; neticesi dünyevî olarak hiç olsa bile. Önemli olan Allah'ýn vereceði deðerdir. Dünyevî sonuçlarý Allah verirse ne âlâ, vermezse vermez. Hayatýmýz ve ölümümüz, Allah için olabiliyorsa, netice odur. Ýþte bu anlamýyla hayatý kuþatan biricik sistem, kâmil din, sadece Allah Teâlâ'nýn dinidir.

Ýslâm'ýn Eksizliði ile Beþerî Sistemlerin Yetersizliði

Bütün beþerî sistemler eksiktir, parçacýdýr. Çözüm getiremeyiþleri, insanlarý mutluluða ulaþtýramayýþlarý, bunun en açýk göstergesidir. Kendilerinin kendileri için belirledikleri hedefleri dahi gerçekleþtiremeyiþleri bir tarafa, müslüman olarak bizim onlara yönelteceðimiz en büyük eleþtiri, bu sistemlerin eksik olduðuyla ilgilidir. Bu sistemler, yamalý bohçadýr; insaný kuþatamazlar, kâmil din olamazlar, âhiretle ilgili söyleyecek sözleri de yoktur. Yalnýz Allah'ýn dini olan Ýslâm'dýr, hayatý bütünüyle kuþatan, dünyayý ve âhireti içeren. Mevcut sistemler bize Allah'ýn rýzâsýný kazandýramaz. Dolayýsýyla biz, insanlarýn tümüne Allah'ýn rýzâsýnýn nasýl kazanýlacaðýný öðretmeyi, böyle bir yükümlülüðü üzerimize almýþ kimseler olarak ortadayýz.   

Ýslâm'ýn kemâli vahye dayalý olmaktan kaynaklanýr. Buna karþýlýk batýnýn zevâli, böyle bir dinden mahrum oluþundan kaynaklanmaktadýr. Felsefeleri, ideolojileri, rejimleri ve hevâlarý hepsi þeytanýn insanlara telkin ettiði lehviyattandýr. Kur'ân-ý Kerim'in belirttiðine göre þeytanlar da dostlarýna telkinatta bulunurlar. Demek ki dünyada ezelden beri, Âdem (a.s.)'den beri, iki þey çarpýþýp durmaktadýr. Allah'ýn vahyi ve þeytanýn, dostlarýna telkin ettiði vahiyler; Hak ile bâtýl. Ýslâm'ýn kemâlinin bir neticesi olarak Ýslâm, her zaman ve mekânda bütün insanlýðýn her türlü ihtiyacýný karþýlayabilecek vasfa sahiptir.[1192]   

Çokluk veya çoðunluk, ya da çoðulculuk denildiðinde, temelinde yatan birey, yani bir tek insandan bahsedildiði bilinmelidir. Bir'inde doðrularý veya eðrileri tesbit yetkisi bulunmayanlarýn çoðunluðunun nasýl bu yetkiye sahip olabildikleri hâlâ açýklanamamýþtýr. Sadece sýfýrlarýn veya yalnýz eksilerin yan yana gelmesiyle tatmin edici rakamlarýn veya artýlarýn çýktýðý, çýkabildiði izah edilememiþ bir kandýrmacadýr. Yol göstereni bulunmayan insanýn þaþkýnlýk içinde kaldýðýný, bilmediklerinin öðretilmemesi halinde bir þey bilmez durumda devam ettiðini her ne hikmetse düþünemeyen insan, bir Rabb'e (eðitici, terbiye edici mürebbî'ye) hep ihtiyaç duymuþtur. Bütün mesele, bu mürebbînin (terbiyecinin) kim olmasý gerektiði hususudur. Ýþte insan bu noktada hep yanýlmýþ, bir türlü gerçek terbiyecisini bulamamýþ, insana acýyan yaratýcýsý merhameti ile ona sürekli olarak terbiye esaslarýný bildiren elçileriyle yol göstermiþtir. Çoðunun, çoðunluðun bu yolu kabul etmemesine, hevâsýna uymasýna raðmen yaratýcý Allah tekrar elçiler göndermiþ ve kullarýna gerçekten acýdýðýný, maðfiret ediciliðini göstermiþtir. Kur'an bu yol göstericiliðin en son eseri olarak elimizde, önümüzdedir.

Birçok âyetinde, hevâsýna tâbi olan insanýn nasýl azgýnlaþtýðýný, kendi dengesini nasýl bozduðunu, saðlýklý bir ruh yapýsýna sahip olamadýðýný açýklayan Rabbimiz (terbiyecimiz) Allah, kendini bozanýn çevresini de bozduðundan defaatle söz etmekte, yeryüzünü ifsâdýndan bahsetmektedir. Yeryüzü, halîfelik görevinin icrâ edileceði, îmar ve ýslah tavrýyla yaklaþýlmasý gereken insanýn bir çevresidir. Ýnsan, bu çevre ile vardýr. Ýnsan, doðasýný, ancak, bu doðanýn sahibince bildirilen esaslara uyarak koruyabilir. Korunamamýþ doða, ister insan tabiatý olsun, ister insanýn içinde yaþadýðý ortam olsun, insan için saðlýksýz bir ortam olarak kiþiliðini koruyamamanýn, giderek korkmanýn, kokuþmanýn ortamý olacaktýr. Öyle de olmuþtur.

Analarýnýn karnýndan bir þey bilmediði halde çýkarýlan insanlarýn, çýkýþlarýný takip eden bir süre sonra "küllü þey'in kadîr" bir varlýk haline dönüþmesi mümkün deðilken, insanýn temel yanýlgýsý, böyle olabildiðini sanmasý, yani kendini, hevâsýný, kendi gibi insanlarý tanrýlaþtýrmasýdýr. Bu saný ve deðerlendirme, insaný azgýnlaþtýrmakta; tuðyâný, baðyi ve fesâdý giderek kendinden çevresine, çevresinden kendine ve diðer insanlara yönelmiþ; yaþadýðý dünyayý, içinde kendisi de bulunduðu halde berbat etmektedir.

Kaynaðý insan aklý olan, bu aklýn yaþadýðý ortamdan etkilenmiþliðinin ürünü olan fikirleriyle biri, diðerinden farklý yerlere varan akýllarýn çoðunluðunun veya azýnlýðýnýn varacaðý yer, kendine ters düþen yerdir. Kendini yadsýyan yerdir. Ýnsaný kendinden uzaklaþtýran, kendinin farkýna varmasýný engelleyen yolda kullanýlan akýl, insanoðlu var oldu olalý kendi baþýna doðru yolu bulamamýþtýr. Ancak Yaratan Rabbi insana sýrât-ý müstakîmi, bu doðru yolu göstermiþtir. "Ne yapacaðýný bilmez halde bulup da doðru yolu göstermedi mi?"[1193] Ýnsan, kendine gösterilen yolu bile koruyamazken, bu yoldan ayrýlmamayý bile beceremezken, kendi baþýna tümüyle doðru bir yol bulmasýný ondan beklemek, olmayacak þey beklemektir. Zaten kendi de, kendi bulduðu yoldan memnun olmamýþ, olamamýþtýr.

Aklýný, hevâsýný tanrý edinen insan, bu tanrýsýndan râzý deðildir. Aklýn ve arzularýn tanrý kabul edildiði demokrasiler, insanlarýn kendine gelmelerini önleyen bir uyuþmuþlukla, kendilerine gelmelerini engellemektedir. Afyonun insaný uyuþturduðu gibi insanlarý uyuþturan, bu uyuþturup uyutmada müzik, futbol ve medyadan da yararlanan demokrasiler, onlar için yalnýz ekonomik insan, seksolojik insan tanýmý getirebilmekte, insanýn bir türlü bu yönleri de bulunan ama, asla bunlardan ibaret olmayan bir varlýk olduðunu görebilmesine imkân býrakmamaktadýr. Demokrasiler insanlarý; insan olmaktan, insanlýklarýnýn farkýna varmaktan alýkoyan insanlarýn önünde aþýlmasý güç bir büyük engel olarak durmaktadýr. Bu engeli aþamayan insanýn, insanlýðýnýn farkýna varabilmesi mümkün deðildir.

Çokluðu da, çoðunluðu da, çoðulculuðu da demokrasi bütününe güvenmemesi için yaþamýnýn saðlamasýný yapmakla varacaðý nokta, insana, kendinin farkýna varmasýna yardýmcý olacaktýr. Teslim olmadan, bir rabbe kul olmadan yapamadýðý görülen insanýn, teslim olmamasý deðil; kime ve neye teslim olacaðý ile ilgili tercihleri söz konusudur. Ýnsan, "kendi hevâsýna mý, baþkalarýnýn (çoðunluðun) hevâsýna mý, yoksa Allah'a mý teslim olmalýdýr?" sorusuna verilecek isâbetli cevap insanýn ufkunu açacaktýr. Açýlan þuuru, insanýn bütünü görmesini, kendinin farkýna varmasýný saðlayacaktýr. Önü açýlan insanýn görebildiði bütün karþýsýnda yapacaðý seçim elbette daha isabetli olacaktýr. Hayat, kendisine hayat verene teslim olmakla anlamlanacaktýr. Teslim olamadan yapamayan insan, en güvenilir’e (el-Mü'min) teslim olmakla (müslümanlýkla) ancak tatmin olabilir.[1194]

Kapitalizm
 

Batý dünyasýnda feodalizmin çöküþünden bu yana egemen olan ekonomik sistem. Anamalcýlýk, Sermayecilik, Serbest Piyasa Ekonomisi, Serbest Giriþim Ekonomisi adlarýyla da anýlýr. Liberal sistem, serbest ticaret, karma ekonomi deyimleri de kapitalizmi belirtir. Kapitalist ekonominin temel özelliði üretim araçlarýnýn büyük çoðunluðunun özel ellerde bulunmasý ve üretimle gelir bölüþümüne önemli ölçüde piyasalarýn iþleyiþinin yön vermesidir.

Kökleri ilkçaða kadar uzanan kapitalizm Ortaçaðýn sonlarýna doðru Avrupa'nýn belirli bölgelerinde geliþmeye baþladý. Ancak bir sistem olarak yerleþmesi on altýncý yüzyýldan sonra gerçekleþti. On altý, on yedi ve on sekizinci yüzyýllarda Ýngiliz kumaþ sanayisindeki büyüme kapitalizmin geliþimini hýzlandýrdý. Kapitalizm öncesi sistemlerde üretimin tüketimi aþan bölümünün üretim kapasitesinin geniþletilmesi amacýyla kullanýlmasýyla ayrýlýyordu. Birçok tarihsel etmen de bu geliþmeyi pekiþtirdi. On altýncý yüzyýldaki reform hareketinin çabasýný aþaðýlayan geleneksel ahlâkýn etkilerini kýrarken çok çalýþma ve tutumlu olmaya da dini bir temel kazandýrdý. Artýk ekonomik eþitsizlik zenginlerin de ahlâklý olabileceði gerekçesiyle rahatça savunuluyordu.

Kapitalizmin geliþmesine katkýda bulunan diðer bir etmen de Avrupa'da deðerli maden arzýndaki artýþ ve bunun sonuncunda fiyatlarýn yükselmesi oldu. Bu dönemde fiyatlar ücretlerden daha hýzlý arttýðýndan enflasyondan en çok sermaye sahipleri yararlandý. Ýlk kapitalistler (1500-1750) Merkantilist dönemde güçlü ulusal devletlerin ortaya çýkmasýndan da yararlandýlar. Bu devletlerin izlediði ulusal güçlenme politikalarý bir örnek para ve hukuk sistemleri gibi iktisadi geliþme için gerekli temel toplumsal þartlarýn oluþmasýný ve sonuç olarak aðýrlýðýn devletten özel teþebbüse kaymasýný saðladý.

Ýngiltere'de on sekizinci yüzyýlda kapitalist geliþmenin odaðý ticaretten sanayiye kaydý. Önceki yýllarda saðlanan sermaye birikimi, Sanayi Devrimi sýrasýnda teknik bilginin sanayiye uygulanmasý yolunda kullanýldý. Adam Smith (1723-1790) "Uluslarýn Zenginliðinin Nedenleri ve Kaynaklarý Üzerine bir inceleme" adlý eserinde klasik kapitalizmin ideolojisini ortaya koydu. Smith, toplumlarýn geliþmesini Marksist kurama benzer biçimde çeþitli aþamalara ayýrýyordu. Buna göre toplumlar avcýlýk, göçebeliðe dayalý tarým, feodal çiftçilik ve ticari karþýlýklý baðýmlýlýk aþamalarýndan geçerler. Her aþamanýn kendine özgü kurumlarý vardýr. Sözgelimi avcýlýk aþamasýnda mülkiyet olmadýðý için adlî kurumlara gerek yoktu. Ama toplumsal çevrenin büyümesiyle birlikte düzenli ordularýn yaný sýra özel mülkiyetin ve çeþitli ayrýcalýklarýn korunmasýnýn aracý olarak devlet kurumu geliþti. Böylece daha karmaþýk bir örgütlenme ortaya çýktý. Ücretleri loncalarýn yerine piyasalarýn belirlediði, özel giriþime devletçe konan kýsýtlamalarýn kalktýðý son aþama ise sonradan serbest rekabet kapitalizmi olarak adlandýrýlan "kusursuz özgürlük" aþamasýdýr. Bu aþamada bireylerin tutkularý doðrultusunda kendi durumlarýný iyileþtirmeye yönelik faaliyetlerini toplumsal bakýmdan yararlý sonuçlara dönüþtüren mekanizma rekabettir. Örneðin bireylerin rekabete dayalý mücâdelesi sayesinde mallarýn fiyatlarý, geçici sapmalar dýþýnda üretim maliyetine denk düþen doðal düzeylerde oluþur. Ulusal servet ise toplumun üç ana sýnýfýný oluþturan iþçiler, toprak sahipleri ve sanayiciler arasýnda gene ortak yararý en yüksek düzeye çýkarýlacak biçiminde ücret rant ve kâr olarak bölüþülür. Dolayýsýyla kendi kendine iþleyen ve kendini sürekli olarak düzelten piyasa mekanizmasý devlet müdahalesi olmadan toplumsal düzenliliði saðlar. Bireylerin kendi çýkarlarý peþinde koþmasý ulusal zenginliði de artýrýr. Ekonomideki üretkenlik artýþýnýn temeli ise emeðin iþ bölümüdür. Bireyler iþbölümü sayesinde bir yandan kendi verimliliklerini artýrýrken ayný zamanda toplumsal üretkenliðin de artmasýna katkýda bulunur. Rekabetçi sistemin iþleyiþini engelleyecek ayrýcalýklara ve devletin müdahalelerine izin verilmediði sürece ulusal zenginlik durmadan büyüyecek, toplum kendiliðinden en iyi noktaya ulaþacaktýr.

Fransýz Devrimi ve Napoleon Savaþlarý'nýn feodalizmin kalýntýlarýný silip süpürmesinden sonra Smith'in önerdiði politikalar giderek daha çok uygulamaya konuldu. On dokuzuncu yüzyýlda siyasal liberalizmin baþlýca politikalarý serbest ticaret, saðlam para (altýn standardý), dengeli bütçe ve sosyal yardýmlarýn son derece kýsýtlý tutulmasý biçiminde kendini gösteriyordu.

I. Dünya Savaþý kapitalizmin geliþmesinde bir dönüm noktasý oldu. Savaþtan sonra uluslararasý piyasalar daraldý, altýn standardýnýn yerini uluslararasý para birimi aldý, bankacýlýk alanýnda hegemonya Avrupa'dan ABD'ye geçti, Afrika ve Asya uluslarý sömürgeciliðe karþý baþarýlý mücâdelelere giriþtiler ve dýþ ticaretin önündeki engellere yenileri eklendi. 1929 Büyük Bunalýmý pek çok ülkede devletin ekonomiye karýþmamasýný öngören kapitalizmin ünlü "býrakýnýz yapsýnlar" politikasýna son vererek bir süre kapitalist sistemin geleceðine iliþkin þüpheleri artýrdý. Ama II. Dünya Savaþý'ndan sonra Amerika, Avrupa ülkeleri ve Japonya'daki baþarýsý, sistemin yaþama gücünü sürdürdüðünü göstermekle kalmayarak son yýllarda doðu bloðu ülkelerini de etkileyerek komünizme karþý sürdürdüðü rekabette önemli ölçüde baþarý kazandý.

Günümüzde en yaygýn ve güçlü ekonomik sistem durumundaki kapitalizm, felsefi temelleri, kurallarý, amaçlarý ve sonuçlarý bakýmýndan Ýslâm'ýn tam karþýsýnda yer alýr. Kapitalizmin temelini maddecilik oluþturur. Ýnsana öngördüðü biricik amaç maddî zenginliðe ulaþmak ve bunu dilediðince tüketmektir. Bu amaca ulaþmak isteyen bireye sýnýrsýz bir özgürlük tanýr. Bu nedenle aþýrý ölçüde bireycidir. Ýnsan ve toplum hayatýnda belirleyici olarak kabul ettiði tek ilke piyasa þartlarý ve rekabettir. Fýrsatçýlýk ve acýmasýzlýk ise onun ahlâk kurallarýdýr. Hep daha çok kâr yapmaya yönelttiði insanlar tutkularý yönünde hiçbir engelle karþýlaþmamalýdýr. Bütün bunlar kapitalizmi insanlýk dýþý bir sistem durumuna götürmüþtür. Bireye tanýdýðý sýnýrsýz özgürlük ve kabul ettiði "býrakýnýz yapsýnlar" kuralý doðal olarak en çok sermaye sahiplerinin iþine yaradýðý için büyük kitlelerin yoksullaþmasýna, sömürülmesine yol açmýþtýr. Kapitalistin doymak bilmeyen mülkiyet tutkusu kapitalizmi, sýnýrlarýný aþarak dünya ölçüsünde yayýlmaya ve özellikle yoksul ülkelerin doðal kaynaklarýný yaðmalamaya götürmüþtür. Bu nedenle kapitalizm Ýslâm gözünde zulmün ve sömürünün ortadan kaldýrýlmasý gereken baþlýca nedenlerinden birisidir.[1195]

Sosyalizm
 

Sosyal teþkilatlanmayý eþitlik ölçüsüne göre düzeltmeyi gâye güden teori. Sosyalizm, ferdiyetçi ve hürriyetçi (liberalist) sistemlere karþý bir tepki olarak doðmuþtur. Sermaye sahipleriyle iþçiler arasýndaki eþitsizliði, servet ve refah farklarýný ortadan kaldýrma iddiasýndadýr. Bu iddialar doðrultusunda Sosyalizmi önce ekonomik bir çerçeve içinde; yani servetin üretimi, tüketimi, paylaþýlmasý ve daðýtýmý açýsýndan ele almalýdýr. Bu açý, bizi Sosyalizmi meydana getiren þartlarý araþtýrmaya götürür. Liberal demokrasinin ve Kapitalizmin doðurduðu yetersizlikler ve adâletsizlikler, sanayileþme olayýna; sanayileþme de, sosyal, ekonomik ve þuurlu bir þekilde teþkilatlanan iþçi sýnýfýnýn siyasi bir güç halinde ortaya çýkmasýna götürür.

Sosyalizm, öncelikle liberal Kapitalist düzenin adâletsizliklerine karþý çýkmak ve isyan etmekle çaðdaþ niteliðini kazanmýþtýr. Böylece Sosyalizmin ilk temel karakteri, kurulu düzeni adâletsiz, çað dýþý ilân etmesiyle ortaya çýkmaktadýr. Buna göre Sosyalizm, liberal Kapitalist düzenin mülkiyet ve çalýþma kurumlarýný yetersiz ve adâletsiz bulduðu için, deðiþtirmek ve onun yerine geçmek isteyen bir rejimin adýdýr. Bu haliyle Sosyalizm, Kolektivizmin zaman içinde fiiliyata geçmesi ve uygulanmasýdýr.

Kapitalist sistemler, özel mülkiyet, piyasa ekonomisi ve kâr esasýna dayanan bir sistem kurmuþtur. Bu düzen, tarih olaylarýnýn ve sanayileþmenin ürünüdür. Sosyalizm de bu düzene antitez olarak tasarladýðý düzenini tarihi þartlarýn meydana çýkardýðý bir düzen olarak görür. Onlara göre, bu düzen de týpký Kapitalist düzen gibi ihtilâl sonucu kurulacaktýr.

Sosyalizmin ikinci esas dayanaðý da, ekonomik faaliyetlerin özel sektörden kamuya, kiþilerden topluma aktarýlmasýdýr. Bu anlamda Sosyalizm, mevcut olan üretim araçlarýnýn tümünü, yahut büyük bir kýsmýný toplumun þuurlu ve yönetici durumunda olan organlarýna baðlamaktýr. Burada üretim araçlarý toplumun mülkiyetine geçmekte, neticede özel mülkiyet yerine kolektif ve sosyal mülkiyet kurumu oluþturulmuþ olmaktadýr.

Sosyalizmin kolektif mülkiyeti sadece toplumun malý yapmasý da yetmez. Ayný zamanda, bu mallar toplumun hizmetinde olmalýdýr. Yani kârýn hizmetinden çýkarýlýp çalýþanýn (iþçinin) hayat standardýný artýrýcý hale getirilmelidir.

Demek oluyor ki, Sosyalizm, objektif tarih þartlarý içinde Kapitalizmi takip ederek onun yerine geçecek olan bir düzendir. Sosyalist düzende þu üç unsur bulunur:

a) Üretim araçlarýnýn toplumun malý olmasý,

b) Üretimin insan ihtiyacýna göre yapýlmasý,

c) Bunlarýn tamamýnýn demokratik bir yol ile gerçekleþtirilmesi.

Buraya kadar Sosyalizmin tanýmlarýnda bazý farklýlýklar olsa da; hepsinde de ortak gâye, çalýþan zümreyi (iþçi sýnýfýný) cemiyete hâkim kýlmak ve emek sahiplerinin hakkýný vermektir. Toplumda sýnýf farklarýnýn ortadan kaldýrýlmasý ve toplu çalýþma ile elde edilen kazancýn emek sahibi olan topluluða ait olmasý bütün sosyalistleri birleþtiren ana fikirdir.

Sosyalistler bazý ana fikirlerde birleþseler de, bu hedeflere nasýl ve hangi yollarla ulaþacaklarý konusunda, yani uygulayacaklarý metotlar hakkýnda ayrýlýða düþmüþlerdir. Meselâ, üretim araçlarý topluma nasýl mal edilecek? Bunlar kimin ihtiyacýna göre ve nasýl ayarlanacak? Diðer bir ifadeyle, kapitalist düzen hangi yoldan ve nasýl deðiþtirilecek? Ýhtilâl ve þiddet yoluyla yani devrimle mi; yoksa demokratik usullerle (evrimle) mi?

Esas problem bu sorulara verilen cevaplarda ortaya çýkar. Çünkü bu sorularýn cevaplarý kadar Sosyalizm türlerinden söz edilebilir. Bunlar arasýnda hayalci (ütopyacý), ýslâhçý (evrimci), ruhçu, maddeci ve ihtilâlci (devrimci) olmak üzere her biri kendine has özelliklere sahip birçok Sosyalizm çeþidi vardýr. Sosyalizm çeþitlemeleri, deðiþik bakýþ açýlarýndan da yapýlabilmektedir. Meselâ bir baþka açýdan, Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm, Kürsü Sosyalizmi, Hýristiyan Sosyalizmi, Devrimci Sosyalizm, Reformcu Sosyalizm, Demokratik Sosyalizm gibi bir sýnýflamaya da tabi tutulabilir.

Sosyalizm, geniþ anlamýyla çok eskilere, ta Eflatun'a kadar geriye götürülebilir. Hattâ birtakým dinî Sosyalizmlerden bile bahsetmek mümkündür. Meselâ bir "Tevrat Sosyalizmi", bir "Hýristiyan Sosyalizm"inden; hattâ doðru olmamakla beraber, bir "Ýslâm Sosyalizm"inden bahseden ve kendilerine "Ýþtirâkiyyü'l-Mezheb" diyenler de vardýr. Ýlk dönem Sosyalistleri daha ziyade topraðýn fertler arasýnda eþit bir þekilde paylaþýlmasýný istiyorlardý. Esas anlamýyla Sosyalizm "Ýþçiler Birliði" anlamýna XlX. yüzyýlýn ilk yarýsýnda kullanýlmaya baþlanmýþtýr. Çünkü Sosyalist akýmýn, iþçi sýnýfýnýn meslekî teþkilatlanmalarý ve siyasî partilerle þuurlu bir siyasî kuvvet olarak ortaya çýkýþlarý XIX. yüzyýlda olmuþtur. Sosyalizm 1848'e kadar sadece bir kavramdan ve hayalî bir tasavvurdan (ütopyacý) ibaret sayýlýr. Meselâ Thomas Morus, Saint Simon, Louis Blanc, Fourier, Owen, Proudhon gibi Fransýz sosyalistlerin doktrinleri sosyal adâletsizlikler karþýsýnda tamamen idealist ve hayalci görüþlere sahipti. 1848 de Marksizmin ortaya çýkmasýyla "Bilimsel Sosyalizm"in kurulduðu kabul edilir.

Nazarî sosyalizmin birbirine zýt birçok þekillerinin olduðunu daha önce belirtmiþtik. Bunlardan bazýlarý þunlardýr:

1- Hýristiyan Sosyalizmi: Ketteler, Maninng, Lorin, Gorin gibi hýristiyan sosyalistlerin temsil ettiði ve daha ziyade Hýristiyanlýðýn sosyal cephesini iþleyen sosyalizmdir.

2- Mistik, Optimist ve Ütopyacý Sosyalizm: Ofurier, P. Leroux, Proudhon vb. nin savunduðu ve tamamen hayal ürünü olan; realite ile ilgisi olmayan ve problemlerini daha ziyade tasavvurda çözmeye çalýþan kavramsal sosyalizmdir.

3- Bilimsel Sosyalizm, Devrimci Sosyalizm veya Marksizm: Ýhtilâlci ve diyalektik materyalizmin temsil ettiði, Marx, Engels ve Lenin tarafýndan ileri sürülen sosyalizmdir.

Bu sosyalizm ilk defa, liberal, burjuva ve kapitalist düzenin kendi çeliþmelerine terk edilip yýkýlmalarýnýn beklenemeyeceðini -Bilimsel Sosyalizm- ilkeleþtirmiþtir. Bunlar, iþçi sýnýfýnýn (proletarya) devreye girmesi ve þiddet yoluyla (ihtilâlle) düzeni deðiþtirmesi metodunu ortaya atmýþlardýr. Daha sonra ise, Marx ve Engels demokratik ve ihtilâlsiz yolu tercih etmiþlerdir.

Bu yüzyýldan sonra Marksizm çeþitli yorumlara tabi tutulmuþ, bunlar içinde E. Bernstein gibi revizyonistler çýktýðý gibi, revizyonizme cephe alan Lenin gibi baþka yorumcular da çýkmýþtýr. Bu yeni yorumla meþhur Marksizm-Leninizm doðmuþtur. Lenin bunu Marksýn bile hayal edemediði Çarlýk Rusya'sýnda 1917'de uygulama plânýna geçirmiþtir. Marksizmi ve Leninizmi de Stalin ve onu takip edenler yorumlamýþ; bunun neticesinde de "Sovyet Marksizmi"doðmuþtur. Daha sonra Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafýndan daha farklý bir yoruma tabi tutulmuþtur.

Marksizm, 1917 Rus ihtilaline kadar siyasî kurumlar meydana getiren bir düzen, rejim olmamýþtýr. Gerçi birtakým siyasî partiler kurulmuþ, sosyalistler hükümetlere katýlmýþ, parlamentolarda aktif rol oynamýþlardýr, fakat Birinci Dünya savaþý sonuna kadar sosyalist devletler kurulamamýþtýr. 1917'de Çarlýk Rusya’sý tasfiye edilmiþ, Üçüncü Enternasyonal kurulmuþ, yeni bir Marksizm-Leninizm ortaya çýkmýþtýr.

Bu yeni Marksizm-Leninizm iki özellik taþýr:

1) Az geliþmiþ sayýlan bir sosyal yapýya Marksizmin uygulanýþý;

2)
Sosyalizm, hem bir devlet sistemi, hem de siyasî bir rejimdir. Yani yeni bir hukuk, devlet, anayasa ve siyasî kurumlar anlayýþýna dayanmýþtýr. Ýkinci dünya savaþýndan sonra ise Lenin’in yerini Stalin almýþ ve Marksizm-Leninizme birçok deðiþiklikler getirmiþtir.

1980'li yýllarda ise M. Gorbaçov bu sistemden bazý tavizlerde bulunmak zorunda kalmýþ ve 1991'de de hak daðýtmak için ortaya çýkan siyasî rejim, bir zulüm düzeni haline dönüþmüþ ve 75 yýllýk ömrünü tamamlayarak kendi diyalektik metotlarý gereði antitezine dönerek senteze ulaþmýþtýr. Hâlbuki onun iddiasý bütün dünya iþçileri birliðini kurmak ve dünyayý sosyalist yapmaktý. Fakat bu yoldaki çabasý onu baþladýðý noktaya hem de daha kötü þartlarda liberal Kapitalizme döndürdü.

3- Reformcu Sosyalizm: Demokratik Sosyalizm, Aktüel Sosyalizm diye de anýlan ve H. de Man tarafýndan temsil edilen; evrimci yolla, ihtilâlsiz yeni rejimin tesisini müdafaa eden sosyalizmdir.

Sosyalizm önce Orta ve Doðu Avrupa, Avrupa’dan sonra da Doðu Bloðunda yaygýnlaþmýþtýr. Orta ve Doðu Avrupa, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Eski Doðu Almanya; Macaristan, Polonya, Romanya, Yugoslavya’da Komünist rejimler hep 1943-1944 yýllarýnda baþlamýþtýr. Daha sonra doðu ve uzak doðuda Çin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, Moðolistan, Küba. vb. gibi ülkelerde yaygýnlaþmýþtýr. Bu gün ise bu ülkelerin tümü Sosyalizmden Liberalizme dönmüþtür.

Batý ve uzak doðuyu yarým asýr etkisi altýnda bulunduran Sosyalizm, Türkiye'de ilk defa 1910 yýlýnda resmen boy göstermiþ ve "Osmanlý Sosyalist Partisi" adýyla sosyalist Hüseyin Hilmi tarafýndan bir parti kurulmuþtu. Bu partiyi kurduran ve partiyi perde arkasýndan destekleyen ise, materyalist ateist Baha Tevfik idi. 1920'den sonra çeþitli þekillerde geliþen Marksizm veya devrimci Sosyalizm, her fýrsatta toplumu bölmek, sosyal düzeni yýkmak, insanlarý anarþiye çekmek için elinden ne geliyorsa yapmýþtýr. Önceleri gizli komünist partileri halinde çalýþýrken, Komünizmin yýkýlýp yok olduðu zamanýmýzda ise bütün dünyada hâlâ sosyalist parti kurma yarýþý devam etmektedir. Zira millî hâkimiyeti kaldýrmak Sosyalizmin gerekli þartlarýndandýr. Sosyalizmin din ve ahlâka bakýþý, çeþitlerine göre deðiþmektedir. Genel olarak Sosyalizm özü bakýmýndan ne dincidir, ne de din düþmanýdýr. Sosyalizm, toplum düzenini deðiþtirici bir siyasî akým olduðu için de dine dayalý partilerin kurulmasýný kabul etmez. Din ve ahlâk konusunda hümanist bir tavýr takýnýr. Bazý sosyalizmler dinî kaynaklý olduðu halde, Bilimsel Sosyalizm hem dine, hem de dinî ahlâka ve mânevî deðerlere kökten karþýdýr. Bunlar Allah'a, dine ve dinî deðerlere hiç bir þekilde yer vermezler. Çünkü bu sistemin uygulanýþ biçimi olan Komünizmin kendisi bir din haline getirilmiþtir.

Komünizm gibi Hümanizm de en büyük ahlâk düþmanlýðýdýr. Çünkü, bir yerde Hümanizm geliþtikçe ahlâk geriler. Devamlý cezalar sýnýrlandýðý ve azaldýðý için kötülüðe teþvik edici faktörler çoðalýr; sonunda kötülükler yaygýnlaþýr.

Bilindiði gibi Sosyalizm doktrini, büyük sanayi devriminin tahriki sonucu XVIII. yüzyýlýn sonunda ve XIX. yüzyýlýn baþýnda birtakým izafî ve ahlâkî fikirlerin yayýlmasýyla ferdiyetçilik ve Liberalizme karþý bir tavýr olarak ortaya çýkmýþtýr. Bu ise Sosyalizmin beynelmilelci ve milliyet düþmaný olduðunu göstermektedir.

Sosyalizmin milliyet düþmanlýðý yanýnda daha birçok çýkmazlarý vardýr. Bunlardan birisi, ferdi mülkiyet fikrini kaldýrmasýdýr. Ýnsan fýtratýnda mevcut olan bir þeye sahip olma duygusunu ve fikrini ise kaldýrmaya çalýþmak insanda birtakým ruhî çatýþmalara yol açar. Gerçi onlar mülkiyeti kaldýrmadýklarýný, ekonomik ve sosyal düzende bazý tedbirlerle sýnýrladýklarýný ve bu yolla kapitalizmin önüne geçtiklerini iddia ediyorlarsa da; uygulamalarýn bunun aksini ortaya koyduðu görülmüþtür.

Sosyalizm ve Komünizm, Liberalizme karþý bir ekonomik faaliyetle, geniþ ölçüde devlet tekelciliðini, devletçi ekonomi, devlet iþletmeciliði vb. ekonomik modelleri geliþtirmiþtir. Bu ekonomik modeller, liberalist modellerden daha çok insan fýtratýna ters geldiði için de bir asýr bile -her çeþit baskýya baþvurduðu halde- yaþayamamýþtýr. Günümüzde gerek batýda ve gerekse doðudaki birçok örnekleri çok büyük ekonomik ve sosyal krizler içindedir. Türkiye'de de "KÝT"ler olarak tanýnan devlet eliyle yürütülen ekonomi teþekkülleri de liberalist bir ekonomi içinde olduðu halde, ayakta duramayacak kadar kötü durumda olduðundan, özelleþtirilmek için her iktidarýn programýnda yer almaktadýr.

Sosyalizmin çýkmazlarýndan birisi de sosyal nizamýn kendi cinsinden olan kanunlarýný inkâr etmesidir. Hâlbuki bütün sosyal olaylar gibi ekonomi olaylarýnda da determinizmin payýný tamamen inkâr etmek doðru deðildir. Bu sebeple, olaylar âleminde var olan düzeni istediðimiz gibi istediðimiz ilkelere (ekonomi ilkelerine) dayandýrarak deðiþtirebileceðimizi iddia edemeyiz. Bu evrimi idare eden unsurlarý sadece ekonomik faaliyetlere ve üretime de baðlayamayýz. Bütün diðer deðerleri hiçe sayýp üretimin asýl öðesi olan "emek"i de tek deðer olarak kabul edemeyiz. Çünkü sosyal hayatý sadece ekonomik ve maddî þartlar meydana getirmiyor. Bilindiði gibi, bunlarýn yanýnda ruhî ve ahlâkî daha birçok sebepler sosyal olaylarý doðurur. Sosyalistler sosyal hayatta insanýn birtakým maddî ihtiyaçlarý yanýnda, fikir ve inançlarýnýn payý olduðu gerçeðini de unutmuþ görünüyorlar.

Buna karþýlýk ruhçu sosyalistler ise maddî ihtiyaçlar yanýnda fikir ve inançlarýn, ruhî ve ahlâkî deðerlerin insan hayatý için vazgeçilmez olduðu fikrini savunuyorlar. Aslýnda Sosyalist literatürde ruhçu Sosyalizm diye bir ayýrým yoktur; ancak mistik sosyalizme (Hristiyan Sosyalizmine) bir benzerliði olmasý, yani Ýslâm dininin sosyal yanýný anlatmak için asrýmýzýn fikir adamlarýndan biri olan Nureddin Topçu "Ruhçu Sosyalizm" diye bir sosyalizmden bahseder. Ýþin gerçeði; her sosyal adâletsizliðe karþý her haykýrýþ Sosyalizm deðildir. Yalnýz bir fikir adamýnýn teorisini yahut bir partinin programýný Sosyalizm olarak tanýmlamak da Sosyalizm kavramýný çok daralttýðý için, yanlýþtýr. Sonra Ýslâm dini sosyalist deðil, sosyal adâletçidir.

Sosyalizmin çýkmazlarýndan birisi de sosyal sýnýflarý kaldýrmak istemesidir. Fakat Sosyalizmin ileri sürdüðü ilkeler bunu tek baþýna temin edecek güçte deðildir. Bu sistem gerçekten iþçinin refahýný saðlayacak biçimde uygulanacak olsa; iþçi, emeðinden ayýrýp biriktirme yoluyla Kapitalist sýnýfa geçebilir. Hâlbuki bunu önleyecek tek yol ruhî ve ahlâkî terbiyedir. Sosyalist sistemler ise her þeyden önce böyle bir ruhî ve ahlâkî terbiyeyi verecek ilkelerden yoksundur. Ayrýca uhrevî yaptýrýmý olmayan bir ekonomi ahlâkýndan yana olduðu için, dinî ahlâkýn geliþtirdiði kendini kontrol ve nefse hâkimiyetten de söz edilemez.

Çeþitli adâletsizlik ve zulümler karþýsýnda kendisine çok büyük umutlar baðlanan Sosyalizm, ancak sýradan bir insan ömrü kadar yaþayabildi ve daha tam olarak þahsiyetini bile teþekkül ettiremeden her beþerî sistem gibi, o da tarihe mal oldu. Sosyalist sistemlerin yerine, ancak yegâne sosyal adâletçi nizam olan Ýslâm, bütün kurumlarýyla iþletilirse, iþte o zaman ancak insanlarýn mutlu olmasý beklenebilir.[1196]

Eflatun'la baþlayan devletçilik anlayýþý, Karl Marx'a kadar birçok fi­lo­zof, siyaset ve ilim adamý tarafýndan yüzyýllar boyu iþlenmiþtir. Ancak bu anla­yýþ, sosyalizm olarak materyalist bir temele oturtulun­caya kadar in­sanlýk ta­rihinde vicdânî bir konu olmamýþtýr.

Þu halde sosyalist düþünce konstrüksiyonunda iki ayrý yapý taþý var­dýr. Bunlardan biri, belli bir siyasi düzenin sosyal ve ekonomik yön­den açýk­la­masýdýr ki sosyalizm bu yönüyle konumuzun dýþýnda kal­maktadýr. Ýkincisi ise, bu düzenin materyalist ideolojisidir. Sosyalizmin konumuzu ilgilendi­ren yönü iþte budur.

Materyalizm, esasen ilim adamlarý tarafýndan çok eskiden defalarca yar­gýlanmýþ ve çürütülmüþtür. Özet olarak materyalizm: «Maddenin kendi kendini yarattýðý» temeline dayanýr ve baþta Allah Teâlâ olmak üzere, vahyi, peygamberleri, bütün dinleri ve metafizik deðerleri inkâr eder; Bunlarýn tümünün hayal ürünü ve safsatadan ibaret olduðunu sa­vunur. 

Þu halde sosyalizmi bu anlamda benimseyen bir kimse ideolojisine na­sýl bir ad verirse versin, (yani ister, komünizm desin, ister solculuk de­sin, ya da ister demokrasi desin) Müslüman olduðunu hiçbir surette ka­nýtlayamaz.

Komünizm
 

Özel mülkiyetin kaldýrýlmasýna ve servetin ihtiyaçlara göre paylaþtýrýlmasý anlayýþýna dayalý toplumsal düzen ya da siyasal sistem. Önceleri ütopik bir kavram iken Marx ve Engels'in birlikte oluþturduklarý bu dünya görüþü, yeniden yorumlanarak siyasal bir program haline getirildi. Bu nedenle Marksizm ya da Marksizm-Leninizm de denilen Komünizm giderek Marksist-Leninist ilkelerden hareketle komünist bir toplum oluþturmayý amaçlayan tüm siyasal hareketleri de belirtmektedir.

Batý düþüncesinde komünist düþüncenin kökleri çok eskilere uzanýr. Üretim araçlarýnýn toplumun mülkiyetinde olduðu, sýnýflarýn ve devletin tümüyle ortadan kalktýðý bir toplum ütopyasý eski zamanlardan beri insanlarý etkilemiþtir. Eski çaðlarda bazý dini gruplarýn oluþturduklarý komünist topluluklar olduðu bilinmektedir. Thomas More ve Johan Andreae gibi ütopyacý yazarlarda da komünist bir toplum tasarýsýnýn izleri görülür. 19. yüzyýlda ABD'de oluþturulan, Ýndiana'daki New Harmoni (Yeni Uyum- 1825) ve Massachusetts'teki Brook Çiftliði (1841-47) gibi kimi sýnýfsýz topluluklar ütopyacý amaçlar taþýyordu.

Komünizm, Karl Marx ve Frederich Engels'in 1847-48 yýllarýnda birlikte yazdýklarý Komünist Manifesto ile yeni bir anlam kazandý. Maddecilik üzerine kurulu bir dünya görüþünü ve siyasal programýn ilkelerini içeren yeni anlamýyla komünizmin temelini diyalektik ve tarihsel maddecilik anlayýþý oluþturur. Diyalektik maddeciliðe göre evrenin özünü madde oluþturur. Evren öncesiz (ezelî) ve sonrasýzdýr (ebedî). Maddî dünyamýz dýþýnda baþka bir dünya yoktur, olmasý da mümkün deðildir. Evren dýþýnda bir yaratýcý güç, Allah da yoktur. Evren ve insan Allah tarafýndan yaratýlmamýþ, tersine Allah insanýn bir yanýlsamasýnýn ürünü olarak varsaydýðý bir varlýktýr.

Maddî dünyaya egemen olan birtakým deðiþmez kanunlar vardýr. Bunlar baðlýlýk, hareket, evrim ve çeliþkidir. Evren özü bakýmýndan bir birlik içinde bulunduðundan içerdiði tüm nesne ve olaylar da birbirine baðlýdýr, yalnýz baþlarýna açýklanmalarý mümkün deðildir. Bu baðlýlýk kanunu gereði olaylar karþýlýklý bir etkileþim içindedirler. Evrendeki olaylar sürekli bir hareket ve evrim içindedirler. Bu hareket ve evrim, nesne ve olaylarýn özünde var olan çeliþkiden kaynaklanýr. Çeliþkiler sürekli bir çatýþma doðurur bu da nesnelerin ve olaylarýn hareketine ve evrimine neden olur. Baþka bir deyiþle tabiat ve tarihteki belirleyici süreçler kendi içlerindeki karþýtlýk iliþkileri yoluyla oluþur. Bütün olaylar ancak bu maddî temelli iliþkilerle açýklanabilir.

Ýnsanlýk tarihinin belli baþlý dönemleri üretici güçlerin belli bir eþiðine baðlý olarak ortaya çýkan üretim tarzlarýnýn ortaya çýkardýðý üstyapýlara göre adlandýrýlýr. Buna göre insanlýk tarihi beþ temel aþamadan oluþmaktadýr. Bunlar ilkel komünizm, köleci toplum, feodalizm, kapitalizm ve komünizm aþamalarýdýr. Ne var ki kapitalizmin ortadan kalkmasýndan hemen sonra komünizm gerçekleþemez. Bu nedenle bir geçiþ dönemi gereklidir. Bu geçiþ dönemi sosyalizm dönemidir. Sosyalizm dönemi kapitalist sömürücü sýnýfýn ortadan kaldýrýlmasýyla baþlar ve komünist toplumun üzerinde yükseleceði temeller atýlýr. Bu aþamada özellikle üretimin artýrýlmasý için çalýþýlýr. Çünkü komünist aþamada uygulanacak olan "herkese ihtiyacýna göre" kuralý ancak bolluk durumunda uygulanabilir.

Marksizm-Leninizm anlamýnda komünizm birer üstyapý kurumu olarak gördüðü din, ahlâk ve aile konularýndaki görüþlerini de maddecilik anlayýþý doðrultusunda belirler. Buna göre din, insanlarýn hayatýnda egemen olan dýþ güçlerin vehme dayalý bir yansýmasýdýr. Kimi yeryüzü güçleri bu yansýmada doðaüstü birtakým güçler halini alýr. Kökeninde insanýn doðayý ve doðaya egemen olan yasalar konusundaki bilgisizlik yatar. Bu özü nedeniyle din egemen sýnýflarýn çýkarlarýnýn korunmasýnda etkili bir rol oynar. Ekonomik temelin yansýmasýndan baþka bir þey olmayan ahlâk kurallarý da evrensel bir nitelik ve geçerlilik taþýmaz. Kendini ortaya çýkaran temelle birlikte yok olmaya mahkûmdur. Evlilik kurumu da tarihsel ve toplumsal þartlarýn bir ürünüdür. Özel mülkiyetin ortadan kalktýðý, çocuklarýn bakýmlarýnýn ve eðitim giderlerinin toplumca karþýlandýðý komünist sistemde kadýn ve erkeðin birbirine baðýmlýlýðýný gerektiren aile kurumu ortadan kalkacak, cinsler arasý iliþki kiþisel ve özel bir iliþki durumuna gelecektir.

Bir felsefe, bir dünya görüþü ve siyasal bir hareket olarak komünizm ile Ýslâm tam bir karþýtlýk içindedir. Bu karþýtlýðýn temelinde evreni var eden yaratýcý güç konusundaki farklý inançlarý yatar. Ýslâm'a göre evreni ve insaný Allah yaratmýþtýr. Komünizm ise evreni ve insaný maddenin, Allah'ý da insanýn yarattýðýný söyler. Ýslâm evrenin iþleyiþ yasalarýný, insan ve toplum hayatýný düzenleyen kurallarý Allah'ýn koyduðuna inanýrken komünizm tüm olaylarýn belirleyicisi olarak maddenin diyalektik yasalarýný kabul eder. Ýslâm'a göre insan içinde Ýlâhî bir öz taþýr ve dünyaya yeryüzünün halifesi sýfatýyla, maddî dünyaya egemen olan Ýlâhi düzeni insan ve toplum hayatýnda da egemen kýlma göreviyle gelmiþtir. Komünizm ise insanýn özünün madde olduðunu maddî çevrenin bir ürünü olarak var olduðunu ve maddenin diyalektik yasalarýna uygun biçimde iradesizce hareket eden bir araç olduðunu savunur. Kýsaca Ýslâm ve komünizm insanýn önünde açýlan ve ancak birinin inkârý ile diðerini kabul etmenin mümkün olabildiði iki karþýt yoldur. Ýkbal'in deyiþiyle hem Ýslâm, hem de komünizm insandan söz eder ve onu kendine çaðýrýr. Ama komünizm insaný Allah'tan topraða çekmek için sancýlanýrken Ýslâm tersine topraktan Allah'a yükseltmek amacýný güder.

1991 yýlýna girerken komünizmin düþünce ve devlet sistemi olarak iflas ettiði; buna öncülük eden Sovyetler Birliði tarafýndan pratiðiyle birlikte ilan edildi. Ýnsanlýða mutluluk getiremeyen bu ilkel düþünce bir yüz yýl dahi varlýðýný sürdüremeden sona erdi.[1197]

Materyalizm
 

Allah ve kâinattaki her þeyi madde ile izah etmek isteyen ve âlemde bir gaye, bir þuur ve bir irade görmeyen, toplum hayatýný ve fertler arasýndaki iliþkileri ve davranýþlarý belirleyen faktörün madde olduðunu iddia eden düþünce sistemi.

Avrupa'nýn hayatýnda materyalist görüþ, Avrupa Rönesansý kadar eskidir. Hatta onun eski Grek felsefesinde ve Hýristiyanlýktan önceki Roma yaþayýþýnda, bazý yönleriyle bundan daha derin izleri vardýr. Aslýnda Avrupa Rönesans hareketi, dine düþmanlýk esasý üzerine yükselmiþtir. Rönesans, karþý durduðu ve kendisinden sýyrýldýðý Hristiyanî-dinî temeller yerine, Grek ve Romen temellere dönerek onlardan destek bulmaya çalýþmýþtý.

Rönesans düþüncesi bir taraftan "hümanist" (insancýl), diðer taraftan da dünya hayatýna yönelik idi. Bu hümanizmin mânâsý þuydu: Bilginin kaynaðý Allah deðil, insan olmasý gerekir. Hayatýn gereklerinin ne olduðu ile ilgili olarak göz önünde bulundurulmasý gereken kaynak Ýlâhî vahiy deðil, insanî düþüncelerdir.

Bu çaðýn ayýrýcý özelliði, insanýn mutlak kiþiliðinin farkýna varmasý, otoriteye ve sahiplerine karþý çýkmasý, bütün dünyayý kendisine vatan olarak kabul etmesi gibi hususlarda ileri noktalara kadar gitmek olmuþtur. O bakýmdan Yunan ve Roma edebiyat ve ilimlerini inceleme konusunda uzmanlaþmak durumunda olan kimseler, kendilerine "hümanistler" adýný verirler.

Dinden sýyrýlýp materyalizme doðru yol alan bu gidiþ, dini ruhanîlikten dinsiz materyalizme bir anda ve tek bir sýçrayýþla geçmediði gibi; hedefine doðru yol alýrken, birtakým iniþler-çýkýþlar yapmaksýzýn, dosdoðru bir þekilde ilerlemedi. Ancak her bir sýçrayýþýnda materyalizme daha çok yöneldi. Bu bakýmdan rönesans'ýn baþýndan itibaren gerçekleþtirilen ilmî ilerlemeler, Rasyonalist ve Empirist görüþlerin ortaya koyduðu þekilde Avrupa düþüncesinin izlediði yolda gitmesine yardýmcý unsur olmuþlardý.

Rasyonalizm ise kâinatýn tabiat ötesinden ve tarihin akýþý istikametinden Allah'ýn varlýðý düþüncesini ortadan kaldýrmayý hedef alýr. Ayrýca Empirizm'in de Rasyonalizmden pek farký yoktur. Empirizm'e göre gerçekler, his ile idrak edilebilen âlemde gizlidir. Duyularla idrak edilen tabiat olaylarýnýn ötesinden bilgi elde etmeye çalýþmak ve bu alanda illet arayýp bulmaya kalkýþmak ise reddedilmesi gereken bir konudur.

Bu geliþmeler zamanla daha ileri boyutlara ulaþtý. Sonunda, tabiatýn dine ve akla hâkim olduðunu ileri süren, tabiatý her þeyin kendisinden çýktýðý temel olarak deðerlendiren ve insan aklýný düþüncelerin kaynaðý kabul eden Pozitivist felsefe ortaya çýktý. Bu görüþün önde gelen en önemli iki filozofu, Auguste Comte ve Fuerbach'dýr. Bu felsefe belirli bir atmosferde doðdu ve bu ortamda pek çok ilim ve felsefe adamýnýn ruhunda, özel bir bilgi türüne sahip olan Kilise'ye karþý çýkmak arzusunu uyandýrdý.

Diyalektik Materyalizm, maddenin kâinatta köklü ve biricik gerçek olduðu ve kâinattaki herþeyin ve herkesin maddeden çýkýp, maddenin kanunlarýna mahkûm olduðu; maddenin sýnýrlarýnýn dýþýnda varlýðýn söz konusu olmadýðý iddialarýna dayanýr. Bu düþünceye göre, maddeden ortaya çýkan bütün yaratýklar -insan da dâhil olmak üzere- ve bütün organizmalar bir taraftan maddîdir, diðer taraftan da çeliþkiler arasýndaki mücâdeleye mahkûmdur.

Tarihî materyalizme göre madde, bütün duyuþ, düþünüþ ve idrakin kaynaðýdýr. Ýdrak ise türemiþ ikincil bir unsurdur. Çünkü idrak, maddenin yani varlýðýn bir yansýmasýdýr. Düþünce ise, maddenin bir sonucudur. Zira düþünce, tekâmülü sayesinde mükemmelliðin üst basamaklarýna çýkabilmiþtir.

Tarihî Materyalizm, insanlýk tarihini maddeci temellere dayandýrarak açýklamaktadýr. Buna göre madde ezelî ve ebedîdir ve kâinatta var olan her þey madde tarafýndan yaratýlmýþtýr. Tarihi Materyalizmin sosyolojiye sunduðu temel, Evrim Teorisi'nin tabiî seleksiyon yoluyla biyoloji ilmine sunduðu temelin aynýsýdýr. Ýncelenmekte olan tür ne olursa olsun, o tabiî seleksiyon yoluyla evrim geçirmiþ bir türdü. Ýþte bu, onun tabiatýnýn sýnýrlarýný çizer. Ayný þekilde incelenmekte olan toplum ne olursa olsun, üretim iliþkilerinin üretimle olan ilgisine, düþünce ve kurumlarýn üretimle olan iliþkisine göre þekillenmiþ bir durumdadýr.

Ayrýca tarihin materyalist yorumu insanlýk hayatýnda birtakým deðerlerin varlýðýný inkâr edip, hayatý sadece yemek, içmek, giyinmek, barýnmak ve cinsî iliþkiden ibaret olarak kabul etmektedir.

Din, ahlâk ve ailenin materyalist yorumu ile ayný anda iki þey kastedilir. Bunlarýn birincisi; bu kurumlarýn bizatihi ve kendiliklerinden ayakta duran birtakým deðerler olmadýklarý, onlarý bu þekilde görmenin mümkün olmadýðý, dolayýsýyla bu kurumlarýn ne köklü ve ne de kutsallýklarýndan söz edilebileceðidir. Materyalizme göre her ne olursa olsun din, insanlarýn zihninde onlarýn günlük hayatýna egemen olan dýþ güçlerin vehmî bir yansýmasýndan baþka bir þey deðildir. Bu yansýmada yeryüzünün güçleri, tabiatüstü birtakým güçler þeklini alýr.

Materyalistlere göre aile, ebedî bir sosyal yapý deðildir. Çaðlar boyunca ailede pek çok deðiþiklikler görülmüþtür. Ýþte bu evrim son tahlilde ekonomik etken ile belirlenir.

Cansýz maddenin kanunlarýnýn insana uygunluðu iddiasý, insanlýk düþünce tarihinde daha önce hiç bir þekilde görülmemiþ "ilmî" bir efsane biçimindedir. Bu ilmî efsanenin ortaya konulmasýnýn patenti, mutlak anlamda olmasa bile materyalist komünistlere aittir.

Materyalizm sadece komünist rejimlerde geçerli bir anlayýþ deðildir. Kapitalizm de en az komünizm kadar materyalist bir anlayýþa dayanmaktadýr.

Bu sosyal düzen, katýksýz olarak maddeci bir düzendir. Bu düzende insan, yaratýlýþ ve âhiretinden soyutlanmýþ olarak ele alýnýr. Maddî hayat içerisinde sadece maddî çýkarlarýyla var olan bir "homo ekonomicus" (ekonomik insan)dýr.

Kapitalist demokrasi düzeni, azgýn bir materyalist ruh taþýmaktaysa da Materyalizmin hayat felsefesi ve onun hayatý açýklayan öðretisi üzerine kurulmamýþtýr. Bu düzenin sosyal atmosferinde hayat, maddî çýkar hudutlarýnýn dýþýndaki tüm alâkalardan soyutlanýr. Fakat bu soyutlama iþlemi bir felsefî anlayýþa sahip deðildir. Bu da kapitalist dünyada materyalist felsefî ekollerin bulunmadýðý anlamýna gelmez. Aksine materyalizm, ikbalini bu düzenin dünyasýnda bulmuþtur. Zira sanayi devrimi ile ortaya çýkan deneysel zihniyetin etkisi, mutlak doðru kabul edilen birtakým fikirlerin yanlýþlýðýnýn ortaya çýkmasýyla baþlayan görüþ ve anlayýþlardaki deðiþmenin doðurduðu þüphecilik ve fikrî kargaþa, aklý ve fikri donduran, zulüm ve baský yolunu seçen, sosyal kargaþayý kendi lehine körükleyen hristiyanlýða karþý yüz gösteren hoþnutsuzluk ve ondan cayma ruhu; batýlý zihniyetlerde materyalizmi hazýrlamýþtýr.

Allah'ý inkâr temeline dayalý olan bu batýlý düþünce sistemi, artýk ilk doðduðu topraklar üzerinde ve ideolojilerini buna dayandýran rejimlerin hâkim olduðu ülkelerde bile tartýþýlmýþ, büyük kitleler ve ilim adamlarý tarafýndan reddedilen bir düþünce olmuþtur. Haklý olarak bunun geçersizliðini ve ilkelliðini gören demir perde gerisi devlet ve rejimler de bu düþünceden vazgeçmeye baþlamýþlardýr.[1198]

Maddiyyûn: Maddeciler demektir. Maddî kelimesinin çoðuludur. Âlemin baþlangýcý olarak maddeyi kabul edip, maddenin ezelî ve sonsuz olduðuna inananlara, madde ve hareketi dýþýnda her þeyi inkâr edenlere verilen addýr. Maddîyyûna göre bu âlem atomlardan oluþan maddelerin rastgele hareket ve birleþmeleri sonucu kendiliðinden meydana gelmiþtir. Bir yaratýcýnýn eseri deðildir. Madde, varlýk âleminin aslý ve yaratýcýsýdýr. Onlara göre maddenin bölünebilirliði bir daha parçalanmayan ve deðiþmeyen atomda biter ki buna "cüz'ü lâ yetecezzâ" derler. Kuvvetsiz madde, maddesiz kuvvet olmaz. Demir gibi en katý cisimlerin bile içi sonsuz bir hareketle devinmektedir. Madde ve hareket her ikisi de ezelî ve sonsuz olduðundan bunlarýn dýþýnda bir yaratýcýya gerek yoktur. Maddeciler tabiat ötesindeki olaylarý ve varlýklarý duyu organlarýyla bilinemediði ve deney dýþýnda kaldýðý için inkâr ederler. Dolayýsýyla Allah ve ruhun varlýðýný da kabul etmezler.[1199]

Dehriyye (Dehrîlik)
 

Devre âit, zamana dâir demektir. Âlemin ezelî ve ebedîliðini iddiâ edip âhirete inanmayan inkârcý ve imansýz bir fýrka. Dehriye fýrkasý, her þeyin dehr, yani zaman tarafýndan tâyin edildiðini iddiâ ederek Allah’ýn varlýðýný ve yaratýcýlýðýný inkâr edenler ve bunlarýn fýrkasý. Bugünün dünyasýndaki ateizm ve materyalizm, dehriyenin mirasý üzerine oturmuþ, onlarýn temelsiz görüþlerini savunmuþlardýr. Dehrîlik, 10. yy’da Müslümanlarýn yaþadýðý ülkede ortaya çýkmýþ, bu görüþü savunanlar, zaman (dehr) ve maddenin yaratýlmadýðýný, ezelî ve ebedî olduðunu iddiâ etmiþlerdir. Kur’an’da geçen bir ifâdeden, Kur’an’ýn nâzil olduðu dönemde de âhireti inkâr eden ve yalnýzca içinde bulunduðumuz zamanýn varlýðýný kabul eden bir grubun bulunduðu anlaþýlmaktadýr. Dehriyye, yalnýz duyularla algýlanabilen maddî dünyanýn varlýðýný kabul eder, duyular üstü bir âlemin varlýðý fikrini reddeder. Ayrýca, aklî bilgilerin kaynaðýnýn duyular olduðunu savunur. “Dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaþadýðýmýzdýr. Ölürüz ve yaþarýz. Bizi ancak zaman helâk eder. Bu hususta onlarýn hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.”[1200] Dirilmeyi ve âhiret hayatýný inkâr eden dehrîler (materyalistler), ölümü “dehr” denen sürekli zamana veya tabiata baðlayarak, onun dýþýnda ve üstündeki hakiki müessiri, Allah’ý tanýmadýklarýný ifâde ederler. Bunlara göre ölümü, gece ve gündüz, yani zaman hazýrlar. Ruhlarý alan bir ölüm meleði yoktur. Bütün olaylar zamana dayandýrýlýr. Ama onlar bu inancý beslerken zandan, ispatlanmamýþ teorilerden, varsayýmdan baþka hiçbir delile sahip deðillerdir. 

Rasyonalizm

Rasyonalizm, (fr. Rationalisme; Ýng. Rationalism) Usçuluk, Akýlcýlýk demektir. Eski Arapçada: el-Akliyye, Modern Arapçada: el-Aklâniyye te­rimiyle ifade edilir. Rasyonalizm, bir felsefe ve kelâm terimidir; özetle açýklamasý þudur:

Gerçekleri kavramak ve onlarý karþýlaþtýrarak sonuçlar elde etmek, sýrf akýlla mümkündür; bilginin kaynaðý olarak akýl, tartýþýlmaz bir önceliðe ve üstünlüðe sahiptir. Ýnsanýn, bilinçli olarak yaptýðý iþ ve eylemler rastgele deðil, bilakis il­ke­lere dayanýr. Ýlkeler ise insan aklýnýn ürünüdürler. 

Buna göre deneyin konusu olan “madde”, “neden” ve “yargý” bile akýl tarafýndan üretildikleri için gerçeðin saptanmasýnda esas olan de­ney deðil, akýldýr. Dolayýsýyla insanýn en gizli duygularýnda bile mate­matiksel iliþkile­rin bulunduðunu savunan ve ayný zamanda deneyi de hiçe saya­cak kadar yargýyý soyut bir nedenselliðe dayandýran rasyona­lizme göre "Allah, melek, ruh, cin, kýyamet, cennet, cehennem ve mu­cize gibi ger­çekler, ina­nýlacak þeyler deðildir."

Þu halde vahyi bir çýrpýda inkâr eden rasyonalizm, sonuç itibariyle ma­teryalist bir düþünce akýmýdýr ve yorum gerektirmeyecek bir kesin­likle kü­fürdür.[1201]

Vâkýa, Ýslâm da akla gerektiði kadar önem vermiþtir. Nitekim Kur’ân-ý Kerîm’in birçok âyeti “akletmez misiniz?!”[1202] ve “akletmezler mi?!”[1203] þeklindeki uyarýlarla bitmektedir. Ancak aklýn rolü ve görevi, hiç kuþkusuz sýnýrlýdýr. Çünkü aklýn da çok kere yanýldýðý, bir gerçektir. Ne var ki ilk Ýslâm aydýnlarýndan bazý þahsiyetler, aklý aþýrý derecede ön plâna çýkarmýþ, bu yüzden ümmetin çoðunluðundan ayrýlmýþlardýr. Bunlar Ýslâm tarihine Mu’tezilîler olarak geçmiþlerdir.

Akýl elbette ki belli sýnýrlarda ölçü olabilir. Bu sýnýrlar içinde “akýlcý” olduðunu, ya da “akýlcý hareket etmek” gerektiðini söyleyen Müslümaný materyalist an­lamda akýl­cýlýkla suçlamanýn imkaný yoktur. Ancak akýlcýlýðýn - bi­limsel anlamda- söz konusu olduðu her yerde Ýslâm'ýn ölçüleri hatýr­lanmalýdýr.[1204] 

Pozitivizm
 

Bunalýmlý bir Fransýz filozofu olan Auguste Comte,[1205] tarafýndan or­taya atýlmýþ iki yönlü felsefî bir teoridir. Birinci yönüyle pozitivizm, sos­yal ev­rimi konu alýr. Sosyolojiyi tarih sürecinde bireyden aileye, aileden top­luma ve toplumlararasý iliþkilere varan bir geliþme olarak açýklar. Bu teze bakýla­cak olursa dinsel inanýþlar da bu evrime paralel olarak zaman içinde deðiþ­meye mahkûmdur. Dolayýsýyla “'Din' denen þey, ortamýn ve çeþitli etken­lerin yönlendirmesi altýnda bulunan insan düþüncesinin ürünü­dür.”

Nitekim bu nedenledir ki Auguste Comte, pozitivizmin ikinci yö­nüyle insana tapmayý bir din olarak öngörmüþtür.[1206]

“Pozitif” terimi, çeþitli konularla ilgili olarak özel anlamlar verir. Örneðin mantýkta “olumsuz”'un, matematikte ise “eksi”'nin karþýtý­dýr. Bilgi konusunda ise “varlýk nedeni bilinmediði halde deney tara­fýndan ta­nýtýlan, var olaný tesbit eden, olmasý gerekeni açýklayan”[1207] an­lamýna ge­lir. Öyle ise deney ile tesbit edilemeyen vahyin gerçeklerin­den hiçbiri po­zitif deðildir. Yani pozitif düþünceye göre bunlar yok sayý­lýr­lar. Tabiatýyla bütün bu kanâatler, dinleri bir ilkellik, bir hayal ürünü olarak deðerlen­dirmekte, dolayýsýyla Allah'ý ve O'nun mesajlarýný yok saymak­tadýr. Bu nedenle Pozitivizm de kâfirâne bir düþüncedir ve bu düþünceyi aynen be­nimseyen her insan kâfirdir. [1208]

Determinizm
 

Bütün insan aktiviteleri de dâhil tüm evrenin katý bir sebep-sonuç iliþkisi düzenine baðlý olduðunu savunan ve özgür irâdeye açýk bir kapý býrakmayan felsefî sisteme verilen addýr. Özellikle J. S. Mill tarafýndan popülize edilmiþtir. Bu felsefî görüþte, sebepler putlaþtýrýlýr; esas sebebin Allah olduðu deðerlendirilmez.

Saðcýlýk
 

Geleneksel sol partiler veya sendikalara oranla kitlelerin devrimci rolüne, ihtilâlci yanýna aðýrlýk veren siyasî düþünce ve tutumlara karþý olarak, muhafazakârlýða, dindarlýða, mânevîyatçýlýða, gelenekçilik ve milliyetçiliðe aðýrlýk veren sosyal ve siyasî görüþ ve tutumlar.

Siyasî anlamda sað ve sol tabirleri ilk defa 1789’da Fransýz Ýhtilâliyle baþlamýþtýr. 1789 tarihli Kurucu Meclis (Assemblee Nationale Constituante)'in baþkaný, Kraldý. Meclis üyeleri de asiller, ruhban ve halk temsilcilerinden oluþan bir gruptu. Bu kurucu meclis açýldýðý zaman asiller ile din adamlarý baþkanýn saðýnda, halkýn seçtikleri de baþkanýn solunda yer almýþlardý. Ýþte bu tarihten itibaren, sað ve sol gruplaþmalar siyasî hayat içinde yerini almýþ oldu. Saðda bir zâdegânlýk, seçkinlik, aðalýk, gelenekçilik, imtiyazlýlýk ve aristokratlýk; solda ise halkýn seçtikleri, demokrat olanlar, hürriyet ve eþitlik prensibinin savunucularý vardý.

1789'dan sonra imtiyazlýlýða, deðiþmezliðe ve deðerleri, eski düzeni korumaya taraf olanlar, meclislerin hep saðýný tercih etmiþler; saðcýlýk ve saðcý politikalar bu doðrultuda bir anlam kazanmýþtýr. Daha sonralarý ise saðcýlýk anti-komünistlik olarak deðerlendirilmeye baþlanmýþtýr. Bu anlayýþa göre, komünist olmayan herkes saðcýdýr; bu kavramýn içine ise bütün milliyetçiler, bütün müslümanlar, dindarlar, mâneviyatçýlar, tarihî köklerine baðlý insanlar, örf ve âdetlerini, geleneklerini korumak isteyen herkes dâhil edilmiþtir. Bu bakýþ açýsý Marksistlere göre idi.

Sosyal ve siyasî alanda saðcýlýk ve solculuk yaklaþýk iki asýrlýk bir geçmiþe ve tarihe sahiptir. Fakat inanç ve amel açýsýndan ise sað ve sol, insanla baþlar. Kur'ân-ý Kerim ashâbü’l-yemîn (kitaplarý sað tarafýndan kendilerine verilerek Allah'a itaat eden sâlih kimseler) ve ashâbü'þ-þimâl (Allah'a karþý isyan eden ve Allah'ýn hükümlerini reddeden fâsýk kâfirler) diye isimlendirir. Bu taksimin politik anlamdaki saðcýlýk ve solculukla asla ilgisi yoktur. Ýtaat edenler ile isyan edenler diye sað ehli ve sol ehli diye isimlendirilir. Kur'an’a göre hareket etmeyen herkes kâfir, Ona uygun olmayan her fiili de küfür olarak veya kitabý sol tarafýndan verilecekler diye nitelendirir.[1209] Ýslâm terminolojisine göre "sol" (ashâbul-meþ'eme) genel bir terimdir. Siyasi literatüre göre kendisinin solda olduðunu kabul eden komünizm de, Ýslâm’a göre küfür olan; fakat komünizme göre saðda olan rejimler, meselâ, ýrkçýlýk, Faþizm, Demokrasi vb. düþünceler Ýslâm’a göre sol ehli kabul edilir. O halde, Ýslâm’a göre "solcular" tabiri, sadece komünistler ve sosyalistler gibi kendilerine solcu diyenler için deðil, küfrü temsil eden Ýslâm dýþý her çeþit rejim ve fikir hareketleri için kullanýlan genel bir terimdir. Allah'ýn nizamýný reddeden Ashâbu'þ-Þimal adýný alýrlar. Kur'ân'a göre kitaplarý sað tarafýndan verilecek olan ashâbü'l-yemin veya Allah'a itaat edenler yaptýklarý yüzünden âhirette kurtuluþa erenler; Cennete girenlerdir.[1210] Bunlar ayný zamanda, el üstünde tutulan, Allah'ýn lütuf ve inâyetine mazhar olan, uðurlu, bahtý açýk ve iyi, saadet sahibi kimselerdir. Kur'ân bu bakýþ açýsýndan sað ehli olanlarýn, iman içinde olup Allah'ý birleyen, namaz kýlan, yoksula yediren, yoksulun halini soran, Allah'ýn kullarýna acýyan, boþ konuþmayan, dedi kodu peþinde koþmayan, boþ zamanlarý hayýrlý iþlerle deðerlendirip vakit öldürmeyen, bâtýl þeylerin peþine düþüp gâfillerle beraber olmayan, âhiret hayatýna inanýp ona hazýrlýklý olanlarýn; Kýyamet koptuðu vakit, her þeyin altüst olduðu, yerin þiddetle sarsýldýðý, daðlarýn darmadaðýn un ufak olduðu, toz duman halinde daðýlýp savrulduðu ve insanlarýn üç sýnýf olduðu zamandaki hallerini þöyle haber vermektedir: "Sað ehli (amel defterleri sað ellerine verilenler), o saðcýlar ne mutludurlar!... Sol ehli (amel defterleri sol ellerine verilenler) ise, o solcular ne acýklý durumdadýrlar!..."[1211] "Sað ehli, ne mutlu o sað ehline!... Onlar, yüklü dallarý sarkmýþ kiraz aðaçlarý, dolgun salkýmlý muzlar altýnda; yayýlýp uzanmýþ bir gölgede, çaðlayan bir su kenarýnda, tükenmeyen ve yenmesi yasaklanmayan birçok meyveler arasýnda ve deðerleri pek yüksek döþeklerdedirler. Gerçekten Biz, onlarý yepyeni bir yaratýlýþla yaratmýþýzdýr. Böylece onlarý, hep bâkire kýzlar, kocalarýna âþýk yaþýtlar yaptýk (Cennet ehli olan) Ashâbü’l-yemin için..." [1212]

Görüldüðü gibi, Kur'ân'ýn ortaya koyduðu sað ve sol kavramlarý ile çeþitli doktrinlere ve siyasî icraatlara göre belirlenmiþ saðcýlýk ve solculuk arasýnda özel bir ayrýlýk vardýr. Kur'ân sað'ýn ve sol'un kesin ölçüsünü koymuþtur. O da sað için Allah'a inanmak ve emirlerini yerine getirip yasaklarýndan kaçýnmak; sol için ise, Allah'ý inkâr etmek veya O'nun emir ve yasaklarýný hiçe saymak, O'nu tanýmamaktýr. Diðer doktrinlere göre ise saðý soldan ayýran net bir ölçek yoktur. Meselâ komünistlere göre, komünist olmayan herkes faþisttir, saðcýdýr. Demokrat politikacýlara göre, tutucu, gelenekçi, aristokrat olanlar saðcýdýr. Bu ölçeklerin hepsi, Kur'an'ýn ölçeði hâriç, indî, þahsî, kullanana ve bakýþ açýsýna göre deðiþmektedir.[1213]

Solculuk
 

Aþýrý sosyalist düþünceleri ve solcu politikalarý benimseyen, yani kendilerine halkçý ve demokrat diyenlerin yolunu takip etme veya onlarýn sosyal ve politik olaylara getirdikleri fikrî çözümleri benimseme anlamýnda kullanýlan bir terim.

Sosyalist ve Komünist açýdan ise solculuk, geleneksel sol partilere veya sendikalara oranla kitlelerin devrimci rolüne üstünlük tanýyanlarýn siyasi düþüncesi veya tutumuna denir.

Küçümsenen ve aþaðýlanan bir anlamda solculuk, sol bir parti veya sendika içinde aþýrýlýðý, aþýrý sol akýmý ifade için kullanýlýr.

Siyasî ve sosyal anlamda solculuk, 1789 Fransýz Ýhtilâliyle ortaya çýkmýþtý. XIX. yüzyýlýn ilk yarýsýnda muhafazakârlara saðcý, liberallere de solcu denilmiþti.

"Solculuk" (Gausehisme) terimini ilk defa Lenin'in 1920 de yazdýðý "Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalýðý" adlý kitabýnda kullandýðý söyleniyorsa da; yukarýda da belirttiðimiz gibi bu terim Fransýz Ýhtilâlinden beri kullanýlmaktaydý. Lenin, adý geçen kitabýnda solculuðu daha ziyade küçültücü anlamda ve tenkit etmek için kullanmýþtýr. Bu solculuk "keskin solculuk"; yani þartlardan faydalanmasýný bilmeyen ve zaman içerisindeki fýrsatlarý deðerlendiremeyen solculuktur. O zaman "solcu" olarak nitelenenlerin, sol komünizm veya iþçi muhalefeti yandaþlarýnýn kabul etmedikleri bu terim, o dönemde, komünist hareketin solunda yer almak isteyen ve 1918'den baþlayarak Rusya ve Almanya'da belirli konular çerçevesinde toplanan kiþilerin ideolojilerini belirlemekteydi. Bu konular; iþçi denetimi, sendikal özerklik, gelirlerin ayný düzeye getirilmesi ve eþit paylaþýlmasý, devrimci enternasyonalizme gitmek, iþçi konseylerinin partinin önüne geçmesini saðlamak vb. dir.

"Solcu" terimi daha sonralarý Stalin'in düþüncesine, þahsýna karþý her çeþit muhalefeti belirtmek için kullanýlmýþtýr. Bu sebeple Troçki, Tito, Mao Zedong, Che Guevara vb. solculukla suçlanmýþlardýr. O zamandan beri, amaçlarý açýk bir þekilde kurumlaþmýþ sosyal, siyasî ve ideolojik sistem dýþýnda ortaya çýkan her sol mahiyetli ifade ve istek "solculuk" olarak nitelendirilmiþtir.

Saðcýlýk ve solculuðun siyaset ve fikir hayatýnda Fransýz Ýhtilâlinden sonra etkin olmaya baþladýðý dikkate alýnýrsa, bu terimler Komünist Manifesto’sundan (1848) yaklaþýk yarým asýr önce kullanýlmýþ demektir. Þu halde, bu tarih olayýnýn ortaya koyduðu önemli gerçek þudur: Sol ve solculuk mutlaka Komünizm demek deðildir. Fransýz ihtilal meclislerinde aþýrý sol hareket de komünizm deðildi. Buna göre, her solcu komünist deðildir; ama her komünist solcudur ve kendisini gizlemek isteyen komünistler bunu bir maske olarak kullanýrlar; sadece solcu olduklarýný, komünist olmadýklarýný söylerlerdi.

"Solculuk" sadece siyasi ve fikri bir özellik deðil; ayný zamanda dinî deðerlerle ve inançla da ilgili bir vasýftýr. Kur'an saðda olanlardan bahsettiði gibi, solda olanlardan da bahsetmektedir. Kur'an’a göre sol ehli; kendi yaptýklarý yüzünden yalanlanacak olanlar; uðursuz, bedbaht ve Allah'ýn kendilerini zillete düþürdüðü, inançsýzlýk ideolojisini benimsedikleri için Allah'ýn huzurunda sol tarafta bulunanlardýr. Bu sol ehli (Ashâbu'þ-Þimal), Allah'ýn emrini tanýmayan, namaz kýlmayan, fakire yardým etmeyen ve yedirmeyen, Allah'ýn kullarýna acýmayan, boþ konuþan, beyhude ve bâtýl iþler peþinde koþan, zaman öldüren, gâfillerle gaflette yarýþan, ceza gününü yalanlayan ve inanmayanlardýr. Bütün bu menfi davranýþlarýn gerçek sebebi ise imansýzlýk ve küfürdür.

Kur'ân-ý Kerim, Allah'ý inkâr eden, emir ve yasaklarýný tanýmayan, yaradýlýþ gâyesini idrak edemeyen sol ehlinin âhiretteki durumunu þöyle açýklýyor: "Sol ehli ise; onlar ne acýklý durumdadýrlar!... Hücrelere iþleyen kavurucu bir sýcaklýk ve kaynar su ve kapkara dumandan olan bir gölge içindedirler; ki o, ne serindir, ne ferahlatýcý. Çünkü onlar, bundan önce (dünyada) zevklerine düþkündüler ve en büyük günah þirk (Allah'a ortak koþmak) üzerinde ýsrar ediyorlardý.... Bir de diyorlardý ki: Öldüðümüz, toprak ve bir yýðýn kemik olduðumuz vakit mi, hakikaten biz mi dirilecekmiþiz? Evvelki atalarýmýz da mý (dirilecek)? Söyle: Bütün evvelkiler ve sonrakiler, belirli bir günün belirli bir vaktinde çaresiz toplanacaklardýr. Sonra siz ey sapkýnlar, yalancýlar! (Cehennemde) Zakkum aðacýndan yiyeceksiniz; karýnlarýnýzý ondan doyuracaksýnýz. Üstüne de (susuzluðunuzu gidermek için) o kaynar sudan içeceksiniz. Öyle ki, suya kanmayan develerin içiþi gibi içeceksiniz. Ýþte hesap günü, onlara ziyafet bu!”[1214]

Masonluk
 

Masonluk: Uluslararasý bir menfaat kuruluþudur. Bünyesine özel vasýflý ve seçkin insanlarý alarak geniþ bir teþkilatlanma içerisine giren masonlar, dünyanýn hemen her yerinde seslerini ve etkilerini duyurmuþlardýr.

Masonluk, Yahudiliðin gizli faaliyet gösteren bir örgütüdür. Bütün rütbelerini, sembollerini muharref Tevrat'tan almýþtýr. Giriþ törenleri Tevrat doktrinine uygun olarak yapýlýr.

Masonlar, Yahudilerle olan baðlarýný sürekli inkâr etmekte ve onlarla hiçbir iliþkilerinin olmadýðýný iddia etmektedirler. Eðer Yahudilerle olan baðlarý anlaþýlýrsa, toplum tarafýndan hoþ karþýlanmayacaklardýr. Bunun yerine kendilerini bir hayýr kurumu, bir kardeþlik, yardýmlaþma cemiyeti olarak topluma lanse etmeye çalýþmaktadýrlar.

Masonlar yalnýzca üyelerine mahsus olarak çýkarttýklarý Mimar Sinan, Türk Mason Dergisi, Akasya, Büyük Þark gibi dergilerde, Yahudilerle olan baðlarýný açýkça ifade etmektedirler. "Ritüellerimizde Tevrat'tan sayýsýz alýntýlar mevcuttur."[1215]

Tevrat'ýn, Yahudi ýrkýnýn bir ideoloji ve doktrin kitabý olduðunu öncelikle belirtmekte fayda vardýr. Bu ideolojinin siyaset sahnesindeki ismi Siyonizmdir. Siyonizm, Masonluk hep Tevrat'tan kaynaklanan felsefenin uygulamadaki örnekleridir.

Bozulmuþ ve deðiþtirilmiþ Tevrat'ta Yahudi ýrkýnýn dünya milletlerine yapmasý emredilen vahþet ve katliam þekilleri ayrýntýlý bir biçimde belirtilirken, gizli, dikkat çekmeyecek yöntemler de detaylarýyla anlatýlmýþ, çeþitli yollar gösterilmiþtir. Bu yöntemler uygulandýðýnda milletler içten çökertilecek ve ne hedef alýnan milletler bunu fark edebilecek, ne de olaylarýn arkasýnda bir Yahudinin ismi duyulacaktýr.

Sadece kendi gizli kaynaklarýnda Yahudilikle iliþkileri anlaþýlan Masonluk, iþte Yahudiliðin Tevrat'ýn telkinlerini aynen benimseyen ve gizli faaliyet gösteren kollarýndan biridir.

Masonlar, Yahudilikle olan alâkalarýný gizli tutmayý lüzumlu görmektedirler. Çünkü Siyonizm ile ayný amacýn güdüldüðünü anlatarak faaliyet göstermek yerine, yardým kuruluþlarýný paravan yapýp hayýrsever kiþiler görünümü altýnda bu amaca hizmet etmek kendileri açýsýndan daha verimli sonuçlar doðurmaktadýr.

Masonluk, esas itibariyle Yahudi olmayan birtakým insanlarý bir gizli dernek çatýsý altýnda toplayýp, eðiterek, onlarý herhangi bir sahada Yahudiliðe ve Yahudilik ideallerine hizmet eder hale getirmek için verilen bir tedris usulüdür.

Siyonistler, Yahudilik kavramýyla beraber, Siyonizm hedeflerinin insanlarý ilk planda ürkütebileceðini düþünerek kendi tanýmlamalarýyla, toplum içerisinde baþarýlý olmuþ, meslek sahibi, zengin, saygýlý kiþilerle, kardeþlik, dostluk, barýþ gibi insanlara sýcak gelen kavramlarla Masonluk bünyesinde ve Rotary, Lions, Liones gibi kulüpler aracýlýðýyla çalýþmalarýný sürdüregelmiþlerdir. Böylece hem Siyonist hedefleri ilk planda öne çýkarmamýþ olmak ve hem de Yahudi olmayan insanlar vasýtasýyla Yahudilik ideallerine hizmet ettirmiþ olmak amacýný gerçekleþtirmiþlerdir.[1216]

Ütopist mahiyette insanlýk, dünya vatandaþlýðý, enternasyonalizm gibi kozmopolit ilkeleri benimsediðini iddia eden, ancak ayný teþkilat mensuplarýný kardeþ gören ve teþkilat içindekilere yardýmcý olan; inanç ve vicdan hürriyeti mücâdelesinde bulunmakla beraber, Masonluk imanýný benimsetmek isteyen; umumiyetle liberal, kapitalist, kendi inancýna uymak þartýyla imtiyazlý; oligarþik olmakla beraber sözde demokrat görünen; ehliyet, liyakat, fazilet esaslarýna, Mason kardeþliðini tercih eden; malî imkânlarý ve elemanlarý geniþ bir teþkilata sahip, disiplinli, otoriter, beynelmilel hüviyetteki bu kurum, gizli, esrarengiz birtakým gelenek ve sembollere sahip bulunuyor. Bu sembollerin köklerinin (üçgen, nur, altý köþeli yýldýz, akasya, duvarcýlýk, hiram-mabet þekli vs.) eski Mýsýr ve Yahudi geleneklerine dayandýðý Masonluk yayýnlarýnda belirtilmiþtir. Masonluk, insanlýðý bir bütün olarak görmek istemesine raðmen yalnýz birbirini kardeþ tanýmasý, ehliyet, liyakat vb. vasýflar yerine locaya mensup olduðu için himaye görmesi, bir tehlike anýnda veya bir yardým isteðinde kendi milletine karþý da olsa, loca mensubunun yardýmýna yönelinmesi, kozmopolit mahiyeti, biricik hakikatin yalnýz Masonluk ilkelerinde görülmesi, zaman zaman din ve milliyet aleyhindeki tutumu dolayýsýyla, localarda Yahudilerin, dönmelerin bilhassa önemli mevkilerde bulunmasý gibi sebeplerle, itirazlara uðramýþ ve Yahudi em

Ynt: Uydurma dinler By: hafýz_32 Date: 09 Kasým 2010, 13:44:00
emellerine, ülkülerine vasýta olduðu Ýsrail devletinin kurulmasý için bir araç olarak kullanýldýðý ve Yahudiliðin beynelmilel himayesinin arka planda bulunduðu ileri sürülerek tenkit edilmiþtir. [1217]

1717'de kökleri çok eski olduðu halde Ýngiltere’de kurulup geliþtirilen Masonluk, Ýngiltere Yahudileri yanýnda, Ýngiliz Emperyalizminin sömürgeciliðinin yanýnda, her tarafta ajanlar, sempatizanlar, aldatýlanlar, yanýltýlanlar elde ederek geliþmiþ ve Ýngiliz uyduluðuna bilerek bilmeyerek hizmete sevk edilmiþlerdir. Ayný þekilde Amerika'da da Mason localarýna Yahudiler kesinlikle hâkimdir. Orada da ticarî, iktisadî, siyâsî mevki sahip olmak isteyenler onun desteðine muhtaç hale getirilmiþlerdir.

1822-1884 yýllarýnda ilân edilen Anayasa ve arkasýndan yapýlan seçimler sýrasýnda meclis tutanaklarý gözden geçirilirse, Rumlarýn, Ermenilerin ve diðer azýnlýklarýn nasýl çýkar ve bölünme doðrultusunda gayret sarf ettikleri anlaþýlýr. Bu konuda önemli rolü bulunan Mithat Paþa'nýn kimliði bir hayli enteresandýr. Macaristan’lý bir hahamýn oðlu olan Mithat Paþa, Türk devletinde yenilikler yapmaða baþlamýþtýr. Yahudi prensiplerine dayanan mektepler açtýrmýþ ve mekteplerde ihtilacý doktrinleri öðretmiþtir. Mithat Paþa, Jön Türkler partisini kurmuþtur. Bütün bunlar, Avrupa'da kendi sýrdaþý olan Simon Deutch'un talimatýyla yapýlmýþtýr. Sultan Abdülaziz'in katli, Mithat Paþa'nýn gözü önünde gerçekleþtirilmiþtir.[1218]

3 Kasým 1839 Sultan Abdülmecid'in tecrübesizliðinden istifade eden Mustafa Reþit Paþa'nýn gayretiyle Tanzimat Fermaný ilân edildi. Bunun üzerine yabancý kuruluþlar, azýnlýklar kuvvetlendi. Bu hareketi benimseyenlerce buna "Tanzimatý Hayriye" adý takýldý. Kozmopolitlik, yabancý etkisi ve aþaðýlýk duygusu yayýldý. Bu sebeple buna "Tanzimatý Þerriyye" diyenler de vardýr. Tanzimatý ilân eden Mustafa Reþit Paþa, Ýskoçya Mason locasýna mensup bir kimseydi.[1219]

Masonluktaki Tanrý anlayýþý Deist bir anlayýþtýr. Deizm ise Ýslâmlýk, Hristiyanlýk, Musevilik gibi semavî dinlerdeki Allah inancýna bir reaksiyon olarak ortaya çýkmýþtýr. Bu anlayýþa göre, kâinatý aþan bir varlýk vardýr. Fakat insanoðlu bu varlýðý tam mânâsýyla bilemez. Onun için bu varlýða yakarýlmaz, ondan birþey istenmez ve onun insanlarý sevmesi, imtihan etmesi beklenemez. Böyle olunca ahiret düþüncesi ve öldükten sonra dirilmek fikri de iptal edilmiþ oluyor. Deist anlayýþý biraz daha ileri götürdüðünüzde Ateizm noktasýna gelirsiniz. Zaten özellikle Fransýz locasýna kayýtlý masonlarda bu anlayýþ yaygýndýr.[1220]

Sion kelimesi "Allah'ýn krallýðý" mânâsýna gelir. Tevrat'taki üstün ýrkla alâkalý âyetler Siyonizm fikrinin temellerini teþkil etmektedir.

Yahudilerin Allah'ýn seçmiþ olduðu millet olduðu yolundaki söylentilerin kaynaðý Tevrat'ta çeþitli bablar içerisinde yer almaktadýr. Bunlardan iki tanesi aþaðýdaki þekildedir:

"Ben dedim: Siz ilâhlarsýnýz ve hepiniz Yüce Allah'ýn oðullarýsýnýz. Kalk, ey Allah (ey oðullarým) yeryüzüne hükmet. Zira, milletlerin hepsine sen varis olacaksýn."[1221]

"Çünkü sen Allah'ýn Rabbe Mukaddes bir kavimsin. Allahýn Rab, yeryüzünde olan bütün kavimlerden kendisine has kavim olmak üzere seni seçti."[1222]

Yukarýdaki sapýk ve ahlâk dýþý sözde Tevrat âyetlerine daha yüzlercesini eklemek mümkündür. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Masonluk; azmýþ ve gözü dönmüþ Yahudinin Siyonist menfaatleri doðrultusunda ülkelerin yetiþkin insanlarýný kendine hizmet ettirerek ideallerini gerçekleþtirmek yolundadýr. [1223]

Siyonizm (Zionizm)
 

Siyonizm, Kudüs’ün eski adý olan Sion’dan türetilmiþ bir ifadedir. Filistin’de baðýmsýz bir Yahûdi devleti kurmak isteyen, bu devlet kurulduktan sonra, Yahûdi fikrinin taraftarý, Yahûdicilik, Yahûdi hâkimiyeti ve bir þeyi Yahûdilerin gâye ve menfaatine göre deðerlendiren anlamýnda kullanýlýr. Siyonizm, Odessalý Leo Pinsker (1821-1891) tarafýndan kurulan Yahûdi milliyetçisi akýmdýr. Pinsker, Yahûdilerin bir devletinin olmasýnýn þart olduðunu düþündü ve bunu gerçekleþtirebilmek için Choveve zion (Siyonu sevenler) adlý bir örgüt oluþturdu. Hareket, Yahûdiler arasýnda hýzla yayýldý. Anarþi, katliam, hile ve nice zulümlerle ve baþta Ýngiltere olmak üzere birçok Avrupa devletinin de desteðiyle 1948’de Ýsrail devletinin kuruluþuyla sonuçlandý.     

Politeizm (Çoktanrýcýlýk)
 

Çok sayýda tanrýya tapma. Bir’den çok tanrýya tapan çoktanrýcýlýðýn tanrýlarý, genellikle kiþileþtirilmiþ doða güçleri, atalar, þef ya da kahraman gibi saygý duyulan ölüler, kutsal sayýlan bitkiler ve hayvanlarýdýr. Günümüzden üç bin yýl önce insanlarýn otuz beþ bin tanrýya taptýklarý saptanmýþtýr. Sümer mitolojisinden Yunan ve Roma mitolojilerine kadar bütün mitolojiler bu tanrýlarýn serüvenlerini anlatýrlar. Çoktanrýcýlýk, felsefe açýsýndan doðatanrýcýlýk (panteizm) temeline dayanýr. Kamutanrýcýlýk adýyla da anýlan bu felsefî anlayýþa göre tanrý, evrenin yaratýcýsý deðil; bizzat kendisidir. Bu anlayýþ, Müslümanlar arasýnda yaygýnlaþan tasavvufta vahdet-i vücut (varlýðýn birliði) deyimiyle dile getirilmiþtir. Çoktanrýcýlýðýn tanrýlarý, insan niteliklidir, insanlardan tek ayrýlýðý ölümsüz oluþlarýdýr.   

Ateizm
 

Ate: Allah’ý inkâr demektir. Ateizm: Allah’ýn varlýðýný inkâr etme, tanýmama anlamýna gelir. Tanrýtanýmazlýk da denilen ateizme, eskiden ilhâdiye ve dehriyye denilirdi. Ateist de: Allah’ý inkâr eden; tanrýsýz, dinsiz kâfir demektir. Ateizme Ateistlik de denir. 

Ýslâm’da din gerçeði bütün yaþamý kuþatmaktadýr. Bir anlamda din, ha­yatla eþdeðerdedir. Çünkü atomun içindeki en küçük partiküllerden uzayda bulunan dev cisimlere kadar kâinâttaki tüm eþya ve olaylarýn son derece dakik ve matematiksel biçimde etkileþimlerini, tepkileþim­lerini, nötrleþme­lerini ve iþleyiþlerini bir disiplin çerçevesinde saðlayan yasalar zinciri vardýr ki bu yasalarý koyan Allah Teâlâ'dýr. Bu yasalarýn tümüne birden Kur’ân-ý Kerîm'in söylemiyle “sünnetullah”[1224] denir.

Hayat bu anlamda dinin doðal cephesini oluþturur. Vahiy yoluyla (yani peygamberlere indirilen göksel mesajlarla) konan teþrii yasalar da di­nin yal­nýzca insanlarý ilgilendiren rûhânî ve seküler cephesini oluþ­turur. Dolayýsýyla din demek, hayatýn tümü demektir.

Hal böyle olunca insan, -hangi inanç ve düþünceye sahip bulunuyor olursa olsun- din atmosferinin dýþýna çýkamadýðý için onun dinsiz olmasý düþünülemez. Kiþi, rûhânî hayattan çok uzak bir gidi­þat içinde yaþýyor olsa bile toplumda onun uymak zorunda olduðu sayýsýz ku­rallar vardýr ki o, ister bunlara örf ve âdet desin, ister yasala­rýn gereði­dir desin, is­ter baþkalarýna karþý saygýlý olmak için böyle dav­randýðýný söy­le­sin, bütün bu kurallar esas itibariyle dine dayanmakta­dýr. Bunlar bir yana, insanýn za­ten doðal yaþamý “kevnî” yasalarla sür­mektedir. Kaldý ki “dinsizim” ya da “ateistim” diyen insanlar din yasa­larýna ve dogmala­rýna çok kere kendi öz­gür irâdeleriyle uyma çeliþki­sini de sergilerler. Onlarýn bir bilgisizlik heze­yaný olarak “doða yasa­larý” dedikleri fýtrat ve tabiat ka­nunlarýnýn tümü de Allah'ýn (c.c.) eseri olmak bakýmýndan dinin dýþýnda bir þey deðildir.

Ayrýca -bir türlü ikna olamamýþ- aklý baþýnda her insan, yine de var­lýk­la­rýn baþlangýç ve sonu, olaylarýn arka planýndaki fenomenler, gizemler ve kâ­inatta olup bitenler hakkýnda mutlaka çok derinden düþünmekte; çeþitli yorumlar yap­makta; arayýþlar içine girmekte ve zaman zaman iç bunalým­lar ya­þamak­ta­dýr. Kuþku içinde olsa bile insanýn vicdanýnda kaynaþan bu dü­þünce cüm­büþünün temelinde daima onun yaratýcýyý arama gayret ve endiþeleri yat­maktadýr. Bu ise aslýnda var olan ve insanýn gönül derin­likle­rinde du­yum­sanan bir gerçeði arama içgüdüsünden baþka bir þey deðildir. Ýþte bü­tün bun­lar insanýn mutlak mânâda dinsiz olamayaca­ðýný kanýtla­makta­dýr. “ilhâd” ya da “küfür” sözcükleriyle anlatýlmak istenen dinsizlik as­lýnda inkârcýlýk­týr. Bu ise mutlak dinsizlik deðildir, ikisi arasýnda büyük fark vardýr.

Dinsiz olduklarýný ileri sürenlerin esasen birçok sosyal, moral, ya da ruhsal sorunlarý bulunmaktadýr. Yaþadýklarý ve gördükleri çeliþkilere tepki olarak -inkârcýlýk anlamýnda- böyle bir iddia ile ortaya çýkan in­san­lar her toplumda mevcuttur. Ancak bunlarýn sayýlarý son derece az­dýr. Ayný za­manda eðitim düzeyleri, resmi statüleri ve sosyal mevkileri ne olursa olsun ciddîye alýnacak bir mantýklarý yoktur. Dolayýsýyla bu anlamda söylediklerini bir sayýklama ve hezeyan olarak kabul etmek ge­rekir.

Þu varki bilinçli ve kasýtlý olarak ateist, dinsiz, dehrî, pozitivist ya da materyalist olduðunu veya bu anlamlarda bir kanaata sahip bulun­du­ðunu açýkça ileri süren kiþi, Ýslâm'daki iman ve akâid kanunlarýna göre elbet­teki küfre girdiðini ilan etmiþ olur. Çünkü böyle bir kimse mü’min olma­dýðýný ortaya koymaktadýr. Dolayýsýyla eðer vaktiyle Müslümanken sonra böyle bir ikrarda bulunursa yüce Ýslâm dinini hiçe saymak gibi aðýr bir suç iþlemiþ olur.[1225]

Paganizm/Putperestlik
 

Paganizm: Puta tapmak, putperestlik demektir. Paganist ise; puta tapan kimse; pagan anlamýndadýr. Genellikle politeist dinlerde tanrýsal varlýklarýn çeþitli figürler ile sembolize edildiði ve bu sembollere tâzimde bulunulduðu gözlenir. Tanrýyý temsil eden put; aðaçtan, taþtan ya da metalden yapýlmýþ herhangi bir sûret þeklinde olabileceði gibi; bir bitki, bir hayvan veya bir baþka doðal nesne de olabilir. Putperest toplumlarda, genellikle tapýnýlan nesneye tanrýsal ruhun hulûl ettiðine inanýlýr ve bu nedenle ilgili nesnenin kendisinden ziyade içinde mevcut olduðuna inanýlan tanrýsal güce tapýlýr. 

Anýt mezar/Anýtkabir; Modern Türbe ve Tapýnak
 

Mozole veya türbe olarak da bilinen büyük ve etkileyici mezar. Din kurucularý ya da önderler, büyük deðer verilen, ta’zim edilen veya ilâhlaþtýrýlan kimseler anýsýna yapýlan görkemli bina. Bugüne kadar yapýlmýþ anýtmezarlardan en görkemlisi Babürþah’ýn 1631’de ölen hanýmý Þahcihan için yaptýrdýðý Tac Mahal’dir. Mýsýr’daki piramitler de anýtkabirdir. Ankara’da bulunan anýtkabire, Ýstanbul’da Adnan Menderes ve Turgut Özal’ýn anýtkabirleri de ilâve edilmiþtir. Selçuklu ve Osmanlý padiþah ve vezirleri için ve özellikle evliyâ sayýlan tasavvuf büyükleri için anýtkabir þeklinde türbeler yapýlmýþ, diðer anýtmezarlardan çok daha fazla þirk unsuru görevini yapmaya devam etmektedir. 

Saygý Duruþu
 

Bazýlarý, putlaþtýrdýklarý kiþilerin kabirleri veya kutsallaþtýrdýklarý simgeler karþýsýnda Müslümanlarýn namazdaki kýyamlarýna benzer þekilde hazýr ol vaziyete geçer, saygý duruþunda bulunur. Hatta namazda doðal kabul edilebilecek bir davranýþ (kaþýnýnca baþý kaþýmak, öksürmek vb.) böyle bir saygý duruþunda uygun/câiz görülmez. Hiç alâkasý olmadýðý halde, herhangi bir açýlýþ programýnda, ya da bir törende saygý duruþu ile baþlamak câhiliyye toplumlarýnýn dinî bir kuralý kabul edilir. Bu tür programlara katýlan Müslümanlar da dinlerinin câiz görmemesine raðmen bu saygý duruþuna katýlma zorunda býrakýlýr. Okullardaki bütün öðrenci ve öðretmenler her hafta okul açýlýþ ve kapanýþlarýnda, bayram diye kutlattýrýlan câhiliyyenin kutsal günlerinde bu tür saygý duruþlarýna mecbur tutulur. Bu tür tavýrlar, aslýnda bir tapýnmadýr. Anýtkabirdeki böyle bir törende, Mahmut Kaçar adlý bir muvahhid müslüman; “Siz bu törenlerle mezarlarý putlaþtýrýyor, ilâhlaþtýrýyorsunuz. Ölü sizi duymaz, onun size bir faydasý yoktur. Lâ ilâhe illâllah, Allah’tan baþka ilâh yoktur!” demiþti. Zamanýn cumhurbaþkaný Demirel tarafýndan meczup ilân edilivermiþti. Ayrýca, Bu tavrýnýn bedelini dört yýl kadar hapis yatarak ödemiþti.

Mekke’liler, önemli bir iþe baþlamadan önce ve yolculuktan dönünce veya Mekke þehir devletine ait tören ve merâsimlerden önce Kâbe’nin içindeki Hubel putunun heykelini ziyâret eder, ona baðlýlýklarýnýn ifâdesi olarak saygý gösterirlerdi.[1226] Böylece iþlerinin düzgün gideceðine inanýrlardý. Mekkeliler de, bu psikoloji ile Kâbe etrafýnda dolaþarak Allah’a ibâdet ettiklerini sanýyor ve fakat put heykellerine de ayný þekilde saygý gösteriyorlardý. Herhangi bir Mekke’li, seyahate çýkýnca veya seyahatten dönünce yahut önemli bir iþe baþlayýnca, Kâbe’yi tavaf ediyor; bayramlar devletin ileri gelenlerinin putlara saygý göstermesiyle baþlýyor, devletin en önemli iþleri görüþülmeden önce heykellere saygý duruyorlardý. Ticarî ya da siyasî bütün kuruluþlar, önemli toplantýlarýndan önce de bu heykellere karþý saygýya durur, ondan sonra iþlerine bakarlardý.[1227]

Onlar hem Allah’ý tanýyorlar, hem de putlara tapýyorlardý. Esasen þirkten kasýt da buydu, birtakým nesneleri Allah’ýn sýfat ve kudretine ortak koþmak ve Allah’ýn yanýnda baþka güçler tanýmak, Allah’a inanmak ve fakat O’nu inkâr edenlerin hükümlerini inanarak kabul etmek ve onlara bile bile uymak. “Allah’a inandýk” deyip putlarýn önünde saygýya durmak; secde etmek, eðilmek, onlar etrafýnda dönmek; o heykellerden medet ummak, onlarý ilham kaynaðý saymak; güç ve ilhamlarýný Allah’tan deðil, o put heykellerinden veya Firavun gibi, Nemrut gibi (yaþayan ya da ölü birtakým) putlaþtýrýlmýþ þahýslardan beklemek![1228]   

Animalizm
 

Baþta totem düþüncesinin hâkim olduðu dinî gelenekler olmak üzere, çeþitli dinlerde görülen hayvanlarýn kutsallaþtýrýlmasýna dayalý kült. Animalizm, hayvanlarla onlarý avlayan insanlar arasýnda büyük bir bað olduðu inancýdýr. Bu inanç, hayvanda insanca bir öz bulunduðu inancýna baðlýdýr.

Animizm (Ruhlara Tapma Ýnancý)
 

Tabiatla ilgili olaylara ve tabiat cisimlerine tapma dini. Animist: Animizmi benimseyen, animizmi savunan. Animizm anlayýþýna göre, ata ruhlarý ve fetiþlere tâzim etme geleneði puta tapýcýlýðýn ve politeizmin temelini oluþturmuþtur. Animizm, insanýn çevresinde bütün þeylerin ruhlu olduðu inancýdýr.  E. B. Taylor 1871’de, Ýlkel Kültür adlý çalýþmasýnda “ruhsal varlýklarla ilgili doktrin”; Taylor tarafýndan dinin kaynaðýyla ilgili olarak savunulan teori. Tylor, animizmin insanlýk terazisinde düþük kabileleri karakterize ettiðini ve buradan yüksek modern kültürlere kadar yükseldiðini söyler. Ona göre, ilkellerin çevrelerindeki hayvan, bitki, aðaç, taþ, toprak vb. gibi bütün doða nesnelerini ve belirtilerini ruhlu sayma inancýný dile getirir.   

Animizm, gizemciliði ön plana alan bir þirk anlayýþýdýr; atalarýn ruhlarýna tapma esasýna dayanan politeist bir ina­nýþ biçimidir ve kritik yapabilecek muhayyileye hitap eder. Bu nedenle fi­lo­zof­lar tarafýn­dan ileri sürülenin tam tersine, ilkel deðil, bilakis geliþ­miþ bir þirk türüdür. Çünkü animist insan doðrudan veya dolaylý ola­rak ruha ta­par ve ruhun bir sýr olduðunu bilir.

Ruhun bu ayrýcalýðýna, vicdanýnda yer verebilecek kadar ince düþünebi­len insan, karmaþýk ob­jelere ve mad­de ötesi âlemlere karþý ilgi duyan insan demektir. Böyle bir düþünce ise ge­liþmiþ bir yargýyý kanýtlamak­tadýr. Dolayýsýyla din denen olayýn, insanlýk tarihinde ilk defa atalarýn ruh­larýna tapmak þeklinde ortaya çýktýðýný ve dolayýsýyla animizmin, ilkel din­lerin ilk þekli oldu­ðunu ileri sürenler hem burada, hem de dinin, sýrf bir dü­þünce ürünü olduðu nok­tasýnda yanýlmýþlardýr.

“Animizm” terimi latince “anima”dan gelmektedir ki Batý dille­rinde hayvan anlamýný veren “animal” sözcüðü de bu kökten gelir. Temelde hayvan veya animal, canlý demektir. Dolayýsýyla canlýlýðýn kay­naðý olan ruha tapýnmaya bu ilgiyle “animizm” denilmiþtir.

Tevhid din­lerinin yoz­laþmasýndaki faktörlerin baþýnda animist yakla­þýmlar gelir. Yani “vahiy” denen ve peygamberler aracýlýðýyla gelen Ýlâhî mesajlar doðrultusunda in­sanlar baþta yalnýz Allah'a ibâdet eder­lerken çe­þitli se­beplerin etkisi altýnda bazý þahsiyetleri yüceltmeye ve onlara bir za­man sonra mitolojik birtakým kimlikler mal etmeye çalý­þýrlar. Bu yüceltil­miþ insanlar ölünce ruhlarý þâd olsun diye ilk baþlarda düzenlenen masum törenler zaman içinde farklý içe­rikler kazanarak onlara tapýnma törenle­rine dönüþür. Kur’ân-ý Kerîm'de bu konuda canlý örnekler vardýr.[1229]

Henüz tazeliðini koruyan Kur’ân-ý Kerîm'in içinde en ufak bir de­ði­þik­lik söz konusu olmamasýna raðmen, Ýslâm Dünyasýnýn mensuplarý ara­sýnda da animist eðilimler hýzla yayýldýðýna göre eski dinlerin türlü türlü yorum­larla ne hale gelmiþ olabileceklerini tahmin etmek hiç de güç deðil­dir.

Bugün Ýslâm’ýmsý dünyanýn her yerinde geçerli bir din modeli  ola­rak benimsenmiþ bulunan “Ýstimdatçý” mistik inanýþlar bu gerçeði çok çarpýcý bir þekilde kanýtlamaktadýr. Ýstimdat, ulularýn, erenlerin, yani velilerin ruh­larýndan medet ve bereket dilemektir. Animizmin mabet­leri olan tekkele­rin ve anýt mezarlarýn içi, tevhidin merkezleri olan camilerin içinden çok daha coþ­kuludur, çok daha faaldir. Binlerce türbede yatan insanlardan hiçbirinin: “Ben öl­dük­ten sonra üzerime türbe yapýnýz.” dediði asla kanýt­lanmadýðý halde bu yapý­larýn, Ýslâm'a raðmen gerçekleþtirilmiþ olmasý ve hergün yüzbin­lerce insan tara­fýndan  ziyaret edilerek buralarda kurbanlar kesilmesi ve çeþitli di­leklerde bulu­nulmasý, animist inancýn nasýl yerleþip kemikleþtiðini çok açýk þekilde or­taya koymaktadýr. 

Animist bir temele dayanan inanýþlar, her milletin zaman içinde ge­le­neklerinin, dünya görüþünün, tarihî gerçeklerinin ve genel kültü­rü­nün et­kisi altýnda farklý biçimler alabilir.

Örneðin, sözde Ýslâm'ý kabul etmiþ milletlerden bazýlarý âlimlere, (ya da âlim kisvesinde gördükleri tarikat þeyhleri gibi adamlara), kahraman­lara ve ozanlara kutsal kimlikler mal etmiþ, onlara, öldükten sonra “evliyâ” ya da “ulu önder” gibi sýfatlar takarak bu þahýslarý olaðanüstü yüceltmeye çalýþmýþlardýr. Bu topluluklar, ancak Allah’a gösterilebilecek derecedeki saygýyý ölmüþlerine gösterdikleri için Ýslâm dininden çýkmýþlardýr.

Ýster bilinçli, ister bilinçsizce olsun bu tür inanýþlara sapmýþ bulunan insanlar, kendilerini müslüman sanýyor olsalar bile mü’min olduklarýný asla kanýtlayamazlar. Dolayýsýya Ýslâm fýkhýnýn belli yasalarýna göre mü’minler, bu sýnýfa giren müþriklere karþý dikkatli olmak durumundadýrlar!

Gerçekte animizm çok açýk bir þirktir, geçmiþlere saygý olarak açýklanmasý mümkün deðildir.

Animistlerin masum sanýlan bazý yorumlarý ise özetle þöyledir: “Bugünlere gelmemizde atalarýmýzýn büyük emeði vardýr. Bu top­rak­larý ‘Allah, Allah!’ diyerek yalýn kýlýçla onlar fethetti. Bu cennet va­taný bize emanet eden onlardýr. Dolayýsýyla biz onlara saygý ve sevgi borçlu­yuz.”

Aslýnda bu sözlerin hepsi de güzel ve doðru þeylerdir. Ayný za­manda tevhid inancýyla hiç çeliþmemektedir. Ancak iþin içyüzü daha baþka tür­lü­dür. Onlara karþý gönüllerde yatan inançlarla bu masum sözler hiç de birbi­rine uymamakta, biri, diðerini kesin þekilde yalanla­maktadýr.

Gerçekte mü’min atalarý sevmek ve saymak: Ancak onlarý rahmetle an­makla; Allah'ýn merhametine her zaman muhtaç olduk­larýna, ölmüþ ve Rabb'leriyle artýk baþbaþa kalmýþ bulunduklarýna, bu in­sanlarýn hepsinin de -herkesçe sanýldýðý gibi - istisnasýz kurtulmuþ, cen­netlik evliyalar olmaya­bi­leceklerine, herkes gibi onlarýn da Allah'a he­sap vereceklerine, belki ço­ðu­nun cennete bile giremeyeceðine, durum­larýnýn tamamen meçhulü­müz olduðuna, hatta onlarýn soyundan ge­lip gelmediðimizi bile kesin­likle bile­mediðimize, onun için sadece on­larý deðil, bütün Müslümanla­rýn ölmüþle­rini hayýr ve dua ile anma­mýz (yani günahlarýnýn afolmasý için Allah'a yalvarmamýz) gerekti­ðine inanmakla olur. Onlara gerçek saygý ve sevgi iþte ancak böyle ola­bilir.

Aksine üzerlerine koca koca kubbeler, hem de insanlardan manevî bas­kýyla alýnan paralarla, vergilerle kale gibi anýtlar dikerek, sandukalar yaparak þe­bekele­rine çaput baðlayýp yüz sürerek, anýlarýna görkemli törenler düzen­leyip Firavunlara yapýldýðý gibi huzurlarýnda saygý duruþunda bulunula­rak, on­lardan himmet ve bereket bekleyerek, bizleri muradý­mýza erdir­meyi isteye­rek, sorunlarýmýzýn çözümlenmesinde bize yar­dýmcý  ya da il­ham kaynaðý olmalarýný dileyerek, onlara yazýlý dilekçeler sunarak, hele savaþlarda ordu­larýmýzýn ön saflarýnda düþmana karþý çarpýþtýklarýna inanarak (ki ordu böyle bir þeye hiç inanmaz)  onlara saygý göstermek ise yüce Allah'a aðýz do­lusu sövüp saymaktan farksýz­dýr! Ýþte gerçek ani­mizm budur.[1230]

Fetiþizm (Büyü ve korku dini)
 

Fetiþizmin temel faktörü ilkel insan psikolojisidir. Dolayýsýyla belki de insan düþüncesinin ürünü olan tek dinsi inanç þekli fetiþizmdir.

Fetiþizm, sýrf ilkel insan topluluklarý arasýnda kendini göstermiþ bir­ta­kým hurafî inanýþlardýr. Onun için fetiþizmi tam bir din olarak ta­ným­lamak doðru deðildir. Bunun üç önemli sebebi vardýr.

Birincisi: Fetiþizmi bir din adý olarak ilk defa kullanan ne bir pey­gam­ber, ne de temelde ilâhî mesaja dayanan herhangi bir dinin rûhânî öncüle­ridir. Bilakis Dess Brosses adýnda bir araþtýrmacýdýr. Üstelik 1760’lardan ön­ceki din literatüründe bu kelime bulunmadýðýna göre böyle bir isim altýnda yeni bir dinin tanýmýný yapmak mümkün deðildir.

Her ne kadar Bahailik, Kadiyanilik ve Kökten putçuluk gibi daha dün dene­cek kadar yakýn geçmiþte Ýslâm'dan koparak oluþan dinsel kamplar da bugün baðýmsýz birer (bâtýl) din olarak tanýmlanabilirlerse de bunlar temelde Ýslâm'dan ve Hýrýstiyanlýktan esinlenilerek tertip­lenmiþ uy­durma din­ler olmak itibariyle yine de Ýlâhî mesajlarýn çarpý­týlmasý so­nucu varlýk göster­miþlerdir. Halbuki Fetiþizm böyle deðildir. Fetiþizmin herhangi bir tevhid diniyle iliþkisi yoktur.

Fetiþizm'in bir din olarak nitelenemeyeceðinin ikinci sebebi þudur:

Fetiþistler ilkel insanlardýr. Korkup ürktükleri hayvanlara, canavar­lara ve tabiat güçlerine, sanýldýðý gibi ibadet etmemekte, bilakis onlarýn þerrin­den korunmak için büyü diyebileceðimiz bazý araçlara baþ vur­mak­tadýrlar. Bu araçlar onlara göre kurtarýcý birer çaredir. Ancak büyü niteli­ðinde kul­landýklarý þeyler birer ibadet özelliði taþýmamaktadýr. Onlar her ne kadar düþmanlarýna karþý manevî birer silâh olarak bu büyüleri kullanýyorlarsa da bu þeyleri yaratýcý ve kâinâtý yönlendirip idare edici güçler olarak görme­mektedirler.

Üçüncü gerekçe ise:
Fetiþizm'de belirgin dinî âyinler, rûhânîler ve mâ­bed yoktur. Dolayýsýyla bu inanýþlara, ilkellikten kaynaklanan bü­yücü bir ya­þam tarzý da diyebiliriz. Her þeye raðmen þirkin en bayaðý gö­rüntüle­rinden biri de bu fetiþist inanýþlardýr.

Hemcinslerinin seyrek bulunduðu kuytu çevrelerde doða ile kucak ku­caða yaþayan, bu yüzden gerek vahþi hayvan saldýrýsý, gerekse yýldý­rým düþ­mesi ve anî seller gibi baþa çýkamayacaðý tabiat olaylarý karþý­sýnda çare­siz ka­lan insan daima ürkek ve tedirgindir. Binaenaleyh onu, uygar ve eði­timli insandan ayýran en karakteristik psikolojik özellik budur. Ýþte il­kel insanýn maddî olmayan imajlara karþý duygularý ve deðer yargýlarý da büyük ölçüde tabiat olaylarýnýn yönlendirdiði bu psi­kolojinin ürü­nüdür. Uygar insan, il­kel insan gibi zaman zaman kor­kulu anlar yaþasa bile risk­lere karþý daha akýlcý yollara baþvurur. Din onun için riskleri önlemede öncelikli bir araç deðil, bilakis yaratýcýya karþý sýrf kulluk amacýný taþýr. Ýþte ilkel insandan uy­gar insana, din kavramýnýn yüklen­diði anlam ve deðer farký budur.

Örneðin idam sehpasýndaki bir mü’min, kutsal metinlerden birþey­ler okuyup üzerine üflediði, ya da iki rekât namaz kýldýðý takdirde, bu­run bu­runa gelmiþ olduðu (mukadder)  bir ölüm tehlikesinden bu sa­yede kurtu­la­caðýna ihtimal vermez. Yani Allah (c.c.) dilememiþse ibâdet yaparak, ya da bu anlamda çeþitli rûhâni eylemlerde bulunarak bir þerri üzerinden defedeme­yeceðine inanýr. Buna raðmen sýrf Allah'ýn huzu­runa imanla gitmek için yine duâ eder. Çünkü Allah'a kesin sûrette iman eden insa­nýn temel amacý þu veya bu belâdan kurtulmak deðil, bi­lakis Allah'a kul olmak ve kâmil bir imanla âhiret âlemine intikal et­mektir. Zira ebedî mutluluðun þartý dün­yevî felaketlerden kurtulmak deðil, Allah'ýn hoþ­nutluðunu kazanmaktýr.

Ýlkel insana gelince o, yaptýðý bir büyü ile, örneðin bir vahþi hayvan sal­dýrýsýna karþý kendini saðlama almýþ olduðuna inanýr.

Öyle ise uygar insanýn rûhânî eylemleri din niteliðini taþýr. Buna kar­þýn ilkel insanýnki böyle bir nitelikten uzaktýr.

Sonuç olarak diyebiliriz ki Fetiþizm, ilkel insanda dinsel bir eðilim gibi görünüyorsa da kesinlikle din deðildir. Bilakis çok ilkel bir þirk tü­rü­dür.

Þirk kavramýna bir din anlamý yüklemek ise yerine göre deðiþir. Þirkin bir din olmasý þart deðildir. Çünkü zâten gerçek anlamda din ni­te­liðine sa­hip olan tek inanç  kurumu Ýslâm'dýr.[1231] Ýslâm'ýn dýþýn­daki tüm geçersiz inanç kurumlarýna din denilmesi ise mecâzîdir. Fakat þirk, daima tevhidin karþýtý olarak bilinir. Dolayýsýyla müþrik kiþi eðer herhangi bir þeyi bilinçle, Allah Teâlâ'nýn kâinât üzerindeki ege­menli­ðini etkileyici veya O'nun ege­menliðinden baðýmsýz bir güç ola­rak gö­rüyor -bu nedenle- o þeyden korku­yor, ya da Allah'a saygý göster­diði bi­çimlerde O'na saygý gösteriyorsa bunu, ister baðýmsýz bir din adý altýnda, ister bir tören olarak, isterse bir büyü veya herhangi bir eylem olarak icra etsin, bunun adý þirk­tir. Bu bakýmdan fetiþist insan müþrik­tir.

Çünkü bu insanlar, fetiþ denilen birtakým büyüler yapar, bu büyüle­rin birçok tehlikelere karþý manevî güçler olduðuna inanýrlar. Ayrýca doða­daki etkileyici þeylerde üstün ruhlar bulunduðuna da inanýrlar.

Örneðin yüksek daðlarý, bulutlarý ve nehirleri üstün güçler olarak gö­rür, onlarý birçeþit kutsal sayarlar. Ancak kutsallýðý bu þeylerin görü­nür­deki maddelerine deðil, onlarda -sözde - gizli bulunan birtakým kar­þý­konmaz yüce ruhlara baðlarlar.

Fetiþizmin içyüzü 

Ýnsanoðlu maddî çarelerle hedeflerine ulaþamadýðý ya da sorunla­rýný çö­zemediði zaman bu kez gizli ya da gizemli yollara baþvurur. Bu tercih­ler es­kiden beri insanlar arasýnda genel bir eðilimdir.

Gizliliðin mazeretleri ve her zaman bir açýklamasý vardýr. Ancak gi­zem­lilik daima karmaþýklýðýný koruyacaktýr. Bu nedenledir ki Kur’ân-ý Kerîm'in onayladýðý, hatta mü’minleri davet ettiði duâ hâ­riç, Ýslâm,  büyü ve fal gibi gizemli yollarýn bazýlarýný en aðýr suç olan “küfür” diye nitelemiþ ve kâfirlere lânet etmiþtir.[1232]

Ýnsanoðlu, geniþ bilgi birikimlerine sahip bulunmakla birlikte, yaþa­dýðý olaylar içinde henüz çözümleyemediði ve sýrlarýna bir türlü eriþe­me­diði o kadar çok þeyler vardýr ki bunlar hakkýnda bilginler, uzmanlar ve bilim adam­larý hâlâ susmayý tercih etmektedirler. Nitekim telepatinin, hipno­tizmanýn, spiritüel enerjinin, meditasyonun ve çeþitli alternatif týp sis­temlerinin iç­yüzleri hâlâ bilinmemektedir.

Gizemli konular, gerek kaynak ve temelleri yönünden, gerekse amaç­larý itibariyle birbirinden son derece farklýdýrlar. O kadar ki bunlarýn bazý­larý, hayat ve kâinât olaylarýnýn, þimdiye kadar çözüle­memiþ, belki de çözü­lemeyecek olan þifreleridir. Dolayýsýyla bilinsin ya da bilinmesin bun­lar esa­sen birer realitedir. Ancak gerçekle hiçbir iliþ­kisi olmayan, buna raðmen yarý uygar toplumlarda, genellikle basit dü­þünen insanlardan çý­kar saðla­mak amacýyla -sözde- gizemli nitelikte yapýlan büyü, fal, mü­neccimlik ve medyumluk gibi bazý iþler daha vardýr ki bunlar tamamen spekülatif muâmelelerdir. Ýslâm bunlarý hurâfe ve bâtýl inanç ola­rak deðerlendirmiþ, bunlarý ya­sakla­mýþ ve bu iþlerle uðraþanlarýn ceza­landýrýlmasýný öngörmüþtür. Çünkü bu insan­larda fetiþist (müþrikâne) yaklaþýmlar vardýr.

Örneðin büyü yapan ve yaptýran insanlar (özellikle yaptýranlar), bü­yüye, amacý kestirme ve gizemli yollarla gerçekleþtiren bir çare olarak inanýrlar. Medyumlara ve kâhinlere baþvuranlarýn da inancý böyledir.

Düþmanýný periþan etmek, baþýna dertler ve belâlar yaðdýrmak için silâh yerine büyüyü tercih eden insanýn esasen ne istediðini þöyle açýk­la­mak mümkündür:

Eðer silâh ya da herhangi bir þiddet yolunu kullanýrsa yakalanacak ve aðýr cezalara çarptýrýlacaktýr. Halbuki büyüye baþvurursa -kendince- hiç kim­senin sezinleyemeyeceði gizemli bir yolla bu amacýný gerçekleþ­tirmiþ olacak­týr(!) Öyle ise büyüye inanan insana göre hayat ve kâinât olaylarýný büyü ile yönlendirmek mümkündür. Bu ise Allah’ýn (c.c.) kâ­inat üzerin­deki mutlak egemenliðini tanýmamak, daha doðrusu, büyü gibi bir araçla ilâhî egemen­lik sýnýrlarýnýn, delinebileceðine inanmak demektir. Bu ise açýk bir þirktir. Çünkü Allah'ýn kâinât üzerindeki egemenliði mutlaktýr. Hiçbir þey bu eðemenliðin dýþýnda deðildir, hiçbir olay bu egemenlikten baðýmsýz ola­rak cereyan edemez. Her þeyi Allah Teâlâ yönetmektedir.

Yarattýðý ve yönettiði kâinât olaylarýnýn, -ge­rek etki-tepki, gerek se­bep-sonuç, gerekse nötrleþme gibi- bilinen ve bi­linmeyen fenomenle­riyle son de­rece karmaþýk olan kozmozunu birbi­riyle ilintili yasalar zinciri çerçeve­sinde disipline eden yine Allah Teâlâ'dýr. Þu halde bu ya­salara göre hare­ket edil­medikçe büyü ve fal gibi gizemli çareler oldu­ðuna inanýlan hayalî yol­larla amaca ulaþýlabile­ceðine inanmak, herþey­den önce çok yanlýþ bir þart­lanma ve büyük bir bilgisizlik örneðidir. Ondan sonra da Allah Teâlâ'ya karþý bir baþkaldýrý sayýlýr ki bir anlamda bunun adý þirktir.

Örneðin define arayan bir insan, eðer elde ettiði bir krokiye dayana­rak, pusula ve dedektör gibi birtakým araçlar kullanarak amacýna ulaþ­mak is­ti­yorsa bu insan, itikadî bakýmdan herhangi bir suç iþlememek­tedir. Çünkü her þeyden önce aklýný kullanmaktadýr. Akýl ise Kur’ân-ý Kerîm'e göre ger­çekleri yakalamada baþvurulacak   ilk ve en büyük araçtýr. Çünkü akýl, sað­lam, olgun ve reþit insanýn, (Allah Teâlâ tarafýn­dan belli kanun­larla çalýþtý­rý­lan)  beyin mekanizmasýnda üretilmektedir. Bu açýdan define arayan in­san, Allah'ýn kâinât üzerindeki mutlak egemenliðini kabul et­miþ demektir. Onun kullandýðý pusula ve dedek­tör de yine Allah Teâlâ tarafýndan  insa­noðluna sunulmuþ çeþitli fizik, manyetik ve elektronik bilimlerinin kanun­larýyla çalýþmaktadýr. Dolayýsýyla defineci, pusula, dedektör ve benzeri araç­lar kullanmakla yine Allah'ýn mutlak egemenli­ðini tanýmýþ demektir.

Hâlbuki bu araçlarýn yerine fala baþvuran insan, falcýnýn bütün bu ka­nunlarý delebilecek ve Allah'ýn kâinât üzerindeki mutlak egemenli­ðinde O'na ortak olabilecek bir güce sahip bulunduðunu bilerek veya bil­meyerek kabul etmektedir. Bu suretle de þirk koþmaktadýr.

Ýnsan, itikâdî yönü olmayan en aðýr suçlarý bile iþlerken son derece bü­yük vebal ve günahlarýn altýna girmesine raðmen yine de küfre ya da þirke saplanmaz. Hâlbuki itikadî yönü olan büyü ve fal gibi fetiþist an­lamda öyle suçlar vardýr ki, kiþi onlarý, hiç kimseye zarar vermeden, hiç kimsenin gö­remeyeceði yerlerde ve yalnýz baþýna iþlese bile Allah Teâlâ'ya ortak koþmuþ olur ki bu suretle cinâyet iþleyen bir kimseden daha çok Allah'ýn öfkesini hak etmiþ olur! Bunun mantýklý sebebi acaba ne olabilir? Sebebi gâyet açýk­týr.

Cinâyet iþleyen bir insan, bu suça giriþirken bile Allah tarafýndan yara­týlmýþ bulunan ve yine O'nun koy­duðu belli yasalarla iþlevini ye­rine geti­ren akýl, silâh, tasarý ve planlý komplo projeleri gibi araçlara baþ vurarak ama­cýný gerçekleþtirmeye ça­lýþmaktadýr. Bu insan, en çirkin, en korkunç ve en vahþi bir amacýn pe­þinde olmasýna raðmen Allah'ýn kâ­inat üzerin­deki mut­lak egemenli­ðini doðrularcasýna O'nun koyduðu hayat kanunla­rýna göre davran­maktadýr. 

Hâlbuki büyüye veya fala baþvuran insanýn yargýsý bundan çok fark­lý­dýr ve Yüce Allah'ý daha çok öfkelendirici bir anlam taþýmaktadýr. Büyü yapa­rak veya yaptýrarak birini kazanmak, ya da birine zarar ver­mek iste­yen in­san, keza büyü veya fal aracýlýðýyla bilinmeyeni keþfet­meye çalýþan insan, as­lýnda Allah'a ait otorite sýnýrlarý dýþýnda çözüm arayan insan demektir, Bu ise bir anlamda Allah'ýn (hâþâ!) egemen olamadýðý bazý ba­ðýmsýz güçlerin ve alanlarýn bulunduðunu bilerek veya bilmeyerek kabul etmek demektir. Belki bu nedenledir ki büyü, Kur’ân-ý Kerîm'de açýkça küfür olarak nite­lenmiþtir.[1233] Küfür ise Allah' ýn otoritesini tanýma­mak anlamýný ta­þýr. 

Müslüman toplumlarda fetiþist eðilimler

(Büyü, fal, havas, astro­loji, ra­býta, meditasyon vs.):

Fetiþist inançlara, müslümanlar arasýnda “hurâfeler” ya da “bâtýl inançlar” denir.

Hurâfe: Uydurulmuþ, abartýlmýþ, akla ve vicdana sýðmayan asýlsýz inanç demektir.

Bâtýl da, geçersiz, hükümsüz ve baðlayýcýlýðý olmayan þey anlamýna ge­lir.

Ne yazýk ki müslümansý toplumlar, hatta müslümanlar (daha doðrusu bilgisiz ve eðitimsiz mü’minler) ara­sýnda bile batýl inanýþlarýn tutunabildiði, inkâr edilemeyen bir gerçektir. Ýlginçtir ki sahâ­b­îlerden büyük þahsiyetler hariç, diðerlerinin de zaman zaman ba­týl inanç­lara kapýldýklarý ve Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafýndan þiddetle uya­rýldýklarý bazý eserlerde nakledilmektedir.[1234] Ancak sahaâbî­ler, Rasûlullâh’ýn (s.a.s.) uya­rýlarý üzerine hemen tevbe etmiþ ve kanaatlerýný düzeltmiþ­lerdir. 

Yukarýda da açýklandýðý üzere bâtýl inanç: Kulluk anlamýný taþýyan imânî bir mesele olmaktan çok, insanýn, ya ürküntü duyduðu þeylere karþý aklý sýra manevi çare diye baþvurduðu birtakým þarlatanlýklardýr; Veya ha­yatta karþýlaþtýðý sorunlarýn çözümlenmesinde yardýmlarýný al­mak üzere evliyalar ve rûhâniler gibi “yarýtanrýlar” dan medet um­malar ve onlara ya­pýlan dua ve niyazlardýr. 

Elbetteki Müslümanlar arasýnda da bu þarlatanlýklara ve ölülerden yar­dým dileyebilecek kadar basit düþünceli insanlar vardýr. Ýþin ilginç ta­rafý, bu insanlarýn hepsinin de eðitimsiz olmadýklarýdýr. Medyumlardan medet uman, falcýlara baþvurup geleceðini onlardan öðrenmek isteyen nice oku­muþ devlet adamlarýnýn yaþadýðý skandallar, toplumu zaman zaman meþgul etmiþtir. Evet insanlar baþ edemeyecek­leri güçlere ve ne­reden geleceðini tahmin edemedikleri kaza ve belalara karþý daima tedir­ginlik duyarlar. Bu psikolojik durum, yalnýzca inançlý insanlarla da sý­nýrlý deðildir. Hemen herkes herhangi bir nedenle ve herhangi bir yerden gelebilecek risk ve teh­likelere karþý önlem alma ih­tiyacýný duyar. Bu, her insanýn, ortama göre haklý olarak kapýldýðý endi­þelerden kaynaklanmak­tadýr. Ancak, örneðin sað­lam kilitler kullan­mak, deðerli eþyalarý güvenilir kasalarda korumak, trafik kurallarýna uymak, aþý olmak ve bütün bun­lardan sonra da dua etmek ve Allah'a tevekkülde bulunmak gibi endiþe­leri giderebilecek akýlcý ve meþru ön­lemler varken bazý kimseler, evleri­nin, araç ve cihazlarýnýn üzerine na­zar boncuðu, bebek papucu ve nalça­cýklar asmak, üstlerinde çeþitli muskalar taþýmak suretiyle aklýn ve Kur'ân'ýn ölçülerine sýðmayan yol­lara baþvura­rak sözde mânevî önlem(!) almaya çalýþmaktadýrlar. Bunlar ise batýl inanç­lardýr ve þirktir!

Ne il­ginçtir ki, Kur'ân'ýn feyiz ve nurundan yoksun bazý kimse­ler, hayattaki muh­temel risklere karþý -duâ ve tevekkül hâriç- dindarlardan daha akýlcý ve daha meþru yollara baþvu­rarak önlemlerini almaktadýrlar. Nitekim müslümansý topluluklar arasýnda yaygýnlaþan hurâfe ve bâtýl inançlar yü­zünden, gerçek müslümanlar her münasebette, akýlcý geçinen müþrikler tarafýndan küçüm­senmekte ve alay konusu olmaktadýrlar.     

Tekrar kaydetmek gerekir ki, hastalýða ya da nazara karþý kurþun dök­türmek, tütsü yapmak, sýtma için el bileðine, okunup düðümlen­miþ iplik baðlamak, eve, arabaya, ya da dikiþ makinesi ve bilgisayar gibi cihazlara (kaza belâya karþý) nazar boncuðu, nalça, bebek pabucu gibi týl­sýmlý saný­lan þeyler takmak  bâtýldýr, çirkindir, þirktir. Çünkü bu yollara baþvuran insan aslýnda nalýn, pabucun, nazar boncuðunun, muskanýn ve benzeri büyü araç­larýnýn, Allah'ýn egemenlik sýnýrlarý dýþýnda birer güç olduðunu kabul et­miþ sayýlýr ki bu, Allah'a açýkça ortak koþmaktan baþka bir þey de­ðildir. Eðer bu insanlar yukarýda bir kýsmý söz konusu edilen büyü araçla­rýnýn, Kur’ân-ý Kerîm'de yerleri olduðuna inanýr­larsa bu takdirde de Allah'ýn kitabýnda bu­lunmayan þeyleri ona mal etmekten sebep kâfir olurlar!

Baþta eðitimsizlik olmak üzere, çeþitli çýkar odaklarýnýn gayret ve pro­pa­gandalarýyla þartlanan insanlar arasýnda özellikle bâtýl inanýþlar daha çok ya­yýlýr. Þirke götüren bu tehlikeli anlayýþ ve kanaatler o kadar çok ve yay­gýndýr ki, hepsini örneklerle sýralayýp anlatmak imkânsýzdýr. Bunlarý, “nazar” gibi hak ve ger­çek olan inançlardan ayýrt edebilmek için Müslümanýn iki öl­çüsü vardýr. Bunlar kitap ve sünnettir. Yani mânevî de­ðer olarak tanýtý­lan her­hangi bir þeyin öyle olup olmadýðý, Onun, Kur’ân-ý Kerîm'e ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hayatýna uyup uymama­sýna göre ancak anlaþýlýr. Dolayýsýyla Müslümanlarýn her konuda ol­duðu gibi bu noktada da baþvu­ra­caklarý mihenk taþlarý iþte bu iki þeydir.[1235]

Hinduizm
 

Hinduizm; Geleneksel Hint dinsel inancýna verilen genel addýr. Hindistan geleneðine âit bazý ortak karakteristik özellikleri yansýtmakla birlikte Hinduizm, belirli bir inanç sistemi olmaktan ziyâde, birçok dinsel geleneðe verilen ortak bir addýr. Bu nedenle, Dinler Tarihçileri, Hinduizmin baþlý baþýna dinsel bir akým mý, yoksa Hint kültürel geleneðini mi ifâde ettiði konusunda görüþ ayrýlýklarý içerisindedirler. Hinduizm, dünyanýn çok eski ve en geniþ kutsal literatürüne sahip olan bir gelenektir. MÖ 1300-800 yýllarý arasýna âit olan Vedalar ve daha sonraki dönemlerde derlenen Brahmânâlar, Upaniþadlar, çeþitli destanlar ve kanun kitaplarý, Hinduizmin kutsal literatürünü oluþturmaktadýr. Hinduizmin karakteristik özellikleri arasýnda kast sistemi, Karma doktrini, Samsara ve Avatara tasavvuru dikkati çeker. Tanrý düþüncesi açýsýndan Hinduizm, ateist gruplardan teistlere ve panteistlere, monoteistlerden politeistlere kadar birçok akýmý bünyesinde toplar. Ancak, genellikle Hindularýn politeist olduklarý görülmektedir. Yüzlerce hatta binlerce tanrýsal varlýða inanýlmakla birlikte, yaratýcý tanrý Brahma, koruyucu tanrý Viþnu ve yýkýcý tanrý Þiva üçlüsü tanrýlar panteonunun baþýný çekmektedir.

Tanrý düþüncesi konusundaki çeþitlilik, ritüeller konusunda da görülmektedir. Hindular arasýnda dünyadan tamamýyla el etek çeken ve mutlak inzivâyý yaþam biçimi edinen mistiklerden karma seks âyinleri yapanlara, beslenme diyeti konusunda kendilerine sýnýrlama getirenlerden bu konuda kendilerini tamamen serbest býrakanlara kadar birçok farklý grubun varlýðýna rastlanýr. Ancak genel olarak Hindular, tanrý timsâli olan heykel ve sûretlere tapýnýr ve onlara hediyeler sunarlar; râhiplerin yöneticiliðinde kurban törenleri düzenlerler, kutsal mekânlara hac seyahatleri tertip ederler ve kutsal sularda vaftiz olurlar. Hindularýn çok ayrýntýlý ve karmaþýk zaman hesaplamalarý da dikkat çekicidir. 

Budizm
 

MÖ 6. veya 5. y.y.’da Gautama Buddha’nýn öðretilerine dayalý olarak Hindistan’da kurulmuþ olan misyonerliðe dayalý büyük inanç sistemlerinden birisidir. Hindistan’da doðup orada geliþmesine raðmen sonradan anavatanýnda hemen hemen yok oldu ve daha ziyade uzak doðuda yayýldý. Tarihî süreç içerisinde Budizm, iki ana kola ayrýlmýþtýr. Bunlardan Hinayana’nýn (Küçük araba) Tharavada (eskilerin geleneði) ekolü, Güneydoðu Asya’da, Seylan, Burma, Tayland ve Kamboçya’da yayýlýrken, Mahayana (Büyük araba) mezhebi ise Tibet, Çin, Kore, Japonya ve Vietnam’da taraftar buldu.

Hinduizm içerisinde reformist bir hareket olarak ortaya çýkan Budizm, Hinduizmin tanrý düþüncesini ve kast sistemini reddeder. Acý ve ýstýrapla dolu insanýn kendi çabasýyla kurtulabileceðini savunur.

Konfüçyüs ve Konfüçyüscülük
 

Konfüçyüs (Kung Fu-Tzu), M.Ö. 551-479 yýllarý arasýnda yaþadý. Þimdiki Þangtung'un bir kýsmý olan Lu eyaletindeki Tsou'da doðdu. Ailesi ve ecdâdý hakkýndaki bilgimiz sonraki kaynaklara dayanýr ve kesinlik taþýmaz. Üç yaþýnda babasýný kaybetti. Hayatýnýn ilk yýllarý büyük zorluklarla geçti. On beþ yaþýndan itibaren kendisini ilme adadý. Ondokuz yaþýnda evlendi ve iki çocuðu oldu. Yirmi yaþýnda öðrenci yetiþtirmeye baþladý. Siyasete de ilgi duyuyordu. Eski hâkimlerin fazilet ve meziyetlerini yorumlayarak ülkesine barýþ ve iyi yönetimi getirebileceðine inanýyordu. Onun yönetimde ideali, insanlarýn iyiliðine, insan tabiatýnýn özündeki saflýða, güvene, örnek yaþamanýn gücüne dayanýyordu. Ancak entrikasýz siyaset o devirde de yürümediðinden o kendi mizacýna uyaný yaptý, öðretti ve eðitti. Öðrencileri sevgi ve sadâkatle kendilerini ona vakfediyorlar, ondan tarih, edebiyat, felsefe ve ahlâk öðreniyorlardý. Elli yaþlarýnda iken ona devlet meclisinde bir görev verildi. Daha sonra on üç sene bir saraydan ötekine, fikirlerini uygulayacak bir hükümdar aradýðý bir sürgün devresi geçirdi. Lu'ya geri döndüðünde artýk cesareti kýrýlmýþtý, ayrýca en gözde öðrencisinin ölümü onu derinden derine sarstý. Ölümünden önce kendini yine öðrencilerine vakfetti.

Konfüçyüs her ne kadar bir ahlâk eðitimcisi olarak gözükse de onun diðer bir yönü devrinin dinî âyin ve törenlerine önem vermesi, her þeyi idare eden bir Ýlâhî inâyete büyük bir baðlýlýk göstermesi idi. O, Göðün Rabbi anlamýnda Tien denilen bir Yüce Varlýkla irtibatlý bulunduðundan bahsetmiþti. Tien, insanlar ve bütün varlýklarýn kaderini tayin eden kudrettir. Bütün insanlarýn takip etmesi gereken göðün yol ve nizamý, "Tao" kavramý onda da vardýr. Bütün bunlarýn yanýnda Konfüçyüs samimiydi, prensiplere sadâkat, irfan ve iyi karaktere büyük önem atfetti. O, bütün beþerî münasebetlerde iç temizliðini esas aldý. Her insanýn, irfan, aþýrýlýklardan uzak olma, doðruluk, vefa ve edeple asâlete ulaþabileceðini söyledi. O, Çin'in âile, toplum ve siyasî hayatýnda uygulanmasýný gerekli gördüðü ahlâkî prensipleri yerleþtirmeye çalýþtý.

Konfüçyüs'ün Çiyu-fu'da ölümünden sonra mezarý bir ziyaret yeri oldu. Adýna her þehirde tapýnaklar yapýldý. Onun ahlâkî-siyasî telkinleri gittikçe artan bir kabule mazhar oldu. Þöhreti her tarafa yayýldý. Öðrencileri onun ve önceki Çin hâkimlerinin söylediklerini iki koleksiyonda topladýlar (beþ klasik, dört kitap). Topluluk, "Ju-çiya" (edipler, bilginlerin telkinleri) diye nitelendirilen bir hareket oluþturdular. Konfüçyüscülük, Han Hânedanýndan (M.Ö. 206-M.S. 225) Ýmparator Vu-ti (M.Ö. 140-M.S.87) zamanýndan itibaren 1912'ye kadar Taoizm ve Budizm'in hâkim olduðu devreler dýþýnda bilgin sýnýfýnýn resmi kültü olarak devlet dini oldu. Baþta Ýmparator, her bölgenin sivil ve askeri temsilcileri, bilginler ve öðrencilerle birlikte büyük törenler düzenleyerek senede iki defa (ilkbahar ve sonbahar ortasýnda) ona hediyeler sundular. Ayrýca ayda iki defa, dolunayda ve yeniayda da ona hediyeler sunuldu. Bu arada dînî musikî de bu törenlerde ihmal edilmedi. Konfüçyüs'e saygý bir ara o kadar aþýrýlaþtýrýldý ki 1382'de imparator, Konfüçyüs'ün tasvirlerinin tapýnaklarda bulundurulmasýný yasaklamak zorunda kaldý. Bununla beraber Çin geleneðine uyularak yine de onun ve dört büyük öðrencisinin ata tabletleri þeref köþesinde bulunduruldu.

Çin'de Cumhuriyetin kurulmasýyla Gök kültü kaldýrýldý. Mao devrinde Konfüçyüsçülüðün kitaplarý yakýldý, Konfüçyüs unutturulmak istendi.

Konfüçyüscülüðün bir din mi, yoksa sadece bir ahlâk sistemi mi olduðu konusunda tartýþmalar vardýr. Konfüçyüscülüðün bir tapýnak teþkilatý, bir ruhban zümresi, mecburi bir âmentüsü veya akîdesi yoktur. Bununla beraber bir Yüce Tanrý inancý, bir kurucusu, bir kutsal kabul edilen metin koleksiyonu vardýr. Konfüçyüscülük Çin'in millî bir dinidir. Son yedi yüz yýldýr Çin'de üç büyük din geniþ ölçüde bir halk dini oluþturmuþtur.[1236]

Darwinizm
 

Darvinizm, Darvin’cilik demektir. Darvin tarafýndan geliþtirilen, bütün canlý varlýklarýn bir organizmadan evrim neticesi meydana geldiði görüþü, evrimcilik. Evrimcilik veya Darvincilik denen bu görüþü benimsemek, Allah’ý, Allah’ýn yaratýcýlýðýný inkâr demektir.   

Darvinizm: “19. yy. da yaþamýþ Ýngiliz düþünürü Darwin'in kurduðu bir teori, ispatlanmamýþ bir görüþdür. "Evrim teorisi: Tekâmül nazariyesi" adýyle de anýlan bu gö­rüþe göre insan dâhil bütün canlýlarýn baþlangýçta tek hücreli canlý ola­rak mey­dana geldiklerini, sonra tesadüfen nesilden nesile farklýlaþýp baþkalaþtý­ðýný, bu te­sadadüfî deðiþikliklerden çevre þartlarýna uygun olanlara sahip canlýlarýn yaþadýðýný, diðerlerinin yok olduðunu, böylece canlýlarýn git­tikçe mükem­melleþerek bugünkü þekle girdiðini, insanýn da maymun soyun­dan geldi­ðini iddia eder. Bu iddianýn ortaya atýldýðý zamanlarda canlý hüc­renin kim­yasal ve genetik yapýsý bilinmiyordu. Hücre, canlýnýn bir yapý taþý zannedili­yordu. Bugün elektromikroskop­lar sayesinde canlý­nýn kim­yasal ve genetik yapýsýyla ilgili büyük ve önemli keþifler yapýldý. Canlýlarýn sahip olduklarý vasýflarýn hücre çe­kirdeðinde yer alan ve gen­le­rin yapýsýný meydana getiren DNA denilen protein moleküllerinde na­sýl muhafaza edildiði ve bunlarýn nasýl baba­dan oðula geçtiði açýklanmýþ­týr. Gerek genlerin, gerek hücrenin yapýsýnda yer alan çeþitli protein mo­lekül­leri 20 çeþit aminoasit adý verilen  daha küçük parçacýklarýn çeþitli þekilde birleþmesinden meydana gel­miþtir. Amino asitlerin meydana ge­liþi bir yana DNA moleküllerinin ve diðer pro­tein moleküllerinin her bi­rinin te­sadüfen meydana gelip gelemeyeceði ma­tematik olarak hesap­lanmýþtýr. Bir hücredeki tek bir molekülün meydana geliþi ihtimali l sayý­sýnýn önüne 240 tane sýfýr ko­yarak elde edilen sayý kadar molekül mey­dana gelse bunlardan yalnýz biri iþe yarayan bir molekül olabi­lirdi. Tesadüfen bu ka­dar çok sayýda kimyasal birleþim olabilmesi için kâina­týn ömrünün tril­yonlarca defa katlanarak daha fazla zamanýn geçmesi gerekir. Daha doðrusu imkân­sýzdýr. Canlý hücrenin bütün moleküllerinin bu þekilde te­sadüfen bir araya gelip hücreyi meydana getirmelerini hayal etmek bile im­kân dâhi­linde de­ðildir.

Tesadüfen bir hücrenin meydana geliþini açýklamak imkânsýz olunca yeryüzündeki bunca canlýnýn tesadüfen meydana geldiðini iddia etmek ise ilim ve akýl dýþý bir vehimden baþka bir þey deðildir. Ýlim adamlarýnýn la­bo­ratuarda yaptýklarý çalýþmalar sonunda bir canlýnýn deðiþip baþka bir canlý haline gelemeyeceði de ispatlanmýþtýr. Sirke si­neði üzerinde yapýlan deney­ler sonunda sinekten daha mükemmel bir canlý meydana gelme­miþ, aksine kesik kanatlý, hastalýklý, sakat bir yavru sinek doðmuþtur. Canlýlar "mütas­yon" denilen bir kazaya uðra­dýklarý zaman ancak sakat bir yavru meydana geliyor. Kazaya uðrayan bir araba, jet uçaðýna dönüþmez, sadece kazalý bir araba meydana gelir. Tek hücreyi yaratan da insaný yara­tan da birdir. O da atomdan yýldýzlara kadar her varlýðýn yaratýcýsý olan Allah'týr.”[1237]

Evet iþte bu sözlerin özetlediði ve eleþtirdiði Darwinizm, ilim otori­te­leri tarafýndan da tutucu ve tutarsýz olarak nitelenmiþitir. Çünkü Darwin, teori­sinde beslenme ve çevre þartlarýnýn canlý hücreleri üze­rinde kökten deðiþik­liklere neden olduðunu ve bu suretle de ayný kök­ten gelen canlýla­rýn, son­raki kuþaklarýnýn çok farklý türler þeklinde or­taya çýktýklarýný ileri sürmüþ­tür.

Yine Darwin, canlýlar arasýndaki zayýf-güçlü mücadelesinde ge­nel olarak güçlünün, yaþama þansýna sahip olduðunu, bu nedenle tabi­atta güçlü lehinde sürekli bir ayýklanma olayýnýn cereyan ettiðini ileri sürerek ayýk­lanmayý tabiatýn bir çeþit kendi kendini yaratmasý þeklinde açýklamýþ­týr.

Charles Darwin'in, 1859 da yayýmladýðý “Doðal Ayýklanma yoluyla Türlerin Oluþumu”[1238] adlý eserinde ileri sürülen tez, içerik bakýmýn­dan Allah’ý (c.c.) ve O'nun kâinât üzerindeki mutlak egemenliðini taný­ma­makta, O'nun kendine özgü yaratma sistemini yalanlamaya dönük bir açýklama or­taya koymaktadýr.  Bu nedenle Darwinizm kâfirâne bir anla­yýþ­týr. Bu düþün­ceyi doðrulayan ve benimseyen kimse ayný za­manda Kur'ân gerçeklerini kabul edemeyeceðinden kâfirdir.[1239]   

Dogma
 

Hýristiyanlýkta kilise tarafýndan belirlenen ve inananlarýn kabul etmek zorunda olduklarý öðretiler. Örneðin, teslis inancý ve Hz. Ýsa’da insanî ve Ýlâhî tabiatýn varlýðý konularý birer dogma olarak kabul edilir. Katolik Kilisesinde dogma dinsel bir hakikattir ve tanrý tarafýndan vahyedilmiþtir. Dogmanýn kökeni, ya kutsal kitaba ya da sözlü rivâyetlere dayanýr. Buna “inanç hakikati” de denilir. Dogmalar, konsillerce veya papalýkça belirlenir. Dogmanýn baðlayýcýlýðý Protestan Kilisesince gözden geçirilmiþtir. Diyalektik ilâhiyat akýmý dogma ve kilise öðretisine yeni bir pozitif deðerlendirme getirmiþtir.

Dogma, ayrýca, özellikle Hýristiyanlýðý kapsayacak biçimde, ama genel olarak bütün dinlerin deðiþtirilemeyecek temel esaslarý için de daha çok Batýlýlar tarafýndan kullanýlýr. Dinlerde vahiy, ilham ve benzeri yollarla ya da kurumlar, konsiller, dinî lider ve önderler gibi þahýslar vâsýtasýyla belirlenen dinsel gerçek ve öðretiler için de kullanýlýr.

Dürzîlik (Dürzülük)
 

Suriye, Lübnan ve Filistin’de taraftarlarý bulunan ve gulât-ý þia’ya mensup olan bir mezhep. Ýsmâiliye mezhebi kökenli Fâtýmî hânedanýndan halife el-Hakîm Ýbn Emrillâh (996-1021) ve veziri Hamza Ýbn Ali’nin kurduðu dinsel akým. Dürzî ismi, ed-Darâzî’ye (ö. 1020) atfedilir. Dürzîlikte Mýsýrlý halife el-Hakîm’e ulûhiyet atfedilir. Onun bedenleþmiþ tanrý olduðuna, gerçekte ölmediðine, fakat bir müddet için gizlendiðine inanýlýr. Dürzîler el-Hakîm’in geri geliþini beklerler; Hazma Ýbn Ali’nin ise tanrýnýn yarattýðý ilk yüce varlýk olduðunu düþünürler. Ayrýca Dürzîler, âhireti, cenneti ve cehennemi reddederler ve kutsal yazýlarýný gizlerler. Tapýnaklarýna Halavat adýný verirler.   

Dürzülük, Fergana'lý Anuþtigin Derezî (öl. M.1019) adýnda Türk kökenli biri tarafýndan kuruldu. Dürzîler, 6'ýncý Fatýmî Hükümdarý el-Hakim'i, ilâh kabul ederler. Bu dinin ilk kurucularýndan el-Hakim'in veziri Hamza Bin Ali, Dürzîliði, Anuþtigin'in görüþünden farklý bir fel­sefeyle açýkladý. Bu yüz­den aralarý bozuldu ve Hamza, Derezî'yi ortadan kaldýrdý, ya da Derezî kaça­rak gizlendi. Dürzîlik esasen Ýsmailîlik’ten kopmadýr. Günümüzde Dürzüle­rin dünyadaki sayýsý 300 bin kadardýr. Çoðu Lübnan ve Suriye'de yaþarlar. Maðrýp'ta da vardýr. 

Nusayrîlik
 

Bu dinin kurucusu Ebu Þuayb Muhammed bin Nusayr el-Basrî en-Nümeyrî'dir. Bu adamýn, Þiîlerin onbirinci imamý  el-Hasan el-Askerî'nin yakýn dostu olduðu ileri sürülmektedir. Bu doðru olmasa ge­rektir. Fakat hizmetinde bulunduðu ihtimali vardýr.

Nümeyrî, bu þahsi­ye­tin sosyal mevkiinden ve þöhretinden yararlanmak için  el-Askerî'nin oðlu Ýmam Mehdî'nin ölümünden sonra O'nun vekili ol­duðunu ileri sürdü ve sapkýn görüþlerini Þiîlik üzerinde temellendire­rek Nusayrîliði kurdu. Nusayrîlere göre bu adam Ýmam Mehdî'nin ve­kilidir. Fakat diðer Þiîler bunu kabul et­mezler ve Nusayrîler'i “Gulât-ý Þîa”, (yani aþýrý þiîlerden) sayarlar. Bütün þiîler gibi Nusayrîler de Ýmam Mehdî'nin öl­düðüne inanmazlar. Aksine O'nun sað ve bilinme­yen bir yerde saklý ol­duðunu ileri sürerler; O'nun ký­yamete yakýn bir zamanda kaldýðý yerden ortaya çýkacaðýna inanýrlar.

Bu inanç, Sünnî çoðunluðun geniþ tabanýný da etkilemiþtir. Bu yüzdendir ki ta­rihte za­man za­man Mehdîlik iddiasýyla bazý kimseler ortaya çýkmýþ ve yö­netimleri epeyce meþgul etmiþlerdir.

Nusayrîler'in Ýslâm'dan kopma­larýnýn nedenlerin­den biri de: Allah'ýn (hâþâ!) insan þeklinde zaman za­man yeryüzünde göründüðüne iliþkin ina­nýþlarýdýr. Onlara göre Allah, son olarak Hz. Ali'nin ki­þiliðinde gö­zükmüþtür. Yani Hz. Ali, Nusayrîler'e göre Tanrýdýr ve Hz. Muhammed'i o ya­rat­mýþtýr. Yine onlara göre Hz. Muhammed Yarý Tanrý'dýr ve o da (Ashâb'dan) Selmân'ý Farisî'yi yaratmýþtýr. Nusayrîler'in bunlardan baþka daha birçok il­ginç inanýþlarý da vardýr. Hz. Peygamber'in ashâbýna sövüp sayarlar. Daha çok Suriye ve Lübnan'da ya­þarlar.

Kadiyanîlik
 

Ýngilizler tarafýndan tertip edilen ve Mirza Gulâm Ahmed adýnda Hintli biri tarafýndan 1876’da kurulan (aynen Milli Türk Dinine benzer, siyasi temele dayalý) düzmece bir dindir. Ýngilizlerin si­yasi amaç­larýna hizmet etmektedir. Kadiyanîliðin temel hedefi budur. Bununla bir­likte Ýslâm'ý içinden çökertmek de Kadiyanîliðin temel amaç­larýndandýr.

Kurucusu, 30 Haziran 1931 tarihli El-Fadl gazetesinde Ýslâm'a karþý olduðunu açýkça ilan etti. “Allah, peygamber, Kur'an, oruç, hac ve zekât konularýnda olduðu kadar baþka meselelerde de her bakýmdan müslümanlardan ayrý­yýz.” dedi. Bu adamýn ölümünden sonra 6 yýl kadar Hekim Nureddin, O'ndan sonra da Hoca Kemaleddin ve Muhammed Ali Lahorî tarafýndan bu din temsil edildi. Muhammed Ali Lahori'nin daha sonralarý piþman ol­duðu söylenmektedir. Ýnançlarý þöyledir:

a) Mirza'nýn Mesih olduðuna ve Hz. Muhammed'den sonra pey­gam­ber olarak geldiðine inanýlýr.

b) Cihad haram sayýlýr.

Kadiyanilik, Hindistan'da, Bahâîlik de Ýran'da ayný zamanda ortaya çýk­týlar.

Bahâîlik
 

Bahâîlik, Bâbilik'ten geliþme sentetik bir dindir. Kurucusu, Mirza Hüseyin Ali Mazenderâni adýnda bir Ýran'lýdýr.  inançlarý þöyledir:

Dinler arasýnda -sözde- fark gözetmezler. Hümanist bir görüþ ve inanca sahip ol­duklarýný ileri sürerler. Her yýlýn son 19 uncu  günü oruç tutar, günde üç kez namaz kýlarlar. Her ayýn ilk günü bir toplantý yaparlar. Merkezleri Hayfa'dadýr. Daha çok sosyete ve zenginler arasýnda tutun­muþ­tur.

Bâbilik'e gelince, kendine “Bâb” yani kapý ünvanýný takan, Mirza Ali Muhammed seyyid adlý Ýranlý biri tarafýndan kurulan düzmece di­nin adý­dýr. Þeyhîlik Tarikatý'ndan ilham alýnarak öðretileri bu adam ta­rafýndan uydu­ruldu. Bâb'ý hiç gözüyle görmeyen Mirza Hüseyin Ali Mazenderâni adlý bir diðer Ýranlý tarafýndan yeniden düzenlenip Bahâîlik adý altýnda yeni bir din olarak ilan edildi. Bâb'ýn yazdýðý Beyân adlý kitap, babîliðin öð­retilerini içermektedir.   

Bu kamplarýn ikinci grubu ise: Mistik doktrinlere dayanan örgüt­ler­dir.[1240]

Bunlar, Yunan Felsefesinin, ya da birçok eski Hint-Asya dinlerinin öð­re­tilerinden olan Fisagorizm, Neo Platonisme, Vahdet-i vücud, Patanjalizm, Yoga ve Fakirizm'den beslenerek zaman içinde mey­dana gelmiþlerdir. Doktrinlerinin önemli bir cephesini oluþturan bu felsefeler, Ýslâm'a ait de­ðerlerle sentezlenmiþtir.

Bu doktrinler, dýþ yönleriyle daha çok Ýslâm’a ait deðerler içinde yan­sý­dýklarýndan, üzerinde temellendirildikleri yabancý unsurlarý far­ketmek sý­radan insanlar için çok güçtür. Dolayýsýyladýr ki “Nirvana”'nýn bir baþka ifadesi olan  Fenâfillâh ideali ile yine Budizm'e ait Patanjali Meditasyonu üzerinde kurulan Nakþibendîlikteki râbýta âyini, bu yönden hiç kimsenin dik­katini çekme­mekte­dir.

Sebebine gelince bu mistik-felsefî inanýþlar ve onlarý sembolize eden çeþitli ritüeller, özellikle Müslümansý-or­todoks yýðýnlar üzerinde çok þaþýrtýcý etkiler býrakmaktadýr. Onlara göre bu inanýþlar zühd ve takva yolunun en ideal çizgisini temsil etmektedir. Çünkü onlara göre “zühd ve takvâ”: (Kur'ân'ýn belirlediði ölçüler içinde yaþa­mak deðil), tarikata baðlanmaktýr; sofîliktir;  derviþliktir; özetle mistik bir yaþam tarzýdýr.

Bu yaþam biçiminin, bunalýmlý çaðdaþ insaný büyüleyen yanlarý ise olaya karmaþýk bir nitelik kazandýrmaktadýr. Vahyin ýþýklandýrdýðý yolda gerçek­leri görebilecek eðitimli, imanlý ve kararlý insan sayýsý tahmin edilemeyecek kadar azalmýþtýr! Teknolojinin ve baþdöndürücü hýzýn neden olduðu önemli geliþmelerle insanoðlunun epeyce mutsuzlaþtýðý gerçeðini eðer görmezlikten gelmiyorsak onun, ruhsal açýdan oldukça derin bir boþluk yaþadýðýna ve biraz kendine geldikçe de bir kurtuluþ çaresi aradýðýna inanmalýyýz. Evet, hakikaten insanlarýn çok büyük bir bölümü bugün, aðýr stres aldýnda ezildiði için mânevî bir teselli aramaktadýr. Unutmamak gerekir ki bunalýmlý insanlarý gerçekler deðil, tam tersine tatlý hayaller ancak teselli edebilir. Ýþte tarikatlarýn içyüzü ve doktrinlerinin kaynaðý üzerinde dikkatlerin yoðunlaþamamasý esasen bu sebebe dayanmaktadýr. Çünkü tarikatlar, insanlara (hâþâ!) “Allah'ta eriyip ölümsüzleþerek sonsuza dek pembe dünyalarda yaþamayý” vaad etmektedir.[1241] Bu ise insanlarýn yorgun, mutsuz ve yaralý ruhlarý üzerinde müthiþ bir te­rapi etkisi uyandýrmaktadýr.

Ancak dýþ cepheden Ýslâm'a ait malzemelerle dekore edildikleri izleni­mini uyandýrdýklarýndan, Ýslâm âlim­leri bu örgütler hakkýnda genellikle ih­tiyatlý davranmýþlardýr. Belki de eðitimsiz kalabalýklarýn zamanla ancak ay­dýnlatýlabileceðine inandýklarý için muhtemel bir fitne ve kargaþaye neden olmamak bakýmýndan tarikatlar hakkýnda kesin bir hüküm ver­mekten ka­çýnmýþlardýr. Bu ise mistisizmin tu­tunma ve yayýlma eðilimini hýzlandýrmýþ, imkânýný ko­laylaþ­týrmýþtýr. Özellikle baðlýlarýnýn aðýrbaþlýlýk, sükû­net ve sürekli iba­det gibi etkileyici yaþantýlarý, geniþ dindar kesimin nostaljik açýdan göz man­zarasýný okþayan ve onlarý psikolojik olarak etkileyen özel giyim tarzlarý, müritlera­rasý düzenli or­ganizasyon, þeyhe karþý tarife sýðmaz bað­lýlýk ve fedakârlýk gibi sosyal disiplinleri, bu mis­tik dinlerin, -özellikle avam ara­sýnda- geniþ bir taban bulmasýna yardým etmiþtir.

 
Düalizm (Seneviyye = Çift tanrýcý din)
 

Ýnsanlýk tarihinde -her defasýnda- bir tevhid dininin yozlaþmasýyla or­taya çýkan þirk türlerinden biri de kâinâtýn iki ilâh tarafýndan yöne­tildiði(!) inancýdýr.

Vaktiyle Mecûsilik adý altýnda Ýran halký tarafýndan kabul edilen di­nin temeli, iþte bu çift tanrýlý þirk ilkesine dayanýyordu. Biri iyiliðin (Hürmüz), diðeri ise kötülüðün (Ahriman) temsilcisi olarak kabul edi­len iki tanrý -bu sapkýn inanca göre- sürekli mücadele halindedirler.

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in doðumundan yaklaþýk elli yýl önce Mazdek[1242] adýnda Ýranlý bir devrimci tarafýndan bu din üzerinde bazý deðiþik­lik­ler ya­pýlmak istendi. 

Hz. Ýbrahim'in getirdiði tevhid dini, (nasýl ki Müþrik Araplar tara­fýn­dan putçu bir kimliðe dönüþtürülmüþ ise)  Ýran'da da Mecûsîlik adý al­týnda ateþe tapýnma ile sembolize edilen çift tanrýlý bir þirk dinine dö­nüþ­türülmüþtü. Ýslâm’ýn ortaya çýkmasýyla bu din de aynen Cahiliye Araplarý­nýn putperest dini gibi söndü. Hz. Ömer (r.a.) zamanýnda Ýran'ýn fethedil­mesiyle birlikte Mecûsîlik silinmeye baþlayýnca bu inanç üze­rinde kal­maya direnenler, içine düþtükleri moral çöküntüsü yüzünden Hindistan'a göçtüler. Sayýlarý gü­nümüzde çok azdýr. Ateþ yakarak iba­det ederler. 

Her yýl 22 Mart günü özellikle kürtler tarafýndan ateþ yakýlarak kut­la­nan Nevruz Bayramý, bu inancýn Müslümansýlar arasýnda (gelenek bazýnda) devam eden silik bir görüntüsüdür. Çünkü kürtler Ýslâm'a gir­meden önce Mecûsîliðin temsilcisi olan  Zerdüþt'ün[1243]  di­nine baðlý idiler. Kürt mito­lo­jisine göre vaktiyle -zâlim bir kral olan - Dahhak'a karþý ver­dikleri müca­de­lenin baþarýya ulaþmasý üzerine bir kurtuluþ ve baðýmsýz­lýk sembolü ola­rak Nevruz ateþleri yakýlmaktadýr. Ancak Ýranlýlarýn da Nevruz'u yýlbaþý olarak kutladýklarýna bakýlacak olursa bu olayýn kürt mitolojisini doðrula­madýðý, aksine mecûsî gele­neðinin devamý olduðu kesinlik kazanmaktadýr. [1244]

Ayrýca burada, konu ile ilgisi bakýmýndan þunu da belirtmek gerekir ki, kâinâtýn sözde aydýnlýk ve karanlýk olmak üzere iki farklý ve karþýt þeyler­den oluþtuðunu savunan gnostisizmin, bir þirk felsefesi olduðunu ileri sürmek çok dolaylý bir yorum olur. Gnostik felsefe hakkýnda ortaya konabi­lecek bir tek yargý vardýr, o da küfürdür.[1245] 

Ekanim-i Selâse (Teslis)
 

Ekanim-i Selâse: Arapça olan bu deyim, üç uknum, üç esas anlamýna gelir. Tanrýyý hem üç, hem bir sayan teslis anlayýþý. Tahrif edilmiþ Pavlus hýristiyanlýðýnýn temel ilkesi olan bu inanç, tanrý kavramýný baba, oðul ve kutsal ruh olarak bir üçlükte teklik anlayýþý olarak kabul ederler. Bu anlayýþa Fransýzca trinite, Arapça teslis adý verilir. Üçleme anlamýna gelen bu deyim, hýristiyanlýðýn temel inancý olan baba, oðul ve ruhu’l kudüsten meydana gelir. Bu anlayýþa göre, Ýslâm’a ve Hz. Ýsa’nýn teblið ettiðine ve hatta bugünkü Kitab-ý Mukaddes’in  nice  ifadesine  göre tek olan Allah’la birlikte, tahrif edilen hýristiyanlýkta kutsal ruh ve oðul diye anýlan Hz. Ýsa’nýn da tanrý olduðu ileri sürülür.     

Hulûl
 

Hulûl; Bir þeyin diðer bir þeye girmesine denilir. Ýki þeyin bir þeymiþ gibi birleþmesi demektir. Tasavvufta; Allah’ýn bazý eþyaya veya kiþilere girmesi inancýna hulûl denilir. Bu inançta olan mutasavvýflara hulûl ehli adý verilir. Bazý müþrik toplumlarda görülen inanca göre, Ýlâhî ruh, bazý liderlerin bedenlerine girmiþ kabul edilir. Bu bâtýl inanç, müslümanlar içinde bazý sapýk/müþrik mezheplerde de görülür. Bunlara göre, tanrý bazý imamlarýn bedenlerine girmiþ kabul edilir. Tasavvufçular arasýnda da benzer görüþe sahip olanlar vardýr. Hulûliye bunlardandýr. Onlar, tanrýlýðýn bazý bedenlere girerek cisimleþtiði inancýna sahiptir.

Hulûl inancýna inkarnasyon adý da verilir. Ýnkarnasyon: Ýlâhî varlýðýn insan veya herhangi baþka bir doðal varlýk þeklinde tezâhür etmesi inancýdýr. Þirk inanýþlarýna göre, deðiþik inkarnasyon tipleri mevcuttur. Meselâ, hýristiyanlýkta tanrýsal cevherin Mesih’te inkarnasyonu kabul edilir. Hinduizmin Avatara inancýna göre ise, tanrýsal varlýklar (özellikle Viþnu) çeþitli insan veya daha alt düzeydeki tanrýsal varlýklar þeklinde tezâhür edebilir. Budizmde ise Nirvana öncesi Buddhalarýn baþarýlý ruh göçlerinden bahsedilir. Ancak burada herhangi bir tanrýsal varlýðýn inkarnasyonu sözkonusu deðildir. Tibet Lamalarý da önceki Buddhalar veya Bodhisattvalarýn inkarnasyonlarý olarak kabul edilirler.

Ýdol
 

Yunanca (resim, heykel anlamýna gelen) eidolas’tan türetilen idol, sûret ve þekil anlamýna gelmektedir. Dinî geleneklerde özellikle tapýnmada kullanýlan sûretler ve benzeri þeyler için genel bir isim olarak kullanýlýr, put demektir. Tanrýlara adak olarak sunulan taþtan ve topraktan yapýlma heykelciklere de idol denir.

 
Noel, Noel Baba
 

Noel, hýristiyanlarýn Hz. Ýsa’nýn doðduðu geceyi kutlamak için yaptýklarý bayramdýr. Noel aðacý: Hýristiyanlarýn noel için kesip süsledikleri çama denir. Noel Baba: Hýristiyanlarýn noel gecesi hediye getirdiðine inandýklarý, inanmasalar da çocuklarýný kandýrdýklarý mitolojik ve hayâlî kiþidir. Hýristiyanlarca Hz. Ýsa’nýn, Aralýk ayýnýn 25’inde doðduðu kabul edilir ve her yýl bu günde noel kutlanýr. Eskiden Ocak ayýnýn 6. günü kutlanýrdý. Hz. Ýsa’nýn hangi yýl doðduðu da hayli tartýþmalýdýr. Örneðin, Matta Ýncili’ne göre, bugün Ýsa’nýn doðum yýlý olarak kabul edilen yýldan, yani milattan en az dört yýl önce, Luka Ýncili’ne göre, milat diye kabul edilen yýldan 6 yýl sonra doðmuþtur.

Ermeni mitolojisinde yeni yýl tanrýsýnýn adý Amanor’dur. Paganlýk/putperestlik zamanlarýnda avlanan hayvanlar, Amanor’un onuruna çam aðaçlarýna asýlýrdý. Noel günü çam aðacýna çeþitli þeyler asýlarak yapý

Ynt: Uydurma dinler By: hafýz_32 Date: 09 Kasým 2010, 13:45:17
yapýlan tören, hýristiyanlýða bu pagan/putperest geleneðinden geçmiþtir. Ayrýca, aðaçlara tapmanýn yaygýn olduðu bölgelerde çam aðacýna da tapýlmýþtýr. Antik çaðýn ünlü Yunan ve Roma mitolojileri, aðaç tanrýlarla doludur. Aðaçlar, Yunanlýlarla Romalýlarda tanrýlarýn barýnaklarý sayýlýyor ve aðaçlarýn bir ruhu olduðuna inanýlýyordu.

Örf ve Âdet
 

Örf, kanun olmadýðý halde, halk tarafýndan alýþkanlýk olarak uyulan, bulunulan yere ve hallerin icabýna göre þekillenen akla aykýrý olmayan, dince kötü karþýlanmayan davranýþ, töre ve âdettir. Âdet de, halkýn devam edegeldiði davranýþlardýr. Belirli bir þuur belirtmez, nesilden nesle devredilir. Kâmil imana ulaþamamýþ her insan, çevre þartlarýndan etkilenir. Kýsa bir süre sonra alýþkanlýklar, din haline geliverir. “Biz bize benzeriz” sözündeki mâhiyet budur. Ýslâm ulemâsý örf ve âdeti; “Akl-ý selîmin üzerinde ittifak ettiði ve halkýn devam edegeldiði þeylerdir ki, birçok kere tekrar olunur” þeklinde tarif etmiþtir. Ayrýca, örf ve âdette dikkat edilecek husus; “þer’an ve aklen müstahsen (güzel) olmasý, selim aklý sahipleri yanýnda münker olmamasýdýr.” Tariflere dikkat edersek, örf ve âdetin oluþmasýnda emir sahiplerinin (otoritenin) etkisini hemen kavrarýz. Þöyle ki: Þer’an ve alken müstahsen olan bir hususu halkýn îfâ edebilmesi, emir sahiplerinin onu yasaklamasý ile yakýndan ilgilidir. Âdet, halkýn bilinçsizce yapageldiði, eski nesillerden devraldýðý davranýþlar olduðundan, eðer emir sahipleri müdâhale ederse, kesinti ortaya çýkar. Meselâ, Osmanlý Devletinde II. Mahmud döneminde, halkýn kýyâfeti deðiþtirilmiþtir. Sarýk çýkartýlmýþ, fes esas alýnmýþ, þalvar çýkarýlmýþ, setre pantolona geçilmiþtir. Bu âdete müdâhale, II. Mahmud’a “Gâvur Padiþah” sýfatýnýn takýlmasýna sebep olmuþtur. Ulemâ fes’in þiddetle karþýsýndadýr. Cumhuriyet döneminde bu defa fes’in çýkarýlýp fötr þapka giyilmesi korkunç tepkiyle karþýlanmýþtýr. Ancak, her devirde, mesele ancak ulemâ arasýnda ilmî olarak tartýþýlmýþ, halk da, âdetlerinin bozulmasýna üzülmüþtür.

Demokratik laik toplumlarda örf ve âdetin, “meclislerin çýkaracaðý kanunlarla þekil deðiþtireceði” ifâdesi pek de abartýlý olmaz. Çünkü siyasî yönetim, hükümlerini uyguladýðý sürece ayakta kalýr. Halkýn bir kýsmý isteyerek, bir kýsmý da kerhen, meclislerin hükümlerine uyar. Halkýn devam edegeldiði birçok davranýþ, kanunen suç olmamak zorundadýr. Ýþte bu, cemiyetin þahsiyetinin, anayasa ve kanunlarýn çizgisinde yeniden teþekkül etmesidir. 1924’ten itibaren örf ve âdetler, yeni mâhiyetler kazanmýþtýr. Çünkü selim akýl sahiplerini, þer’an ve aklen güzel olup olmadýðý hususunda tartýþma yapmalarý mümkün deðildir. Bu noktada herhangi bir meseleyi tartýþýrken “atalarýmýzdan böyle gördük” deyip, haklý çýkmaya çalýþmak yanlýþtýr. Zira þu anda örf ve âdetle deðil, alýþkanlýklarla karþý karþýyayýz.[1246]

Hâkimiyet/Egemenlik
 

Ýslâm’a göre hâkimiyet ve sýnýrlandýrýlamaz egemenlik yalnýzca Allah’ýndýr. Bu konuda bütün gerçek müslümanlar arasýnda tam bir fikir birliði vardýr. Hüküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Baþkalarýnýn bu konuda herhangi bir ortaklýðý yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koymasý sözkonusu deðildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez.[1247] Ýslâm’da gerçeðin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ýn Kitabý ve Rasûlü’nün sünneti olduðundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Kim kendiliðinden birtakým sözler ortaya koyar ve kendi anlayýþýna göre bazý kurallar ortaya atarsa ve bunu kendi anlayýþý, hatta dini yorumlayýþý sonucunda ileri sürerse, bu söylenenler Rasûlün getirdiklerine arz olununcaya kadar ümmetin ona uymasý ve anlaþmazlýklarýnda onun hükmüne baþvurmasý gerekmez. Eðer Rasûlün getirdikleri ile çatýþmaz ve uygun düþerse, doðruluklarý belgelenirse ancak o zaman kabul edilir; fakat Rasûl’ün getirdiklerine aykýrý olursa o zaman bunlarýn reddedilmesi gerekir.[1248] Çünkü Yüce Rabbimiz mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmalarý için aralarýndaki anlaþmazlýklarda Rasûl’ün hükmüne baþvurmayý þart koþmakla kalmamýþ; içlerinde herhangi bir sýkýntý duymaksýzýn ve tam bir teslimiyetle, verdiði hükme teslim olmayý öngörmüþ bulunuyor.[1249]

Kýsacasý, Allah ve Rasûlü herhangi bir konuda hüküm vermiþ ise, hiçbir mü’minin o konuda istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.[1250] “Allah’ýn, Rasûlü Muhammed’e indirdiðinden baþkasý ile hüküm vermek helâl deðildir; çünkü hak yalnýz odur. Onun dýþýnda kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksýzlýktýr. Bu zulüm ve haksýzlýkla hükmetmek helâl deðildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadý), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiði bu hüküm ebediyyen geçersiz kýlýnýr, onunla amel edilmez” diyen Ýbn Hazm[1251], buna delil olarak da Kur’ân-ý Kerim’deki: “Ve onlar arasýnda Allah’ýn indirdiðiyle hükmet...”[1252] âyetini göstermiþtir. 

Yüce Rabbimizin hâkimiyetinin boyutlarýný ya da Ýslâm’ýn hâkimiyet yorumunu daha iyi anlayabilmek; diðer taraftan Allah’ýn beþer üzerindeki hâkimiyetinin gerekçelerini kavrayabilmek için “Allah’ýn hâkimiyeti”nin çeþitli yönlerine dikkat çekmek gerekir.

a- Allah’ýn Kevnî Hâkimiyeti: Allah, bu kâinatýn biricik yaratýcýsýdýr. Gördüðümüz, göremediðimiz; bildiðimiz, bilemediðimiz her þeyi yaratan, mutlak yaratýcý O’dur. O’ndan baþka yaratan yoktur. O ayný zamanda yarattýklarýnýn Müdebbir’i, Rabbi ve Mâlikidir. Kâinatýn kanunlarýna, varlýk âlemindeki bu düzenin iþleyiþine O’ndan baþka hiçbir kimse müdâhalede bulunamaz; O’nun irâdesine aykýrý hiçbir þey gerçekleþtirilemez: “De ki: Düþündünüz mü hiç; eðer Allah, üzerinize geceyi tâ kýyâmet gününe kadar aralýksýz sürdürse Allah’tan baþka size ýþýk getirecek bir baþka ilâh var mýdýr? Hâlâ iþitmeyecek misiniz? De ki: Düþündünüz mü hiç, eðer Allah gündüzü üzerinizde kýyâmet gününe kadar aralýksýz devam ettirse, içinde dinleneceðiniz geceyi Allah’tan baþka getirecek bir baþka ilâh var mýdýr?[1253]

b- Uhrevî Hâkimiyet: Bütün olay, nimet ve cezalarýyla âhiret hayatý da Allah’ýn mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur’ân-ý Kerim, Yüce Allah’ýn âhirette tecellî edecek olan mutlak hâkimiyetine dair sayýlamayacak kadar çok buyruk ihtivâ eder. “Kâfir olanlar, kendilerine kýyâmet gelip çatýncaya, yahut kýsýr bir günün azabý gelinceye kadar o Kur’an’dan þüphe içindedirler. O gün mülk Allah’ýndýr; onlar arasýnda O hüküm verir...”[1254] “O günde onlar (kabirlerinden) çýkacaklardýr. Onlarýn hiçbir þeyi Allah'a gizli kalmaz. ‘Bu gün mülk (hâkimiyet ve her þeyin mutlak sahipliði) kimindir?’ (diye sorar.) Kahhâr ve tek olan Allah’ýndýr. Bugün herkese kazandýðý ile karþýlýk verilecektir. Zulüm yoktur. Bugün Allah hesabý çarçabuk görendir.”[1255]

c- Genel Olarak Deðer Yargýlarýnda Hâkimiyet: Bilindiði gibi eþya ve olaylar hakkýnda belirli birtakým deðerlendirmeler yapmak ve onlara karþý bu deðerlendirmelere göre tavýr takýnmak, istemek, ya da uzak durmak ve arzulamamak söz konusudur. Bu her zaman, her toplum ve kiþide görülegelmiþtir. Kýsacasý insan, hayrý ister ve arzular, þerden ve kötülükten de uzak kalmaya çalýþýr. Bu tavýr ise, onun sahip olduðu ya da benimsediði deðer yargýlarýnýn bir sonucudur. Kur’ân-ý Kerim; bir bakýma baþtan sona bazý deðer yargýlarý, bu yargýlara karþý takýnýlan tavýrlar ve bu tavýrlarýn sonuçlarýna dair açýklamalarýn yer aldýðý ilâhî mesajdýr.

Deðer yargýlarýný belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak Yüce Rabbimize ait olduðunu vurgulayan bazý buyruklara iþaret edelim: Haram-helâl kýlma yetkisi yalnýz Allah’ýndýr: “De ki: Allah’ýn kullarý için yarattýðý süsü ve güzel rýzký kim haram kýldý?”[1256] “Ey iman edenler, Allah’ýn size helâl kýldýðý hoþ ve temiz þeyleri kendinize haram kýlmayýn ve haddi aþmayýn, çünkü Allah haddi aþanlarý sevmez.”[1257] Câhilî düzenlerde zamanla oluþan ve Allah’ýn emir ve hükümlerine aykýrý câhilî deðer yargýlarý reddedilmiþtir.[1258] Ýslâm’dan önce çeþitli helâl ve haramlara dair birtakým deðer yargýlarýndan etraflý bir þekilde söz eden buyruklardan[1259] sonra, Yüce Allah, Peygamberine bu uydurma deðer yargýlarýný Allah'a atfeden kimselere þöyle seslenmesini emretmektedir: “De ki: ‘Allah þunu haram kýldý’ diye þâhitlik edecek þâhitlerinizi getirin. Eðer þâhitlik ederlerse sen onlarla þâhitlik etme...”[1260] Bundan sonraki âyette de Yüce Allah, bütün bu konulardaki hükümlerini oldukça özlü bir þekilde açýklamaktadýr.

d- Kanunî (Hukukî) Hâkimiyet: Cenâb-ý Allah þu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamý ve boyutlarýyla hâkimiyetin yalnýzca kendisinin olduðunu dile getirmektedir: “Hüküm yalnýz Allah’ýndýr. O, kendisinden baþkasýna ibâdet etmemenizi emretmiþtir. Ýþte dosdoðru din budur.”[1261] Burada “hüküm” kapsamýna kanunî ya da hukukî, þer’î hâkimiyetin girdiði þüphesizdir. Diðer taraftan Allah’ýn hâkimiyetini kabul etmek ve dosdoðru din üzere bulunmak arasýndaki iliþki de kendiliðinden ortaya çýkmaktadýr. Nitekim baþka âyet-i kerimelerde Allah’ýn izin vermediði yasamalarda bulunmanýn þirk ve bu þekilde yasama yapanlarýn bu yetkilerini kabul edip karþý çýkmamanýn da onlarý Allah'a ortak kabul etmek olarak vurgulandýðýný görmekteyiz.[1262]

Aralarýnda hüküm vermek üzere Allah'a ve Rasûlüne çaðrýldýklarýnda, münâfýklar bundan yüz çevirdikleri halde, mü’minlerin tavrý, dinleyip itaat etmekten ibarettir.[1263] Kitab, yani Kur’ân-ý Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasýnda hak ile hükmetsin diye indirilmiþtir.[1264] Allah'a ve Rasûlüne iman etmek iddiasý ile birlikte tâðutun hükmünü isteyenlerin iman iddialarý geçersizdir. Tâðut ve tâðutun hükmü; “Allah’ýn karþýsýna dikilen, ayaklanan, O’nun emirlerine zýt yeni hükümler icat eden her varlýk, Allah’tan baþka itaat edilmesi istenen her þey, kendisine ister bilerek ve isteyerek uyulsun; isterse zorla, tehditle boyun eðdirilsin, her iki halde de itaat edilen konumuna girmektedir. Bu nesnenin insan olmasýnýn, þeytan olmasýnýn, put olmasýnýn yahut da bunlardan baþka herhangi bir þey olmasýnýn önemi yoktur.”[1265] Allah'a iman ile tâðutun hükmüne baþvurmak bir arada bulunamaz. Bu gibi kimselerin bu tavýrlarý münâfýklýklarýnýn tescilidir. Onlar Allah’ýn ve Rasûlünün hükmüne yanaþmazlar.[1266]

Kýsacasý, anlaþmazlýk konularý Allah’ýn ve Rasûlünün hükümlerine, bu hükümlerin çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere râzý olunup tam bir teslimiyetle uyulmadýkça, imanýn varlýðýndan söz edilemez.[1267] Hz. Peygamber’in hüküm verme yetkisi ve ülü’l-emr ile müctehidlerin çýkardýklarý Allah’ýn hükümleri çerçevesi içerisindeki ilmî ictihadlarýnýn; esasen Allah tarafýndan tanýnmýþ ve sýnýrlarý tayin edilmiþ olduðundan, baðýmsýz bir teþrî (kanun koyma) olarak kabul edilemeyeceðini ve Allah ile birlikte ve O’nun hükmüne eþ deðerde hüküm koymak yetkisine sahip olmadýklarýný ayrýca belirtmeye gerek yoktur. Onlarýn bu yetkileri, sýnýrlarý ile birlikte yine Allah tarafýndan tâyin ve tesbit edildiðinden, O’nun kanunî hâkimiyeti yine mutlaktýr ve ortaksýzdýr.

e- Siyâsal Hâkimiyet: Kanunî hâkimiyete siyasal alanda yürürlük kazandýrmak ve onun geçerliliðini saðlamak olarak tarif edebileceðimiz “siyasal hâkimiyet”i elinde bulunduran makama Ýslâm’da “hilâfet” denilmektedir. Þâný yüce Allah, ilk insan -ve dolayýsýyla onun soyundan gelecek olanlarý da- yeryüzünde halife olarak yaratmýþtýr.[1268] Halifelik, baþkasýnýn yerine, onun adýna görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir. Halife ise, baþkasý tarafýndan kendi adýna iþ görmek üzere görevlendirilen kiþiye denir. Ýþte bu mânâda bütün insanlar Allah’ýn tâyin ettiði yeryüzünün halifeleridir. Allah’ýn hükümlerinin uygulanmasýnýn ise belirli bir yapýlanmayý gerektireceði açýktýr. Ýþte bu yolla Yüce Allah’ýn hükümleri yürürlük kazanýr ve siyasal hâkimiyeti uygulama alaný bulur.

Hâkimiyet Allah’ýn Olmayýnca…

Ýlk peygamberden itibaren insanlarýn bir bakýma Allah’ýn hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edilegeldikleri, Kur’an’ýn bize bildirdiði gerçeklerdendir. Ancak insanlarýn zaman zaman birtakým tâðutlarýn câhilî egemenlikleri altýnda yaþadýklarý, onlarýn hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itaat ettikleri de bir gerçektir. Ayný vâkýa ile insanlýk, günümüzde de karþý karþýya bulunmaktadýr. Hâkimiyet Allah’ýn olmayýnca, hükümlerde adâlet ve deðer yargýlarýnda isâbet olmayacaðý, yani “sýrât-ý müstakîm” üzere gitmeye imkân bulunmayacaðý gibi; insanlýðýn þeref ve haysiyetine yakýþmayan, insaný alçaltan birçok durum da sözkonusu olacaktýr. Bunlarýn bazýsýna âyet-i kerimelerin ýþýðýnda iþaret edelim:

a) Hâkimiyet Allah’ýn olmayýnca, egemenler ilâhlýk ve rablýk konumunda, egemenlik altýnda bulunanlar kulluk konumunda olurlar. Kur’ân-ý Kerim, hýristiyan ve yahûdi din adamlarýný Allah’ýn dinini deðiþtirip O’nun hükümlerine aykýrý hüküm koymalarýnýn kabul edilmesini, onlarý “rab olarak” tanýmak þeklinde deðerlendirirken;[1269] Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu durumun, din adamlarýnýn Allah’ýn hükümlerine aykýrý olarak helâl ve haram kýlmalarýnýn kabul edilmesi sûretiyle ortaya çýktýðýný belirtmiþtir.[1270] Nitekim Hz. Mûsâ (a.s.) da Firavun’un Ýsrâiloðullarýný egemenliði altýnda tutmasýný, onlarý “kul edinmek” olarak nitelendirmiþtir.[1271]

b) Allah’ýn hükmüyle hükmetmeyenler, egemenlikleri çeþitli gruplara böler; onlarý zaafa düþürür; yeryüzünde fesat çýkartýr, bozgunculuk yaparlar. “Firavun, gerçekten o arzda azmýþ, halkýný parça parça etmiþti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düþürüyor, oðullarýný boðazlatýyor, kýzlarýný ise sað býrakýyordu. O gerçekten fesatçýlardandý.”[1272]

c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâðutlar; egemenlikleri altýnda bulunan kimselerin olaylarý saðlýklý bir þekilde deðerlendirmelerine imkân býrakmayacak þartlar oluþtururlar; gerçekleþtirdikleri kültür yapýsý ve eðitim ortamý ile insanlarý saðlam ve gerçekçi yargýlarda bulunmak imkânýndan mahrum býrakýrlar: “Ýþte (Firavun) bu þekilde kavmini küçümsedi (hafife aldý); onlar da ona itaat ettiler; çünkü onlar yoldan çýkmýþ bir kavim idiler.”[1273]

d) Alah’ýn hâkimiyetini, dolayýsýyla ulûhiyet ve rubûbiyetini reddedenler; egemenliklerini kaybetmek korkusuyla gerçeklerin anlaþýlmamasý, ulûhiyetlerinin sahteliðinin ortaya çýkmamasý için özel çaba harcarlar: “Firavun; ‘Ey ileri gelenler, sizin için benden baþka bir ilâh tanýmýyorum. Ey Hâmân; benim için çamur üzerine bir ateþ yak ve bana bir kule yap ki, Mûsâ’nýn tanrýsýna çýkayým; bununla birlikte onun mutlaka yalancý olduðunu da sanýyorum.”[1274]

Allah’ýn Hâkimiyetini Kabul Etmemek: Ýrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan insan, kâinatýn Allah’ýn hükmüne boyun eðmekte olduðunu da görmektedir. Bu evren içerisinde böyle bir yetki yalnýzca insan için sözkonusudur. Ýnsan, diðer yaratýklardan ayrý olarak Allah’ýn deðer yargýlarý ile hukukî ve siyasî alandaki hâkimiyetini kabul etmekle de yükümlüdür. Allah’ýn bu alanlarda hâkimiyeti karþýsýnda mü’minin tavrý, Kur’ân-ý Kerim’de þu þekilde belirlenmiþtir: “Allah ve Rasûlü bir iþe hüküm verdiði zaman, iman etmiþ her bir erkek ve kadýna, o iþte kendi istediklerini tercih etme yetkisi yoktur.”[1275] Mü’minler, kendi aralarýndaki anlaþmazlýklarý Allah’ýn ve Rasûlünün hükmüne baþvurarak çözüme ulaþtýrmak yükümlülüðünde olduklarý gibi; onlarýn hükmüne de tam bir teslimiyetle boyun eðmek zorundadýrlar.[1276] Allah’ýn hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek ise, insaný iman dairesinin dýþýna çýkarýr; kâfir, zâlim ve fâsýk yapar.[1277]

Kur’ânî çerçevesi ile tanýmlamaya çalýþtýðýmýz hâkimiyeti bu çerçeve ve mâhiyeti ile kabul etmek, ayný zamanda Ýslâm Dini’nin tabiatýnýn bir gereðidir. Müslümanýn Kur’an ve Sünnetin açýk hükümleri ile belirlenmiþ olan ve imanî bir yansýma olarak kabul edebileceðimiz müslümanca mantýk ya da anlayýþ da, -belirtilen çerçevesi ile- Allah’ýn hâkimiyetini kayýtsýz ve þartsýz olarak kabul etmesi gerektiðini tartýþýlmaz bir þekilde ortaya koymaktadýr. Bunun ilmî ve mantýkî gerekçelerini þöyle özetleyebiliriz:

1. Allah, her þeyi yaratan, var eden, her bir varlýðýn var olmasýný takdir eden, eþyayý ve eþyalar arasý iliþkileri düzenleyen, bu Ýlâhî nizam/düzen içerisinde bu iliþkilerin devamýný saðlayandýr.

2. Ýnsan da Allah’ýn yarattýðý bir varlýktýr. Eþref-i mahlûktur. Mükellefiyeti ve halifelik makamýna getirilmiþ olmasý, onun diðer varlýklardan farklý yanýný, yerine göre üstünlüðünü ortaya koymaktadýr. Ýnsaný halifelik makamýnda ve birtakým mükellefiyetlerle sýnayan Yüce Allah, insandan emir ve hükümlerine, kýsacasý þeriatine uygun olarak yaþamasýný istemiþ, kendisinden baþka varlýklarý, gerek yaratýcýlýk, gerek emir, kanun ve hüküm koyma yönleriyle kendisine eþ tutmamasýný, yani þirk koþmamasýný özellikle emretmiþtir. Yani, Allah’ýn hükümleri dururken baþka hükümleri kabul etmek, ya da herhangi bir hükmü Allah’ýn dininin alternatifi olarak görmek, Allah'a þirk koþma þekillerindendir.

3. Ýslâm’a göre Allah, mü’minlerin velîsidir. Onlarýn yâr ve yardýmcýsýdýr. Dolayýsýyla Allah, mü’minleri dünyada baþýboþ ve herhangi bir hususta kendi hallerine terk etmez, kendisinden baþkalarýna da muhtaç etmez. Yüce Allah’ýn bizleri hayatýmýzýn herhangi bir alaný için hüküm ve þeriat koymak zorunda býrakmamýþ olmasý da, Allah’ýn mü’minleri velî edinmiþ olmasýnýn ayrý bir göstergesidir. Mü’minler de bu geniþ çerçevesiyle Allah’tan ve Allah’ýn velî edinilmelerini emrettiði kimselerden baþkasýný velî edinemezler. Mü’minlerin velîsi, ancak Allah’týr, Rasûlüdür ve samimi mü’minlerdir.[1278]

Allah'ýn Ýndirdiðiyle Hükmetme: "Þeriat", Kur'an ve sünnette geldiði þekliyle deðiþmeyen ve kaynaðý vahiy olan dindir. Bu anlamda, Kur'an ve sünnet dinin asýllarýdýr. Allah'ýn hâkimiyeti, bilfiil, ilâhî teþrîde ve þeriatin içerdiði emirler, yasaklar ve kendisine inanan toplum açýsýndan uygulanmasý ve uyulmasý gerekli hükümlerde geçerlidir. Kendinden çýkarýlan kanunlar ve ictihadlar ve gereðine göre hüküm verme þeklinde þeriati anlatma, son tahlilde, þeriatin hükmünü kanun kalýbýna dökücü yasama faâliyeti anlamýndaki düzenlemeleri uygulayan, bu düzenlemeye uygun olarak yargýlama yapan ve hükümlerini yürüten insanlarýn elindedir.[1279]

Ynt: Uydurma dinler By: ceren Date: 06 Aralýk 2018, 08:28:00
Esselamu aleykum. Rabbim bizleri hakkuyla din olan islam yolundan ayýrmasýn inþallah. ...
Ynt: Uydurma dinler By: Bilal2009 Date: 07 Aralýk 2018, 11:45:41
Ve Aleykümüsselam Rabbim bizleri tek hak din olan Ýslam dan ayýrmasýn Rabbim paylaþým için razý olsun
Ynt: Uydurma dinler By: ceren Date: 04 Ocak 2019, 15:50:17
Esselamu aleykum. Tek hak din olan islam dinine tabi olan ve uydurma dinden haram olan her þeyden uzak kalip kurtulusa rahmete erisen kullardan olalim inþallah. ..

radyobeyan