Dini makale ve yazýlar
Pages: 1
Hakka ve hayra davet 2 By: sumeyye Date: 31 Ekim 2010, 15:35:39
Hakka ve Hayra Davet -2-


Allâh’ýn kitâbýný ve Rasûlullâh’ýn sünnetini hayatýmýza tatbik edebilmek için, hakký teblið ve halka hizmet vazîfesinin gönlümüzde bir sevdâ hâline gelmesi zarûrîdir. Zîrâ bir müminin hayatý, hizmet ve teblið hayatý olmalýdýr.

Hiç þüphesiz, gerçek bir mümini diðer insanlardan ayýran en önemli vasýflardan biri, onun daha merhametli olmasýdýr. Teblið de, ayný zamanda bir merhamet mahsûlüdür. Merhametin bir tezâhür þekli olan hakka dâvet ve hayra teþvîki, müminin önce kendi nefsinde gerçekleþtirmesi þarttýr.

Hakka dâvet ve hayra teþvîk için evveliyetle hakkýn ve hayrýn mâhiyetine saðlam bir þekilde vâkýf olmak lâzýmdýr. Zîrâ câhilin tebliðinin, sâdece üslûb itibâriyle deðil, belki muhtevâ itibâriyle dahî yanlýþlardan berî olmasý mümkün deðildir. O hâlde, bu yolda ilk lâzýme, ilmî ve kalbî sermâyedir. Zîrâ, îmân ve kulluk hayâtýnýn, akýl ve kalb muvâzenesi içinde yaþanabilmesi için, bu iki sermâyeye ihtiyaç vardýr.

Öte yandan, dînî meseleleri “zarûrât-ý dîniye” itibâriyle bilmek, ilmen her müslüman üzerine farz olmasý sebebiyle, her mü’minin en azýndan bu temel esaslarý bilmesi gerekir. Bilmeyenler, “kaþ yaparken göz çýkarmak” korkusuyla, ilmî ve kalbî noksanlýklarýný sür’atle gidermeye çalýþmalý ve bu öðrendiklerini hayatýnda tatbik ederek ilmini irfân hâline getirmeye çalýþmalýdýr. Zîrâ, hakka ve hayra dâvetin tesiri, gönül ufkumuzun derinliðine baðlýdýr ki, o da iç dünyâmýzýn feyz ve rûhâniyet ile dolu olmasýyla mümkündür.

Hazret-i Mevlânâ’nýn buyurduðu gibi:

“Bir torbayý doldurmaya çalýþýrken, alttaki delikten boþaltmamak gerekir.”

Yaþanmadan, bilgisizce, geliþigüzel, aþk-þevk ve heyecandan mahrum, kaba saba ifâdeler ve avâmî bir üslûb ile yapýlan bir tebliðden, murâd edilen faydanýn hâsýl olmasýný beklemek bir hüsrân sebebi olduðu gibi, bu ayný zamanda aðýr bir vebâli de mûcibdir.

Bu sebeple bir mümin, gönül âlemini Ýslâm’ýn zarâfet, nezâket ve güzellikleriyle tezyîn etmeli; hâliyle, kâliyle ve davranýþlarýyla nümûne-i imtisâl olarak hakký teblið ve hayra teþvikte örnek teþkil etmelidir. Zîrâ hakka dâvet vazîfesinin hakîkati, Rabb’e aþk ile yöneliþte gizlidir. Nitekim Hira’da ilk vahyi karþýlayan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’deki bu ulvî aþk, O’nun rûhunu tebliðin feyz ve heyecâný ile doldurmuþ, O’nu Mîrac’da ilâhî huzûra yükseltmiþti.

Âyet-i kerîmede Cenâb-ý Hak þöyle buyurur:

“Mümin erkeklerle mümin kadýnlar da birbirlerinin velîleridir. Onlar ÝYÝLÝÐÝ EMREDER, KÖTÜLÜKTEN ALIKOYARLAR, namazý dosdoðru kýlarlar, zekâtý verirler, Allâh ve Rasûlüne itaat ederler. Ýþte onlara Allâh rahmet edecektir. Þüphesiz Allâh azîzdir, hikmet sâhibidir. Allâh, mümin erkeklere ve mümin kadýnlara, içinde ebedî kalmak üzere altýndan ýrmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler va‘detti. Allâh’ýn rýzâsý ise hepsinden büyüktür. Ýþte büyük kurtuluþ da budur.” (et-Tevbe, 71-72)

Ýnsanlarýn en bahtiyarlarý, kalblerini Kur’ân-ý Kerîm ve Sünnet-i Seniyye iklîminde mânevî bir dergâh hâline getirerek, mahlûkâtý onun içine alabilenlerdir. Yine onlar, Kur’ân’ýn derinliklerinden nasib alarak, gerçek bir îmân hayatý yaþayanlar ve kalblerini son nefeslerine kadar, nefsâniyete râm olmuþ bir aklýn vesveselerinden koruyabilenlerdir. Zîrâ insanýn esas kýymet ve haysiyeti, kalbini feyz ile doldurarak yaþamak ve o kalbî kývâm ile tebliðde bulunmaktýr. Kalb, mânevî bakýmdan dikenlerle dolu iken tebliðe kalkýþmak, büyük bir zaaftýr. Dînimiz, insan rûhunun kanseri olan “iddiâ ve ithâm”ý reddeder; gönüllere tevâzû, muhabbet ve merhameti telkîn eder. Bir müminin gönül âlemi, öyle bir çiçek bahçesi gibi olmalýdýr ki, onda her alýk, abus çehre ve gamlý yürek huzur bulup tebessüm etmelidir. Bu yüzden kalbi ve bedeni âdetâ diken gibi olan duygu, düþünce ve davranýþlardan temizleyip, teblið edici hâle getirmek zarûrîdir.

Târihin meþhur Haccâc-ý Zâlim’i, zulmüyle þöhret yapmýþ olsa da filozof tabiatlý bir insandý. Birgün, Cuma namazýnda onu gören hatip, “Allâh’ýn en sevdiði fiil, zâlim idâreciye haksýzlýðýný haykýrmaktýr” tarzýndaki emri dikkate alarak hutbeden aðýz dolusu aðýr lakýrdýlar söyledi. Haccâc-ý Zâlim, sükûnetle dinledi.

Namazdan sonra hatîbi huzûruna çaðýrtarak ona sordu:

“–Sen öyle neler söyledin bakalým hutbede?!”

Hatib, nasýl olsa kellesinin vurulacaðý düþüncesiyle geri adým atmadan Haccâc’a hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûb ile tekrar etti. Haccâc:

“–Tuhaf þey.” dedi. “–Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin Ýslâmî dâvetin metodlarýndan haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha fazîletli olduðu muhakkak olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ý, benden daha kusurlu ve üstelik ehl-i küfürden olduðu muhakkak olan Firavun’a gönderirken Cenâb-ý Hak, ona “leyyin” yâni suyun akýþý gibi yumuþak bir lisan kullanmasýný emir buyurmadý mý?”

Hatib, hatâsýný anlamýþtý. Özür diledi ve Haccâc’ýn af ve müsâmahasý sâyesinde kelleyi vermekten kurtuldu.

Musâ -aleyhisselâm-’a karþý vâkî olan ve bize bir metod telkîn eden yalnýzca bu hâdisedeki ilâhî beyân1 deðil, pek çok âyet-i kerîme de tebliðin yumuþak ve hikmetli sözlerle, muhâtabý rencide etmeden yapýlmasý lâzým geldiðini bildirmektedir.

Nitekim Cenâb-ý Hak diðer bir âyet-i kerîmede;

“(Rasûlüm) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öðütle dâvet et! Ve onlarla en güzel þekilde mücâdele et...” (en-Nahl, 125) buyurarak dâvetin âdâbýný beyân eylemiþtir. Bu sebeple, hayâtý canlý bir Kur’ân olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in örnek þahsiyetinden hisse alarak, O’nun ortaya koyduðu usûl ve âdâba da riâyet etmek gerekir. Buna göre bir mümin, önce kendi iç ve dýþ âlemini Ýslâm’ýn güzellikleriyle tezyîn ederek, güzel ahlâk ve davranýþlarý ile etrâfýna îtimâd telkîn etmelidir. Zîrâ gönüllerin fethinde bu keyfiyete son derece muhtâç olunduðu inkâr edilemez.

Nitekim târihimizin müstesnâ þahsiyetlerinden Fâtih Sultan Mehmed Hân da, Ýstanbul’un fethinden on sene sonra Bosna’yý fethetmiþti. Fakat asýl fetih, yâni gönüllerin fethi, zâhirî kilitleri açan kýlýcýn geri dönmesinden sonra gerçekleþmiþti. Zîrâ oraya Anadolu’nun baðrýndan yetiþmiþ gönül erlerinden oluþan tertemiz mümin âileler iskân etmek sûretiyle, bir “güzel ahlâk ve hâl ile teblið” seferberliði baþlatmýþtý. Bunun netîcesinde de Boþnaklar çok geçmeden Ýslâm ile þereflenmiþlerdi.

Gerçekten de silâh, zulmü bertaraf etmek için kullanýlýr. Fakat kazanýlmasý gereken asýl fetih, kalblerin fethidir. Bu ise, Ýslâm ahlâký ve nezâketiyle yaþayýp örnek bir þahsiyet hâline gelerek mümkün olur. Zîrâ teblið ve dâvetin tesiri, dâvetçinin yaþayýþýyla ve kalbî hayatý ile de son derece irtibatlýdýr. Buna göre gerçek bir tebliðci için, kâinâttaki ilâhî nizâmýn hikmetini kavrayamamak ve mahlûkâtýn hâl lisânýndan anlayamamak, kalbî kývâmýn noksanlýðýndandýr. Ýçinde hassas bir yürek bulunmayan kuru bir cübbe ise, etrâfýna hiçbir þekilde huzur, sürûr ve güzellikler tevzî edemez.

Bu yüzden öncelikli olarak kazanýlmasý zarûrî olan harp, insanýn iç dünyâsýndaki harptir. Cenâb-ý Hak bu harbi îzah sadedinde insanýn iç âlemindeki “fücûr ve takvâ”nýn mücâdelesini bildirmektedir. Kalbin fücûrdan kurtulup takvâ ile tezyîn olabilmesi, insanoðlunun gerçek saâdeti ve ebedî kurtuluþ sermâyesidir. Ýþte kalblere tesir ederek ebedî kurtuluþ aþýsý yapabilenler de, ancak içindeki mücâdeleyi kazanarak Hakk’a tam bir teslîmiyetle râm olanlardýr.

Öte yandan, tebliðde dikkat edilmesi gereken diðer bir husus da muhâtaba deðer vermektir. Zîrâ tebliðin muhâtabý insan olduðuna göre onun, Allâh’ýn en þerefli bir yaratýðý olduðu hatýrdan uzak tutulmamalýdýr. Tebliðe, þâyet îmândan baþlamak gerekiyorsa, muhâtabý bu mahrûmiyetine raðmen, yaratýlýþýndaki aslî deðer itibâriyle dikkate almalýdýr. Bunun mânâsý, öfke ve þiddet yerine ümid, müsâmaha ve merhametle muâmele etmektir. Esâsen böyle davranmak, insana bakýþtaki þu temel görüþe daha uygundur. Þâir bu nükteyi ifâde için:

“Yere düþmekle gevher sâkýt olmaz kadr ü kýymetten” (N. Kemâl) demiþtir.

Bu hususla ilgili olarak þu misâli de verebiliriz:

Hacerü’l-Esved, Kâbe’nin duvarýndan kopup yere düþse, toz topraða bulaþsa, nazarýmýzda deðerinden bir þey kaybetmez. Böyle bir durumda onun aslýndaki deðere îtibâr ederek, o muazzez taþý ihtiramla kaldýrýp lâyýk olduðu muallâ mevkîye koymakla kendimizi mükellef addederiz. Ýnsan da ne kadar yaratýlýþ gâyesinden uzak düþmüþ olursa olsun, aslý itibâriyle böyledir. Nitekim Kur’ân-ý Kerîm’in bütün âyetleri insaný bu aslî mâhiyeti bakýmýndan tekrîm etmektedir. Âyet-i kerîmede:



“Biz, hakikaten insanoðlunu þan ve þeref sahibi kýldýk…” (el-Ýsrâ, 70) buyurulmaktadýr. Hakîkaten o, sýrf insan olmak haysiyetiyle Kur’ân-ý Kerîm’de Cenâb-ý Hakk’ýn halîfesi olarak takdîm edilmektedir.

Îmân ve ondan sonra gelen sâlih ameller, bu aslî þerefin muktezâsýdýr. Îmân ve sâlih amellerden mahrûmiyet ise bu aslî þerefin, yâni insan olma haysiyetinin îcâbýný gerçekleþtirememek mâhiyetinde dehþet verici bir mahrûmiyet ve aþaðýlanmadýr. Amelleri bakýmýndan kusurlu olanlar da, îmân mahrumlarý kadar olmasa bile, acýnmaya lâyýktýrlar. Böylesine bir mahrûmiyete mâruz kalana, sýradan insanlar kýzabilirler. Lâkin îmânýn vecd, lezzet ve kemâline nâil olanlarýn ise acýmasý lâzýmdýr. Zîrâ o liyâkatten beklenen budur. Bu acýma duygusu ise yardýmý îcâb ettirir. Yardýmýn en büyüðü ise, ebedî saâdet dâveti olan teblið ile gerçekleþir.

Gerçek bir tebliðci, ruhlara nizam ve hayat aþýsý yapabilen rehber þahsiyettir. Her sahada tebliðini aþk, muhabbet ve merhamet ile yapmasýný bilen, îmân kaynaðý olan gönül insanýdýr. Sözü, yazýsý ve örnek zarif davranýþlarý ile insanlýða saâdet ve huzur yolunu gösterecek o rehber kiþiler, her mâtemin civârýnda, kimsesizlerin yanýbaþýnda, muzdariplerin baþ ucundadýrlar. Onlar, etraflarýndaki sefâletlerin ýztýrâbýný ve bu husustaki mesûliyetlerini sînelerinde hissettikleri için, hidâyet ýþýðý bekleyenlerin imdâdýna koþarlar.

Yine onlar, insanlarý Allâh’ýn emâneti olarak telakkî ederler. Bütün mahlûkâta aþk ve merhamet ile yaklaþan bir rûh kazanýrlar. Merhamet tohumundan fýþkýran mesûliyet duygusu bu þekilde onlarý sýradan biri olmaktan çýkarýr, ebedî vuslatýn yolcusu yapar. Vuslat gayreti içinde çilelere râm olup hizmet ve irþada kendilerini adayanlar, böylece bu hakîkat kervanýna iltihâk ederek kalblerini ebedîliðe taþýyanlar; Hüdâyî, Yunus ve emsâli Hak âþýklarýnýn öz kardeþleri mesâbesindedirler.

a

Cenâb-ý Hakk’ýn nûrunu kýyâmete kadar tamamlayacaðý yâni Ýslâm’ýn kýyâmete kadar devâm edeceði bir va‘d-i ilâhîdir. Lâkin, teblið vazîfesinin dînin devâmýna vesîle ve medâr olan bir keyfiyet olduðu da hatýrdan uzak tutulmamalýdýr. O din ki, Allâh’ýn hakîkatine uygun bir sûrette bilinmesi ve ibâdetlerle tekrîm olunmasý zarûrîdir. Zîrâ, kâinâtýn varlýk sebebi budur.

Bir zaman veyâ mekânda dînin gücünü kaybettiði, insanlarýn yanlýþ mecrâlara kaydýðý müþâhede olunursa, orada teblið faâliyeti îmândan sonra ilk ve en ehemmiyetli bir vazîfe olarak tezâhür eder. Hakký ve hayrý teblið etme husûsunda bir baþarý elde edilmedikçe birçok meþrû iþin bile meþrûiyeti kaybolur. Meselâ bir annenin süt emmek mevkiindeki bir çocuðunu emzirmesi ne kadar muazzez ve mübârek bir faâliyettir. Lâkin, evinin yanmakta olduðunu müþâhede eden bir ana, çocuðunu emzirmeye devâm ederse mes’ûl olur. Çünkü yangýna karþý bir þeyler yapmak o anda çocuðu emzirmekten çok daha ehemmiyetli ve âcildir. Ýþte dînin temsil planýnda maðlub olduðu bir zamanda hakký ve hayrý telkin ve teblið eden bir zümre mevcûd olmadýkça baþka iþlerle meþgûliyet, sâir zamanlardan daha aðýr bir vebâli mûcib olur.

Þunu da unutmamak îcâb eder ki, bu Ýslâm nîmeti 1400 seneden beri bizlere binbir çile ve ýzdýraplarla ulaþtýrýlmýþtýr. Bizlere düþen de, bu emâneti bizden sonraki nesillere ayný hassâsiyetle intikâl ettirebilmektir. Bu hususta, zamanýmýz fedâkârâne bir sûrette hayrýn ve hakkýn galebesi için gayretli olmayý gerektiren bir zamandýr. Bu, esâsen mantýkî bir gerçektir. Zîrâ bir arabanýn tekerleri çamura battýðý zaman onu itenin emeði, araba düzyolda iken onu itmeye kalkýþanýn emeði ile mukâyese edilemez. Burada bir nezâket daha vardýr. O da þudur ki, itilen bir arabanýn tekerlerinin çamurdan çýkmasý için ancak bir çocuk bileði tâkatince güç vermeye ihtiyaç duyulduðu hassas bir anda o küçücük omuz verme faâliyeti daha büyük bir ehemmiyet arz eder. Buna mukâbil, o nâzik zamanda kenarda durup seyreden ve vazîfesini yapmayan kimsenin cürmü daha da aðýrlaþýr. Îmânlarýn zaafa uðradýðý, gençlerin birçok menfî cereyanlara kapýldýðý, insanlýðýn ekseriyetle kuvvete râm olup nefis sultasýnda yaþadýðý günümüzde, az gayrete büyük sevap, az ihmâle de büyük vebâl terettüb ettiðini düþünerek zamânýmýzýn nezâketine göre hareket etmeliyiz.

a

Dîn, îmân, vatan ve millet dâvâsýnda muvaffak olmak, elbette her insan için büyük bir bahtiyarlýktýr. Fakat tebliðde asýl mesele, muvaffakýyet veya maðlûbiyet deðildir. Mühim olan, Allâh’ýn rýzâsýna nâil olmak ümîdiyle bu yolda elden geldiðince gayret göstermektir. Zîrâ ilâhî mîzanda deðerlendirilecek olan husus budur. Nitekim öyle zamanlar olmuþ ki bir Peygamber gelmiþ, büyük kalabalýklar ona tâbî olup hidâyete ermiþ; yine bir peygamber gelmiþ hidâyet tecellîleri az bir cemaat üzerine nasîb olmuþtur. Yâni hidâyet Allâh’tandýr fakat baþta peygamberler olmak üzere bütün ümmet Ýslâm’ý yaþayýp teblið etmek mecbûriyetindedir.

Hâsýlý; tebliðin evlâd ve âileden baþlayarak bir müslümanýn tabiat-i asliyesi hâline gelmesi zarûrîdir. Her mümin, tebliðin her hâlükârda mümkün olan yolunu araþtýrýp, sâhip olduðu güç, bilgi, kültür seviyesi, kalbî olgunluk ve bulunduðu mevkî nisbetinde üzerine düþtüðü kadarýyla dâvet vazifesini yerine getirmekten ve insanlarý þuurlandýrmaya gayret etmekten mes’uldür. Zîrâ Kur’ân-ý Kerîm’de beyân edildiði gibi, Cenâb-ý Hak, kullarýndan tâkatlerinden fazlasýný istememiþtir. Lâkin tâkatleri nisbetinde de vazîfelerini yerine getirmekten mes’ûl kýlmýþtýr.

a

Hakka ve hayra dâvet hususunda en ulvî ve mümtaz misâl, hiç þüphesiz Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’dir. Ondan sonra da o yüce varlýðýn veresesi olan ehlullâh hazarâtýdýr ki, her hâlleri ayrý bir güzellik, incelik, derinlik ve yücelik ihtivâ eder. Nitekim bu has kullardan irþâdýna mazhar olduðumuz ve bu ay vefatýnýn dördüncü sene-i devriyesini idrâk ettiðimiz Mûsâ Efendi -kuddise sirruh’un nümûne hasletlerle lebâleb dolu olan ömrü, her vesileyle bizleri hakka ve hayra yönlendirici iþâret ve irþadlar sergilemektedir.

Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ki, vefatlarýyla neticelenen hastalýklarýnda dahi: «Âh gücüm olsa da þehir þehir, kaza kaza dolaþsam ve kardeþlerimin maddî-mânevî sýkýntýlarýna merhem olmaya gayret etsem!..» iþtiyak ve hasreti içinde idi.

Çünkü O, hayatýný hem bedenî, hem mâlî, hem de kalbî bir kulluk þuûru ile yaþamayý, kendisine en büyük düstûr edinmiþti. Gücü nisbetinde kâh eli ve kâh gönlü ile ulaþabildiði her yaralý gönlü, hattâ bütün mahlûkâtý kucaklardý. Ortaasya’ya kapýlar ilk açýldýðýnda ilerlemiþ yaþýndan beklenmeyecek bir canlýlýk, zindelik ve gençlikle oraya koþmuþtu. Diðer taraftan Güney Afrika’ya, Avrupa’ya gitmiþ, oralara da mânevî, ictimâî ve kalbî güzellikleri taþýmaya gayret sarfetmiþlerdi.

Kýsaca O, bütün hayatýný Kur’ân-ý Kerîm’de

• (Ne güzel kul!) diye medh ü senâ edilen, güzel hasletler sâhibi bir kul olabilme gayreti ile yaþadý. Böylece bu fânî kubbede ondan da ebedî devam edecek hoþ bir sadâ kaldý. Hoþ bir vefâ, hoþ bir sehâ, hoþ bir gönül, hoþ bir tedâî, hoþ bir ahlâk, baþtan baþa güzelliklerle dolu nümûne bir hayat kaldý…

Rabbimiz, onun gönlündeki ulvî feyizlerden istifâdeler ihsân eylesin!

Rabbimiz, zamânýmýzýn nezâketi dolayýsýyla hakka ve hayra dâveti, üzerimize terettüb ettiði nisbette îfâ ederek huzûr-i ilâhiyyede beraat etmeyi cümlemize nasîb buyursun!

Allâh’ým! Bir ebediyet yolcusu olduðumuz þu dünyâda yerli edâsý ile bulunma gafletinden kalblerimizi muhâfaza buyur. Altýmýzdaki topraklarý çiðnerken, günün birinde çiðnenecek bir toprak olacaðýmýzýn derin hikmet ve irfânýný kalblerimize ihsân eyle! Ýslâm’ýn nûru gýdâmýz, Muhammedî rûhâniyet iklîmi teneffüsümüz, Allâh muhabbet ve rýzâsý saâdet cennetimiz olsun! Âmin!..


--------------------------------------------------------------------------------

Dipnot: 1) Bkz. Tâhâ Sûresi, âyet 43-44.



Osman Nuri Topbas

radyobeyan