Hakka ve hayra davet 1 By: sumeyye Date: 31 Ekim 2010, 15:32:58
Hakka ve Hayra Davet -1-
Akýl, idrak ve iz’an gibi fýtrî sermâyeleri ifsâd edilmemiþ her insan, içinde yaþadýðý hayat ve kâinâtý gönül gözü ile seyrettiðinde, onun boþ, gâyesiz ve hikmetsiz yaratýlmadýðýný kavramakta güçlük çekmez. Derin hikmetler ve ciddî gâyeler ile yaratýlan insanýn bu fânî dünyâda baþýboþ olmadýðý açýktýr. Zîrâ âyet-i kerîmelerde:
“Ýnsan, kendisinin baþýboþ býrakýlacaðýný mý zanneder!” (el-Kýyâme, 36)
“Sizi sâdece boþ yere yarattýðýmýzý ve sizin hakîkaten huzûrumuza geri getirilmeyeceðinizi mi sandýnýz.”
(el-Mü’minûn, 115) buyurulmuþtur.
Her insan, “ömür” adý ile hissesine isâbet eden hayat akýþýný; yâni insan ile kâinât arasýndaki râbýta ve beþik ile tabut arasýndaki münâsebeti kavrama zarûretindedir.
Kâinâta hâkim olan ilâhî nizâm ve kudret akýþlarý, akýl ve vicdan sâhiplerini, hikmet sahibi bir yaratýcýyý kabûle, yâni “îmân”a sevkeder. Fakat Allâh Teâlâ, insanlarýn îmanlarýnýn kâmil mânâda gerçekleþebilmesi için, onlara bir de hidâyet rehberi peygamberler göndermek sûretiyle, ilâve bir lutufta bulunmuþtur.
Bu lutuflarla nâil olunan “îmân” nîmetinin insana kazandýracaðý en mühim hasletlerden biri, þüphesiz ki “merhamet”tir. Merhamet, müminin kalbinde hiç sönmeyen bir ateþ gibidir. Bizi Rabbimize yaklaþtýran ilâhî bir cevherdir. Merhamet, insaný hodgâmlýktan diðergâmlýða sevkeden îmânýn bir lutuf meyvesidir. Zîrâ îmân nîmeti gönülde kemâle erdikçe, îmândan mahrumlara acýma hissi artar, onlar için gösterilecek gayret de ziyâdeleþir. Bundan dolayý kâmil bir müminin rûhu, etrâfýnda hidâyet dâvetine muhtaç insanlar varken, sýrf kendi îmâný ile tesellî bulamaz.
Hiç þüphesiz ki insan, âhiret yolculuðuna çýkmýþ fânî bir yolcudur. Bunu inkâr etmek, gözlerini yumup güneþi inkâr etmek kadar akla, mantýða ve vicdâna zýt bir keyfiyettir. O hâlde, hayatý bu hakîkat istikâmetinde tanzîm etmek de aklî, mantýkî ve vicdânî bir zarûrettir. Bu hayat yolculuðunda, müminin sâhip olduðu nîmetleri nefsine hasretmeyerek muhtaç olanlarýn irþâdýna gayret sarfetmesi, onun dînî ve vicdânî vazifelerinin en mühimlerinden biridir. Zîrâ insanlarý hakka, hayra, fazîlete, îmâna, sâlih amellere ve dolayýsýyla ebedî saâdete dâvet etmek; onlarýn kötülüklerden uzaklaþmalarýna yardýmcý olmak; ahlâk zaafýna uðrayýp rezâlet çukurlarýna ve küfür karanlýklarýna düþmemeleri için gayret göstermek, dünyâ ve âhirette en hayýrlý ve ecri büyük vazîfelerdendir. Bunun için de bir müminin, önce kendi þahsiyetini ikmâl etmesi gerekir. Zîrâ insanlarý hakka ve hayra irþâd için en tesirli vâsýta; hakkýn, hayrýn, fazîlet ve doðruluðun müþahhas bir timsâli hâline gelmektir.
Dînimizde bu hayra dâvet ve kötülüklerden sakýndýrma vazîfesine “emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker” adý verilir. Bu husustaki ilâhî emir, âyet-i kerîmede þöyle beyân edilmiþtir:
“Sizden, hayra dâvet eden, iyiliði emredip kötülüðü meneden bir topluluk bulunsun. Ýþte onlar kurtuluþa erenlerdir.” (Âl-i Ýmrân, 104)
Hakký bâtýldan, hayrý þerden, fazîleti rezâletten, olgunluðu hamlýktan ayýrabilmek için yegâne kýstas; dînin sesi yâni Allâh ve Rasûlünün emirleri ve tavsiyeleridir. Bu sesi yükseltmek, her müminin öncelikli vazîfelerindendir.
Cenâb-ý Hak, bir âyet-i kerîmede de teblið vazîfesinin “büyük bir cihâd” olduðunu þu þekilde bildirmektedir:
“(Rasûlüm) Kâfirlere aslâ boyun eðme ve bununla (bu Kur’ân ile) onlara karþý olanca gücünle büyük bir mücâhede ver!”(el-Furkan, 52)
Hakîkaten bu “büyük mücâhede” emrinin, henüz müminlerin müþriklerle mücâdele edecek güçlerinin bulunmadýðý Mekke döneminde, yâni cehâletin dehhâmeleþtiði, sapýklýðýn kudurduðu, fesat ve anarþinin hortladýðý, küfür ve ilhâdýn saltanat kurduðu bir devirde gelmiþ olmasý, cihâdýn en mühim mânâlarýndan birini ortaya koymaktaydý ki, bu da, Kur’ân-ý Kerîm’in tebliði idi. Zîrâ o dönemde müminlerin zâlimlere ve düþmanlarýna karþý ne savaþacak kadar güçleri, ne de ellerinde askerî techizatlarý vardý. Allâh’ýn kelâmýndan baþka ellerinde hiç bir þey yoktu. O hâlde âyet-i kerîmede bildirilen bu büyük mücâhede ve gayretin yegâne yolu, Kur’ân-ý Kerîm’in tebliði idi.
`
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i þerîflerinde þöyle buyurur:
“Sâdece þu iki kimseye gýpta edilir: Biri, Allâh’ýn kendisine Kur’ân verdiði ve gece gündüz onunla meþgul olan (onunla yaþayýp teblið eden) kimse, diðeri de Allâh’ýn kendisine mal verdiði ve bu malý gece gündüz O’nun yolunda infâk eden kimse.” (Buhârî, Ýlm 15; Müslim, Müsâfirîn, 266)
Kur’ân ile meþgûliyetin en fazîletli þekli; onu öðrenmek, öðretmek, onun ahlâkýyla ahlâklanmak, emir ve nehiyleri istikâmetinde bir hayat yaþamak, îmân zerâfeti ve yumuþak bir lisân ile tebliðinde bulunmaktýr. Kur’ân ile tebliðin, arzu edilen derecede güzel bir tesir býrakabilmesi, ancak Kur’ân ile meþgûliyette bu duygu derinliðine ulaþmýþ hassas müminlerin kârýdýr.
Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i öldürmek gibi menfur bir niyetle yola çýkan Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh-’ýn hidâyete ermesine vesîle olan, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ýn duâsý bereketine ilâveten, kýz kardeþinin evinde kalbî derinlikle okunan ve yaþanan bir Kur’ân’ýn tebliðinden ibâretti.
Diðer taraftan, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâb-ý kirâm hazretleri, Kur’ân-ý Kerîm’i ve dolayýsýyla Allâh’ýn dînini teblið yolunda bütün güçleri ile gayret sarfetmiþ, bu uðurda mallarýyla ve canlarýyla her türlü imkân ve kuvvetlerini seferber etmiþlerdi. Allâh Rasûlü’nün hidâyete dâvet eden mektubunu cellatlarýn önünde krallara korkusuzca okuyup teslim eden sahâbî, vazîfesi uðrunda canýný bile vermekten çekinmemiþti. Allâh Rasûlü’nün meþhur Vedâ Hutbesi’ni dinleyen takrîben 120 bin sahâbîden yaklaþýk ancak 20 bin kadarýnýn Mekke ve Medine’de medfûn olduðu düþünülürse, teblið dâvetinin ashâb-ý kirâm tarafýndan nasýl sýnýrlarý aþan bir heyecân þerâresi hâlinde yaþandýðý daha iyi idrâk edilir. Nitekim Çin’den Ýstanbul’a, Afrika’dan Kafkaslar’a kadar giden sahâbî, gittikleri her yerde hidâyet ve rahmet aþýsý yapmýþ, Ýslâm’ýn kaderinde þerefli bir mevkî kazanmaya muvaffak olmuþlardý. Böylece Mekke’den baþlayan hidâyet dâvetini bütün zaman ve mekânlara ulaþtýrmýþlardý.
Bilhassa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in insanlýðý hidâyete dâvet eden ilâhî mesajý tebliðde sarfettiði insanüstü gayret ve mücâdele, bir taraftan teblið vazîfe ve mesûliyetinin azamet ve ehemmiyetini ortaya koyarken, diðer taraftan da müminlerin bu hususta nasýl bir îmân heyecâný içinde yaþamalarý gerektiðini telkîn etmekteydi.
`
Cenâb-ý Hakk’ýn biz kullarýna en mükemmel bir örnek olarak gönderdiði Rasûl-i Ekrem
-sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hayatýný teblið vazîfesine adamýþtý. Müþriklerin dünyevî ve nefsânî bakýmdan son derece câzip tekliflerini reddettiðinde daha da artan eziyet, alay, hakâret ve haksýzlýklarýna mâruz kalmak dahî O’nu dâvâsý yolunda gayretten alýkoyamýyordu. Bu yolda en ufak bir sarsýlma kabûl etmeyecek kadar kararlý ve büyük bir îmân vecdi içerisinde idi. Daha teblið vazîfesinin baþladýðý en zayýf zamanlarýnda bile onu dâvâsýndan vazgeçirebilmek için müþriklerin yaptýklarý çok câzip tekliflere verdiði þu târihî cevap da bunu ortaya koymaktaydý:
“Vallâhi, Al lâh’ýn dî ni ni teb lið den vaz geç mem için, gü ne þi sað eli me, ayý da sol eli me ko ya cak ol sa lar, ben yine de bu dâ vâ dan vaz geç mem! Ya yü ce Al lâh, onu bü tün ci hâ na ya yar, (böylece) va zî fem bi ter; ya da bu yolda ölür gi de rim!” (Bkz. Ýbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, II, 64)
Hakîkaten Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ýslâm’ýn tebliði için hiçbir beþerin tâkat getiremeyeceði zahmet ve eziyetlere katlanmýþ, her türlü fýrsatý deðerlendirmiþ, insanlarýn gönüllerine hidâyet tohumlarý ekebilmenin bütün yollarýný tatbik ederek ümmete en güzel bir þekilde örnek olmuþtur.
Nitekim Peygamberliðinin ilk yýllarýnda müþriklerin hac için Mekke’ye geldikleri zamanlarda bizzat bütün kabîleleri dolaþýr, Ýslâm’ý onlara defâlarca anlatýrdý. Halkýn toplu hâlde bulunduklarý yerleri, sohbet meclislerini durmadan dolaþarak, rastladýðý herkesi, hür-köle, zayýf-kuvvetli, zengin-fakir ayýrt etmeden, evvelâ Allâh’ýn birliðine inanmaya dâvet ederdi.
`
Câbir -radýyallâhu anh- þöyle der:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliye devrinin bir hac mevsiminde vakfe mahallinde dâvâsýný hacýlara arz ediyor ve:
«–Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyþ, Rabbimin kelâmýný teblið etmeme mâni oldu.” diyordu. (Ebû Dâvud, Sünnet, 19-20)
Ayrýca Mekke’de kurulan Ukâz, Mecenne ve Zülmecâz gibi panayýrlarda kabilelerin konak yerlerine kadar gidip onlara kendisini tanýtýr, onlarý Allâh’ýn birliðini ikrâra ve yalnýz O’na ibâdet etmeye dâvet ederdi.
Bilhassa Taif’te mâruz kaldýðý hakâret ve eziyete raðmen O yine de Allâh’tan onlarýn kurtuluþunu niyâz ediyor, koca Taif’ten yalnýz Addâs adlý bir kölenin hidâyete ermesi bile, onun mahzun gönlüne ferahlýk bahþetmeye kâfî geliyordu. Gördüðü zulüm ve hakarete raðmen hiddete kapýlmayýp gönlünde af ve merhametin galebesi sebebiyle onlarýn hidâyetleri için duâ edebiliyordu.
`
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönlü, Taif halkýnýn kendisine yaptýðý zulümden mahzûn olmakla birlikte O’nu düþündüren asýl husus, teblið vazîfe ve mes’ûliyetinde noksanlýk ve zaafa düþme endiþesi idi. Nitekim o þartlar altýnda dahî Cenâb-ý Hakk’a þu þekilde ilticâ ediyordu:
“Allâh’ým! Kuvvetimin za’fa uðradýðýný, çâresizliðimi, halk nazarýnda hor ve hakîr görülmemi sana arzediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eðer bana karþý ga zaplý deðilsen, çektiðim mihnet ve belâlara aldýrmam! Ýlâhî, sen kavmime hidâyet ver; on lar bilmiyorlar. Ýlâhî, sen râzý oluncaya kadar iþte affýný diliyorum...”
Þu fânî hayatýn sonsuz zevkini tadabilmek, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz gibi, gönül bahçelerinden af ve merhamet râyihasý çýkarabilmekle mümkündür. Merhameti bütün sevdâlarýn üzerine yükseltmemiz zarûrîdir. Merhamet edelim ki, ilâhî merhamete lâyýk hâle gelelim ve Hak Teâlâ’nýn “Rahmân” sýfatýndan üzerimize bir tecellî nasib olsun.
`
Hak Teâlâ’nýn rahmeti öyle bir deryâdýr ki, yüreðimizin dolmasý için ondan sâdece bir damla kifâyet eder. O damla, gönle düþüp deryânýn lezzetini tattýrdýðý anda, o gönül deryâya kavuþmuþ olur. Birer rahmet deryâsý hâline gelen gönüller de ilticâ, duâ ve teblið ile hakîkî kývamýna ulaþýrlar. Böyle gönüller artýk, hâl lisâný ile “acýyýn bize” diye feryad eden, yaratýlýþ gâyesinden habersiz gâfillerin sessiz feryadlarýný duyar hâle gelir. O mâtemlerin civârýnda bulunur. Ýþte Taif, bu hâlin en müþahhas bir misâlidir. Güneþ için ýsýtmamak ve aydýnlatmamak nasýl imkânsýz ise kâmil rûhlar için de acýmamak ve dolayýsýyla hakký ve hayrý teblið etmekten bîgâne kalmak öyle imkânsýzdýr.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, muhakkak ki âlemlere rahmet olarak gönderilmiþti. Her ne kadar kimi insanlar bir zamanlar O’nun kýymetini takdîr edemeyip inkâr etmiþ, O’na hakâretin her türlüsünü revâ görmüþlerse de, onlarýn bu nevî taþkýnlýk ve kabalýklarý bile -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de merhametin gadaba gâlibiyetini engelleyememiþ, bilâkis onlara daha fazla acýmasý netîcesini hâsýl etmiþtir. Böylece, düþtükleri sefâleti saâdet zanneden nice muzdarip rûhlar, engin bir þefkat, müsâmaha, af ve merhamet deryâsý hâlindeki nebevî gönül iklîminde îmân þerefine nâil olmuþlardý.
`
Cenâb-ý Hak, Kur’ân-ý Kerîm’de þöyle buyurur:
“Siz, insanlarýn iyiliði için ortaya çýkarýlmýþ en hayýrlý ümmetsiniz; iyiliði emreder, kötülükten sakýndýrýrsýnýz...”
(Âl-i Ýmrân, 110)
Ýþte bizim de âyet-i kerîmede buyurulan “en hayýrlý ümmet” beyânýnýn muhtevâsýna girebilmemiz için, Rasûlullâh Efendimiz gibi mârufu yâni iyilik, fazîlet ve hayrý yaþayýp emretmemiz, münkerin yâni kötülük ve þerrin de hâricinde kalýp bundan nehyetmemiz gerekmektedir.
Cenâb-ý Hak, diðer bir âyet-i kerîmede de:
“(Ýnsanlarý) Allâh’a çaðýran, sâlih amel iþleyen ve «Ben Müslümanlar daným.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) buyurarak bu ulvî vazîfenin kendi katýndaki kýymetini bildirmektedir.
Ümmeti olma þeref ve bahtiyarlýðýna nâil olduðumuz Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in ebedî kurtuluþ dâvetini insanlýða duyurabilmek için canhýraþ bir þekilde vermiþ olduðu mücâdeleyi unutmayýp, O’nun bu sünnetini, ümmeti olarak ne kadar yaþayabildiðimizi sýk sýk muhâsebe etmeliyiz. Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ömrü boyunca yerine getirdiði bu vazîfesinin ümmeti tarafýndan da her hâlükârda devâm ettirilmesini istemektedir. O, her fýrsatta ümmetine teblið vazîfe ve mes’ûliyetini hatýrlatýp bunu teþvîk etmiþtir. Nitekim bir hadîs-i þerîflerinde:
“Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaþtýrýnýz.” (Buhârî, Enbiyâ, 50) buyurmuþ, diðer bir hadîs-i þerîflerinde ise:
“Bizden bir þey iþitip, onu aynen iþittiði gibi baþkalarýna ulaþtýran kimsenin Allâh yüzünü aðartsýn. (Çünkü) kendisine bilgi ulaþtýrýlan nice insan vardýr ki, o bilgiyi, bizzat iþiten kimseden daha iyi anlar ve tatbik eder.” (Tirmizî, Ýlim, 7) buyurarak ümmetini teblið vazîfesine teþvik etmiþlerdir.
Ayrýca, insanlýðý kötülük ve þerden, güzellik ve hayra dâvet eden bütün bu teblið ve îkâz vazîfelerinin, îmânýmýzýn bir nevî mihenk taþý mevkiinde olduðunu ihtâr eden þu nebevî beyân da çok ibretlidir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular ki:
“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buðzetsin, ki bu imânýn en zayýf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)
Diðer bir hadîs-i þerîfte ise Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz þöyle buyurmuþlardýr:
“Bana hayat bahþeden Allâh’a yemin ederim ki; siz ya iyilikleri emreder, kötülükleri önlersiniz, ya da Allâh kendi katýndan üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz fakat duânýz kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
Yâ Rabbî! Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker vazîfesinin ihmâlinden doðacak acý netîcelerden Sana sýðýnýrýz.
Yâ Rabbî! Beþeriyete en güzel bir örnek þahsiyet olarak armaðan ettiðin Rasûlünün güzel ahlâkýndan hisse alarak, hakka ve hayra dâvet vazîfemizi lâyýkýyla îfâ edebilmemizi ve Rasûlünün yüce þefaatine ermeyi, biz âciz kullarýna lutfeyle!
Âmin!..
Osman Nuri Topbas