Dini makale ve yazýlar
Pages: 1
Ruh ve cesed By: sumeyye Date: 30 Ekim 2010, 13:55:59
Ruh ve Cesed (Pâdiþâh ve Câriye)


Mükerrem ve mükemmel yaratýlan insan, diðer mahlûkattan farklý olarak iki rûhtan ibarettir. Biri, bütün mahlûkatta mevcûd olan "cân"dýr ki, cesedle beraber son bulur. Diðeri ise:

"Ona rûhumdan üfürdüðüm..." âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduðu vechile Cenâb-ý Hakk'dan gönderilen keyfiyetli rûhtur ki, cesede, ana karnýndaki geliþmesinin belli bir safhasýnda dâhil edilir. Bu rûhun bir adý da "rûh-i sultânî"dir. Cesedin aslý ise topraktandýr.

Her þeyin aslýna rucû etme temâyülü fýtrî olduðundan beden, topraktan hâsýl olan nîmetlere mütemâyildir. Bu temâyül, nihâyet onun topraða kalbolmasýyla sükûnet bulur. Rûh ise ilâhî nefhadan vücûda geldiðinden onun meyli de ulvîlikleredir. Hayat da, her insanda rûh ve beden arasýnda ebedî bir cidâle sahnedir. Rûhun asliyetinden doðan temâyüllerle bedenin asliyetinden doðan temâyüller arasýndaki mücâdelenin neticesi, bir insanýn "aþaðýlarýn en aþaðýsý" ile "yücelerin en yücesi" arasýndaki istikrar noktasýný saðlar.

Aþaðýdaki hikâyede Hazret-i Mevlânâ, insan bedenindeki rûh ve nefis olarak bu iki zýddýyetin birbirlerine tahakküm mücâdelesini, kavgasýný ve yekdiðerini te'sîr altýna alabilme gayretlerini temsîlî bir hikâye ile þöyle sergiler:

Her bakýmdan saltanat sahibi bir pâdiþâh vardý. Birgün saray erkânýndan yakýnlarýyla birlikte ava çýkmýþtý.

Yolda giderken güzel bir câriyeye rastladý. Câriye o kadar güzeldi ki, pâdiþâhý can evinden yaraladý ve bir anda kendisine râm etti. Ava giderken avlanmýþ bulunan pâdiþâh, içine düþtüðü sevdâ ateþinden biraz olsun serinleyebilmek için büyük meblaðlar vererek câriyeyi satýn aldý. Zîrâ bir kuþ kafeste nasýl çýrpýnýrsa, pâdiþâhýn da caný beden kafesinde öylece çýrpýnmaya baþlamýþtý.

Þimdi ise, câriyeyi satýn alýp arzusuna kavuþtuðu için kendine göre seâdeti bulduðunu zannediyordu. Ancak onun bu sürûru uzun sürmedi. Câriye, müthiþ bir hastalýða yakalandý ve gün geçtikçe mum misâli erimeye baþladý. Kurumuþ ve sararmýþ bir sonbahar yapraðýna döndü. An geldi yataktan kalkamaz oldu. Çâresiz ve dertli pâdiþâh, ne kadar mâhir ve meþhûr hekim varsa, hepsini topladý ve onlara:

"-Benim de, câriyemin de hayatý sizin elinizdedir." diyerek bu derde devâ bulmalarý için türlü diller döktü.

Makamýnýn husûsiyetini dikkate almadan acziyyet içinde yalvardý.

Hekimler de, maðrûriyetle:

"-Sultâným! Her birimiz tabâbette zamanýn Îsâ'sýyýz! Bil ki elimizde devâsý olmayan bir dert yoktur!" dediler.

«Ýnþâallâh» demediler. Ancak bu benlikleri kendilerini rezil ve rüsvây eyledi. Zîrâ yaptýklarý ilaçlarýn faydasý þöyle dursun, câriyenin hastalýðýný bir kat daha artýrdý. Zavallý câriye kýl gibi zayýfladýkça zayýfladý, tamamen bîtâb düþtü.

Bunu gören pâdiþâh, üzüntüye boðuldu. Çöl gibi kavrulan baðrýndan çýkan feryâd ü figânlarý, boðazýný düðüm düðüm eyledi.

Bütün dünyevî hekimlerin aczi üzerine nihâyet pâdiþâhýn aklý baþýna geldi ve mescide koþarak mihrabda secdelere kapandý. Gözyaþlarýyla yeri sýrýlsýklam ederek Rabbine ilticâ etti:

"Allâh'ým! Sen kalblerdeki bütün istekleri bilirsin! Bir fânî câriyeye esir oldum. Ey dertlere hakîkî derman olan! Beni kapýndan çevirme!" diye yalvardý, yalvardý, yalvardý..

Pâdiþâhýn bu deryâlar gibi coþkun yalvarýþý karþýsýnda Allâh'ýn lutuf ve merhamet deryâsý da coþmaya baþladý. Zîrâ samîmî gözyaþý, her zaman rahmet-i ilâhiyyeyi cezbeden bir müessirdi. Öyle ki, bîçâre pâdiþâhýn duâsýnýn kabul buyurulmasýna da müessir oldu ve Cenâb-ý Hakk, ona sâlih ve has kullarýndan birini, yâni ilâhî bir rehberi tedâvî için göndereceðini ilhâm etti.

Pâdiþâh neþ'e ve sürûr içinde saraya koþtu ve öteler âleminden gönderilen misâfirin gelmiþ olduðunu gördü. Nûrundan gözleri kamaþtý. Zîrâ onun nûru karþýsýnda güneþin aydýnlýðý bile sönük bir duman gibi kalýyordu. Pâdiþâh, büyük bir hayret ve hayranlýkla âdetâ baþsýz ve ayaksýz bir hâle gelmiþti. Gönlünde apayrý hâller hissetti ve gayr-i ihtiyârî olarak o þerefli misâfire:

"-Benim asýl sevdiðim, o câriye deðil, sensin. Fakat dünyâda iþ iþten çýkar. Allâh'ýn hikmeti ile sebeplerden sebep doðar." dedi.

O nûr yüzlü kudsî misâfiri muhabbetle kucakladý. Canýnýn içine soktu. Bir yandan o zâtýn elini, alnýný öpüyor, bir yandan da: «Acabâ halkýn gözünde perde mi var ki, bu hakîkate âmâdýrlar? Nasýl oluyor da bu kadar parlak bir mehtabý görmüyorlar?» diye düþünüyordu. Böylece târifsiz bir sürûra garkolarak: «Düþtüðüm iptilâya sabýr ve tahammül ile ne büyük bir mânevî hazîne buldum.» dedi. Sonra ona derdini açtý:

"-Ey bana Rabbimin hediyesi! Ey «Sabýr, sürûrun anahtarýdýr.» hadîsinin canlý mânâsý! Hoþ geldin! Anladým ki, sensiz baþýmýza ne kazâlar ve belâlar yaðar. Þu geniþ olan semâlar bile daralýr da bizi sýkmaya baþlar. Ýþte düþtüðüm dert!.." diyerek mânevî hekimi, hasta câriyenin yanýna götürdü.

Bu hekim, bir mâneviyat sultanýydý. Ýnce düþünüþ ve firâset sahibiydi. Hakk'ýn nûruyla hastaya daha ilk bakýþta teþhîsini yaptý:

Câriye bir gönül hastasýydý. Çünkü onun vücûdunda gerçekte hiçbir hastalýk yoktu. Ancak gönlü yaralý, gamlý ve perîþândý.

Durumu sultana kýsaca hulâsa eden mânevî hekim, câriyeyi konuþturabilmek için oradaki herkesi dýþarý çýkardý. Sonra onun nabzýný tutarak çeþitli suâller sormaya baþladý. Memleketini, baþýna gelen cevr u cefâlarý, belâlarý v.s. her þeyi sordu. Zîrâ ancak böylelikle câriyenin kimseye açmadýðý mahrem sýrlarýný çözecekti. Nitekim "Semerkand" adý geçtiðinde câriyenin nabýz atýþý hýzlandý. Yüzü kýzardý ve sarardý. "Kuyumcu" sözü geçtiðinde de kendini kaybedecek kadar sýrrýný ele verdi.

Arzu ettiði malumatý edinen mânevî hekim, sultandan derhal o kuyumcuyu getirtip câriyeyi ona vermesini istedi.

Pâdiþâh, çâresiz bu talebi yerine getirdi.

Böylece sevdiðine kavuþan câriye, gün geçtikçe iyileþmeye baþladý ve bir bahar dalý gibi eski güzellik ve letâfetine kavuþtu.

Asýl maksadý pâdiþâhýn derdine devâ bulmak olan mânevî hekim, mânevî vazîfesinin diðer kýsmýna geçti.

Kuyumcu için gâyet te'sîrli bir þerbet yaptý. Kuyumcu, þerbeti içti ve bir anda kýzýn gözü önünde yavaþ yavaþ erimeye baþladý. Zayýflayýp çirkinleþti. Baþtan aþaðý çirkinlik timsâli oldu. Ýzâfî güzellikleri kayboldu, abesleri ortaya çýktý.

Gün geçtikçe tükenen kuyumcu, nihâyet câriyenin gözünden düþtü ve bir müddet sonra da ölerek toprak altýna girdi. Böylece bîçâre câriye de, düþtüðü dünyevî iptilâlardan arýndý, tertemiz oldu.

Mesnevî'de anlatýlan bu hikâye, haddi zâtýnda iki ayrý cins arasýnda geçen bir aþk deðildir.

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-'un, hikâyeye baþlamadan evvel beyân buyurduðu gibi bu hâl, aslýnda bizim hâlimizin hikâyesidir.

Yâni bu hikâye, rûhun Allâh'dan bu ten kafesine üflendikten sonra insan için baþlayan imtihanlarla dolu binbir hikmetli mâcerâyý ihtivâ eder. Diðer bir ifâdeyle içimizdeki Mûsâ ile Firavun'un hikâyesidir.

Rûhun rûhânî bir âlemden ayrýlýp bu âleme gönderilmesi ve beden elbisesine büründürülerek bir nefis ýslâhý ile tekrar vahdet âlemine döndürülmesi, bu hikâyenin vak'alarý dolayýsýyla ârifâne bir þekilde ortaya konulmaktadýr.

Dolayýsýyla hikâyede geçen pâhiþâh, Allâh tarafýndan insana nefhedilmiþ olan rûh-i sultânîyi temsîl eyler.

Câriye, nefsin sembolü; kuyumcu da, nefsin bir ömür peþinde sürüklendiði hevâ-hevesler, dünyevî raðbetler, eskiyen, zevâl bulan geçici câzibelerdir.

Hekim ise, Rabbanî tabîb, yâni mürþid-i kâmildir.

Buna göre insanýn hikâyesi þöyledir:

Vuslat sarayýndan ayrýlan pâdiþâh, yâni rûh-i sultânî, çýktýðý mârifet avýnda önüne çýkan câriyeyi, yâni nefsi görünce kendi mevkî ve þerefini unutarak onun câzibesine kapýlýr. O anda yaratýlýþ gâyesi olan kulluk ve mârifeti unutur. Âdetâ kendisi avlanýr ve nefsinin esiri olur. Onun isteklerini yerine getirip nefsini memnûn etmek için elinden gelen her þeyi yapmaya baþlar.

Ancak nefs, tabîatý îcâbý olarak gözü dâimâ aþaðýlardadýr. Esfel-i sâfilîne doðrudur. Orayý seâdet zanneder. Onun kuyumcuya olan aþký, dünyevî istekleri, altýn ve gümüþü fazla sevmesi, onlara kul köle olmasýný ifâde eder. Nefis, bu yönüyle rûha bir tek nazar bile etmemektedir. Yâni rûh ne kadar onun arkasýndan koþarsa, nefs ondan o kadar uzaklaþmaktadýr.

Bundan muzdarip olan rûh da, onu birçok hekimlere gösterir. Hepsi de âciz kalýr ki, bunlar mâneviyata ehil olmayan kimseleri temsîl eyler. Zîrâ onlar, derûnî dâvâlara çâre bulamazlar. Oysa hâzýk bir hekime, yâni Rabbanî rehbere ihtiyaç vardýr. Nitekim gerçek bir þeyh-i kâmili bulduðunda rûh, onda Allâh'ýn nûrunu seyreder: «Benim gerçek mahbûbum sensin!» der ve daha evvel gönül verdiði nefsin pençesinden kurtulmak için onun verdiði talimatlarý harfiyyen yerine getirir. Böylece perestiþ ettiði dünyâ nîmetleri onun gözünde aþaðýlanýr, kalbini tatmîne medâr olacak muhabbetullâha tevcîh gerçekleþir. Hikâyemizdeki kuyumcunun hâzýk tabîb, yâni mürþid-i kâmil tarafýndan çirkinleþtirilmesi, bu hikmete mebnîdir. Mürþid, müridin terbiyesinde kalbi dünyevî iþtihâlardan temizleyebilmek için o kalbde böylesine yer eden fânî sevgilileri Cenâb-ý Hakk'ýn "er-Rakîb" ism-i þerîfinin tecellîsi ile aþaðýlatýp gözden düþürür. Bu bakýmdan Rabbanî hekimin kuyumcuya verdiði þerbet, onun ilk bakýþta gözlere gizli kalan asýl çehresini göstermek içindir ki, bununla Rabbanî hekim âdetâ þöyle demek ister:

"Sen, ey ilkbahar güzelliðine karþý dudak ýsýran, hayran olan kimse! Bir de sonbaharýn sararmýþ hâline ve soðukluðuna bak!"

"Þafak vaktinde güzel güneþin doðuþunu görünce, gurûb zamaný, onun ölümü demek olan batýþýný hatýrla!"

"Her fânî bu mâcerâyý yaþar. Her þeyin kemâl ve cemâli zevâle mahkûmdur."

"Kezâ cam gibi nergis bakýþlý mahmur bir gözü, sonunda çipil olmuþ ve sularý akmaða baþlamýþ bir halde görürsün!"

"Ey yaðlý ballý yemekler ve nefis gýdâlar görüp imrenen! Kalk helâya git de onlarýn âkýbetini gör!"

"Bir ömür boyu peþinden koþtuðun fânî alâka ve raðbetlerin ilk ve letâfetli hâllerine bak! Sonra onlarýn nasýl pörsüdüklerini ve ne hâllere girmiþ olduklarýný seyret; ibret al!.."

"Bu fânî âlem, sana tuzaðýný kurmuþ ve o vâsýta ile nice ham ervâhý aldatýp perîþân etmiþtir."

"Aklýný baþýna alýp sen ona tuzaðýný kur ve hüsrânýn elinden kurtulmaya çalýþ!"

"Aynadaki son nakþa bak! Bir güzelin ihtiyarlýðýndaki çirkinliðini ve binânýn harâbe hâline geleceðini düþün de aynadaki yalana aldanma!"

Mânevî hekimin bu nasîhatlerini iþiten nefis de, nihâyet bütün istediklerinin fânî ve gel-geç boþ arzular olduðunu kuyumcunun eriyip ölmesi, yâni gönülden kaybolmasý neticesinde dünyevî bütün ihtiraslarýndan sýyrýlarak temizlenir, rûha lâyýk bir mahbûb olur. Anlar ki, ehl-i irfânýn verdiði zehir bile canlara safâ, rûhlara gýdâ bahþetmektedir. Yâni onlarýn sunduðu iksîrler, gönlün ve nefsin içinde çöreklenen ve zaman zaman þâha kalkan nice sinsi yýlanlarý ve zehirli akrepleri bertaraf eyler ve kul Hakk'ýn gönül sarayýndaki yerini bulur.

 

Osman Nuri Topbas

radyobeyan