Aile evden gidiyor By: sidretül münteha Date: 12 Eylül 2010, 16:14:16
Aile Evden Gidiyor

Aile Evden Gidiyor
“GELÝYORUM” DÝYEREK GELENLERDENDÝ. AYAK SESLERÝ DUYULALI EPEY ZAMAN OLMUÞTU ZÝRA. YERYÜZÜNDE OLABÝLECEK EN KÖTÜ ÞEYLERDEN BÝRÝ OLUYOR, HAKÝKAT GÜNEÞÝNÝN GURUB ETTÝÐÝ GARP DÝYARINDA BAÞLAYAN KARANLIKLI BÝR HALET ADIM ADIM BÝZÝM DÜNYALARIMIZA DOÐRU GELÝYOR; AÝLE EVDEN GÝDÝYORDU.
Ailenin evden gitmesi, çok þeyin elden gitmesi demekti. Bunun böyle olduðunu biliyordum. Zira, bu yöndeki bir dizi fiilî gözlemin ötesinde, ‘yüksek fikir alçalýþlarý’ný keþif yolculuðunun en kritik dönemecinde karþýmýza çýkan ‘kemal’ formülünün bir ucunun aileye çýktýðýný görmüþ bulunuyordum. ‘Kemal,’ celâl ile cemalin buluþmasý, yani celâl içinde cemalin, cemal içinde celâlin varlýðý ise, insan kemalini ancak aile içinde bulabilir demekti. Aile, celâl-cemal dengesinin bir mihveriydi.
Fâtýr-ý Hakîm, erkeði celâlin, kadýný ise cemalin öne çýktýðý bir fýtratta yaratmýþtý çünkü. Erkekte kuvvet, himaye, muhafaza, hakimiyet gibi celâlî vasýflar tebarüz ediyor; bu arada, bir kadýnda görüldüðünde ancak övgüye yol açan kimi haller erkekte zaaf telâkki ediliyordu. Meselâ, itaatkâr, tavýr koymayan, teslimiyetçi erkekler pek takdir edilmezdi. Öte yandan, kadýn þefkat, merhamet, güzellik ve letafet timsaliydi. Ona da, erkeðe yakýþan hallerin bir kýsmý hiç mi hiç yakýþmýyordu. Erkekte övgüye deðer haslet olarak vakar, kadýnda geçimsizlik, huysuzluk ve dikbaþlýlýk suretinde tezahür ediyordu. Hiç ‘Hayýr’ diyemeyen bir erkek ne kadar hor görülüyorsa, ‘Evet’ özürlüsü hanýmlar da o oranda hoþgörülmüyordu.
Erkeðe celâl, hanýma cemal yakýþýyordu açýkçasý. Ancak, ‘kemal’e dair keþfimizi hatýrlarsak, o cemalin gayet kemalde bir cemal olmasý için zýmnýnda celâli taþýmasý gerekiyor; celâlin ise, gayet kemalde bir celâl olmasý için cemal ile tadili icab ediyordu. Meselâ, celâlin bir tezahürü olarak hüküm veya idare, þefkat ve rahmeti de içinde barýndýrýyorsa kemalini buluyordu. Kuralý gözeten, ancak kiþiye özel durumlarý hiç göze almadan gözeten kiþiler ‘mükemmel idareci’ olamýyor, verdikleri hükümlerin ‘mükemmel’liðinden de söz edilemiyordu. ‘Kuralcý’ öðretmenler de baþarýlý olamýyor, zira sevilmiyorlardý. Öte yandan, terbiye gibi cemalin tezahürü bir vasýf, içinde rahmet ve þefkatin yanýsýra kural ve ölçü barýndýrýyorsa kemalini buluyordu. Çocuðunun bir dediðini iki etmeyen annelerin çocuklarý iyi yetiþmiþ çocuklar olmazlardý. Fazla yumuþak huylu öðretmenlerin sýnýflarýndan öðrenciler pek birþey öðrenmeden çýkarlardý.
Cemalin kemalini celâl ile, celâlin ise cemal ile bulduðuna dair, hayatýn içinden, böylesi bir dizi örnek daha getirmek olasýydý. Ancak, bu kadar örnek dahi, bir gerçeðin ucunu görmemiz için yeterliydi. Açýkçasý, erkek kemalini hanýmýyla, haným ise kocasýyla bulmaktaydý. Erkek ve kadýn, tek baþýna kaldýðýnda, iki yarým insan gibiydiler. O yüzden, bize celâl-cemal dengesiyle birlikte kemalin en mükemmel örneðini sunan Resûl-i Ekrem (a.s.m.) “Evlenmek benim sünnetimdir” buyurmamýþ mýydý? Yine bu sýrdandýr ki, kendi özel durumuna binaen evlenememiþ bir büyük insan, öte yandan “Evlenmeli!” ikazýnda bulunan, “Bekar bîkardýr” diyen kiþiydi. Bekar erkeðin çocukluktan tam kurtulamadýðýna, bekar kadýnýn ise bir derece erkekleþtiðine iþaret eden kiþi de oydu.
Velhasýl, aile kemalin adresiydi, ev celâl ile cemalin buluþtuðu yerdi, aile hayatý celâl-cemal dengesinin mihveriydi. Ýnsan olarak, eþimizi bulabildiðimiz ve ‘eþ’ olabildiðimiz ölçüde huzur, sükun ve kemal buluyorduk. Hz. Âdem ve Havva’dan bugüne, insanlýk gerçeði buydu.
Ne ki, insanlýk tarihi içinde neredeyse ‘fýtrata baþkaldýrý’yla özdeþleþmiþ modern zamanlar, çok hakikatin yanýsýra, aile hakikatini de atlamýþtý. Modern zamanlar, aileye karþý iki yönlü bir sapmanýn zamanýydý. Bir yanda ‘bireysellik’ üzerine aþýrý bir vurguyla, kiþiler ‘eþ’ olmadan, aile hayatý kurmadan yaþamaya yönelmiþ; öte yanda ‘aile’ hakikati toplum adýna çiðnenmiþti. Bireyselliði teþvik eden, zira satýlacak ürün ve satýn alacak müþteri sayýsýný bu þekilde çoðaltan kapitalizm aileyi ‘birey’ adýna törpülemeye meyyaldi. Faþizm ile sosyalizm ise, devlet yahut toplum adýna aileye darbeler indirmiþlerdi.
Sonuçta, öyle ya da böyle, modernler evsizdi. Aile çökmüþtü zira. Batý dünyasýnýn hakim rengi, tek-kiþilik evlerdi. Nice erkek, iþten dönüþünde ona kapýyý açacak bir eþi olmadan yaþýyor; nice kadýn ise, kocasýna kapýyý açma gibi bir nimetin uzaðýnda bulunuyordu. Zira, çoðu insan, ‘eþ’ olamayýp ‘partner’liðe sukut etmiþ durumdaydý. Enaniyetlerin kamçýlandýðý, emniyet ve sadakatin zedelendiði bir ortamda evlenenlerin ise yarýsý, hayatýnýn geri kalan kýsmýný boþanmýþ kiþiler olarak geçirmekte; bu arada eskaza çocuk adlý o güzelim emanete muhatap olunmuþsa, o güzelim çocuklarýn tek yüreði iki parçaya bölünmekteydi. Çoðu evli çiftin her iki üyesi de dýþarýda çalýþtýðý için vaktinin büyük kýsmýný evden uzakta geçirmekte; onlarýn çocuklarý dahi, bir aile atmosferini lâyýkýnca teneffüs edememekteydi.
Ailenin çöküþüyle gelen ise, en hafif haliyle psikolojik çöküntü, en aðýr haliyle ahlâkta ve hayatta müthiþ bir çöküþ ve sapma idi.
Ailenin ihmale uðradýðý ve de çöktüðü Batý dünyasýnda gözümüze çarpan her bir dengesizlik, ailenin önemine ve önceliðine dair birer uyarý mesajýydý esasýnda. Dengenin adresi evdi, aileydi. Aile evden gidince, evde aile diye birþey kalmayýnca, ortalýðý eksik insanlar doldurmaktaydý. Ortadakiler, yarým erkekler, yarým kadýnlardý. Dahasý, bu eksik insanlar, eksikliklerini evsiz ve ailesiz biçimde tamamlama uðrunda, daha da eksikleþmedeydi. Celâli kendi baþýna temine çalýþan kadýnlar erkekleþir, cemali kendi baþýna bulmaya çalýþan erkek kadýnlaþýrdý. Eh, duygu ve davranýþça erkekleþen kadýnlar da, kadýnlaþan erkekler de þu zamanýn bir gerçeði deðil miydi? Kendini kadýn gibi hisseden, kadýn gibi giyinen, kadýn gibi yaþayan erkeklerin Batýdaki müthiþ artýþý neyin nesiydi? Hem, kadýnlarýn erkeklerin yaptýðý herþeyi yapabilirliðine kendini adamýþ feminizm, kadýnlarýn erkekleþmesi vâkýasýnýn yeterli bir deliliydi.
Vâkýa bu kadarla kalsa, manzara-i umumî yüreðimi incitse bile, bunun üstesinden gelebilirdim belki. “Kendi düþen aðlamaz” diyebilirdim. “Zarara kendi rýzasýyla girene, zarara bile bile razý olana merhamet edilmez” diye düþünebilirdim. Ancak, bu umumî manzaranýn orasýnda burasýnda, baþkalarýnýn düþüþü yüzünden düþmeye ve aðlamaya mahkum çocuk siluetleri vardý. Ýþte asýl bu durum, yüreðimde sýzým sýzým sýzlayan yarayý iyice depreþtiriyordu. Yarým erkekler ve yarým kadýnlar ortasýnda, çocuklar iki parçaydýlar. Aile evden gidiyorsa, çocuklar elden gidiyordu. Ailenin çöküþü nisbetinde boþanmalar arttýkça, çocuklar celâl-cemal dengesinin uzaðýna düþüyor, hayat vadisinde tek kanadýyla uçmaya mahkum halde yetiþiyordu. Kimisi, ona sarýlýp okþayacak annesinden, kimi onu sýmsýký sarýp sýkacak babasýndan uzaklardaydý. Boþanmasa bile evden kopmuþ aile hayatlarýnda dahi, durum bir derece iyi gözükse de, elbette olmasý gereken durum da deðildi. Eþler iþteydi. Aile evden gidiyor, çocuklar, yuvalarýný býrakýp ‘yuva’ya gidiyordu. Çocuklar, bu halde de, ana-babadan mahrum haldeydiler; bakýlýp büyütülmeleri için ele güne gidiyor; ve de elden gidiyorlardý.
Esasýnda, meselenin baþýnda ve merkezinde, erkekler vardý. Bir erkek olarak, bunu açýkça görüyordum. Rabb-ý Rahîm, biz erkekleri, ailenin maiþetini teminle vazifeli kýlmýþtý gerçi; o yüzden babalar günün önemli bir kýsmýnda evlerinin dýþýndaydý. Çoluk çocuðun geçimini temin gibi haklý ve önemli bir mazeretleri de vardý. Ne var ki, çoluk çocuðun geçimini temin için, geçimi temin edilen çoluk çocuðun ihmale uðradýðý da ortadaydý.
Seneler ve seneler önce o çok sevdiðim sokak arasý gezmelerinden birinde bir apartmanýn önünden geçerken duyduðum, yüreðimi hâlâ sýzlatan diyalog, tam da bundandý. Saat akþamýn neredeyse sekizi olmak üzereydi. Oradaki küçük kýzlardan biri ötekini oyuna çaðýrýyor, o ise “Babamý bekliycem. Neredeyse gelir” diye karþýlýk veriyordu. Saat sekizin pek de erken bir vakit olmayýþý bir yana, öteki kýzýn buna verdiði cevap tam anlamýyla içler acýsýydý. “Benim babam biz yattýktan sonra geliyor” diyordu küçük kýz. Babasý, onlar henüz yatarken, tekrar iþe gidiyordu. Kýzcaðýz, o yüzden, hafta sonlarýný iple çekiyordu.
Biliyordum; o küçük kýz, hele büyük þehirlerde, bir istisna deðildi. Nazarlar dünyaya yönelip ihtiyaç listesi biriktikçe, normal mesailer yetmemeye baþlýyor; nice erkek, çoluk çocuðu için, çoluk çocuðunu göremeyecek kadar çok çalýþýyordu.
Bu hengâmda beni en ziyade çarpan þey ise, bir hafta içinde yaþadýðým üç ayrý hadiseydi. Zira, her üç hadise, þu veya bu þekilde, ailenin ihmali tablosunun aile konusunda en ziyade hassas olmalarý beklenen ehl-i dine de sirayetini haber vermekteydi.
Ýlki, sevdiðim, saydýðým, þu ülkede hatýrý sayýlýr bir iþlevi olacaðýna da inandýðým biriyle ilgiliydi. Bir meseleye binaen kendisini evinden telefonla aramýþ; bulamayýnca, ertesi akþam tekrar ararým deyip kapatacak iken, ertesi akþam da eve geç geleceði cevabýyla karþýlaþmýþtým. Eve not býrakmam isteniyordu; zira, aradýðým kiþi, elbette ucunda hayýr ve hak olan iþlere binaen, geç saatlere kadar dýþarýda olabiliyordu.
Ayný hafta, diniyle diyanetiyle tanýdýðým bir baþka kiþiyi daha aramam gerekmiþti. Yazýk ki, o da evde yoktu. Birkaç gün sonra tekrar aradým. Gene yoktu. Bir sonraki akþam; yine yoktu. Tam “Ben tekrar ararým” demek üzereydim ki, eþi, arama sebebimi sordu. Sonra, saklanamayan bir sitemi de taþýyan ses tonuyla, “Onu evde zor bulursunuz” dedi. Telefonu kapattýðýmda, not defterimde, ertesi gün aramak üzere iki ayrý iþ telefonu yazýyordu. Ýki ayrý iþ: Günün çoðu kýsmýnda ya þundaydý, ya bundaydý.
Üstüste gelen bu iki olayýn rikkatime dokunduðu bir hengâmda elime geçen ve ‘denge’ nazarýyla ‘sünnet’i deðerlendiren ufuk açýcý bir kitabýn önsözü ise, hüznümün tuzu biberiydi. Zira, Rahmân sûresinde dört defa zikre medar ve de kâinata mihenk olmuþ ‘denge’ gibi bir konuyu ele alan; hem de ‘sünnet’in dengeyi hayatlarýmýzda teminin vesilesi olduðunu vurgulayan bu güzelim eserin ‘önsöz’ünde yazar ‘çocuklarýn bakýmýný tamamen üstlenerek kendisinin böylesi ilmî çalýþmalarda yoðunlaþmasýna imkân hazýrlayan eþine’ teþekkür etmekteydi.
Görebildiðim kadarýyla, ailenin evden gidiþinin nirengi noktasý buydu. Erkekler maiþeti temin diyerek veya iman yoluna hizmeti gerekçe edinerek ev dýþýna çýkmýþ, ancak vaktinde eve dönmeyi unutmuþlardý. Babalar evde yoktu. Eh, n’apsýnlar, dýþarýda vazife çoktu. Millet memleket hizmet bekliyordu.
Ya bizimkiler? Ya kendi eþimiz, kendi çocuklarýmýz?
Onlarý ‘çantada keklik’ mi görüyorduk, baþka bir gerekçeye mi yaslanýyorduk bilinmez, onlar ihmale uðramýþlardý. Hanýmlarýmýz, çocuklara tek baþýna bakmaya memur idiler sanki. Çocuklarýmýz, babalarýný, babalarýnýn gönlünden koptuðu kadarýyla görerek büyümeye mecbur idi sanki.
Hani, çocuðumuz hafiften “Baba bugün birlikte oynayalým” diyecek olsa, o ezberlik diskuru tekrar sahnelemeyi marifet edinmiþtik. “Bak oðlum, sana güzel oyuncaklar almam, çikolatalar getirmem için...” Hem, eþlerimiz biraz da evi hatýrda tutmamýzý isteseler, maiþeti teminin hayatlarýmýzdaki vazgeçilmez önemi ve dýþarýdaki hizmetin önceliði üzerine bir açýklama getirmeyi ne de güzel becerirdik!
Ýþte öyle diye diye ev ihmale uðrayýnca, siyasetçe ve gerekçe üretme cihetince erkeklerin yanlarýnda acemi kaldýðý taife-i nisânýn birer mümessili olarak eþlerimiz, bizi bizim gerekçelerimizle karþýlardý elbet. Gün gelir; maiþeti daha rahat teminin, çocuklara iyi bir gelecek hazýrlamanýn, kira yükünden bir an önce kurtulmanýn, bir an önce ekonomik özgürlüðümüze kavuþarak iman hizmetine daha fazla zaman ayýrmanýn, baþka bir dizi þeyin formülü olarak, kendilerinin de çalýþmasý gereðinden söz ederlerdi. Hiçbiri, “Aslýnda hepsi hikâye; seni evde daha fazla göremediðim için üretilmiþ gerekçeler bunlar” diyemezdi. Çünkü, ihtimal ki, böyle deseler dahi eve daha fazla vakit ayýracaðýmýza ve günün birinde bu vakti dar zamanda ilk feda edilecekler listesine yazmayacaðýmýza dair emniyetleri yoktu. Hiçbiri, “Sen eve para getiren kiþi olarak kendine deðer, serbesti ve özgürlük atfediyorsun. Madem deðerin ve serbestliðin ölçüsü para; öyleyse ben de para kazanarak deðer kazanma yoluna baþvuracaðým” da diyemezdi. Çünkü, çocuklarý ele güne býrakarak gireceði bu yolculuða vicdanýnýn pek hoþ bakmadýðýný o da biliyordu. Öte yandan hanýmýn dýþarýda çalýþmasýnýn aile bütçesinden ziyade yuvalara, servislere, giyim maðazalarýna.. katký saðladýðýný, iktisatçý George Gilder kadar, o da görebiliyordu.
Ama, bir kere taþlar yerinden oynayýnca, taþlarý yerine yerleþtirmek zordu. Erkekler ayný zamanda bir ‘eþ’ ve bir ‘baba’ olduklarýný unutmuþ gözüktüðü oranda, zahirî gerekçesi her ne olursa olsun, kadýnlar da ayný zamanda bir ‘eþ’ ve bir ‘anne’ olduklarýný unutmuþ gözükmeye meyyal oluyordu. Erkek dýþarýda çalýþmayý ‘deðer’ ölçüsü kýlýnca, kadýn da kendini deðerli kýlmak için dýþarýda çalýþmaya yöneliyordu. Erkek evin dýþýný özgürlük alaný gibi gördüðü nisbette, kadýn evi esaret alaný veya hapishane olarak algýlýyordu. Erkeðin ‘dýþarýdaki hizmet’i vurguladýðý oranda, kadýn da kendisine ‘dýþ hizmetler’ buluyordu.
En hazini, bu olup bitenler hengâmýnda, faturanýn çocuklara yazýlmasýydý. Yuvasýndan alýnan çocuklar sözde ‘yuva’ya emanet ediliyor, ana kucaðýndan kopan çocuklar anaokuluna býrakýlýyor, annesinin esirgediði ihtimamý para karþýlýðý çocuða bakan bakýcýnýn sergilemesi bekleniyordu.
Küçük yaþta yuvaya býrakýlan o çocuklarýn yüzündeki yetimâne ifadeyi, yolumun düþtüðü sokaklarda bir kreþ veya yuva varsa durup duvarýnýn gerisinden onlarý seyrederken farkeden yalnýz ben miydimMetin Karabaþoðlu