Dini makale ve yazýlar
Pages: 1
Yakin imkan uzak tehlike By: sumeyye Date: 07 Eylül 2010, 18:06:09
Yakin imkan uzak tehlike

BEDÝÜZZAMAN SAÝD Nursî’nin bir asýr önce yayýnlandýðý halde bugün Türkiye toplumunun henüz gelemediði bir idrak seviyesine iþaret eden Münazarat’ýnda, özellikle hürriyet-istibdad gerilimi paralelinde, Osmanlý saltanatýna dair eleþtiriler de vardýr. Ýslâm’ý Osmanlý saltanatýyla özdeþleþtirdikleri için meþrutiyeti ve hürriyeti Ýslâm adýna kötü bulanlar, bu münazaralar esnasýnda, artýk gayrimüslimlerin de askere alýnmasýný ve gayrimüslimlerden de valiler, kaymakamlar atanýp mebuslar seçilmesini meþrutiyetin kötülükleri arasýnda zikrederler.

Bediüzzaman’ýn bu itirazlara verdiði cevap, Osmanlý tarihine dair eleþtirel bir okuma niteliði taþýdýðý gibi, Hz. Peygamber’in mirasýnýn —‘saltanat siyaseti’ paradigmasýna teslim olmadan okunmamasý þartýyla— sunduðu imkânlara da dikkat çekmektedir.

‘Gayrimüslimin askerliði’ni caiz bulmayanlara, kolayca unutuverdikleri bir tarihî gerçeði hatýrlatýr Bediüzzaman: “Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ýn, Arab müþriklerinden muahid ve halifleri vardý. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise, ehl-i kitabdýr.” Hem, “Düvel-i Ýslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ý müslim, askerlikte istihdam olunmuþtur. Yeniçeri Ocaðý buna þahiddir.”

Sonra, þu eleþtirel tarih okumasýný dile getirir:



“Neslen ve serveten tedennimize ve gayrimüslimlerin terakkisine sebep, askerliðin bizde münhasýr olmasý idi. Zira bundan kaç asýr evvel þu devletin nüfus-u Ýslâmiyesi kýrk milyondan fazla idi. Ve þimdilik, içimizdeki o gayrimüslimler, o vakitte yalnýz beþ-altý milyon idi. Servet ve ticaret elimizde idi. Halbuki biz yirmiye yuvarlandýk, fakr bataklýðýna düþtük; onlar, fakrýn ayaðý altýndan çýkýp servetin baþýna binerek, on milyona çýktýlar.
Bunun en mühim sebebi: Meselâ, senin dört oðlun varsa, askerlik mülahazasýyla evlenmezler. Þayet evlenseler, memuriyet ilcâsýyla kedi yavrusu gibi her tarafta gezdirerek, mahsul-ü hayatýný zayi edecektir. Delil istersen Van’a git; bir Ermeni kapýsýný, bir Ýslâm dergâhýný aç, bak. Göreceksin ki, Ermeni evi on saðlam delil gösterecek, Ýslâm’ýn evi iki zayýf bürhaný nazar-ý ibrete arzedecektir.”
 


Bu cümleler ardýndan gelen “Eskiden Ýslâmlar zengin, onlar fakir idiler. Þimdi her yerde kaziye bilakistir. Hikmeti nedir?” sorusuna Bediüzzaman’ýn verdiði cevap da, ayný hatta ilerlemektedir. Ýki sebep sýralayan Bediüzzaman, ikinci sebep olarak “Biz, gayr-ý tabiî ve tenbelliðe müsaid ve gururu okþayan imaret maiþetine el atýp, belamýzý bulduk” der. “Nasýl?” sorusuna karþý da, bu tahlilini þöyle izah eder:



“Maiþet için tarîk-i tabiî ve meþru ve zîhayat, sanattýr, ziraattir, ticarettir. Gayr-ý tabiî ise, memuriyet ve her nev’iyle imarettir. Bence imareti, ne nam ile olursa olsun medâr-ý maiþet edenler, bir nevi cerrar ve aceze ve seeledir—fakat hilebaz kýsmýnda... Bence memuriyete veya imarete giren, yalnýz hamiyet ve hizmet için girmelidir. Yoksa, yalnýz maiþet ve menfaat için girse, bir nevi çingenelik eder. Ýþte, memuriyet filcümle ve askerlik bilcümle bizde olduðu için, servetimizi israf eline verip neslimizi etrafa saçýp zayi ettik. Eðer öyle gitseydi, biz de elden giderdik. (...)”


Takip eden soru-cevaplarla meseleyi müzakereye devam eden Bediüzzaman’ýn ortaya koyduðu þablon açýktýr: Osmanlý hanedaný, gayrimüslime güvenemediði için ordunun komutasýný tamamen Müslümanlara verdiði gibi, sivil bürokrasiyi de aðýrlýklý olarak Müslümanlara tahsis etmiþtir. Askerî veya sivil, ‘imâret’i, yani emîrliði, bugünün diliyle âmirliði Müslümanlara tahsis eden bu anlayýþýn kaçýnýlmaz bir sonucu, Osmanlý sýnýrlarý içinde yaþayan gayrimüslimlerin kendilerine kapalý devlet kapýlarý karþýsýnda sanat, ticaret ve ziraate yönelmeleri; Müslüman tebaanýn ise tam aksine bu konularda, özellikle de sanat ve ticarette giderek gerilemesidir. Halbuki, rýzkýn, maiþetin asýl mecrasý sanat, ticaret ve ziraattir.

Sanatý, ticareti ve ziraati insanlýk için asýl geçim yollarý olarak zikrederken Bediüzzaman’ýn kullandýðý üç vasýf özellikle dikkat çekicidir: Bu üçü, kazancýn tabiî yoludur; yani, sanat, ticaret ve ziraat insan fýtratýna muvafýk ve denk düþmektedir. Bu üçü, kazancýn ‘meþru’ yoludur da. Çünkü üçünde de, elle tutulur bir ‘ürün’ ortaya konmaktadýr. Gerçi savaþla gelen ganimet de caizdir; ama o savaþýn adil bir savaþ olmasý, ‘ganimet’i esas alan ‘iþgalci’ bir savaþ olmamasý þartýyla...

Üçüncüsü ve belki en önemlisi, bu üç geçim vasýtasýnýn ‘zîhayat’ oluþudur. Eski dönemin þartlarýný düþünürsek; askerseniz, ganimet toplar, geçinirsiniz. Memursanýz, ahaliden vergi toplar, yine geçiminizi garantilersiniz. Yeni dönemin þartlarýnda ise, her iki halde, kazancýnýz zaten devlet garantisi altýndadýr; devlet tamamen çökmediði sürece alacaðýnýz bir maaþ vardýr, emekliye ayrýldýktan sonra, yine geçiminiz belli bir maaþa baðlanmýþ durumdadýr. Neticede, üretmeseniz de kazandýðýnýz ‘gayr-ý tabiî’ bir maiþet mecraýdýr ortada olan. Dahasý, bu mecra ‘tenbelliðe müsaid’ ve ‘gururu okþayan’ özelliðiyle bilhassa tehlikelidir. Çünkü tenbelliði tahrik eden ‘maaþým nasýl olsa garanti’ psikolojisi de, insaný baþkalarýndan ve hal-i âlemden ders almaktan uzak düþüren ‘gurur’ hali de, neticede duraðanlaþtýrýcý, âtýl býrakýcý bir niteliðe sahiptir. Zaten garantili bir geçiminiz vardýr; hayatý doðru okumanýz, iyi okumanýz, kendinizi buna göre sürekli yetiþtirmeniz ve geliþtirmeniz þart deðildir. Halbuki sanat da, ticaret de, ziraat de hayatý doðru okumayý, deðiþen þartlara uyum gösterebilmeyi, ilkeli ama esnek olabilmeyi, farklýlýðý içselleþtirmeyi gerektirir. Hayat da böyle deðil midir? Her canlý, hayatiyetini sürdürebilmek için, belli bir esnekliðe, kývraklýða, ortamý iyi okuyabilme, deðiþen þartlara uyum gösterebilme yeteneðine ve farklý unsurlarý bir kývamda buluþturabilme gibi yeteneklere sahip olma durumundadýr.

Neticede, Osmanlý þartlarýnda ‘imâret’e odaklanmýþlýk Müslümanlarýn hayrýna olmamýþtýr. Ancak ganimetle düzgün iþleyen bu yapý, sanat ve ticaret gibi ‘zîhayat’ olmadýðý için zaman içinde önce baþkalarý ilerlerken Osmanlýnýn gerilemesi ve bu gerilemenin askerî alana da sirayet etmesinin ardýndan gelen yenilgiler ve kopmalarla ganimet düzeninin de çökmesiyle büsbütün týkanmasý sonucunu getirmiþtir.

Bediüzzaman’ýn sözkonusu tesbitleri, görüldüðü üzere, hakkýnda bir dizi kitap çalýþmasýyla olaylar, olgular ve süreçler dahilinde irdelenmeyi gerektirecek kadar dikkat çekici.

Bu tesbitler ýþýðýnda yüzümüzü daha yakýn tarihe çevirdiðimizde ise, karþýmýza þöyle bir tablo çýkýyor: Cumhuriyeti kuran kadrolar ise, ‘imâreti’ yalnýzca Müslümanlara yakýþtýran Osmanlý zihniyetinin aksine, ‘dindar’ insanlarý potansiyel tehlike olarak gördüðü için askeriyeden de, sivil bürokrasiden de uzak tutmayý yeðledi. Dahasý, devlet eliyle besleme bir burjuvazi üretilirken, dindar insanlar yine itinayla ‘ihale düzeni’nden uzak tutuldular. Cumhuriyet Türkiyesi’nde dindar insanlarý, dindar kaldýðý sürece geçimini ve saadetini devlet kapýsý dýþýnda aramaya iten bu durum, açýk bir kayýrmacýlýk ve haksýzlýk içermekle birlikte, uzun vadede kayýrýlanlarýn aleyhine, haksýzlýða uðrayan dindarlarýn ise hayrýna bir sonuca vesile oldu. Cumhuriyetin ‘imtiyazlý’ beyaz Türkleri daha az emek ve daha az yetenekle bürokrasi kademelerinde yükselir iken; dindarlýðýndan dolayý asker-sivil bürokraside kendisine ‘ekmek olmadýðý’ný gören nice müstaidler daha da fazla emek sarfetmeyi, daha da fazla yetenekle donanmayý bir gereklilik olarak gördükleri gibi, sivil zeminlerde, ticarette, sanayide kendilerine bir mecra aradýlar.

Sonuçta, maaþýný devletten alan beyaz Türkler ve sýrtýný devlete dayamýþ beyaz burjuva bu ‘gayr-ý tabiî’ mecrada hayatý ve dünyayý doðru okuma yeteneðini günbegün yitirirken, ellerindeki bütün imkânlarla marjinalize etmeye çalýþtýklarý dindarlar ‘zîhayat’ olmanýn gerektirdiði esneklik, kývraklýk, ortamý iyi okuyabilme, deðiþen þartlara uyum gösterebilme, farklýlýklarý bir kývamda buluþturabilme gibi yeteneklerle her alanda giderek mesafe katettiler.

Düne kadar “Eller aya, biz yaya” diyerek bütün geriliklerin suçlusu ilan ettikleri dindarlara þarlayanlarýn þimdi ‘ulusalcý’ bir akýl tutulmasý yaþýyor olmalarý, “Dindarlar da, dünya da iþbirliði içinde bize karþý” çözümlemeleri eþliðinde ‘dahilî ve haricî bedhahlar’ söylemine sýðýnmalarý boþuna deðil.

Özetle, Osmanlý þartlarýnda da, Cumhuriyet dönemi þartlarýnda da, zýt kutuplar için de olsa, ortak bir durumla karþýlaþýyoruz: ‘Ýmâret,’ güce ve garantili bir maaþa yaslanmýþlýðýn eþiðinde insaný hayattan koparýyor; duraðan, âtýl ve dolayýsýyla önce gerilemeye, sonra kaybetmeye mahkum hale getiriyor.

Durum buysa, ister bürokratik kademeler açýsýndan, ister ihale düzeni bakýmýndan bugün devlet imkânlarýnýn kendileri için açýk hale geldiðini düþünen dindarlarýn bu ‘yakýn imkân’ýn üreteceði ‘uzak tehlike’nin farkýnda olmalarý gerekiyor.

Hem Osmanlý, hem Türkiye Cumhuriyeti tecrübesi gösteriyor ki, kazancýn aslî mecraý ‘devlet kapýsý’ olmamalý. Ve öte yandan, devlet yönetiminde ve devlet imkânlarýnýn sevk ve idaresinde temel ilke, ‘itikadî’ veya ‘ideolojik’ yakýnlýk deðil, eþitlik ve liyakat olmalý.

Aksi halde, herkes kaybediyor: ya peþinen yahut gelecekte...


 
Metin karabasoglu

radyobeyan