Ruh Nedir? By: ehlidunya Date: 19 Aðustos 2010, 13:49:43
Ruh Nedir? Gürünmemesi Olmamasýna Ýþaret Olabilir mi?Neden Vücudun Kemali ve Hakiki Vücudu Hayat Ve Ruh Ýle Olur?
Vücudun kemali, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Þuur, hayatýn ziyasýdýr. Hayat, herþeyin baþýdýr ve esasýdýr. Hayat, herþeyi herbir zîhayat olan þeye mal eder. Bir þeyi, bütün eþyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir þey-i zîhayat diyebilir ki: "Þu bütün eþya, malýmdýr. Dünya, hanemdir. Kâinat mâlikim tarafýndan verilmiþ bir mülkümdür." Nasýlki ziya ecsamýn görülmesine sebebdir ve renklerin -bir kavle göre- sebeb-i vücududur. Öyle de: Hayat dahi, mevcudatýn keþþafýdýr. Keyfiyatýn tahakkukuna sebebdir. Hem cüz'î bir cüz'ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî þeyleri bir cüz'e sýðýþtýrmaya sebebdir. Ve hadsiz eþyayý, iþtirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemalât-ý vücudun umumuna sebebdir. Hattâ hayat, kesret tabakatýnda bir çeþit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir. Bak hayatsýz bir cisim, büyük bir dað dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnýzdýr. Münasebeti yalnýz oturduðu mekân ile ve ona karýþan þeyler ile vardýr. Baþka kâinatta ne varsa, o daða nisbeten madumdur. Çünki ne hayatý var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne þuuru var ki, taalluk etsin. Þimdi bak küçücük bir cisme, meselâ balarýsýna. Hayat ona girdiði anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebatatlarý ile, öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: "Þu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir."
Ýþte zîhayattaki meþhur havass-ý zahire ve bâtýna duygularýndan baþka, gayr-ý meþ'ur saika ve þaika hisleriyle beraber o arý, dünyanýn ekser enva'ýyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahib olur. Ýþte en küçük zîhayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çýktýkça, öyle bir inbisat ve inkiþaf ve tenevvür eder ki; hayatýn ziyasý olan þuur ile, akýl ile bir insan kendi hanesindeki odalarda gezdiði gibi, o zîhayat kendi aklý ile avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer. Yani, o zîþuur ve zîhayat manen o âlemlere misafir gittiði gibi, o âlemler dahi o zîþuurun mir'at-ý ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar.
Hayat, Zât-ý Zülcelal'in en parlak bir bürhan-ý vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en latif bir tecelli-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakþ-ý nezih-i san'atýdýr. Evet, hafî ve dakiktir. Çünki enva'-ý hayatýn en ednasý olan hayat-ý nebat ve o hayat-ý nebatýn en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanýp açýlarak neþv ü nema bulmasý, o derece zahir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ý Âdem'den beri hikmet-i beþeriyenin nazarýnda gizli kalmýþtýr. Hakikatý, hakikî olarak beþerin aklý ile keþfedilmemiþ. Hem hayat, o kadar nezih ve temizdir ki; iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, pâktýr, þeffaftýr. Dest-i kudret, esbabýn perdesini vaz'etmeyerek, doðrudan doðruya mübaþeret ediyor. Fakat, sair þeylerdeki umûr-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyat-ý zahiriyeye menþe' olmak için esbab-ý zahiriyeyi perde etmiþtir.
ELHASIL: Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud deðildir, ademden farký olmaz. Hayat, ruhun ziyasýdýr. Þuur, hayatýn nurudur. Mademki hayat ve þuur, bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem þu âlemde bilmüþahede bir intizam-ý kâmil-i ekmel vardýr. Ve þu kâinatta bir itkan-ý muhkem, bir insicam-ý ahkem görünüyor. Madem þu bîçare periþan küremiz, sergerdan zeminimiz, bu kadar hadd ü hesaba gelmez zevil-hayat ile, zevil-ervah ile ve zevil-idrak ile dolmuþtur. Elbette sadýk bir hads ile ve kat'î bir yakîn ile hükmolunur ki; þu kusûr-u semaviye ve þu büruc-u samiyenin dahi kendilerine münasib zîhayat, zîþuur sekeneleri vardýr. Balýk suda yaþadýðý gibi, güneþin ateþinde dahi o nurani sekeneler bulunur. Nâr nuru yakmaz, belki ateþ ýþýða meded verir. Madem kudret-i ezeliye bilmüþahede en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halkeder ve gayet ehemmiyetle madde-i kesifeyi, hayat vasýtasýyla madde-i latifeye çevirir ve nur-u hayatý herþeyde kesretle serpiyor ve þuur ziyasýyla ekser þeyleri yaldýzlýyor. Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu noksansýz hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakýn ve münasib olan sair seyyalat-ý latife maddeleri ihmal edip hayatsýz býrakmaz, camid býrakmaz, þuursuz býrakmaz. Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîþuuru kesretle halkeder ki; hayvanatýn pekçok muhtelif ecnaslarý gibi pekçok muhtelif ruhanî mahluklarý, o seyyalat-ý latife maddelerinden halkeder. Onlarýn bir kýsmý melaike, bir kýsmý da ruhanî ve cin ecnaslarýdýr. Melaikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücudlarýný kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve makul olduðunu ve Kur'anýn beyan ettiði gibi onlarý kabul etmeyen, ne derece hilaf-ý hakikat ve hilaf-ý hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divanelik olduðunu þu temsile bak, gör:
Ýki adam; biri bedevi, vahþi; biri medenî, aklý baþýnda olarak arkadaþ olup Ýstanbul gibi haþmetli bir þehre gidiyorlar. O medenî muhteþem þehrin uzak bir köþesinde pis, periþan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hane; amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acib bir fabrika içinde çalýþýyorlar. O hanenin etrafý da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onlarýn medar-ý taayyüþü ve hususî þerait-i hayatiyeleri vardýr ki, onlarýn bir kýsmý âkil-ün nebattýr, yalnýz nebatat ile yaþýyorlar. Diðer bir kýsmý âkil-üs semektir, balýktan baþka bir þey yemiyorlar. O iki adam, bu hali görüyorlar. Sonra bakýyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âlî kasýrlar görünüyor. O saraylarýn ortalarýnda geniþ tezgâhlar ve vüs'atli meydanlar vardýr. O iki adam, uzaklýk sebebiyle veyahut göz zaîfliðiyle veya o sarayýn sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle; o sarayýn sekeneleri, o iki adama görünmüyorlar. Hem þu periþan hanedeki þerait-i hayatiye, o saraylarda bulunmuyor. O vahþi bedevi, hiç þehir görmemiþ adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki þerait-i hayat orada bulunmadýðýndan der: "O saraylar sekenelerden hâlîdir, boþtur, zîruh içinde yoktur." der, vahþetin en ahmakça bir hezeyanýný yapar. Ýkinci adam der ki: "Ey bedbaht, þu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruh ile, amelelerle doldurulmuþ ve biri var ki, bunlarý her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafýnda boþ bir yer yoktur. Zîhayat ve zîruh ile doldurulmuþtur. Acaba hiç mümkün müdür ki: Þu uzakta bize görünen þu muntazam þehrin, þu hikmetli tezyinatýn, þu san'atlý saraylarýn onlara münasib âlî sekeneleri bulunmasýn? Elbette o saraylar, umumen doludur ve onlarda yaþayanlara göre baþka þerait-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balýk yerine baklava yiyebilirler. Uzaklýk sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliði veya onlarýn gizlenmekliði ile sana görünmemeleri, onlarýn olmamalarýna hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rü'yet, adem-i vücuda delalet etmez. Görünmemek, olmamaða hüccet olamaz.
Ýþte þu temsil gibi, ecram-ý ulviye ve ecsam-ý seyyare içinde küre-i arzýn hakaret ve kesafeti ile beraber bu kadar hadsiz zîruhlarýn, zîþuurlarýn vataný olmasý ve en hasis ve en müteaffin cüz'leri dahi, birer menba-ý hayat kesilmesi, birer mahþer-i huveynat olmasý, bizzarure ve bilbedahe ve bittarîk-ýl evlâ ve bilhads-is sadýk ve bilyakîn-il kat'î delalet eder, þehadet eyler, ilân eder ki: Þu nihayetsiz feza-yý âlem ve þu muhteþem semavat, burçlarýyla, yýldýzlarýyla zîþuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nârdan, nurdan, ateþten, ýþýktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalât-ý latifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîþuurlara, Þeriat-ý Garra-yý Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur'an-ý Mu'ciz-ül Beyan, "Melaike ve cânn ve ruhaniyattýr" der, tesmiye eder. Melaikenin ise, ecsamýn muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yaðmura müekkel olan melek, þemse müekkel meleðin cinsinden deðildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onlarýn da pekçok ecnas-ý muhtelifeleri vardýr.
Þu nükte-i esasiyenin hâtimesi: Bittecrübe, madde asýl deðil ki, vücud ona müsahhar kalsýn ve tabi olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. Ýþte o mana, hayattýr, ruhtur. Hem bilmüþahede madde, mahdum deðil ki herþey ona irca' edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatýn tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattýr. O hakikatýn esasý da ruhtur. Bilbedahe madde hâkim deðil ki, ona müracaat edilsin, kemalât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasýn hükmüne bakar, onun gösterdiði yollar ile hareket eder. Ýþte o esas; hayattýr, ruhtur, þuurdur. Hem bizzarure madde lüb deðil, esas deðil, müstekar deðil ki, iþler ve kemalât ona takýlsýn, ona bina edilsin; belki yarýlmaða, erimeðe, yýrtýlmaða müheyya bir kýþýrdýr, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebînî bir hayvanýn ne kadar keskin duygularý var ki, arkadaþýnýn sesini iþitir, rýzkýný görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardýr. Þu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleþmesi nisbetinde âsâr-ý hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teþeddüd ediyor. Güya madde inceleþtikçe, bizim maddiyatýmýzdan uzaklaþtýkça ruh âlemine, hayat âlemine, þuur âlemine yaklaþýyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha þiddetli tecelli ediyor. Ýþte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve þuur ve ruhun tereþþuhatý bulunsun; o perde altýnda olan âlem-i bâtýn, zîruh ve zîþuurlarla dolu olmasýn. Hiç mümkün müdür ki: Þu maddiyat ve âlem-i þehadetteki mananýn ve ruhun ve hayatýn ve hakikatýn þu hadsiz tereþþuhatý ve lemaat ve semeratýnýn menabii, yalnýz maddeye ve maddenin hareketine irca' edilip izah edilsin. Hâþâ ve kat'â ve aslâ! Bu hadsiz tereþþuhat ve lemaat gösteriyor ki: Þu âlem-i maddiyat ve þehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiþ tenteneli bir perdedir.
radyobeyan