Sizden Gelenler( Güncel Meseleler )
Pages: 1
Tekfir Meselesi 5 By: neslinur Date: 08 Haziran 2010, 13:09:08
Bazý Âlimlerin Tekfirle Ýlgili Görüþleri
 
Hasan el-Hudaybî ve Tekfir
 

Mânâlarýný Bilmediði Halde Þehâdet Keli­mesini Söyleyen Kiþinin Müslüman Olmadýðýný Söylemenin Yanlýþlýðý
Þimdi de günümüzde þehâdet kelimesini söyledi­ði halde; bu kelimenin Rasûlullah’ýn peygamber olarak gönderildiði sýradaki anlamýnýn deðiþmiþ ve artýk bunlarýn gerçek mânâlarýnýn kalmamýþ olduðunu gerekçe göstererek; onlarýn müslüman olmadýklarý­na hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara þöyle diyoruz: Kelime-i þehâdet'in anlamý, hâ­lâ insanlar arasýnda yaygýn þekilde mevcuttur; hatta Kur'ân-ý Kerim'in iniþinden öncekinden daha açýk ve yaygýn bir þekilde bilinmektedir. Ayný zamanda ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin mânâlarýnýn, insanlar arasýnda yaygýnlýk kazanmýþ olmasý ile onlardan "Lâ ilâhe illâllah, Muhammedun Rasûlullah" þehâdetini yapa­cak olan bir kimsenin þehâdetinin kabul edilmesi için, bu þehâdet kelimesini bu þekilde bilmesi gerek­tiðini ve ancak o takdirde müslüman olacaðýna hü­küm verilebileceðini belirten ve bunlar arasýnda baðlantý kuran þer’î bir þartýn varlýðý söz konusu de­ðildir. Böyle bir þartý ortaya koymak, þeriata yeni bir þey ilâve etmektir. Bunu söyleyen kiþinin bu iddiasý­nýn kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ýn kitabý'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.
 
Rasûlullah’ýn (s.a.s.) sözleri ve davranýþlarý þer'an uyulmasý gerekli olan hususlardýr. Ýþte onun söz ve davranýþlarý sonradan ortaya konulmuþ bulunan ve fazladan olan bu ilâve, þeraite ters görüþ ortaya koy­maktadýr: Çünkü Rasûlullah (s.a.s.) Yüce Allah'ýn dini­ne, ister Araplardan, ister sonradan Araplaþmýþ olanlardan, isterse baþka yerlerden getirilmiþ olan kölelerden dalga dalga Allah'ýn dinine girmiþ olanla­rýn Müslümanlýðýný kabul etmiþ olduðu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halk­larýnýn da Ýslâm'a giriþlerini kabul etmiþ ve bu konuda onlardan her birisinden þehâdet kelimesini iyice an­ladýklarýný ortaya koyacak, onlarýn belirli mânâyý anlamýþ olduklarýný kesin olarak açýða çýkartarak herhangi bir uygulamaya giriþmemiþ yahut da onla­rýn kendi aralarýnda bu þehâdete yaygýn olarak veri­len belirli bir muayyen mânâlarýn ne olduðu üzerin­de durmamýþtýr. Hatta Hz. Peygamber'in huzurunda Araplardan olan bazý kiþilerin birtakým sözlerin mânâlarýný bilmedikleri de ortaya çýkmýþtýr. Az önce sunmuþ olduðumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnektir. Hz. Peygamber'in Ýslâm'a giriþle­rini kabul etmiþ olduðu bazý kimselerin, Allah'tan baþka ilâh olmadýðýna dair þehâdetlerinde, birtakým anlamlarý bilmedikleri de ortaya çýkmýþtýr. Nitekim "sen de bize onlarýn silâh astýklarý aðaçlarý olduðu gibi, silâhlarýmýzý asacaðýmýz bir aðaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir. Hz. Peygamber’in bu uygulamasý bizlere þunu gösteriyor: Kelime-i Þehâdet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibâdet, din, Kelime-i Þehâdet'in mefhumu ve benzeri diðer þer’î hükümleri bilmeyiþi, müslümanlýðýna zarar vermez. Müslüman olduðuna hüküm vermeye engel teþkil etmez. Þer’î hükümler diðer müslümanlara nasýl uygulanýyorsa, ona da öy­lece uygulanýr. Ýþte bu -hadiste tevâtür olarak bili­nen ve bir haberin doðruluðunu ispat etmek, bilginin kesinliðini ortaya koymak açýsýndan en saðlam tevâtür çeþitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar naklede geldiði bir delildir.
 
Rasûlullah’ýn (s.a.s.) kendisi de Arap olsun ya da ol­masýn bütün insanlara peygamber olarak gönderildi­ðini biliyordu. Þu hadis-i þerif de onundur: "Ben, in­sanlarla Allah'tan baþka ilâh olmadýðýna þahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edince­ye kadar savaþmakla emrolundum..."
 
Evet, istisnasýz olarak bütün insanlar arasýnda hiç bir ayýrým gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasýnda fark gözetmeden, Arapça konuþsun veya konuþmasýn ayýrým sözkonusu olmaksýzýn bütün insanlar hakkýnda Allah'ýn hükmü budur. Emîn Rasûlün söylediði, yaptýðý ve uyguladýðý da bundan ibarettir. Eðer þehâdet kelimesini söylemek açýsýn­dan Arapça konuþanlarla konuþmayanlarýn hükmü farklý olsaydý yahut da Arapça konuþanlarla konuþmayanlara farklý uygulamalar ve baðlayýcýlýk söz konusu olsaydý ve ancak bundan sonra kiþilerin müslümanlýðý hakkýnda hüküm vermek mümkün olsaydý, Rasûlullah (s.a.s.) bunu açýklamadan etmezdi. Diðer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen þarta geçerlilik kazandýrmamazlýk ve uygulamamazlýk etmezdi. "Rabbin unutkan deðildir." [1]
 
Bu ayrýmý, fark gözetmeyi ortaya ko­yanlar ve bu fazladan þartý öngörenler Rasûlullah’ýn (s.a.s.) hadisine, onun sâbit uygulamasý­na ve hiçbir hilaf söz konusu olmaksýzýn gelen þeri­at hükümlerine muhâlefet etmiþ ve Allah'ýn þeriatý­nýn dýþýnda ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belge­leyecek nassýn varlýðý söz konusu olmaksýzýn dine yeni bir þey eklemiþ olur.
 
Diðer taraftan müslümanlar hem sahâbe döne­minde, hem de Tabiîn döneminde Þam (bugünkü Su­riye) bölgesini, Ýran'ý, Irak'ý, Mýsýr'ý, Kuzey Afrika'yý, Sudan'ý, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkanlar'ýn bir kýsmý­ný, Hindistan'ý ve bazý yerleri de fethettiler. Bunlarýn hepsi Arapça bilmeyen insanlarýn yaþadýklarý ülke­lerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmýþ olduðu nakilden de anladýðýmýza göre, Sahâbe ve Tâbiîn bu ülkelerde yaþayan insanlarýn müslüman ol­malarý için Kelime-i Þehâdeti (yani Allah'tan baþka hiç bir ilâh bulunmadýðýný ve Muhammed'in Allah'ýn Rasûlü olduðunu kabul edip dilleriyle) söylemelerini yeterli görmüþler ve bu konuda icmâ' etmiþlerdir. Bu þehâdeti söyleyen kimseler bu þehâdeti söylemekle kanlarýný ve mallarýný korumuþlar, onlara Ýslâm Þe­riatýnýn hükümleri uygulanmýþtýr. Bunlar daha son­ra Ýslâm Þeriatýnýn bilmedikleri diðer hükümlerini yavaþ yavaþ öðrenmeye baþlamýþlardýr. Hiçbir kim­se kalkýp da dilleriyle söylemiþ olduklarý "þehâdet kelimesinden sonra bir þart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleþmesi söz konusu olmadýðý sü­rece Ýslâm'a giriþlerinin kabul edilemeyeceði" kana­atine varmamýþtýr. Diðer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taþýdýklarý mânâlarý, câhiliye dönemi Araplarý arasýnda yaygýn olduðu þekliyle Arapça'yý bilmeyen bu toplumlar arasýnda, þu anda bizim aramýzdakinden daha fazla yaygýn olduðunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir þey deðildir." [2]
 
Hudaybî nasslardan hareketle oluþturduðu red­diye sürecinde tekfirde aþýrý gidenlerin birçok iddi­alarýna cevap vermektedir. Meselâ iman ettiði halde kendisine bazý hükümler ulaþmayan kiþiler hakkýn­da þu görüþleri serdetmektedir:
 
Ýki kiþinin bile -hatta yalnýz müslümanlar ara­sýnda deðil, bütün din mensuplarý dâhil olmak üze­re- ihtilâf etmedikleri bir konu vardýr, ki o da þudur: Rasûlullah (s.a.s.), kendisinin insanlara getirmiþ oldu­ðu dinin dýþýnda herhangi bir dine baðlý kalan her­kesin kâfir olduðunu, kesin olarak belirtmiþtir. Bu bakýmdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söy­lediðini söylüyor; vermiþ olduðu hükmü veriyoruz.
 
Yine iki kiþinin ihtilâf etmediði diðer bir konu þu­dur: Hz. Peygamber kendisine tabi olan, getirmiþ ol­duðu þeylerin tümünü tasdîk eden ve bunlarýn dýþýn­da kalan bütün dinlerden uzaklaþan herkese iman sýfatýný kesin olarak vermiþ bulunuyor. Biz de bura­da duruyor ve buna herhangi bir þey eklemiyoruz.
 
Ýman ettikten sonra Yüce Allah'ýn dilediði her­hangi bir mezhebe göre itikad eder yahut da her­hangi bir fetvâya baðlanýr ya da Allah'ýn dilediði herhangi bir ameli iþlerse ve bu konularda Peygam­ber’den (s.a.s.) kendisine inandýðýnýn, amel ettiðinin ya­hut da söylediðinin hilâfýna herhangi bir hüküm ulaþmamýþ ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulaca­ðý hiç bir þey yoktur. Peygamber’in (s.a.s.) o konularda­ki hükmü kendisine ulaþmadýðý sürece bu böyledir.
 
Bir þey hakkýnda bir inanca sahip olan yahut onun hakkýnda bir þey söyleyen yahut da amelde bulunan bir kimse, o þey hakkýnda hüküm veriyor demektir. Þayet ameliyle hakka karþý inatlaþarak muhâlefet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fâsýk bir mü'mindir. Eðer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaþmýþ olan hakka muhâlefet ediyorsa o takdirde o kâfirdir, müþ­riktir. Çünkü Rasûlullah (s.a.s.)'ýn hakemliðini kabul et­memiþ ve onun verdiði hükme teslimiyetle baðlan­mamýþtýr. Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkâm ile ilgilidir; ibâdetlerle, fetvâlarla ilgili konu­larý tümüyle kapsar." [3]
 
Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tâðutlara uyma ile ilgili âyetleri yüzeysel deðerlendiren ve sonuçta herkesi kâfir sayan yaklaþýmlarýna ise þöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadýr:
 
"Tâðut'a ittiba eden (tâbi olan, uyan) kâfirdir" de­meye gelince, bu cümlenin yorumlanmasý ve açýklan­masý gerekir... Eðer ittiba Allah'tan baþkasýna mut­lak olarak inkýyad edip baðlanmak ve ona itaat et­mek anlamýnda olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartýþmasýz olarak kâfir olur. Ama bu tâbi oluþ yalnýz­ca amel ile olup mutlak olarak baðlanmanýn zarûretine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece âsîdir, kâfir de­ðildir. Ýþleyen kiþiyi kâfir yaptýðýna ve sadece ameli dolayýsýyla bile olsa, ondan iman sýfatýný kaldýrdýðý­na dair nass vârid olan hususlar ise bundan müstes­nâdýr." [4]
 
Hudaybî'nin bu sözleri aslýnda kitabýn deðiþik yerlerinde devamlý vurgulanan diðer birçok âlimin görüþlerinin benzerinden baþka birþey deðildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleþtirilerinden birisi de Kur’an âyetleriyle muhâtap oluþlarýndaki yanlýþ yöntemdir. Bu konuyu da þöyle izah ediyor: "Yüce Allah dilemiþ olsaydý, bütün ahkâmý yal­nýzca Kur’ân-ý Kerim'de yahut da sadece hadîs-i þeriflerde toplayabilirdi. Yine Yüce Allah dilemiþ olsay­dý her bir mesele ile ilgili hükmü bizâtihî bir tek âyet­te nassa baðlar, yahut da bir tek hadiste hükme bað­lardý. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kiþi arasýnda bile farklý görüþ ortaya çýkmazdý. Elbette ki Yüce Allah, hiç bir þeyden acze düþ­mez. Fakat O'nun irâdesi bundan baþkasýný murad etmiþtir: "O, yaptýðýndan sorulmaz. Fakat onlar soru­lurlar." [5]
 
Örnek olarak þunu verelim: Kur’ân-ý Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talâk (boþanma) ile ilgili birtakým hükümler ihtivâ etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasýnda yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talâk ile ilgili baþka âyetler buluyo­ruz. Bundan sonra Kur’ân-ý Kerim'in son taraflarýn­da yer alan Talâk Sûresi'nde de talâk ile ilgili pek çok hükmün bulunduðunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrý olarak sahîh ve Rasûlullah’a (s.a.s.) kadar senedi ulaþan ve ayný konu ile ilgili hadisler de buluyoruz. O halde bizim yapmamýz gereken þudur: Yüce Allah'ýn bizden ne istediðini bilmemiz, onun istediði hükmün ne olduðunu anlayýp ona itikad edip uygulamamýz için bütün bunlarý bir araya getirmemiz, toplamamýz gerekir. Þayet bizler birtakým âyetleri býrakýp baþka­larýyla amel edecek olursak yahut birtakým hadisle­ri býrakýp sadece diðer birtakým hadislerle amel edersek ya da hadisi býrakýp âyetlerle yahut âyetleri býrakýp hadislerle amel edecek olursak, -terkettiðimiz ve gereðince amel etmediðimiz için- asî olmuþ, günah kazanmýþ oluruz. Üstelik Yüce Allah'ýn hükmünü kasdî olarak deðiþtir­meye ve sözleri yerinden oynatýp tahrif etmeye, Yüce Allah'a yalan iftirada bulunmaya da kalkýþmýþ oluruz. Çünkü sözün bir kýsmýný nakledip bir kýsmý­ný nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatýp tahrif etmiþ, deðiþtirmiþ olur.
 
Rasûlullah (s.a.s.) bizlere, âyetlerle hadîsleri bir ara­da deðerlendirmeyi, onlar arasýnda karþýlaþtýrma yapmayý, bunlarýn hangisinin has, hangisinin âmm olduðunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vâcip olan þer'î hükmü çýkartmayý öðretmiþ bulunuyor.
 
Meselâ, sahih olarak sâbit olduðuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) namaz kýlmakta olan bir kiþiye ses­lenmiþ, o da: "Namazla meþgul olurken baþka birþeyle uðraþmamak gerekir" þeklindeki umûmî (âmm) emirle ve namazda herhangi bir þekilde konuþmak ve baþka zamanlarda câiz olan iþleri yapmak sahih/doðru deðildir, hükmüyle amel ederek ona cevap yermedi. Namaz kýlan namazýný bitirince Hz. Peygamber, ses­lendiði zaman kendisine cevap vermekten neyin alý­koyduðunu sormuþ, onun namaz ile meþgul ol­duðunu bildirmesi üzerine, Hz. Peygamber ona Yüce Allah'ýn þu buyruðunu hatýrlatýp görüþüne karþý çýk­mýþtý; "Ey iman edenler, size hayat verecek þeylere çaðýrdýklarý zaman Allah'ýn ve Rasûlü'nün çaðrýsýna koþun."
 
Rasûlullah’ýn (s.a.s.) kendi ameli ve sahâbîlerin bu konudaki uygulamalarý ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Hz. Osman'ýn altý ay hamilelik döneminden sonra doðum yapan kadýnýn recm edilmesine dair olan emrini, buna karþýlýk Hz. Ali’nin (r.a.) ona Yüce Allah'ýn; "Onun (ana karnýnda) taþýnmasý ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." buyruðu ile birlikte; "Anneler çocuklarýný -emzirmeyi tamamlamak iste­yen kimse için- tam iki yýl emzirirler." ile birlikte ha­týrlattý ve bu iki âyetin beraber ele alýndýðý takdirde, onlardan çýkartýlacak þer'î hüküm olan hamilelik sü­resinin bazen altý ay olabileceðine dikkatini çekti. Bu sefer Hz. Osman kadýnýn recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu þekilde âyet ve hadisler arasýnda karþý­laþtýrma yapýp birlikte mütâlaa etmek, sonradan uy­durulmuþ bir bid'at deðildir.
 
Kur’ân-ý Kerîm ile direkt olarak iliþki kurmanýn zorunluluðuna dair söylenen söze gelince; Allah'ýn yardýmýný isteyerek konu ile ilgili þu açýklamayý ya­pýyoruz:
 
Yüce Allah kendisinden baþka ve Rasûlü'nden baþka herhangi bir kimseye tâbi olunmasýný emret­miþ deðildir. Bu bakýmdan müslümana farz olan þer'î hükmün ne olduðunu bilmek üzere imkâný nisbetinde Allah'ýn Kitabý'na ve Rasûlullah’ýn (s.a.s.) sahîh ve sâbit olan hadislerinde yer alan delillere tâbi' olmaya çalýþmasýdýr. Þayet bundan âciz olduðunda, bu hükümleri baþkasýndan alacak olursa, böyle bir kimse­nin yapmasý gereken þudur: O onlardan baþka her­hangi bir kimsenin emrini deðil de Yüce Allah'ýn ve Rasûlü'nün hükmünü uygulamakta olduðuna kesin olarak itikad etmelidir.
 
Kur’ân-ý Kerim ile alâka kurmak ve O'nun âyet­lerinden Allah'ýn uyulmasý gereken hükmünün hangisi olduðuna dair deliller çýkartmak üzere bu âyetlerden hüküm çýkarmak için ictihad etmeye ça­lýþýrken bunu yalnýzca Kur'an'ýn çerçevesinde bý­rakmak hakký hiç kimsede yoktur.[6]
 
"Fetvâ verenler mutlaka þu üç kýsýmdan birisidir:
1- Gerekli incelemeyi ve yapmasý gereken bütün araþtýrmalarý sonuna kadar yaptýktan sonra, kendi­sine ulaþmýþ olan naslara uygun olarak fetvâ veren âlim kiþi. Bu kimse, ister hata etsin, ister isâbet etsin ecir kazanýr. Böyle bir kimsenin bilmiþ olduðu þeye göre fetvâ vermesi de vâciptir.
2- Vâcip olmadýðý halde fetvâ vermekte olduðunu bilerek, uygun gördüðü þekilde fetvâ veren fâsýk kiþi.
3- Zayýf akýllý bir kiþi olup, kesin ilme sahip olma­dan fetvâsýný veren, bununla birlikte isâbet ettiðini de zanneden, fakat gerektiði gibi araþtýrmasýný yap­mayan, câhil olduðunu bilen ve yapmamasý gereken bu iþi yapmaktan uzak kalan kiþi."
 
Bir þey bilmekle birlikte pek çok þey bilmeyen fakîh çoktur. Dininin her­hangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkýn­da fetvâ vermesi câizdir. Onun bilmemiþ olduðu diðer meseleler, bilmiþ olduðu konuda fetvâ vermesine engel deðildir. Nitekim onun herhangi bir þeyi bilmiþ olmasý bilmediði þeyler hakkýnda fetvâ vermesini de mubah kýlmaz.
 
Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, deliller­den hüküm çýkartýp fetvâ vermeye, yani varmýþ ol­duðu kanaate göre âlemlerin Rabbi'nin buyruðu hakkýnda söz söylemeye ehil kýlan bu özelliklerin kendisinde toplandýðý bir kiþi, kalkýp da kendisini parlak ve coþkun zekânýn, kendilerinin Allah'ýn di­ninde sabýr ve sebat ettiklerine dair þehâdet edilen, takva ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, Yüce Al­lah'ýn dinini iktidar yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanýn zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüþlerinden oluþan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayýr­dan mahrum kýlmýþ, çýkýþ noktasý olarak da kendisi­ne çok yanlýþ bir yol seçmiþ olur.” [7]
 
Tekfir cemaatinin görüþlerine reddiye hazýrlayýp cevap veren yalnýzca Hudaybî deðildir. Kitabýmýzýn daha önceki bölümlerinde Seyyid Kutub'un, Mevdûdî'nin, Yusuf el-Karadavi’nin, Muhammed Kutub'un ve geçmiþ ulemânýn "tekfîrci görüþü" reddeden fikir­lerini anlatmýþ ve alýntýlar yapmýþtýk. Tekfirci görü­þe reddiye olarak yazýlan ve geniþ yankýlar uyandý­ran bir baþka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alýnýþ amacýyla Hudaybî'nin eserine benze­mekle beraber daha güncel olmasýyla ondan ayrýl­maktadýr. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayý" kitabýndan bahsediyoruz. Adý geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslýnda bilerek-bilmeyerek geçmiþte yaþamýþ bazý fýrkalarýn görüþlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüþün iddialarýný da bir bir ce­vaplamaktadýr. Çaðýmýzda yaþayan bir âlim olmasý iyi ve kolay anlaþýlan bir üslup kullanmasýna sebep olmuþtur. Þimdi bu eserden bazý görüþleri özetleyelim: [8]
 
 
Abdurrezzak Samarraî ve Tekfir
 
Te’vil Ve Tekfir

 
Te’vil-Yorum Yaparak Tekfir Etmek: Ýslâm âlimlerinin Kitap ve Sünnetten aldýklarý deliller ýþýðýnda bâriz olarak belirtilen konulardan birisi de "insaný küfre düþüren haller" konusudur. Ýslâm yayýlýp-geliþtikçe, medeniyetler peþisýra deðiþtikçe, in­sanlýk tarihi çok deðiþik fikirlerle karþýlaþýyordu. Meselâ insanlýk tarihinde devamlý deðiþiklik arzeden durumlardan birisi yönetim meselesiydi. Öncele­ri monarþi, oligarþi, þimdi demokrasi, laiklik, cum­huriyet ve bunlarýn diðer benzer çeþitleri. Ýþte tüm bu deðiþken fikirler ve yönetim biçimleriyle müslümanlarýn muhâtap olmasý ayný olmadý. Zaman za­man Ýslâm'dan bazý özellikleri bu düþünceler içinde var zannedip bu düþüncelere kapýlanlar oldu. Bazý­larý da bu düþünceler ve bu yönetim biçimleriyle Ýslâm arasýnda kesinlikle uzlaþma saðlamaya çalýþtý. Bunlarýn ötesinde bir de avam tabakasý vardý. Ava­mýn çoðu demokrasinin ne olduðunu gerçek anlamda anlayabilmek için belki ömrünü tüketmesi gereki­yordu. Cumhuriyet ile Ýslâmî yönetim arasýndaki irtibatlarý incelemek için de kendisinde yeterli tahkik kudreti azdý. Aslýnda Ýslâm'ýn ne olduðu belli küfür ve þirk yönetimlerinin ne olduðu bellidir. Fakat ka­bul edilmeli ki özellikle çaðýmýzda küfre ve þirke gö­türen yollar biraz karmaþýk durumda. Yani bir kiþi, hâkimiyeti Allah'tan baþkasýna tanýdýðýnda bu kiþi­nin küfründe þüphe etmemek gerekiyor. Fakat bir kiþi kesinlikle Ýslâm'ý yaþýyor ve hâkimiyetin Al­lah'ta olmasýný istiyor ve bununla beraber örneðin demokrasi, cumhuriyet veya laiklik gibi beþerî ide­olojilere bilmeden ya da te’vil yoluyla bir baðlantý kurma içinde olursa bu kiþinin tekfir edilmesi te’vil yoluyla olabilir.
 
Tekfirci gençlerin tekfir konusunda yaymaya çalýþtýðý çaðdaþ sorunlar ve konular üzerinde ittifak saðlanamamýþtýr. Bunun için Þevkâni'ye ait bir görüþü ele alalým. O þöyle diyor: "Üçüncü kýsým; te’vil ile kâfir ve fâsýk olarak itham etme hakkýndadýr. Çünkü bu, ancak zan ifade eder. Tev’il ile tekfir etme hakkýnda dört görüþ vardýr:
a- Te’vil ile küfür olmaz.
b- Te’vil sebebiyle kâfir olur... Fakat ona dünyada kâfirlere uygulanan hükümler uygulanmaz.
c- Onlarýn iþi, ahkâm konusunda imama (devlet reisine) kalmýþtýr, tasrih ile küfür gibidir. Te’vil ile tekfir edilenlerin kimler olduðu hususunda ihtilâf edilmiþtir. Bu konuda dört görüþ vardýr:
1- Ehl-i kýble olanlar,
2- Bir görüþe sahip olanlardýr ki, dinî bir delâlet sebebiyle bâtýl olduðunu bildiði bir þüphe ile o görüþ­te hatalýdýrlar. Hâlbuki hakikat bunun hilâfýnadýr.
3- Bir þüphe sebebiyle yanlýþ kanaate sahib olan­lar, Hâlbuki zâhir bunun hilafindadýr.
4-Rasûlullah’dan (s.a.s.) kâfir olduðu hakkýnda ri­vâyet bulunanlar.
 
Bil ki küfrün aslý, Allah Teâlâ'nýn kitaplarýndan bilinen bir þeyi veya peygamberlerinden birini ya da onlarýn getirdiklerinden bir hususu yalanlamaktýr. Bu yalanlanan konu, zarûrât-ý diniyye olarak bili­nen bir þey ise, bunun küfür olduðunda ihtilâf yok­tur. Bu yalanlama kimden zuhur ederse, o kâfir olur. Ancak bu kiþi zorlanmamýþ ve akýl saðlýðý bozulma­mýþ, baðýmsýz ve mükellef olduðu takdirde böyledir. Herkes tarafýndan zarûrât-ý diniyye olarak bilinen þeyleri inkâr eden ve te'vili mümkün olmayan konuda te’vil adý altýnda gizlenen kiþinin küfründe de ay­ný þekilde ihtilâf yoktur. Ateistlerin esmâ-i hüsnâda, Kur'an ahkâmýnýn tümünde, cennet, cehennem, ký­yâmet ve dirilme gibi âhiretle ilgili hususlarda te’vil yaptýklarý gibi... Ýslâm'ýn beþ rüknünü yerine getiren kiþinin, zarûrât-ý diniyye olarak bilinen þeylere muhâlefet edip, te’vil yaptýðýný ve ahvâlinden onun tek­zibi kasdetmediðini veya onun hakkýnda yanýldýðý­mýzý öðrendiðimiz vakit; itikadî konuda fâhiþ hatasýy­la ve aklî-naklî apaçýk delillere muhâlefetiyle bera­ber ilâhi kitaplara ve bütün peygamberlere inandýðýný ve dindar olduðunu izhar edince tekfiri konusunda problem çýkmýþtýr. Fakat bu kiþi zýndýklar mertebesi­ne henüz ulaþmamýþtýr.
 
Þevkani’nin müslüman halk tabakalarýný tekfir eden kiþiler hakkýndaki görüþünü de aktaralým. O þöyle di­yor: "Kelâmcýlarýn þartlarýna göre kesin delil ile Al­lah'ý bilmedikleri için müslüman halk tabakalarýný kâfir sayma konusuna gelince; bu durum onlarý tek­fir edenin küfrünü artýrýr. Çünkü halkýn müslüman olduðuna hükmetmek, zarûrât-ý diniyye olarak bilinir. Onlarý tekfir etmek ise zarûrât-ý diniyyeyi inkâr etmek olur. Kur’ân-ý Kerim onlarýn müslümanlýðýnýn sýhhatine delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ý Hak buyuruyor: "Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Ýslâm olduk" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleþmedi..." [9]
 
Ümmetin cumhurunun, yöneticiye sükût ettiðini ileri sürerek veya zannî bir delil ve uzak bir te’vil sebebiyle kiþiyi tekfir etmediði için ümmeti tekfir etmek doðru olmadýðý gibi, kabul edilir bir þey de deðildir. Bu görüþü benimseyenler þer’î ve güvenilir bir dayanak bulamazlar. Hatta meþhur haberler tamamen bunun aksinedir..." [10]
 
 
Mevdûdi ve Tekfir
 
Mevdudî, baký­nýz Meseleler ve Çözümleri adlý eserinde neler söyle­mektedir:
"Ben yazýlarýmda birkaç yerde insanlarýn aþaðý­daki gibi dört bölüme ayrýldýðýný yazmýþtým:
a- Mü’min bilgayr ve müslim lilgayr: Al­lah'tan baþkasýna inanan ve ondan baþkasýna teslim olan. Yani Allah'tan baþkasýna gerçek mânâda itaat edilmesi gerektiðini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynaðý kabul eden kimse de­mektir. Bu eksiksiz, tam bir kâfirdir.
 
b- Mü’min bilgayr ve müslim lillâh: Allah'tan baþkasýna inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Al­lah'tan baþkasýna inandýðý halde, Allah'ýn kanunlarý­na itaati kabul eden kiþidir ki, bunlar Ýslâm devleti idaresi altýnda yaþayan zümreler ve münâfýklardýr.
 
c- Mü’min billâh ve müslim lilgayr: Allah'a iman eden fakat Allah'tan baþkasýna teslim olan. Yani Allah'a inandýðý halde baþkasýna kulluk ve itaat gös­teren kimsedir. Kâfir bir düzen altýnda onlarýn emrine uyarak yaþayan müslümanlar bu durumdadýr. Eðer müslüman böyle bir duruma düþmüþse içinden buna rýza göstermemesi, bundan hoþlanmamasý lâ­zýmdýr. Bilakis, ya böyle bir düzeni deðiþtirmeli (deðiþtirmeye çalýþmalý) ya oradan hicret etmelidir.
 
d- Mü’min billâh ve müslim lillâh: Allah'a iman eden ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'a iman ettiði gibi O’nun emir ve kanunlarýna kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanlarýn asýl içinde bu­lunmalarý gereken haldir.
 
Kur'an bütün insanlarý böyle bir hali seçip be­nimsemeye çaðýrmaktadýr. Bu haldeki hiç kimse Ýslâm dýþý bir düzende uðrayacaðý sýkýntýlara düþmez. Müslümanlarýn Mekke dönemindeki halleri ve müþ­riklere esir düþen birçok sahâbinin uðradýðý eziyet­ler yahut Peygamberlerin çoðunun kâfirler arasýn­da doðup büyümekten dolayý çektikleri gibi eziyetle­re ve sýkýntýlara da düþmezler. Bu þekildeki elde ol­mayan durumlar Allah'tan baþkasýna teslim olma maddesine girmez. Çünkü her þeyden önce bu onla­rýn kendi elinde, kendilerinin tercih ettiði bir þey deðil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulama­dýklarý bir durumdur. Ayrýca bir dâvâ adamý kimliðiyle gücü ölçü­sünde Allah'a teslim olmaya, O’ndan baþkasýna ita­ate karþý çýkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "Allah'tan baþkasýna teslim olmuþtur" denmez. Hatta (c) grubunda olanlarýn du­rumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklýdýr. Allah'a iman edip de Allah'tan baþkasýna teslim olan asla müþrik ve kâfir olamaz.
 
Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya im­kân ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkârdýr. Bütün haya­tý günahtan ibaret kalacak kadar günahkâr." [11]
 
Mevdudî, tekfir konusunda en çok baþvurulan âlimlerden birisidir. Tabii burada Mevdudî'nin kim­seyi tekfir etmediðini, müþrik düzenlere karþý gel­mediðini söylemiyoruz. Mevdudî, böyle bir taviz, ýlýmlýlýk ve cehâlet içinde deðildir, ama o bütün in­sanlarýn tekfirine karþýdýr. Bakýnýz bir baþka eserin­de bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor:
 
"Kur'ân-ý Kerim'i okuyup araþtýrdýðým kadarýyla bu konuda þunu diyebilirim: Þirke bulaþan veya akî­de ve amelinde þirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ýstýlah mânâsýyla "müþ­rik" diye hitab edilebilir ve ne de müþriklere yapýlan muâmele ona da yapýlabilir. Böyle bir hitap ve dav­ranýþa, ancak, tevhid inancýný temel inanç olarak ka­bul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ýn kitabý'ný daha baþtan dinin kaynaðý olarak kabul etmeyen ve asýl dinleri þirke dayalý kimseler müstehaktýr.
 
Buna delil olarak þu âyetleri gösterebiliriz. Kur’ân-ý Kerim'de Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanlarýn þirke düþüþlerini þöyle anlatýyor:
"Yahudiler, 'Uzeyr Allah'ýn oðludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ýn oðludur’ dediler." [12]
"Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oðlu Mesih'tir’ diyenler elbette kâfir olmuþlardýr."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuþlardýr." [13]
 
Ancak, bütün bunlara raðmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur’ân-ý Kerim'de müþrik lafzý kullanýl­mayýp baþka bir ýstýlah, "ehl-i kitap" ýstýlahý kulla­nýlmýþtýr. Dahasý, onlarla müþrikler arasýnda sadece telaffuzdan doðan bir farkla yetinilmemiþ, müslümanlarýn onlarla olan iliþkileri, müþriklerle olan iliþ­kilerinden ayrý ele alýnmýþtýr. Eðer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müþrik olarak görülse idi: "Allah'a ortak koþan kadýnlarla, onlar inanýncaya kadar evlenmeyin."[14] âyetine göre onlarýn da kadýnla­rýyla evlenmek kendiliðinden haram olurdu. Ancak, Allah Teâlâ Kitap Ehli'nin kadýnlarýyla evlenme hükmünü müþrik kadýnlardan tamamen ayrý tut­muþ ve müslümanlarýn onlarla evlenmesine cevaz vermiþtir. Ayný þekilde Ehl-i Kitab'ýn kestiklerinin hükmü de müþriklerinkinden tamamen farklýdýr. Böyle bir ayrýlýðýn sebebi þundan baþka ne olabilir ki: Onlar þirke bulaþmalarýna raðmen tevhidi asýl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayý onla­ra þöyle bir çaðrýda bulunulmuþtur:
 
"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramýzda ortaklaþa (ölçü ve âdil dengeyi saðlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah'tan baþkasýna kulluk etmememiz, hiç bir þeyi O'na ortak koþmamamýz ve Allah'ý býrakýp bir kýsmýmýz bir kýsmýmýzý rab edinmememizdir." [15]
"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandýk. Bizim ilâhýmýz da sizin tanrýnýz da bir­dir..." [16]
 
Bunun aksine, Allah Teâlâ "müþrik" ýstýlahýný þir­ki asýl din olarak benimsemiþ kimseler için kullan­mýþtýr. Onlar Peygamber Efendimize (s.a.s.) þöyle iti­raz ediyorlardý: "Tanrýlarý tek bir tanrý mý yapýyor? Doðrusu bu þaþýlacak bir þeydir" dediler." [17]
 
Onlar dinin akîde ve amellerinin de vahiy ve risâletten alýnmasý gerektiðini kabul etmiyorlardý: "Onlara 'Allah'ýn indirdiðine uyun' denilince "ha­yýr biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulunduklarý þeye uyarýz' derler." [18]
 
Allah Teâlâ bu gibi kimseler için "müþrik" keli­mesini kullanmakla iktifa etmemiþ, iman ehlinin on­larla olan iliþkilerini Ehl-i Kitap'tan farklý tutmuþ­tur.
 
Bu gerçekler gözümün önünde olduðu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "müþrik" denilmesini ve müþriklere yaraþýr cinsten muâmeleye tâbi tutul­masýný katiyetle câiz görmüyorum. Kitabullah'ý delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkâr etmeyen, þirki asýl din olarak benimsemek þurda dursun, kendisine þirk nispet edilmesini en kötü kü­für olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatasý dolayýsýyla herhangi bir müþrikçe inanç ve davranýþ içerisine düþen kimselere "müþrik" denilmesini ve müþriklere yaraþýr bir cinsten muâmeleye tâbi tutulmasýný kesinlikle câiz görmüyorum. Söz konusu kim­seler, þirki þirk bilerek böyle bir duruma düþmekten öte; bu inanç ve davranýþlarýnýn yanýlgýsý içerisine düþmüþlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öðüt ve delillere onlarýn bu yanýlgýsýný izâle etme yolunda çaba sarfetmemiz lâzýmdýr.
 
Þimdi siz kendiniz düþünün: Bu gibi kimselerle münakaþa ederken, onlarýn inanç ya da davranýþla­rýnýn tevhid inancýnýn hilâfýna olduðunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onlarýn Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu de­lilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana kar­þý da kullanýyor musunuz? Yine siz söz konusu kim­selere; "bakýnýz, þöyle bir inanç taþýmak þirktir, bun­dan kaçýnmak lâzýmdýr" derken, onlarýn þirki büyük günah olarak gördükleri düþüncesini taþýmýyor mu­sunuz? Eðer böyle bir þey söz konusu olmasaydý sizin onlarý þirkten sakýndýrma kaygýsýna düþmenize ne gerek vardý ki?"[19]
 
 
Seyyid Kutub ve Tekfir
 
Seyyid Kutub'u iyi anlamanýn yollarýndan birisi de onu yakýndan tanýyanlara baþvurmaktýr. Onu en iyi tanýyanlardan birisi olan ve kendisi de deðerli bir âlim olan kardeþi Muhammed Kutub, Seyyid Kutub’un tekfir konusunda yanlýþ anlaþýldýðýný çeþitli eserlerinde vurgulamýþtýr. Yine onu yakýndan izlemiþ olan Muhammed Berekât bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almýþtýr. Þimdi Muhammed Berekât'ýn görüþlerine bakalým:
 
Müslümanlarý Tekfir Ettiði Ýthamý
Hakkýnda çokça söz söylenmiþ bir ithamdýr bu. Bu ithamýn yapýldýðý ilk kiþi Merhum Seyyid Kutub da deðildir. Ancak, bu itham dolayýsýyla Seyyid Kutub'un gördüðü zarar çaðdaþ diðer müslüman yazar­larýn gördüklerine kýyas edilecek olursa, kat kat faz­la olduðu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söyledi­ðine bir bakalým; ikinci olarak onun ileri sürdüðü de­lillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürme­miþ olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalým; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.
 
1- Tekfîr edilen kim?
Merhum þöyle demektedir: "Fakat bugün gerçek Ýslâmî hareketlerin karþý karþýya kalmýþ olduðu en büyük zorluk bunlarla ilgili deðildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ýn dininin kabul gördüðü, Dâru'1-Ýslâm olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen birtakým kimselerin varlýðýnda müþahhas olarak or­taya çýkmaktadýr. Bir de bakmýþsýnýz ki bu bir zamanlarýn Dâru'l-Ýslâm olan topraklar üzerinde yaþa­yan bu kimseler, gerçekte Ýslâm'dan uzaklaþmýþ ve yalnýzca ona ismen baðlýlýðýný açýklamaya koyulmuþ­tur. Gerçekte bunlar, Ýslâm'ýn temel esaslarýný, itikadda ve vâkýada kabul etmeyip tanýmamakta, bu­nunla birlikte itikaden Ýslâm'a baðlý olduklarýný san­makta bulunuyor."
 
"Bugün yeryüzünde adý müslüman adý olan, müslüman soyundan gelen bazý insanlar vardýr. Vak­tiyle Ýslâm Yurdu olan birtakým vatanlar vardýr. Fa­kat bugün ne o topluluklar bu anlamý ile Allah'tan baþka ilâh olmadýðýna þâhitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamýn kapsadýðý gerçeklere uygun olarak Allah'ýn dinine boyun eðmektedir."
 
2-0nun kullandýðý ifade ile tevhid þehâdetini ge­tirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliði nedir? Þöyle demektedir: "Ýslâm, Allah'tan baþka hiçbir ilâh olmadýðýna þehâdet etmektir. Allah'tan baþka hiçbir ilâh olmadýðýna þehâdet etmek ise, bu kâinatý yaratan ve onda dilediði gibi tasarrufta bulunan bi­ricik yaratýcýnýn Allah olduðuna, kullarýn ibâdet þe­killerini ve bütün faâliyetlerini ibâdet olarak kendisi­ne sunacaklarý biricik varlýðýn, kullarýn þer’î hükümleri kendisinden alacaklarý, kendisine boyun eðecek­leri yegâne varlýðýn yalnýzca Allah'ýn kendisi olduðu­na itikad etmekte müþahhas ifadesini bulur. Her­hangi bir kimse Allah'tan baþka ilâh olmadýðýna bu kapsam çerçevesi içerisinde þehâdet etmeyecek olur­sa, gerçekte o þehâdet getirmemiþ ve henüz Ýslâm'a girmemiþ demektir. Adý, lakabý ve soyu ne olursa ol­sun, deðiþen birþey olmaz. Eðer herhangi bir toprak parçasý üzerinde bu kapsamý ile Allah'tan baþka ilâh olmadýðý þehâdeti gerçekleþmeyecek olursa, orasý Al­lah'ýn dinine göre yönetilen bir toprak parçasý deðil­dir." [20]
 
Müslümanlarýn tanýyageldikleri kâfirlerin çeþit­lerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir taným getirmektedir. Öyle bir tanýmdýr ki bu; bu tanýmýn kendisine uymadýðý her bir kimse ayný þekilde kâfir­dir. Böyle bir tanýmý sýnýrlandýran, belirleyen aþaðý­daki dikkat çekici hususlardýr:
 
a- Yüce Allah'ýn vahdâniyet, yaratýcýlýk, kâinatýn her türlü iþlerinin yöneticiliði (kayyûmiyet) gibi sý­fatlarýna iman etmek gerekir.
b- Namaz ve zikir gibi ibâdet çeþitlerinin Al­lah'tan baþkasýna takdim edilmesi küfürdür. Müslü­man kimse, bu gibi ibâdet çeþitlerini Allah'tan baþ­kasýna sunamaz. Helâl ve haram ile ilgili konularda Allah'ýn hükümlerinden baþkasýna boyun eðemez.
c- Helâl ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan baþkasýndan almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ýn helâl kýldýðýný helâl ve ancak Allah'ýn haram kýldýðýný haram kabul eder ve þerayi' diye ifa­de edilen helâl haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden baþkasýna asla boyun eðmez.
 
Ýþte bu üç husus "Lâ ilâhe illâllah"ýn kapsadýðý anlamýn çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin þartýdýr ve ancak bunlarla birlikte kiþi muvahhid olabilir, deðilse olamaz.
 
Buna göre açýkça ortaya çýkýyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümaný tefkir etmiyor. Aksine o, çoðu kimsenin kâfir olduklarýný fark edemediði bir kýsým insan türünün kâfir olduklarýna dikkat çeki­yor, o kadar. Açýkça görüldüðü gibi, anlaþmazlýk ilk iki þart çerçevesinde olmayýp, -þayet söz konusu olursa- üçüncü þart ile ilgilidir. O da teþriin kendisinden alý­nacaðý makamýn yalnýzca Allah olduðuna itikad et­mektir. Peki, teþrîi ibâdet þekilleri ile eþit deðerde kabul ederken onun ileri sürmüþ olduðu deliller ne­lerdir? [21]
 
Seyyid Ku­tub'un fikirlerine göre, toplumda her ferdi tekfir et­mek yanlýþ bir metottur. Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlýþ anlaþý­lan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alýntý yapalým:
 
"... Biz insanlarý tekfir etmiyoruz. Biz diyoruz ki, insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçek­ten ne demek olduðunu kavrayamamýþ olmalarý ve Ýslâmî yaþantýdan uzak bulunmalarý bakýmýndan, câhiliyye toplumunun durumunu andýrýr bir hale gelmiþtir. Bu yüzden hareketin baþlangýç noktasý, Ýslâm nizamýnýn kurulmasý tezi deðil; Ýslâm inanç ve ahlâkýnýn yeniden filizlenmesi olmalýdýr. Yani sorun, insanlar hakkýnda bir hüküm vermekten zi­yade, Ýslâmî Hareketin metoduyla ilgilidir." [22]
 
Bu alýntý Seyyid Kutub'un son konuþmalarýný içe­ren eserinden yapýlmýþtýr. Merhum þehidimiz Ýhvân-ý Müslimîn’den ayrýldýðý dönemlerde ve yeni bir metod izlemeye çalýþtýðý süreçte yukardaki görüþleri açýkla­mýþtýr.
 
Birçok insanýn Kur'an'ýn hak sözlerini bâtýla âlet ettiklerini tarihten öðreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleþmektedir. Hatta bu "hak ile bâtýlý birbirine karýþtýrma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sýnýr­lý kalmayýp âlimlerin görüþleri üzerinde de yapýlmýþ­týr. Bazý âlim ve yazarlarýmýzýn hoþa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alýnmakta, ama ayný âlimlerin diðer görüþleri deðerlendirme dýþý býrakýl­maktadýr. Evet, nasýl ki Kur'an âyetlerinden bir kýs­mýný alýp diðerlerini gözardý ediyorlarsa ayný þeyi âlimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazý görüþleri tekfire mesned yapýlan Mevdudî bakýnýz içinde yaþadýðý toplumunun in­sanlarýyla nasýl konuþuyor:
 
"Sevgili kardeþlerim! Müslümanlara kâfir dam­gasýný vurduðumu asla düþünmeyin. Amacým bu de­ðil…" [23]
 
 
Ýbn Teymiye ve Tekfir
 
Tekfir konusunda adýndan özellikle sözedilen muvahhid âlimlerden birisi de Ýbn Teymiyye'dir. Ünlü eseri Mecmûu’l Fetevâ’da þunlarý ifade eder:
 
"Bütün bunlarla birlikte -benimle beraberliði olanlar da bilir ki- herhangi bir kiþiyi tekfir etmek­ten, fâsýk ve isyankâr saymaktan (kâfir, fâsýk ve âsî damgasý vurmaktan) en çok sakýndýran biri olmu­þumdur. Ancak karþý çýkanýn ya kâfir, ya fâsýk veya âsî olacaðý peygamberî bir delilin aleyhine sâbit ol­duðu bilinirse o baþka. Ben, Allah'ýn bu ümmetin hatasýný baðýþlamýþ olduðunu ikrar ediyorum. Bu af, hem haberî, kavlî mes'elelerde, hem de amelî mes'elelerde sözkonusudur.
 
Þer, selef arasýnda savaþmaya kadar varmýþtý, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafýn da mü'min olduðun­da ittifak halindedir. Þunda da ittifak etmiþlerdir ki, bu savaþlar onlarýn adâletine (iman ve güvenilirliklerine) engel deðildir. Çünkü savaþan, her ne kadar haddi aþmýþ ise de, kendine göre bir te'vili vardýr, müteevvildir. Te'vil ise fýska mânidir (Ýctihadýn sürüklediði hata itaatsizlik sayýlmaz).
 
Onlara þunu da açýklýyorum: Yine seleften nakle­dildiði üzere belli bir kiþiyi kasdetmeksizin “kim þöy­le þöyle derse kâfir olur” þeklindeki mutlak ifadeleri de ayný þekilde haktýr. Ancak mutlak ifade (ýtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayýrmak gere­kir. Bu mes'ele, yani "vaîd" (yani azapla tehdit) mes'elesi, ümmetin ihtilâf ettiði büyük mes'elelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ýn vaîd (tehdit) konusundaki âyetleri geneldir. Meselâ buyrulur ki: "Zulm ile öksüzlerin mallarýný yiyenler, karýnlarýna sadece ateþ doldurmaktadýrlar ve çýlgýn bir ateþe gireceklerdir."[24] "Þöyle þöyle yapana, þu þu vardýr" þeklindeki âyetler de ayný þekilde mutlak ve geneldir.
 
Bu âyetler selefin "Kim þöyle derse o þudur" þek­lindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Þu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, keffaret olucu musibetler veya makbul bir þefaat gi­bi þeylerle hakkýndaki vaîd'in hükmü kalkar.
 
Tekfir de, vaîd kabilindendir. Çünkü her ne ka­dar bir sözü Rasûlullah’ýn (s.a.s.) söylediðini yalanla­ma anlamý taþýyorsa da, kiþi daha yeni müslüman ol­muþ veya uzak bir çölde yetiþmiþ olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadýkça böylelerinin bir þeyi inkâr etmesi tekfirlerini gerektirmez. Kiþi bu nasslarý iþitmemiþ veya iþitip de kendisince sâbit olmamýþ, veya elinde baþka bir delil var da bunu te'vil durumunda kalmýþ -hata da etse bu durumda kalmýþ- olabilir. [25]
 
Ýbn Teymiyye ayný eserinde "müslümanýn tekfir edilmesi câiz midir?" sorusuna cevap olarak da þun­larý söylüyor: "Bir müslümaný iþlediði bir günah ve yaptýðý bir hata sebebiyle tekfir etmek câiz deðildir. Nitekim kýble ehli olan müslümanlarýn ihtilâf ettikleri mes'elelerde durum böyledir.
 
Vaktiyle, Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kendi­leriyle savaþýlmasýný emrettiði, haktan uzak­laþmýþ bulunan Hâricîler ile râþid halifelerden birisi olan mü'minlerin emiri Hz. Ali bin Ebî Tâlib muhâre­be etmiþti. Bu kimselerle çarpýþmak gerektiði husu­sunda, gerek ashâb ve tabiûn'un ileri gelenleri, ge­rekse daha sonraki nesillerin imamlarý ittifak etmiþ­lerdir. Ama bu Hâricîleri ne Ali bin Ebî Tâlib, ne Sa'd bin Ebî Vakkas, ne de bir baþka sahabî tekfir etmiþ, bilakis kendileriyle çarpýþmýþ olmakla beraber onla­rý müslüman saymýþlardýr. Ayrýca Hz. Ali onlarla an­cak haksýz yere kan dökmeye ve müslümanlarýn mallarýný yaðmalamaya baþladýklarý zaman savaþmýþtýr. Onlarý kâfir saydýðý için deðil, zulümle­rini ve azgýnlýklarýný ortadan kaldýrmak için çarpýþ­mýþtýr. Bu sebeple de o, Hâricîlerin esir edilen kadýn­larýna câriye, ele geçirilen mallarýna da ganimet muâamelesi yapmamýþtý.
 
Sapýk olduklarý nass ve icmâ ile sâbit bulunan bu kimseler, Allah ve Rasûlü kendileriyle çarpýþýlmasýný emretmiþ olmasýna raðmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi ha­taya düþebildikleri bazý mes'elelerde hakka isâbet edememiþ muhtelif gruplar nasýl kâfir sayýlabilir­ler?! Bu gruplardan herhangi birisinin bir diðer gru­bu kâfir ilan etmesi, kanýný ve malýný helâl saymasý kesinlikle câiz deðildir. Kâfir sayýlan bu grup arasýn­da kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynýdýr. Ama aksine bunlara küfür damgasýný vuran fýrka da bizzat bir bid'atçi ise bu takdirde ne demeli?! Hatta bazen bu damgacýlarýn bid'ati daha da beter olabil­mektedir. Genellikle bu fýrkalarýn tamamý, üzerinde ihtilâf ettikleri hususlarýn gerçek yönünü bilmemek­tedirler.
 
Bir müslüman, bir diðerini tekfir etme ve­ya onunla çarpýþma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz. Nite­kim Ömer bin el-Hattab, ashabdan Hatýb b. Ebî Belta için: "Yâ Rasûlallah! Müsaade et de þu münafýðýn boynunu vurayým" demiþ, Peygamber Efendimiz ise þöyle buyurmuþlardý: "Hatýb, Bedir Harbine katýldý. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ý Hak Bedir ehli­nin durumlarýna muttalîdir ve onlar hakkýnda: ‘Di­lediðinizi yapýn. Ben sizi baðýþladým’ buyurmuþtur." Bu hadis Buhârî ve Müslim'de mevcuttur. Buhârî ve Müslim'de Ýfk hâdisesiyle ilgili olarak þu rivâyet de yer alýr: Üseyd b. El-Hudayr, Sa'd b. Ubâde'ye: "Sen bir münâfýksýn!" diyenler bulunuyordu ve Hz. Pey­gamber bunlardan hiçbirini kâfir saymýyor, aksine hepsinin de cennetlik olduðuna þehâdet ediyordu.
 
Ayný þekilde Buhârî ve Müslim’de Üsâme b. Zeyd'den ri­vâyet olunduðuna göre, Usâme (harb sýrasýnda) bir adamý "La ilâhe illallah" dedikten sonra (onun ölüm­den kurtulmak için böyle dediðini düþünerek) öldür­müþtü. Buna çok kýzan Hz. Peygamber, Usâme'ye ne kýsas, ne diyet, ne de keffaret tatbikini gerekli görmüþtür. Çünkü Usâme bir te'vilde bulunmuþ, kelime-i tevhid getiren adamý bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söyle­diðini zannettiði için öldürmesinin câiz olduðunu sanmýþtý.
 
Cemel, Sýffîn ve benzeri hâdiselerde bulunmuþ selef-i sâlihîn birbirleriyle çarpýþmýþlardý ve bunlarýn tamamý da mü'mindi, müslümandý. Nitekim Cenâb-ý Hak buyurur: "Eðer mü’minlerden iki grup savaþýrlarsa onlarýn arasýný düzeltin. Þayet bi­ri ötekine saldýrýrsa Allah'ýn buyruðuna dönünceye kadar saldýran tarafla vuruþun. (Allah'ýn buyruðuna) dönerse artýk adâletle onlarýn arasýný düzeltin ve (her hususta) âdil olun. Allah adâlet(le hareket) edenleri sever."[26] Böylece Cenâb-ý Hak birbirleriyle çarpýþmalarý ve birbirlerine karþý azgýnlýk yapmalarýna raðmen bunlarýn mü'min ve kardeþ olduklarýný beyan etmiþ ve aralarýnýn adâletle düzeltilmesini emretmiþtir."
 
Merhum Ýbn Teymiyye'nin aþaðýdaki sözlerini de okuyacak olanlar belki daha da þaþýracaklardýr:
 
“Nasýl olur da Muhammed (s.a.s.) Efendimizin ümmeti için, Allah'tan hiçbir delil olmaksýzýn, sýrf zan ve hevâya göre bir þahýs ve bir grubu dost bilip, diðer bir gruba düþmanlýk besleyecek kadar tefrika ve ayrýlýða düþmesi câiz olabilir? Cenâb-ý Hak, Rasûl-i Ekrem'ini böylesi kimselerden berî kýlmýþtýr. Böyle bir þey, kendilerine muhâlefet edenlerin kanýný helâl sayan ve müslümanlarýn cemaatinden ayrýlýp çýkan Hâricîler gibi, bid'at sahiplerinin yaptýðý bir þeydir.
 
Ehl-i sünnet ve'1-cemaat ise, Allah'ýn ipine sarýl­mýþtýr. Grubçuluðun asgarî sýnýrý, kiþinin hevasýna uyan birini, ondan daha muttakî olsa bile bir baþka­sýndan daha üstün görmesidir.
 
Þu halde bize gerekli olan, Allah ve Rasûlünün takdim edip öne geçirdiklerini öne geçirmek onlarýn geri býraktýklarýný geri býrakmak, Allah’ýn ve Rasûlü’nün sevdiklerini sevmek, onlarýn buðzettiklerine buðzetmek, Allah'ýn Rasûlünün nehyettiklerini yasaklamak, onlarýn rýza gösterdiklerine râzý olmaktýr. Müslümanlarýn tek bir el halini almalarýdýr. Þimdi durum bazý kimselerde, haklý ve isâbetli olup Kitap ve Sunnet'e muvâfýk da olduðu halde baþkalarýný sapýk görüp kâfir saymaya kadar varýnca acaba hâlimiz nasýl olur?! Kaldý ki bu kiþilerin bir müslüman kardeþi, dinî mes'elelerden herhangi birisinde hata et­miþ bile olsa, her hata eden kiþi kâfir ya da fâsýk ola­cak deðil ya!.. Hak Teâlâ bu ümmet için hatayý ve unutmayý affetmiþtir. Cenâb-ý Hak, Kitab-ý Mübîn'inde, Hz. Peygamberin ve mü'minlerin duâsýný naklederken buyurmaktadýr: "Rabbimiz, unutur ya da yanýlýrsak bizi sorumlu tutma!" [27] Sahih bir hadis­te, bu duâya mukabil Cenâb-ý Hakk'ýn: "Kabul et­tim!" buyurduðu ifade olunmuþtur.
 
Özellikle þunu belirteyim: Bazen size uygun olan bir kiþi Ýslâm'dan daha özel bir çerçevede bulunur. Meselâ sizinle ayný mezhebe bile baðlýdýr. Ama buna raðmen bir mes'elede size muhâlefet eder ve olur ki o isâbetli ve haklýdýr. Þimdi, Cenâb-ý Hak, müslümanlarýn ve mü'minlerin hak ve hukuklarýný da belirtmiþken nasýl olur da bu kiþinin ýrzý, malý ve kaný helâl sayýlabilir?! Ve nasýl olur da, ne Allah'ýn kitabýnda, ne Rasûlü'nün Sünnet'inde aslý esasý olmayan uydurma, bid'at bazý isimler sebebiyle bu ümmetin parça par­ça edilmesi câiz olabilir?!
 
Bu ümmet arasýnda cereyan eden âlimlerini ve ileri gelen zevâtýný parça ve gruplara ayýrma; evet, iþte bu husus, düþmanlarýn bu ümmete musallat olmasýný gerektiren husustur. Ve bu durum onlarýn baþýna, Allah ve Rasûlüne itaatla amel etmeyi terketmeleri yüzünden gelmiþtir. Nite­kim Hak Teâlâ þöyle buyurur: '"Biz Hristiyanýz" di­yenlerden de söz almýþtýk, ama uyarýldýklarý þeyden pay almayý unuttular. Bu yüzden kýyâmet günü­ne kadar aralarýna düþmanlýk ve kin saldýk." [28]
 
Ýþte böylece insanlar ne zaman Cenâb-ý Hakk'ýn kendilerine emrettiklerinin bir kýsmýný terketmiþlerse, aralarýnda düþmanlýk ve kin zuhur etmiþ, halk parçalara ayrýldýðý zaman fesâda düþmüþ ve helâke uðramýþlardýr. Ama birleþip beraber olduklarý za­man, durumlar düzelmiþ ve hâkimiyet saðlamýþlar­dýr. Çünkü cemaat rahmettir; ayrýlýk ise azaptýr.
 
Bütün bu hususlarýn düðüm noktasý, emr-i bil-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker (iyiliði emredip, kötü­lükten sakýndýrmadadýr. Nitekim Cenâb-ý Hak þöyle buyurur: "Ey inananlar, Allah'tan size olan nimetini hatýrlayýn: Hani siz birbirinize düþman idiniz, (Al­lah) kalblerinizi birleþtirdi, O'nun nimetiyle kardeþ­ler haline geldiniz. Siz ateþten bir çukurun kenarýn­da bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardý. Al­lah size âyetlerini böyle açýklýyor ki yola gelesiniz, içinizden hayra çaðýran, iyiliði emredip kötülükten men'eden bir topluluk olsun; iþte onlar kurtuluþa erenlerdir."[29] Birlik ve beraberbliði emretmek, emr-i bi'1-ma'rûf cümlesindedir; ayrýlýk ve tefrikadan sakýndýrmak ve Allah'ýn Þeriatýndan çýkanlara hadleri tatbik etmek de nehy-i anil-münker'dendir." [30]
 
Ayrýca, Ýbn Teymiye, Minhâcu’s-Sünne adlý eserinde: “Mü’minin tekfiri küfürdür”[31] der.
 

Seyfuddin el-Muvahhid ve Tekfir

 
Daha önce birçok insanýn hakký bâtýl ile karýþtýr­dýðýný söylemiþtik. Tekfirde aþýrý gidenlerin, görüþle­rini yaymak için okunmasýný þiddetle tavsiye ettikleri bir eser olan Þ. Seyfuddin el-Muvahhid'in "Ýman" adlý eserine bakalým:
 
"Fakat herkes tarafýndan açýk bir þekilde bilin­meyen bir küfrü olan kiþileri, o küfrünü bilmediðin­den dolayý tekfir etmeyen küfre rýzâ göstermiþ ol­maz. Meselâ: Kiþi demokrasiye inanýyordur. Demokra­siye inanmak ise küfürdür. Çünkü demokraside hâ­kimiyet halka verilmiþtir. Ýslâm'da ise hâkimiyet yalnýzca Allah'a aittir. Kiþi demokrasinin bu mânâya geldiðini bilmeyebilir. Bu kiþiye önce bu durum izah edilir. Eðer düþüncesinde ýsrar ederse tekfir edilir.
 
Tekfir edilecek kiþinin küfründe bütün âlimlerin icmâ etmiþ olmalarý gerekir. Bazý âlimler tekfir et­mesine raðmen bazýlarý etmemiþse bu kiþiyi tekfir etmeyen kiþi tekfir edilmez. Meselâ: Hâricîleri ve namazý inkâr etmeden terkeden kiþileri tekfir etmeyenleri tekfir etmemek gibi. Allah Teâlâ imaný ve küfrü Kur'ân-ý Kerim'de açýk bir þekilde belirtmiþ ve Rasûlullah da (s.a.s.) sa­hih hadis-i þeriflerinde bunlarý bize açýklamýþtýr. Bu yüzden Kur’ân-ý Kerim ve sahih sünnete açýk küfür olan bir þeyi yapan kiþi kâfir olarak isimlendirilir. Kâfir olan bu kiþiyi tekfir etmeyen de Allah'ýn hük­müne karþý gelip baþka bir hüküm verdiðinden dola­yý kâfir olmuþ olur.
 
Belli Bir Þahsýn Tekfir Edilmesi: Bazý sözler ve ameller vardýr ki bunlarýn yapýl­masý küfürdür. Fakat þahýslara indirgendiðinde du­rum deðiþir. Bazý ameller küfür olduðu halde, bunla­rý yapan kiþiler duruma göre kâfir olabilir veya ol­mayabilir. Fakat bazý ameller de vardýr ki, bunlarý yapan kiþi, durumu ne olursa olsun kâfirdir. Örneðin, bir adamýn Kur'an parçalarýný pisliðe at­týðýný gördük. Yaptýðý bu amel küfürdür. Fakat bu kiþi­yi tekfir etmeden önce onun durumunu araþtýrmak gerekir. Bu kiþi hakkýnda þunlarý bilmek gerekir: Bu kiþi attýðý her þeyin Kur'an olduðunu ve necasete at­týðýný biliyor mu? Çünkü þahýs okuma yazma bilmi­yorsa attýðý þeyin Kur'an olduðunu bilmeyebilir. Eðer kiþi attýðý þeyin Kur'an olduðunu biliyorsa onu tekfir edebiliriz. Ayný þekilde Kur'an'a basan kiþiyi gördüðü­müzde, yaptýðý amel küfür olmasýna raðmen tekfir etmeden önce onun durumunu araþtýrýrýz. Belki bu kiþi kördür ve üzerine bastýðý þeyin Kur'an olduðunu bilmiyordur.
 
Fakat bazý ameller ve sözler vardýr ki kiþinin ni­yetine bakmadan, araþtýrmadan tekfir etmeyi gerek­tirir. Bu, küfrünü gördüðümüz veya fâsýk olmayan ve doðru söylediðinden emin olduðumuz bir kimseden duyduðumuz ki­þi içindir. Örneðin bildiði bir dille Allah'a, Rasûlüne söven kiþi, eðer deli deðilse ve baský altýnda deðilse niyetine bakmadan tekfir edilir. Allah'ýn kanunlarýný bir tarafa býrakýp insanlarýn koyduðu kanunlarla hükmeden hâkim, niyeti ne olursa olsun tekfir edilir. Bunu tekfir etmeyen kiþi de açýk küfrü olan birisini tekfir etmediði için tekfir edilir.
 
Ýnsanlar hakkýnda zâhire göre hüküm verilir. Al­lah imaný ve küfrü açýk bir þekilde bildirmiþtir: Bir müslümandan küfrü gerektiren bir söz veya amel sâ­dýr olursa, zâhiren kâfir olduðuna hükmederiz ve dünyada hak ettiði cezayý ve hükümleri veririz. Fa­kat uhrevî durumu Allah'a aittir. Çünkü biz insanýn kalbinden geçeni bilmediðimizden zâhire göre hü­küm veririz. Allah ise kalbe göre hüküm verir. Bizim zâhirine bakarak müslüman zannettiðimiz bir kiþi Allah katýnda kâfir olabilir; kâfir zannetiðimiz de Allah ka­týnda müslüman olabilir.
 
Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (r.a.)'dan þöyle rivâyet edilmiþtir: Ömer (r.a.)'den iþittim. O þöyle diyordu: "Rasûlullah'ýn vefatý ile vahiy kesilmiþtir. Bugün sizi, gördüðümüz amellerinizden dolayý sorumlu tutarýz. Bu yüzden kim bize hayýr ve adâlet gösterirse, onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onlarýn gizli hallerini araþtýrmak bize düþmez. Gizli hallerinin hesabýný da Allah görür: Bize zâhiren fena hal gösterenlerden de emin olamayýz. Niyetinin iyi olduðunu söylese bile ona inanmayýz." [32]
 
 
Muhammed Kutub ve Tekfir
 
Tekfirde aþýrý gidenlerin, görüþlerini çarpýttýklarý ve kendilerine uyan görüþlerini aldýklarý diðer bir âlim Muhammed Kutub bakýn neler söylemektedir:
 
"Bütün durumlarda imanýn hâkimiyeti sýfýr de­ðildir. Ýnsanýn Ýslâm’ýn amellerinden hiçbirini yap­mamasý þeklinde varlýðý ve yokluðu denk olmaz. Masiyet ulemânýn icmâý ile insaný Ýslâm'dan çýkart­maz."
 
"Muâsýr, günümüz müslümanýnýn hali budur. Lâ ilâhe illâllah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..." "Evet... Bu düþük derecede de olsa, Ýslâm daire­sinde olan müslümanlarýn bulunmasý, büyük kap­samlý hakikatinden uzaklaþtýrýlmalarýna raðmen gerçeðe yeniden dönmelerine karþý güven vermiyor­du..."
 
"Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut ne­sillere kâfir olduklarý hükmünü vereceðimizi tasav­vur ediyorlar... Diðer kitaplarda sorunumuzun, in­sanlara hüküm çýkarmak olmadýðýný yazdýk. Bu­gün Ýslâm topraklarýnda yaþayan insanlara Ýslâm veya küfür hükmü vermemiz onlarý cehenneme ya da cennete koyacak deðildir... Bugün Ýslâm topraklarýn­da yaþayan toplumlara "câhiliye toplumlarý" dediðimizde bununla ehlinin müslüman olmadýðýný, onlarýn kâfir olduðunu kast ettiðimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm þahýs­lara münsarif (tek tek bireyler için) deðildir. Bugün Ýslâm topraðýn­da yaþayan insanlar karmaþýk bir yapý gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Þüphesiz içlerinde müslümanlar vardýr. Bunu zâhire göre söylüyoruz. Çünkü lâ ilâhe illâllah diyor, ibâdet edip câhiliyeyi reddede­rek Allah'ýn dinini arzu ediyorlar. Ýçlerinde þüphesiz kâfirler de vardýr. Çünkü lâ ilâhe illâllah deseler de Allah'ýn dininin üstünlüðünü reddediyorlar...”
 
"Ýnsanlar günümüzde bu durumun Ýslâm’dan kop­mak olduðunu ve imanýn aslýný yýkacaðýný bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkýnda hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz; onlar bu cehâletle­rinde mâzur mudurlar, deðil midirler? Burada o ko­nuya deðinmeyeceðiz..."
 
"Ýbâdetin tek baþýna þekil olarak edâsý, dünya ha­yatý için "Ýslâmî kiþilik" verebilir ve yapana da müs­lüman ahkâmýný tatbik ettirir..." "Müslümanlar þu anda çaðdaþ câhiliyeyi, ilmi, maddî, teknolojik ve örgütsel kalkýnmada geçeme­miþlerdir. Ama yine de câhiliyenin bugün, yarýn ve hiçbir zaman sahip olamayacaðýna sahiptirler; Sahih bir akîde ve sahih bir metodun sahibidirler..." [33]
 
           
Ýbn Kayyim el-Cevziyye ve Tekfir
 
Îman ve Küfrün Mâhiyeti
Küfür ile iman biribirlerine karþýt olan iki þeydir. Birisinin yok olmasý diðerinin var olmasý demektir. Ýmanýn çeþitli þubeleri bulunmaktadýr. Her þubesine de iman denilmektedir. Namaz ve oruç da imandan sayýlýr. Bâtýnî amellerden olan hayâ, tevek­kül, Allah'tan korkma ve O’na yönelme de imandan­dýr. Bu saydýklarýmýz ve daha niceleri imanýn bir þubesidir. Bu þubeler "yolda bulunan eziyet verici bir þeyi yoldan kaldýrmak'la son bulur. Bunu yap­mak da imanýn þubelerinden bir þubedir. Bu þubele­rin içerisinde imanýn yok olmasýyla ilgili þubeler de vardýr. Örneðin þehâdet þubesi gibi. (Tevhid kelimesini terketmek) ve ayný zamanda terkedilmesiyle birlikte imanýn var olmasýný gerektiren þubeler de vardýr. Örneðin, yolda eziyet veren bir þeyi kaldýrmamak. Bu iki þube, yani (en yüksek þube olan þehâdet ve en son olan eziyet veren þeyi kaldýrmak) arasýnda birbi­rinden ayrý ve büyük þubeler bulunmaktadýr. Bunla­rýn bir kýsmý þehâdet þubesiyle ilgilidir ve ona daha da yakýndýr. Bu þubelerden bir kýsmý da yolda eziyet veren bir þeyi kaldýrmakla ilgilidir ve ona daha yakýndýr.
 
Ýmanda olduðu gibi küfür de þubelere sahiptir. Nasýl ki imanýn þubeleri imansa, küfrün þubeleri de küfürdür. Hayâ iman þubelerinden bir þube olduðu gibi, hayâsýzlýk da küfür þubelerinden bir þubedir. Doðruluk imanýn kýsýmlarýndan olduðu gibi, yalan da küfrün kýsýmlarýndandýr. Nasýl ki namaz, zekât, hacc ve oruç imanýn þubelerinden olduðu gibi, bunlarý terketmek de küfrün þubelerin­den bir þubedir.
 
Allah’ýn indirdikleriyle hükmetmek imanýn þube­lerindendir. Allah’ýn indirdikleriyle hüküm etmemek de küf­rün þubelerindendir. Ýtaatin tümü imanýn þubelerinden birisi olduðu gibi, âsîliðin tümü de küfrün þubelerindendir.
 
Ýmanýn þubeleri iki kýsma ayrýlýr:
1- Kavlî (sözle ilgili),
2- Fiilî (amelle ilgili) kýsýmdýr.
Ayný zamanda küfrün þubeleri de:
1- Kavlî (sözle ilgili)
2- Fiilî olmak üzere iki kýsýmdýr.
 
Ýmanýn kavlî kýs­mýnýn yok olmasýyla imanýn yok olmasýný gerektiren þubeleri vardýr. Ayný þekilde, imanýn fiilî kýsmýnýn yok olmasýy­la da imanýn yok olmasýný gerektiren þubeler vardýr.
 
Küfrün, kavlî ve fiilî kýsýmlarý da imanýn kýsýmlarý gibidir. Yani sözlü olarak ve isteyerek küfür kelimesini söylemek küfür þubelerinden bir þubedir. Ayný zamanda fiilî olarak da küfrü ge­rektiren bir þey yapmak küfrün þubelerindendir. Meselâ puta tapma, Kur'an'la alay etme gibi.
 
Baþka bir esas daha vardýr, o da imanýn hakika­tinin kavil (söz) ve amelden müteþekkil olmasýdýr. Kavlî iman iki kýsma ayrýlýr. Dilin kavli ki bu da Ýslâm kelimesiyle konuþmaktýr. Amelî iman da niyet ve ihlâstýr. Ýkinci kýsým da uzuvlarýn amelidir. Þayet bu dört nitelik bir kimsede yok olursa o kimsede imanýn tamamý yok olur. Bu dört þey de þunlardýr:
1- Kavli’l-kalb,
2- Kavli'l-lisan,
3- Ameli'l-kalb,
4- Ameli'l-Cevârih.
 
Þayet kalbin tasdiði yok olursa, diðer parça­lar hiçbir fayda vermez. Çünkü kalbin tasdiði itika­dýn olmasý için þarttýr. Bu olduktan sonra faydalý bir iman olur. Sâdýk bir itikadla birlikle kalbin amelinin yok olma hali konusunda mürcie mezhebi ile ehl-i sünnet arasýnda olan bir savaþ (mücâdele) söz konu­sudur. Çünkü ehl-i sünnet, kalbin amelinin yok olma­sý halinde tasdiðin hiçbir faydasýnýn olmadýðý ve imanýn yok olduðu görüþünde toplanmýþlardýr.
 
Ýman yalnýzca tas­dikten ibaret bir þey deðildir. Oysaki iman (ayný za­manda) baðlanma ve itaat için lâzým olan þeyleri tas­dikten de ibarettir.
Hidâyet yalnýzca Hakk'ý bilmekten ibaret deðil­dir. Oysaki hidâyet vâcip olan bilinenlerle amel edil­mesi ve lâzým olan þeylere tâbi olunmasýnýn bilinme­sidir.
Þayet ilk tarife hidâyet denilirse bu tam bir hidâyet olmuþ olmaz. Nasýl ki itikadýn tasdiðine hidâyet denmezse bu tasdik de iman için lâzým olan tasdik deðildir. Müslümanýn bu esaslarý, iyi bilmesi gerekir. Baþka bir esas daha vardýr o da küfrün iki çeþit olmasýdýr:
1- Amelî küfür,
2- Ýnkârî ve inadî küfür.
Ýnkârî küfür Allah Teâlâ tarafýndan Rasûle gönderilmiþ olduðu bilinen bir þeyde, inkâr ve inad edilmesidir. Meselâ Rabbin hükümlerini, fiillerini, sýfatlarýný ve isimlerini inkâr etmek gibi. Bu çeþit küfür bütün yönleriyle imana zýttýr.
Fakat amelî küfür ise imana zýt olan ve imana zýt olmayan küfür olarak ikiye ayrýlýr. Amelî küfürden olup imana da zýt olan þeylerden bazýlarýný þöyle zikredebiliriz: Puta tapma, Kur'an’la alay, peygamber öldürmek ve ona sövmek imanýn zýddý olan amellerdir.
 
Allah'ýn indirdikleriyle hükmetmemek, yine na­mazý terketmek kesin olarak amelî küfürden sayýlýr­lar. Allah ve Rasûlü buna küfür ismini verdikten sonra bunlardan küfür ismini kaldýrmak mümkün de­ðildir. Allah'ýn indirdikleriyle gelen hadislere dayanýldýðýnda (da yine) namaz kýlmayan bir kimse kâfir­dir. Fakat bu küfür þekli itikadî bir küfür olmayýp amelî bir küfürdür (yani insaný Ýslâm dininden çý­karan mutlak anlamdaki küfür deðildir.)
 
Allah'ýn indirdikleriyle hükmetmeyen birisi­ni Allah kâfir olarak vasýflandýrdýktan, kâfir olarak isimlendirdikten sonra, onlara bu ismi vermemek mümkün deðildir. (Kesinlikle bu isim­le anýlmalýdýrlar). Rasûlullah (s.a.s.) komþusunun kendisinden emin olmadýðý kimseden, içki içen kimseden, zina ya­pan kimseden imaný zaîl kýlmýþ, yok saymýþtýr. Bu kimselerden imanýn izâle edilmesi, bunlarýn amel yönünden kâfir olduklarýný göstermektedir; yoksa (onlarýn bu durumu) itikad ve inkâr küfrü olarak gösterilmemiþtir (yani bu ameller inkârî kü­für deðildirler).
 
Ve nitekim de Rasûlullah (s.a.s.) bir hadisinde þöyle buyuruyor: "Bazýlarýnýzý bazýlarýnýzýn boynunu vurup da kâfir olarak bana dönmeyin."
Ýþte buradaki küfür amelî küfürdür. Baþka bir hadiste ise; "Kim, kâhini (falcýyý) doðrular ve kadýna arkadan yaklaþýrsa, o Muhammed'e küfretmiþtir.", yani inkâr etmiþtir.
Diðer bir hadiste ise; "Þayet bir adam kardeþine "sen kâfirsin" derse bu söz ikisinden birisini küfre götürür." [34]
Baþka bir hadiste; "Hile yapan, bizi aldatan bizden deðildir.” [35] buyurmuþtur.
Yine bir hadisinde; “Kendi nefsi için istediðini din kardeþi için de istemeyen iman etmiþ olmaz.” [36] buyurur.
 
Allah Teâlâ, Kur’ân-ý Kerîmde kitabýnýn bazýlarýyla amel edeni mü’min kitabýn bazýsýný terkedeni de kâfir olarak göstermiþtir. Þu âyet-i kerime bize ýþýk tutmaktadýr: "Birbirinizin kanýný dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarýnýzdan çýkarmayacaksýnýz!’ diye sizden söz almýþtýk. Göz göre göre biribirinizi öldürüyorsunuz, sizden bir grubu yurtlarýndan çýkarýyorsunuz, onla­ra karþý günah ve düþmanlýk yapmakta birleþiyorsunuz. Onlarý, çýkarmak size yasaklanmýþken (çýkarý­yorsunuz sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyele­rini verip kurtarýyorsunuz. Yoksa siz, kitabýn bir kýsmýna inanýp bir kýsmýný inkâr mý ediyorsunuz? Sizden bunu yapanýn cezasý dünya hayatýnda rezil olmaktan baþka nedir? Kýyamet gününde de (onlar) azâbýn en þiddetlisine itilirler. Allah yaptýklarýnýzý bilmez deðildir." [37]
 
Allah Teâlâ bu âyette kendilerine emretmiþ ol­duðu ve uymalarýný istemiþ olduðu sözden bahset­mektedir. Bu söz alma onlarýn bunu tasdik ettikleri­ne delâlet etmektedir ki onlar biribirlerini öldürme­yeceklerine ve biribirlerini yurtlarýndan çýkarmaya­caklarýna dair söz vermiþlerdi Daha sonra Allah Teâlâ onlarýn bu emre karþý geldiklerini ve onlardan bazýlarýnýn bazýlarýný öldürdüðünü ve onlarý kendi yurtlarýndan çýkardýklarýný haber vermektedir. Bu, onlarýn kitapta kendilerinin iþledikleri kü­fürleridir. Daha sonra ayný fýrka (yani yurtlarýndan kendileri tarafýndan çýkarýlmýþ kimseler) esir olarak geldiklerinde fidyelerini verip onlarý kurtarýyor. Bu da onlarýn kitapta kendilerine haber verilen imanla­rýdýr: Onlar söz verdikleri þeyleri yerine getirmekle mü’min, o söz verdiklerini terketmiþ olduklarýndan dolayý kâfirdirler.
 
Amelî imanýn karþýtý amelî küfürdür. Ýtikadî imanýn zýddý ise ýtikadî küfürdür. Rasûlullah (s.a.s.) bu söylediðimiz þeyleri sahih olan hadisinde ilân etmektedir: “Müslümana sövmek fâsýklýk, onunla savaþmak, onu öldürmek küfürdür.” [38]
 
Rasûlullah bu hadiste sövmeyle öldürmeyi biribirinden ayýrmýþtýr. Ýkisinden birisini (sövmeyi) fâsýklýk olarak nitelendirmiþtir ki, bununla da kâfir ol­maz. Diðerini de (yani öldürmeyi) küfür olarak nite­lendirmiþtir ki buradaki küfür amelî bir küfür olup itikadî bir küfür olmadýðý mâlûmdur ve bu küfür, in­saný Ýslâm dairesinden tümüyle çýkarmaz. Nasýl ki zina yapan, hýrsýzlýk yapan ve içki içen biri­si Ýslâm dairesinden çýkmýyorsa, bu iþleri yapan da Ýslâm dairesinden çýkmaz.
 
Bu açýkladýðýmýz þeyler Ýslâm ve küfrün gerekle­rini ve kitabý bütün ümmetten daha iyi bilen ashâbýn sözüdür. Bu meseleler ancak ve ancak onlardan alýnýr. Müteahhirinler (Ýlk üç nesilden sonra yaþayan âlimler) ashâbýn buradaki muradýný anlamadýklarý için iki kýsma ayrýldýlar. Bunlardan bir kýsmý büyük günahlarla ins


radyobeyan