Hubb-i riyaset ve idari mesuliyet By: rabia Date: 03 Haziran 2010, 15:14:57
Hubb-i Riyâset ve Ýdârî Mes'uliyet
Ýmtihan gâyesiyle dünyâya gönderilen insanýn gerçek huzur ve saâdeti, ruhlara ezâ veren pürüzleri bertaraf edip ulvî duygularla îman þerefine mütenâsip bir hayat yaþamasýndadýr. Bunun için de, ebedî saâdeti gölgeleyen ve ruhlarý zehirleyen nefsânî sýfatlardan arýnmak þarttýr. Bunlar içinde ilk olarak ifâde edilmesi gereken; hubb-i riyâset, yâni baþ olma sevdâsý, makam ve þöhret ihtirâsýdýr.
Mânevî bakýmdan terakkî kaydetmek, nefsânî arzularýn tasfiyesi ile gerçekleþir. Fakat böyle bir tasfiyede insaný en son ve en zor olarak terk eden nefsânî arzu; “makam sevgisi ve baþ olma sevdâsý”dýr. Zîrâ bu çirkin hâl; ucub, kibir, tamah ve hýrs gibi pek çok kötü sýfata kaynaklýk eden en köklü nefsânî temâyüldür. Bundan dolayý onun gönülden sökülüp atýlmasý pek güçtür ve bu yüzden mânevî terbiyede onun tasfiyesi en sona kalýr.
Servet, þöhret ve makâma düþkün olan, bunlarý elde edebilmek için her çâreye baþvurmayý göze alan bir insanýn, mânevî ve ahlâkî ölçüleri de tanýmayacaðý muhakkaktýr. Makam hýrsýyla gözü dönen bir kimse, yýrtýcý bir hayvandan daha zararlý hâle gelebilir. Nitekim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insandaki bu vasfýn ne kadar helâk edici olduðunu þöyle beyan buyurur:
“Mala ve mevkie düþkün bir adamýn dînine verdiði zarar, bir koyun sürüsünün içine salýverilmiþ iki aç kurdun o sürüye verdiði zarardan daha büyüktür.” (Tirmizî, Zühd, 43)
Hakîkaten gözünü dünya hýrsý bürümüþ, gönlü makam-mevkî arzusuna esir olmuþ bir kimse, âdeta insânî vasýflardan sýyrýlmýþ gibidir. Hak dostlarý, dünyâ servet ve makamlarýna duyulan ihtirâsý bütün kötü huylarýn kaynaðý kabul ederler.
Ebû Bekir Verrâk Hazretleri:
“Ýhlâs sâhibi olmak istiyorsan, önce baþ olma sevdâsýný kalbinden çýkar, sonra da kendini kimseden üstün görme!” buyurmuþtur.
Riyâset, yâni baþ olmak, büyük bir mes’ûliyeti mûciptir. Lâzým gelen istîdat, kâbiliyet, liyâkat ve kuvvet kendisinde bulunmayan ve üstleneceði vazîfeyi hakkýyla îfâya güç yetiremeyecek olanlarýn, riyâseti talep etmeleri son derece mahzurludur. Mevlânâ Hazretleri, mes’ûliyet duygusu yeterince geliþmemiþ bir kiþinin, lâyýk olmadýðý bir makâma yükselmesine dâir þu teþbihte bulunur:
“Aslýnda lâyýk olmadýðý yüksek bir mevkie çýkarak maddî yönden mertebesi yücelen kiþi, halkýn omzuna yüklenmiþ bir cenâzeye benzer. Yâni böyle kiþiler, gerçekte yüksek bir mevkîde deðil, bilâkis herkesin bir an önce üzerinden atmak istediði bir cenâze hâlindedirler.”
Ashâb’dan Ebû Zer -radýyallâhu anh-, birgün Peygamber Efendimiz’e:
“_Yâ Rasûlallâh! Beni vâli tâyin eder misin?” demiþ, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise þöyle karþýlýk vermiþtir:
“_Ey Ebû Zer! Sen zayýf bir adamsýn. Ýstediðin vazîfe ise büyük bir emânettir. Bu emâneti ehil olarak alan ve üzerine düþeni yapanlar müstesnâ, aslýnda bu vazîfe kýyâmet gününde bir rezillik ve piþmanlýktýr.” (Müslim, Ýmâre, 16)
Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Þu gök kubbenin altýnda ve yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doðru sözlü kimse yoktur.” (Tirmizî, Menâkýb, 35) buyurmasýna raðmen ve onun ahlâkýný, karakterini, zühde meylini, dünyâya hiç deðer vermeyiþini iyi bildiði hâlde, onu idâreciliðe tâyin etmemiþtir. Zîrâ “ahlâkî fazîlet” ile “idârecilik dirâyeti” farklý þeylerdir. Nice fazîletli kimseler vardýr ki, idârecilik kâbiliyetleri yoktur.
Bir kimseyi toplumun takdîr ve tâkip edebilmesi için, onun evvelâ hayranlýk verici bir karakter ve ahlâka sâhip olmasý gerekir. Huzurlu ve feyizli bir hayat; aþk ile birleþen îman, vecd ve huþû ile edâ edilen ibâdetler ve meftûn edici davranýþ güzellikleriyle zirveleþir. Pek çok insan güzel konuþabilir, þahsî hususlarda dikkatli ve muvaffak olabilir. Fakat bunlarýn, halkýn mes’ûliyetini üstlenmeye kâfî gelip gelmediði iyi hesâb edilmelidir. Zîrâ idârecilik, lâyýkýyla îfâ edilmesi gâyet zor bir emânettir. Bu hususta gereken maddî-mânevî kâbiliyet ve dirâyete sâhip olmadan halkýn idâresine tâlip olanlar, büyük bir âhiret vebâli ile karþý karþýya kalýrlar.
Hubb-i riyâset, yâni baþ olma sevdâsý, toplum düzeninde ve dînî hayatta tedâvîsi güç, derin yaralar açan bir musîbettir. Târih sayfalarý, baþ olma veya liderlik mevkiini kaybetmeme sevdâsý uðruna toplumlarýný felâkete sürükleyen, liyâkatsiz ve muhteris liderlerin maddî-mânevî zulüm ve iþkence tablolarýyla doludur. Hubb-i riyâset sebebiyle nice ordular birbiriyle çarpýþmýþ, mâsumlarýn kaný dökülmüþ, servetler hebâ edilmiþ, insanlýk þeref ve haysiyeti ayaklar altýnda çiðnenmiþtir. Sâdece bir misâl olmasý bakýmýndan Kur’ân-ý Kerîm’de Firavun’la alâkalý olarak yapýlan þu tespit ne kadar ibret vericidir:
“(Firavun, kavmini dünyâda denize sürükleyip boðduðu gibi) kýyâmet gününde de kavminin önüne geçer, onlarý (suya götürür gibi) ateþe sürükler. O vardýklarý yer, ne kötü yerdir.” (Hûd, 98)
Ýnsanlarýn riyâset husûsunda sâhip olduklarý hýrs ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu husustaki tavrý ile alâkalý olarak, Ebû Mûsâ el-Eþ’arî -radýyallâhu anh-’ýn anlattýðý þu hâdise çok mânidardýr:
“Amcamýn oðullarýndan ikisiyle Allâh Rasûlü’nün huzûruna girmiþtim. Onlardan biri:
«_Yâ Rasûlallâh! Ýdâresini Cenâb-ý Hakk’ýn sana verdiði vazîfelerden birine bizi âmir tayin et!” dedi. Öteki de benzeri bir þey söyledi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- þöyle buyurdu:
«_Vallâhi biz, tâlip olaný veya vazîfe hýrsý bulunaný yönetici yapmýyoruz!» (Buhârî, Ahkâm, 7; Müslim, Ýmâre, 15)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden herhangi bir vazîfe talep etmemiþ olan Ebû Mûsâ Hazretleri’ni ise Yemen’e vâli tâyin etti. Çünkü o, vazîfeye tâlip olmamýþ, Rasûlullâh Efendimiz onda müþâhede ettiði liyâkate istinâden kendisine bu emâneti tevdî etmiþtir.
Hazret-i Ebû Bekir -radýyallâhu anh- da, hilâfet makâmýna geçip halk kendisine bey’at ettikleri vakit, minbere çýkarak þöyle buyurmuþtur:
“Ben, hiçbir zaman hilâfet istemedim, ona raðbet etmedim. Gizli ve âþikâr hiçbir þekilde bunu Allâh’tan dilemedim. Çünkü hilâfette benim rahatým yoktur.”
Bu ifâdeler, riyâsete karþý mü’min gönüllerde bulunmasý gereken sarsýlmaz îman tavrýný ve idâreciliðin, toplumun imkânlarýyla zevk u safâ içinde saltanat sürmek deðil, topluma hizmet etmek olduðunu ne güzel beyân etmektedir.
Hakkýný verip veremeyeceðini düþünmeden, hayâle kapýlarak ve nefsini kayýrarak riyâset hýrsýyla koþturmanýn, aðýr bir vebâli mûcib olduðu muhakkaktýr. Fakat halkýn iþlerinin de bir þekilde görülmesi zarûrîdir. Bu yüzden, bir iþi hakkýyla îfâ edebilecek dirâyete sâhip olanlarýn da, mes’ûliyetten kaçarak bir kenara çekilmeye ve iþleri yüzüstü býrakmaya haklarý yoktur. Böyle bir vazîfe kendisine teklif edilen kimse, liyâkatinden eminse ve etrafta kendisinden daha ehil biri de yoksa, teklifi kabulden ictinâb edemez. Þâyet ictinâb ederse, vebâlinden kurtulamaz. Zîrâ halkýn emânetini üstlenmek, yerine göre bir zarûret hâline gelebilir. Mü’mine yakýþan da budur. Yâni mü’min için; örnek yaþayýþýyla, güzel ahlâkýyla, ilm-i siyâsetiyle, basîret, firâset, dirâyet ve kâbiliyetiyle, riyâsetin tâlibi deðil, matlûbu olabilmek esastýr.
Nitekim Ýslâm halîfeleri içinde dört büyük halîfeden sonra fazîlet bakýmýndan en mümtaz mevkîde bulunan Ömer bin Abdülazîz’e hilâfet makâmý teklif edildiðinde, o önce bunu kabulden ictinâb etmiþtir. Fakat ondan daha liyâkatli kimse bulunmadýðýný gören ulemâ heyeti, bu vazîfeyi üstlenmediði takdirde vebâl altýnda kalacaðýný bildirmesi üzerine, Ömer bin Abdülazîz mecbûren vazîfeyi kabûl etmiþtir. Ömer bin Abdülazîz, kendisine dâimâ hakký ve hayrý tavsiye edecek bir istiþâre heyeti kurmuþ, onlar da halîfeyi îkaz ve nasîhatleriyle yanlýþlýklardan korumaya çalýþmýþlardýr.
Bir makâma tâlip olmadýðý hâlde o makâma getirilen ve samîmiyetle gayret gösteren kimselere Allâh Teâlâ yardým eder. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdurrahmân bin Semüre -radýyallâhu anh-’a þu tavsiyede bulunmuþtur:
“Ey Abdurrahmân! Emîrliðe tâlip olma! Eðer senin talebin üzerine sana emîrlik verilirse, istediðin þeyin sorumluluðu sana yüklenir. Eðer sen tâlibi olmadan sana emîrlik verilirse, o iþte yardým görürsün.” (Buhârî, Eymân, 1; Müslim, Ýmâret, 19)
Kiþinin hakkýný veremeyeceði bir vazîfeyi hýrsla talep etmesinin fecî bir âhiret felâketi olduðu, yine bir hadîs-i þerîfte þöyle ifâde buyrulmaktadýr:
“Siz memuriyet alma husûsunda pek istekli davranacaksýnýz. Hâlbuki (elde etmek için) çýrpýndýðýnýz o vazîfe, kýyâmet gününde bir piþmanlýk sebebi olacaktýr.” (Buhârî, Ahkâm 7. Ayrýca bk. Nesâî, Bey’at 39, Kudât 5)
Bu hususta bütün ümmete büyük bir vazîfe düþmektedir. Bu ise, emânetin tevdî edileceði liyâkatli kimseleri en güzel bir þekilde yetiþtirmek ve onlarý uygun mevkîlere tâyin etmektir. Riyâsete tâlip olmak, yukarýda arz edilen sebeplerden dolayý hoþ görülmemekle birlikte, gerekli vasýflarý hâiz kimselerin îcâb ettiði zaman bundan kaçmamalarý, bilakis gönüllü olarak hizmete koþmalarý gerekir. Bunun en güzel misâlini Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- sergilemiþtir. O, zindandan çýkýp Mýsýr Melîki’nin has adamý olduktan sonra, büyük kýtlýklarýn beklendiði ülkenin mâlî iþlerini en iyi idâre edebilecek kiþinin kendisi olduðunu görmüþ, bu vazîfeye tâlip olmuþ ve Kur’ân-ý Kerîm’de beyân edildiði üzere Mýsýr Melîki’ne:
“«Beni ülkenin hazînelerine tâyin et! Çünkü ben (onlarý) çok iyi korurum ve bu iþleri iyi bilirim.» demiþtir.” (Yûsuf, 55)
Bu âyet-i kerîmeden, âdil ve liyâkatli bir kimsenin, idârî bir vazîfeyi talep etmesinin câiz olduðu anlaþýlmaktadýr. Ayrýca âyet-i kerîme, hak ve adâletin hâkim kýlýnýp bâtýlýn ve zulmün defedilmesi için baþka çâre kalmadýðý zaman, idâreyi ele almanýn gerekliliðine de iþâret etmektedir. Ýþte Yûsuf -aleyhisselâm-, tâlip olduðu vazîfeyle ilgili bütün meziyetlere sâhip olduðu için, zarûrete binâen ve mes’ûliyet duygusu ile mâliye nezâretine tâlip olmuþtur. Yûsuf -aleyhisselâm-’ýn bu husustaki takvâ ve dirâyetini gösteren sayýsýz misâllerden biri þöyledir:
Birgün Yûsuf -aleyhisselâm-’a:
“–Sen, hazînelerin sâhibi ve tasarrufçusu olduðun hâlde niçin kendini aç býrakýyorsun?” diye sorulmuþ, O ise:
“–Ben doyarsam, aç olanlarý unutmaktan korkarým.” cevâbýný vermiþtir.
Bu bakýmdan riyâset makâmýnda bulunanlar, kendilerine emânet edilen toplumun en alt kademesinde bulunanlarýn maddî-mânevî hayat þartlarýný ve içinde bulunduklarý iptilâlar sebebiyle dûçâr olduklarý hâlet-i rûhiyeyi de dikkate alarak, onlarýn yaþantýsýyla âhenkli ve mütenâsip bir hayat sürmelidirler.
Ýdârecilerde bulunmasý gereken kalbî dirâyetin en güzel numûnelerini, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtýnda seyredebiliriz. O, dâimâ kifâyet miktârý ile geçinir, hattâ çoðu zaman fakr u zarûret içinde yaþar, ashâbýný doyurmadan kendisini doyurmazdý. Ümmetinin sevincini kendi sevincine tercih ederdi. Mescid-i Nebevî’nin inþâsýnda mübârek sýrtýnda taþ taþýmýþ, bir sefer esnâsýnda ateþ yakmak üzere ashâbýyla odun toplamýþ, bizzat ve fiilen hizmet etmek sûretiyle bütün idârecilere örnek olacak ulvî numûneler sergilemiþ ve:
“Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” (Deylemî, Müsned, II, 324) buyurmuþtur. Böylece ashâbýnýn yaþadýðý þartlarý bizzat yaþamýþ, onlarýn sevinciyle sevinmiþ, derdiyle dertlenmiþtir.
Nitekim birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e turfanda hurma ikrâm edilmiþti. Allâh Rasûlü’nün dâimâ mütebessim olan çehresinde o an bir memnûniyetsizlik ifâdesi belirdi. Ashâbýnýn da böyle hurmalardan yiyip yiyemediklerini sorarak, onlarýn bu nîmetten mahrum bulunduklarýný öðrenince:
“–Götürün bu hurmalarý, þu çocuklar yesin! Ben ümmetimin yemediðini yiyemem! Halkýnýn yemediðini yiyen, giymediðini giyen idârecilerden olmaktan Allâh’a sýðýnýrým...” buyurdu.
Ýþte bu nebevî ahlâk ile ahlâklanmýþ olan Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh- da, geceleri bilhassa kenar mahalleleri dolaþarak dâimâ muzdariplerin civârýnda bulunmuþ, halkýn muhtaçlarýna sýrtýnda çuvalla un taþýmýþtýr. Onun bu husustaki hassâsiyetini ifâde eden þu hâl ne kadar ibretlidir:
Utbe bin Ferkad anlatýyor:
Bir seferinde Hazret-i Ömer’e hurma ve yaðdan yapýlan birkaç sepet helva götürdüm. O, bana bunlarýn ne olduðunu sorunca ben de:
“–Yiyecek, sana getirdim. Çünkü sabahtan akþama kadar halkýn iþleriyle uðraþýyorsun. Ýstedim ki, evine döndüðünde iyi bir gýdâ alarak kuvvetini koruyasýn.” dedim. Hazret-i Ömer, sepetlerden birinin aðzýný açtý ve:
“–Ey Utbe, Allâh aþkýna söyle! Bunlardan her bir müslümana bir sepet verdin mi?” diye sordu.
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Kays Kabîlesi’nin bütün mallarýný harcasam yine de her müslümana bir sepet helva veremem.” dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radýyallâhu anh-:
“–Öyleyse bana da lâzým deðil.” dedikten sonra kuru ekmek ve sert bir etle yapýlmýþ bir sahan tirit getirtti.” (Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, c. II, s. 325)
Ýslâm ordularýnýn muzaffer kumandaný Hâlid bin Velid -radýyallâhu anh-’ýn bu husustaki kalbî tavrý da güzel bir numûnedir:
Sûriye taraflarýnda Rumlarla yapýlan bir savaþta akþam olmuþ, gâziler istirahata çekilmiþlerdi. Daha sonra sofralar kuruldu, açlýktan tâkatsiz düþmüþ gâzîler kuru ekmekle hurmadan ibâret yemeklerini yiyorlardý. Ancak Kumandan Hâlid bin Velid’in sofrasýna yumuþak ekmek ve soðuk su getirilmiþti. Bunu gören Hazret-i Hâlid, ekmeklerin güneþ altýnda nasýl olup da kurumadýðýný ve bu soðuk suyun nereden bulunduðunu hayretle sordu. Kendisine denildi ki:
“–Biz bu ekmek ve suyu, eþtiðimiz kum çukurlarýndaki nemli zeminde muhâfaza ettik. Bu yüzden ekmeðimiz yumuþak, suyumuz soðuk.”
Bu defa Hazret-i Hâlid:
“–Askerlerim de yumuþak ekmek yiyip soðuk su içebiliyor mu?” deyince:
“–Hayýr. Onlarýnki kurumuþ ekmek, ýsýnmýþ su!” cevâbý verildi.
Hâlid bin Velid -radýyallâhu anh- þu mukâbelede bulundu:
“–O hâlde kaldýrýn bu yumuþak ekmekle, soðuk suyu! Bana askerlerimin yediði kuru ekmekle, içtiði sýcak sudan getirin! Savaþta beraber olup da yemekte ayrýlan kumandanlardan olmaktan Allâh’a sýðýnýrým! Bizim örnek aldýðýmýz zâtlar böyle olmadýlar, biz de olmayacaðýz!..”
Diðer taraftan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hakkâniyet sâhibi olan âdil ve sâlih idârecilerin, kýyâmet gününde Arþ-ý Âlâ’nýn gölgesinde huzur içinde dinlenecek yedi sýnýftan biri olduðunu müjdelemiþtir.
Ýdârî bir vazîfe üstlenenler, idâreleri altýndaki insanlarýn hazzýný, kendi hazzýna tercih etmesini bilmelidirler. Israrla her þeyi yalnýz ben yapayým düþüncesinde olanlar, çabuk yorulurlar, sadýrlarý daralýr, görüþleri deðiþir. Bir zaman gelir ki, herkesi küçük görmeye baþlar, kibre kapýlýrlar. Hubb-i riyâsetin esiri olurlar. Halka hizmet ederek Hakk’ýn rýzâsýný kazanmaya vâsýta olan makâm ve iktidar, gün gelir þahsî bir üstünlük duygusunun tatmînine hizmet eder hâle dönüþür.
Gerçek ve olgun idâreciler ise, þahsî varlýklarýndan sýyrýlarak kendilerini toplumun huzur ve saâdetine adamýþlardýr. Onlar, kendilerini hizmet kervanýnýn en gerisinde kabul eden bir gönül neferi gibi tevâzû ve mahviyet sâhibidirler. Cenâb-ý Hakk’ýn: “Rahmân’ýn (has) kullarý onlardýr ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler.” (el-Furkân, 63) âyetini kendilerine hayat düstûru edinirler.
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ýstanbul þühedâsýnýn âilelerine, onlarý rencide etmemek için büyük bir titizlik göstererek akþamýn loþ karanlýðýnda, kapalý kaplar içinde yemek göndermiþtir.
Bütün krallarýn önünde baþ eðdiði, 24 milyon km2’lik bir coðrafyaya hükmeden cihân pâdiþâhý 1. Ahmed Hân, kendi adýyla anýlan câminin temelinde gün boyu bir amele gibi çalýþmýþ, zaman zaman sýrtýnda taþ taþýyarak bütün idârecilere örnek olacak fazîletler sergilemiþtir.
Sultan 1. Abdülhamid Han, Özi Kale’si elden çýkýnca büyük bir teessür ile: “Asker evlâdlarým ve mâsûm ahâlim parçalandý!” diyerek onlarýn ýztýrâbýný sînesinde hissetmiþ ve bu acýya fazla dayanamayýp kýsa zaman sonra vefât etmiþtir. Ýþte bir cihan sultânýna, hayatýna mâl olacak derecede «âhh» çektiren ve kalbini elemle eriten îman hassâsiyeti ne müthiþtir! Onlar, emri altýndaki insanlar için duyduklarý bu mes’ûliyet, hassâsiyet ve merhamet sebebiyle, cihân sultanlýðýna ilâveten halkýn gönüllerinde de taht kurma þerefine nâil olmuþlardýr.
Hazret-i Ali -radýyallâhu anh-’ýn, hilâfeti zamânýnda bir vâlîye gönderdiði mektupta yer alan þu ifâdeler, halkýn, idârecileri hakkýndaki þehâdetinin ne kadar mühim olduðunu göstermektedir. Hazret-i Ali -radýyallâhu anh- der ki:
“…Sen, vaktiyle senden evvelki vâlîlerin icraatini gözden geçiriyordun; halk da þimdi senin icraatini gözden geçirecek. O zaman senin onlar hakkýndaki söylediklerini, halk da þimdi senin hakkýnda söyleyecek. Kimin sâlih idâreci olduðu, ancak Allâh’ýn kendi kullarý lisânýndan söylettiði sözlerle anlaþýlýr.”
Dolayýsýyla Hakk’ýn idârecilerden râzý olmasý, bir bakýma mü’min halkýn onlardan râzý olmasýna baðlýdýr. Hazret-i Ali -radýyallâhu anh- vâlîye olan nasîhatinin devâmýnda da þöyle der:
“Hiçbir zaman «Ben kudret sâhibiyim, emrederim, itaat ederler!» deme. Çünkü bu hâl, kalbi fesâda vermek, dîni zaafa uðratmak ve helâke yaklaþmaktýr.”
Riyâset makâmýndakilerin dikkat edeceði en mühim hususlardan biri de, sâdýk ve sâlihlerle dâimâ istiþâre hâlinde olup, fâsýklarla mecbûrî münâsebetler dýþýnda ülfet etmemektir. Zîrâ Ýmam Gazâlî Hazretleri’nin beyâný vechile, fâsýklarýn düþüncelerine yakýnlýk duyulduðu takdirde, zamanla “zihnî akrabâlýk” meydana gelir. Bu yakýnlýk, ileri safhalarda -Allâh korusun- “kalbî akrabâlýða” dönüþür. Bu hâl ise, þahsiyet ve kalbî hayâtýn iflâsý demektir.
Þeyh Edebali Hazretleri þöyle buyurur:
“Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aþaðýdakiler kadar emniyette deðildir.”
Bu bakýmdan, riyâset makâmýnda bulunanlar, daha dikkatli olmalýdýrlar. Zîrâ dik ve yüksek bir daðýn zirvesine týrmanan kimse gibi, ayaðýný bastýðý yere ve tutunduðu dala daha çok dikkat etmelidirler. Düz yolda ayaðý takýlýp düþen biri tekrar ayaða kalkabilir. Fakat zirvelerde yanlýþ bir adým atmak veya çürük bir dala tutunmak öyle tehlikelidir ki, kiþiyi uçurumdan aþaðýya yuvarlar. Üstelik bu felâket, sýrf kiþinin þahsýna münhasýr kalmaz. Mes’ûliyetini yüklendikleri toplumu da peþlerinden sürükler. Yanlýþ yapan bir tüccar, sermâyesini ve kendini batýrýr, fakat yanlýþ yapan bir lider, kitleyi batýrýr. Bu yüzden onlarýn vebâlini de yüklenir.
Hâsýlý her mü’min, Cenâb-ý Hakk’ýn kendisine bahþettiði maddî-mânevî imkânlarý, mes’ûl olduðu topluma âzamî istifâde saðlayacak þekilde kullanmanýn muhâsebesi içinde olmalýdýr. Vazîfesini hakkýyla îfâ edemeyeceði zamanlarda ise nefsâniyetine maðlup olmadan, büyük bir ferâgat-i nefs ile yerini kendisinden daha liyâkatli kimselere býrakmalýdýr. Þan ve þöhretten kaçarak, gerektiðinde pâyesiz ve isimsiz yaþamayý tercih etmeli ve hubb-i riyâsetin esîri olmaktan sakýnmalýdýr. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in vefâtýndan önce son olarak fem-i muhsinlerinden sâdýr olan: “Namaza ve emriniz altýndakilerin hukûkuna riâyet edin!” nebevî tâlimâtýna son derece ehemmiyet vermelidir.
Ýdârî mevkîlerde bulunanlar, nefislerini dâimâ hesâba çekip: “Acabâ idârî mes’ûliyetin aðýr þartlarýnýn idrâki içinde miyim, yoksa hubb-i riyâsete kapýlýp rûhumu zehirlemekte miyim?!” diye kendilerine sormalýdýrlar.
Yâ Rabbî! En alt kademeden en üst kademeye kadar vazîfe üstlenen bütün mü’minleri, nefsin servet, þehvet, þöhret ve makam sevgisi gibi þerlerinden muhâfaza buyur. Cümlemizi, elinden, dilinden ve gönlünden ümmet-i Muhammed’in istifâde ettiði kullarýndan eyle!
Âmîn!
Alýntý
radyobeyan