Son nefes By: rabia Date: 01 Haziran 2010, 02:09:50
Son Nefes
Cenâb-ý Hak, bekâ sýfatýný bu âlemde yalnýz kendisine tahsis buyurmuþtur. Onun için onun yüce zâtýndan baþka her varlýk fânîdir. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Yeryüzünde bulunan her þey fânîdir...” (er-Rahmân, 26) buyurulmuþtur.
Bunun tecellîsi de:
“Her can, ölümü tadacaktýr.” (el-Enbiyâ, 35) beyâný üzere ölüm iledir.
Bu itibarla bilhassa insanýn her dâim bu gerçeði tefekkür ile yaþamasý zarûrîdir. Bunun için bir baþka âyet-i kerîmede þöyle buyurulur:
“Ölüm sarhoþluðu gerçekten gelir de: Ýþte (ey insan) bu, senin öteden beri kaçtýðýn þeydir, denir.” (Kâf, 19)
Ýnsan ki, bu fânî dünyâya bir imtihan için gönderilmiþtir. Dolayýsýyla onun en büyük gâyesi, Cenâb-ý Hakk’ýn rýzâsýný kazanýp Dâru’s-selâm’a, yâni selâm ve saâdet evi olan cennete nâil olmaya çalýþmak olmalýdýr. Bunun da yolu:
“O gün ne mal fayda verir, ne evlâd!.. Ancak kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (eþ-Þuarâ, 88-89) hakîkatinin muhtevâsýna girebilmektir.
Bu da, nefs terbiyesi ile mümkündür. Nefs terbiyesinin özü de, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e tam teslimiyet, baðlýlýk ve itâattir. Yâni yirmi üç senelik nebevî hayattan, daha doðrusu Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in gönül iklîminden hisse alabilmektir. Zîrâ Cenâb-ý Hak, Kur’ân-ý Kerîm’i Cebrâil -aleyhisselâm- vâsýtasýyla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kalbine indirmiþtir. Dolayýsýyla Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in bütün ibâdet, söz, davranýþ ve muâmelâtý, Kur’ân-ý Kerîm’in tefsiri mâhiyetindedir. Bu hakîkatler çerçevesinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in kalb âleminden lâyýkýyla nasip almak için, onu candan, maldan, ehl ü ýyâlden ve sâir her þeyden daha çok sevmek þarttýr. Bu muhabbet kulu, Cenâb-ý Hakk’ýn muhabbetiyle yoðurur. Yâni ona muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’a muhabbet de ona muhabbettir. Ýþte vuslat için gönlün, bu kývâma ulaþmasý zarûrîdir.
Bütün bunlar, son nefese hazýrlýðýn en güzel adýmlarýdýr. Nasýl ki bardaða düþen son damla, önceki damlalara göre iþ görüp bardaðýn taþmasýna sebep oluyorsa, daha önceki nefeslerimiz de böyledir. Yâni son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsýl eder. Onun için, son nefese hazýrlýk, þu an aldýðýmýz nefesleri nasýl kullandýðýmýza baðlýdýr. Ömrünü Allâh ve Rasûlullâh aþký ile geçiren ve bu istikamette amel-i sâlihlerle süsleyen has kullar, son demlerinde kelime-i þehâdet ile huzûr içerisinde göçerler. Yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in þu müjdesine nâil olurlar:
“Bir kimse son nefeste (hâlisan) kelime-i tevhîd getirirse, cennete girer...” (Hâkim, Müstedrek, I, 503)
Yâni bir ömür kelime-i tevhîd ikliminde yaþayanlar, son demde onunla Hakk’a yolculuk ederler. Çünkü onlar, vakitlice kelime-i tevhîddeki «lâ» ile bütün fânî, izâfî ve nefsânî takýntýlarý ve putlarý gönülden silip atmýþlar ve «illâ» ile kalbe yalnýz Cenâb-ý Hakk’ýn muhabbetini doldurmuþlardýr.
Bilmelidir ki þu kâinât, kudret eliyle kurulmuþ, binbir nakýþla tezyîn edilmiþ fânî bir ikâmetgâhtýr. Kâinatta hiçbir þey gâyesiz yaratýlmamýþtýr. Ýnsanoðlu için dünya hayatýnýn gâyesi, âhiret saâdetini elde edebilmektir. Bu sebeple Rabbimiz, biz kullarýný þöyle îkaz buyuruyor:
“Ey îmân edenler! Allâh’a karþý, O’nun azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ üzere olun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i Ýmrân, 102)
Her hayat sâhibinin baþýndan mutlakâ geçecek olan ölüm, fânî hayâta büyük vedâ âný ve her canlýnýn þahsýna münhasýr yaþayacaðý husûsî bir kýyâmettir.
Þunu unutmamalýdýr ki, insanoðlu aslýnda her gece ve gündüz, farkýnda olarak veya olmaksýzýn, sayýsýz ölüm sebepleri ile karþý karþýyadýr. Ölüm, insaný her an pusuda beklemektedir. Hazret-i Mevlânâ Mesnevî’sinde þöyle buyurur:
“Aslýnda her an, canýnýn bir cüz’ü ölüm hâlindedir. Her an, can verme zamanýdýr ve her an, ömrün tükenmektedir.”
Gerçekten hergün þu fânî hayattan bir gün daha uzaklaþýrken kabre bir adým daha yaklaþmýyor muyuz? Hergün ömür takvimimizden bir sayfa kopmakta deðil midir?
Hayatýn sel misâli akýþý karþýsýnda insanýn gâfil olmamasý için yine Hazret-i Mevlânâ þu îkâzda bulunur:
“Ey insan! Aynadaki son nakþa bak! Bir güzelin ihtiyarlýðýndaki hâlini ve bir binânýn günün birinde harâbe hâline geleceðini düþün de aynadaki yalana aldanma!..”
Son nefesimiz, binbir hikmet çerçevesinde bir sýrr-ý ilâhîdir. Yâni istikbâlimize dâir bildiðimiz en kat’î gerçek olan ölüm vâkýasýnýn, ne zaman gerçekleþeceði ilâhî takdîre baðlýdýr. Hakîkaten insanoðlu ömrü boyunca sayýsýz kere ölümle yüzyüze gelmektedir. Yaþanan hastalýklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta her an mevcud olan, fakat insanýn gaflet ve acziyeti sebebiyle çoðu kez habersiz olduðu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasýnda ne ince bir perde bulunduðunu göstermiyor mu? O hâlde insanoðlu yukarýdaki âyet-i kerîmelerin muhtevâsýna hergün sayýsýz defa dâhil olmakta ve bir bakýma âhirette verilmeyecek olan mühlet ve fýrsatý, bu dünyâda tekrar tekrar almýþ olmaktadýr. Buna raðmen insan, büyük bir teyakkuz içinde bulunmasý gerekirken, maalesef binbir gaflet içinde ömür takviminden yapraklarýn birer-ikiþer düþüþünü, ekseriyetle hissiz bir þekilde seyrediyor. Týpký kayalar üzerinden boþa akýp giden yaðmur damlalarý gibi...
Aslýnda bizler, doðduðumuz günden beri her gün bir parça ölüyoruz, farkýnda olmadan her gün ölüme doðru yol almaktayýz. Zaman þeridinden düþen her ânýn bizi hakîkat sabahýna yaklaþtýrmasýný, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder:
“Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratýlýþýný (gençliðini ve güzelliðini) bozar, beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?)” (Yâsîn, 68)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’den önce yaþayýp da onun geleceðini haber veren Kus bin Sâide adlý sâlih kul, âdeta yukarýdaki âyet-i kerîmeyi îzâh sadedinde Ukaz Panayýrý’nda yaptýðý bir konuþmasýnda insana âid kudret akýþlarýný, bu fânî hayâtýn mâcerâ ve manzarasýný ne güzel sergiler:
“Ey insanlar!
Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alýnýz!
Yaþayan ölür, ölen fenâ bulur. Yaðmur yaðar, otlar biter. Çocuklar doðar ve analarýn, babalarýn yerlerini alýr. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukûâtýn ardý arkasý kesilmez. Hepsi birbirini takip eder...”
Hepimiz, Hakk’ýn bize verdiði sayýlý nefesleri harcayarak, son nefesi verdiðimiz gün dünyâ ve içindeki bütün baðlantýlarýmýzla ya vedâlaþarak ya da vedâlaþamadan ölümle buluþacaðýz. Fakat âþýk-ý sâdýklar için bu buluþma, belki de ölüm deðil, bir diriliþ olacaktýr. Bir þeb-i arûs olarak tahakkuk edecektir. Onun için:
“Ölmeden evvel ölünüz.” sýrrýna ermek gerekir.
Bu sýrrý Hazret-i Mevlânâ þöyle ifâdelendirir:
“Dirilmek için ölünüz!..”
Nitekim Hazret-i Ali -radýyallâhu anh-’ýn buyurduðu gibi:
“Ýnsanlar uykudadýr. Ölümle uyanýrlar...”
Bu itibarla nefsanî duygularýmýza ve dünyevî isteklerimize maðlup olmayýp, asýl yaþayýþýn, hayvanî rûhla deðil, bize Cenâb-ý Hak tarafýndan üfürülen ilâhî rûh ile olduðunu bilmelidir.
Dolayýsýyla en fecî ölüm, Hak’tan gâfil olmak, onun rýzâsýný kaybetmektir... Onun için bir mü’min, nasýl yaþayýp nasýl ölmesi îcâb ettiðini idrâk etmeli ve îmândan ihsâna ulaþabilmenin eðitimini yapmalýdýr. Zîrâ peygamberlerin dýþýnda hiç kimsenin ne hâl üzere öleceði ve ne þekilde dirileceði hususunda bir teminâtý bulunmamaktadýr. Hâl böyleyken, Yusuf -aleyhisselâm-’ýn Cenâb-ý Hakk’a:
“…Yâ Rabbî! Benim canýmý Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için pek derin bir mânâ taþýmaktadýr.
Bu bakýmdan her kul, havf ve recâ yâni korku ve ümid duygularý arasýnda bir kalbî kývâma sâhip olmak mecbûriyetindedir. Dolayýsýyla bu hâlet-i rûhiyenin saðlayacaðý teyakkuz ve rikkat-i kalbiye ile, ömrünü dâimâ, son nefesini îmân ile verebilme endiþesi ile geçirmelidir.
Âhiretteki hâlimizin ne olacaðýna dâir ilk ve net iþâret, son nefesteki hâlimizde ortaya çýkmaktadýr. Son nefesinde ebedî kurtuluþa erme mücâdelesi veren îmân kahramanlarý ve nâil olduklarý mükâfâtlar, hidâyet rehberimiz olan Kur’ân-ý Kerîm’de bizlere birer ibret levhasý hâlinde sergilenmektedir:
Nitekim Firavun’un sihirbazlarý, Hazret-i Mûsâ’nýn gösterdiði açýk bir mûcize karþýsýnda:
“–Âlemlerin Rabb’ine, Mûsâ ve Hârûn’un Rabb’ine îmân ettik!” diyerek derhal secdeye kapanmýþ, îmân nîmetiyle þereflenmiþlerdi.
Lâkin ahmak Firavun, öfkelenmiþ ve sâhip olduðu saltanat ve gücüyle sanki vicdanlara da hükmedebilirmiþ gibi onlarý tehdîd etmiþti:
“–Ben size izin vermeden ona îmân ettiniz ha! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarýnýzý çaprazlama kestireceðim, hepinizi astýracaðým!..” demiþti.
Sihirbazlar ise büyük bir îmân vecdi içinde:
“–Senin zulmün bize bir zarar veremez! Senin zarârýn dünyâya âiddir. Âhiret saâdeti ise, ebedîdir!” diyerek îmân celâdetiyle tavýr koymuþlardý.
Ne ibretlidir ki bu çetin zulüm karþýsýnda bile onlar, zulümden kurtulabilme derdine deðil, son nefeste bir îmân zaafý göstermeksizin müslüman olarak can verebilmenin endiþesine düþerek Cenâb-ý Hakk’a þöyle ilticâ ettiler:
“...Rabbimiz! Bize bol bol sabýr ver ve müslüman olarak canýmýzý al!” (el-A’raf, 126)
Nihâyet nâil olduklarý hidâyetin bedelini, kol ve bacaklarýnýn çapraz kesilmesi þeklinde ödeyerek þehîd ve velî olma þerefiyle Cenâb-ý Hakk’a kavuþtular.
Zâlimler, Ashâb-ý Uhdûd’u, Allâh’a îmân etmelerini suç sayarak, içi ateþ dolu hendeklere atýyorlardý. O sâdýk mü’minler ise, bu zulme raðmen inançlarýndan vazgeçmediler ve dâvâlarý uðruna korkusuzca ölüme giderek îmânlarýnýn bedelini Hak Teâlâ’ya vecd ile ödediler. Zîrâ Allâh’tan hakkýyla korkanlar, baþka hiçbir þey karþýsýnda korku duymazlar.
Ashâb-ý Karye’den Habîb-i Neccâr, îmâný ve irþâdý dolayýsýyla taþlanarak katledilmiþti. Fakat bu dünyâya âit pancurlarýn kapandýðý son nefesinde, gideceði âleme âit pencereler açýlýp nâil olacaðý ilâhî lutuflar kendisine gösterilince o, kavminin gafletine acýyarak:
“...Keþke kavmim bunu bilseydi!..”
(Yâsîn, 26) dedi. Zîrâ kendisine, fânî âlemdeki taþlanmasýnýn karþýlýðýnda sonsuz bir saâdet bahþedilmiþti.
Yine Îsevîliðin ilk yayýldýðý dönemlerde Romalýlar, Yunanlýlar ve putperestlerle birleþip o günkü ehl-i îmâný arenalarda arslanlara parçalatýyorlardý. O mü’minlerse, arslanlarýn diþleri arasýnda hayatta kalma deðil, bilâkis îmânlarýný kurtarma mücâdelesi veriyorlardý. Onlar bu aðýr zulme sabredip Allâh indindeki yüce mükâfâtý tercîh etmiþlerdi...
Hiç þüphesiz bu güzel hâller, bir ömür Allâh ile beraber olma þuurunda yaþayabilmenin lutufkâr neticesidir. Bu bakýmdan Allâh ile beraber olabilmek, kulluðun en yüce bir zirvesi ve zarûretidir.
Rivâyete nazaran bir vâiz kürsüde kýyamet ahvâlini anlatmaktaydý. Cemaatin arasýnda Þeyh Þiblî Hazretleri de vardý. Vâiz, sohbetinin sonuna doðru Cenâb-ý Hakk’ýn kabirde soracaðý suallerden bahisle:
“Ýlmini nerede kullandýn, sorulacak! Malýný mülkünü nerede harcadýn, sorulacak! Ýbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Haram-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; þunlar da sorulacak!..” diye uzun uzadýya birçok husus saydý.
Bu kadar teferruata raðmen meselenin özüne dikkatin çekilmemesi üzerine Þiblî Hazretleri, vâize seslendi:
“Ey vâiz efendi! Allâh Teâlâ o kadar çok suâl sormaz. O sorar ki: Ey kulum! Ben seninleydim, sen kiminleydin!”
O hâlde en büyük düstur, Hak ile olabilmek ve nefesleri zâyî etmemek. Þu kelâm-ý kibârda bu hâl ne güzel ifade edilmiþtir:
Zâyî olmuþ, anladýk;
Sensiz geçen sâatimiz...
Bu düstura davet sadedinde Rasûlullah -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Ýbn-i Ömer -radýyallâhu anhümâ-’nýn iki omuzunu tutmuþ ve þöyle buyurmuþtur:
“Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol!..”
Bu hissiyatla Ýbn-i Ömer -radýyallâhu anhümâ- da, sohbetlerinde daima þu nasihatte bulunurdu:
“Akþama ulaþtýðýnda sabahý gözetme, sabaha kavuþtuðunda da akþamý bekleme. Saðlýklý anlarýnda hastalýk zamanýn için, hayatýn boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî, Rikak 3)
Hayatýn bir yaz yaðmuru gibi akýþýný ifade eden bu cümleler, bizi gerçek hayata istikametlendirmektedir. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, bunu bir duâsýnda þöyle ifade buyurur:
“Allâh’ým! Gerçek hayat sadece âhiret hayatýdýr.” (Buhârî, Rikak 1)
Bu sýrrý en güzel bir þekilde idrâk eden ashâb-ý kirâmýn hayatý, sayýsýz fazîlet, hikmet ve ibretlerle doludur:
Müþriklere esir düþüp öldürülmek üzere bulunan Hubeyb’in þehîd edilmeden evvel bir tek arzusu, “Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbet dolu bir selâm gönderebilmek”ti... Gözlerini mahzun bir þekilde semâya kaldýrdý ve:
“–Allâhým! Burada selâmýmý Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e ulaþtýracak kimse yok. O’na selâmýmý Sen ulaþtýr!..” diye ilticâ etti.
O sýrada ashâbýyla Medine’de oturmakta olan Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“Onun üzerine de selâm olsun!” mânâsýnda: “ve aleyhisselâm” buyurdular.
Bunu duyan ashâb-ý kirâm hayretle:
“–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmýna karþýlýk verdiniz?” diye sorunca:
“–Kardeþiniz Hubeyb’in selâmýna.” buyurdu.1
Ayrýca Peygamber Efendimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hubeyb’i «þehidlerin ulusu» diye tavsif etmiþ ve:
“O, cennette benim komþumdur!” buyurmuþtur.
Bu aþk ve þevke bir baþka misâl:
Uhud Harbi nihâyetinde Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, þehid ve yaralýlarýn kontrol edilmesini emir buyurmuþlardý. Husûsiyle âkýbetini merâk ettiði bir sahâbî vardý: “Sa’d bin Rebî -radýyallâhu anh-.”
Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-, onu bulup ne durumda olduðunu öðrenmesi için ashâbýndan birini harb meydanýna gönderdi. Sahâbî, Sa’d -radýyallâhu anh-’ý ne kadar aradýysa da bulamadý, ne kadar seslendiyse de cevap alamadý. Nihâyet son bir ümidle:
“–Ey Sa’d! Beni Rasûlullâh gönderdi. Allâh Rasûlü, senin diriler arasýnda mý, yoksa þehidler arasýnda mý bulunduðunu kendisine haber vermemi emretti.” diye yaralý ve þehidlerin bulunduðu tarafa doðru seslendi.
O sýrada son anlarýný yaþayan ve cevap verecek mecâli kalmamýþ olan Sa’d -radýyallâhu anh-, kendisini Allâh Rasûlü’nün merak ettiði haberini duyunca bütün gücünü toplayarak cýlýz bir inilti hâlinde:
“–Ben, artýk ölüler arasýndayým!” diyebildi.
Belli ki artýk öteleri seyrediyordu...
Sahâbî, Sa’d -radýyallâhu anh-’ýn yanýna koþtu. Onu, vücûdu kýlýç darbeleriyle delik-deþik olmuþ, âdetâ kalbura dönmüþ bir vaziyette gördü. Ve ondan ancak kýsýk bir sesle, fýsýltý hâlinde þu müthiþ sözleri iþitti:
“–Vallâhi, gözleriniz kýmýldadýðý müddetçe, Peygamber Efendimizi düþmanlardan korumaz da, O’na bir musîbet eriþmesine fýrsat verirseniz, sizin için Allâh katýnda ileri sürülebilecek hiçbir mâzeret yoktur!”2
Sa’d bin Rebî -radýyallâhu anh-’ýn, ümmete âdetâ bir vasiyet mâhiyetindeki bu sözleri, ayný zamanda fânî hayâta vedâ sözleri oldu.
Hazret-i Huzeyfe’nin anlattýðý þu hâdise de, ashâbýn son nefeste bile sergilediði ulvî ahlâk ve fazîleti aksettirmesi bakýmýndan ne kadar câlib-i dikkattir:
Yermuk Muhârebesi’nde idik. Çarpýþmanýn þiddeti geçmiþ, ok ve mýzrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar, düþtükleri sýcak kumlarýn üzerinde can vermeye baþlamýþlardý. Bu arada ben de bin bir güçlükle kendimi toparlayarak, amcamýn oðlunu aramaya baþladým. Son anlarýný yaþayan yaralýlarýn arasýnda biraz dolaþtýktan sonra, nihâyet aradýðýmý buldum. Fakat ne çâre, bir kan gölü içinde yatan amcamýn oðlu, göz iþâretleriyle dahî zor konuþabiliyordu. Daha evvel hazýrladýðým su kýrbasýný göstererek:
“–Su istiyor musun?” dedim.
Belli ki istiyordu, çünkü dudaklarý harâretten âdetâ kavrulmuþtu. Fakat cevap verecek mecâli yoktu. Sanki göz iþâreti ile de muzdarip hâlini îmâ ediyordu.
Ben kýrbanýn aðzýný açtým, suyu kendisine doðru uzatýrken biraz ötedeki yaralýlarýn arasýndan Ýkrime’nin sesi duyuldu:
“–Su! Su!.. Ne olur bir tek damla olsun su!..”
Amcamýn oðlu Hâris, bu feryâdý duyar duymaz, kendisinden vazgeçerek göz ve kaþ iþâretiyle suyu hemen Ýkrime’ye götürmemi istedi.
Kýzgýn kumlarýn üzerinde yatan þehidlerin aralarýndan koþa koþa Ýkrime’ye yetiþtim ve hemen kýrbamý kendisine uzattým. Ýkrime elini kýrbaya uzatýrken Iyaþ’ýn iniltisi duyuldu:
“–Ne olur bir damla su verin! Allâh rýzâsý için bir damla su!..”
Bu feryâdý duyan Ýkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyaþ’a götürmemi iþâret etti. Hâris gibi o da içmedi.
Ben kýrbayý alarak þehidlerin arasýnda dolaþa dolaþa Iyaþ’a yetiþtiðim zaman kendisinin son sözlerini iþitiyordum. Diyordu ki:
“–Ýlâhî! Îmân dâvâsý uðruna canýmýzý fedâ etmekten asla çekinmedik. Artýk bizden þehâdet rütbesini esirgeme. Hatâlarýmýzý affeyle!”
Belli ki, Iyaþ artýk þehâdet þerbetini içiyordu. Benim getirdiðim suyu gördü, fakat vakit kalmamýþtý... Baþladýðý kelime-i þehâdeti ancak bitirebildi.
Derhal geri döndüm, koþa koþa Ýkrime’nin yanýna geldim; kýrbayý uzatýrken bir de ne göreyim; Ýkrime de þehid olmuþ!
Bâri amcamýn oðlu Hâris’e yetiþeyim dedim.
Koþa koþa ona geldim. Ne çâre ki, o da ateþ gibi kumlarýn üzerinde kavrula kavrula rûhunu teslîm eylemiþti... Ne yazýk ki kýrba, dolu olarak üç þehidin ortasýnda kaldý.3
Huzeyfe -radýyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini þöyle anlatýr:
“–Hayatýmda birçok hâdiseyle karþýlaþtým. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandýrýp heyecanlandýrmadý. Aralarýnda akrabalýk gibi bir bað bulunmadýðý hâlde, bunlarýn birbirlerine karþý bu derecedeki diðergâm, fedâkâr ve þefkatli hâlleri, yâni son nefeslerini de hayatlarýndaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve «ancak müslüman olarak ölünüz» âyet-i kerîmesinin þuuru ile hayâta vedâ edebilmeleri, gýpta ile seyredip hayran olduðum en büyük îmân celâdeti olarak hâfýzamda derin izler býraktý...”
Cenâb-ý Hak, cümlemizin son nefeslerini hüsn-i hâtime ile neticelendirsin. Bu fânî dünyâdaki son nefesimizi, ebedî vuslatýmýzýn ilk nefesi eylesin!..
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Bkz. Buhârî, Megâzî, 10; Vâkýdî, Megâzî, s. 280-281. 2) Bkz. Ýbn-i Abdilber, Ýstiâb, c. II, s. 590. 3) Bkz. Hâkim, Müstedrek, III, 270.
radyobeyan