Denemeler
Pages: 1
Dil Evimizdir By: rabia Date: 17 Mayýs 2010, 16:41:33
Dil Evimizdir

Varlýða ilk insan ve ilk peygamber olarak býrakýlan Hz. Adem’e ‘isimler’in öðretilmiþ olmasý, bize ‘dil’in, insanýn ve varlýðýn temel hakikati olduðunu gösteriyor. Kendisine isimler öðretilmemiþ olsaydý; insan, o bin bir sorunun uçuþtuðu varlýk bulmacasýnda ne yapardý? Ýsimlerini (hakikatlerini) bilmediði o çok þeye nasýl gider ve onlara nasýl katlanýrdý? Bütün bir varlýk ‘diliyle’ kendini açmýþ olmalý ki, Hz. Adem orada öylece, ‘yabancý’lýðýn ürkütücülüðüne düþmemiþtir. Dil ona ‘ev’ olmuþtur. Kendisine ‘sürgün’ olan ‘gurbet’te, bilinemezliðin o kaygýlý ikliminden ‘dil’e sýðýnarak korunmuþtur. Çünkü varlýktaki en küçük kýmýltýnýn bile ‘ismini’ bilmektedir. Bütün caddelerini bildiði bir þehirde dolaþýr gibi varlýkta dolaþmaktadýr.

Varlýða getirdiðimiz tanýmlarýn hepsi, çok þeyi anlatmakla birlikte, derinden derine, sadece tanýmlanan þeyin ‘dil’ini açýða vurur. Bütün çabamýz, tanýmlamaya çalýþtýðýmýz þeyin nasýl bir ‘ev’de (‘dil’de) oturduðudur. Sanki ‘ev’ini bilsek, o þeyi bütünüyle tanýmýþ oluruz. ‘Bana evini anlat, sana kim olduðunu söyleyeyim.’ durumu yani... Heidegger’in o meþhur tespitini hatýrlayalým: ‘Dil, öznenin/varlýkýn evidir. Ýnsan, varlýðýn evinde (yani dilde) iskân eder (var olabilir).’ ‘Ev’in içimize saldýðý ‘güven’ içinde kendimizi inþâ eder, inþa sürecinde sahip olunduðumuz dille ‘dýþarý’ çýkarýz. Dilimizin ‘ne’liði ‘kim’liðimizi gösterir. Çünkü dilimizin kurduðu ‘duruþ’, yani üslup, bizi tanýmlar.

Dilin ‘var oluþumuz’la yakýndan ilgili olduðunu anlatmaya çalýþýyoruz. Demek istiyoruz ki, ‘dil’e dair düþündüðümüz/yaptýðýmýz her þey varlýðýmýzý þekillendirir. Oturduðumuz evlerin mimarisinin ve yapýsýnýn beðenimizi ve tasavvurumuzu ortaya koymasý gibi, varoluþumuza ‘ev’lik yapan ‘dil’imiz de, varlýkla nasýl bir ‘münasebet’ kurduðumuzu iþaretler. Ýnsanýn inþasýnda böylesine önemli olan ‘dil’in etrafýnda ‘medeniyet perspektifleri’ de þekillenir. Medeniyetler de etrafýnda geliþtikleri, dolayýsýyla renklerini edindikleri dilin imkânlarýný kullanýrlar. Dil burada da kurucu unsurdur. Diyebiliriz ki, Batý-Doðu karþýtlýðý, bu iki medeniyeti þekillendiren dillerin ontolojik farklýlýðýndan doðuyor. Bu farklýlýk, Batýlý ve Doðulu’yu, tarihin o gürültülü akýþýnda birbirine karþýt iki ayrý yere düþürmüþtür. Bu sebeple Doðu ve Batý, hayatýn ying ve yang’ý gibi durmaktadýr.

‘Yüzyýlýn Soykýrýmý’
Hiç þüphesiz Batý’nýnkinden çok farklý bir dile doðan, orada þekillenip büyüyen bir medeniyet perspektifimiz var. Genel anlamda ‘Doðu’da deðerlendirilen ama kendine has hususiyetlerinden hareketle ‘Doðu’dan da farklýlaþan bir medeniyet perspektifi... Ýslam kültür atlasý içinde þekillenen ve Osmanlý namýyla isimlenen bu medeniyet perspektifi, tarihî pratiðiyle ‘insanlýðýn adasý’ gibi duruyor. Etnisiteyi çaðrýþtýrmayan Osmanlý pratiði daha çok ‘insan’ý düþün(dürt)üyor. Kültür havzasýna kattýðý coðrafyalarýn etnik ve kültürel dokusuna müdahalelerde bulunmayan Osmanlý’nýn bu insanî medeniyet perspektifi, ne yazýk ki on dokuzuncu yüzyýlda ve yirminci yüzyýlýn baþlarýnda ‘soykýrým’lara maruz kalmýþtýr. Ömer Seyfettin’in 1914 yýlýnda yayýmlanmýþ Beyaz Lâle isimli hikâyesi, Osmanlý’nýn, kendi medeniyet perpektifine mugayir bir dille nasýl hýrpalandýðýný anlatýyor. ‘Bedbaht Rumeli Müslümanlarýna’ ithaf edilen hikâyenin, Ýsviçre’de hukuk tahsil etmiþ kahramaný Bulgar komitacýsý, soykýrýmýn mantýðýný þöyle ifade eder: ‘Katliam içtimaî bir ilaçtýr. Ýçtimaî vücutlar, uzvî vücutlar gibi ayný kanunlara tabidir. Bir hastayý tedavi ederken fena mikroplarýn uzviyette kalmasýna müsaade etmek onlarýn yeniden üreyip hastayý öldürmesini istemek demektir. (...) Bakýnýz Ýspanya’ya, iþte onlar vatanlarýný kurtardýklarý zaman içlerinde hiç yabancý bir unsur býrakmadýklarýndan bugün ne kadar rahat yaþýyorlar. Bir Arap tehlikesi onlarý asla tehdit etmiyor, etmeyecek. Çünkü Ýspanya’da numune için, müzeler için olsun bir tek Arap býrakmamýþlardýr. (...) Türkler nasýlsa ellerine geçirdikleri yerlerdeki kavimleri temizlemediler. Onlarý yutmadýlar. Türk yapmadýlar. Asýrlarca evvel yaptýklarý budalalýklarýn cezasýný bugün görmeye baþlayan bu sersem Türkler’in hali iþte bize bir derstir.’

‘Yabancý’yý, ‘temizlenmesi’, yani sökülüp atýlmasý gereken necis bir parça gibi görmeyen, onu kendi içinde kendi haline býrakan Osmanlý medeniyet perspektifi, iki yüzyýl, ‘yabancý’yý, vücuttan atýlmasý gereken bir ur gibi gören karþýt bir dille hýrpalandý. Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoðu buna þahittir. Osmanlý himayesinde ‘insanlýða’ þahit olmuþ bu coðrafyalar, ne yazýk ki Müslümanlarýn ‘temizlenmesi’ne de þahitlik yapmýþtýr. Birer Osmanlý yurdu olan ve Osmanlý denen medeniyet perspektifini yaþayan bu coðrafyalar, son iki yüzyýl içinde yaþanan ‘milliyetçi’ durumlarla birlikte bedenlerin ve canlarýn soykýrýmýna mekân olmuþtur. Buralar, bedenî ‘temizliðin’ sonrasýnda çok daha feci bir ‘soykýrým’ yaþadý. Osmanlý’yý çaðrýþtýran izlerden ‘temizlendi’ ...Baðýrlarý kazýnarak...

Osmanlý insanýnýn, bu soykýrým karþýsýnda varlýðýný sürdürmek adýna ortaya koyduðu çaba büyüktür. Savaþlarýn ve soykýrýmlarýn içinden geçerek yirminci yüzyýlýn baþlarýna varan Osmanlý, nihayette Anadolu’ya sýðar olmuþtur. Birçok parçasýný kaptýrarak, azar azar ölerek ‘Anadolu’ olmuþtur. Anadolu’ya sýkýþýp kalan ve burada varlýðýný sürdürmek adýna yeni yollara koyulan bu medeniyet perspektifi, bu sefer farklý, ama bizce daha yakýcý bir ‘soykýrým’la karþý karþýya kalmýþtýr. Çünkü bu ikinci soykýrým, söz konusu medeniyet perspektifinin çocuklarý tarafýndan yapýlmýþtýr. Ve bu, ‘Yüzyýlýn Soykýrýmý’ kitabýnýn merkezi konusu olan ‘dil’e yapýlan müdahalelerle gerçekleþmiþtir. ‘Ev’imize buðzeden projeler

Dilin, insanýn evi olduðu hakikatine iþaret etmiþtik. Dilin hem bizi içine alýp koruduðunu, hem de içinde kalarak kendimizi ifade edebildiðimizi söylemiþtik. Varlýk içindeki duruþumuza ayna olan dilimizle göründüðümüze/bilindiðimize dikkat çekmiþtik. Þimdi Anadolu’dayýz. Biyolojimizi ortadan kaldýrmak adýna üzerimize çullanan ‘düþman’dan bir þekilde kurtulmuþuz. (‘Bir þekilde...’ dememize bakmayýn, hiç de kolay olmamýþ bu. Sadece Çanakkale ve Sarýkamýþ isimleri bile bize olanlarý anlatmaya yetiyor.) Tarih(imiz)le problemli bazý insanlar, anlamakta zorlandýðýmýz giriþimlerin öznesi oluyorlar. Bizi, daha saðlýklý bir ‘yarýn’a gitmek için ihtiyaç duyduðumuz ‘dün’ün imkânlarýndan ediyorlar. Ruhumuzu kuran, kalbimizi besleyen, dilimize ‘has’lýk kazandýran kaynaklara buðzeden bir mantýkla, bizi ‘herhangi biri’ kýlmak çabasýndalar. Ruhsuz ve kalpsiz bir dilin yoksunluðunda tükenip giden biyolojik varlýklar olmamýzý istiyor gibiler

‘Dilimizi yabancýlarýn boyunduruðundan kurtarmak gerekir’ gibi bir düþünceyle, aslýnda ‘yabancýmýz’ olmayan, aksine ‘biz’ dediðimiz þeyi oluþturan temel unsurlarý ‘temizliyorlar’. Ömer Seyfettin’in hikâyesindeki Bulgar komitacýsýnýn reçetesini harfiyen uygular gibi, ‘öztürkçe’ olmayan ne kadar kavram ve kelime varsa üzeri çiziliyor. Türkçe’den kovulan bu kelime ve kavramlarýn iþaretlediði kültürel iklim de lanetlenmiþ olunuyor. Bu ise, Osmanlý denen medeniyet perspektifinin iptalidir. Belki de özde yapýlmak istenen budur. Osmanlýsýz bir duruþ geliþtirmek... Modern dönemin tasavvuruna oturan etnik yapýlý bir devlet tahayyülü... Çünkü Osmanlý etnisitenin ötesinde bir tasavvuru dillendiriyordu.

Ve her nedense dilimizi boyunduruðunda tutan ‘yabancý’, Doðu oluyor. Savaþ meydanlarýnda karþý olunan, kendisine karþý mücadele edilen Batý ise, bu yeni süreçte hiç de ‘tukaka’ görünmüyor. Doðu’ya kapalý, ama Batý’ya alabildiðince açýk bu duruþ ilginçtir ki, ‘milliyetçi’ bir tezle hareket ediyor: Dili Türk(çe)leþtirmek... Türkçe’yi Arapça ve Farsça’dan ‘temizlemek’le, Arapça ve Farsça kelimelerin iþaretlediði kültürel kaynaklarý unutturmak... Böylece Türkçe bu dillerden kurtulacak, Türkçe’yi kullananlar da Araplardan ve Farslardan... Oysa ‘millet’ dendiðinde, sadece etnisiteye dikkat çekilmiyor, din gibi kuþatýcý bir havza, tarih gibi kadim bir akýþ da anlatýlýyor. Dine ve tarihe sýrt dönülerek kurulacak bir ‘millet’ de, millet olmaz.
20. yüzyýlýn baþlarýnda yapýlan budur: Dili sekülerleþtirerek, tarihsiz ve bir þekilde dine mesafeli bir ‘ulus’ oluþturmak... Ve bir þekilde sonuca gidilmiþtir: Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin dilden uzaklaþtýrýlmasý ve bu kelimelerin çaðrýþtýrdýðý kaynaklarýn unutulmasýyla, koca bir tarihe ve medeniyete yabancýlaþmýþ yeni bir ‘kuþak’ þekillenmiþtir. Bu damar hâlâ atýp durmaktadýr. ‘Cumhur’un anlamakta güçlük çektiði, hayatýn içinde karþýlýðý olmayan bir ‘dil’, ‘Baþkan’ tarafýndan ‘Cumhur’a söylenmektedir. Olmasý gereken bu mu? ‘Cumhur’un seçtiði ‘Baþkan’, ‘cumhur’a raðmen, ona karþýt bir ‘dil’ kullanýr mý?

Bizi içine almayan bir dil, bize ‘ev’ olamaz. Bize böyle bir dil dayatýlýyorsa, problem var demektir. Dahasý var. Bize ‘ev’ olan ‘dil’e buðzediliyor. O zaman bize düþen þey, ‘ev’imizi korumak ve geliþtirmektir.

 Nihat Daðlý


radyobeyan