Hicretler 2 By: sumeyye Date: 27 Nisan 2010, 10:40:50
I. Ýstidrad
Takvim meselesi, zaman anlayýþýnýn ortaya çýkardýðý bir meseledir. Takvim, zamaný belli bir plana göre deðerlendirme, amele tahvil etme endiþesinin maddî ifadesidir, delilidir. Bidayetten beri büyük medeniyet kuran bütün cemiyetlerin takvimi vardýr. Etiler, Sümerler, Mýsýrlýlar gibi. Makro alanda takvim þeklinde ifadesini bulan zaman telakkisi sadece cemiyetin meselesi deðil, ayný zamanda her ferdin meselesidir. Hayattaki baþarýlar zaman içinde gerçekleþtirildiði için, gerek fertlerin ve gerekse milletlerin baþarýsýný, kristalize olmuþ, maddeye dökülmüþ zaman olarak deðerlendirebiliriz. Zamanýný deðerlendirme þuuruna eren, en büyük endiþesi zamaný deðerlendirme olan ferdler ve cemaatler terakki eder, bunu kaybedenler de tedennî.
Dinimizin büyük hedeflerinden biri de mensuplarýnda zaman þuuru uyandýrmaktýr. Bu sebeple her söylediðinin, her yaptýðýnýn iki melek tarafýndan yazýldýðý bildirilmiþ, büluðdan ölüme, her anýndan hesap vereceði inancý Kur´an ve hadislerde tekrarla iþlenmiþtir.
Biz burada, zaman meselesini Kur´an-ý Kerim´in nasýl ele aldýðýný göstermek, bu mevzuya giren mesaildeki sistemi ve ýsrarýný ibraz etmek maksadýyla þu açýklamayý sunuyoruz:
Ümidimiz ve duamýz yeniden diriliþ dönemimizde, bunun zenbereðini teþkil edecek olan Ýslamî zaman telakkisini, Rabbimizin bu ümmet-i merhumeden esirgememesidir.[11]
Din Ve Zaman
Bugün Müslümanlar çoðunluk itibariyle zaman konusunda kaygýsýz hale gelmiþ ise de, dinimiz, ana kaynaklarýnda, zaman meselesi üzerinde ýsrarla durur. Bizzat Kur´an-ý Kerim, zaman üzerinde dikkatleri canlý tutmak için zamaný hatýrlatan tabirleri sýkça kullanýr. Ayetleri hadislerle birlikte mütalaa edince, þu husus açýkça görülür: Dinin bu iki kaynaðý, yýllýk, aylýk, haftalýk ve bilhassa günlük hayatýn tanzimiyle ilgili çok ince teferruatlara yer vermektedirler. Her çeþit farz, vacib ve nafile namazlar, zaman tanzimine de yönelik gayeler taþýmaktadýrlar. Bu açýdan, din emirlerinin büyük çoðunluðuyla, insana zamanýný âzamî ölçüde deðerlendirmeyi öðretmektedir, hatta asýl gayesi budur denilebilir.[12]
Kur´an´ýn Zamaný Ýfade Þekli
Kur´an-ý Kerim´de zaman mefhumu, çok çeþitli kelime ve tabirlerle ifade edilir. Buna raðmen bizzat zaman kelimesine rastlanmaz. "Zaman", lügat açýsýndan "uzun veya kýsa olan vakit" manasýna gelir, yani mutlak zamaný ifade eder. Kur´an, zaman yerine daha çok vakit kelimesini tercih eder ve kullanýr. Bu kelime lügat yönüyle, "bir iþ için belirlenen zamanýn nihayeti" demektir. Yani belirli, sýnýrlý bir zaman ifade eden kelime, diðerine tercih edilmiþtir. Bu tercihte, Kur´an-ý Kerim´in pratik gayesini görüyoruz. Yani fiilî hayatta, insan için pratik ve tatbikî olan mefhumlar daha mühimdir. Bunlarýn hatýrlatýlmasý, nazarî, zihnî mefhumlara tercih ve takdim edilmiþ olmaktadýr. Zaman mes´elesi de böyle. Zamanla ilgili tabirlerin sayýsý, insanýn günlük hayatýnda arzettiði ehemmiyetle doðru orantýlý olarak artmaktadýr.[13]
Mutlak ve Mübhem Zaman:
Baþka manalarý yanýnda "zaman" manasýný da taþýyan asr kelimesi 1 defa; baþlangýcýndan nihayetine âlemi kucaklayan zaman manasýna dehr kelimesi 2 defa; zamanda mübhem ve uzun bir müddet manasýna hukub, ahkab 2 defa; yakýn insanlarýn yaþadýðý devir manasýna karn, kurun kelimeleri 20 defa geçer. Bu sonuncu kelime her defasýnda geçmiþ devirleri kasteder.
Daha müþahhas, daha sýnýrlý zaman ifade eden kelimelerden "vakt" kökünden 13 ayrý kelime gelir. Vakt kelimesinden sonra saat kelimesine daha çok yer verilmiþtir. 48 defa geçen bu kelime "zamanýn bir cüz´ü, bir parçasý" demektir. 40 yerde kýyamet manasýnadýr, 8 yerde de müddet ve sýnýrlý zaman manasýnda kullanýlmýþtýr. Zamanýn çok daha küçük cüz´ünü ifade eden an (ki dilimize de ayný manada girmiþtir) çoðul olarak anâ þeklinde üç yerde geçer. Daha kýsa bir müddet ifade eden lemhu´lbasar (göz açýp kapama vakti) tabiri de 2 yerde geçer. 35 kere geçen hîn de birþeyin husûl bulma vakti demek olup manaca mübhemdir, izafetle vuzuha kavuþur. Mutlak zaman Kur´an´da bazan da hînle ifade edilmiþtir.[14]
Ebediyet mefhumu 117 defa (ebed kökünden 28 defa, huld kökünden 87 defa ve sermed kökünden 2 defa) geçer. Bunun çokluðunu yine pratiklik yönünden açýklamak mümkündür. Zira, Kur´an-ý Kerim´in ana davalarýndan biri ahiret ve binaenaleyh, ebedî hayattýr. Ebediyeti hatýrlatan kelimelerin çokluðu tabii ve hatta zaruridir (Bak: Þema 1).[15]
Muayyen Belli Zaman:
Mutlak manada veya mutlaka yakýn mübhem, belirsiz müddette zamaný ifade eden kelimelerin azlýðýna mukabil, mutlak ve sonsuz zamanýn yýl, ay, gün, gece, gündüz gibi çeþitli uzunlukta, fakat sýnýrlý, bölümlü, baþlangýç ve sonuç hududlarý belli ve insan hayatý ile sýký alâkalý muhtelif dilimlerini ifade eden tabirler çokça gelmiþtir. Hatta bunlardan hangisi, bir ferd için daha ehemmiyetli ise o, diðerlerine nazaran, ehemmiyeti nisbetinde daha çok sayýda zikredilmiþtir. Görüleceði üzere, yevm, yani "gün" kelimesi en çok zikredilen kelimedir.[16]
Zamanýn Sýkça Hatýrlatýlmasý:
Kur´an-i Kerim´de zamaný hatýrlatan kelimeler çoktur. Bunlardan direkt hatýrlatanlarý çoðunlukla kaydettik. Sadece "gün", "gündüz", "gece" kelimeleri ile gündüz ve gecenin kýsýmlarýna temas eden tabirlerin Kur´anda daðýlýmýný gözönüne alacak olsak þu durumla karþýlaþýyoruz: Kur´an-ý Kerim, ilk sayfalarýndan itibaren, en son sayfalarýna kadar, hiç fasýla vermeden, okuyucusuna "zaman mefhumu"nu hatýrlatmaktadýr. Ve bu hatýrlatmalarýn sayýsý bir cüzden diðerine fazla fark etmemektedir. Sadece sonlarda bariz artýþ kaydeder ki, bu da sonlardaki surelerin kýsalýðýndan ve "namaz sureleri" olmalarý hasebiyle en çok okuma þanslarýna sahip olmalarýndan ileri gelir (Bak: Þema 2).[17]
Kur´an´da Zamanýn Taksimi: Takvim
Söylediðimiz gibi, Kur´an, en ziyade "gün" kelimesi üzerinde durur ve zamandan münezzeh olan Allah nezdinde "gün"ün varlýðýndan bahseder: "Rabbin katýnda bir gün, saydýklarýnýzdan bin yýl gibidir" (Hacc 47; Secde 5).
Þu halde mahiyetçe ve uzunlukça çok farklý da olsa, Allah nezdinde bir Ýlahî günün varlýðýna dikkat çekilmiþ olmaktadýr. "Ýlahî gün"ün sarahaten zikri, dolaylý ve zýmnî olarak Ýlahî yýlýn ve binnetice "Ýlahî takvim"in varlýðýný -ifham edip- hatýra getirir.
Kur´an´daki bu iþaret, bizim için takvim meselesinin ciddiyet ve ehemmiyetini kavramada yardýmcý olur. Pratik açýdan, mühim olan, arzî ve beþerî takvimdir. Bu mevzuda ise ayetler çoktur ve sarihtir: Yukarýda temas ettiðimiz þekilde geçmiþ zamanlara delalet eden karn, kurun (çað, çaðlar) kelimelerine 20 yerde temas ettikten baþka 21 yerde ay (þehr), 30 yerde de yýl (sene, âm, hýcec ve havleyn kelimeleriyle) mefhumlarýna yer verir.
Þu ayatte bir yýlýn 12 ay olduðu, takib edilecek takvimde, kamerî esasa müstenid sistemin esas olduðu belirtilir: "Allah´ýn gökleri ve yeri yarattýðý günkü yazýsýnda, Allah´a göre, aylarýn sayýsý on ikidir. Bunlardan dördü haram ayýdýr. Bu dosdoðru bir nizamdýr. Öyleyse o (haram) aylarý içerisinde nefsinize zulmetmeyin..." (Tevbe 36).
Þu ayette ise, sarih olarak takvimde kamerî sisteme uyulmasý emredilir. "(Ey Muhammed), sana hilal halindeki aylarý sorarlar. De ki: "Onlar insanlara vakitlerin ve bilhassa hacc zamanlarýnýn ölçüsüdür" (Bakara 189).
Dinî Ýþlerde Kur´anî Takvim Deðiþmemeli:
Az önce kaydettiðimiz birinci ayet, esaslarý kamerî sisteme dayalý bir takvim ortaya koymakla kalmaz, baþka çeþit takvim kullanmayý da bir manada yasaklar. Þöyle ki: Ayetin yukarýda "öyleyse o (haram) aylarý içerisinde nefsinize zulmetmeyin" þeklinde meali kaydedilen kýsmý, icazý sebebiyle, "O aylar hakkýnda nefsinize zulmetmeyin" þeklinde anlaþýlmaya da müsaiddir. Bu mananýn içinde -en azýndan dinle ilgili iþleri tanzimde- bir baþka takvime uyma yasaðý açýktýr. Zira bu davranýþ nefse zulüm olarak tavsif edilmektedir. Nitekim kaydedeceðimiz müteakip ayet nesî -denen ve mahiyet itibariyle kamerî takvimde oynayarak dinî meseleleri güneþ takvimine uydurmaktan ibaret olan cahiliye devri- tatbikatýný "küfürde ileri gitmek" olarak ilan etmiþtir: "Haram aylarý geciktirmek (yani nesî) küfürde bir artýþtýr. Onunla kâfirler saptýrýlýr. Ýnkâr edenler, Allah´ýn haram kýldýðý aylara sayýca uymak için, onu bir yýl haram, bir yýl helal sayýyor, böylece Allah´ýn haram ettiðini helal kýlýyorlar. Kötü iþleri kendilerine güzel gösterildi. Allah o kâfirler güruhunu hidayete erdirmez."[18]
Þu halde dinî emirleri bir baþka takvime baðlamak, Kur´an´da menedilmiþtir.[19]
Bir Ayýn Taksimatý:
Zaman þuurunun yerleþmesi ve hayatî faaliyetlerin zaman içinde daha pratik daðýtýlmasý için yýlýn aylara bölünmesi yeterli deðildir. Öyle ise bir ay da, daha küçük bölümlere ayrýlmalýdýr.
Kur´an-ý Kerim´de haftayý ifade eden Arapça "üsbû" kelimesi geçmez. Ancak cumartesi manasýna gelen "sebt" kelimesi yedi sefer geçer. Her seferinde, Yahudilerle -ki, ashabu´ssebt (cumartesi güncüler) olarak tavsif edilirler (Nisa 47)- ilgili olarak kullanýlan (Bakara 65; Nisa 47, 154; A´raf 163 (üç kere) Nahl 124) bu kelimenin Arapça´ya, bu manada Ýbranice´den geçtiði ve yedi günlük bir zaman dilimi yani hafta manasýna da geldiði þarihlerce belirtilir. Hicretten sonra, Müslümanlar arasýnda, cahiliye devrinin arubesi yerine kullanýlmaya baþlayan ve hafta manasýna da kullanýlan "cuma" kelimesi, haftalýk farz namazý tesbit vesilesiyle Kur´an´da bir kere geçer (Cuma 9). Böylece Kur´an-ý Kerim, tarihin kaydettiði bütün medenî milletlerde görülen yedili haftalýk sistemi te´yid etmiþ olmaktadýr. Çünkü cum´a günü (eskinin yevmü´l-arûbesi) o zamanýn mutad takvim sisteminde yedi günde bir kere gelmektedir.[20]
Günlük Zaman Ve Taksimi:
Kur´an-ý Kerim zamanla ilgili olarak dikkat çekmede en büyük aðýrlýðý "günlük zaman"a verir. Bunu iki þekilde yapar:
1- "Gün manasýna gelen yevm kelimesini çok sýk tekrar eder. Bu kelime çeþitli þekillerde (müfred, cemi, tesniye, marife, nekre) 475 defa zikredilir.
2- Bir gün önce "gece" ve "gündüz" olmak üzere iki ana, sonra da, bunlardan her biri daha teferruatlý birçok tali bölümlere ayrýlýr ve bu bölümler çokça zikredilerek bir günün "kýsým"lara taksimatý ve her bir kýsmýn ehemmiyeti üzerine þuurlar ve dikkatler canlý tutulur.
Hemen þunu belirtelim ki, Arapça´da leyl (gece) kelimesi, güneþin batmasý ile, sabahleyin fecr-i sadýk denen ikinci fecrin doðuþuna kadar geçen zamaný ifade eder. Geri kalan müddete de nehar (gündüz) denir.[21]
Gündüz ve Taksimi: Günün bir yarýsý olan gündüz (nehar) 57, diðer yarýsý olan gece (leyl) 92 kere zikredilir.
Gündüz ile gece kelimelerinin tekerrür sayýlarýnda "gece"nin lehine yarýya yakýn fark gözükmekte ise de, gündüzün kýsýmlarýyla ilgili zikirler aradaki farký azaltýr. Þöyle ki: Gündüzle ilgili olarak sabah vakti, "subh" kelimesiyle 7 kere (bu kökten fiillerle 41´i bulur, ancak fiil halinde sabaha ermek manasýndan baþka, "olmak" manasý da var), "gudüvv" kökünden gelen kelimelerle 15, "bükre" kelimesiyle 9, "fecr" kelimesiyle 6 kere zikredilir. Ayrýca gündüzün diðer kýsýmlarýný ifade eden duha (kuþluk) kelimesi 6, Tulûu´þþems (güneþin doðmasý) tabiri 2, zahire (öðle sýcaðý vakti) kelimesi 1, felak (tan yeri) kelimesi 1, tarafeynnehar (güneþin iki tarafý) tabiri 1, etrafu´nnehar tabiri 1; dülûku´þþems (güneþin batýya meyli) tabiri 1 defa zikredilir. Bunlarýn toplamý 50´ye ulaþýr. Bunu, neharýn zikir sayýsý olan 57´ye ilave edince, gündüz vaktini hatýrlatan zikirler 107´ye ulaþýr.[22]
Gece ve Taksimi: Gece deyince güneþin batma anýndan þafaðýn sökmesine kadar geçen müddetin kastedildiðini daha önce belirtmiþtik. Gece müddeti, yýllýk olarak ele alýnýnca günün tam yarýsý eder. Þu halde, bunun da ihmal edilmemesi, âzamî þekilde deðerlendirilebilmesi için, tedkik, tanzim konusu yapýlmasý gerekir.
Kur´an-ý Kerim, gündüz gibi, geceyi de birçok kýsýmlara ayýrýr ve herbirini çok sayýda zikreder: "Ýþa (yatsý) kökünden 13, asîl (akþam) kelimesi 7, ânâu´lleyl (gece saatleri) tabiriyle 3, gurûbu´þþems (güneþin batmasý) tabiriyle 2, ðasýk (þiddetli karanlýk) kelimesiyle 1, Gasaku´lleyl (gecenin ilk karanlýðý) tabiriyle 1 kere, hîne tümsûn (akþam olunca) tabiriyle 1 olmak üzere, gecenin kýsýmlarý toplam 27 kere zikredilir. Bunu gecenin zikir adedi olan 92´ye ekleyince 117 rakamýna ulaþýrýz (Bak: Þema 2). Gece manasýna gelen beyat ile, bu kökten gelip gece geçirme manasýna gelen fiiller bu rakamýn dýþýndadýr (onlar 8 adettir).
Gerek gündüz ve gerekse gece ile ilgili kýsýmlar, umumiyet itibariyle namaz vakitlerini tesbit ve tavsif maksadlarýna raci olarak Kur´an´da zikredilmektedir. Bir baþka ifade ile, bir günün belli baþlý dönüm noktalarý, günlük farz namazlarla iþaretlenmiþ, müþahhas hale getirilmiþ olmaktadýr.[23]
Namaz Vakitlerinin Zaman Taksimindeki Yeri: Yukarýdaki açýklamadan þu neticeyi çýkarabiliriz: Farz namazlarýnýn mühim gayelerinden biri, Müslüman kimseye, günlük zamanýný taksim ve programlama alýþkanlýðý kazandýrmaktýr. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in fiilî tatbikatý ve emirlerinde göreceðimiz üzere, bu vakitler yatma, kalkma eve çekilme, istirahat, evi terketme, ziyaret, sohbet gibi günlük olarak yapmak zorunda olduðumuz bir kýsým kaçýnýlmaz iþ ve davranýþlarýn zamanlarýný tesbit etmektedir.
Her namaz, bir zaman tanzimi olunca, Kur´an´da, namazdan bahseden bütün ayetler ayný zamanda "zaman þuuru" vermeyi gaye edinen ayetler sýnýfýna dahil olur. Kur´an´da namaz, en çok salat kelimesiyle ifade edilmiþtir ve 100´e yakýn miktarda zikri mevcuttur. Rüku, sucud, kýyam gibi baþka kelimelerle ifade edilen namaz manasý bu rakamýn içine dahil deðildir.
Nafileleri de gözönüne alýnca, gecede beþ adet namaz sözkonusudur. Farzlar akþam ve yatsýdýr, vacib olan yatsýdan sonra kýlýnan vitr; nafileler de akþamyatsý arasýnda kýlýnan evvabin namazý ile, sabah vaktinden önce kýlýnan teheccüd namazýdýr.[24]
Iý. Ýstidrad
Aþaðýda sunacaðýmýz yazý 21 Kasým 1979 tarihine müsadif 15. hicrî asrýna giriþ vesilesiyle yapýlmýþ bir makaledir. Hicret hâdisesinin ehemmiyetini çok yönlü olarak kavramada yardýmcý olacaðý ümidiyle burada iktibasýný uygun görüyoruz.[25]
TEBLÝG, TERBÝYE VE SÝYASÎ TAKTÝK AÇILARINDAN HÝCRET
Giriþ:
Lügatta "kiþinin baþkasýný el veya dil veya kalben terketmesi" manasýna gelen (1) hicret kelimesi, Ýslam kültüründe çok zengin manalar taþýyan bir tabir, bir mefhum olmuþtur.
Hicret, "vak´a" ve "tabir" olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hayat ve hadislerinde mühim bir yer tutar. Hatta "en mühim vak´a" ve "en mühim tabir"lerden biri olarak tavsif edilse mübalaða edilmemiþ olur. Zira "hicret" , kuru bir tarihçinin iddia edeceði þekilde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hayatýnda belli bir tarihî vak´anýn isim ve ünvaný olmaktan ibaret deðildir. Hicret, ayný zamanda, irþad ve tebliðde metod, düþmanla münasebette siyasî taktiktir.
Hz. Ömer devrinde sahabelerin, Müslümanlar için bir takvim vazetme ihtiyacýný duyduklarý vakit, takvimin baþlangýç noktasý olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hayatýnda yer eden diðer mühim hâdiseler meyanýnda Mekke´den Medine´ye hicret vak´asýný seçmiþ olmalarý, vak´a olarak "hicret"e onlarca atfedilen ehemmiyeti noktalar (2). Nitekim Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ýn doðumu, ilk vahyin geliþi, ilk teblið emri, Bedir Savaþý, Hudeybiye Sulhü, Mekke´nin Fethi, Veda Haccý ve bu sýrada "Bugün dininizi ikmal ettim" (37 ayetinin iniþi) gibi hâdiseler gerçekten, Resulullah´ýn hayatýnda cereyan eden, Ýslam tarihinin mühim hadiseleridir, her biri takvim baþlangýcý olarak alýnabilecek vak´alardýr. Ama bunlar arasýndan sadece hicret vakasýnýn icma ile (4) seçilmiþ olmasý "Hicret"in onlar açýsýndan -münhasýran hâdise olarak deðerlendirilmiþ olduðunu farzetsek bile- ne kadar ehemmiyetli olduðunu ifadeye kâfidir. Kaldý ki, Hz. Ömer (radýyallahu anh) hicreti, "hakla batýlýn arasýndaki fark" olarak vasýflar(5).
Þu halde, bu yazýmýzda, muhtelif yönleriyle "hicret"in ehemmiyetini belirtmeye çalýþacaðýz. Makalede temas edeceðimiz ana baþlýklar þunlardýr:
I. Tabye ve Taktik Olarak Hicret: (Burada sabýr, hicret ve cihadýn birbirini tamamladýðý açýklanacaktýr.)
II. Siyasî Vak´a Olarak Hicret.
III. Ýrþad ve Tebliðde Metod Olarak Hicret.
IV. Terbiye Metodu Olarak Hicret.[26]
I. Tabye Ve Taktik Olarak Hicret
Hicret kelimesi, herþeyden önce bir hadiseyi, Ýslam tarihinin en mühim hâdisesini hatýrlatýr. Kelimenin kazandýðý ehemmiyet ve taþýdýðý öbür manalar da menþeini bu vak´adan aldýklarý için önce bu noktadan baþlamak gerekecek.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), cahiliye kelimesi ile ifade edilen öyle bir devirde gelmiþti ki, o günün Arap cemiyeti, tarihinin en karanlýk, en vahþetli devresini yaþýyordu. Ýnsanlar ilah diye hevesatlarýnýn timsali olarak kendi elleriyle yaptýklarý putlara tapýyorlardý. Kanun diye uyulan þey, kuvvetlinin arzusu idi. Köle ve kadýnlar insan olmanýn hürmet ve kerametinden nasibi olmayan kimseler olarak eþya muamelesi görüyorlardý. Fakir fukara da himaye ve desteksizlik altýnda eziliyordu. Kýsacasý bir avuç kuvvetli ve zorba dýþýnda kalan insanlýk, bugünkü hiçbir deðer ölçüsüne sahip olmayan anarþiste av olma durumuna düþmüþ müdafaasýz, bîçare bir kimsenin durumunda idi.
Ýþte böyle bir hengâmede Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Allah´tan aldýðý emirle insanlarýn karþýsýna çýktý ve onlara þu mealde hitap etti: "Ey insanlar, elinizle yaptýklarýnýza tapmak batýldýr, hevesata uymak sapýklýktýr. Baþý boþ deðilsiniz, bu dünyada belli bir gaye için yaratýlmýþsýnýz, öbür dünya için imtihan olunmaktasýnýz. Hayýr ve þer, iyi ve kötü yaptýklarýnýzdan sorumlusunuz. Öyle ise, zulümden vazgeçin, zayýfýn hakkýný çiðnemeyin, haklýnýn hakkýný iade edin. Haksýz yere kan dökmeyin, kimseye zulmetmeyin. Zayýflarý, yetimleri ezmeyin, onlarý himaye edin. Köle ve fakirlere yardým edin. Kadýnlara kötü muameleden vazgeçin, onlarý anneleriniz, kýzlarýnýz ve kýzkardeþleriniz bilin... vs."
Hz. Peygamber´in bu davetine uymak, cemiyeti elinde tutan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu azýnlýðýn iþine gelmiyordu. Rahatlarýný bozmak istemiyorlardý. Hep istihkar edegeldikleri, zulmedegeldikleri zayýflar kitlesine deðer vermek, insan muamelesi yapmak istemiyorlardý. Menfaatlerinin devamýný eski düzenlerinin devamýnda görüyorlardý. Bu sebeple, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e þiddetle karþý koydular. Önceleri yalnýz býrakmak, ciddiye almamak, alay etmek yolunu tuttular. Fakat etrafýnda köle, zayýf ve fakirlerin teþkil ettiði mü´minler halkasýnýn gittikçe geniþlemeye baþladýðýný görünce taktiklerini deðiþtirerek zulüm ve iþkenceye ve hatta mü´minleri öldürmeye baþladýlar.
Ýþte "hicret"i siyasî taktik olarak anlayabilmek için onu, müþriklerin mukavemet ve Ýslam´ý söndürme faaliyetlerine karþý Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in dini "neþretmek" ve "yaþamak" için baþvurduðu taktikleri tarihî sýra içerisinde incelemek gerekmektedir.
Bu noktayý ifade için, Hicret´i, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Ýslam´ý neþirde, düþman tehdidine karþý baþvurduðu üç ana taktikten biri olarak deðerlendireceðiz. Öbür iki taktikten biri ve birincisi Sabýr, diðeri Cihad´dýr. Hicret ise, bu ikisinin ortasýnda yer alan mutavassýt safhanýn ifadesidir.
Öyleyse, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), dini "yaþama" ve "teblið etme" vazifesini ifade ederken, düþmandan gelen mukabil tehdid ve tehlikeye üç suretle karþý koymuþtur:
a- Sabýr,
b- Hicret,
c- Cihad.
Þu halde, zahiren birbirinden farklý ve hatta zýd görünen bu üç þey, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hayatýnda hiç deðiþmeyen ve daima ayný kalan, "dini yaþama ve neþir" gayelerinin tahakkukunda, içinde bulunduðu þartlara muvafýk olarak baþvurmuþ olduðu birer vasýtadan ibarettir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hayatýnda bu üç unsuru birbirinden ayýrmak mümkün deðildir. Þimdi bunlara kýsaca bir göz atalým:[27]
a- Sabýr:
Bildiðimiz üzere, hicretten önceki devre, Müslümanlar için, tahammülü zor bir devredir, her çeþit takip ve iþkencelerle doludur. Müþrikler, alay (6), dayak (7) küfür (8), hakaretten (9) boykot (10) ve öldürmeye (11) varýncaya kadar iþkencenin her çeþidine baþvuruyorlardý (12). Bu yapýlanlara dayanamayarak ölenler de eksik deðildi(13).
Ýþte bu iþkence ve takip devresinde Müslümanlar sayýca az, kuvvetçe zayýf idiler. Düþmandan gelen tehlikeye ayný þekilde fiilî bir mukabele derhal yok edilmelerine müncer olabilirdi. Bu sebeple, nazil olan ilk surelerde, sýký sýkýya emredilen, ýsrarla üzerinde durulan hususlardan biri de "sabýr"dýr. Mesela ilk nazil olan surelerden biri olan el-Asr suresinde: "Birbirlerine sabýr tavsiye edenler" övülür (14). Bir diðer surede: "Sabredenlere ecirleri hesapsýz ödenecektir" (15) denir.
Bir kýsým ayetlerde Ýlahî hitap doðrudan doðruya Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´edir: "Sen (habibim) þimdi sabret. Þüphe yok ki, Allah´ýn vaadi haktýr. (Buna) kat´î iman beslememekte olanlar zinhar seni (sabýrsýzlýkla) hafifliðe götürmesinler." (16) "(Habibim) sen þimdilik güzel bir sabýr ile katlan." (17) "Rabbinin rýzasý için katlan" (18) vs. Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´den önce gelip geçen peygamberler de, kâfirlere karþý birer sabýr örneði olarak takdim edilirler: "Ýsmail´i, Ýdris´i, Zülkifl´i de yâdet. Bunlarýn her biri de sabýr ve sebat edenlerdendi." (19)
Hülasa, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu Ýlâhî emir ve ikazlarýn sonucu olarak Mekke devresinde kendisine yapýlan muamelelere ayný þekilde cevap vermedi, mukabele-i bi´lmisilde bulunmadý, sadece sabretti. Mü´minlere de kendisi gibi hareket etmeyi, karþýlýk vermeyip sabretmelerini emretti (20). Rivayetler, zulme maruz bir Müslümana rastladýðý vakit, her seferinde: "Ey falanca, sabret, mükâfaatýn cennettir!" dediðini belirtir (21)
Bu devrede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) imaný, sabýr olarak tarif edecek kadar "sabýr"a önem vermiþtir. Nitekim bazý rivayetlerde Müslüman olanlarýn dördüncüsü olduðu belirtilen (22) Amr Ýbni Abese´nin: "Ýman nedir?" sorusuna Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselâm: "Sabýr ve müsamahadýr" cevabýný vermiþtir (23). Bir hadiste de sabýr, ziya ve nur olarak tavsif edilir (24). Yani uyulduðu takdirde mutlaka hidayet ve aydýnlýða götüren bir nur (25).
Birkýsým Müslümanlarýn, kendilerine iþkence yapan kâfirlere, hiç olsun beddua etmesi için müracaat etmeleri üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) gayr-i memnûn olarak þu cevabý verdi: "Sizden önce yaþayanlar arasýnda öyleleri vardý ki, bazýlarýnýn vücutlarý kemiklerine kadar demir taraklarla tarandýðý, bazýlarýnýn gövdeleri baþlarýnýn ortasýndan testerelerle ikiye bölündüðü halde, bu yapýlanlara sabrettiler, imanlarýndan vazgeçmediler." (26)
Hatta bazý rivayetlere bakýlýnca, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sabýr hususundaki bu ýsrarý -en azýndan bazýlarý nazarýnda- mutlak bir güçsüzlükten gelmiyordu. Bu belli bir mücadele vetiresinin kaçýnýlmaz bir safhasýný teþkil ediyordu. Bu safhadan geçmek için, birkýsým kimselerin nazarýnda mevcut nisbî bir güce raðmen, sabretmek gerekiyordu. Taberî´nin bir rivayeti bu hususu te´yid etmektedir. Der ki: "(Bir an oldu ki) Müslümanlar bu elîm vaziyete artýk tahammül edemeyecek hale gelerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e þöyle dediler: "Biz kendimizi müdafaa edebilecek durumdayýz. Zira bizim de akrabalarýmýz, adamlarýmýz var. Biz senden sadece mukabele etmek için müsaade talep ediyoruz. Sizin hâlâ sabra gücünüz varsa sabredin, artýk bizim sabrýmýz kalmadý, kendimizi müdafaa etmemiz için bize müsaade et. Eðer vuruþmak gerekiyorsa vuruþacaðýz." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in cevabý þu oldu: "Ben Allah´tan emir almadýkça size, kendiliðimden izin veremem, hiçbir þey söyleyemem." O gece, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususta aydýnlatýlmasý için Allah´a yalvardý. Bu dua üzerine þu âyet nazil oldu: "(Ey Peygamber), daha önceki peygamberlerden azim sahibi olanlarýn (ulûl-azm) sabrettikleri gibi sen de sabret. Onlarýn azabý için acele etme." (27). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ertesi gün mü´minlere, bu âyeti okuyarak tekrar sabýr tavsiye eder. (28).
O safhada, müsbet ve kesin bir neticeye ulaþmak çok þüpheli gözüküyordu. Bu yüzden sonucu meçhul maceraya müsaade yoktu. Sýk sýk gelen âyetler sabýr emrediyordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de bu emirlere uyarak sabrediyordu.
Bu davranýþýn baþka neticeleri de vardý. Sabýr, müstakim kalb ve gönüllerle bütün suçu "Rabbimiz Allah´týr" (29) demekten ibaret olan sabýrlý ve sessiz mazlûmlar lehinde acýma ve þefkat gibi birkýsým hisler uyandýrýyordu. Bilhassa bunlarýn yakýnlarý ve akrabalarý son derece hassaslaþýyor ve tahrik ediliyorlardý. Nitekim Allah´ýn arslaný Hz. Hamza´nýn Ýslâm´a giriþine de böyle bir durum sebep olmuþtur. Þöyle ki:
Bir gün, Ebû Cehl, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e çok aðýr hakâretler yapar ve bununla da yetinemeyerek mübarek vücutlarýndan kanlar akacak kadar yaralayýcý darbelerle saldýrýda bulunur. Bu þen´i tecavüze karþý Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sabýr ve sükûttan baþka bir mukabelede bulunmaz. Bu hal, hâdiseye þahit olan bir kadýnýn kendini tutamayarak hüngür hüngür saatlerce süren aðlamalarýna sebep olur. Kadýna tesadüfen rastlayan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in amcasý Hamza radýyallahu anh, kadýnýn bu dokunaklý aðlayýþlarýnýn sebebini sorup öðrenince, hâdiseden son derece müteessir olur. Ýntikam hisleriyle dolu olarak harekete geçen Hz. Hamza, Ebû Cehl´i yaralamakla kalmayýp, Müslümanlýðýný da ilân eder (30).
Kureyþ müþriklerini, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in bir hayli kuvvet ve izzet kazandýðýna hükmettirerek tecavüzlerini frenlemeye sevk eden (31) bu mutlu hadise Resûlullah´ýn zulme ve tecavüze karþý sabrýnýn bir meyvesi idi.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in zulüm ve iþkencelere, bu safhada sabýrla mukabele etmedeki, belirtmeye çalýþtýðýmýz gayesini, Hz. Hamza´ya bu vesile ile verdiði cevapta daha açýk olarak görmekteyiz. Ýþkenceye þâhit olan kadýnýn açýklamasý üzerine yanýna gelen amcasý Hz. Hamza´ya, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) þöyle der: "Amcacýðým, býrak beni, ne babasý, ne annesi, ne amcasý, ne de bir kimsesi olan bir adamla meþgul olma."[28]
b- Hicret
Sabýrdan sonra gelen ikinci safhadýr. Sabrý gerektiren þartlarda lehte bir geliþme yok ise ve üstelik aleyhte olarak gittikçe artmýþ ve sabýrla karþý konamayacak bir dereceye gelmiþse, ya yok oluþ kabûl edilecek veya orasý terkedilecek, yani hicret edilecektir.
Burada en mühim husus, þartlarýn hicreti gerektirecek dereceye ulaþýp ulaþmadýðý hususunda verilecek karardaki isâbettir. Nasýl anlayacaðýz ki, artýk hicret þartlarý tahakkuk etmiþtir? Bu kararý verirken eldeki ölçümüz ne olacaktýr?
Bu mühim noktanýn çözümünde sosyolojiden istimdâd edebiliriz. Sosyologlar içtimâî þe´niyette tehdid ve baský arttýkça mukavemet ve aksülamelin (reaksiyon) de artacaðý, ancak tehdidin þiddeti belli bir haddi tecavüz ettiði takdirde mukavemetin kýrýlýp, gittikçe azalacaðýný ve hatta tamamen kaybolacaðýný müþahede ve tesbit etmiþlerdir. Bu cümleden olarak A. Toynbee, yeryüzünde gelip geçen muhtelif medeniyetlerin terakkî ve tedennilerini bu tehdid -cevap (aksülamel), baský- tepki kanunuyla izah ettikten sonra, tehdit arttýkça cevap ve tepkinin de ilânihâye artmayacaðýný, tehdidin belli bir derecesinden sonra azalýp tamamen söneceðini belirtir (32). Hatta kolaylýk ve rahatýn, medeniyet için zararlý olduðunu ifade eden (32/2) müellif terakkî için muhitin belli ölçüler dahilinde tehdid ve baskýda bulunmasýnýn gereðinde israr eder. Terakkiye âmil olan tehdidli muhite o, "uygun vasat (=juste milieu)" der (33).
Þüphesiz, gayemiz burada Toynbee´nin nazariyesinin izahý deðildir. Ýçtimâî þuûnatta câri olan ve âdetullah dediðimiz kanunlar yardýmýyla sabýr safhasýndan hicret safhasýna geçmeyi gerektirip, meþru kýlan hududu tesbite çalýþýyoruz.
Þu halde hemen diyebiliriz ki, müþriklerin mü´minler üzerindeki tehdid ve baskýsý, dini "yaþamak" ve "neþretmek" þartýyla hayatta kalmaya imkân veremeyecek bir dereceye ulaþýnca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hicrete izin ve karar vermiþtir. Hz. Aiþe´nin: "Mü´min, dini için Allah´a ve Resûlü´ne hicret etmek zorunda idi. Zira dinini tatbik etmekten alýkonmak korkusu vardý" sözü de bu durumu ifade eder (34). Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mü´minlere dinlerini, emniyet içerisinde tatbik edebilecekleri yerlere (Habeþistan ve Medine gibi) hicret hususunda izin vermesine raðmen, kendisi Mekke´de kalmaya devam etti. Zira âilevî pozisyonu sebebiyle kendisine dokunamýyorlardý. Ebu Cehl´in teklifiyle, öldürülmesi hususunda bütün müþriklerce uygun görülen bir plân kabul edilip tatbikata konunca bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de hicrete karar verdi.
Þu halde hicret, bazý kereler yanlýþ olarak ifade edildiði gibi bir kaçýþ deðil, bir arayýþtýr. Dinin, tamamen yok edilme noktasýna gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarýlarak yaþatýlmasýna müsait vasatýn aranmasýdýr. Nitekim Ýbnu Ýshâk´ýn bir tasrihine göre, hicret, sadece -herkesce maruf ve meþhur olan- Habeþistan ve Medine´ye deðil, hayat emniyetinin ve dini yaþama imkânýnýn bulunduðu "her bir cihete" yapýlmýþtýr (35). Bu cümleden olarak hemen kaydedebiliriz ki, Zekvân Ýbnu Abdi Kays, Birinci ve Ýkinci Akabe biatlarýnda hazýr bulunmuþ bir Medineli olmasýna raðmen, Hz. Peygamber henüz Mekke´de iken, Mekke´ye hicret etmiþ ve Ashab arasýnda "ensârî muhâcirî" diye tanýnmýþtýr (35/2). Ayný ensârî muhâcirî lakabýyla tanýnanlardan Abbas Ýbnu Ubâde´yi (35/3) ve Abdullah Ýbnu Umeyr´i (35/4), Ukbe Ýbnu Vehb Ýbni Kelde´yi (35/5) burada zikredebiliriz.
Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaþanmayý tesbit etmiþtir. Bulunulan yerin þartlarý, bu gayenin tahakkukuna imkân vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek þarttýr, dinen vecibedir, vazifedir. Bu duruma düþen kimseleri, hicret etmediði takdirde Kur´ân-ý Kerîm mâzur addetmiyor ve kesinlikle sorumlu tutuyor. Bunlar, dinlerini yaþayabilecekleri uygun bir yer aramakla mükelleftirler. Ýþte âyet-i kerîme:
"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarýný alacaðý kimselere melekler derler ki: "Ne iþte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde (dinin emirlerini tatbikten) aciz kimselerdik" derler. Melekler de: "Allah´ýn arzý geniþ deðil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya!" derler. Ýþte onlar (böyle). Onlarýn barýnaklarý cehennemdir. O, ne kötü bir yerdir." (36)
Kur´ân-ý Kerîm diðer birçok âyetlerinde hicrete yer verir ve dini tatbik edemeyecek kadar zulme maruz olanlarý hicrete teþvik eder. Bunlardan birinde: "Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barýnacak birçok yerler de bulur, geniþlik de bulur. Kim evinden, Allah´a ve O´nun peygamberlerine muhacir olarak çýkýp da sonra kendisine ölüm yetiþirse muhakkak ki, onun mükâfaatý Allah´a düþmüþtür..." (37)
Þu âyette ise, muhitlerinin aþýrý zulmü sebebiyle, çaresizlik içerisinde kalan kimselerin oradan çýkýþ yollarýný aramalarý ve bu duruma düþenler için de savaþmaya kadar varan yardým imkânlarýnýn seferber edilmesi gereði ifade edilmektedir: "Size ne oluyor ki, Allah yolunda -ve acz ü ýzdýrap içinde býrakýlýp: "Ey Rabbimiz bizi, ahalisi zalim olan þu memleketten (kurtarýp) çýkar, bize tarafýndan bir sahip gönder, bize katýndan bir yardým yolla" diyen erkekler, kadýnlar ve çocuklar uðrunda- düþmanla çarpýþmýyorsunuz?" (38)
Hicreti, "dini yaþayýp neþredebilmek için müsait yer arama gayreti" olarak anlayýnca, Hz. Peygamber´in hayatýnda bir deðil, birçok "hicretler"e rastlarýz. Þöyle ki:
1- Peygamberliðin ilk yýllarýnda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendi evini býrakarak Erkam´ýn evine yerleþir. Kendi evinden Erkam´ýn evine olan bu hicretin tek sebebi, Erkam´ýn evinin durumu idi. Burasý merkezî bir yer olan Safa üzerinde bulunmasý sebebiyle gerek Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ýn hayatý, gerekse neþr-i din nokta-i nazarýndan çok daha emniyetli ve muvafýk idi. Bilhassa hacýlar ve yabancýlar için uðrak yeri idi. Hz. Ömer radýyallahu anh dahil birçoklarý Ýslâm´a burada girdi. Hz. Ömer´in Müslüman olmasýndan sonra Müslümanlar, sayýca ve kuvvetce gizlenmeye hacet duymayacaklarý bir seviyeye ulaþarak buradan çýktýlar (39).
2- Mekke müþriklerinin iþkence ve baskýlarý güçsüz aileden olan Müslümanlar için tahammülfersa bir hal alýnca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) böylelerine, Habeþistan´a hicret etmelerini tavsiye etti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) o zaman þöyle demiþti: "Habeþistan´a gidin. Zira orada çok âdil bir melik var. Onun yanýnda kimseye zulüm edilmez, orasý adalet ve doðruluk diyarýdýr. Allah bu durumdan bir çýkýþ yolu yaratýncaya kadar orada kalýn." (40) Habeþistan´a olan hicret iki dalga halinde gerçekleþir.
Tarihçiler, bu hicretlerin sebebini Mekkelilerin Müslümanlara tatbik ettikleri ezici baský ve bu baský karþýsýnda Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yardým etme imkânlarýndan mahrum oluþuyla izah eder (41).
3- Ebû Tâlib´in ölümünden sonra, Kureyþ´in tecavüzleri son derece artmýþtý (42). Hz. Peygamber´i himaye eden Abdu Menafoðullarý´na reis olan Ebû Leheb, Resûlullah´ý ailevî himayeye aldý ise de bu uzun sürmedi. Ebû Cehl´in dessas bir þekilde araya girmesiyle Ebu Leheb himayeyi kaldýrdý (43). Hz. Peygamber´in durumu, aleyhinde artan bu gayretler sonunda son derece müþkil bir hal almýþtý. Evinden nadiren çýkar olmuþtu. Bu vaziyet karþýsýnda dini neþretmek için Mekke´den daha emin bir yer te´min etmek maksadýyla Taif´e gitti (44). Ne var ki orada, yaptýðý bütün temaslara raðmen istediði vasatý bulamayarak geri döndü.
4- Müslümanlarýn emniyetini Medine´de garanti altýna aldýktan sonra, bütün Müslümanlara, oraya hicret etmelerini, çok daha kesin bir dille emretti. Medine´ye þahsen hicret kararýný -az önce de belirttiðimiz üzere- dini neþretmek ümidiyle birlikte, hayat emniyetini de tamamen kaybettiði bir anda verdi.
Hicretin burada kayda deðen müsbet neticelerinden biri, sabýrla ilgili olarak söylediðimiz gibi, hissî plândadýr, þefkat ve merhamet duygularýnýn tahrikidir. Nitekim, Amir Ýbnu Rebia´nýn annesi, henüz müþrik olan Ýbnu´l-Hattâb´a: "Biz sizin zulüm ve iþkencenizden kurtulmak için yurdumuzu (Habeþistan´a gitmek üzere) terk ediyoruz" dediði zaman, sertlik ve merhametsizliðiyle meþhur olan muhatabýnýn (yani Hz. Ömer´in) fevkalâde merhamete, rikkate geldiðini belirtir. Ýbnu Hiþâm´da bu muhavere, Hz. Ömer radýyallahu anh´ýn Müslüman oluþu anlatýlýrken -onun Müslüman oluþunu hazýrlayan sebeplerden biri olarak- nakledilmektedir. (45)
Hülâsa Mekke´de iken, müþriklerin, her çeþidiyle tatbike koyduklarý iþkence ve zulümden ortaya çýkan tehdid ve tehlikeye mukavemette Müslümanlarýn baþvurduklarý mütemmim iki silâh "sabýr" ve "hicret"ti.[29]
c- Cihad:
Sabýr ve hicreti tamamlayan üçüncü safha cihaddýr. Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselâm)´in hayatýnda cihad, þartlarýn Ýslâm lehine geliþtiði safhada düþman tehdidine karþý koymak için baþvurulan bir vâsýtadýr. Týpký sabýr ve hicretin de baþka þartlarda, ayný maksatla, baþvurulan birer vasýta olmalarý gibi.
On üç yýl Mekke devrinde mü´minlerin silahý sabýrdýr. Maddî mukabele kesinlikle yasaktýr. Cihad izninin hicretten sonraya ait olduðu alimlerce kabul edilen bir hussutur (46). Cihada izin veren ayeti ihtiva eden Hacc suresinin bir kýsým ayetleri Mekke´de nazil olmuþ ise de, diðer bir kýsým ayetleri Medine´de nazil olmuþtur. Mekke veya Medine´de nazil olan ayetler hususunda müfessirler ihtilaf etmiþlerse de (47) cihada izin veren ayetin Medenî olmasý kuvvetle muhtemeldir.
Meselenin incelikleri bir tarafa, þurasý kesin ki, Ýbnu Kesir´in "en uygun (elyak) bir vakitte" meþru kýlýndýðýný belirttiði (48) cihadla ilgili olarak gelen ilk vahiy müteahhirdir ve izin de mutlak deðil, mukayyeddir. "Kendileriyle mukatele edilen (yani düþmanlarýn hücumuna uðrayan mü´min)lere, uðradýklarý o zulümden dolayý, (bilmukabele harbe) izin verildi. Þüphesiz ki, Allah onlara yardým etmeye elbette kemaliyle kadirdir. Onlar (o mü´minlerdir ki) haksýz yere ve ancak "Rabbimiz Allah´dýr" dedikleri için yurtlarýndan çýkarýlmýþlardýr."(49)
Dikkat edilirse burada cihad izni kayýtlýdýr ve sadece "kendileriyle mukatele edilen ve zulme uðrayanlar" olarak tavsif edilen Mekkeli muhacirlere hastýr. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hayatý incelendiðinde, Bedir Savaþý´na kadar olan gazvelerde hep muhacirlerin istihdam edildiði görülür.
Ancak Müslümanlarýn siyasî durumu ve maddî gücü düzeldiði ve ilk þartlarýn kaybolduðu nisbette cihad umumi bir vecibe halini alacaktýr: "Size harp açanlarla, Allah yolunda , siz de döðüþün (müdafaa harbi yapýn, ancak) aþýrý gitmeyin. Þüphesiz ki Allah aþýrý gidenleri sevmez. Onlarý (size harp açanlarý) nerede yakalarsanýz öldürün, onlarý, sizi çýkardýklarý yerden (Mekke´den) çýkarýn. Fitne katilden beterdir." (50)
Burada, Müslümanlarý Mekke´den çýkarmýþ olan Mekkeliler mevzubahs edilmektedir. Bu ayet Hudeybiye Sulhü´nden önceye aittir (51). Bu vahiyden sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in kendisiyle savaþanlarla savaþtýðý, savaþmayanlara dokunmadýðý belirtilir.(52)
Daha muahhar bir vahiyde, "...O küfredenlerle (muharebede) karþýlaþtýðýnýz vakit, boyunlarýný vurun. Nihayet onlarý mecalsiz bir hale getirdiðiniz zaman artýk baðý sýký tutun" (53) denir. Bundan da sonra nazil olduðu anlaþýlan bir diðer ayette daha kesin bir cihad emri vardýr: "Ey peygamber, kâfirlerle, münafýklarla savaþ, onlara karþý sert davran.." (54)
Kur´an-ý Kerim´in, Mekke´nin fethinden sonra verdiði cihad emrine gelince bu öncekilere nazaran daha sert, daha umumidir: "Haram aylarý çýktýðý zaman, artýk o müþrikler, onlarý nerede bulursanýz öldürün. Onlarý (esir alarak) yakalayýn, onlarý hapsedin, onlarýn bütün geçit yerlerini tutun..."(55)
Bu ayette de kastedilen kimselerin münhasýran müþrik Araplar olduðu anlaþýlmaktadýr. Fakat cihad emrini daha umumi, daha mutlak þekilde ifade eden ayetler de mevcuttur: "Kendilerine kitap verilenlerden, ne Allah´a ne ahiret gününe inanmayan, Allah´ýn ve Peygamberinin haram ettiði þeyleri haram tanýmayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil ve hakir kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe edin."(56) "Yeryüzünde bir fitne kalmayýncaya ve din tamamiyle Allah´ýn oluncaya kadar onlarla muharebe edin..."(57)
Hülasa etmek gerekirse; dinin tatbik ve neþrinde takip edilen Ýlahî tabye ve taktik, sabýrla baþlatýlýp hicretten geçip müdafaa harbi yapma iznine ulaþtýktan sonra, lehte geliþen siyasî þartlara ve elde edilen maddî ve kemmî insan gücüne paralel olarak cihad emirleri aðýrlaþmýþ ve "yeryüzünde fitne kalmayýncaya, kâmil din Ýslam oluncaya kadar" olmak üzere mutlak bir þekil almýþtýr. Bu söylenen tedricî geliþmeyi, ölüm döþeðinde yatan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in en son aðzýndan çýktýðý belirtilen bir kaç tavsiyesi arasýnda yer alan þu cümle noktalar: "Arap Yarýmadasý´ndan (Yahudileri ve Hýristiyanlarý) sürün, burada iki din beraber olmamalýdýr."(58)
Hülasa, sabýr, hicret ve cihad, düþman tehdidine karþý koymada Ýslam´ýn vazettiði ayný dinamik prensiptir. Birbirine zýdlýk deðil ayniyet sözkonusudur. Þartlara göre yaðmur, kar, buz þeklinde deðiþik görünüþlerle karþýmýza çýkmakla beraber hep ayný kalan su gibi, Ýslam´ýn tehdide karþý kendisini muhafaza ve hedeflerine ulaþmada baþvurduðu dinamik prensip, içtimâî þartlara göre sabýr, hicret ve cihad þekillerine bürünmektedir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinin þartlarýndaki terakkiye tabi olarak gelen ayetlerde nasih, mensuh aramak da bizim için isabetli bir davranýþ olmaz. Ayetlerin geldiði þartlarý iyi bilerek, içinde bulunduðumuz þartlara bunlarýn hangisinin muvafýk düþtüðünün iyi hesaplanmasý gerekir.[30]