Tevhid By: rabia Date: 25 Nisan 2010, 11:18:30
Bir'e Ýnanmak, Birliðe Sarýlmak: Tevhid

Dört kitabýn mânasý ve bütün ilimlerin özü “Lâ ilâhe illallah”dýr. Yani: Allah'tan baþka ilah yoktur. O (C.C.), herþeyi ile tektir, birdir. Bütün mülk O'nundur, yaratan ve yaþatan O'dur. Her þey O'nun varlýðýna ve birliðine delildir, ibâdet ancak O'na lâyýktýr.
Bütün kâinât “Lâ ilâhe illallah” hakikatýný ispat için yaratýlmýþtýr. Bütün insanlar ve cinler bunu anlamak için var edilmiþtir. “Ben cinleri ve insanlarý ancak bana kulluk etsinler diye yarattým.” (Zâriyât/56) âyeti, kulluktan önce imaný ve tevhidi istemektedir. Çünkü kulluðun temeli Allahu Teâlâ'yý tanýmaktýr. Bütün Peygamberler tevhidi târif ve tâlim için gönderil-miþtir.Bütün ilimlerin hedefi mârifetullahtýr. Ýnsana verilen kalbin vazifesi Yüce Yaratýcýyý tanýmak ve sevmektir. Göz, kulak, dil, akýl, vicdan ve diðer melekeler de bunun için insana verilmiþtir.
Dünyadaki kulluk bu tevhidle baþlar ve onunla biter. Ýþin baþýnda da sonunda da tevhid gerekir.Yani; dine girerken de, dünyadan giderken de insandan istenen tek þey “lâ ilâhe illallah” tevhididir. Her mükellefin bu tevhidi ve onun ilmini yeterince öðrenmesi farzdýr. Gerçek tevhid ve kulluk akýlla deðil, vahiyle öðrenilir. Tevhidin hakikatýna ihlas ve edeble ulaþýlýr.Bunun için bize ilâhî vahyi getiren Peygamberlere iman edip tâbi olmamýz gerekmektedir. Ýnsanlýða son peygamber gelmiþtir ve artýk yahudi-hýristiyan, müþrik, putperest, dinli-dinsiz bütün insanlar onu tanýyýp kendisine tâbi olmakla mükelleftirler. Þu halde, gerçek bir iman için iki temel rükün vardýr:
Lâ ilâhe illallah. Bu söz ve iman ile Allahu Teâlâ'nýn varlýðý, birliði ve ibâdete lâyýk tek ilah olduðu tasdik edilmiþ olur.
Muhammedü'r-Rasûlullah. Bu söz ve iman ile de Hz. Muhammed'in (A.S.) Allah'ýn son peygamberi olduðu kabul edilmiþ ve Allah'a kulluk için O'nun teblið ettiði dine girilmiþ olur.
Bu iman öyle bir nurdur ki, kalbe atýldýðý zaman içindeki bütün küfrü ve þirki tertemiz eder. O öyle bir ilâhî þuurdur ki, ondan kalbinde zerre kadar bulunduran kimse imanla gider ve sonuçta Cennet'e girer.Bu iman, kalbin hassas bir hissi ve Yüce Rabbine karþý gizli bir sevgisidir. Onun azý da çoktur ve deðerinin dünyada dengi yoktur. Çünkü Rasûlullah (A.S.) Efendimiz, imanýn deðerini þöyle beyan buyurmuþtur:
“Aziz ve Celil olan Allah, âhirette azabý en hafif olan kâfire:
‘Dünya ve içindeki bütün þeyler senin olsaydý, bu azaptan kurtulmak için onu fidye verir miydin?' diye sorar, o da:
‘Evet verirdim!' der. O zaman Allahu Teâlâ:
‘Sen daha Âdem'in sulbünde iken senden bundan daha kolay bir þey istedim; bana hiç bir þeyi ortak koþma seni ateþe sokmayayým dedim, sen bundan kaçýndýn, þirke girdin' karþýlýðýný verir.” (Buharî, Müslim)
Evet imanýn zerresi, dünyanýn bütününden daha kýymetli ve daha hayýrlýdýr. Çünkü, önümüzdeki ebedî alemde azaptan kurtuluþ için bütün dünya fidye verilse kabul edilmez iken; kalbinde zerre kadar imaný olan kimse için Allah Teâlâ, meleklerine: “Onu Cehennem'den çýkarýn!” (Buharî, Müslim) emrini verecektir. Þimdi bu imanýn ve Allah sevgisinin ne büyük saâdetlere sebep olduðunu Rasûlullah (A.S.) Efendimizden dinleyelim:
“Bana Cibril geldi ve þu müjdeyi verdi: ‘Senin Ümmetinden kim, Allah'a hiç bir þeyi ortak koþmadan ölürse Cennet'e girer.' Ben: ‘Zina etse, hýrsýzlýk yapsa da mý?' diye sordum, Cibril: ‘Evet, zinâ etse, hýrsýzlýk yapsa da (Rabbine þirk koþmadan ölürse, af veya azaptan sonra Cennet'e girer)' cevabýný verdi.” (Buharî, Müslim)
Namaz, oruç, zekat ve hac gibi temel farz ibâdetleri yapan bir müslümanýn, ayrýca dinin helal kýldýklarýný helal, haram kýldýklarýný haram kabul etmesi farzdýr. Cennet'e götüren iman budur. Bir müslüman, Allah'a imaný tam ve þirkten uzak olduðu halde nefsinin hevâsýna uyup bazý farzlarý terk etse veya haramlara girse, bu yüzden küfre girmiþ olmaz. Bu durumda kendisine tevbe farzdýr.Tevbe etmeden ölse bile yine mü'mindir, tevhid üzere ölmüþtür. Cenâb-ý Hakk dilerse kendisine hiç azap etmeden affederek onu rahmetiyle cennetine koyar. Veya geçici bir azapla cezâlandýrýr ve sonunda ebedî nimet yurdu Cennet'e koyar. Asýl olan Allah'ýn birliðine iman ve irfandýr.Bu kadarcýk irfan olmadan Cennet'e girmek mümkün deðildir.
Kendisini yaratan ve yaþatan Yüce Rabbine imaný olup da hiç itaati olmayan bir insanda O'na karþý hiç deðilse biraz mahcubiyet ve hayâ bulunmalýdýr.Bu kadarcýk hayâ da bir iman alâmetidir ve Hz. Rasûlullah (A.S.) Efendimizin beyanýyla, bunun bile kazancý büyüktür. Efendimiz þöyle buyurmuþtur:
“Sizden evvelki ümmetler içinde bir adam vardý. Tevhid hâriç iþe yarar hiçbir hayýrlý ameli yoktu. Bir gün âilesini toplayýp:
‘Öldüðüm zaman beni yakýnýz. Kemiklerimi havanda döverek toz ediniz. Sonra rüzgârlý bir günde bu tozun yarýsýný karaya, yarýsýný denize atýnýz (Rabbine itaatý olmayan bu vücûdu ortadan kaybediniz!)' diye vasiyet etti. Adam ölünce vasiyet yerine getirildi. Aziz ve celil olan Allah rüzgâra: ‘Daðýttýðýn tozlarý topla' buyurdu. Rüzgâr tozlarý topladý, Huzur-u Ýlâhiye getirdi. Hak Teâlâ adama: ‘Neden böyle hareket ettin?' diye sordu. Adam:
‘Senden hayâ ettiðim için yâ Rab, diye cevap verdi. O zaman Allah Teâlâ:
‘Ben de seni maðfiret ettim.' buyurdu.” (Buharî, Müslim)
Fýtratýnda iyilik ahlâký bulunan ve dünyada bir çok hayýr yapan insanlar, yoktan var edildiklerini düþünüp bir kere olsun Yüce Yaratýcýya kalbini açarak: “Rabbim beni affet!” deselerdi, bu kadar bir þuur bile ahirette kendilerine fayda verecekti. Ancak, kul olduðunu unutan ve Rabbini inkâra kalkan bir insan, dünyada en büyük zulmü iþlediði için, burada hayýr türünden ne yapsa âhirette faydasýný göremeyecektir. Çünkü bir amelin hayýr ve sevap olmasý için ilk þart, vücûdu ve mevcudu yaratan Allah'a imandýr.
Hz. Âiþe (R.A.) vâlidemiz anlatýyor: “Hz. Peygamber'e (A.S.) câhiliyye devrinde yaþayan ve iyilikleriyle meþhur olan Abdullah b. Cüdân'dan bahsettim. Onun misâfirlerine ikramda bulunduðunu, akrabalarýnýn hukukunu görüp gözettiðini, köle âzat ettiðini, miskinleri doyurduðunu, komþularýna iyilikten geri durmadýðýný zikrettim.Bu yaptýklarýnýn âhirette kendisine bir faydasý olup olmadýðýný sordum, Hz. Peygamber (A.S.): ‘Hayýr, bir faydasý olma-yacaktýr. Çünkü o, bir gün olsun Rabbim beni affet! demedi' buyurdu.” (Müslim)
Rasûlullah (A.S.) Efendimiz buyurmuþtur ki: “Allah Teâlâ, kýyâmet günü meleklerine þöyle buyurur: Dünyada bir gün olsun beni zikreden veya (insanlarýn bulunmadýðý) bir makamda benden korkan kimseyi ateþten çýkarýn.” (Tirmizî)
Bütün mesele âhirette ebedî kurtuluþa vesile olacak bu iman dâiresine girmek ve Allahu Teâlâ'yý tanýmanýn lezzetini tatmaktýr.
Ârifler gerçek tevhidin, ancak sahih bir iman, ilme uygun amel ve kalbin zâtî zikre ulaþmasýyla elde edileceðini belirtmiþlerdir.
Ýmam Rabbâni (K.S.), bu mühim konuya þöyle deðinir: “Kalbin Allah'tan gayri her þeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolmasý, ancak Ehl-i Sünnet akidesi üzere hak mezheplerin hükümleriyle amel etmek suretiyle elde edilir. Bu, peþine düþülecek en büyük hedeftir. Cenâb-ý Hakk ile sukûn bulup selîm hale gelen kalb sahipleri, eþyaya nazar ettiklerinde onlarý deðil, yarataný hatýrlarlar ve varlýklar ile perdelenmezler. Ne kadar düþünseler, bizzat eþyaya âit bir vücud ve ünvan akýllarýna getiremezler.Her þeyde ilâhî tecellileri müþahede ederler.Buna ‘fenâ-i kalbî' denir.Tasavvufta ilk basamak budur ve diðer velâyet kemâlatlarý bunun üzerine geliþir.”
Yine Ýmam Rabbâni (K.S.) demiþtir ki: “Kiþi sevdiði ile berâberdir hadisi gereðince Allah'ý seven ârifler de hep O'nunla beraberdirler. Onlar, halkýn içinde bulunsalar da Hakk'tan kopmazlar. Zâhiren halkýn arasýndadýrlar fakat, bâtýn ve kalbleriyle Cenâb-ý Hak ile beraberdirler.Kul ile Rabbi arasýnda asýl perde, kulun nefsidir.Bu âlem bizzat murad olacak bir þey deðildir ki perde olsun. Kul, kendi nefsinin derdine düþerse Rabbinden gafil kalýr.Bu durumda kalbe Yüce Zâtýn muhabbeti girmez. Cenâb-ý Hakk'ýn muhabbeti öyle bir devlettir ki, ancak mutlak ‘fenâ hâli'nin gerçekleþmesinden sonra elde edilir.Buna ulaþmak Zâtî Tecelliye baðlýdýr.Bu tecelliye mazhar olan ârif, her iþini ihlas üzere sýrf Rabinin rýzâsý için yapar.Nefsini, cenneti ve cehennemi düþünmez. Bu mertebe, ‘mukarrabûn' ismi verilen zatlarýn mertebesidir.”
Mevlânâ Hâlid Baðdâdî (K.S.) zâti zikrin ne demek olduðunu þöyle belirtmiþtir: “Zikir, kalbten baþlayarak ruh, sýr, hafi, ahfâ ve nefs-i nâtýka ü-zerinde yapýlarak bütün vücûdu sardýðýnda ‘zikr-i sultâni' ismini alýr. Zikr-i sultâni, zikrin insanýn bütün vücûdunu sarmasý, hatta bütün eþyada hissedilmesidir.”
Üstad Bediüzzaman (K.S)'de tevhide giden yolu þöyle özetlemiþtir:
“Madem dünya hayatý, cismâni yaþayýþ ve hayvânî hayat yýldýrým gibi geçer ve bir çay gibi akýp gider; öyleyse sen hayvâniyetten çýk, cismâniyeti býrak, kalb ve ruhun derece-i hayatýna gir. Göreceksin ki orada þimdiye kadar geniþ zannettiðin dünyadan daha geniþ bir daire-i hayat ve âlem-i nûr mevcuttur. Ýþte o âlemin anahtarý, Mârifetullah ve Vahdaniyet sýrlarýný ifade eden ‘Lâ ilâhe illallah' kudsî kelimesiyle kalbi söylettirmek ve rûhu iþlettirmektir.”
Demek ki, bütün amellerin esasý olan “ihlas” ve hepsinin hedefi olan “tevhid”, kalbin bu derece ilâhî muhabbet ve zikir ile dolmasýndan sonra hâsýl olmaktadýr.Bu muhabbetin meyvesi güzel kulluktur ve sonucu da edebtir.Edebi olmayan bir kimsenin dini saðlam olmadýðý gibi, tevhid anlayýþý da sahih deðildir.