Ýslam Kültürü A-Ý
Pages: 1
Basiret-Firaset By: neslinur Date: 03 Nisan 2010, 13:50:39
Basiret-Firaset

Eþyânýn hakîkatini, iç yüzünü gören, anlayan kalp gözüne basîret dendiði gibi, kalp gözü ile görme, anlama ve firâset de basîret diye isimlendirilir. Ýmâm-ý Kuþeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) "Allahü teâlâ, müminlere bir takým basîretler ve nûrlar lutfeylemiþtir (vermiþtir). Onlar bu sâyede firâsette bulunurlar. Resûlullah efendimizin; "Mümin, Allah´ýn nûru ile nazar eder." hadîs-i þerîfi bu mânâda anlaþýlmalýdýr" demiþtir. Deylemî´nin zikrettiði bir hadîs-i þerîfte; "Gözü âmâ (görmeyen) kimse kör deðildir. Asýl âmâ, basîreti kör olan kiþidir." buyrulmuþtur. (E. Ans. c.1, s. 7)

Sözlükte görüþ, zan ve idrâkta (anlamakta), tecrübe ve delîller vâsýtasýyla dikkatle bakýp isâbet etmek mânâsýna gelen firâset bir terim olarak peygamberlerin ümmetleri arasýnda, evliyâ olmayan kimselerden meydâna gelen âdet hârici þeyler, dýþtan içi anlama, yüzünden okuma demektir. Ýmâm-ý Tirmizî ve Ýmâm-ý Taberânî´nin (rahmetullahi teâlâ a- leyhimâ) kitaplarýnda geçen bir hadîs-i þerîfte; "Müminin firâsetinden kor- kunuz. Zîrâ o, Allahü teâlânýn nûru ile bakar." buyrulmuþtur. Hâce Abdul- lah Ensârî´nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) beyânýna göre, firâset iki türlüdür. Birincisi, mârifet sâhiplerinin (Allahü teâlâyý tanýyanlarýn) firâseti olup, talebenin kâbiliyetini keþf etmek, anlamak, Allahü teâlânýn evliyâsýný tanýmaktýr. Ýkincisi, riyâzet (nefsin istediklerini yapmamak) çeken, açlýkla nefislerini parlatanlarýn firâseti olup, mahlûklara âit gizli þeyleri bilmektir. Kýymetli olan, mârifet sâhiplerinin, Allah adamlarýnýn firâsetine inanýp baðlanmaktýr. (E. Ans. c.1, s. 19)

Þâh Þücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) harama bakmaktan gözünü muhâfaza edenin, kendini nefsin arzularýna kapýlmaktan koruyanýn, sünnete uyarak zâhirini, dýþýný süsleyenin, helâl lokma yemeyi alýþkanlýk edinenin firâseti þaþmaz demiþtir. (E. Ans. c.1, s. 19)

Ýmâm-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) firâset, sâlih kimseleri temyiz ve teþhis etmek, bulup ayýrmaktýr demiþ; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ise, firâsetin, îmân kuvvetinden doðduðunu, kimin îmâný daha kuvvetli ise firâsetinin o nisbette keskin, þiddetli, isâbetli ve doðru olduðunu belirtmiþtir. (E. Ans. c.1, s. 19)

Evliyânýn büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine göre kulun baþarýya ulaþmamasý, basîretsizliðinin eseridir. "Yol açýk, hak zâhir, belli, dâvette bulunan bilinip iþitilmiþtir. Bütün bunlardan sonra þaþýrmak, yalnýz körlükten ileri gelmektedir." derdi.

Ýskenderiye´de yetiþen büyük velîlerden Dâvûd-i Ýskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bakýþ durumlarýna göre gözler dört ký- sýmdýr. Birincisi; peygamberlerin gözleridir ki, görüþü kuvvetli ve kes- kindir. Tesirini ilk bakýþta gösterir. Bu gözlerin sýhhati tamdýr. Ýkincisi; velî zâtlarýn gözü olup, bunlarýn da sýhhatleri tam olmakla berâber görüþleri birinci kýsýmdakiler kadar kuvvetli deðildir. Üçüncüsü; müminlerden gâfil olanlarýn gözüdür ki, görünüþte var olduðu hissedilir ve görülür. Fakat görüþü zayýftýr, tesir etmez. Yâni perdelidir. Dördüncüsü ise; kâfirlerin gözü olup, kördür ve hiçbir hakîkati göremezler."

Evliyânýn meþhurlarýndan ve Hanbelî mezhebinin büyük fýkýh âlimlerinden Abdullah-ý Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Firâset iki türlüdür: Birincisi, mârifet sâhiplerinin firâseti olup, talebenin istidâdýný keþf etmek, Allahü teâlânýn evliyâsýný tanýmaktýr. Ýkincisi, riyâzet çeken, açlýkla nefslerini parlatanlarýn firâseti olup, mahlûklara âit gizli þeyleri bilmektir. Ýnsanlarýn çoðu, Allahü teâlâyý hatýrlamayýp gece-gündüz dünyâyý düþündüðünden, dünyâ iþlerinden ele geçirmek istedikleri þeylerden haber verenleri arýyor. Bunlarý büyük biliyor. Hattâ, bunlarý evliyâ, Allahü teâlâya yakýn sanýyorlar. Evliyânýn maârifine, doðru, ince bilgilerine dönüp de bakmýyorlar. Belki, bunlara dil uzatýp, bunlar Allahýn sevgili kulu olsaydý, gayb olan þeylerimizi, gizli düþüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi olmýyan bir kimse, mahlûklarýn üstündeki ince bilgileri hiç anlýyamaz diyerek, evliyânýn firâsetine, Zât-ý ilâhiye ve sýfatlarýna olan bilgilerine inanmýyorlar. Böyle, yanlýþ ölçüleri sebebi ile, o bü­yüklerin doðru ilim ve maârifinden mahrûm kalýyorlar. Allahü teâlânýn, o büyükleri, câhillerin gözünden saklayýp, kendine mahsûs kýldýðýný bilmiyorlar. O, evliyâsýný dünyâ iþleri ile meþgûl etmeyip, kendisi ile meþgûl etmiþtir. Evliyâ, insanlarýn hâllerine, iþlerine baðlansalardý, Allahü teâ- lânýn huzûruna lâyýk olmazlardý".

Yine buyurdu ki: "Bâzý sâlih kimseler, bir hâdisenin nasýl netîceleneceðini firâsetle söyler. Bu hâdisenin netîcesini Allahü teâlâ ona müþâhede ettirir, gösterir. Bu müþâhede, o kimsede devamlýdýr. Bâzý kimseler de vardýr ki, bu müþâhede onda bâzan olur, devamlý olmaz. O, onu Alla- hü teâlânýn aþkýnýn sarhoþluðu içinde iken söyler veya o söz dilinden çý- kar da, söylediði hakîkat olur. Ama, onun bu hâlden haberi bile yoktur. Ýþte bu iki hâlin birinci olaný, yâni firâseti devamlý olaný makbûldür. Fi- râseti devamlý olanlara "Velâyet ehli" denir. Bu iþler, "Abdal", "Ebrar" ve "Zühhâd"da olur. Firâseti ve müþâhedesi bâzan olanlar da "Muhakkik"- lerdir. Muhakkiklerde hâdiseler, bâzan kapalý, bâzan açýk olur. Eðer þaka ile söyleseler; Allahü teâlâ onlarý kýrmaz, hakîkat eder. Eðer gaflet ile söylerse, cenâb-ý Hak yine dediðini vâki eder. Onlar, Allahü teâlânýn sevgili kullarýdýr."

Büyük ve meþhûr velî Ebû Câfer Haddâd el-Kebîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Firâset, karþýsýna çýkan bir þey hakkýnda hâtýrýna gelen ilk þeydir. Eðer hâtýrýna ayný cinsten baþka þeyler de gelirse, o nefsten gelen sözlerdir."

Baðdât´ýn büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir sohbeti sýrasýnda firâset sâhibiyle ilgili olarak buyurdular ki: "Firâsetin nûru ile bakan, Hakk´ýn nûru ile bakmýþtýr. Firâset sâhibinin ilminin aslý ve menbaý, sehiv (yanýlma) ve gaflet bahis konusu olmaksýzýn Hak´týr. Daha doðrusu firâset, kulun dili ile söylenen Hakk´ýn hükmüdür."

Büyük velîlerden Ýbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Þah Þucâ Kirmânî´nin hatâ etmeyen keskin bir firaseti vardý. Þöyle derdi: "Harama bakmaktan gözü muhâfaza edenin, kendini nefsânî arzulara kapýlmaktan koruyanýn devamlý murâkabe ile bâtýnýný, kalbini sün- nete tâbi olarak zâhirini îmâr edenin ve helâl lokma yemeyi alýþkanlýk hâline getirenin firâseti þaþmaz. Firâseti tam isâbet kaydeder."

Büyük velîlerden Þâh Þücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: ?Gözünü harama bakmaktan, nefsini isteklerinden koruyup, kalbini devamlý murâkabe, bedenini sünnete uygun amellerle mâmur edenin, firâsetinde hiç hatâ olmaz.?

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) firâset sâhibiydi. Söylenen sözlerin inceliðine hemen vâkýf olurdu. Sehl bin Ali bin Abdullah Mervezî, Abdullah bin Mübârek´in derslerine devâm ederdi. Bir gün; "Artýk senin dersine gelmeyeceðim. Çünkü, bugün gelirken, senin kýzlarýn dama çýkmýþ, beni çaðýrýyorlardý. Benim Sehl´im, benim Sehl´im diyorlardý. Bunlarýn terbiyesini vermiyor musun?" dedi. Adullah bin Mübârek, o gece talebesini toplayýp; "Sehl´in cenâze namazýna gidelim." dedi. Gidip, vefât etmiþ buldular. "Vefâtýný nereden anladýn?" dediklerinde; "Benim hiç câriyem yok. O gördükleri Cennet hûrîleri idi. Onu Cennet´e çaðýrýyorlardý." dedi.

Suriye´de yetiþen velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sek- kâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir mikdâr hurmasý vardý. Hurmalarý satmak üzere birisini vekil edince hurmalar satýldý. Fakat paranýn bir kýsmýný vererek geri kalanýný gizledi. Abdurrahmân hazretleri, Allahü teâlânýn izni ile paranýn tam olarak kendisine verilmediðini anlayýp, ona; "Mü´minin firâsetinden korkunuz! Çünkü o, Allahü teâlânýn nûru ile bakar." hadîs-i þerîfini okudu. O kimse diyor ki: "Ondan bu sözü duyunca vermediðim paranýn, bir yýlan olup vücûduma girmek üzere olduðunu hissettim. Yaptýðýma çok piþman olup, kendisinden özür diledim ve bir daha hatâ iþlememeye ve tevekkül sâhibi olmaya kesin karar verdim".

Hindistan evliyâsýndan Abdülehad bin Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtýnî ilimleri elde etmek için birçok beldeleri gezdi. Bir memlekette fazla kalmaz, baþka yere giderdi. Böylece pekçok þehir ve beldelerde bulunmuþtu. Hindistan´ýn meþhûr kasabalarýndan Skende- re´de de ilim yaymak için bir müddet kaldý. Yüzünde nûr, alnýnda mârifet eserleri parlýyordu.

Bir gün, Skendere´nin asil âilelerinden sâliha bir haným, firâsetiyle Abdülehad´ýn mübârek, kýymetli bir kimse olduðunu anlayýp, ona haber göndererek; "Kendi kucaðýmda terbiye edip büyüttüðüm bir kýz kardeþim vardýr. Ýffet ve ismet cevheridir. Ýsterim ki size nikâh eyleyeyim. Ümit ederim ki bu teklifimi kabûl edersiniz." ricâsýnda bulundu. Abdülehad önce, evet diyemedi, özür diledi. Sonra Allahü teâlâya duâ edip, bu hususta hayýrlý olan þeyi nasîb etmesini istedi. Sonra o kýzla evlenmeyi kabûl etti ve onunla nikâhlandý. Bundan sonra bir müddet Skendere´de kaldý. Hâlis niyetle, Allah rýzâsý için yapýlan bu evlilikten Ýmâm-ý Rabbânî gibi büyük bir zât dünyâya geldi.

Evlîyanýn önderlerinden ve Ýslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdül- hâlýk Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) beþ vakit namazýný Kâbe-i muazzamada kýlar, tekrar Buhârâ´ya dönerdi. Bir Aþûre günü talebele- rine derste velîlik hâllerini anlatýyordu. Müslüman kýyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasýna oturdu. Bir müddet sohbetini dinle- dikten sonra söz isteyerek:

Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Mü´minin firâsetin- den korkunuz. Çünkü o, Allah´ýn nûru ile bakar." buyuruyor. Bu hadîs-i þerîfin sýrrý nedir? diye sordu.

Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; "Öyleyse belindeki zünnârý, hýristiyanlarýn ibâdette bellerine baðladýklarý ve ucunda haç asýlý olan parmak kalýnlýðýndaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel." dedi.

Hocanýn bu sözleri oradakiler üzerinde þok etkisi yaptý. Genç, telaþla; "Hâþâ! Yemîn ederim bende böyle bir þey yok." diye söylendi.

O zaman Abdülhâlýk hazretleri talebelerinden birine gencin hýrkasýný çýkarmasýný iþâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hýrkasýný çýkarýnca, belinde düðüm düðüm zünnâr baðlý olduðu görüldü. Bu hâdise karþýsýnda genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacaðýný þaþýrdý. Kalbinde Ýslâmi- yete karþý bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlýk Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya baþladý. Böylece evliyânýn, Allahü teâlânýn nûruyla baktýðýnýn ne demek olduðunu çok iyi anladý. Kelime-i þehâdet getirip müslüman olmakla þereflendi. Sâdýk talebelerinden oldu.

Büyük mürþid bundan sonra etrafýndakilere dönerek: "Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalým, zünnârýmýzý keselim. Îmân edelim. Þöyle ki, bu genç maddî zünnârý kesti, biz de kalbe âid zünnârý keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuþalým." buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce´nin gönül yaralarýna sunulan þifâ þerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâ- dan baþka bir þeye baðlýlýklarý kalmadý.

MÜMÝNÝN FÝRÂSETÝ



Abdülhâlýk Goncdüvânî, namazlarý ekserî,

Kâbede edâ edip, dönerdi tekrar geri.

.

Bir aþûre gününde, hazret-i Abdülhâlýk,

O gün talebesiyle, sohbette, bir aralýk,



Müslüman kýyâfetli, bir genç girdi içeri,

Talebe arasýnda, oturdu diz üzeri.



O hazret, bir taraftan, hem sohbet ediyordu,

Yine bir taraftan da o genci süzüyordu.



Sohbeti dikkatlice, dinleyen o genç adam,

Dedi ki: "Ey efendim, Resûl aleyhisselâm,



"Müminin firâsetinden, sakýnýn ey insanlar,

Çünkü onlar, Allah´ýn nûru ile bakarlar."



Diye buyurmuþlardýr, sahâbeye bir kere,

Bu hadîsin sýrrýný, anlatýnýz bizlere."



Buyurdu: "Sýrrý þu ki, belindeki zünnârý,

Çýkar at, müslüman ol, kandýrma insanlarý!"



Genç îtirâz etti ve dedi ki: "Yok zünnârým,

Ve onu kuþanmaktan, Allah´ýmdan korkarým."



Buyurdu: "Öyle ise, çýkar da kaftanýný,

Öðrenelim içinde, zünnar olmadýðýný."



Çýkardý kaftanýný o genç, istemeyerek,

Belindeki zünnârý, çýkýnca, üzüldü pek.



Bu durum karþýsýnda, utandý, mahcup oldu,

O an Ýslâma karþý, kalbine sevgi doldu.



Anladý, müminlerin, firâseti nasýlmýþ,

Ve Allah´ýn nûruyla, mümin nasýl bakarmýþ.



Kalbinde ona karþý, hâsýl oldu muhabbet,

Getirip bin þevk ile, kelime-i þehâdet.



Müslüman olmak ile, þereflendi o anda,

Sâdýk bir talebesi, oldu hem de sonunda.



Hazret-i Abdülhâlýk, buyurdu sonra hemen:

"Bu genç, maddî zünnârý, kesip attý belinden,



Biz dahi þu mânevî, zünnârý atalým,

Bunlar, gurûr, kibirdir, bunlardan kurtulalým."



Talebeler topluca, o gün tövbe ettiler,

Aðlayýp gözlerinden, sel gibi yaþ döktüler.



Büyük velîlerinden Ahmed bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hal ve firâset sâhibi olup gördüðü kimsenin hal ve niyetini sezerdi. Kendisi anlatýr: Bir zaman bize, þeyh kýlýklý, konuþmasý düzgün biri geldi. Bu tatlý ifâdesiyle, bize tasavvuf yolunu anlatmaya baþladý, konuþurken, söz arasýnda; "Hepiniz kalbine gelen düþünceyi bana anlatsýn." dedi. Benim hatýrýma o ihtiyarýn yahûdî olduðu geldi. Fakat bu durumu söyleyip söy­lememeyi, yanýmda bulunan birine sordum. O böyle konuþanýn yahûdî olacaðýný tahmin etmediði için uygun görmedi. Lâkin benim bu düþüncem, gittikçe kuvvetleniyordu. Ne olursa olsun, bu düþüncemi kendisine söyleyeyim dedim. Dedim ki: "Siz hatýrýmýza gelen düþünceyi söylememizi istiyorsunuz. Benim kalbime sizin yahûdî olduðunuz düþüncesi geldi." Bunu iþitince baþýný önüne eðip, bir mikdâr bekledikten sonra doðrularak; "Doðru söylüyorsun." dedi ve Kelime-i þehâdet getirip müs- lüman oldu. "Hak olan din Ýslâmiyettir." dedi.

Evliyânýn büyüklerinden Cüneyd-i Baðdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) Ýnsanlara ilim öðretmek için bir meclis kurdu. Herkes bu sohbetlere gelip istifâde etmeye baþladý. Bir gün hýristiyan fakat hýristiyan olduðuna dâir görünüþte bir alâmeti bulunmayan bir genç, Cüneyd-i Baðdâdî´nin sohbet ettiði meclise gelip, Cüneyd-i Baðdâdî´ye þöyle dedi: "Ey üstâd! Hazret-i Peygamber buyuruyor ki: "Müminin firâsetinden korkunuz. Çün- kü o, Allahü teâlânýn nûru ile bakar." Bunun mânâsý nedir?" Cüneyd-i Baðdâdî bir müddet sustu. Sonra baþýný kaldýrýp; "Müslüman ol. Müs- lüman olmak zamânýn geldi." buyurdu. Meðer o genç hýristiyan imiþ. Hemen zünnârýný kesip orada müslüman oldu. Ýmâm-ý Yâfiî buyuruyor ki: "Ýnsanlar, bu hâdisede, Cüneyd-i Baðdâdî´nin bir kerâmeti var zanneder. Halbuki, bu hâdisede onun iki kerâmeti vardýr. Birisi, o gencin hýristiyan olduðunu bilmesi, diðeri de, gencin, müslüman olma vaktinin geldiðini bilmesidir."

Cüneyd-i Baðdâdî hazretlerinin bir talebesi vardý. Bütün iyilik ve fazîletler onda mevcuttu. Sonradan gelmesine raðmen Cüneyd-i Baðdâdî hazretleri onu pek ziyâde seviyor, diðer talebeler bu hâli çekemiyorlardý. Talebelerinin bu hâli Cüneyd-i Baðdâdî´ye mâlûm oldu. Talebelerinin eline birer kuþ verdi ve; "Her biriniz bu kuþlarý kimsenin görmediði bir yerde boðazlayýp getirsin." buyurdu. Hepsi de kendilerine verilen kuþlarý aldýlar, varýp ýssýz bir mahalde boðazlayýp getirdiler. Yalnýz o talebesi bo- ðazlamadan getirdi. Cüneyd-i Baðdâdî; "Niçin boðazlamadýn?" buyurdu. "Hocam! Siz; "Kuþlarý kimsenin görmediði bir yerde boðazlayýn." de- miþtiniz. Ben ise ýssýz bir yer bulamadým. Her yeri Allahü teâlâ görüyor." deyince, Cüneyd-i Baðdâdî buyurdu ki: "Arkadaþýnýzýn firâsetini gördü- nüz mü?" Bunun üzerine; tövbe edip boyunlarýný büküp, Cüneyd-i Bað- dâdî hazretlerinden affedilmelerini dilediler.

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Niþâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Firâset sâhibi olduðu iddiâsýnda bulunmaya, kim- senin hakký yoktur. Yapýlacak þey, baþkasýnýn firâsetinden sakýnmak ve korunmaktýr. Zîrâ Resûlullah efendimiz; "Müminin firâsetinden korkunuz." buyurdu, fakat firâset sâhibi olmaya çalýþýn buyurmamýþlardýr. Þu halde firâsetten korunmak mevkiinde bulunan bir kimsenin, firâset dâvâsýnda bulunmasý nasýl doðru olabilir."


radyobeyan