Ýslam Kültürü A-Ý
Pages: 1
Edep-Terbiye By: neslinur Date: 31 Mart 2010, 14:34:26
Edep-Terbiye

Her konuda haddini bilip, sýnýrý aþmamak, insanlara iyi muâmelede bulunmak, sünnet üzere yâni Peygamber efendimizin buyurduðu ve davrandýðý gibi hareket etmek, hatâya düþmekten sakýnýlacak þey, terbiye, güzel ahlâka da edeb denir.(E. Ans. c.1, s. 34)

Abdullah bin Mübârek âlimler, edeb hakkýnda çok þeyler söylediler. Bize göre edeb, insanýn kendini tanýmasýdýr demiþtir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Ebü´l-Berekât Emevî Hakkârî; "Edep, kulun, Allahü teâlâya karþý vazîfelerini, vakitlerini nasýl deðerlendireceðini, kendini O´ndan uzaklaþtýran þeylerden nasýl korunacaðýný bilmesidir." demiþtir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Ýmâm-ý Rabbânî ise; "Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allah´a kavuþamaz, yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu baþtan sona edeptir. Namazýn sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan sakýnmak; zikir, fikirden (tefekkürden) üstündür." buyurmuþtur. (E. Ans. c.1, s. 34)

Þems-i Tebrîzî ise; "Âdemoðlunun edebden nasîbi yok ise, insan deðildir. Âdemoðlu ile hayvan arasýndaki fark budur. Gözünü aç ve bütün Allahü teâlânýn kelâmýnýn mânâsý, âyet âyet edepten ibaret olduðunu gör." demiþtir. (E. Ans. c.1, s. 34)

Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânýnda, Sultan Ahmed Han, bir gün hazretlerine bir hediye göndermiþ, o da bunu kabûl etmeyerek iâde et- miþti. Pâdiþâh bu sefer ayný hediyeyi Þeyh Abdülmecîd Sivâsî´ye gönderdi. Onun kabûl etmesi üzerine bir gün pâdiþâh kendisine; "Bu hediyeyi Hüdâyî´ye gönderdiðim halde kabûl buyurmadýlar." dedi. Abdülme- cîd Sivâsî de; "Pâdiþâhým, Hüdâyî bir ankâdýr ki, lâþeye tenezzül etmez." cevâbýný verdi.

Pâdiþâh birkaç gün sonra Hüdâyî hazretlerinin sohbetine gidince; "Geri gönderdiðiniz hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabûl etti." dedi. Bu söz üzerine Hüdâyî hazretleri de; "Sultaným! Þeyh Abdülmecîd bir deryâdýr. Ona bir katre necâset düþmekle pislenmiþ olmaz." diyerek zârifâne bir cevap verdi.

Mâverâünnehir böldesinde yetiþen velîlerin büyüklerinden Aziz Ne- sefî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Ey oðul! Bir mecliste bulunduðun zaman kendini beðenerek en baþa, yukarýya oturma. Edebe çok riâyet eyle. Edepsizlik her zaman ve her yerde yasak ve sevimsizdir. Her yerin kendine mahsus bir edebi vardýr. Arkadaþlarýna cömertlik et ve iyi muâmelede bulun.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beþincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatýr: "Bir gece karanlýðýnda odamda otururken ayaklarýmý uzatmýþtým. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandým."

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beþincisi olan Þâh-ý Nakþibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri anlatýr: "Hazret-i Hâce´nin sohbeti ile þereflendiðimde, talebelerinin büyüklerinden olan Þeyh Þâdî, bana çok nasîhat etti ve edebden bahsetti. Bana emrettiklerinden biri; hazret-i Hâce´nin bulunduðu yere doðru hiçbirimiz ayaðýmýzý uzatmayýz nasîhati idi. Bir gün hava çok sýcaktý. Gazyût´tan Kasr-ý Ârifân´a Hâce hazretlerini ziyârete geliyordum. Bir aðacýn gölgesinde din- lenmek için yattým. Bir hayvan gelip, ayaðýmý iki kere kuvvetlice tekmele- di. Fýrladým kalktým. Ayaðým çok fazla aðrýyordu. Tekrar yattým. Yine o hayvan gelip beni tekmeledi. Kalkýp oturdum ve sebebini düþünmeðe baþladým. Nihâyet Þeyh Þâdî´nin nasîhatýný hatýrladým ve ayaklarýmý, ho- camýzýn o anda bulunduðu Kasr-ý Ârifân´a doðru uzatarak yattýðýmý anla- dým."

Tâbiîn tanýnmýþlarýndan büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse ziyâfete çaðrýlýr. O da ev sâhibine haber vermeden, yanýnda misâfir getirirse, bir tokat hak etmiþ- tir. Eve geldiðinde, ev sâhibi, þuraya buyurunuz dediði zaman, hayýr ben þuraya oturacaðým diyen kimse ise, iki tokat hak etmiþtir. Yemek yerken de ev sâhibine; "Sen de bizimle berâber yemiyor musun, sen de yese- ne." diyen, üç tokadý hak etmiþ olur. Çünkü hepsinde söz ve hareketi boþ ve fuzûlîdir.

Ýslâm âlimlerinin ve velîlerin büyüklerinden Celâleddîn-i Devânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) konuþma âdâbýný þöyle anlatýr: Lüzûmsuz hareketlerden kaçýnmalýdýr. Meselâ sakalý ile saçý ile, diðer uzuvlarý veya elbisesi ile oynamamalýdýr. Parmaðýný burnuna veya aðzýna sokmamalý, parmaklarýný çýtýrdatmamalý, esnememeli, gerinmemeli, tükrüðünü, balgamýný, sümüðünü de, sesini baþkalarýnýn duyacaðý þekilde atmamalý ve kýbleye doðru tükürmemeli, sümkürmemelidir. Elini ve yüzünü eteðiyle, elbisenin kol aðzýyla, yeniyle silmemelidir.

Bir meclise gidince, kendinden aþaðý olanlarýn veya yüksek olanlarýn yerlerine oturmamalýdýr. Ama meclisin büyüðü o ise, istediði yerde oturabilir. Anlamadan bu yerlerden birinde oturmuþsa, hâtýrýna geldiði zaman münâsib yere gitmelidir. Orada boþ yer yoksa, hiç sýkýntý ve derd etmeden geri dönmelidir.

Ýnsanlarýn yanýnda uyumamalýdýr. Sýrt üstü hiç yatmamalýdýr. Hele uyurken horlayan buna çok dikkat etmelidir. Çünkü bu þekilde yatmak horlamayý arttýrýr. Eðer bir mecliste, kalabalýkta uyku gelirse, mümkünse kalkýp gitmeli, deðilse, bir hikâye, bir düþünce veya bir baþka yolla def etmelidir. Oradakiler hep uyuyorsa, ya onlara uyup uyumalý, yâhut kalkýp gitmelidir.

Kýsaca, öyle hareket etmelidir ki, kimse ondan nefret etmemeli ve o- na acýmamalýdýr. Yâni acýnacak hâle düþmemelidir. Bu âdetlerden biri o- na aðýr gelirse, bunlarý yapmadýðý zaman doðacak zarar ve ayýplamanýn, bunlara katlanmaktan aðýr ve çirkin olduðunu aklýndan çýkarmamalýdýr.

Tanýnmýþ büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün meclisinde bir gencin, bir ihtiyârýn üst tarafýnda oturduðunu gördü. O gence bir þey söylemeden, hazret-i Ali´nin sabah namazýna giderken önünde yürümekte olan yahûdî bir ihtiyarý, yaþýna hürmeten geçmediðini, bu sebeple namaza geç kalýnca, birinci rekatýn rükûunda Cebrâil aleyhisselâmýn Resûlullah´ýn sýrtýna lutf ile dokunup durdurduðunu ve hazret-i Ali´nin yetiþtiðini anlatýp; "Yahûdî ihtiyara hürmet edilince, müslüman ihtiyara daha çok hürmet edilir. Hele ömrünü dîne uymakla geçirmiþ ihtiyarlara saygý ve hürmet gösteren gençlerin, Allahü teâlâ katýnda ne kadar yüksek mertebe kazanacaðýný düþünmelidir." buyurdu. Bu nasîhatý dinleyen genç, mükemmel bir ders alýp, bir daha büyüklerin üst tarafýna oturmadý.

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Abdullah-ý Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Edebe riâyet etmeksizin evliyâya hizmet eden kim- se helâk olur. Ondan istifâde edemez."

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, edebi gözetmekten soruldu. O; "Edebi terk, kovulmayý îcâbettiren bir sebeptir. Huzurda edepsizlik edeni kapýya, kapýda edepsizlik edeni ise hayvanlara bakmak için ahýra koyarlar. Kul, ibâdeti ve tâatýyla Cen- net´e, ibâdet ve tâatteki edebiyle Allahü teâlâya vâsýl olur." buyurdular.

Yine buyurdular ki: "Sükût, Allahü teâlânýn huzûrunda olma edeplerinden bir edeptir. Allahü teâlâ, Kur´ân-ý kerîmde meâlen; "Kur´ân-ý kerîm okunduðu zaman onu dinleyiniz ve susunuz ki rahmete nâil olasýnýz, kavuþasýnýz." (A´râf sûresi: 204) buyurmuþtur."

Allahü teâlâ, cinlerin, Resûlullah efendimizin huzûrundaki hâlini haber verirken de; meâlen "Cinler hazret-i Peygamberin huzûruna gelince, birbirlerine; "Susun" dediler." (Ahkâf sûresi: 29) buyurmuþtur."

"Büyüklerin huzûrundan kovulmayý icâb ettiren þey, edebi terket- mektir."

Evliyânýn meþhurlarýndan Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ a- leyh) buyurdular ki: "Edep, konuþtuðun zaman dilini korumak, yalnýz ka- ldýðýn zaman kalbini korumak, dýþarýya çýktýðýn zaman gözünü korumak, yediðin zaman boðazýný korumak, uzattýðýn zaman elini korumak, yürü- düðün zaman ayaðýný korumak ve bütün iþlerinde vaktini korumaktýr. Kim âzâlarýný korumaz ve vaktini zâyi ederse, onun uzuvlarý edepsizliðe gi- der. Kim vaktini deðerlendirir, sýrrýný gözetlerse, Allahü teâlâ onun vakitlerini ve uzuvlarýný korur."

Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kul için güzel edepten daha iyi mertebe göremedim. Çünkü aklýn hayâtý edeptir. Ýnsan edep ile dünyâ ve âhirette yüksek derecelere kavuþur."

"Kim nefsini terbiye ederse, herkes ondan terbiye öðrenir. Edep ehline aykýrý hareket eden, yasaklara dalar ve kendisine tâbi olanlar yoldan saparlar."

"Edep iki kýsýmdýr: Bâtýnýn edebi, zâhirin edebi. Bâtýnýn edebi, kalbin temizlenmesi; zâhirin edebi ise uzuvlarý kötülük yapmaktan ve günahlar-

dan korumaktýr."

Yine buyurdu ki: "Allahü teâlâya karþý edep, O´ndan devamlý korku üzere bulunmak ve O´nu murâkabe üzere olmaktýr. Resûlullah´a karþý edeb, sünnet-i seniyyeye yapýþmakla; evliyâya karþý edeb, ona hürmet etmek, hizmetlerinde bulunmakla; çoluk-çocuða karþý edep, onlara güzel ahlâk ile muâmele etmekle; arkadaþlara ve dostlara karþý edep, onlara güler yüzlü olmakla; câhillere karþý edep, onlara duâ ve merhâmet göstermekle olur."

Evliyânýn büyüklerinden Ýbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Edep nedir?" denilince, buyurdular ki: "Râzý olunan, beðenilen þeyleri yapmandýr."

Yýne buyurdular ki: "Edepten mahrum býrakýlan bir kimse, bütün hayýrlardan mahrum býrakýlmýþ olur."

Hindistan´da yetiþen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid Ýmâ- m-ý Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinin meþ- hûrlarýndan olan Muhammed Hâþim-i Keþmî þöyle anlatmýþtýr: "Bir gün Hazret-i Ýmâm´ýn huzûrunda oturuyordum. Onlar mârifetleri yazýyordu. Âniden bevl sýkýþtýrmasý sebebiyle kalkýp helâya gitti. Fakat hemen sü- ratle dýþarý çýktý. Böyle süratle helâya girip, hemen aceleyle dýþarý çýkmalarýna hayret ettim. "Bunun sebebi nedir?" dedim. Helâdan çýkar çýkmaz su ibriðini istedi ve sol elinin baþ parmaðýnýn týrnaðýný yýkadý ve oðaladý. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çýkýnca buyurdu ki: "Bevl sýkýþtýrdý, acele ile helâya girdim ve oturdum. Gözüm týrnaðýmýn üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardý. Kalem yazýyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmýþtým. Hâlbuki, o nokta Kur´ân-ý kerîmin harflerini yazarken kullanýlýrdý. Orada oturmaðý doðru görmedim ve edeb dýþý buldum. Bevl sýkýþtýrmasýndan dolayý sýkýntý çektimse de, bu sýkýntý bir edebi terketmenin vereceði sýkýntýnýn yanýnda çok az geldi. Dýþarý çýktým. O siyah noktayý yýkadým ve tekrar içeri girdim."

Ýmâm-ý Rabbânî hazretleri buyurdular ki: Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk´a kavuþamaz.

Bir gün, hâfýzlardan biri, Ýmâm-ý Rabbânî hazretleri minderlerinden aþaðý bir minder koyup üzerine oturarak, Kur´ân-ý kerîm okumaða baþladý. Ýmâm-ý Rabbânî hazretleri bu durumun farkýna varýp, hemen üzerinde oturduðu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur´ân-ý kerîm okumakta olan hâfýzdan yüksekte oturmazdý."

Medîne-i münevverede yaþayan âlim ve velîlerden Ýmâm-ý Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mensûr Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin mescidinde bulunuyorlardý. Mensûr yüksek sesle bir þeyler söyledi. Bunun üzerine Mâlik bin Enes hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Bu mescidde sesini yükseltme. Çünkü Allahü teâlâ Hucurât sûresi ikinci âyet-i kerîmede meâlen; "Ey îmân etmekle þereflenenler! Sesinizi Nebiyyullah´ýn sesinden yukarý çýkarmayýnýz. O´na karþý biribirinize baðýrdýðýnýz gibi seslenmeyiniz. O´na saygýsýzlýk gösterenlerin ibâdetleri yok olur." buyurarak bir kavmi terbiye eyledi.

Vefât ettikten sonra da Resûlullah´a hürmet hayatlarýndaki hürmet gibidir." buyurdu. Ýmâm-ý Mâlik´in bu nasîhatlerini dinleyen halîfe Ebû Câfer Mensûr sesini yavaþlattý ve; "Ey Ýmâm! Resûlullah´ýn huzûrunda duâ ederken kýbleye mi döneyim yoksa Resûlullah´a yönelerek mi duâ edeyim?" diye sordu. Ýmâm-ý Mâlik hazretleri; "Ey müminlerin emiri! Yüzünü Resûlullah´tan sallallahü aleyhi ve sellem baþka tarafa çevirme. Çünkü Resûlullah efendimiz, Allahü teâlâ katýnda dileklerimiz için vesî­lemizdir. Bundan dolayý da yüzünü Resûlullah´a dönmeli, O´nun þefâatini dilemelisin. O zaman Allahü teâlâ O´nu sana þefâatçi kýlar." buyurarak; "Onlar nefslerine zulmettikten sonra gelirler, Allahü teâlâdan af dilerler. Resûlüm de onlar için istiðfâr ederse, Allahü teâlâyý elbette tövbeleri kabûl edici ve merhamet edici olarak bulurlar." meâlindeki Nisâ sûresi 64. âyet-i kerîmeyi okudu.

Hirat´ta yetiþen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin meclisine, bir gün edebi kýt olan biri geldi. Büyüklerin huzûrunda izin verilmeden konuþulmayacaðýný bilmiyordu. Zühdden takvâdan dem vurmaða, bilgiçlik taslamaða baþladý. Bir müddet sonra sofra kuruldu ve yemek yenmeye baþlandý. Sofrada tuz yoktu. O kimse, hizmetçiye; "Ben yemeðe tuz ile baþlarým. Tuz getir." dedi. Onun bu hâline Molla Câmî üzüldü ve; "Ekmekte tuz vardýr. Ona niyet eyle." buyurdu. Bu sýrada ekmeði tek elle koparan birine de; "Ekmeði bir el ile koparmak mekruhtur." deyince, Molla Câmî de; "Yemek esnâsýnda baþkalarýnýn el ve aðýzlarýna bakmak, ekmeði tek el ile koparmaktan daha çok mekruhtur." buyurdu. O kimseye bu söz de kâfi gelmedi. Bir ara yine; "Yemek yerken konuþmak sünnettir." dedi. Molla Câmî de; "Çok konuþmak mekruhtur." buyurdu. O edebi kýt kimse, artýk yemek sonuna kadar hiç konuþmadý.

Irak evliyâsýndan Nûreddîn Berîfkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir talebesine yazdýðý mektup þöyledir: ?Ey evlâdým! Bu söyleyeceðim edebler, Allahü teâlâyý sevmek ve O´na yaklaþmak isteyen herkese lâzýmdýr.

Evlâdým! Allahü teâlâyý sevmek ve O?na yakýn olmak isteyen herkese lâzým olan edebler þunlardýr: Az konuþmalý, az uyumalý, insanlarla lüzumu kadar görüþmeli, elemlere, musîbetlere, acýlara, açlýða, insanlarýn sýkýntýlarýna sabretmeli ve kendisine zulmedeni affetmeli ve ondan intikam, öç almaya kalkmamalý, kendi için sevdiðini herkes için sevmeli ve istemeli, malýyla cömertlik yapmalý, insanlardan bir þey istememeli ve beklememeli, sâdece Allahü teâlâdan beklemeli, her ihtiyâcýný Allahü te- âlâya ýsmarlamalý. Yaptýðý amellere ve kabûl olduðuna güvenmemeli bi- lakis ?Amellerim ayýplý ve kusurludur.? demeli; þahsý ile, ibâdetleri ile, ameli ile sevinmemeli, övünmemelidir. Aksine Allahü teâlâya ve Resûlü- ne ve O?nun þerîatýna uymakla sevinmelidir.?

Anadolu´da yetiþen ve Anadolu´yu aydýnlatan evliyânýn meþhurlarýndan Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsýnda çilehânede iken ayaðýný uzatmýþtý. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri gözüküp elindeki baston ile ayaðýna vurarak îkâz etmiþ, üç gün ayaðýnýn acýsýndan yere basamamýþtýr. Bu hâdiseden sonra ayaðýný hiç uzatmamýþtýr.

Bir Ramazân-ý þerîf ayýnda, Mustafa Sâfî Efendi hazretlerine ait türbenin inþâsý sýrasýnda bu iþle meþgul olanlar, oruç olmalarý sebebiyle kabri yanýnda ona karþý lâzým olan edebi tam gösterememiþlerdi. Türbe inþâsýnda çalýþan ustalar edebe uymayan þekilde ayaklarýný uzatarak o- turmuþlardý. Yine bir defâsýnda kabri yanýnda böyle ayaklarýný uzatýp o- turduklarý sýrada, Sâfî Efendinin rûhâniyeti kendi sûretinde gözüktü. A- yaklarýný uzatýp oturanlara tebessüm edip, aralarýndan Ýbrâhim adýndaki kimseye; "Ýbrâhim Bey! Artýk sen büyüdün bizi tanýmaz oldun." dedi. Hemen yerinden fýrlayýp; "Aman efendim ben kimim ki sizi saymayayým." diyerek, aðladý. Çok gözyaþý döktü. Sonra ayaklarýna kapanýp affetmesini istedi. O böyle aðlayýp yalvararak affetmesini isteyince onu affetti. Kendinden öyle geçmiþti ki, affedilince kendini toparlayabildi. Artýk bu hâdiseden sonra türbenin yanýna yaklaþýrken tâ uzaktan ayakta durarak edep gösterirdi. Bu menkýbeyi yazan müellif þöyle demektedir: Bunu an- latmaktan maksadým nefsin terbiyesi içindir. Allahü teâlânýn sevgili kulu olan bir mürþid-i kâmil, yetiþmiþ ve yetiþtirebilen bir rehber, mahâretli, mesleðinde mütehassýs bir doktor gibidir. Talebesinin ýslahý ve yetiþ- meleri için ne lâzým olursa, ona göre muâmele eder. Kimisine sert muâ- mele eder. Çünkü iltifat ona zararlýdýr. Bâzýsýna da yumuþak muâmele eder. Her talebe meþrebine, yapýsýna, huyuna göre terbiye edilir. Eðer bunun tersi yapýlýrsa, rehber ne kadar mâhir olursa olsun talebe onu herhangi bir sûretle inkâra kalkýþýr. Buna gücü yetmezse istikâmetine za- rar verir. Güneþ her meyveye ve bitkiye yapýsýna göre parlar. Meyve tatlý ise tadýný, acý ise acýlýðýný artýrýr. Mürþid-i kâmiller de talebenin meþrebi- ne, hâline bakýp ona göre yetiþtirirler.

Evliyânýn büyüklerinden, maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ýnsanlar edebi üç ayrý þekilde an- lamaktadýrlar. Dünyâ ehlinin edebi; fesâhat ve belâgat ilimlerine sâhip olup, pâdiþâhlarýn isimlerini ve þiirlerini ezberlemektir. Dünyâya ehemmiyet vermeyen zâhidlerin edebi; riyâzet çekerek nefsi ýslâh etmek, þehvet ve arzularýný terkederek dînin emir ve yasaklarýna uygun hareket etmektir. Âriflerin edebi; kalb temizliði, sýrlarýn kontrolü, vaktin muhâfazasý, hatýra gelen þeylere iltifât edilmemesi, taleb, huzûr ve kurb ânýnda edebe riâyet edilmesidir."

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Nâsýrüddîn Suveydî Baðdâdî hazretleri þöyle anlatýr: "Seyyid Burhâneddîn´e, yollarýndaki edebden sordum. "Her tarikatte sahih olan edeb þerîatin bildirdiði edebdir. Dînin edebi ile edeblenen doðru yola girmiþtir. Onun maksadýna kavuþmasý umulur. Dînin edebi ile edeblenmeyen yolunu kaybeder, sapýtýr. Gâyesine ulaþamaz. Bizim yolumuzun büyükleri, talebe yetiþtirmek için, sohbete çok önem vermiþlerdir. Çünkü sohbet, talebenin tabiatýný mýknatýs gibi gafletten kalb uyanýklýðýna, cimrilikten cömertliðe, hýrsdan zühde, kötü ahlâktan güzel ahlâka, her alçak ve aþaðý halden temiz hâle çeker." buyurdu."

Büyük ve meþhûr velîlerden Sýrrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatýr: "Yaya olarak, Rum diyârýna gazâ için gitmiþtim. Ýstirahat ederken, yorgunluktan sýrt üstü yatmýþ, ayaðýmý duvara dayamýþtým. O esnâda bir ses duydum. Bu ses bana; "Yâ Sýrrî! Köle, efendisinin yanýnda böyle yatar mý?" dedi. Bundan sonra, bir daha ayaðýmý hiçbir þekilde uzatýp yatmadým."

Sýrrî-yi Sekatî hazretleri buyurdular ki: "Edebli olmak; güzel kalblilik ve akýllýlýk alâmetidir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatýný düþünür, bunun için kendisi mihnet ve meþakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri þöyle yazmýþtýr: "Ubeydullah-ý Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi baþýnda, Keþ´e gitmek üzere yola çýkmýþlardý. Bir gece yolda, bir dað eteðinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadýr kurdular. Akþam namazýndan sonra þiddetli bir yaðmur baþladý. Ubey- dullah-ý Ahrâr hazretleri biraz sonra dýþarý çýktý. Talebelerin ve hizmet- çilerin çadýra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadýra girdiler. Baþka bir çadýr da yoktu. O gece sabaha kadar yaðmur yaðdý, seller ak- tý. Sabah namazýný kýldýktan sonra, talebelerine ve diðer dostlarýna; "Siz yaðmur altýnda iken, ben çadýrda durmayý tercih etmedim." buyurdu. Bu- nun üzerine, talebeleri kendisinin çadýrda bulunmasý sebebiyle, edebinden yanýna girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yaðmur al­týnda kalmalarýný istemediðini anladýlar. Kendisi çadýrdan uzaklaþýp, geceyi çadýrýn dýþýnda bir yerde geçirmiþti."

Bir defâsýnda da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarýndan birine gitmiþlerdi. O gün þiddetli bir sýcak vardý. Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Edeblerinden girmediler. Baþka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sýcak iyice þiddetlenince, Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri atýný istedi. "Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum." diyerek, atýna binip oradan uzaklaþtý. Güneþin yakýcý sýcaðý dayanýlmaz hâle gelince, bir derede baþýný gölgeleyecek kadar bir yerde, hava se­rinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanýna döndü. Talebeleri sonradan, hocalarýnýn oradan uzaklaþýp, kendilerinin gölgelenmelerini istediðini anladýlar.

Ubeydullah-ý Ahrâr hazretleri; Bir sohbeti sýrasýnda büyüklerin hallerinden anlatarak þöyle buyurdular: "Evliyânýn meþhûrlarýndan olan Þiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiði sýrada, babasý Vâsýt þehrinin hâkimi, vâlisi idi. Önce Muhammed Hayr´ýn huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Baðdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Þiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Baðdâ- dî´nin akrabâsý olmasýydý. Böylece edebe riâyet etmiþ oldu.

Þiblî, Cüneyd-i Baðdâdî´ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasýný ve bu ticâretten elde ettiði kazancýný, o zamâna kadar olan günahlarýnýn affý için sadaka olarak daðýtmasýný emretti. Bunu yaptýktan sonra da, yedi sene de helâ temizliði yapmasýný emretti. Bunu da yaptý. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiþtirip, yüksek derecelere kavuþturdu."

Evliyânýn meþhurlarýndan ve Hanbelî mezhebinin büyük fýkýh âlimlerinden Abdullah-ý Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkýnda þöyle anlattý: "Tasavvuf ehli arasýnda; "Benim elbisem, benim ayakkabým." demek edebe uygun deðildir. Dostlar arasýnda, hiçbir þeyi mülkiyetle nisbet etmemek, onlarýn âdâbýndandýr. Zarûret müstesnâ."

Evliyânýn meþhurlarýndan Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Ýnsanlar edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtýr."

"Edeb nedir?" diye sorulunca; "Çok çeþitli târifleri yapýlmýþtýr. Biz deriz ki, edeb insanýn nefsini bilmesi, tanýmasýdýr." Buyurdular.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Baþkasýnda gördüðü bir kusuru münâsib bir lisanla anlatmaya çalýþýrdý. Huzûrunda birisi aksýrdý ve "Elhamdülillah" demeyi unuttu. O kimseye, suâl sorar bir edâ ile; "Aksýranýn ne demesi îcâb eder efendim?" dedi. O cevâben; "Elhamdülillah." deyince, Abdullah bin Mübârek de; "Yerhamükellah." buyurdu. Bu rivâyeti bildiren Muham- med bin Cemîl; "Bu edebli hareket bizi þaþýrttý. Bu edebe hayrân olduk."

Yine buyurdular ki: "Biz çok ilimden ziyâde az da olsa edebe muhtâcýz."

"Âlimler edeb hakkýnda çok þeyler söylediler. Bize göre edeb, insanýn kendini tanýmasýdýr."

Yemen´de yetiþen Þâfiî mezhebi fýkýh âlimlerinden ve evliyâdan Abdullah Yâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hicaz´a ilk geldiðinde Medîne-i münevvereye girmeden önce kendi kendine; "Resûlullah sallallahü aley- hi ve sellem izin vermeyince bu þehre girmem." diye söz verdi. Çünkü ilmi ve edebi çok yüksekti. Büyüklerin, bilhassa Peygamber efendimizin huzûruna edeple girileceðini biliyordu. On dört gün Medîne´nin giriþ ka- pýsýnda bekledi. Devamlý ibâdet edip kabûl buyurulmasý için Allahü teâlâya duâ etti. Bir gece rüyâsýnda Peygamber efendimiz; "Ey Abdullah! Ben dünyâda senin peygamberin âhirette þefâatçin, Cennet´te ise arka- daþýným. Yemen´de on kiþi vardýr. Onlarý ziyaret eden beni ziyaret etmiþ olur. Onlarý üzen beni üzer." buyurdu. Abdullah Yâfiî hazretleri; "Yâ Resûlallah! Onlar kimlerdir." diye sorunca; "Onlarýn beþi vefât etmiþtir. Beþi ise hayattadýr." buyurdu. Abdullah Yâfiî; "Yaþayanlar kimlerdir?" di- ye sorunca; "Þeyh Ali Tavâþî, Þeyh Mansûr bin Ca´da, Muhammed bin Abdullah, Fakih Ömer bin Zeylaî, Þeyh Muhammed bin Ömer Nehârî´dir. Vefât etmiþ olanlar ise Ebü´l-Gays bin Cemil, Fakîh Ýsmâil Hadramî, Fakih Ahmed bin Mûsâ bin Acîl, Þeyh Muhammed ibni Ebû Bekr Hakemî ve Fakîh Muhammed bin Hüseyin Ýclî´dir." buyurdu.

Peygamber efendimizin mânevî iþareti üzerine Medîne-i münevve- reden ayrýlarak Mekke´ye oradan da Yemen´e geçti. Önce, Mekke´den Yemen´e gitmiþ olan hocasý Þeyh Ali Tavâþî´yi ziyâret etti. Peygamber efendimizin rüyâda ziyâret etmesini tavsiye buyurduðu zâtlardan sað olanlarý ziyâret etti ve sohbetlerinde bulundu.

Ziyâretine gittiði zâtlardan Þeyh Muhammed bin Ömer Nehârî ona; "Merhaba ey Resûlullah´ýn elçisi!" diye hitâb etti. Abdullah Yâfiî hazretleri ona; "Bu hâle ne ile kavuþtun?" diye sorunca, Bekara sûresi iki yüz seksen ikinci âyet-i kerîmesinin "...Allah´tan korkun, Allah size ilim öðretiyor." meâlindeki son kýsmýný okudu. Peygamber efendimizin rüyâda tavsiye buyurduðu zatlardan vefât etmiþ olanlarýn da kabirlerini ziyâret edip Medîne-i münevvereye döndü. Fakat yine Medîne´ye girmeden on dört gün Medîne kapýsýnda bekledi. Ýbâdet edip kabûl olunmasý için Allahü teâlâya niyâzda bulundu. Bir gece yine Resûlullah efendimiz ona; "Tavsiye ettiðim zâtlarýn onunu da ziyâret ettin mi?" buyurdular. Abdullah Yâ- fiî; "Evet yâ Resûlallah! Ziyâret ettim. Medîne´ye girmeme izin var mý?" diye sordu. Resûlullah efendimiz; "Gir sen emin olanlardansýn." buyurdu. Sevgili Peygamberimizin bu hitâbýna mazhar olan Abdullah Yâfiî hazret- leri edeple ve gözyaþlarý dökerek Medîne-i münevvereye girdi. Efendimi- zin mübârek kabr-i þerîflerini ziyâret edip yüksek feyzlerine kavuþtu.

Velî ve hadîs âlimi Abdurrahmân bin Mehdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ýlmiyle amel eden, Ýslâmý nefsinde yaþayan bir zât idi. Kahkaha ile gülmez, sâdece tebessüm ederdi. Zamânýndaki insanlar, din ve dünya iþlerinde Abdurrahmân bin Mehdî hazretlerine mürâcaat ederlerdi.

Her gece Kur´ân-ý kerîmin tamâmýný hatmedip baþtan sona okurdu. Yarýsýný teheccüd namazýnda, yarýsýný namazýn dýþýnda okurdu. Sohbetine ve ilim meclisine gelenler, huzûrunda, oturduklarý zaman, baþlarýnda sanki kuþ varmýþ gibi, gâyet edepli ve dikkatli otururlardý. Onun bulunduðu mecliste ilim, edep ve ciddiyet hâkimdi. Bir gün, Onun ilim meclisinde oturanlardan birisi gülmüþtü. Bunun üzerine, onu, iki ay ilim mecli­sine gelmekten menetti. "Bu, bizim meclisimize iki ay gelmesin." dedi. Sonra, Allahü teâlâdan onun için af diledi.

On dokuzuncu yüzyýlýn büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hastalýðý sýrasýnda kendisini ziyâret için gelen talebelerine þu edeplere uymalarýný tavsiye etti: "Ziyâretime gelenler, tam bir edep ve huzûr içinde yanýma girsinler. Çünkü evliyânýn rûhlarý devamlý olarak odamda bulunuyor. Edebe aykýrý yapýlan bir davranýþ, yapan kimseyi zarara uðratacaðý gibi, kendimin de o davranýþtan zarar göreceðinden çekiniyorum. Yanýma girdiðinizde kalbleriniz bir, niyetleriniz ayný olsun. Çünkü hastalýðým sýrasýnda deðiþik arzularýnýzýn bana yansýmasýndan rahatsýz oluyorum."

Büyük Ýslâm âlimi ve evliyâ Seyyid Abdülgafûr Hâlidî Müþâhidî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin evi Baðdad´da Hâlidiyye dergâhýnýn batýsýnda bulunuyordu. Her gün yatsýya kadar dergâhta Allahü teâlânýn ismini anmakla geçiren ve sohbetine gelen kimselere hak yolu anlatan Abdülgafûr Hâlidî hazretleri, Þeyh Muhammed el-Cedîd hazretlerine karþý hürmette kusûr etmezdi. Yatsýdan sonra Þeyh Muhammed el-Cedîd´den izin isteyip; "Efendimiz! Fakirhâneye, evime gitmeye izin verir misiniz?" derdi. Þeyh Muhammed Cedîd izin verirse evine gider, vermezse o geceyi dergâhta geçirirdi. Eðer izin verirse evine gidip fecirden, tan yeri aðarmadan evvel yine dergâha gelirdi.

Abdülgafûr Hâlidî; "Þeyh Muhammed el-Cedîd, Efendimiz (Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî) hazretlerinin yerindedir." diyerek ona saygý duyardý. Þeyh Muhammed Cedîd de ona iltifatta bulunarak saygýda kusûr etmezdi. Hattâ cumâ ve pazartesi günleri diðer müridlerle, talebelerle husûsî görüþüp onlar için duâ ettikten sonra Abdülgafûr Hâlidî ile husûsî görüþür, ona iltifatta bulunurdu. Biri diðerinin elini öper, birbirlerine karþý tevâzû ederler, birbirlerine çok hürmette bulunurlardý.

Adamýn biri Abdülgafûr Hâlidî´ye gelerek Baðdad vâlisi Dâvûd Paþaya bir iþiyle ilgili olarak yazý yazmasýný istedi. Kendini müslümanlarýn hizmetlerine vakfetmiþ olan ve onlarýn ihtiyaçlarýný yerine getirmeyi çok seven Abdülgafûr Hâlidî, bir yazý yazarak gönderdi ve kendisine mürâcaat eden adamýn iþinin yapýlmasýný istedi. Yazýyý alan vâli o kimsenin iþini gördü. Daha sonra Þeyh Muhammed el-Cedîd bu durumdan haberdâr olunca, Abdülgafûr Hâlidî´ye sitem etti. "Neden benden izinsiz yazý yazdýnýz? Bana neden haber vermediniz?" dedi. Abdülgafûr Hâlidî aðlamaya baþladý. "Aman efendim! Bir kusûr ettim. Tövbe olsun, af buyurunuz." diyerek ellerinden öptü ve af diledi.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassýsý, son asýr âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, talebelerinden birisi edeb hakkýnda sorduðunda; "Edeb hudûda, sýnýrlara riâyet etmek onu taþmamaktýr. En büyük edeb ise ilâhî hudûdu muhâfazadýr, gözetmektir." buyurdular.

Bir gün bir derslerinde de þöyle buyurdular: "Bizim meclisimizde bulunanlar, sükût içinde otursalar ve sükûttan baþka bir þey görmeseler bi- le, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarýný keþfederler, bir bir çýkarýrlar."

Suriye´de yetiþen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerini dinleyenlerden birinin; "Açýk ve gizli dar- belere nasýl dikkat ederiz, onlardan nasýl kurtuluruz?" sorusuna þöyle cevap verdi: Darbelerden kurtulmak için açýk ve gizli edeplere uymak, Allahü teâlânýn emirlerini yerine getirmek, hasbel beþer, insanlýk îcâbý bir günâh iþlenirse, tövbeyi geciktirmemek, Selef-i sâlihînin yâni Eshâb-ý ki- râm, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve diðer Ýslâm âlimlerinin eserlerini okumak, öðrendiðimiz Ýslâmî bilgileri bilfiil tatbik etmekle ve Ýslâmiyeti bilenlerin sohbet ve nasîhatlerini dinlemekle kurtuluruz. Bunlar zâhirî edeptir. Bâ- týnî, gizli edepleri gözetmek ise bu zamanda çok zordur. Kalbi mâsivâ- dan yâni Allahü teâlâdan baþkasýný düþünmekten temizlemekle mümkün olur. Nitekim Hâfýz-ý Þîrâzî hazretleri; "Seni dostundan geri býrakan ne ise kalpten onu terk et." buyurdular.

Tebe-i tâbiînden, Meþhûr hadîs, fýkýh âlimi ve evliyânýn büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dîni bütün ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onlarýn meclislerinde, toplantýlarýnda kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sýðmayan þeylerden bahsedilmez."

Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin "Kulun Allahü teâlâya karþý takýnacaðý en güzel edep hali, O´nun emirlerine tereddütsüz boyun eðip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda býrakýrsa, bunu en hayýrlý ve sevimli þey kabul etsin. Þayet rûhunu alýp, âhirete götürürse (rûhunu alýrsa), bunun da Allahü teâlânýn emri olduðunu bilsin ve bu da kendisine hoþ gelsin."

Evliyânýn büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Edebini, edeb öðreten hocadan almayan, kendisine uyanlarý yanlýþ yola götürür.

Ahmed Mekkî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlere karþý fevkalâde hürmetkâr idi. Talebelerinden birisi þöyle nakletmektedir: Bir gün hocamla birlikte baþka bir talebenin evine gidiyorduk. Orada ders vereceklerdi. Akþam ezâný da okunmak üzereydi. Bir köþe baþýna geldiðimizde sokaða adým atacaðý sýrada durdu. Daha sonra yolunu deðiþtirerek baþka bir sokaktan ve daha çok dolaþtýktan sonra talebenin evine vardýk. Ben hâlâ yolu niçin uzattýðýmýzý anlayamamýþtým. Bu hâlimi anlayarak dedi ki: "Evlâdým o sokakta büyük bir âlim zât oturuyordu. Bu ilim sâhibinin evinin önünden geçerken kendisinin hal ve hâtýrýný sormadan geçmemiz uygun olmazdý. Kapýsýný çalsaydýk, bu defâ da dar vakitte kendisini sýkýntýya sokmuþ olacaktýk. Bu ise hiç uygun düþmeyecekti." O zaman anladým ki, Ahmed Mekkî Efendi, ilim sâhibine olan edebinden kapýsýnýn önünden geçmemiþti.

Büyük velîlerinden Ahmed bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetine; "Ýnsan, terbiyesini rabbinden almalý." diyerek söze baþlar sonunda da; "Edebini Rabbinden alaný hiçbir þey maðlûb edemez." derdi.

Evliyânýn büyüklerinden Ahmed bin Mûsâ el-Acîl (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kâfile ile hacca gitti ve âdeti üzere Mekke-i mükerreme- den, Resûlullah efendimizi ziyâret için, Medîne-i münevvere yoluna ko- yuldu. Medîne´ye yaklaþtýklarýnda bir eþkýyâ grubu ile karþýlaþtý. Kâfilede herkes korktu ve telâþa düþtü. Ahmed bin Acîl hazretleri sessiz olarak bir yerde edeble durdu. Kâfiledeki Ali bin Yaðnem adýndaki zât, Ahmed bin Acîl hazretlerinin yanýna gelerek, böyle sakin beklemesinin sebebini sor- du. O da; "Ey Ali! Allahü teâlâya ve O´nun Resûlüne karþý edeb lâzým- dýr." deyip Medîne cihetini gösterdi. Daha sonra da kâfilenin ilerlemeyip konaklamasýný istedi. Herkes bineklerinden indi. Orada bir gün bir gece beklediler. Haydutlar bu beklemeyi fýrsat bilip, yaðma etmek için kâfileye daha çok yaklaþtýlar. Ýkinci gün güneþ doðunca, Me­dîne tarafýndan hýzla askerî bir kuvvet geldi ve eþkýyâyý kýskývrak yakaladý. Kâfiledekiler, bu yardýma çok sevindiler ve bizim bu durumumuzdan nasýl haberdâr oldu- nuz diye sordular. Onlar da; "Dün Medîne´de, öðle vakti bir ses duyduk. Þöyle diyordu: Eþkýyâ, Ahmed bin Acîl´in bulunduðu kâfileye hücûm e- decek, hazýrlanýn, hazýrlanýn! Medîne vâlisinin emri ile hareket ettik." dediler. Kâfilede bulunanlar, bu vaktin, Ahmed el-Yemenî´nin; "Edeb lâzým." dediði vakit olduðunu anladýlar.

Hindistan evliyâsýndan Ahmed Þeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) fakirlere, tasavvuf yolunda bulunanlara çok hürmet ederdi. Hayvanýna binmiþ olarak giderken, böyle zâtlardan birini görse, hemen iner, onun geçmesini bekler, ellerini baðlamýþ olarak hürmetle dururdu.

Tâbiînin meþhurlarýndan ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Edep ve fazîlet sahiplerine göre; babalar, çoluk çocuðuna, ölüler dirilere, sýrf Allahü teâlânýn rýzâsý için, iyi ve faydalý þeyler hazýrlamaktan daha üstün bir þey býrakmamýþtýr."

Yine buyurdular ki: "Edebin baþý akýllýca hareket etmektir. Yapýlmayan, yerine getirilmeyen sözde hayýr yoktur. Cömertlik olmayýnca malýn, vefâ olmayýnca arkadaþýn hayrý yoktur."

Mýsýr evliyâsýndan Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; sucu, ahçý gibi insanlara faydalý sanat sâhiplerine çok hürmet ederdi. Âlimlere ve devlet ileri gelenlerine hürmet eder, âlimler gelince ayaða kalkar ve ellerini öperdi.

"Bu bizim onlara karþý dünyâdaki edebimizdir. Âhirete varýnca, oradaki edebimizi Allahü teâlâ bize öðretecektir." buyururdu.

Suriye´de yaþayan velîlerden Ali Kazvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyurdular ki: "Dînin edeblerine riâyet etmeden, yolunun kâmil olduðunu iddiâ edenin delîli yoktur."

Buhârâ evliyâsýndan ve Þâfiî mezhebi âlimlerinden Ali bin Muham- med (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine sohbetlerinde sýk sýk þöyle buyururdular: Kim kendi bozuk hâlini düzeltirse, kendini, çekemiyenlere fýrsat vermemiþ olur.

Evliyânýn büyüklerinden Ali Nebtîtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasý Ebü´l-Abbâs Gamrî´ye çok baðlýydý. Onu çok severdi. Bir defâsýnda hocasý Rif´e geldi. Oradan bir kafes aldý ve onu Ali bin Cemâl´e emânet býraktý. Bir müddet sonra kafesi istedi. Ali bin Cemal (Ali Nebtîtî), o kafesi bir baþkasý ile gönderme imkâný olduðu hâlde göndermeyip, derhâl hazýrlýðýný yaptý.Kafesi baþýnýn üstüne aldý. Nebtîtî´den Kâhire´ye kadar yürüyerek getirdi. Hocasýna teslim edip, duâsýný aldý.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Halký hakka dâvet eden kimse, canavar terbiyecisi gibi olmalýdýr. Canavar terbiyecisi, nasýl uðraþtýðý hayvanýn huyunu ve istidâdýný bilip de ona göre davranýrsa, o da öyle!.."

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkýk Tirmizî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Baðdât´taki evliyânýn büyüklerinden olan Þihâbüddîn-i Sühreverdî hazretleri Anadolu´ya geldiði zaman ziyâret etti. Huzûruna vardýðýnda, ona hürmeten yanýna tam yaklaþmadý ve biraz uzakta, karþýsýna oturdu. Aralarýnda hiç konuþma olmadý. Daha sonra, talebeleri Þihâbüddîn hazretlerine bu hâlin hikmetini suâl ettikle­rinde; "Hakîkatler âleminin ehli önünde, kalp lisâný lâzýmdýr. Konuþma lisânýna ne hâcet var?" buyurdu. "Onu (Seyyid Burhâneddîn´i) nasýl buldunuz?" diye suâl ettiklerinde ise; "O, hakîkat ve mârifet deryâsýnýn çok usta bir dalgýcý, mânâlar âleminin parlayan bir yýldýzý ve gizli sýrlarýn kaynaðý olan yüksek bir zâttýr." buyurdular.

Evliyânýn büyüklerinden Bündâr bin Hüseyin Þirâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dostlarýna, nereye gittiklerini ve ne iþ yaptýklarýný suâl etmek edebe aykýrýdýr."

Ehl-i beytten ve meþhûr velîlerden Ýmâm-ý Câfer-i Sâdýk (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bu dört þeyi, her þerefli kimsenin yap- masý gerekir. Yapmamasý ona yakýþmaz: 1. Bulunduðu meclise babasý gelirse ayaða kalkmak, 2. Misâfire hizmet etmek. 3. Yüz tâne hizmetçisi olsa, muhtâc olmadýðý zaman bineðine yardým istemeden binmek. 4. Ýlim öðrendiði hocasýna hizmet etmek."

Evliyâ hanýmlardan Cevhere Berâsiyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) geceleri efendisini uyandýrýr ve ona; "Ey efendi! Kalk kervan gidiyor!" derdi. Cevhere Hâtun edebe çok dikkat eder, kýbleye arkasýný dönmez, yüzünü döner öylece otururdu.

Endülüs, Mýsýr ve Filistin taraflarýnda yaþamýþ büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureþî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Her makâmýn kendine mahsus bir ilmi, her hâlin riâyet edilmesi gereken bir edebi vardýr.

Tasavvuf büyüklerinden velî ve Mâlikî mezhebi fýkýh âlimi Ebû Abdullah Merrakûþî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir sohbetlerinde þöyle buyurdular: Resûlullah efendimizin âþýklarýnýn temiz kalplerinden çýkan sözler, edebe, saygýya uygunsuz görünse de, bunlara bir þey dememeli, susmalýdýr. Buradaki edeplerden, saygýlardan biri de susmaktýr. Âþýklardan biri, Kabr-i saâdetin yanýnda her sabah ezan okur; "Namaz uykudan daha iyidir." derdi. Mescid-i Nebî hizmetçilerinden birisi; "Resû- lullah´ýn huzûrunda terbiyesizlik yapýyorsun." diyerek bunu dövdü. Bu da; "Yâ Resûlallah! Yüksek huzûrunuzda adam dövmek, sövmek edepsizlik sayýlmaz mý?" dedi. Çok aðladý. Biraz sonra döven kimsenin felç olduðu, eli ayaðý tutmadýðý görüldü. Üç gün sonra da öldü.

Büyük velîlerden Ebû Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Hür insana edepli olmak ne güzel yakýþýr."

"Her þeyin bir yardýmcýsý vardýr, dînin hizmetkârý da edeptir."

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Niþâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ebû Osman anlatýr: "Ebû Hafs´ýn yanýna gitmiþtim. Önünde birkaç muz vardý, birini aldým, yerken boðazýmda kaldý. Ebû Hafs-ý Haddâd, bana; "Hangi hakla muzlarýmdan alýp yiyebiliyorsun?" dedi. Ben de; "Efendim, kalbinizi bilirim, size îtimâd ederim. Elinizdeki þeyleri daðýtýp ikrâm edersiniz." dedim. Bana; "Ey kendini bilmez! Ben kendime güvenemiyorum da, sen nasýl güvenirsin. Bunca senedir kalbimin hevâ ve hevesine göre hareket ediyorum. Kendimde meydana gelecek þeyleri bilmiyorum. Kiþi, kendisinden hâsýl olacak þeyleri bilmezse, baþkasýndan olacak þeyleri nasýl bilir?" buyurdular.

Ebû Hafs-ý Haddâd´ýn, edebe son derece riâyetkâr, kibâr bir talebesi vardý. Cüneyd-i Baðdâdî birkaç defâ ona dikkat etti. Ebû Hafs´a; "Bu talebe, kaç senedir yanýnýzdadýr?" diye sordu. Ebû Hafs da; "On yýldýr." diye cevap verdi. Cüneyd-i Baðdâdî; "Üstün bir nezâketi, gence yakýþýr iyi hâlleri, mükemmel bir edebi var." buyurdu. Ebû Hafs, bunun üzerine; "Öyledir!" Bu talebemiz, bizim için on yedi bin altýn harcadý, on yedi bin altýn da borçlandý. Fakat, daha bunlarý bize söyleme cesâretini kendinde bulamadý." Buyurdular.

Allahü teâlâya ve O´nun kullarýna karþý edeb hakkýnda þöyle dedi: "Allahü teâlâya karþý edeb, onun emirlerini ihlâs ile yerine getirmek, O´ndan korkmak, çekinmek. Bir belâ ve sýkýntý sýrasýnda insanlara rýfk, güzel muâmele, geniþlik zamânýnda hilm, yumuþaklýk ile, nefsin yoksulluða düþmekten çekindiði zamanlarda cömertlik ve kerem ile davranmak, gücü yettiði zaman affetmek, insanlara merhamet ve þefkat göstermek, fazîletli olmak, gelmeyene gitmek, kötülük yapana iyilik yapmak ve bütün müslümanlara hürmet etmektir. Çünkü müslümanlardan herbiri mutlaka Allahü teâlânýn bir lütfuna mazhardýr (onun duâsý insaný Allahü teâlânýn rahmetine kavuþturur).

Evliyânýn büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) mürþid-i kâmil bir zâttý. Edebinin çokluðundan, yalnýzken bile ayaklarýný hiç uzatmaz; "Allahü teâlâya karþý edebli olmak lâzýmdýr." buyururdu.





Bir gün Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî ve Ebû Saîd Kaylavî (rahmetullahi teâlâ aleyhim) ve pekçok kimse bir yerde toplandýlar. Gavs-ý âzam insanlara ve cinlere na­sîhat eden Abdülkâdir-i Geylânî, Ali bin Heytî´ye; "Konuþunuz." buyurdu. O da; "Efendim! Huzûrunuzda nasýl ko- nuþabilirim?" dedi. Bunun üzerine Ebû Saîd´e; "Siz konuþunuz" buyur- dular. O da az bir þey konuþtuktan sonra; "Efendim! Emrinize uymak için konuþtum, size olan hürmetimden dolayý da sustum." dedi.

Endülüs?te ve Mýsýr?da yetiþmiþ olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fýkýh âlimi Ebü?l-Abbâs-ý Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebü´l-Hasan-ý Þâzilî buyurdu ki. Hocam þöyle anlattý." þeklinde söze baþlar, hep hocasýndan nakiller yapardý. Bir gün biri; "Hep hocanýzdan nakil yapýyorsunuz. Hiç kendinizden bir þey söylemiyorsunuz. Kendinizden bir þey söylediðinizi hiç görmedik." dedi. Bunun üzerine Ebü´l-Abbâs; "Eðer istesem; "Allahü teâlâ buyurdu ki, Allahü teâlâ buyurdu ki" diyerek, nefesler adedince pekçok þey anlatýrým. Eðer istesem; "Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki, Resûlullah efendimiz buyurdu ki" diyerek, nefesler adedince pekçok þey anlatýrým. Eðer istesem; "Ben diyorum ki, ben diyorum ki" diyerek nefesler adedince, pekçok þey anlatýrým. Yâni Allahü teâlânýn izni ile ilmim o kadar geniþledi. O kadar çok þey biliyorum, fakat bütün bunlarý öðrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesîle, vâsýta olan mübârek hocama karþý edebe riâyet ederek, edepte noksanlýk olmamasý ve daha çok ihsânlara kavuþmak için, hep hocamdan naklederek konuþuyorum. Lâyýk ve uygun olan da budur." buyurdular.

Evliyânýn önde gelenlerinden Ebü´l-Fadl Ahmedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri iyi iþleri yapmaya teþvik ederdi. Çok söylediði þeylerden birisi de; "Ýlim sâhipleri ile konuþurken dilinize sâhib olunuz. Evliyâ ile konuþurken de kalbinizi koruyunuz. Zîrâ bunlar Allahü teâlâya yakýn olmakla þereflenmiþlerdir. Bunlarýn huzûruna ancak edeple gidiniz. Çünkü onlarýn kalpleri, Allahü teâlânýn zikriyle meþguldür. Nefisleri ibâdeti iste­mekte, akýllarý da bildiðiniz akýl gibi deðildir. Bunun için edebinize dikkat ediniz. En ufak bir saygýsýzlýðýnýza kýrýlabilirler. Allahü teâlâ da onlarýn istediðini sizde yerine getirir." buyurdular.

Abdülvehhâb-ý Þa´rânî hazretleri anlatýr: "Ebü´l-Fadl Ahmedî kadar insanlar arasýnda mescidlere tâzim ve hürmet eden birini görmedim. O katiyyen tek baþýna girmez, mescidin kapýsýnda bekler, biri girerse peþinden girerdi. Sebebini soranlara; "Bizim gibilere ancak müslümanlarýn peþinden girmek yaraþýr. Mescid âdâbýný yerine getirememekten korkarýz." derdi."

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kýzýlayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanýnda bir gün zengin biri, kendisiyle ilgili bir anlaþmazlýktan dolayý, diðer þahýslarla birlikte Halîfe-i Kýzýlayak´ýn huzûruna çýktý. Fakat o, huzurda da edepsiz hareketlerde bulunarak taþkýnlýk yapmaya devâm etti. Çýkacaklarý sýra yanýndakiler böyle gitmemesini ve Halîfe-i Kýzýla- yak´ýn duâsýný alarak çýkmasýný kendisine söyledilerse de, gururundan bunu kabûl etmedi ve öylece çýkmak üzere ayaða kalktý. Halîfe-i Ký­zýlayak tam o sýrada baþýný kaldýrarak ona bir nazar etti. O andan îtibâren zengin kiþinin hâli kötüleþmeye baþladý. Evine gittiðinde yakýnlarý doktor getirmek istedilerse de artýk buna gerek olmadýðýný söyleyerek; "Dergâhýn kapýsýndan çýkarken Halîfe-i Kýzýlayak´ýn bana baktýðý anda içimden bir þeylerin geçtiðini hissettim. Artýk son hazýrlýklarý yapýn." dedi. Hakîkaten çok geçmeden vefât etti.

Evliyânýn büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hakkýnda derler ki, kýrk yýl sýrtýný duvara dayamayýp, ayaklarýný u- zatmadan oturdu. Niçin böyle kendine eziyet ediyorsun diyenlere; "Alla- hü teâlânýn huzûrunda kul gibi oturmamaktan hayâ ediyor, utanýyorum." derdi.

Evliyânýn büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Esam" (saðýr) denilmesinin sebebi þudur: Birisi onunla konuþurken kazayla yellendi. Hâtim-i Esam o þahýs utanmasýn diye; "Yüksek sesle konuþ, ancak yüksek sesle konuþulanlarý duyabiliyorum" dedi ve bu hâlini o kiþinin ölümüne kadar kýrk yýl sürdürdü. Bu yüzden ona Esam denilmiþtir.

Hirat´ta yetiþen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin talebelerinden biri þöyle nakletti: "Bir zamanlar Sermazar þehrinde bir müddet oturmam îcâb etti. Bu durumu gelip Mev- lânâ Câmî´ye arzettim. Bana; "Gâyet münâsiptir. Burayý býrakýp acele ile oraya git! Giderken acele etmeyi sakýn ihmâl etme. Fýrsat ganîmettir ve bunda senin için nice gizli haberler vardýr." buyurdu. Ben, tekrar memle- ketime dönünce, bir takým engeller zuhûr etti ve geciktim. Bir hafta sonra evime varýnca, ne kadar kýymetli eþyam varsa hepsinin çalýndýðýný gör- düm."

Þam´da yetiþen büyük velîlerden Muhammed Bedahþî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânýnda Yavuz Sultan Selîm Han Ridâniye Seferinde Þam´a geldi. Kendisine Muhammed Bedahþî´den söz edilince, daha önce duyduðunu ve pek yakýnda ziyâretine gideceðini söyledi. Yavuz Sultan Selîm Han zâten uðradýðý her memlekette, mukaddes makamlarý, ilim adamlarýný ziyâret etmeyi, tasavvuf büyükleriyle görüþmeyi, duâlarýný almayý ihmâl etmezdi. Þam´da kaldýðý süre içinde, Þeyh Muh- yiddîn-i Arabî hazretlerinin kabrini yaptýrdý. Medreselere uðrayýp, talebe- ye yardýmda bulundu. Bu arada Emeviye Câmiine gitti. O civarda yaþa- yan ve herkes tarafýndan büyük hürmet gösterilen Muhammed Bedah- þî´nin iki defâ evine giderek ziyârette bulundu. Yavuz Sultan Selîm Hanýn Muhammed Bedahþî´yi ilk ziyâretlerinde, aralarýnda hiç konuþma olmadý. Sultan onun büyük bir velî olduðunu anlayýp, huzûrunda edeple oturdu. Orada bir sükûnet baþladý. Bir saatten fazla oturmalarýna raðmen, tek kelime konuþmadan ayrýldýlar.

Ýkinci defâ ziyâretlerinde, önce Muhammed Bedahþî konuþmaya baþladý ve buyurdu ki: "Sultâným, ikimiz de Allahü teâlânýn seçkin kullarý arasýnda bulunuyoruz. Boynumuzda kulluk halkasý vardýr. Allahü teâlâ- nýn huzûrunda sorumluyuz. Ahzâb sûresi 72. âyetinde meâlen; "Biz e- mâneti (Allah´a itâat ve ibâdetleri) göklere, yere ve daðlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular da onu insan yük- lendi. Ýnsan (bu emânetin hakkýný gözetmediðinden) cidden çok zâlim, çok câhil bulunuyor." buyrulduðu üzere, emâneti ve mesûliyeti gökler ve yer yüklenmekten kaçýndýklarý hâlde, biz onu yüklendik. Omuzlarýmýza aðýr bir mesûliyet aldýk. Siz ise Sultâným, yükünüzü biraz daha aðýrlaþ- týrdýnýz. Saltanat yükü üzerine, bir de hilâfeti yüklenerek taþýnmasý güç bir yük altýna gireceksiniz. Allahü teâlâya þükürler olsun ki, benim yüküm sizinkine nisbetle çok hafiftir. Diyebilirim ki, sizin yüklendiðinizi, daðlar ve taþlar yüklenip çekemez. Ýnsanlar da bu yükü taþýyamaz. Ama sizin bir de mânevî gücünüz vardýr, ondan yeteri kadar faydalanýyorsunuz. Resû- lullah efendimizin; "Hepiniz bir sürünün çobaný gibisiniz. Çoban sürüsü- nü koruduðu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altýnda olanlarý Ce- hennem´den korumalýsýnýz! Onlara müslümanlýðý öðretmelisiniz! Öðret- mez iseniz mesûl olacaksýnýz." mübârek sözleri sizin rehberinizdir. Çok meþakkatli, külfetli bir yolda bulunuyorsunuz. Allahü teâlâ yardýmcýnýz olsun."

Yavuz Sultan Selîm Han, Allahü teâlânýn bu velî kulunu büyük bir dikkatle dinledi ve tek kelime olsun karþýlýk vermedi. Sükût ve edeb ile huzûrundan ayrýldý. Bunun üzerine, mecliste hazýr bulunanlardan birisi; "Sultâným, hiç konuþmadýnýz, hep dinlediniz?" diye sorunca, Yavuz Sultan Selim Han, "Büyük velîlerin meclis ve mahfelinde onlar konuþurlarken, baþkasýnýn konuþmasý edeb dýþý sayýlýr. Bulunduðumuz makam edeb makâmý idi, bize sâdece dinlemek düþerdi. Nitekim biz de öyle yaptýk. O esrâr ve hikmet meclisinde, ben sâdece bir zerre sayýlýrdým. Benim konuþmamý lâyýk görmüþ olsaydý, elbetteki böyle bir iþârette bulunurdu." buyurdu.

Trablus´ta yetiþen büyük velîlerden Muhammed Cisr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kardeþi Mustafa Efendi þöyle anlatýr: Bir gün aðabeyimle evde münâkaþa ettik. Ona karþý edepsizlik yaptým. Bana; "Ey Mustafa! Edepli ol! Yoksa ehlullah, Allah adamlarý seni terbiye eder." dedi. Kýzarak yine ona karþý edebimi takýnmadým. Beni huzûrundan kovaladý. Gece yattýðýmda þöyle bir rüyâ gördüm: Aðabeyim ile ben kýrlýk bir yerdeyiz. Fakat o benden uzak duruyordu. Yerden bir taþ aldý ve; "Ey Mustafa! Bunu yakala!" diyerek bana doðru attý. Taþ böðrüme isâbet etti. Korkarak uyandým. O gün, taþýn deðdiði yerde küçük bir çýban çýktý. Gittikçe büyüdü. Ýçi irin ve sarý su dolu olan çýban çok acý veriyordu. Ben durumu hanýmýmdan baþkasýna söylemiyordum. Fakat çýbanýn durumu daha kötüye gidince, bâzý dostlara gösterdim. Bunu görünce aðabeyim Muhammed Cisr´e karþý olan edepsizliðim sebebiyle bu iþin baþýma geldiðini söyleyerek beni ayýpladýlar. Beni aðabeyimin yanýna götürüp, benim nâmýma af dilediler. Aðabeyim beni affetti. Kýsa süre sonra rahatsýzlýðým geçti.

Irak´ta ve Mýsýr´da yaþamýþ olan velîlerden ve Þâfiî mezhebi fýkýh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocasýnýn huzûrunda geçirdiði yýllarla ilgili olarak þöyle anlatýr: "Senelerce hocam Ömer Efendinin sohbetinde bulundum. Huzurlarýna girdiðimde edep ve hayâmdan otur demedikçe oturduðumu ve onun yüzüne baktýðýmý hatýrlamýyorum. O emretmeden huzurdan ayrýlmadým. Bâzan bana oturmamý emrederdi de ben edep, hayâm sebebiyle otura­mazdým.

Mýsýr´da yetiþen büyük velîlerden Muhammed Þâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda Ebü´l-Abbâs hazretleri diyor ki: "Muham- med Þâzilî hazretlerine talebe olmuþtum. Talebe iken, odasýna her gidi- þimde izin isterdim; gir derse girer, sükût ederse geri dönerdim. Bir gün gittiðimde sükût etti. Fakat buna raðmen ben içeri girdim. Baktýðýmda bir köþede meþgûl olduðunu ve yanýnda da büyük bir arslanýn durduðunu gördüm. Arslan edeble oturuyordu. Beni görünce, arslan sert sert baktý. Kendimi dýþarý zor attým. Tövbe istigfâr edip, bir daha odasýna izinsiz girmedim."

Evliyânýn büyüklerinden olan Ali bin Vefâ hazretleri, bir gün bir düðün yemeðindeydi. Düðündekiler; "Ziyâfet, ancak Muhammed Þâzilî hazretlerinin gelmesiyle tamam olur." dediler. Ziyâfet sâhibi gidip onu dâvet etti. Muhammed Þâzilî dâveti kabûl edip, düðünün yapýldýðý evin kapýsýna geldiðinde, "Burada evliyâdan kim var?" diye sordu. Ziyâfet sâhibi; "Ali bin Vefâ ve cemâati var." dedi. Muhammed Þâzilî, ev sâhibine; "Ýçeri gir ve benim için izin iste. Çünkü bir yerde büyüklerden biri olduðu zaman, izin verilinceye kadar oraya girmemek fakirlerin edeblerindendir." dedi. Ali bin Vefâ izin verdi; onu ayakta karþýladý ve yanýna oturttu. Sohbet ettiler. Sonra Muhammed Þâzilî, Ali bin Vefâ´nýn talebelerine; "Efendinize duâ ediniz. Çünkü onun Allahü teâlâya kavuþmasý yakýndýr." dedi. Söylediði gibi oldu. Bir gece Muhammed Þâzilî, gâibden þöyle bir nidâ iþitti; "Yâ Muhammed! Biz sana senden olana ilâve olarak Ali bin Vefâ´nýn sâhib olduklarýný da verdik." Muhammed Þâzilî buyurdu ki: "Bunun, ancak Ali bin Vefâ´nýn ölümünden sonra olacaðýný anladým. Abdülbâsýt mahallesindeki Ali bin Vefâ´nýn evine talebelerinden birini gönderdim. O þahýs, oraya vardýðýnda, Ali bin Vefâ´nýn vefât ettiðini öðrendi.

Evliyâdan bir zât, Muhammed Þâzilî hazretlerinden izin almadan Mýsýr´a girdi. Kendisinde bulunan, büyüklük hâli ondan alýndý. Sonra Allahü teâlâya istigfâr ederek, Muhammed Þâzilî´ye geldi. Kendisine eski hâli iâde edildi. Bu hâli þöyle idi: Yanýnda büyük bir küfe bulunurdu. Elini onun içine sokar ve ihtiyâcý olan her þeyi ondan çýkarýrdý. Mýsýr´a izinsiz girdikten sonra, yine elini küfeye sokmuþ, fakat hiçbir þey bulamamýþtý.

Evliyânýn büyüklerinden Muhammed Þüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasý Midyen Eþmûnî?ye olan muhabbet ve baðlýlýðý pek ziyâde idi. Ona olan hürmet ve edebinin çokluðundan dolayý, sohbette hocasýnýn tam yanýna oturmaz, biraz geride bir yerde otururdu. Hocasýna olan muhabbeti o derecede idi ki, bir kimsenin ona sýkýntý vermesine, onu üzmesine ve onun hakkýnda uygunsuz düþünceler içinde bulunmasýna katiyyen tahammül edemez ve hemen müdâhale ederdi. Bu kimse ister zengin olsun, ister fakir olsun, ister büyük olsun, ister küçük olsun, ister vâli olsun, ister çoban olsun hiç deðiþmez, hemen müdâhale ederdi. E- linde bulunan asâsý ile, o kimseyi dürterek îkâz ederdi. Onun bu hâlini bi- lenler, Midyen hazretlerinin yakýnýna bile oturmaya cesâret edemezlerdi.

Büyük velîlerden Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile Þihâbüddîn Sühreverdî hazretleri yolda karþýlaþtýlar. Bir saat kadar sonra bir þey konuþmadan ayrýldýlar. Daha sonra Sühreverdî´ye denildi ki: "Ýbn-i Arabî hakkýnda ne dersin?" buyurdular ki: "Hakîkatler deryâsý, kutb-i kebîr ve gavs´dýr."

Ýbn-i Arabî´ye Sühreverdî´den sorulunca buyurdu ki: "Baþtan ayaða kadar sünnet-i seniyye ile doludur."

Buhârâ´da yetiþen büyük velîlerden Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûþ (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde sýk sýk þöyle buyururdular: "Bü- yüklerin huzûrlarýnda, sohbetlerinde bulunurken, uygunsuz düþüncelerin kalbe gelmemesine çok gayret ve dikkat etmelidir. Zîrâ bu büyükler, Alla- hü teâlânýn izni ile o düþünceleri anlarlar ve bundan çok müteessir olurlar."

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin bir çocuðu vardý. Çocuk ne zaman annesinden yiyecek istese, annesi ona; "Bunu Allahü teâlâdan iste!" derdi. Bunun üzerine çocuk secde için yere kapanýrdý. Bu arada annesi çocuðun istediklerini hazýrlar, gizlice yanýna koyardý. Çocuk, annesinin bunu hazýrladýðýný bilmezdi. Onun için Allahü teâlânýn dergâhýna dönerdi. Bir gün annesi evde yokken çocuðun caný bir þey istedi. Her zamanki gibi secdeye kapandý. Allahü teâlâ ona lâzým olan þeyi gönderdi. Annesi geldiðinde duruma þaþýrdý. "Yavrucuðum bu nereden geldi?" diye sorunca, çocuk; "Her zamanki yerden." diye cevap verdi.

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgi olarak Nâsýrüddîn Suveydî Baðdâdî haz- retleri þöyle anlatýr: "Seyyid Burhâneddîn´e, yollarýndaki edebden sor- dum. "Her tarikatte sahih olan edeb þerîatin bildirdiði edebdir. Dînin ede- bi ile edeblenen doðru yola girmiþtir. Onun maksadýna kavuþmasý umu- lur. Dînin edebi ile edeblenmeyen yolunu kaybeder, sa­pýtýr. Gâyesine ulaþamaz. Bizim yolumuzun büyükleri, talebe yetiþtirmek için, sohbete çok önem vermiþlerdir. Çünkü sohbet, talebenin tabiatýný mýknatýs gibi gafletten kalb uyanýklýðýna, cimrilikten cömertliðe, hýrsdan zühde, kötü ahlâktan güzel ahlâka, her alçak ve aþaðý halden temiz hâle çeker." buyurdu."

Þam´da yetiþen Þâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânýn büyüklerinden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda, derviþlerden bir zât anlatýr: "Bir zaman iþ için Þam´dan Kâhire´ye gidecektim. Yola çýkacaðým zaman, Muhammed Sumâdî, Muhammed Bek- rî´ye vermem için bana bir mektup verdi. Kâhire´ye ulaþtýðýmda, Muham- med Bekrî´nin yanýna vardým. Huzûruna girip, Muhammed Sumâdî´nin yanýndan geldiðimi söyledim. Onun ismini duyunca, derhâl ayaða kalkýp, büyük bir hürmetle Muhammed Sumâdî´ye olan muhabbetini, edebini bildirdi. Mektubu verdiðimde, yine edeb ve hürmet ile alýp, mektubu ö- püp, yüzüne gözüne sürdü. Muhammed Sumâdî´yi çok övdü ve ondan; "Kardeþimiz, efendimiz" diye bahsetti. Muhammed Bekrî´nin bu davra- nýþýndan, Muhammed Sumâdî´nin büyüklüðünü daha iyi anlamaya baþ- ladým."

Tâbiînin büyüklerinden, meþhûr bir âlim ve velî Þa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatýyor: Bir cenâze namazý kýlýndýktan sonra, binmesi için Zeyd bin Sâbit´e katýrýný yaklaþtýrdým. Bu sýrada, Abdullah bin Abbâs gelerek, üzengiyi tutmak istedi. Zeyd bunu görünce; "Ey Resûlullah´ýn amcazâdesi, üzengiyi býrak." deyince, Ýbn-i Abbâs; "Biz âlimlere bu þekilde muâmele ile emrolunduk." cevâbýný verdi. Bunun üzerine Zeyd, Ýbn-i Abbâs´ýn elini öpüp; "Biz de Resûlullah´ýn Ehl-i beytine böyle yapmakla emrolunduk" dedi.

Konya´ya gelen büyük velîlerden Þems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine buyurdular ki: "Ýnsanoðlunun edepten nasîbi yoksa, insan deðildir. Ýnsan ile hayvan arasýný ayýran edeptir."

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, Halîfe Köse nâmýyla tanýnan; âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var- dý. Seyyid Tâhâ´nýn halîfelerinden olup, ismi Tâhâ idi. Edebinden, "Ýsmim Tâhâ´dýr." demeðe hayâ ederdi. Üstâdýndan kendisine bir isim vermesini düþünür, fakat arzedemezdi. Sakalý biraz seyrek idi. Bir gün, bu düþüncesini ve utancýný keþfeden hocasý, bir talebesine; "Bizim Köse buraya gelsin." buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldý ve hilâfetle þereflendikten sonra da ismi, "Halîfe Köse" kaldý.

Herkî aþîretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile ziyâret için Nehrî´ye giderken, çayýn baþýnda oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; "Herkes abdest alarak Nehrî´ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceðim." dedi. Talebeleri; "Hocam, biz bu âdeti bozmayalým, abdest alýp da gidelim." dedilerse de, Hoca Efendi; "Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!" dedi. Bu arada elini yüzünü yýkarken, koltuðundan bastonu suya düþdü. Elini uzatýp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun baþýna, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde býraktý. Sonra baston kayboldu. O da, böyle söylediðine piþmân oldu. Yaralarýný sarýp, abdest aldý. Nehrî´ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhýna girince, bastonu duvarda asýlý gördü. Gözleri bastona takýlýp kalýnca, Seyyid Tâhâ hazretleri; "Herhâlde bu bastondan dayak yemiþsiniz." buyurdu. Molla Abdullah yaptýk­larýna piþmân olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla þereflendi.

Meþhûr velîlerden fýkýh, tefsîr, hadîs, kýrâat, lügat ve nahiv âlimi Ta- kýyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok kere mütevâzî ve gös- teriþsiz bir elbise ile dýþarý çýkardý. Fakat sultânýn merâsim günlerinde dâimâ cübbe giyerdi. Oðlu, onun böyle cübbe giymesine çok hayret ederdi. Zîrâ, onun tabiatý böyle þeylere pek önem vermezdi. Bu yüzden oðlu Tâcüddîn Sübkî, babasýna; ?Ey babacýðým, kâdýlýk makâmýnda otururken, yirmi dirhem etmeyen elbiselerle oturuyorsun. Fakat sultânýn merâsimlerinde cübbe giyiyorsun. Niçin böyle davranýyorsun.? diye sordu. Takýyyüddîn Sübkî, ?Evlâdým! Bu, Þafiî mezhebi ulemâsýnýn þiârýdýr. Bu âdetin unutulmasýný istemem. Ben devamlý kalacak deðilim. Benden sonra gelip bunu giyecekler. Yeni bir þey ortaya çýkarmýyorum." buyururdu.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ý Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, zamânýnýn sultanlarý üzerinde büyük bir tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanlarýn rahatý için onlara nasîhat ederdi. Kendisi þöyle anlatmýþtýr: "Eðer biz þeyhlik yapsaydýk, zamânýmýzda hiçbir þeyh kendisine talebe bulamazdý. Fakat bize baþka iþ emredildi. Bizim iþimiz, müslümanlarý zâlimlerin þerrinden korumaktýr. Bu sebeple, pâdiþâhlar ile görüþmek ve onlarýn gönlünü avlamak, dilediðimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuþtur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eðer isteseydim, ilâhlýk dâvâsýnda bulunan Çin pâdiþâhýný bir mektubla öylesine tesir altýnda býrakýrdým ki, sultanlýðý terkedip, yalýn ayak koþarak kapýma gelirdi. Bununla berâber biz, Allahü teâlânýn bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makâmýmýzda edebli olmak lâzýmdýr. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini býrakýp, Rabbinin irâdesine teslim olmasýdýr."

Reþehât kitabýnýn müellifi þöyle anlatmýþtýr: "Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ý Ahrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu. Ubeydul- lah-ý Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna raðmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karþýsýnda tir tir titriyor, alnýndan ter damlalarý dökülüyordu."

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid Ýsfehânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Yûsuf bin Zekeriyyâ þöyle anlatýr: Biz Harran?da idik. Muhammed bin Yûsuf (Zâhid Ýsfehânî) hazretleri yanýmýza geldi. Oradaki hadîs âlimleri etrafýný çevirdiler. Hemen Harran?dan ayrýlýp Resûleyn denilen yere gitti. Bir ay orada kaldýktan sonra geri geldi. Orada neden çok kaldýklarýný sordum. ?Resûleyn?de bir ay kaldým. Ne kimse beni tanýdý, ne de ben kimseyi tanýdým? buyurdu. Dikkat ettim; Muhammed bin Yûsuf hazretleri, ekmeðini her zaman deðiþik fýrýndan alýrdý. Sebebini sorduðumda; ?Her zaman ayný fýrýndan alýrsam, belki fýrýn sâhibi beni tanýr ve bana hürmet eder, ben de o zaman dînimi dünyâya âlet etmiþ olmaktan korkarým. Muhtelif fýrýnlardan alýnca beni hiçbiri tanýmaz? buyurdular.


radyobeyan