İslam Kültürü A-İ
Pages: 12
Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler By: neslinur Date: 29 Mart 2010, 03:03:46
Seyyid Abdülazîz hazretleri de babalarının dergâhında hizmet etmiştir. İlimde ve tasavvufta babalarının sâdık halefiydi. Çok hizmetleri olmuştur.

Seyyid Abdülazîz hazretleri hayvanlara çok merhamet gösterirdi. Vahşî hayvanlara acır, onları da doyururdu. Vahşî hayvanlar bunu bilip, belli günlerde kapısına gelip verilen yiyecekleri yer, sessizce dönüp giderlerdi. Bu hâli onun tasavvufta zamânın kutuplarından olduğunu gösterir. Onun bu âdeti âilede Birinci Dünyâ Savaşına kadar devâm etmiştir.

Seyyid Abdülazîz hazretleri, bir defasında gelininden çamaşır istemişti. Her nedense vermek istemedi. Bu davranışı üzerine gelinine; "Ka- sım´ın torunu, sandığına ateş düştü. Çabuk koş hiç olmazsa içindeki ta- bancayı kurtar yazık olmasın." dedi. Gelini koşup odasına gitti. Sandığının alevler içinde yandığını gördü. Kayın babasına vermekten sakındığı çamaşırların tamâmen yanıp kül olduğunu gördü.

Anadolu velîlerinden Seyyid Ahmed Çapakçurî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bingöl´ün Kür köyünde H. 1246 da doğdu. Halk arasında Çapakçurlu Efendi olarak meşhur oldu. Çocukluğunda çobanlık yapıyordu. İlim öğrenmeye hevesli olmasına rağmen, bir medreseye gidemediğine çok üzülürdü. Bir gün dağda koyunları otlatırken tanımadığı bir zât ile karşılaştı. Biraz konuştuktan sonra Ahmed Çapakçurî derdini açtı. İlim öğ­renmeye hevesli olduğunu, fakat mektebe gidemediğini söyledikten sonra gözleri yaşlı bir halde; "Efendim, 12 yaşındayım. Sâdece Fâtiha sûresini biliyorum." dedi. O zât kendisini teselli edip; "Allahü teâlâ seni ilim erbâbı eylesin. Sana faydalı ilim nasîb eylesin." diye duâda bulundu. Bu duâ bereketiyle bütün sıkıntılarını unutan Ahmed Çapakçurî eve sevinç içinde döndü. Henüz bir şey söylemeden babası onu alıp Palu´da meşhur âlim Ali Septî hazretlerine götürdü ve okutup terbiye etmesi için teslim etti.

Ali Septî´nin derslerinde ilim öğrenen Ahmed Çapakçurî kısa zamanda mânevî derecelere kavuştu. Hocasının vefâtından sonra Palu´dan ayrılarak Harput´a yerleşti. On dört seneye yakın burada kalarak, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için çalıştı. Birçok talebe yetiştirdi. 1906 senesinde Urfa´nın Siverek ilçesine gitti. Sekiz se- ne burada, iki sene de Viranşehir ilçesinde kaldıktan sonra 1916´da Har- put´a döndü.

Ahmed Çapakçurî, Harput´ta olmadığı sırada yerine Hâfız Tevfik Efendi vekâlet etti. Bu sırada 93 Harbi devâm ediyordu. Rus orduları Bingöl´e yaklaşmıştı. Harput´un ileri gelenleri Hâfız Tevfik Efendiye gelerek; "Efendim düşman kapımıza dayandı. Ne yapalım; cepheye mi gidelim, yoksa bu diyârı terk mi edelim?" deyince, o; "Şimdi bir şey demek istemiyorum. Seyyid Ahmed Çapakçurî´ye bir mektupla bildireceğim. Ve­recekleri karar inşâallah hayrımıza olur!" buyurdu. Daha sonra şu mektubu yazdı: "Efendim! Rus askeri Bingöl´ü geçti. Buradaki ahâlinin bir kısmı göç etti. Bir kısmı cepheye gitti. Bir kısmı da bize gelip ne yapmaları gerektiğini soruyor. Bâzı kararsızlar da Harput´tan çıkalım mı? diye suâl ettiler. Allahü teâlânın selâmı üzerinize olsun. Vesselâm!.."

Seyyid Ahmed Çapakçurî bu mektubu alınca; "Mektubunuzu aldık. Allahü teâlâ cepheye gidenden de gitmeyenden de, göç edenden de göç etmeyenden de râzı olsun. Fakat Ruslar artık ilerleyemeyecek. İki gün sonra da çekilecekler. Harput´u terk etmeyin kardeşlerim." cevâbını yaz- dı. Bir süre sonra top sesleri Harput´ta duyulmaz oldu. Ahmed Çapakçu- rî´nin dediği gibi iki gün sonra da Bingöl´den çekildiler.

Seyyid Ahmed Hicâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kastamonu velîlerinin büyüklerinden olup, soyu Resûlullah efendimize uzanmaktadır. Büyük velî Seyyid Ahmed Siyâhî hazretlerinin oğludur. H.1242 de dünyâya geldi.

Üç-dört yaşlarında iken pederlerinin hatim toplantılarına katılmaya başladı. Bu sıralarda zaman zaman ilâhî bir aşkla kendinden geçtiği görülürdü.

Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinin dergâhına giden yolda kışın zaman zaman Serçeoğlu yokuşunda kızağa binen çocukları seyre giderdi. Yine böyle bir günde yolun kuzeyinde bulunan Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin büyük halîfelerinden Hacı Mustafa Efendi hazretlerinin medfûn bulunduğu türbeden çıkan bâzı kimseler kendisini türbe içine aldılar ve pekçok nîmetlerle gönlünü hoş ettiler. Sonra yine dışarı çıkardı­lar. Bu olay pekçok kere tekrarlandı. Hattâ bâzan her türlü nîmetin mev- cûd bulunduğu o mübârek zâtların yanından ayrılmak istemez, uzunca bir süre içeride kalırdı. Bir defâ uzun aramalardan sonra anne ve babası kendisini adı geçen türbeden çıkarken görüp çok şaşırmışlardı. Küçük Ahmed 12 yaşına gelinceye kadar oranın vefât etmiş bir zâtın türbesi ol- duğunu bilemedi. O nîmetlerle dolu olan bu yeri bir zâtın hânesi zan- nederdi. Öğrendikten sonra ise bir daha o haller meydana gelmedi. İrşâd, insanlara Allahü teâlânın emr ve yasaklarını bildirme makâmına geldiğinde bâzan neşeli sohbetler sırasında bu vakayı talebelerine naklederdi.

Tahsil yaşına geldiğinde önce meşhur kırâat âlimlerinden Hüseyin Hüsnü Efendiden Kur´ân-ı azîmüşşânı hatmetti. Babası Ahmed Siyâhî hazretlerinden sarf, nahiv, fıkıh, hadîs ve kelâm tahsilinden sonra Kes- kinzâde Ahmed Erîb Efendi hazretlerinin sohbetlerine devamla, tasavvuf dersleri aldı. Kara Kâdızâde Mustafa Efendiden ilm-i ferâiz ve Mesûdî Efendiden de ilm-i hadîs dersleri aldıktan sonra babası Ahmed Siyâhî hazretleri kendisine icâzet, diploma verdi. Ayrıca icâzetnâmede pekçok da nasihatler etti.

İcâzetnâmenin özü şu şekildedir:

"...Bu icâzeti kendi irâdemle vermeyip velîlerin kutbu büyük mürşid Şeyh Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinden îtibâren nebîlerin sultanı hazret-i Peygamber efendimize varıncaya kadar silsile-i Nakşibendiyye-i Hâlidiy- yede isimleri yazılı seyyidler ile hâcegân-ı izâm hazretlerinin mübârek ruhlarından izin ve muvâfakat aldıktan sonra takdim ettim.

Ahmed Hicâbî Efendi, 1851´ de Keskinzâde hazretlerinin vefâtı üzerine İstanbul´a geldi. Burada da tahsîline devamla meşhur âlimlerden Müneccimbaşı Tâhir Efendiden hikmet, astronomi, eski sadrâzam Meh- med Rüşdî Paşadan mantık, edebiyat ve Hâzım Efendiden usûl-i fıkıh dersleri aldı.

Bu tahsilleri sırasında Hocapaşa semtindeki Safvetî Paşa Dergâhında ikâmet ve talebeleri yetiştirme işi ile meşgul olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin daha sağken yerine tâyin ettiği, kendi yerine irşâd makâmına geçirdiği Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin sohbetine koştu ve dört sene hizmetinde bulundu. Bu esnâda tasavvuf mertebelerinde ilerledi.

Ahmed Hicâbî Efendinin çalışmasından, gayretinden ve ihlâsından çok hoşnud olan Abdülfettâh Efendi, onun kavuştuğu ilim ve irfâna bakarak, pederleri Ahmed Siyâhî hazretlerinin verdiği icâzetnâme üzerine kendisi de bir icâzetnâme yazdı.

Böylece Ahmed Hicâbî Efendi, İstanbul´da bulunduğu altı sene içinde bir taraftan büyük âlimlerden ilim tahsîlinde bulunurken, diğer taraftan Abdülfettâh Efendi gibi mükemmel bir yetiştirici elinde tasavvuf yolunda ilerledi ve 1857 yılında Kastamonu´ya döndü. Bir müddet pederlerinin yanında talebelerin terbiyesi ve yetiştirilmesi işi ile meşgul oldu. Abdül- azîz Efendi hayatta olduğu halde irşâd işinin başına Ahmed Hicâbî haz- retleri geçti.

Husûsî halleri, huyları, hareketleri hep Peygamber efendimizin güzel ahlâkını andırırdı. Yalnız bulundukları veya insanlar arasında olduğu zamanlarda hep Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyar, insanlara İslâm ahlâk ve yaşayışının nasıl yapıldığını gösterirdi.

Kış günlerini talebelerin terbiyesi, dersleri ve zikr-i ilâhî ile geçirirdi. Yaz günlerinde ise bâzan birkaç ay havası güzel, suyu tatlı köy ve kasabalara giderdi. Dağlarda ve kırlarda dolanır, uçsuz bucaksız semâya, yeryüzüne, bitkilere, çiçeklere, böceklere bakarak, Allahü teâlânın sınırsız kudret ve azametini düşünür, daha büyük bir aşkla cenâb-ı Hakk´ı zikrederdi. Onun her hareketi, her işi, her düşüncesi Allahü teâlânın rı­zâsı için olduğundan ve her ne murâd etse O´nun rızâsına uygun bulunduğundan bu seyr ve seyahatlerinde din ve dünyâsı için pekçok fayda hâsıl olurdu.

Bu seyahatleri esnâsında köy ve kasabalarda görüştüğü ahâliye hayırlı nasihatlarda bulunur, bilmediklerini öğretir, İslâmiyete uygun olmayan davranışlardan men ederdi. İlmin yayılması için mektep, medrese gibi hayır eserlerinin yapılmasını teşvik ederdi. Nitekim bu gayretleri neticesinde, İnebolu kazâsının Abana nâhiyesinde bir mekteb-i rüşdiye, bir hamam, Araç kazâsında bir büyük câmi-i şerîf, bir medrese ve bir mekteb-i rüşdiye ve Taşköprü´nün Ayvalı köyünde bir medrese inşâ edilmesine bizzat nezâret etmişlerdir. Ayvalı köyündeki medresenin başına kendi halîfelerinden İsmâil Efendiyi getirmiştir. Bâzan da dâmâdları Keskinzâde Molla Efendinin çiftliğinin bulunması hasebiyle Daday kazâsını teşrif ederlerdi. Burada da bir medrese, bir mekteb-i rüşdiye, misâfir odaları ve pazar mahallinde pekçok dükkanın binâ olunmasına ön ayak olduğu görülmüştür.

Ahmed Hicâbî hazretlerinin seyahatleri ekseriya rûhâniyetlerinden istifâde edilecek, feyz alınacak mübârek zâtların türbelerinin bulunduğu mahallere olurdu. Senede bir defâ Kastamonu´da Ilgaz Dağı eteğinde medfûn Muhyiddîn Beklî Sultan Bayramî, Kasaba köyünde medfun Dayı Sultan, Merkûse nâhiyesinde bulunan Sa´deddîn Horasânî, Sorkun´da Sekûtî Sultan ve Küre´de Mahmûd Şâbânî hazretlerinin türbelerini ziyâret eder ve temiz toprağını koklarlardı. Ne zaman bu mübârek makamları ziyârete gelseler etraftaki köy ve nâhiyelerden pekçok ziyâretçiler de toplanır, Allahü teâlânın rızâsı için kurbanlar kesilir, fakir fukaraya dağıtılırdı.

Yine bir defâsında Bekli Sultan hazretlerini ziyâret maksadıyla türbenin yanına gelmişti. Şeyhin geldiğini duyan pekçok kişi de oraya koştu. Bu sırada türbeye yakın bir köy ahâlisinden Ömer Ağa adında biri yanında bir koyunla geldi. Şeyh hazretlerinin elini öptükten sonra; "Efendim burada bir koyun keseceğimi nezretmiştim. Ancak uzun bir süre geçtiği halde sözümü yerine getiremedim. Dün gece rüyâmda Bekli Sultan hazretlerini gördüm. Bana, yarın türbesine gelecek muhterem misâfirleri için adağımı götürüp kesmemi emr buyurdular. Bu sözleri ağlayarak nakleden Ömer Ağa, orada bulunan herkesi de ağlattı. Ahmed Hicâbî hazretleri de Bekli Sultan hazretlerinin dergâh-ı şerîfleri kapısına:

"Ziyâretle murâd almak ümidiyle gelen insân" diye başlayan şiirini yazdı.

Seyyid Hicâbî hazretlerinin sözleri pek tatlı, ifâdesi çok açıktı. En ince bir ilmî meseleyi, en mühim bir fennî faydayı hiç hoca görmemiş bir ümmîye bile anlatmakta güçlük çekmezdi.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretleri 1889 senesinde hastalığının artması üzerine daha ziyâde inzivâyı, köşesine çekilip Allahü teâlâyı zikretmeyi arzu eder oldu. Geceleri uyumaz, namaz ve zikir ile meşgul olurdu. Kendilerinde yirmi senedir bulunan kalp hastalığına müptelâ oldukları halde, aslâ ve katiyyen hastalıklarından bahsetmez ve soranlara; "Rabbimizin keremine şükrolsun, âfiyetteyim." cevâbıyla mukâbele ederlerdi. Vücutlarında görülen aşırı halsizlik sebebiyle Ramazân-ı şerîfte oruç tutmasının hastalığı arttıracağı tabibler tarafından ihtar olunduğu halde; "Böyle bir mübârek aya ulaştık. Şimden sonra bizim için nasip, kısmet mukadder değildir. Borçlu gitmeyelim." cevâbını vererek orucunu tutmaya başladı ve Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile tamamladı. Bir yere gitmek için kendisinden izin istemeye gelen dostlarına; "Geri dönersiniz. Amma beni bulamazsınız. Hakkınızı helal edin." derdi.

Seyyid Hicâbî hazretleri bir müddet sonra Tosya´da bulunan ulemâdan Mâhir Efendinin gelmesi için haber gönderdi. Haberi alan Mâhir Efendi on iki saatlik mesâfeyi sekiz saatte alarak huzur-ı saâdetlerine ulaştı. Seyyid hazretleri ona bakarak; "Molla Mâhir görüyorsun. Biz pazarlığı ilerlettik. Cenâb-ı Hakk´ın emrini bekliyorum. Vasiyetlerimin yerine getirilmesine dergâh ve medresenin memuriyetine ve talebelerin yetiştirilmesine gayret ve himmet et. Benim için müteessir olma. Aradığım bu gün idi. Hemen ölüm hâlimizin güzel ve kolay olması için duâ edin." buyurdu.

Sonra dâmâdı Keskinzâde´ye kütüphânedeki emânetler içerisinde bulunan ve muhterem pederlerine Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri tarafından ihsân edilen yeşil tâcın tabutları üzerine konulmasını, kabirlerinin pederlerinin kabrinden küçük yapılıp süslü olmamasını ve dergâha hizmeti terk etmemesini vasiyet ettiler.

Cumâ günü öğleden sonra yanlarına girmekte olan hanımlarına, kızlarına ve hizmetçilerine hitâben; "Bizim etrafımız artık mukaddes ruhlar ile doldu. Çok dikkatli hareket edin ve çok seyrek olarak girip çıkın." buyurdu. İkindiye yakın abdest alarak ağızlarına bundan böyle dünyâ nîmetlerinden bir şey almayacaklarını ve Rabbi teâlâ ile meşgûl bulunacaklarını beyân buyurdular. O gece beş-altı senedir dergâhın imâmlık vazîfesini gören Hâfız Emin Efendi ile Hâfız Sûzî Efendi iki taraftan nöbetle sabaha kadar Kur´ân-ı kerîm okudular. Ahmed Hicâbî hazretleri seher vakti âhirete irtihâl eyledi. Pederinin türbesine defnolundu.

Seyyid Ahmed Hicâbî hazretlerinin ahlâkı, tavırları halleri ve işleri hep İslâmiyete uygundu. Mübârek huzurlarına ne kadar gam ve keder ile varılmış olsa hikmet-i ilâhî nazarlarında görülen nûr sebebiyle gelenler kederlerini unutur, ferahlar ve rahatlardı. Fakir ve fukarânın yardımcısı idi. Kimsenin bilmediği ve duymadığı felâkete düşen nice kimselere elini uzatırdı. Kastamonu vilâyetinde ve çevresinde onun nîmetini görmemiş kimse yok gibiydi. Kahkaha ile güldükleri görülmemiş, konuşmalarında da ağzından kötü söz çıktığını kimse işitmemişti. Bir fincan kahve hakkını muhâfaza eyler ve nîmetini yedikleri zevâta pek ziyâde hürmet ederlerdi.

Evliyânın meşhûrlarından Seyyid Emîr Burhân (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Silsile-i aliyye büyüklerinden biri olan Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin büyük oğludur.

Emîr Burhân´ın hocası, Behâeddîn Buhârî hazretleridir. Babası Sey- yid Emîr Külâl onun hakkında; "Bu çocuk bizim burhânımız, delîlimizdir." buyurmuştur. Onun yetiştirilmesi için, talebesi Behâeddîn Buhârî hazret- lerini vazifelendirmiştir. Seyyid Emîr Külâl hazretleri, Behâeddîn Buhârî hazretlerine şöyle buyurmuştur: "Bir üstâd, çırağını yetiştirerek kemâl de- recesine ulaştırsa, ister ki, kendi eserini çırağında görsün ve çalışmala- rının neticesinde onun yetişmiş olduğuna şâhid olsun. Şâyet bir yanlışlık görürse, düzeltsin. İşte oğlum Burhân, şimdiye kadar tasavvufda eğitil- medi. Onun yetiştirilmesi işini üzerinize alın da, eserinizi görüp, itminân elde ettiğinize dâir bana güven gelsin."

Behâeddîn Buhârî hocasının bu emri üzerine Emîr Burhân´ın bâtınına teveccüh edip, murâkabeye daldı. Fakat hocasının huzûrunda edebe riâyet ederek, tasarrufunu kesik kesik devâm ettirerek, arada bir durakladı. Seyyid Emîr Külâl hazretleri; "Ara vermeden tasarruf etmeye devâm et" buyurdu. Bunun üzerine aralıksız tasarrufa devâm etti. Emir Burhân, birden bire değişip, tasavvuf hallerine daldı. Bundan sonra yolu açılıp, tasavvufta yükseldi.

Emîr Burhân, şiddetli bir cezbe ve sekr sâhibi idi. Mizacında insanlardan uzak ve yalnız kalma hâli hâkimdi. İç âlemini ve husûsî tavırlarını, kimse görüp bilmezdi. Mânevî kuvveti çok tesirliydi. Şeyh Nikrûz Buhârî şöyle demiştir: "Emîr Burhân´a ne zaman rastlasak, onun hâlinden ve bize tesirinden bâtınımız (iç âlemimiz) altüst olur, bomboş kalıp, perişanlığa düşerdik."

Evliyânın büyüklerinden Seyyid Emîr Hamza (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamberimizin soyundan olup, seyyiddir. Silsile-i aliyye denilen evliyânın meşhûrlarından Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin ikinci oğludur. Babası ona, kendi babasının ismi olan "Hamza" ismini koydu. Ona "Baba" diye hitâb ederdi.

Seyyid Emîr Hamza, küçük yaşta babasının sohbetlerinde bulundu. Sonra babası onu, yetişmesi için, talebelerinin meşhûrlarından olan Mevlânâ Ârif Dikgerânî´ye havâle eyledi. O da onu yıllarca çalıştırarak, ilimde ve tasavvuf hâllerinde zamânın bir tânesi olacak şekilde yetiştirdi. Babasının vefâtından sonra, onun yerine geçip, yıllarca insanlara doğru yolu gösterdi. Ehl-i sünnet îtikâdını anlattı.

Emîr Hamza hazretlerinin iki oğlu ve bir kızı vardı. Hepsi de babalarından feyz alarak, ilimde, ahlâkta yetişmiş, yüksek derecelere kavuşmuşlardı. Kızı Hâtûn-ı Külân için, "Herkes oğlu ile iftihâr eder, biz de kızımızla iftihâr ederiz. Allahü teâlâ bize ne verdiyse, biz de kızımıza verdik." buyurmuştur. Bu kızı, her zaman Kur´ân-ı kerîm okurdu. Odaya girip bir işle meşgûl olunca, odası nûrdan, kandile ihtiyaç göstermeyecek derecede aydınlanırdı. Kilim dokusa, iplikler kendiliğinden düğümlenirdi. Bu işle uğraşırken namaza kalksa, onun çıkrığı kendiliğinden dönerdi. Gündüz olsa, demetleri kendiliğinden iplik olurdu. Bu hâlini, ancak sırdaşları bilirdi.

Emîr Hamza hazretlerinin bu kızının, Şehâbeddîn adında bir oğlu vardı. Emîr Hamza bu torununun yetiştirilmesi vazifesini Mevlânâ Hüsâ- meddîn´e verdi. Üç sene Mevlânâ Hüsâmeddîn´in huzûrunda kaldı. Bu müddet zarfında Hak teâlâ, ona çok ilim ihsân etti. Hocası Mevlânâ Hüsâmeddîn ona dedi ki: "Ey Mevlânâ Şehâbeddîn! Eğer bundan sonra sen bize ders okutacaksan burada kal, yoksa bende sana ders verecek güç kalmadı." Sonra Mevlânâ Hüsâmeddîn´in izni ile Sûhârî´ye döndü. İnsanlara nasîhatle meşgûl oldu. Bütün vakti ilim ve âlimlerle geçerdi.

Irak velîlerinden Seyyid Hüseyin Burhâneddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) dinden kıl ucu kadar ayrılmazdı. Farzlara ve sünnetlere, şeriata uymayı tatlı dil ve güleryüzle teşvik ederdi. Dâimâ Allahü teâlâyı zikrederdi. Allah için kızar, Allah için konuşurdu. Talebelerini, Kur´ân-ı kerîmi çok okumaya, Resûlullah efendimizin sünneti seniyyesine ve Selef-i sâlihînin yoluna yapışmaya ve Peygamber efendimize çok salât okumaya teşvik ederdi.

Anadolu´da yetişen evliyânın en büyüklerinden, kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz ikincisi olan Seyyid Sâlih (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta Kur´ân-ı kerîm okumayı öğrendi. Çok zekîydi. Kısa zamanda Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Medreseye giderek tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimlerle, zamânın fen ve edebiyât bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimle­rinde mârifet sâhibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkârî´nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübârek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icâzet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdersûr´a gönderdi. Seyyid Sâlih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri vefât edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; "Birâderim Sâlih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurarak Seyyid Sâlih´i yerine bıraktı. Hasta kalplere şifâ olan sohbetleri ile, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakk´a yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesîle oldu.

Seyyid Sâlih hazretleri, muhabbet ve edep sâhibiydi. Verâsı ve takvâsı çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübâhların fazlasını terk ederdi. Ekserî günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihyâ eder, uykusunu öğleye yakın kaylûle yaparak alır, hem de sünnet-i şerîfe uyardı. Çok merhâmetli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennem´de yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.

Seyyid Sâlih hazretlerinin mübârek alınlarında nûr parlardı. Onu gören, Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğunu hemen anlar, hürmette ku- sur etmemeye çalışırdı.

Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerinin dünyâya düşkün olmaması, haramlardan çok sakınması, kerem ve cömertliği ile meşhûr hanım velîlerdendir. Seyyidet Nefîse hazretleri, zevci ve evlâdı ile berâber, Mısır´a yerleşmek için Medîne-i münevvereden ayrıldılar. Gelmekte olduğunu haber alan halk yollara dökülüp, kendilerine çok hürmet gösterdi. Herkes onları, kendi evlerinde misâfir etmek istiyordu. Abdullah-ı Cessâs adında velî bir zâtın kullanılmayan boş bir evi vardı. Oraya yerleştiler. Herkes, bereketlenmek ve kıymetli sözlerinden istifâde etmek için Mısır´ın her tarafından ziyâretine gelirlerdi. Ziyâretine gelenlerin sayısı haddi aşınca, onlarla meşgûl olmanın, her an Allahü teâlâya ibâdet etmesine mâni olabileceğini düşündü. Tekrar memleketi olan Hicaz´a dönmeye karar verdi. Herkes çok üzülüp yalvardılar ise de kabûl etmedi. Nihâyet bu durumu, Mısır emîri Sırrı bin Hakem´e arzettiler. Mısır emîri bu haber üzerine, doğruca Seyyidet Nefîse´nin yanına gelip, Mısır´dan ayrılmak istemesinin hikmetini sordu. Seyyidet Nefîse cevâbında "Mısır´da ikâmet etmek istiyorum. Lâkin ziyâretçilerim çok fazladır. Ben zaîf bir kimseyim. Evimiz de dardır. Ayrıca gelen ziyâretçilerle meşgûl olmak mecbûriyetinde kalmam, her an Allahü teâlâya ibâdet yapmama mâni oluyor." diye cevap verdi. Bunları dinleyen Mısır emîri; "Falan yerde, şahsıma âit geniş bir evim vardır. Onu size hediye ettim. Lütfen kabûl ediniz." dedi. Seyyidet Nefîse bunu kabûl edince, Mısır emîri çok sevindi. Seyyidet Nefîse; "Haftada sâdece Çarşamba ve Cumartesi günleri ziyâretime gelsinler. O iki gün onlarla meşgûl olurum. Diğer günlerde hep ibâdet yapmak istiyorum." buyurdu.

Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Osmanlı âlim ve velîlerinden olup, büyük âlim ve evliyâ Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin talebelerindendir. İsmi Sıbgatullah olup "Gavsü´l-Âzam", "Gavsu Hizânî" veya "Gavs" lakablarıyla meşhûr olmuştur. "Arvâsî" nisbesiyle bilinir.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin "Abdurrahmân Nîgûnam= Abdurrahmân iyi isimli, yüce şanlıdır", yâhut "Kutb-ı Arvâsî" buyurarak medhettiği Abdur- rahmân Kutub´un torunu olan Sıbgatullah Arvâsî küçük yaştan îtibâren i- lim tahsîline başladı. Babası Seyyid Lütfullah Efendi onun yetişmesi için husûsî gayret sarf etti. Çok zekî olan Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, kısa zamanda kelâm, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri tahsil etti. Zamânı- nın fen bilgilerinde de mütehassıs oldu. Bid´atten uzak olup, Peygamber efendimizin sünnetine uygun bir hayat yaşamaya çalıştı. Tasavvufa karşı büyük alâka duydu. Birçok âlim ve velî zâtın ilim meclislerinde ve sohbe- tinde bulundu. Van´a giderek Seyyid Muhyiddîn Efendinin hizmetine girdi. Seyyid Sıbgatullah, hocasının verdiği vazîfeleri yapmak için canla başla çalıştı. Ağır riyâzetler ve mücâhedeler çekti. Yâni nefsinin istedik- lerini yapmayıp, istemediklerini yaparak nefsini terbiye etti. Uzun yıllar hocasının hizmet ve sohbetiyle şereflendi. Nihâyet bir gün hocası ona; "Vefât etmiş velîlerden istifâde edecek, faydalanacak makâma geldin." buyurdu. Seyyid Muhyiddîn vefât edince, Şeyh Hâlid-i Cezrî´ye gitti. Bu mübârek zâtın vefâtına kadar sohbetleriyle şereflendi. Sonra Seyyid Tâhâ´nın, Molla Murâd Hurûsî´yle gönderdiği; "Kendi yuvana dön!" habe- riyle, Tâhâ-i Hakkârî´nin şerefli hizmetine koşup, hakîkî ve esas yuvaya kavuştu. Onun paha biçilmez sohbetlerini, çölde susuz kalmış kimseler gibi ruhuna hayât verici buldu. Seyyid Tâhâ hazretleri, Resûlullah efen- dimizden mürşidleri vâsıtası ile gelen feyz ve bereketleri onun kalbine akıttı. Kalb gözü açılıp yüksek makamlara kavuştu. Öyle ki, Hızır aleyhis- selâm ile görüşür, sohbet ederdi. Mürşidi Seyyid Tâhâ hazretleri vefât edince, onun yerine geçen Seyyid Sâlih hazretlerinin sohbetine devâm etti. Seyyid Tâhâ´nın huzûrunda kemâl ve ikmâl mertebelerine ulaşan Seyyid Sıbgatullah, Hizân ve Gayda´da halkı irşad eyledi ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Sohbetinde bulunup bir teveccü- hüne mazhar olanın kalbinde, Allahü teâlânın muhabbeti yerle­şirdi. Dî- nin emirlerine son derece uyar, yasaklarından sakınırdı.

Seyyid Sıbgatullah´ın talebelerine teveccühü, sohbetinden daha ziyâde ve faydalı idi. Onun için sohbet süresi çok az olurdu. Talebeleriyle sessiz otururken talebelerinden pek çoğu cezbeye kapılır, kendinden geçerdi. Bir defâsında oğlu Behâeddîn, babasından izin alarak vâza başladı. İki saat kadar kalpleri aydınlatan güzel sözler söyledi. Fakat hiç kimsede muhabbet ve cezbe eseri yoktu. Sohbet bittikten sonra, Seyyid Sıbgatullah; "Haydi kalkınız, ikâmet getiriniz de namazımızı kılalım." der demez, cemâat cereyâna kapılmış gibi cezbeye tutuldu.

Seyyid Sıbgatullah hazretleri, Allahü teâlânın bütün mahlûkâtı üzerine çok merhâmetliydi. Sıla-i rahm yapardı. Dostları vefât ettiğinde onların çocuklarını arar, gözetir ve tâziyede bulunurdu. Sohbetlerinde kendisine karşı çıkanlara çok şefkatli ve nâzik davranırdı. Kendisine kötülük yapanlara iyilik yapardı. Yemekte kendisinden evvel kimsenin sofradan kalkmamasını emrederdi. Kalkan olursa onu men ederdi. Allahü teâlânın emirlerine ve sevgili Peygamberimizin sünnetine tam olarak uyardı. Hattâ bir gün çoraplarını giyerken unutarak önce sol ayağından başlayan bir talebesini şiddetle azarlamıştı. İslâmiyetin emirlerini okumadın veya duymadın mı da böyle yaparsın. Bir şey giyerken önce sağ taraftan başlanılacağını ve çıkarırken de sol taraftan başlanılacağını bilmez misin? buyurdu. Teheccüd ve Evvâbin namazlarına devâm ederdi.

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ma´rûf-i Kerhî hazretlerinden feyz aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısı ve hocasıdır. Tasavvufta, verâ ve takvâda asrının bir tânesi idi. Hâris-i Muhâsibî ve Bişr-i Hafî´nin akrânıdır.

Zühd ve edepte pek çok harikulâde hâl ve hareketleri, tasavvufa dâir sözleri meşhûrdur. Bir yere gittiğinde, yolda olan şeyler ve havada uçan kuşlar, açık bir lisân ile kendisine selâm verirlerdi. Kırk defa yürüyerek hacca gidip geldi. Üzüntü ve dert deryâsı, hilm ve sebat dağı, mürüvvet ve şefkat hazinesiydi.

Ticâret yapardı. Bağdât´ta bir dükkânı vardı. Ticârette yüzde beşten fazla bir kâr almazdı. Bir defasında altmış altına bâdem aldı. Bâdem birden pahalılaştı. Dellâl, bâdemleri doksan altına satmak istedi. Sırrî-yi Se- katî hazretleri, "Ben âdetimi bozmam, ancak 63 altına satarım" dedi. Del- lâl ise bunu kabûl etmeyip malları satmadı.

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: "Sırrî-yi Sekatî hazretlerinden ziyâde ibâdet ehli kimse görmedim. Dâimâ edepli bir hâlde otururdu. Al- lahü teâlâdan hiçbir zaman gâfil olmadı. Yetmiş yıl, hiç kimse onun ayak- larını uzatıp yattığını, edebe uymayan bir hareketini görmedi. Gece-gün- düz Allahü teâlânın huzûrunda olduğunu düşünür ve her zaman edepli bir şekilde otururdu. Ancak ölüm hastalığında yatağa uzanabildi."

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden Somuncu Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) İlk tahsîlini babasından aldı. Babasının vefâtından sonra Şam´a giderek, Han- kâh-ı Bâyezîdiyye´de ilim öğrendi. Tasavvuf yoluna girdi. Orada pekçok velînin sohbetlerine katıldı. Burada Üveysî olarak, mânevî yol ile Bâye- zîd-i Bistâmî´den feyz aldı. Şam´da bir müddet ilim tahsîlinde bulunduk- tan sonra, Tebrîz yakınlarında Hoy kasabasında bulunan Hâce Alâed- dîn-i Erdebîlî hazretlerinin huzûruna gitti. Var gücüyle hocasına hizmet ederek, ilim öğrendi. Tasavvuf yolunda üstün derecelere kavuştu. Alâed- dîn-i Erdebîlî, bir gün Hâmid-i Velî´ye; "Artık bizden öğrendiğin ilmi, Alla- hü teâlânın dînini, insanlara öğretmek üzere Anadolu´ya git!" buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icâzet verdi. Hocasının bu sözleri, bâzı anlayışı kıt, hasetçi kimselerin, içlerinden Hâmid-i Velîye buğz etmelerine sebeb oldu. Hâce Alâeddîn, Hâmid-i Velî´yi bütün talebeleriyle birlikte, "Şemseddîn-i Tebrîzî Makâmı." denilen yere kadar uğurladı. Vedâ edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek; "Hamîdüddîn´in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu´da onun ilminden istifâde ederler. Şâyet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifâde edemez." buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hamîdüddîn´in arkasından bakmaya başladılar. Bu hâli cenâb-ı Hakkın izniyle anlayan Hâmid-i Velî, gözden kaybolmadan önce iki defâ arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Büyük bir âlim ve veliyy-i kâmil olarak Kayseri´ye döndü.

Hamîdüddîn hazretleri, Kayseri´de insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmeye başladı. Talebeleri, ondan feyz almağa, hasta kalblerine şifâ olan nasîhatleriyle, sohbetleriyle şereflenmeğe başladılar. Hamîdüddîn, bir gün çok sevdiği talebelerinden Şücâ-i Karamânî´yi huzûruna çağırarak; "Ankara´da Nûmân isminde bir müderris vardır. Onu bulup buraya dâvet ediniz!" buyurdu. Şücâ-i Karamânî de hocasının emrini yerine getirmek için Ankara´ya gidip, durumu bildirdi. Müderris Nû- mân; "Bu dâvete icâbet lâzımdır." diyerek, berâberce Kayseri´ye geldiler. Kurban bayramı günü buluştukları için, hocası ona "Bayram" lakabını verdi. Müderris Nûmân, Hamîdüddîn hazretlerini görüp sohbetlerini din- leyince, onun büyük bir âlim ve velî olduğunu anladı. Kısa zamanda pek- çok kerâmetlerini de görünce, daha çok bağlandı. Onun teveccühleri al- tında yetişmeye başladı. Hocasından zâhirî ve bâtınî ilimleri öğrenerek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Bir gün hocası; "Hâcı Bayram! Zâhirî ilimleri ve bu ilimlerde yetişmiş âlimleri ve derecelerini gördün. Bâtınî ilimleri ve bu ilimlerde yükselmiş velîleri ve derecelerini de gördün. Hangisini murâd edersen onu seç!" buyurdu. Hâcı Bayram da, velîlerin yüksek hâllerini görerek, kendisini tasavvufa verdi ve bu yolda daha yüksek derecelere kavuşmak için çalıştı. Zamânının büyük velîlerinden oldu.

Hamîdüddîn hazretleri, mânevî bir emir üzerine Tebrîz´e gitti. Tebrîz´den de Anadolu´ya gelip, Bursa´ya yerleşti. Hâcı Bayram-ı Velî, sık sık Bursa´ya gelip hocasını ziyâret ederdi. Hamîdüddîn hazretleri, Bursa´da bir ümmî gibi hareket edip, ilminin varlığını kimseye söylemedi.

Hamîdüddîn, Bursa´da bir fırın yaptırdı. Fırınına merkebiyle dağdan odun getirir, onunla ekmekleri pişirirdi. Ekmek küfesini sırtına alarak; "Somun! Müminler somun!" diye söyler, geçimini bu yolla sağlardı. Halk, bu fırıncıya "Somuncu Baba" der ve pişirdiği ekmeğin lezzetine doyamazlardı. Somuncu Baba ekmek satmaya başlayınca, herkes peşinden koşar, ekmeğini kapışırlardı. Somuncu Baba´nın fırını, Molla Fenârî Mahallesinde, Ali Paşa Çınarı civârında olup, iki gözlü idi. Fırının bitişiğinde de, ibâdet ettiği bir odası vardı. Odanın kıble cihetinde de, nefsini terbiye etmek için kullandığı bir Çilehânesi mevcûd idi. Hamîdüddîn hazretleri durumunu Bursa´da kimseye bildirmedi. Hep, halk içinde Hak ile olmağa gayret etti.

Yıldırım Bâyezîd Hân, Niğbolu zaferinden sonra Bursa´da Ulu Câmiyi yaptırmaya başladı. Câminin inşâsı sırasında, çalışan işçilerin ekmek ihtiyâcını Somuncu Baba temin etti. Câminin yapılması bittikten sonra, bir Cumâ günü açılış merâsimi yapılacağı ilân edildi. O gün başta Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân, dâmâdı büyük âlim ve velî Seyyid Emîr Sultan, Molla Fenârî hazretleri, ulemâdan pekçok kimse ve Bursalılar Ulu Câmiyi doldurdular. Yıldırım Bâyezîd Hân, câminin açılış hutbesini okumak üzere Emîr Sultan´a vazîfe verdiğinde, Emîr Sultan; "Sultânım! Zamânın büyük âlimi burada iken, bizim hutbe okumamız uygun değildir. Bu câmi-i şerîfin açılış hutbesini okumaya lâyık zât şu kimsedir." diyerek, Somuncu Baba´yı gösterdi. "Şöhret âfettir." hadîs-i şerîfini bildiği için, bundan titizlikle kaçınan Somuncu Baba, Pâdişâhın emri üzerine minbere doğru yürüdü. Emîr Sultan´ın yanına gelince; "Ey Emîr´im, niçin böyle yapıp beni ele verdiniz?" dedi. O da; "Senden ileride bir kimse göremediğim için öyle yaptım." cevâbını verdi. Cemâat hayret ederek bu konuşmaları dinliyor, Somuncu Baba´nın hutbesini merakla bekliyordu. Minbere çıkan Somuncu Baba, öyle bir hutbe irâd etti ki, o zamâna kadar Bursalılar öyle bir hutbeyi hiç işitmemişlerdi. Bursalılar, bundan sonra Somuncu Baba´nın büyüklüğünü anladılar. Somuncu Baba, hutbede; "Bâzı âlimlerin, Fâtiha-i şerîfenin tefsîrinde müşkilâtı, anlayamadığı kısımlar vardır. Onun için bu sûrenin tefsîrini yapalım." buyurarak, Fâtiha sûresinin, yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsîrini yaptı. Nice hikmetli sözler beyân eyledi. Herkes hayretinden şaşırıp kaldı. Başta Molla Fenârî hazretleri; "Somuncu Baba, önce bizim Fâtiha sûresinin tefsîrindeki müşkilimizi kerâmet göstererek halletti. Onun büyüklüğüne, bu yedi çeşit tefsîr, âdil bir şâhiddir. Fâtiha´nın ilk tefsîrini cemâatin hepsi anladı. İkinci tefsîrini bir kısmı anladı, üçüncü tefsîri anlayanlar çok az idi. Dördüncü ve sonrakileri anlayanlar içimizde yok idi." demekten kendini alamadı. Cumâ namazından sonra bütün cemâat, Somuncu Baba´nın elini öpmek, duâsını almak istedi. Cemâatin bu arzusunu kıramayan Somuncu Baba hazretleri, kapıda durdu. Ulu Câminin üç kapısından çıkan herkes; "Ben Somuncu Baba´nın elini öpmekle şereflendim." diyordu. Somuncu Baba, yine kerâmet göstererek, Allahü teâlânın izniyle her üç kapıda da aynı ânda bulunarak cemâate elini öptürmüştü.

Namazdan sonra evine giden Hâmid-i Velî´ye, Molla Fenârî; "Efendim! Bu günlerde Fâtiha sûresinin tefsîrini yapmak istiyordum. Fakat bâzı anlıyamadığım yerler vardı. Bu hutbenizle, bilemediğimiz yerleri îzâh etmiş oldunuz. Medresede hizmetimiz karşılığında kazandığımız beş bin akçe paramız vardır. Şüphesiz helâldir. Kabûl buyurursanız bunları size hediye etmek istiyorum." dedi. O, kabûl etmedi. Bunun üze­rine Molla Fenârî, Somuncu Baba´ya; "Talebeniz olmakla şereflenmek istiyorum." deyince, Somuncu Baba ona teveccüh ederek duâlarda bulundu. Molla Fenârî´nin, Somuncu Baba´dan aldığı feyz ile yazdığı tefsîrini bütün âlimler çok beğenmiş, asırlarca mûteber bir tefsîr olduğunu söylemişlerdir.

Somuncu Baba, durumunun anlaşılması üzerine; "Sırrımız fâş olup, herkes tarafından anlaşıldı." diyerek, Bursa´dan gitmek istedi. Bir sabah erkenden, Gavas Paşa Medresesinden birkaç talebeyi yanına alarak yola çıktı. Somuncu Baba´nın Bursa´yı terketmekte olduğunu işiten Molla Fenârî, koşarak bir çınarın yanında arkasından yetişti. Gitmeyip Bursa´da kalması için çok yalvardı, ricâlarda bulundu. Fakat kabûl ettiremedi. Sonunda, Bursalılara duâ etmesini istedi. Somuncu Baba, bu çınarın yanında Bursa´ya yönünü dönerek, feyizli, bereketli bir şehir olması ve yeşil olarak kalması için duâ etti ve vedâlaşarak ayrıldılar. Bursa´da bu çınarın bulunduğu bölgeye "Duâ çınarı" denildi.

Bursa´dan ayrılan Somuncu Baba, Aksaray´a geldi. Burada ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için uğraştı. Hem zâhirî, hem de bâtınî ilmi ile Aksaraylıların gönüllerinde erişilmesi güç olan mümtâz bir mevkiye erişti. Artık ona Hâmid-i Aksarâyî denilmeye başlandı. Hâcı Bayram´ı Velî ile hacca gittiler. Dönüşlerinde, Hâcı Bayram´ı kendisine halîfe, vekîl tâyin etti. İnsanları irşâd etmekle vazifelendirdi.

Büyük velîlerden Sultan Dîvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Abapûş-i Velî de büyük velîlerdendidr... Abapûş-i Velî´ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu Mehmed Çelebi´nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk´ın rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed´im? Bu ne uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed´im uyan!" dedi. Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini açtı ve babasına uzun uzun baktı.

Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde Sultan Dîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.

Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten sonra, Konya´ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin kabrini ziyâret için yola çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında Beşâre denilen yere geldiğinde Konya´dan karşılamaya gelenler oldu. Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna devâm etti. Konya´da Celâleddîn-i Rûmî´nin kabr-i şerîflerini ziyâreti esnâsında, Sultan Dîvânî´yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin halleri Sultan Dîvânî´ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan ocağına girdi. Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.

Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî´nin Dîvân-ı Kebîr´i türbeden alınarak Mâverâ- ünnehr´e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil´in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Dîvânî´ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr´i o bid´at ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple Afyon´dan yola çıkan Sultan Dîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî´nin kabrini ziyâret etti. Sonra İran´a doğru yola çıkan Dîvânî, her uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İran sınırında Şah İsmâil´in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada muhâfızların başındaki çavuş, Sultan Dîvânî´ye edepsizlik etti. Bu yüz- den dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde, oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî´nin üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî´ye zarar vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.

Böylece Sultan Dîvânî´ye zarar veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar. Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil´in başkentine vardı. Şah İsmâil, Sultan Dîvânî´nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil´e rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi. Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr´in teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî´nin zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan Dîvânî´ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini alıp, Şah İsmâil´e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti. Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr´in kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî´nin bu kerâmetini gören devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.

Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr´i teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek, Sultan Dîvânî´nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasında Şah İsmâil´in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan Dîvânî´nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî´nin bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.

Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep üzerinden Konya´ya geldi. Dîvân-ı Kebîr´i yerine koydu. Bu sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.

Sultan Veled hazretleri, Konya´da yetişen velîlerin büyüklerinden olup, Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin ortanca oğludur. H.623 de Karaman´da dünyâya geldi.

Mevlânâ Celâleddîn Muhammed Rûmî hazretlerinin, bu oğluna şefkati ve merhameti çok fazla idi. Geceleri teheccüd namazına kalktıklarında, çocuk olan Sultan Veled ağladığı zaman, annesini uyandırmaz, oğlunu kucağına alırdı. Çocuk, hikmet-i ilâhî kucağa alınır alınmaz ağlamayı keser, teskin olurdu. Sultan Veled, çocukluk yıllarında bile babasını çok sever, onun yanında kalmayı annesine tercih ederdi. Mevlânâ da onu çok sever ve dîn-i İslâma hizmet eden büyük âlimlerden olması için çok duâ ederdi.

Mevlânâ, bir gün oğullarından Sultan Veled´i sağ tarafına, Alâeddîn Muhammed´i sol tarafına almış oturuyordu. Bu sırada yeşil elbiseli nûr yüzlü iki kişi gelip, selâm verdiler. Mevlânâ´dan izin alarak, Sultan Veled´i alıp götürdüler. Bir saatten sonra, tekrar gelip Sultan Veled´i teslim ettiler ve; "Yâ hazreti Mevlânâ! Bu güzel yavrunuz, neslinizi devâm ettirecektir. Dünyâda pekçok kimselerin hidâyete gelmesine, doğru yola kavuşmasına sebeb olacak, dîn-i İslâma uzun yıllar hizmet edecektir." deyip, ay­rıldılar.

Mevlânâ, Sultan Veled´e küçük yaşından îtibâren ilim öğretmeye başladı. Onu zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Tasavvuf yolunda mârifet, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit bilgiler sâhibi eyledi. Sultan Veled gençliğinde, her ilimde pek yüksek derecelere kavuştu. Bununla ilgili olarak Mevlânâ, oğluna buyurdu ki: "Ey oğlum Sultan Veled! Benim dünyâya gelmemin sebebi, senin dünyâya gelmen içindir. Kalbim mârifetler, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili bilgilerle doludur. Bu bilgilerin cümlesini sana öğretmekle vazifeliyim." Bir defâ da; "Oğlum Sultan Veled, çok tâlihli ve bahtiyâr biridir. Ömrünün, hep rahat ve huzûr içinde geçeceğini ümîd ediyorum." buyurdu.

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânındaki büyük âlimlerden ilim ve edeb öğrendi. Hadîs ve fıkıh ilminde müc- tehîd oldu. Meşhûr âlim ve velîlerden Cüneyd-i Bağdâdî, Hamdun Kas- sâr bunun mezhebinde idiler. Mezhebi zamanla unutuldu.

Süfyân-ı Sevrî hazretleri Mekke-i mükerremeye gittiği zaman halk başına toplanır, bilmedikleri ve anlayamadıkları hususları sorarlardı. Hepsine teker teker cevap verir, müşkillerini hallederdi. Hâfızası çok kuv- vetli ve fevkalâde idi. "Hâfızam, kendisine tevdi ettiğim hiçbir şeyde bana ihânet etmedi." buyurdu. Yâni öğrendiğim hiçbir şeyi unutmadım demek istedi. Yirmi yıl geceleri uyumadı ve hiç abdestsiz gezmedi. Ölümü hatır- ladığında kendinden geçerdi. Kime rastlasa; "Ölüm gelmeden önce ona hazırlan!" derdi.

Güzel halleri ve kerâmetleri pek çoktur. Süfyân-ı Sevrî´nin annesi ona hâmile iken bir gün dama çıkıp komşudan habersiz bir turşu ağzına koydu. Bunun üzerine henüz ana rahminde bulunan Süfyân, kafasını şiddetle annesinin karnına vurdu. O anda annesi, yediği turşuyu izinsiz aldığını hatırlayıp, komşuya koştu. Onunla helallaştı. Süfyân-ı Sevrî ana karnında bile haram lokmayı kabûl etmeyip, hep helâl lokma ile büyüdü.

Süleymân Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) İyi bir tahsîl gördükten sonra Bursa´daki Ulu Câminin baş imâmlığına getirildi. Bu câmideki i- mâmlığı sırasında, birgün İranlı bir vâiz, vâz ve nasîhat ederken, Bekara sûresinin iki yüz seksen beşinci âyet-i kerîmesinin; "Biz Allahü teâlânın peygamberlerinden hiç birinin arasını ayırd etmeyiz (hepsine inanırız). Duyduk ve itâat ettik." meâl-i şerîfini tefsîr ederken de; "Hazret-i Muham- med ile hazret-i Îsâ arasında hiçbir farklılık, üstünlük yoktur." diye, kendi kafasına, bozuk inanışına göre tefsîr etti. Cemâat arasında bulunan bir kimse dayanamayıp, ayağa kalktı ve; "Ey câhil! Kendi kafana göre nasıl tefsîr edebilirsin? Sen bu ilimde çok gerilerdesin. Hiç peygamberler (aleyhimüsselâm) arasında üstünlük farkı olmaz olur mu? Elbette pey- gamberimiz Muhammed (aleyhisselâm), bütün peygamberlerden daha üstündür. Burada fark yoktur demek, nübüvvet ve risâlet yö­nünden fark yoktur demektir. Üstünlükler, mertebeler yönünden değildir. Burada; "Bi- rinin peygamberliğini kabûl edip, diğerini kabûl etmiyerek aralarında bir ayrılık gütmeyiz. Herbirini kendi derecelerine göre peygamber olarak ka- bûl ederiz" buyurulmaktadır. Bundan, derece ve fazîletleri aynıdır anlamı çıkmaz. Bunun isbâtı ise, yine Bekara sûresinin iki yüz elli üçüncü âyet-i kerîmesidir. Burada meâlen; "Bu (sûrede sözü geçen) peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özelliklerle diğerle­rinden üstün kıldık." buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi, bu iki âyet-i kerîme, bizim âlimlerimizin tefsîr ettiği gibi birbirlerini doğrulamaktadır. Hâlbuki, senin bozuk düşün- cene göre birbirlerini tekzib etmektedir ki, hâşâ bu olamaz!" gibi pekçok sözler söyledi, pekçok delîller getirdi. Neticede İranlı vâiz, yanlış düşün- düğünü kabûl etti. Bütün bunlara şâhid olan Ulu Câmi baş imâmı Süley- mân Çelebi, bu hâdiseden dolayı çok duygulanmış ve meşhûr Mevlid-i Şerîfini yazmıştır. Mevlid-i Şerîf´inde, hep Ehl-i sünnet îtikâdını anlatmış- tır. Bu bozuk îtikâdlı vâizin sözüne cevap olarak:



"Ölmeyüb Îsâ göğe bulduğu yol,

Ümmetinden olmak için idi ol."



beytini söyledikten sonra, Resûlullah efendimizin fazîletlerini şöyle îzâh etmiştir:

"Dahî hem Mûsâ elindeki asâ,

Oldu O´nun izzetine ejderhâ.



Çok temennî kıldılar Hak´dan bunlar,

Kim Muhammed ümmetinden olalar.



Gerçi kim bunlar dahî mürsel durur.

Lâkin Ahmed efdâl-ü-ekmel durur.



Zîrâ efdalliğe ol elyak durur,

Ânı öyle bilmeyen ahmak durur."



Süleymân Çelebi, Mevlid´inde; Allahü teâlânın mutlak irâdesini, yoktan var ettiğini ve Muhammed aleyhisselâmın hiçbir mahlûkda bulunmayan üstün, yüksek ve emsâlsiz vasıflarını anlatır. Her kelimesinde, gönlü Resûlullah aşkı ile yanan bir müminin engin aşk ve muhabbet kokuları vardır. Hazret-i Muhammed´in diğer peygamberlere olan bütün üstünlükleri, en güzel kelimeler ve en vecîz ifâdelerle anlatılmıştır.

Mevlid; münâcaat (Allahü teâlâya yalvarma), velâdet (Peygamberimizin doğumu), risâlet (Peygamberliğin bildirilişi), mîrâc (Göklere çıkışı, Cennet´i ve Cehennem´i görmesi), rıhlet (Peygamberimizin vefâtı) ve duâ bölümlerinden ibârettir.

Söze Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile başlayan Süleymân Çelebi, Âdem aleyhisselâmdan Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar bütün dedeleri olan Peygamberlerin alınlarında nûr parladığını ve bu nûrun Muhammed aleyhisselâma intikâl ettiğini anlatır. Peygamber efendimizin doğuşuna geniş bir yer ayırarak, O doğarken annesinin neler duyup, neler gördüğünü, bu ânda bütün varlıkların engin bir neşe içinde kaldıklarını, bütün zerrelerin O´nu büyük neşe içinde karşıladığını söyler. Mevlid´de bundan sonra, Muhammed aleyhisselâma peygamberliğinin nasıl bildirildiğini ve mi´râc hâdisesinin nasıl olduğunu anlatır. Derin üzüntü içinde yazdığı rıhlet ve daha sonra duâ ile Mevlid´ini bitirir. Peygamber efendimizin her varlığın yaratılışı sebebi, bütün yaratılmışların en şereflisi ve O´nu bütün peygamberlere üstün kılan Allahü teâlâya şükürler etmektedir.

Eserde çok olgun fikirler ve kompozisyon bütünlüğü vardır. Mevlid, mesnevî şeklinden ziyâde, kasîde şeklinde tertiblenmiştir. Bâzı yerlere gazel parçaları da ilâve edilmiştir. Arûz vezni ile yazılmış, (fâilâtün, fâilâ- tün, fâilün) kalıbı kullanılmıştır. Yalnız bir yerde (Mef´ûlü, fâilâtü, mefâîlü, fâilün) kalıbına yer verilmiştir.

Kâfiyeler güzel ve sağlamdır. Süleymân Çelebi, Mevlid´in mısralarının mükemmel olması için çok titizlik göstermiş, bu sebeple Mevlid, üstün sanat sâhibi dîvan şâirlerince dahî sevilip beğenilmiştir.

Mevlid´de hem olayların, hem de düşüncelerin anlatıldığı yerlerde, en kısa, en uygun ve mümkün olan en sâde anlatım şekli kullanılmıştır. Mevlid´de, hemen her türlü söz ve ifâde sanatına rastlanır. En çok cinâs, teşbîh ve tekrîr gibi sanatlara önem verilmiştir. Bölümlerin ve kitabın bütünlüğüne titizlik gösterildiği kadar, her mısra´ın ayrı ayrı güzelliği de gözden kaçmamaktadır. Mevlid, lirizm (içlilik) ve öğreticiliği (didaktizmi) iyice kaynaştırmış bir şiir kitabıdır. Kuruluktan uzak olduğu gibi, sırf coş­kunluktan da ibâret değildir. Görünüşte kolay, fakat denendiğinde benzerinin yazılmasının çok zor olduğu görülür.

Son devir din âlim ve velîlerinden Süleymân Hilmi Tunahan (rah- metullahi teâlâ aleyh) ilim ehli ve fazîlet sâhibi bir âileden dünyâya gelen Süleymân Hilmi Tunahan, ilk tahsîlini Silistre Rüşdiyesinde ve Silistre Satırlı Medresesinde yaptı. Bilâhare tahsîlini tamamlamak için İstanbul´a gelerek Sahn-ı Semân (Fâtih) Medresesine kaydoldu. Fâtih dersiâm- larından ve o devrin meşhûr âlimlerinden Bafralı Ahmed Hamdi Efendi (Büyük Hamdi Efendi)nin ders halkasına devâm etti. Zamânın usûlüne göre aklî ve naklî ilimleri tahsîl ettikten sonra 1916 senesinde Ahmed Hamdi Efendiden birincilikle icâzet, diploma aldı. Daha sonra o zamanki tâbiri ile dersiâm (profesör) olarak yetişmek üzere Süleymâniye Câmii medreselerinden Medresetü´l-Mütehassısînin tefsîr ve hadîs kısmına de- vâm etti. Son derece parlak bir zekâya sâhib olan Süleymân Hilmi Tuna- han, 1919 senesinde Medresetü´l-Mütehassısîn´den birincilikle mezûn oldu. Aynı yıllarda Medresetü´l-Kuzâtı (Hukuk Fakültesini) da üstün bir derece ile bitirdi. Böylece bir taraftan dersiâm diğer taraftan da kâdılık rütbelerine ulaşarak devrinin zâhirî ilimlerini tamamladı. Mezûniyetini müteâkip İstanbul´da dersiâm olarak vazîfeye başlayan Süleymân Hilmi Tunahan bir müddet sonra medreselerin kapatılması üzerine vâizliğe tâyin edildi. Uzun müddet İstanbul´un Sultanahmet, Süleymâniye, Yeni Câmi, Şehzâdebaşı ve Piyâle Paşa gibi büyük câmilerinde halka vâz ederek insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı.

Büyük velîlerden Süveyd Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın, kulları arasından seçtiği ve dilinde hikmetli sözler söylettiği ve hârikulâde hallere kavuşturduğu velî bir kuluydu. Herkes tarafından sevilip saygı ve hürmet gördü. İlim, amel, ihlâs, zühd sâhibi olup, dünyâ ve dünyâlık olan şeylerden uzak durmakta emsalsizdi. Ömrünün çoğunu Sincar ve civârında geçirdi. Çok talebe yetiştirdi. Şeyh Hasan Telaiferî, Osman bin Âşûr Sincârî ve başka âlimler ona severek talebe olmuşlar ve sohbeti ile şereflenmişlerdir.

Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretleri de sık sık Süveyd Sincârî?yi anıp, medhederdi.

Süveyd Sincârî hazretleri hikmetli sözleriyle güzel hal ve kerâmetleriyle tanınıp meşhur oldu.

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa´bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük bir fakih (fıkıh âlimi, İslâm Hukuku âlimi) ve muhaddis (hadîs âlimi)dir. Hattâ İmâm-ı A´zam Ebû Hanîfe gibi, Ehl-i sünnet vel-cemâatın reîsi olan büyük bir müctehidin en büyük hocalarındandı. Saîd bin Müseyyib Medîne´de, Mekhûl Şam´da, Hasan-ı Basrî Basra´da, Şa´bî Kûfe´de o asırda dînin dört direği gibi idiler.

Şa´bî hazretleri tefsîr hususunda, çok ihtiyatlı ve tedbirli davranırdı. Tefsîr ile ilgili açıklamaları, Resûlullah´tan ve Eshâb-ı kirâmdan gelen rivâyetlere dayanırdı.

O kırâat ilmini Abdurrahmân es-Selemî ve Alkame´den, Muhammed bin Ebî Leylâ da ondan rivâyet etmiştir. Şa´bî hazretleri, Hâris el-A´ver´- den de hesap öğrenmiştir. Hârikulâde (çok üstün) bir zekâsı vardı. Onun kuvvetli ezber kâbiliyeti, darb-ı mesel hâline gelmiştir. Eline kalem alıp, hiçbir şey yazmamıştı. Bununla berâber, kendisine rivâyet edilen hadîs-i şerîfi hemen ezberler, hiçbirinin tekrâr edilmesine lüzum hisset­mezdi. Derdi ki: "En az rivâyet ettiğim şey şiirdir. Bununla birlikte, istersem size tekrâr etmeksizin, bir ay devamlı şiir söyliyebilirim."

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) henüz beşikte iken babası vefât etti. Annesi onu iki yaşındayken asıl memleketleri olan Mekke´ye getirdi. Çocukluğu orada geçen Şâfiî, zekâ ve olgunluğuyla kendini gösterdi. Altı yaşında iken mektebe gitmeye başladı. Zâhide bir annesi vardı. İnsanlar emânetlerini ona bırakırlardı.

Yedi yaşına gelince Kur´ân-ı kerîmi ezberledi. Bundan sonra ilim öğrenmeye başladı. Mekke´de bulunan zamanın meşhûr âlimlerinin derslerine ve sohbetlerine devâm etti. Kendisi, ilim öğrenmeye başladığı bu ilk günleri için şöyle demiştir: "Kur´ân-ı kerîmi ezberledikten sonra devamlı Mescid-i harâma gidip, fıkıh ve hadîs âlimlerinden pekçok istifâde ettim. Fakat çok fakir idik, bir yaprak kâğıt almaya bile gücümüz yoktu. Derslerimi ve öğrendiğim meseleleri, kemik parçaları üzerine yazardım."

İmâm-ı Şâfiî, Mekke´deki bu ilk tahsilinden sonra Arapçanın inceliklerini ve edebiyatını öğrenmek için, çölde yaşayan Huzeyl kabîlesinin arasına gitti. Orada da bilgisini ilerletip, ok atmayı öğrendi. Bu hususta da şöyle demiştir: "Ben Mekke´den çıktım. Çölde Huzeyl kabîlesinin yaşayışını ve dilini öğrendim. Bu kabîle, Arapların dil bakımından en fasîhi idi. Onlarla birlikte gezdim, dolaştım, ok atmayı öğrendim. Mekke´ye döndüğüm zaman, bir çok rivâyet ve edebiyat bilgilerine sâhip olmuştum."

Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler By: neslinur Date: 29 Mart 2010, 03:04:31
İmâm-ı Şafiî daha on yaşında iken, o zamanın en meşhûr âlimi İmâm-ı Mâlik´in Muvattâ adlı hadîs kitabını, dokuz gecede ezberlemiştir. Gençliğinin ilk yıllarında kendini tamamen ilme verip, Mekke´deki Süfyân bin Uyeyne, Müslim bin Hâlid ez-Zencî gibi fakîh ve muhaddislerden ilim tahsil etti. Hadîs, fıkıh, lügat ve edebiyatta çok yükseldi. Mekkeli gençler arasında, ilimde parmakla gösterilen bir dereceye ulaştı.

Şâfiî´nin tahsil hayâtındaki en önemli safha İmâm-ı Mâlik´e talebe olmasıyla başlamıştır. Mekke´den Medîne´ye gidip, İmâm-ı Malik´den ders almasını şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlar Mekke´de, Müslim bin Hâlid´den fıkıh öğrendim. O sırada Medîne´de bulunan Mâlik bin Enes´in büyüklüğünü ve müslümanların imâmı olduğunu işittim. Kalbime geldi ki onun yanına gideyim, talebesi olayım. Sonra onun meşhûr eseri olan Muvat- tâ´nın bir nüshasını, Mekke´de birinden tekrar geri vermek üzere alıp ezberledim. Mekke vâlisine gidip, birini Medîne vâlisine birisini de Mâlik bin Enes´e vermek üzere iki mektup alıp Medîne´ye gittim. Medîne´ye varınca, Medîne vâlisine gidip ona âit olan mektubu verdim ve Medîne vâlisi ile birlikte İmâm-ı Mâlik´in yanına gittik. İmâm-ı Mâlik dışarı çıktı. Uzun boylu ve gâyet heybetli bir görünüşü vardı. Medîne vâlisi, Mekke vâlisinin gönderdiği mektubu İmâm´a takdim etti. Mektupta; "Muhammed bin İdrîs, annesi tarafından şerefli bir kimsedir. Ve hali şöyle şöyledir..." diye yazılı olan kısmı okuyunca; "Sübhânallah! Resûlullah´ın sallallahü aleyhi ve sellem ilmi şöyle mi oldu ki, mektup ile yazılıp, sorulup, talep olunur." dedi. Ben de durumumu ve ilim öğrenmek istediğimi anlattım. Sözlerimi dinledikten sonra bana baktı. Adın nedir, dedi. Muhammed´dir dedim. Ey Muhammed! İleride büyük bir şânın olacak, Allahü teâlâ senin kalbine bir nur vermiştir. Onu mâsiyyetle söndürme! Yarın birisi ile gel, sana Muvattâ´yı okusun buyurdu. Ben de; "Onu ezberledim, ezberden okurum" dedim. Ertesi gün İmâm-ı Mâlik´e gelip okumağa başladım. Her ne zaman, İmâmı üzme korkusundan okumağı bırakmak istesem, benim güzel okumam onu hayretler içerisinde bırakır, ey genç daha oku derdi. Kısa zamanda Muvattâ´yı bitir­dim."

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik´in yanına geldiği zaman, yirmi yaşlarında bulunuyordu. İmâm-ı Mâlik onu himâyesine alıp, dokuz yıl müddetle ilim öğretti. İlimde yüksek bir dereceye ulaşan Şâfiî hazretleri, Mekke´ye dönünce, oraya gelen Yemen vâlisi, onu Yemen´e götürüp kâdılık vazifesi verdi. Beş yıl kadar bu görevi yaptıktan sonra, Bağdat´a giderek, ilmini ilerletmek için, İmâm-ı A´zamın talebesi İmâm-ı Muhammed´den ders almaya başladı. İmâm-ı Muhammed onu kendi himâyesine alıp, yazmış olduğu kitaplarını okutmak sûretiyle, Irak´ta tedvîn edilen fıkıh ilmini ve Irak´ta meşhûr olan rivâyetleri öğretti. İmâm-ı Muhammed ayrıca İmâm-ı Şâfiî´nin annesi ile evlenerek onun üvey babası oldu. İmâm-ı Şâfiî onun ilminden ve kitablarından çok istifâde etmiştir. Şafiî hazretleri bu hususta şöyle demiştir: "İlimde ve diğer dünyâ işlerinde, İmâm-ı Muhammed kadar bana kimse faydalı olmamıştır." Ebû Ubeyd şöyle demiştir: Şâfiî´den duydum, buyurdu ki: "İmâm-ı Muhammed´den öğrendiğim meselelerle ve ilimle, bir deve yükü kitap yazdım. Eğer o olmasaydı ilim kapısının eşi­ğinde kalmıştım. Bütün insanlar ilimde, Irak âlimlerinin, Irak âlimleri de Kûfe âlimlerinin çocuklarıdır. Onlar da Ebû Hanîfe´nin çocuklarıdır." Yâni bir babanın çocukları için lâzım olan nafakayı kazanıp, çocuklarını beslemesi gibi, Ebû Hanîfe de kendinden sonrakileri böylece ilimle beslemiş ve doyurmuştur. Şâfiî ayrıca Selim-i Râî´nin sohbetine kavuşup, vilâyet (evliyâlık) makamlarına da kavuştu.

Şâfiî hazretleri ilim, zühd, mârifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zamânındaki âlimlerin en üstünü idi. On üç yaşında iken, Harem-i şerîfde; "Bana istediğinizi sorunuz?" derdi. On beş yaşında iken fetvâ verirdi. Zamânının en büyük âlimi olan ve üç yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, İmâm-ı Ahmed´e; "Böyle büyük bir âlim iken, kendi çocuğun gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?" dediklerinde; "Bizim ezberlediklerimizin mânâlarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacaktım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneştir, ruhlara gıdâdır." derdi. Bir kere de; "Fıkıh kapısı kapanmıştı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına İmâm-ı Şafiî ile tekrar açtı." dedi. Bir kerre de; "İslâmiyete, şimdi Şâfiî´den daha çok hizmet eden birini bilmiyorum." dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki: "Allahü teâlâ her yüzyılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir." hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, İmâm-ı Şâfiî´dir. Hadîs-i şerîfte; "Kureyş´e sövmeyiniz. Zîrâ Kureyşli bir âlim, yeryüzünü ilimle doldurur." buyuruldu. İslâm âlimleri bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Şâfiî´nin geleceğini bildirmiştir, demişlerdir.

İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik´in ve İmâm-ı A´zamın talebesi İmâm-ı Muhammed´in derslerine devam ederek, İmâm-ı A´zamın ve İmâm-ı Mâlik´in ictihad yollarını öğrenip, bu iki yolu birleştirdi ve ayrı bir ictihad yolu kurdu. Kendisi çok beliğ, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre hüküm verirdi. İki tarafta da kendi usûlüne göre kuvvet bulamazsa, o zaman kıyas yolu ile ictihad ederdi. Böylece müslümanların ibâdetlerinde ve işlerinde uyacakları bir yol göstermiştir. Onun kendi usûlüne göre şer´î delillerden çıkardığı hükümlere, yâni gösterdiği bu yola "Şâfiî Mezhebi" denildi. Ehl-i sünnet îtikâdında olan müslümanlardan, amellerini yâni ibâdet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara "Şâfiî" denir.

Şâfiî mezhebinin reisi olan İmâm-ı Şâfiî, usûl-i fıkıh ilmindeki meseleleri ilk defâ tasnif edip, kitaba yazan kimsedir. Bu ilimdeki eserinin adı Er-Risâle fil- Usûl´dür.

Şâfiî mezhebi, Hanefî mezhebinden sonra en çok yayılan bir mezhebdir. Mısır, Mekke, Medîne´de, Endonezya´da, Aden´de, Filistin´de, Âzerbaycan´da ve Semerkant´ta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu´da ve diğer yerlerde yayılmıştır.

Hindistan?ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çocukluğu bile diğer çocuklardan farklıydı. Oynamasında, gülmesinde, yiyip içmesinde bir başkalık vardı. Zekâ ve hâfızası, edeb ve hayâsı fevkalâde idi. Bir gün bahçede akranı çocuklarla oynayıp eve dönmüştü. Babası yanına çağırıp; ?Evlâdım! Bu günden îtibâren öyle şeylerle meşgûl ol ki, bu meşgûliyetten eline geçen şey yanında kalsın. Bunlar da, okumak, yazmak, ibâdet gibi şeylerdir.? dedi.

Babasının sözlerini dikkatle ve can kulağıyla dinleyen Şâh Veliyyul- lah; o zamâna kadar geçen vakitlerine eyvâhlar edip, o günden sonra bir daha oyun oynamadı. Daha beş yaşındayken babasından Kur?ân-ı kerîmi okumayı öğrenip, temel din bilgilerini de tâlim eyledi. Yedi yaşında ana dili olan Fârisîyi okuyup yazdı. On yaşında Arabî lisânının gramer bilgilerinde Molla Câmî?nin eserini okuyacak seviyeye geldi. Ba­basının nezâretinde, hadîs ilminde; Mişkât, Sahîh-i Buhârî, Şemâil-i Şerîf kitap- larını okudu. Tefsîr ilminde; Şerh-i Vikâye?yi, usûl-i fıkıh ilminde; Hüsâmî, Tevdîh ve Telvîh kitaplarını okudu. Kelâm ilminde; Şerh-i Akâid, Şerh-i Hayâlî ve Şerh-i Mevâkıf ve diğer eserleri, mantık ilminde; Şerh-i Şem- siyye, tasavvuf ilminde; Avârif-ül-Meârif ve Resâil-i Nakşibendiyye?yi okudu. Nahiv ilminde, Molla Câmî?yi ve meânî ilminde, Mutavvel ve Muh- tasar-ül-Me?ânî adlı eserleri okudu. İlm-i hey?et (astronomi), hesab (arit- metik) ilimlerine âit çeşitli kitapları ve tıb ilminde El-Mu?cez fit-Tıb adlı kitabı okudu. İlmin her dalında geniş araştırmalar ve incelemeler yaptı. Dört hak mezhebin fıkıh kitaplarını tâlim edip, inceliklerine vâkıf oldu. On beş yaşına geldiğinde, zamânında okutulan zâhirî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp kemâle gelmişti. Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolunda mübârek bir kimse olan babasından feyz alarak, bâtınî hazînelere de kavuştu. Son olarak okuduğu Beydâvî Tefsîri´ni tamamlayınca babası, ulemâ ve sâlihlerin, fakir ve zenginlerin iştirâk ettiği bir yemekte, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerine icâzet verip, başına da âlimlere mahsus sarığı giydirdi.

Bundan sonra üç sene daha babasının nezâretinde nefsini terbiye edip, velîlik yolunda ilerlemeye gayret etti. On sekiz yaşında iken babası Şeyh Abdürrahîm hastalandı. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde kemâle gelen oğlu Şâh Veliyyullah?ı kendi yerine geçirip, talebelere ilim öğretmek ve hak yolu bildirmek ile vazifelendirdi.

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hem hac farîzasını îfâ etmek, hem de Haremeyn ulemâsının ilminden istifâde etmek maksadıyla, 1730 senesinde Mekke-i mükerremeye gitti. 1732 senesinde Hindistan?a döndü. Bu sırada Hindistan?da her şey karmakarışıktı. Siyâsî iktidar düzensiz ve kudretsizdi. İnsanlardan bir kısmı câhilliklerinden hindû ve diğer kâfirleri taklid eder olmuş, bir kısım müslümanlar da bid´at ehli kimselerin hâl ve hareketlerine kapılmışlardı. İlmin yerini cehâlet, fazîletin yerini ise denâ- et, alçaklık almıştı. Kötü din adamları ortalığı fitneye boğmuş, sâlih müs- lümanlar kıyıda köşede kalmışlardı. İşte böyle bir zamanda Hindistan?a dönen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, Eski Delhi?de kına satıcılarının bulunduğu Mehendiyen Çarşısı civârında babasından kalan eve yerleşti. O mütevâzî evinde ders vermeye başladı. İlme susayanlar, akın akın gelip onun gönüllere ferahlık veren derslerinden, ilim deryâsından istifâde ettiler. Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretlerinin ilim ve feyzinin üstünlüğü bütün beldeye yayıldı. O mütevâzî ev, talebeye kâfi gelmez oldu. Zamânın Gürgâniyye Devleti hükümdârı Sultan Muhammed, Şâh Veliyyullah hazretleri için bir medrese yaptırdı. 1857 senesinde İngilizlerin işgâline kadar bu medresede ilim öğretildi. İnsanlığın ve İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, yıllarca insanlara ilim ve feyz saçan bu mümtaz mekânı yakıp yıktılar, böylece târihe geçen zulümlerine bir yenisini daha eklediler.

Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî istikbâlin en büyük ilim merkezlerinden biri olacak olan bu medresede ilim ve feyz saçmaya başladı. Çok kimse kendisinden istifâde etti. Talebesinin adedi bilinmemektedir. Talebelerinin hepsine temel bilgileri öğrettikten sonra, herbirini kâbiliyetli olduğu ilimde yetiştirdi. Yetişen talebelerini memleketin çeşitli yerlerine gönderdi. Medresesindeki talebelerini kendi yetiştirdiği mütehassıs âlimlerin ellerine tevdî etti. Kendisi daha çok, kitap yazmak, ibâdet etmek, müşkil meseleleri halletmekle meşgûl oldu. Kendisini ilme öyle verirdi ki, sabah namazını müteâkip çalışmaya başlar, uzun zaman devâm eder, yemek yemek bile hatırına gelmezdi. Namaz hâricinde bütün dikkatini çalışmaya verirdi. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur?ân-ı kerîmi tilâvet ederken, tam bir edeb ve dikkat üzere bulunur, Resûlullah efendimizin mübârek hadîs-i şerîflerini mütâlaa ederken bambaşka bir şekil alırdı. Bilmeyen biri görse onun hâline acırdı. Allahü teâlâ, onun Kur?ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere gösterdiği edeb ve hürmetin bereketine, kendisine yüksek dereceler ihsân etti. Fârisî olarak kısa ve özlü bir tefsîr yazdı. İlim sâhibi olup, tefsîr okuyabilecek seviyeye gelen talebelerine tâlim ettirdi. Tefsîr okuyabilecek seviyeye gelmeyenlerin bu pek kıymetli eserden fayda yerine zarar görebileceklerini anlatırdı. Bilhassa hadîs-i şerîf ilminde çok ilerleyen Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri, kendisi de tasavvufta yüksek derecelere erişmiş olmasına rağmen; ?Allahü teâlâ, bize sahîh keşfler ihsân eyledi. Bu zamanda, hiçbir yerde Mazhâr-ı Cân-ı Cânân?ın benzeri yoktur. Makamlarda ilerlemek isteyen onun hizmetine gelsin!? buyururlar ve talebelerden istidât ve istekli olanları Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine gönderirlerdi. Ayrıca Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretlerine yazdıkları mektuplarında; ?Allahü teâlâ fazîletlerin tecellî yeri olan sizlere uzun zaman selâmet versin ve bütün müslümanları bereketlerinize kavuştursun!? diye yazardı. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri de; ?Şâh Veliyyullah derin hadîs âlimidir. Mârifet esrârının tahkîkinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açmıştır. Bütün bu bilgileri ve üstünlükleri ile birlikte doğru yolun âlimlerindendir.? buyurur, talebelerinden istidâtlı ve istekli olanları Şâh Veliyyullah?a gönderirlerdi.

Bütün ilimlerde söz sâhibi olan, fakat bâzı ilimlerde daha fazla mütehassıs olan Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, Kur?ân-ı kerîmin kırâatı ve nüzûlü, tefsîr, hadîs, fıkıh, siyer, tasavvuf bilgileri gibi ilim dallarında pek kıymetli olan iki yüz civârında eser yazdı. Otuz yedi-otuz sekiz senelik bir zaman zarfında yazılan bu kıymetli eserlerden bir kısmı kütüphânelerde mevcud olup, bir kısmının ise sâdece isimleri eserlerde zikredilmektedir. Hindistan?ı İngilizlerin yağmalaması esnâsında yok olduğu tahmin edilen bu kıymetli eserlerden mevcud olanların çoğu defâlarca basılmış, insanlar bunlardan istifâde etmişlerdir....?

Konya´ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Tebriz´de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisi şöyle anlatır: "Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde, O´nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi. Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp; "Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir?" dedi. Ben de ona; "Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim." diye cevap verdim."

Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine "Uçan güneş" dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi.

Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve büyük velîlerden Şemseddîn İbn-i Münîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Nafakasını temin için, üstübeç, zercâr (bakır sülfat) gibi maddeler ve ıtriyât (güzel kokular) yapıp satardı. Her gün Baalbek çarşısında hazırladığı bu şeyleri satar, kazandığı altın, gümüş ve bakır paraları bir kâğıdın içine koyardı. Böylece her satıştan kazandığı para, cebinde ayrı kâğıtlara sarılmış hâlde dururdu. Huzûruna fakir bir kimse gelip bir yardım talebinde bulunsa, elini cebine atar, içinde para bulunan dürülü kâğıtlardan ne kadar gelirse, hepsini o fakire verirdi. Bunu yaparken, verdiği kâğıtların içinde ne kadar para bulunduğunu, fakire ne kadar verdiğini bilmezdi. İyilik, ihsân ve ikrâmları pekçok olup, çok sadaka verirdi. Bilhassa takvâ sâhiplerine, haramdan sakınan iyi kimselere çok yardımda bulunurdu. Mescidleri îmar eder, dünyâlık bir malı bulunmayarak vefât eden, garîb ve fakir kimselerin kefenleme mas­raflarını karşılardı.

İbn-i Münîr hazretleri de nefsin arzularına uymayıp, ona zor gelen ibâdetleri çok yapmakta pek ileriydi. Çok ibâdet eder ve devâmlı Allahü teâlâyı zikrederdi.

Her sene hacca giderdi. Bu gidişinin çoğu yaya olurdu. Omuzunda sâdece bir su kabı bulunur, ondan insanlara su dağıtırdı. Vefâtından evvel altmış yedi defâ hacca gittiğini söylemiştir. Her sene hac vazifesini îfâ ettikten sonra memleketine dönmez, Mescid-i Aksâ´yı da ziyâret ederdi. Orada bir ay kadar kaldıktan sonra memleketine dönerdi.

Hacca gidip gelirken, yolda ve orada kaldığı müddetçe birkaç hurmadan başka bir şey yiyip içtiği görülmezdi. Bâzı senelerde de hacca giderken, hayvanına zâhire, şeker, iğne, iplik, sürme gibi ihtiyaç eşyâlarını yükler, götürüp oradaki insanlara dağıtırdı. İnsanlar onu, şehrin dışına kadar çıkarak karşılarlardı.

Mâlikî mezhebi büyük âlimlerinden, velî Şerîf Tlemsânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) fıkıh, kelâm ve usûl ilimlerinde ihtisâsını tamamladı. İctihâd derecesine kavuştu. Tasavvuf ilminde, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit mârifet bilgilerinde âdetâ bir deryâ gibi oldu. Akılları hayrete düşürecek derecede ilimlere sâhib bir âlim olarak memleketine döndü.

Âlim olunca, Magrib´de dîn-i İslâmı ihyâ edip, bid´atleri ortadan kaldırmak için bütün gücüyle çalıştı. Resûlullah efendimizin sünnet-i seniy- yesini yaymakta çok gayret gösterdi. Zamânındaki sultanlara emr-i mârûf ve nehy-i münker yapar, Allahü teâlânın emirlerini bildirerek, yasakla- rından da kaçınmalarını sağlardı. Tlemsân´da ders okutmağa başlayın- ca, etraftaki şehirlerden pekçok talebe geldi. Ehl-i sünnet îtikâdını her tarafa yaymağa başladı. Herkes onun talebelerine çok kıymet verip, saygı gösterirlerdi.

Ebû Yahyâ el-Matgânî anlatır: "Âlimler, Sultan İnân´ın huzûrunda toplanmışlardı. Sultan, Fakîh el-Makkârî´nin tefsîr okutmasını isteyince, o; "Şerîf Ebû Abdullah varken, benim tefsîr okutmam uygun olmaz. Bu işe benden çok o lâyıktır" dedi. Sultan; "Sen Kur´ân-ı kerîmin tefsîrini iyi bilirsin" dediyse de, Fakîh el-Makkârî, Ebû Abdullah´ı çok övdü. Oradaki âlimler, el-Makkârî´nin insâfına şaştılar. Neticede Ebû Abdullah, sultânın sarayında tefsîr dersi vermeye başladı. Hattâ bir defâsında sultan, oturduğu kürsüden inip, diz üstü çöktü. Bu hâl, orada bulunanları hayrete düşürdü. Ders bitince sultan; "İlmin, Şerîf Ebû Abdullah´ın saçlarının dibinden fışkırdığını görüyorum." dedi. Sonra Kâdı Festâlî, Ebû Abdullah´ın yanına gelip, anlattıklarını yazmasını istedi. O da; Bu anlattıklarım filân kitaplarda vardır." diyerek, kitapların isimlerini saydı. Kâdı Festâlî bu bilgilerin çalışarak kazanılan bilgilerden olmadığını, Allahü teâlânın kalbe ihsân ettiği bilgilerden olduğunu belirtti. Ebû Abdullah hazretleri, böyle yıllarca sultanların huzûrunda tefsîr okuttu.

Ebû Abdullah Muhammed bin Amed Şerîf et-Tlemsânî hazretleri, gâyet yakışıklı, ağırbaşlı, cömert ve nâzik bir zât idi. Gösterişe kaçmadan ve İslâmın şerefini, vekarını korumak için, güzel ve kıymetli elbiseler giyerdi. Çok halîm selîm bir zât olup, işlerinde hep orta yolu gözetirdi. Söz- lerinin karşıdaki kimseye tesir etmesi gâyet fazla idi. Mürüvvet, iyilik, ik- râm ve ihsân sâhibi, şefkatli ve merhametli bir zât idi. İnsanlara doğru yolu göstermek, onların ebedî saâdete kavuşmalarına vesîle olmak için çok gayret ederdi. Bu çalışmalarında karşılaştığı sıkıntılara sabreder, hiç kızmazdı. Sinirlenecek olsa, hemen kalkıp abdest alırdı. İnsanlarla çok iyi geçinirdi. Devamlı tatlı dilli, güler yüzlüydü. İnsanların ihtiyâçlarını giderirdi. Âile efrâdının nafakalarını gâyet geniş tutar, onlardan bir şeyi kıs- mazdı. Misâfirlerine de çok ikrâmda bulunurdu. Talebelerine de güzel yemekler yedirirdi. Evi, âlimlerin ve sâlihlerin toplandığı bir yerdi. Kendilerinden ilim öğrendiği hocaları bile, onun yüksekliğini, üstünlüğünü ko­nuşurlardı.

Onu tanımayan bir kimse dahî görse, sevgisini hemen hisseder, kalbi onun muhabbetiyle dolardı. Sultanlar, devlet idârecileri, ilmine hürmet gösterir ve üstün tutarlardı. Hattâ Tlemsân´a sultan olan Ebû Hamîs bin Abdürrahmân, ona kerîmesini (kızını) nikâh ederek verdi ve bir medrese yaptırıp, Ebû Abdullah Tlemsânî´ye teslim etti.

Ebû Abdullah, mazlûmların ve muhtaçların sığınağı idi. Onlara çok yardımlarda bulunurdu. Bir defâsında zamanın sultânı, fıkıh âlimi bir zâtın dövülmesini emretmişti. Bunu haber alan Şerîf Tlemsanî, sultânın yanına giderek; "Bu zât, her ne kadar senin nazarında küçük ve hatâlı gibi görünse bile, Allahü teâlânın ve insanların nazarında büyük bir kimsedir. Sen ona böyle bir cezâ vermekle hiç de iyi etmiyorsun" dedi. Bunun üzerine sultan, o kimseyi cezâlandırmaktan vazgeçti ve o zât serbest bırakıldı.

Gündüzleri hiç boş durmayan Ebû Abdullah hazretleri, gecelerini de boşa harcamazdı. Gecenin üçte birlik bölümünde uyuyarak, üçte birinde Kur´ân-ı kerîm okuyarak, Allahü teâlâyı zikrederek ve kalan üçte birini de namaz kılarak geçirirdi. Gece namazlarında Kur´ân-ı kerîmden sekiz hizb okurdu. (Bir hizb, bir cüz´ün dörtte biridir.) Aynı şekilde, sabah namazlarında da sekiz hizb okurdu. Kur´ân-ı kerîmi bu şekilde okuyarak, namazda hatmederdi. Talebelerine de tefsîrden bir hizbi inceliyerek öğretirdi. Devamlı olarak ilimle meşgûl olurdu. Bir defâsında, altı ay müddetle çocuklarını hiç görmedi. Çünkü, sabah erkenden çıkıyordu. Çocuklar bu sırada uyuyorlardı. Akşam da çok geç geliyordu. Çocuklar da yine uyumuş oluyorlardı.

Yemeye, içmeye düşkün olmayıp, rızık endişesi hiç aklına gelmezdi. Ramazân-ı şerîfte, iftarda ikrâm edilen yemekten birkaç lokma alır, vakit kaybetmemek için ilim tedrisâtına devâm ederdi. Bu şekilde çalışmalarını sahura kadar sürdürür, yine bir-iki lokma ile sahur yemeğini de yemiş olurdu

Irak´ta yetişen evliyâdan Şeyh Celâlüddîn Hürmâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) günlerini talebelerine ilim ve edep öğretmekle geçirdi. Dîne hizmetten bir an geri durmadı. Müslümanların müşkillerini giderdi. Zamânındaki en meşhûr âlimlerden Şeyh Abdullah ve Molla İbrâhim ile görüştü. Bu üçü o bölgede din hizmetinin üç temeli sayıldı. Etraflarında her yerden talebeler çoğaldı. İlim, amel ve ihlâs ile güzel ahlâkla, hikmetle, güzel nasîhatlerle insanları Allahü teâlânın râzı olduğu yola çağırdılar. Fakirlerin, muhtaçların koruyucusu oldular. Seyyid Molla Celâlüddîn, Bi- yâre´de zaman zaman talebeleriyle birlikte bahçelere temiz hava almak için çıkar, meyvelenmiş ağaçlar altında sohbetler yapar, bu sohbetlerinde Cennet´ten ve bahçelerinden anlatır, onları teşvik ederdi.

Yemen´de yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden, velî Şeyh Hubeyşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bulunan İslâm âlimlerinin önde gelenlerinden, yüksek bir zât idi. Devamlı olarak ibâdet ve tâat ile meşgûl olurdu. Hep oruç tutardı. Kur´ân-ı kerîmi çok okurdu. Talebe yetiştirirdi. Birçok kimse ondan istifâde edip, ilim öğrendi. Bir ara kâdı oldu. Doğruluk ve takvâ üzere hareket ederdi. Verdiği kararlarda çok isâbet etmekle tanınmıştır. Ahâli, onun gibi hâli, yaşayışı güzel olan bir kâdıları olduğu için Allahü teâlâya hamd ederlerdi. Şeyh Hubeyşî, hiçbir şeyden ve hiçbir kimseden çekinmeden, hakkı, hakîkatı söyleyen ve söylediğiyle amel eden, iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün yasak edilmesi için çalışan, bunları yaparken kınayan olursa, onların kınamalarına aldırmadan vazîfesine devâm eden çok yüksek bir zât idi.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Şeyh İbrâhim Ca´berî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) Şâfiî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Şam´da Ebü´l-Hasan Sehâvî´den hadîs ilimleri tahsîl etti. Kâhire´ye gitti. İlim öğretip ders verdi. Ebü´l-Hasan Şâzilî hazretleriyle görüştü. Onun ölü kalbleri dirilten feyzlerinden istifâde etti. Kalbi aşkla dolup, Allahü teâlânın nîmetlerinden ve onlar için nasıl şükredeceğinden başka bir şey düşünmez oldu. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet ettiği gibi, Resûlullah efendimizin ve Selef-i sâlihînin hâllerine aynen uymağa çalışırdı. Allahü teâlânın rızası olmayan hiçbir sözü söylemez, hiçbir işe kalkışmazdı. Vakitlerini ilim öğrenmek ve öğretmek, Allahü teâlâya ibâdet edip zikretmekle geçirirdi. Tatlı dilli, güler yüzlü ve çok cömert idi. İnsanlara merhameti çok fazlaydı. Onun işi gücü, insanlara iyilik etmekti. Haram ve şüphelileri terk eder, mübahları zarûret mikdârı kullanırdı. İnsanlar tarafından çok sevilirdi. Kâhire´de vâz ettiği zaman, mahşerî bir kalabalık olur, herkes dersine koşardı. Onun vâzını dinleyenler çok istifâde ederlerdi. Talebeleri arasında Ebû Hayyân Muhammed bin Yûsuf Nahvî ve Kemâleddîn Abdüzzâhir gibi âlimler de hazır bulunurdu. Yeri geldiğinde hakkı söylemekten çekinmezdi. Kalbi bozuk olanlar, onun celâllenmesinden çok korkarlardı. Allahü teâlânın râzı olmadığı bir işi yapanı, O´nun emrine muhâlefet edeni gördüğü zaman, hemen emr-i mârûf yapardı. Allahü teâlânın yasak ettiğini yapmaktan men eder, emrettiğinin yapılmasını nasîhat ederdi. Allahü teâlâya ve O´nun sevdiklerine olan muhabbetini dile getiren şiirleri ihtivâ eden bir Dîvân´ı vardır.

Kâdiriyye yolu büyüklerinden Şeyh İsmâil Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk tahsilini Tosya?da gören İsmâil Rûmî, aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tasavvuf yoluna yönelip Halvetiyye yolu mensublarından Şeyh Ahmed Efendiden feyz aldı. Bu yolda ilerledikten sonra Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin mânevî dâveti üzerine Bağdat?a gitti. O zaman Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhında şeyhlik yapan Feyzullah Efendi hazretlerinin sohbetlerinde ve hizmetinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine ulaştı. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin mânevî âlemde; ?Yâ Rûmî, Rûm?a (Anadolu?ya) git, tarîkımı neşret!? emri ve işâreti üzerine, Anadolu?ya gelmek üzere Bağdat´tan ayrıldı. ?Pîr-i Sânî? künyesiyle Anadolu ve Rumeli taraflarını gezerek, gittiği yerlerde insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Böylece onların dünyâ ve âhirette seâdete, mutluluğa kavuşmaları için gayret etti. Tosya, Kastamonu, Edirne, Tekirdağ, Bursa, Mısır, Siroz gibi kırk yere gitti. Gittiği yerlerde Kâdiriyye yolu dergâhlarını inşâ ve ihyâ ettirdi. 1611 senesinde İstanbul?a geldi. İstanbul?da Tophane?de Boğazkesen mahallesindeki Kâdiriyye yolu dergâhını inşâ ve imar edip, bu beldede Kâdiriyye yolunun esaslarını yaydı. Pekçok kimse onun sohbetlerinin bereketiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuştu. Sultanahmed Câmi-i Şerîfinin açılış merâsiminde Aziz Mahmûd Hüdâyî hazretleri hutbe okuduğu, Abdülehad Nûrî hazretleri vâz u nasihatte bulunduğu gibi, Şeyh İsmâil Rûmî hazretleri de Kâdiriyye yolu usûlüne göre zikir meclisini idâre etti.

Riyâzet (nefsin isteklerini yapmamak) ve mücâhede (nefsin istemediklerini yapmak) husûsunda son derece dikkatli hareket eden Şeyh İsmâil Rûmî hazretlerinden sonra da birçok velî yetişti. Şeyh İsmâil Rûmî´nin erkek evlâdı olmamıştır. Kızını, İstanbul?a gelip misâfir olan Bağdat´taki Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhının şeyhi Seyyid Feyzullah Efendinin oğlu Şerif Şeyh Halil Efendiyle evlendirdi. Şerif Şeyh Halil Efendi İstanbul?da kalarak kayınpederinin ihtiyarlığı sırasında vekili oldu. Vefâtından sonra da makâmına geçerek vazifesini devam ettirdi. Kâdiriy- ye yolunun İsmâiliyye kolu olarak devam eden onun yolu son devire kadar devam etti.

Irak´ta yetişen büyük velîlerinden Şeyh Mustafa bin Ebû Bekr (rah- metullahi teâlâ aleyh) sıkıntı, musîbet ve hastalıklara karşı çok sabırlıydı. Allahü teâlâya güvenmesi, hüsn-i zannı, gayreti pek fazlaydı. İşlerini ge- ciktirmeden yapardı. İşlerin neticesine tam bir rızâ gösterirdi. Yumuşak huylu ve affediciydi. Kendisine kötülük edenler, daha sonra muhtaç du- ruma düştüklerinde yardım ederdi. Erbil´de ticâretle uğraşan bir kimse vardı. Başkalarının teşviki ile hep Mustafa Efendinin aleyhinde konuşur, hakkında asılsız şeyler söylerdi. O şahıs ömrünün sonlarına doğru iş ya- pamaz hâle geldi. Sıkıntıya düştü. Mustafa Efendinin yanına gelerek yardım istedi. Mustafa Efendi ona yardım ederek, ölünceye kadar ihti- yaçlarını giderdi.

Mustafa Efendinin birkaç evi vardı. Bunları sâlih kimselere ücretsiz oturmaları için verirdi. Bir evini fakir bir âileye oturması için vermişti. Bu âile uzun süre oturduktan sonra, kendisine bir ev yaptırıp çıkmak istedi. Bunu bildirmek için Mustafa Efendinin huzûruna gitti. Taşınmak istediğini bildirdikten sonra, evin yanına yaptırdığı odadan da bahsetti. Mustafa Efendi; "Öyleyse o odayı satın alayım. Bir bilirkişi ile gidip fiyatını takdir edin." buyurdu. O şahıs denileni yaptı. Mustafa Efendi takdir edilen fiyata odayı satın aldı.

Son asır Anadolu velîlerinden Şeyh Seydâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazreleri, kaba ve sert darvanışlardan şiddetle sakınarak yumuşak davranırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatma yolunda çeşitli sıkıntılara ve hakâretlere mârûz kaldığı halde, onlara tatlı bir dille ve yumuşak bir edâyla muâmele ederdi. Nitekim kendisini tutuklamağa gelen askerleri hoş davranışıyla yola getirmiş ve nicelerinin de kendisine talebe olmasını sağlamıştı. Allahü teâlâ ona olgunluk ve cemâl yâni yüz güzelliği ihsân etmişti. Sohbetinde bulunan herkes onun cemâline bakmaktan sohbetinden ayrılmak istemezdi. Onun üstünlüğünü duyan herkes kâfile kâfile ziyâretine gelir, Şeyh Seydâ onları şefkat ve merhametle karşılar, bağrına basardı.

Şeyh Seydâ hazretleri fakirlere karşı gayet merhametli ve şefkatli davranırdı. Onlara dâimâ yardım ederdi. Birgün bir köyün ileri gelenlerinden biri gelerek; "Şu işim olursa, falanca arâziyi sana hibe edeceğim." dedi. Şeyh Seydâ hazretlerinin duâsı bereketiyle işi oldu. O kimse, vâdettiği arâziyi Seydâ´ya bağışladı. Şeyh Seydâ hazretleri de arâziyi Cizre´nin fakirlerine paylaştırdı.

Şeyh Seydâ´nın asıl gâyesi talebe toplamak olmayıp insanlara yol göstermek ve onları ıslâh etmeye çalışmaktı. Onun için önemli olan insanların ıslâh olmalarıydı. Bu hususta şöyle buyururdu: "Zamânımızın bâzı şeyhleri, köy ağalarının etbâ (tâbi olan kimseler) toplamaya çalıştığı gibi, talebe toplamaya çalışıyorlar. Halbuki gâye, mürîd (talebe) toplamak değil insanları ıslâh etmek, onların nefsin ve şeytanın kötülüklerin­den kurtulmalarına yardımcı olmaktır."

Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) yani Tâcüddîn-i Nakşibendî çok büyük bir velî idi. Üstâdının Hâce Muhammed Bâkî-billah olması buna en güzel delîldir. Gâyet vakûr ve heybetli bir zât idi. Talebeleri yetiştirmesi, mânevî olarak terbiye etmesi, Allahü teâlâya kavuşmak arzusunda bulunanlara yol göstermesi pek güzel idi. Çok talebe yetiştirdi. Çok kerâmetleri görüldü.

Tâcüddîn-i Nakşibendî çok kitap okumuştu. "Tasavvuf ehlinin, zâhirî ilimlerden, fenden haberi olmaz. Onlar zikr ve tefekkürden başka bir şey bilmez" diyenlere karşı onun hâli çok güzel bir delil, kuvvetli bir sened idi. Bütün velîler gibi o da zâhirî ve bâtınî ilimlerde âlim idi. Bâzı fenlere âit öyle sözleri vardı ki, bu sözler o fende mütehassıs olan ilim sâhiplerini dahî hayrette bırakırdı. Birçok ilimde ve tıb husûsunda çok kıymetli eserler telif etmiştir.

Bir defâsında yanına tıb konusunda mütehassıs bir kimse gelmişti. O kimseye, tıb ilmine âid öyle ince meseleler anlattı ki, o kimse bu ilimde ihtisas yapmış olduğu hâlde bu yüksek bilgileri hiç duymamıştı. Bu sözler karşısında çok hayrette kaldı. Tâcüddîn´e olan muhabbeti arttı.

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimi Şihâbüddîn-i Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öğrenmek için Bağdât´a gitti. Amcası büyük âlim Ebü´n-Necîb Abdülkâhir´in sohbetlerinde bulundu. Ondan tasavvuf ilimlerini öğrendi. Aynı zamanda Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin sohbetlerinde de bulundu. Basra´da da Ebû Muhammed bin Abdullah´ın sohbetlerine devâm etti. Ebû Hafs Sühreverdî; amcasından, Ebû Muhammed Hibetullah bin Şiblî, Ebü´l-Feth bin Battî, Ma´mer bin Tâhir, Ebû Zür´a Makdisî, Ebü´l-Fütûh Tâî ve birçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyette bulundu.

Ebû Hafs Sühreverdî, fakih, fâzıl, sûfî, verâ sâhibi, zâhid, ârif, ilm-i hakîkatte zamânın şeyhi idi. Şâfiî mezhebinde idi. Çok ibâdet ederdi. Eline geçen malı mülkü fakir ve muhtaçlara dağıtırdı. Fıkıh ilmini, amcasından ve Ebü´l-Kâsım ibni Fadlân´dan öğrendi.

İbn-i Neccâr onun hakkında; "Ebû Hafs Ömer Sühreverdî, ilm-i hakîkatte zamânının şeyhi idi. Riyâzet ve mücâhede yolunu tuttu. Fıkıh, mukâyeseli hukuk ve Arab dili ve edebiyâtını okudu. Birçok âlimden hadîs-i şerîf dinledi. Sonra tasavvuf yolunu tuttu. Önceleri zikir ve ibâdetle meşgûl oldu. Sonra insanlara vâz vermeye başladı. Amcasının Dicle kenarındaki medresesinde ders verdi. İslâm beldelerinin her tarafından onun sohbet ve derslerini dinlemeye birçok âlim ve halk gelirdi. Onun sözlerinin bereketi ile günahkârlar derhâl tövbe ederdi. Talebeleri, o zamanda yıldızlar misâli, etrâfa ilim yayarlardı. Onun sultanlar katında sâhib olduğu mevkiye ve hürmete, başka kimse nâil olmadı. Ömrünün sonunda rahatsızlandı. Bununla berâber, zikirleri azalmadı. Allahü teâlâyı zikre devâm etti. Cemâatte yine hazır bulundu. 110 yaşına doğru hacca gitti. Vefât ettiğinde, geride kefen parası bile bırakmamıştı."

İran´da yetişen büyük velîlerden Şirvânî es-Sagîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim öğrenmek için çok yerleri dolaştı. Mısır´da yerleşti. Sonra Mekke-i mükerremeye gitti. Vefâtına kadar orada ikâmet etti. Ömrünün sonlarına doğru felç oldu. Eli ayağı tutmaz, ayağa kalkamazdı. Fakat, müezzinin namaz için ikâmet okumaya başladığı andan, namazını bitirdiği âna kadar olan zamanda ve sohbet esnâsında çok sağlam olur, hiçbir şeyi kalmazdı. Bu zamanlar hâricinde, yine felçli hâle dönerdi.

Vefât ettiğinde 124 yaşlarındaydı. Şirvânî-i Kebîr, Muâz-ı Mısrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî, Ebû Bekr Kettânî ve başka bir çok büyük zâtlarla görüşüp sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Kendisinden de birçok kimse ilim öğrenip istifâde etmiştir. Zamanında bulunan evliyânın önde gelenlerinden olup, Mekke-i mükerremede, Harem-i şerîfin imâmı idi. Üstâd-ı Ammû ile pek çok zâtlar kendisiyle görüşüp, sohbetlerinde bulunurlar ve bununla iftihâr ederlerdi.

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yaşayışı, hâli, hikmetli sözleri ile birçok kimsenin haramları terk edip, Allahü teâlânın râzı olduğu hâle gelmesine sebeb oldu. Onun bu husûsiyeti, söylediği ve tavsiye ettiği şeyleri, önce kendisinin yaşamasıydı. Hâli, ilmine ve söylediğine uygundu. Dünyâya zerre kadar muhabbet ve meyli olmadan ibâdet, tefekkür, korku ve ümid arasında yaşardı.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Vefâ ve sadâkatte hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk´ı, şecâatte ve adâlette hazret-i Ömer´i, hayâ ve hilmde hazret-i Osman´ı, vilâyet-i kübrâda hazret-i İmâm Ali´yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resûlullah´a yakın Eshâb-ı kirâmdan birisi gibiydi.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet ışığı, on dördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı.

Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriyâ bereketli evinde, bâzan kendi mescidlerinde edâ ederlerdi. Kuşluk namazını dâimâ câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsîllerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil meselelerini hâllederdi.

Nehrî´de misâfirlerden, farazâ sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fâsılası yoktu. Bu müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam namazından önce yenirdi. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişce suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme, akrabâ ziyâretine ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyaçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine uyarak devlet adamlarıyla temas buyurmazlar, ancak bâzı müslümanların zararını önlemek üzere mektup yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet adamları her emirlerine âmâde ve hazırdı.

Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhirete âit ilimlerdeki mahâret ve ihtisâsı herkesten üstündü. Hülâsa, madden ve mânen, İslâm âlemine bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük nîmetti.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehrî kâdısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrini, onun kabrinin bulunduğu bahçe duvarının kapısının girişinde yapılmasını ve; "Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezârıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yâhut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezârımın toprağı değmekle teberrük ederim." buyurdu. (Gerçekten o mezâr, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.)

Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektup arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendiye okuttuktan sonra; "Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamânı geldi." buyurdu. Abdülehad da; "Aman Efendim, Şam´dan gelen bu iki mektup nedir ki?" dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saâdetlerine gitti ve orada hastalandı. On bir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmaya çalıştı. Hastalığının on ikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasiyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; "Biraderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır." buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd ge­tirerek teslim eyledi.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Tâhir-i Lâhorî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta memleketindeki âlimlerden zâhirî ilimleri tahsîl etmeğe başladı. Hocalarının verdiği dersleri kısa zamanda eksiksiz olarak yapardı. Çok zekî idi. Derslerini dinleyenler onun ileride büyük bir âlim olacağını söylerlerdi. Genç yaşta, tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde âlim oldu. Büyük âlim Mevlânâ Tâhir-i Lâhorî´nin kalbine, tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlıkdan pay almak ve yüksek dereceler sâhibi olmak arzusu, ateşi düştü. Allahü teâlânın nihâyetsiz ihsânı, kalbinde bu yolun zevkini hâsıl edince, kendini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kapısına attı. Senelerce bu kapıda canla-başla çalıştı, hizmet etti. Kendini, dergâhta bulunan talebe arkadaşlarının en aşağısı olarak görürdü. Çok defâ helâların temizliği işinin kendine verilmesini ricâ ederdi. Nefsini terbiye etmek için çok zor riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler çekerek, nefsinin istediklerini yapmayıp istemediklerini yapardı. Öyle ki, bir deri bir kemik kalmıştı.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Tâhir´i çok sever ona husûsî muâmelede bulunarak ilgi gösterirdi. Oğullarının zâhirî ilimlerde yetişmesi için, Tâhir-i Lâhorî´ye vazife verdi. O da hocasının yüksek oğullarını yetiştirmekte, onlara ilim öğretmekte çok uğraştı. Hattâ hazret-i İmâm´ın oğulları; "Şeyh Tâhir´in bizim üzerimizde o kadar hakkı var ki, ne kadar şükretsek yine azdır. Allahü teâlâ ona bizim tarafımızdan en iyi karşılıklar, hayırlar ihsân etsin!" buyurdular.

Bir gün hazret-i İmâm, Mevlânâ Tâhir´e imâm olmasını buyurdu. Mevlânâ´nın yüzünün rengi sarardı. Vücûdu titremeye başladı. Kur´ân-ı kerîmi ezbere bildiği ve derin ilme sâhib olduğu hâlde, hazret-i İmâm´ın heybet ve korkusundan zaman zaman kırâatı boğazında düğümlendi. Bu tâzimi, hürmeti, edebi sâyesinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bakırı altın yapan nazarları ve teveccühleri bereketiyle kemâl ve tekmîl mertebesine ulaştı. Nakşibendiyye yolunda kendisine icâzet verildiği gibi, Kâdiriyye ve Çeştî yolunda da talebe yetiştirmesine izin verildi. Hazret-i İmâm, kendisine icâzetnâme yazıp, tâliblerin terbiyesi, yetiştirilmesi için Lâhor´a gönderdi.

Mevlânâ Tâhir hazretleri, Lâhor´da talebeye faydalı olmakla meşgûl oldu. Lâkin inzivâ ve yalnızlığı seviyordu. Kapıyı herkese açmazdı. Hele zenginlere ve devlet adamlarına hiç açmaz, onlarla görüşmek istemezdi. Ömrünün uzun zamânını bekâr olarak geçirdi. Sonunda, Resûlullah´ın sünnetini yerine getirmek için evlendi. Senede bir yâhut iki senede bir bâzan da senede birkaç defâ hazret-i İmâm´ın huzûruna gider, sohbet ve teveccühlerinin bereketlerinden nasîbini alır, sonra hocalarının izni ile yurduna dönerdi. Bedenen ayrı olduğu zamanlar, hallerini, makamlarını bâzı mektuplarla hazret-i İmâm´a arzederdi.

Bir gün hazret-i İmâm, mel´ûn İblisi görüp; "Benim eshâbımdan kime hükmedemezsin." buyurdukta; "Şeyh Tâhir´e, aç olduğu zaman hükmedemem." dedi. Bunun için Şeyh çok çetin riyâzet ve şiddetli mücâhedeler çekti. Riyâzetin çokluğundan bedeni kurumuş, bir deri bir kemik kalmıştı. Açık keşf ve kerâmetler sâhibiydi.

Kırım´da yetişmiş olan âlim ve velîlerden Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Kefevî, memleketinin âlimlerinden dînî ilimleri tahsîl etti.

İlk zamanlar ticâretle meşgûl olup, Allahü teâlânın fazlından rızkını aradı. İnâyet-i İlâhî ona saâdet yolunu açtı. Bir ara elinde bulunan sermâyesini Edirne´de bırakıp, İran, Arabistan, Mısır, Bağdat ve Şam gibi önemli ticâret ve ilim merkezlerini dolaştı. Ticâret için gittiği yerlerde karşılaştığı âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Onlardan Rabbânî ilimler aldı. Tasavvuf yoluna yöneldi. Mısır´a gittiği zaman Kâdiriyye yolu mensuplarından Şeyh Şâhîn-i Mısrî´nin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmakla uğraştı. Daha sonra Bağdat´a giderek Seyyid Ebü´l-Vefâ Muhammed Kâdirî hazretlerinin sohbet ve hizmetinde bulundu. Onun huzûrunda halvete, yalnızlığa çekildi. Halvette kaldığı kırk gün içerisinde ancak bir veya iki çörek yemek sûretiyle nefsini tezkiye etmeye çalıştı. Tasavvuf yolculu­ğunun devâm ettiği bu günlerde, Bağdat çevresindeki yırtıcı hayvanlarla ve kuşlarla dostluk kurdu. Görünüşte vahşî olan bu hayvanlar onun etrâfında toplanıp ona yakınlık gösterdiler. Zâhirî ilimlerde âlim bir zât olan Takıy- yüddîn Ebû Bekr Kefevî hazretleri, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. Pekçok kerâmetleri görüldü.

Evli ve çoluk çocuk sâhibi olan Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî, memleketinden ayrılalı senelerce olduğu halde dönmemişti. Onunla ticâret için sefere giden arkadaşlarına nerede olduğu sorulunca, onlar da; "Haberimiz yok. Yalnız, bir gün Gelibolu´da bulunduğumuz sırada mühim bir işim var oraya gideceğim. İki haftaya inşâallah dönerim. Siz benim eşyâlarımı koruyun, dedi ve hepsini bırakıp gitti. Sonra dediği vakitte dönmedi. Biz onun emânetlerini koruduk. Zannediyoruz ki, yolda onun başına bir iş geldi. Yoksa dönerdi." dediler. Bu haber üzerine halk şüpheye düştü. Öldü zannettiler. Beş sene sonra kim olduğu bilinmeyen bir kimse Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî´nin Mısır´da görüldüğünü söyledi. Babası Hayreddîn Efendi bu haber üzerine onu aramak için kardeşini gönderdi. O da köy köy, şehir şehir dolaşarak kaybolan ağabeyini iki sene müddetle aradı. Mısır, Hicaz, Bağdat, Medîne, Şam ve Filistin gibi yerlerde Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî´ye âit bir haber alamadı. Tekrar geri dön- dü. Artık Kefe halkı onun Gelibolu taraflarına giderken bir sebeple öldüğüne hükmettiler. Kefe´den ayrılalı dokuz sene geçtiği halde hiçbir haber alınamadı. Hanımı uzun müddet kayınbabasının yanında kaldı. Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî´nin babası Hayreddîn Efendi, oğlunun öldüğüne dâir iki şâhid bulup gelinini başkasıyla evlendirmek istedi. Evlilik için gerekli hazırlıklar yapıldı. Düğünden bir gün önce, Kefevî hazretleri hanımının rüyâsına girip kendisinin sağ olduğunu ve başkası ile evlenmemesi gerektiğini bildirdi. Gördüğü rüyâyı hayra yoran hanımı, düğün husûsunda acele edilmemesini söyleyip, beklemeye başladı. Gerek evlenecek kimse, gerekse diğer insanlar düğüne devâm ettiler. Velîme yâni düğün yemeği yeniliyordu. O sırada denizde Kefe limanına doğru yaklaşan bir gemi göründü. Gemi sanki karşısından esen rüzgâra rağmen Kefe´ye doğru akıp geliyordu. Düğün yemeğinde misâfir bulunan Mağripli bir adama, gelen gemiyi sordular. O kimse; "Ben o gemide, ilmiyle amel eden mürşid-i kâmil bir zât tanırım. Bu tarafa geliyor. O zâta Şeyh Ebû Bekr Kefevî derler. O zâtı karşılayın." dedi. O zâtın sözlerine bir mânâ veremeyen insanlar, şaşkın bir halde gemiye doğru yürüdüler. Gemiden inenler arasında gerçekten Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî de vardı. Bu hâlin Ebû Bekr Kefevî´nin bir kerâmeti olduğunu kabûl eden insanlar, düğünden vaz geçtiler. Allahü teâlâ onun izzet ve şerefini korudu. Hanımıyla başkasının evlenmesine izin vermedi.

Kefe´ye yerleşen Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî hazretleri, insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya, onların dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmaları için çalışmaya başladı. Onun ilim ve fazîletteki yüksek derecesi kısa bir müddet içinde etrafta duyuldu. Talebeleri ve sevenleri çoğaldı. Tatar Hâkan ve sultanları onun sohbetinde bulunup istifâde ettiler. Talebeleri çoğalıp, dostları ve muhtaç kimseler kalabalık olunca, şehirden çıkıp, uzlete çekilmeyi isteyen Ebû Bekr Kefevî, Kefe şehrinin doğu tarafındaki dağın arkasındaki harâbe kiliseyi tâmir ettirdi. Kiliseyi câmi ve dergâh hâline çevirip, etrâfına odalar yaptırdı. Bu odalara Ebû Bekr Kefevî´nin ev halkı, talebeleri ve fakir kimseler yerleştirildi. Kefe halkı ve ileri gelenleri o yerin îmâr edilmesine öyle önem verdiler ki, beldenin ileri gelenleri, müftüsü, medrese müderrisleri sırtlarında taş çektiler. Fakat bâzı kimseler onun büyüklüğünü ve halk tarafından üstün kabûl edilmesini çekemedikleri için ona karşı çıktılar. Fakat sonra, hased ve inadlarından vaz geçip üstünlüğünü kabûl ettiler.

Meşhûr velîlerden, fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dînin emir ve yasaklarına uyan, tevâzu sâhibi, seçkin bir zât idi. İlim ve vekâr sâhibiydi. Fıkıh ve hadîs ilimlerini çok iyi bilir ve ders olarak okuturdu. Usûl ve Arabî ilimlerde derin âlimdi. Şam?da kâdılık yaptı. Verdiği hükümlerden herkes memnun olurdu. Dört mezhep içinde huccet, hepsinin müftîsi, hadîs âlimlerinin rehberi, kıymetli eserler sâhibi bir âlim idi.

Takıyyüddîn Sübkî, çok cömertti. Eğer Hâtem-i Tâî onunla aynı asırda yaşasaydı, Takıyyüddîn Sübkî?nin cömertliği yanında, onun cömertliği anılmazdı. O vekar sâhibi ve heybetli idi. Her şeyi ile kendisinden önce gelmiş olan büyük âlimlerin yolunda gitti. Dımeşk onun ilim ve irfânıyla mâmûr hâle geldi. Takıyyüddîn Sübkî?nin verâı çok idi. Az yer, az içerdi. Çok namaz kılar, belâ ve musîbetlere karşı sabrı hiç elden bı­rakmazdı. Allahü teâlâyı çok anardı. Sabah akşam zikirle meşgûl olurdu. Dâimâ murâkabe üzere idi. Doğru yolda bulunup, bu yola yardımcı olmakta ecdâdı olan Ensârın izinde bulunuyordu. Gece-gündüz Kur?ân-ı kerîm okurdu. Âlimlerden, haberleri doğru olarak naklederdi. Seher vaktinde çok istigfârda bulunur, Allahü teâlâdan af ve magfiret dilerdi. Allah korkusundan çok göz yaşı dökerdi. Dünyânın parlaklığına ve malına îtibâr etmezdi. Elde ettiği makam ve mevkilerden ve herkesin kendisine gösterdiği teveccüh ve iltifattan dolayı, kibir, gurûr ve ucba kapılmazdı. Her taraftan âlimler, halledemedikleri meseleleri arz etmek için ona mürâcaat ederlerdi. Sâlih ameller ve müstecâb duâlar sâhibiydi.

Takıyyüddîn Sübkî, kimde olursa olsun, faydalı bir şeyi görünce onu beğenirdi. Faydalı ve güzel birşeyi, kendisinden küçük birisinden bile duysa, onu dinlemekten uzak durmaz, yüz çevirmezdi. O çok hayâ sâhibiydi. Kimseyi utandırmak istemezdi. Talebeleri bâzan kendisine, bilinmeyen ve duyulmamış bir şey gibi herhangi bir konuyu anlattıkları zaman, onlara bir şey demez, onları hoş karşılardı. Hattâ onlara garip bir şey imiş gibi anlattıkları o konuyu, çeşitli kitaplardan naklederdi. Bu sebeple talebeler, ona hayret ederdi. Zîrâ onlar, ilk önce onun bu meseleden haberi yok sanırlardı. Fakat Takıyyüddîn Sübkî, yine de onların heveslerini kırmazdı. O, âlimlere karşı çok edebliydi. Onun Peygamber efendimize olan muhabbeti, sevgisi ve hürmeti, anlatılamıyacak derecedeydi.

Takıyyüddîn Sübkî, her ilimde mütehassıs idi. Selef-i sâlihînin yolunda, sünnet-i seniyye üzere bulunuyordu. Hakkı söylemekten çekinmezdi. Ayakta, otururken, binekte ve yürürken bile Kur?ân-ı kerîm okurdu. Hocaları ona çok kıymet verirdi. Mütehassıs olduğu bütün ilim dallarında, zamânında onun gibisi görülmedi. Bütün âlimler, onun bütün zamânını ilme adadığına inanırlardı.

Anadolu´da yetişen velîlerden Taşkesenli İbrâhim Efendi (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Agıt Bey şöyle anlatır: ?Bir akşam bâzı sürgün arkadaşlarla birlikte İbrâhim Efendiyi ziyârete gittik. Hepimiz sıkıntılı ve geleceğimizin ne olacağı merâkı ve endişesi içinde sohbeti dinliyorduk. Bir süre sonra bizlere; ?Hiç üzülmeyin, yakında hepi- niz evlerinize gideceksiniz. Çoluk çocuğunuzla refah içinde yaşıyacak- sınız. Ben de geleceğim, ancak ne zaman ve nasıl geleceğimi söyleye- mem? dedi. Birkaç gün sonra vefât etti ve Demirci´de defnedildi. "Ben de gelirim." deyip burada kalışına, hepimiz hayret ettik. Bir süre sonra biz evlerimize gönderildik. "Ben de gelirim." sözünün mânâsını ancak yirmi yedi sene sonra naaşının nakli sırasında anladık.?

İbrâhim Efendi (H.1346) senesinde Demirci?de vefât etti ve buraya defnedildi. Sevenleri tarafından üzerine bir türbe yaptırıldı. 1954 senesinde türbenin bulunduğu yerden yol geçeceği için, kabrin nakli gerekti. Durum oğlu Abdülkuddüs Efendiye bildirildi ve izin istendi. Abdülkuddüs Efendi, babasının naaşını Erzurum?a nakledeceğini bildirerek, yola çıktı. Kalabalık bir cemâat ile kabir açıldı. 27 sene toprak altında kalan İbrâhim Efendinin kefeninde en ufak bir leke yoktu. Durum Erzurum ve Demirci´de büyük yankı uyandırdı. Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendinin oğlu Şeyh Mehmed Sırrı Efendinin nezâretinde ve büyük bir cemâatle Taşke- sen köyüne defnedildi. Kabri ziyâretgâh mahallidir.

Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya yalvarmaktan zevk alan bir zâttı. İbâdet, bedenleri için gıdâ, kalbleri için hayattı. Uzun zaman ayakta ibâdet etmekten yorulmazdı. Çok namaz kıldığı için, alnında secde yeri iz olmuştu. Bir kimse bir şey sorarsa bütün teferruatıyla anlatır, başka bir kimseye sormaya lüzum bırakmazdı. Hazret-i Tâvûs bin Keysân, yatağına yattığı zaman, sağa sola döner rahat edemez, bunun üzerine kalkar sabaha kadar namaz kılar ve; ?Âbidlerin uykusu, Cehennem´i hatırlamaktır.? derdi. Böyle kırk sene yatsı namazının abdestiyle sabah namazını kılmıştır. Kırk defa hacca gitti.

Duâsı kabûl olan zâtlardandı. O derece cesur ve kuvvetli kalbe sâhipti ki, öldürüleceğini bilse bile gayrimeşrû bir işi aslâ yapmaz ve dalkavukluğa kaçacak bir sözü hiç kullanmazdı. Hazret-i Tâvûs ateşten çok korkar, gördüğü yerde aklını kaybedecek gibi olurdu. Çünkü ateşi görünce Cehennem´i hatırlardı. Bir defâsında, ocaktan çıkan alevi görünce bayıldı.

Doğruyu söylemekten hiç çekinmezdi. Zamânının devlet adamlarına gider, onlara nasîhat verirdi. Sultânın açtırdığı kuyudan hayvanını sulamazdı. Yaptığı doğru olan işler için ayıplanmaktan korkmaz, ayıplanma ile, hak bildiği yoldan ayrılmazdı.

Endülüs´te yetişen İslâm âlimlerinden ve büyük velîlerden Tâzî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hadîs, fıkıh, kırâat gibi ilimlerle birlikte, Arab dili ve edebiyâtına da vâkıftı. Ebû Sâlim Tâzî hazretleri, âlimlerin imâmı, söz ve şiir söyleyenlerin en belîğ olanıydı. Dünyâya düşkün olmayanların, ha- ram ve şüphelilerden çok sakınanların önde geleni olup, velî, sâlih, ârif ve âbid bir zâttı. Şâirliği de çok kuvvetli idi. Resûlullah efendimizi medhe- den çok güzel kasîdeler yazmıştır. Allahü teâlânın sâlih kullarından idi. Kur´ân-ı kerîm ilimlerinde imâm derecesinde yüksekti. Lenguistik (dil) il- minde öncü, hadîs ilminde hâfız, fıkıh ilminin usûl ve fürû´unda söz sâhibi idi. Akâid ilminde derin âlimdi. Müslümanların imâmıydı. Âlimlerin yüksek ilimlerini, evliyânın üstün hâllerini kendisinde toplamıştı.

Aklının kemâlinde, hilminin ve yumuşaklığının yüksekliğinde, ilminin çokluğunda, güzel ahlâkı ile ulaştığı derecelerin üstünlüğünde, herkesle iyi geçinmekte, akrân ve emsâlinin hepsinden üstündü. Allahü teâlânın izni ile kerâmet olarak, insanların hâllerine vâkıf olurdu. İnsanların haklarına çok riâyet ederdi. Sâdece akıl ve hilmdeki üstünlüğünün darb-ı mesel hâline gelmiş olması, onun büyüklük ve üstünlüğünü göstermesi bakımından kâfidir.

İbrâhim Tâzî hazretleri, insanlara hiç sıkıntı vermediği gibi, onlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere de çok sabreder, hiç karşılık vermezdi. Başkaları onun bu hâllerini gördükçe; "Biz olsak bu hâle hiç sabredemeyiz." diyerek, onun hâline imrenirlerdi.

İbrâhim Tâzî, Allahü teâlânın rızâsı için insanlara iyilik eder, onlara iyilik etmelerini, başkalarına faydalı olmalarını tavsiye ederdi.

İnsanları idâre etmekte, yüzlerine gülmekte, onlara iyi muâmelede bulunmakta çok yüksekti. Herkese açılmış, yayılmış olan iyilikleri ve güzel hâlleri ile insanların gönlünde taht kurmuştu.

Basîret gözü ile insanların hâllerini anlar, herkese kâbiliyet ve istidâdına göre konuşurdu. Onları Allahü teâlânın yoluna dâvet eder, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri şekilde îtikâdlarını düzeltmeleri, Allahü teâlâya çok ibâdet ve tâat etmeleri ve O´nu çok zikretmeleri için nasîhat ederdi.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin doğumundan itibaren üstün halleri görülmüş olup, annesi nifastan (lohu- salık hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunlarını son olarak görüp vedâlaşmak istedi ve onlarla tek tek vedâlaştı. Torunu Ubeydullah-ı Ahrâr´ı da görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyle- di. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. Getirilince, beni yata- ğımdan kaldırın deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah-ı Ahrâr´ı ku- cağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Benim istediğim çocuk bu- dur. Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman hayatta olmam. Bunun â- lemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şânı â- lemi tutacak, İslâmiyete hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun emrine itâat edecekler. Bundan zuhûr edecek işler, önceki âlimlerden zuhûr etmemiştir." Daha birçok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah-ı Ahrâr´ın babası Mahmûd Şâşî´ye; "Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et." vasiyetinde bulundu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri çocukluğundaki hâlini şöyle anlattı: "Küçüklüğümde, bende kuvvetli bir vâhime, hayâlgücü vardı. Şöyle ki; yalnızbaşıma evden dışarı çıkamazdım. Bir gece bana öyle bir hâl oldu ki, kalbim Ebû Bekr Şâşî´nin kabrini ziyâret etme şevki ile doldu. Hemen evden çıktım, kabri başına varıp, kabre karşı oturdum. Kalbime hiçbir korku gelmedi. Bir saat kadar böyle kaldım. Oradan Şeyh Hâvend Tâ- hûr´un kabrine gittim. Yine içimde bir vehm ve korku yoktu. Oradan Şeyh İbrâhim Kimyager´in kabrine, Şeyh Zeynüddîn Kûy-i Ârifan´ın kabrine git- tim. İçimde hiçbir korku yoktu. Bundan sonra artık bende, kabirlerde ve korkulu yerlerde, büyüklerin rûhâniyyetinin bereketiyle hiçbir korku hâli kalmadı. Bundan sonra hiç korkmadım. Taşkent´in bütün mezarlarını do- laşmayı âdet edindim. Mezarlar birbirinden uzak yerlerde idi. Bir gecede hepsini dolaştığım oluyordu. Bu sıralarda yeni kendime gelmiştim. Ev halkı benim geceleri böyle dolaşmamdan telâşa düşmüş ola­caklar ki, peşimden süt kardeşimi göndermişler. Benim ne yaptığımı öğrenmek is- temişler. Bir gece Şeyh Hâvend Tâhûr´un kabri şerîfinin yanında idim. Süt kardeşim çıkageldi. Yanıma gelir gelmez, elini üzerime koyup tit- remeye başladı. "Sana ne oldu?" dedim. "Gözüme garip şeyler görünü- yor, az kaldı helâk olacaktım." dedi. Onu alıp, eve götürüp bıraktım. Ev halkına demiş ki: "Artık ondan şüphelenmeyiniz. Ondan dolayı hoşnud olunuz. Biliniz ki o, bizden bambaşka bir hâle düşmüş. Karanlık gecede, on kişinin bir grup hâlinde sokulamayacağı mezarlar başında kimsesiz, sabaha kadar kalmaktadır." Ev halkı bunu öğrendikten sonra, benim bambaşka bir hâle tutulduğumu anlayıp, hakkımda başka ihtimâller düşünmediler."

Mevlânâ Fethullah Tebrîzî şöyle anlatmıştır: "Seyyid Kâsım´ın sohbetine çok devâm ederdim. Tasavvufa öyle merak salmıştım ki, tasavvufa dâir ince meselelerin konuşulduğu bu mecliste sabahlardım. Gözüme uyku girmezdi. Bir defâsında Seyyid Kâsım´ın sohbetindeyken, içeriye Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr girdi. Seyyid Kâsım, onu büyük bir alâka ile karşıladıktan sonra, garîb, meârif ve acâib hikmetler konuşmaya başladılar. Dikkat ettim, Ubeydullah-ı Ahrâr´ın her ziyârete gelişinde, Seyyid Kâsım gayr-i ihtiyârî en ince meseleleri ve sır bahislerini açardı. O zaman öyle hâller olurdu ki, başka zaman o şekilde olmazdı. Bir gün Ubey- dullah-ı Ahrâr, Seyyid Kâsım´ın meclisinden kalkıp gittikten sonra, Seyyid Kâsım bana; "Mevlânâ Fethullah! Bu kâfilenin dili, sözleri gâyet tatlıdır. Ama yalnız dinlemekle iş bitmez. Eğer himmet sâhiplerinin temenni ettiği saâdete kavuşmak istersen, bu Türkistanlı gencin eteğini bırakma! O, zamânın bir hârikası, devrânının bir tânesidir. Ondan çok büyük işler, te- cellîler zuhûr edecek ve dünyâ onun velâyet nûruyla dolacaktır." Seyyid Kâsım´ın bu sözlerinden, içime Ubeydullah-ı Ahrâr´ın kemâl ve olgunluk zamânına ulaşma arzusu düştü. Sultan Ebû Saîd zamânında, Ubeydul- lah-ı Ahrâr Taşkent´ten Semerkand´a geldi. Hizmetine girdim. Kısa za- manda Seyyid Kâsım´ın işâret ettiği üstünlükleri onda görüp anladım."

Ynt: Evliya Hayatından Sahifeler By: neslinur Date: 29 Mart 2010, 03:05:41
Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: "Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim."

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi."

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydul- lah-ı Ahrâr hazretleri H.895 senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce; "Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; "Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâ- retidir." hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir." buyurdu.

Konya´nın büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan îtibâren Kur´ân-ı kerîm, hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini öğrenmeye, tasavvufda yükselmeye başladı. Kısa zamanda zâhirî ve bâtınî ilimlerde söz sâhibi olacak şekilde yetişti. Çok zekî, pek edebli idi. Her hâliyle Mevlânâ´ya benzerdi. Geceleri sabahlara kadar ibâdet eder, boş yere hiç vakit geçirmezdi. Devamlı ilim öğrenmeye ve insanlara faydalı olmağa gayret ederdi. Çok heybetli idi. Görenlerde, korku ile karışık bir saygı hâsıl olurdu. Yanına beyler, emîrler, makâmı yüksek kimseler, âlimler, velîler gelir, sükût ederek onu dinlerlerdi. Herkesin mertebelerine göre konuşur, sözlerinin herkes tarafından anlaşılmasını sağlardı. Kimsenin kabahatini yüzüne vurmaz, sohbetlerinde ortaya konuşurdu. Mânevî derecesine göre herkes hissesini alırdı. Başkalarının kalblerindeki gizli bilgileri, sormak istedikleri suâlleri anladığını belli etmez, dolaylı yollardan suâllerin cevaplarını verirdi. İslâmiyeti yaymak, Ehl-i sünnet îtikâdını her tarafa duyurmak için çeşitli memleketlere gitti. Doğu Anadolu´yu, İran´ı, Âzerbaycan´ı gezdi. Her gittiği yerde İslâmiyetin güzelliğini, büyüklüğünü anlatıp, doğru ibâdet etmenin, ihlâslı olmanın, her işi Allah rızâsı için yapmanın ehemmiyetini îzâh ederdi. Geçtiği şehirlerdeki âlimler, onun sohbetlerine hayran kalırlar, ayrılırken şehir dışına kadar çıkarak, onu teşyî ederlerdi.

Bursa´da yaşayan büyük velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Mehmed Efendi, daha küçük yaşta bulunan oğlu Muhammed Üftâde´yi, ipek satan bir tüccarın yanına çalışmaya verdi. Muhammed Üftâde, orada çalışmaya başladı. Fakat bir hafta içinde, ustası ve babası vefât edince, çocuk yaşta âilesinin geçim yükünü omuzuna aldı. Hem çalışıyor, annesinin ve kardeşlerinin kimseye muhtâc olmadan geçinmelerini sağlıyor, hem de boş zamanlarında Bursa´daki medreselere gidip gelerek, zâhirî ilimleri öğrenmeye gayret ediyordu. Seneler sonra, zâhirî ilimleri öğrenerek, Bursa Ulu Câmiinde müezzinlik yapmaya başladı. Sonra Doğan Bey Câmiine imâm oldu. Senelerce bu vazifeyi yaparak, insanların ibâdetlerini doğru yapmasına vesîle oldu.

Bir gün rüyâda Seyyid Emîr Buhârî hazretlerini gördü. "Bizim câmide vâz ve nasîhat eyle!" emri üzerine, sabahleyin Emîr Buhârî Câmiinde vâz ve nasîhate başladı.

Muhammed Üftâde, uzun boylu, müşfik bakışlı, devamlı tebessüm hâlinde olan bir zâttı. Görünüşü ile etrâfındakilere güven ve îtimâd telkin eder, herkesin takdîrine mazhâr olurdu. Kur´ân-ı kerîm okurken, güzel sesinde sanki ağlıyormuş hâli müşâhede edilirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, kalb kırarım korkusuyla kendine hakâret edenlere bile hiç karşılık vermezdi. Câmiye sabah herkesten önce gider, yatsı namazından sonra orada gece geç vakitlere kadar ibâdet ederdi. Bâzı geceler evine giderken, ıssız sokaklarda bir sarhoşa rastlasa, ona yardım ederek evine kadar götürürdü. Herkese yardım ettiği için, Bursalılar onu çok severdi.

Vakitlerini hep ibâdet yaparak geçiren Muhammed Üftâde, tasavvuf büyüklerinin yolunda bulunmayı arzu ettiğinden, bir velînin yanında yetişmeyi çok isterdi. Bu sebeple, böyle bir velîyi hep arar dururdu. Bir gün Karacabeyli Hızır Dede isminde bir velînin Bursa´ya geldiğini ve Ulu Câminin yanında ikâmet ettiğini öğrendi. Huzûruna varıp, talebesi olmak istediğini bildirdi. O da kabûl ederek, Muhammed Üftâde´yi yetiştirmeye başladı. Muhammed Üftâde, hocasının verdiği her vazifeyi en güzel şek­liyle yaparak hizmet ediyordu. Nefsini terbiye etmek için, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapıyordu. Haramlardan şiddetle kaçıyor, şüpheli korkusuyla mübahların bile fazlasını terkediyordu. Bu şekilde hocası Hızır Dede´nin terbiyesinde sekiz yıl canla başla çalıştı. Onun vefâtından sonra da Şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde ederek kalb gözü açıldı, kemâle gelip olgunlaştı. Her nefes alıp vermesinde Allahü teâlâya hamd eder, cenâb-ı Hakk´ı bir an olsun hatırından çıkarmazdı. Lüzumsuz hiç konuşmazdı. Konuştuğu zaman da hikmetler saçar, dinleyenlerin herbiri, kâbiliyeti kadar istifâde ederdi. Onun bu konuşmalarını talebesi Azîz Mahmûd Hüdâyî Vâkı´ât adlı eserinde topladı.

Rumeli velîlerinin büyüklerinden Üryânî Mehmed Dede (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) küçük yaşta ilim tahsîli ile meşgûl oldu. Çeşitli dallarda ilim sâhibi olduktan sonra, aşk-ı ilâhî´nin cezbesine kapılıp kendinden geçti. Dizkapağı ile göbeği arası hâriç, diğer taraflarına bir şey giymez oldu. O şekilde etrafta dolaşmaya başladı. Mısır´a kadar gitti. Birkaç se- ne Kâhire çevresinde kalıp, sıkıntı ve riyâzetler çekti. Vahşîlerle birlikte nice yıllar geçirdi. Yıllar sonra Kâhire´ye girdi. Gülşenî dergâhına vardı. O sırada İbrâhim Gülşenî hazretleri vefât etmiş, oğlu Emîr Ahmed Hayâlî yerine kalmıştı. Emîr Ahmed Hayâlî, Üryânî Dede´yi görünce; "Hüner, in- san olmaktır, hayvan gibi ot otlamak değildir." deyip, nasîhatte bulundu. O da orada kalıp, Hayâlî´nin feyz ve himmetinden istifâde etti. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Ahlâkı güzelleşti. İbâdet ve hâlleri düzeldi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, Resûl-i ekremin yolunu yaymak vazi- fesi ile memleketine geri gönderildi.Yergöğü´nde ikâmet edip, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin mesnevî tarzında yazdığı Mânevî adlı eserini oku- yup açıkladı. İnsanlara nasîhatlerde bulundu. H.999 senesinde Yergö- ğü´nde vefât edip annesinin yanına defnedildi. "Yergöğü´nün kutbu vefât eyledi." şeklinde vefâtına târih düşürüldü. Her ikisinin kabri de ziyâretgâh olup, onları vesîle ederek yapılan duâların kabul olduğu çok kere görül- müştür.

Üryânî Dede, Yergöğü´nde birçok talebe yetiştirip, güzel nasîhatleri, tatlı dil ve güler yüzü, güzel ahlâkı, faydalı ilmi ile insanlara doğru yolu gösterdi. Kendisinde görülen hal ve kerâmetler, Allahü teâlânın izniyle birçok kimsenin sâlih müslüman olmakla şereflenmesine sebeb oldu.

Hünkâr şeyhi denmekle meşhur velî Vânî Mehmed Efendi (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bilgisi ve hitâbetiyle, herkesin hayranlığına mazhar oldu. Erzurum beylerbeyi Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa ile sohbet e- dip, nasîhatlerde bulundu. Fâzıl Ahmed Paşanın babasının vefâtı üzeri- ne sadrâzam tâyin olunarak İstanbul´a çağrılmasından sonra, Mehmed Efendinin nâmı İstanbul´da da duyulmaya başladı. Pâdişâh Dördüncü Mehmed Hanın emriyle İstanbul´a çağrıldı. Pâdişâh hocası (Hünkâr şeyhi) ve Yeni Câmide ilk kürsü vâizi oldu. Şehzâde Mustafa´nın da hocalığını yaptı. Pâdişâh vâizi olunca, şehzâde Mustafa´nın terbiyesini, talebesi ve dâmâdı Feyzullah Efendiye bıraktı. Pâdişâh hocası olmasından dolayı "Şeyh Mehmed" nâmıyla anılmaya başlanan Mehmed Efendinin Yeni Câmi kürsüsünden ettiği vâzlar, büyük îtibâr gördü. Zühd ve takvâsı, dünyâya ehemmiyet vermeyip, Allahü teâlâdan çok korkması, îtibârını yükseltti. Vâz ve nasîhatleri pek tesirli oldu. 1665 senesinde bâzı sahte tarîkatçıların çığırdan çıkan, zaman zaman İslâmiyetin dışına taşan hâl ve hareketlerinin durdurulması için ferman çıkarttı. Zamânında Sabatay Sevi adında bir haham kendisinin Mesih olduğuna dâir bir takım sapık fikirler ileri sürmüştü. Bir ihbâr üzerine yakalanıp Edirne´ye getirildi. Edirne sarayında Şeyhülislâm Minkarizâde Yahyâ Efendi ve Sultanın imâmı Vânî Mehmed Efendiden müteşekkil bir dîvân kuruldu. Pâdişâhın bitişik odadan tâkib ettiği görüşmeler sonunda Sabatay kendisinin müslüman olduğunu söyledi ve dönme olduğunu îlân etti. Onun müslüman olmuş görünmesiyle ilgili olarak Vânî Mehmed Efendi; "Bu adamın müslümanlığı kalbî hisler ve ihlâs ile kabûl ettiğine kâni değilim. Fakat dînimiz şüpheyi reddeder ve kişinin îmânı üzerinde hüküm ancak cenâb-ı Hakk´ındır. Bu îtibârla ihlâs ile müslüman olmasını niyâzdan başka bir şey yapamam." diyerek İslâmiyetin hükümlerine bağlı olduğunu gösterdi.

İstanbul´daki meşhûr velîlerden Vefâ Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir ara hacca gitmişti. Hacdan deniz yolu ile dönerken, yolda hıris- tiyan korsanları tarafından gemisi yağma edilip, kendisi de esir edildi. Rodos Adasına götürülüp hapsedildi. Zamânının gözüpek kahraman- larından Kahramanoğlu İbrâhim Bey tarafından, esir alanlara para verilmek sûretiyle esâretten kurtarıldı. Hürriyetine kavuştu. İstanbul´a dönüşlerinde, şimdi kendi ismi ile anılan "Vefâ" semtine yerleşti. Vefâtına kadar burada yaşadı. İnsanlara doğru yolu göstermek, dînimizin emir ve yasaklarını bildirmek ile meşgûl oldu.

Evliyâdan ve büyük İslâm âlimlerinden Vekî´ bin Cerrâh (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) vaktinin çoğunu ilim meclislerinde geçirirdi. Gece sahura kalkıp, sabah namazından öğle vakti öncesine kadar ilim meclisinde, muhaddislerin yanında bulunurdu. Öğle namazına kadar kaylûle yapıp, uyurdu. Öğle namazını cemâatle kıldıktan sonra tekrar ilim meclisine gidip, ikindiye kadar fıkıh ile meşgûl olurdu. İkindiden akşam namazı vaktine kadar Kur´ân-ı kerîmin tedrisi ve ibâdet ile meşgûl olurdu. İftar için evine gidip, hazırlanan yiyeceklerden akrabâlarına da ikrâm ederdi. Geceleri nâfile namaz kılıp, Kur´ân-ı kerîm okur, tövbe ve istigfâr ederdi. Bütün günlerini böyle geçirirdi. Bayramlar ve yevm-i şek hâriç, senenin diğer günlerini oruçla geçirirdi. Oruçlu olduğunu saklamaya çalışırdı. Yahyâ bin Eksem, onun günlük hayâtını şöyle anlatır: "Vekî´ ile hazar ve seferde beraber arkadaşlıkta bulundum. Bütün günlerini oruçlu geçirip, her gece Kur´ân-ı kerîmi hatmederdi."

Büyük velîlerden Abdülkâdir Dücânî Yâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Küçük yaşta Kur?ân-ı kerîmi ezberledi. Tecvîd ilmini öğrendi. Sonra amcası Mevlânâ Seyyid Şeyh Selim Dücânî?den ilim tahsîl etti, duâsına kavuştu. Amcası vefât edince zamânının büyük âlimlerinden ders alıp, sohbetlerinde bulundu. Aklî ve naklî ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Amcasının oğlu Mevlânâ Şeyh Hüseyin ve büyük âlim Şeyh Muhammed Trablûsî, Şeyh Mahmûd Râfî ve başkalarıyla görüştü. Onlarla ilmî müzâkerelerde bulundu.

Abdülkâdir Yâfiî, Allahü teâlânın sevgili bir kulu idi. Bütün ilimlerde, özellikle hadîs ve tasavvufta emsâlsiz idi. Tasavvufta Kâdirî yolunu, Mevlânâ Ali Geylânî´den öğrenip, icâzet, diploma aldı. Ayrıca Rufâî, Ahmedî, Düsûkî, Kâdirî, Halvetî yolunu amcasının oğlu ve hocası Şeyh Hüseyin Selim Dücânî?den aldı. Şâziliyyeyi de, Şeyh Muhammed Cisr?- den aldı. Çok cömertti. Yafa?daki evi, misâfirlerin ve yolcuların barına- ğıydı. Misâfiri çok sever, tanıdık, tanımadık herkesi, yedirir, içirir, barındırırdı. Allahü teâlâ onun evine öyle bir bereket vermişti ki, pek az bir nafaka, evine ve misâfirlerine yeterdi. Büyük himmet sâhibiydi. Senenin kış ve bahar aylarına rastlayan altı ayında Yafa´daki evinde kalır, diğer altı ayda da köyleri şehirleri dolaşır, insanlara nasîhat ederdi.

Abdülkâdir Yâfiî, nereye gitse doğru yolun âşıkları hemen kendisine talebe olurdu. Allahü teâlâ ona çok büyük mânevî üstünlükler ihsân etmişti. İnsanlara hizmet için çırpınır, bu sebeple şehirleri, köyleri dolaşır, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretirdi. Aralarındaki anlaşmazlıkları hallederdi. Verdiği hükümlerden herkes râzı olur, kimse îtirâzda bulunmazdı. Herkesin sevgi ve îtimâdını kazanmıştı. Halk onun gelmesine çok sevinir, büyük-küçük, herkes, onu karşılardı. Allahü teâlâ onun sevgisini herkesin kalbine koymuştu. Gittiği yerlere talebelerini de götürürdü. Sözünü işiten, onun Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu anlardı. Muhammed aleyhisselâmın ahlâkı üzere idi. Büyük-küçük herkese karşı alçak gönüllüydü.

İstanbul?da yetişen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Şamlı Ömer Efendi uzun müddet Trabzon?da kâdılık yaptı. Yahyâ Efendi orada dünyâya geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da Trabzon?da aynı sene aynı haftada doğdu. Kânûnî ile süt kardeşi oldular. Kânûnî dünyâya geldiğinde, annesi Âişe Hafsa Sultanın sütü kesilmişti. Bunun üzerine Kânûnî?yi Yahyâ Efendinin annesi emzirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân, sultan olunca, ona çok yakın alâka gösterdi. Çok yardım edip, İstanbul?daki meşhûr yerine yerleştirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Han bir gün Yahyâ Efendiye hatt-ı şerîf gönderip; ?Birâderim Yahyâ Efendi! Şaşılacak şeydir ki, bizi terkettin. Hayli zamandır görüşemedik. Buna sebep nedir? Eğer bizden size karşı bir kusur meydana geldi ise kerem edip af buyurunuz. Teşrif edip bizi sevindiriniz. Böylece kırık gönlümüz neşelensin.? dedi. Hatt-ı şerîf, Yah- yâ Efendiye ulaşınca, kâğıt kalem istedi ve Kânûnî?ye cevap yazıp onun görüşme isteğini kabûl etti. Dergâhına dâvet etti. Sohbette bulundular.

Askerî ve mülkî erkân, ahâlinin ileri gelenleri, çevredeki ve uzak yerlerdeki insanlar, tüccârlar ve bilhassa gemiciler, Yahyâ Efendiyi ziyâret ederler, hediye ve adak gönderirler, hâcetleri için duâ isterlerdi. Yahyâ Efendi, yanına gelen ziyâretçilere çeşit çeşit yemekler, şerbetler ve meyveler ikrâm eder, geleni boş çevirmezdi. İyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok- tu. Bâzan şehrin ileri gelen zâtları ile ilim sâhiplerini dâvet eder, çeşit çe- şit ikrâmlarda bulunurdu. Bâzan da fakir ve yoksullara ziyâfet çeker, gö- nüllerini alırdı. Her sene Resûlullah efendimizin, dünyâya teşriflerinin se- ne-i devriyyesi olan mevlid kandilinde, daha çok iyilik ve ikrâmlarda bulunur, daha geniş ziyâfetler verirdi. İlim talebelerinden, fakirlerden ve zayıflardan ziyâretine gelenlere çok sadakalar verir, en aşağı hediyesi kayık ücreti olurdu. Bahçesinde bulunan meyvelerden Kânûnî Sultan Süleymân Hâna takdîm ve hediye eder, Sultân da ona, maddî yardımda bulunurdu.

Yahyâ Efendi, çeşitli ilimlerde söz sâhibi olup, naklî ilimlerden başka; tıb, hikmet, hendese ve fizik gibi aklî ilimlerde de mahâret ve ihtisas sâhibi idi. Duâsı Allahü teâlânın izniyle hastalara şifâ olurdu. Kendisi, hem zâhirî, hem de bâtınî kemâlâta sâhipti. Üveysî idi. Dil ve gönül ehli, şâir, tabîb, hakîm, cömert, kerîm (iyilik edici), şefkatli, yumuşak huylu, zekî, iyi huylu, takvâ ve güzel ahlâk sâhibi bir zâttı. Ziyâretine gelenler, onun kereminden, kerâmetinden, hikmetli sözlerinden, tıbba dâir bilgilerinden, ilim ve fazîletinden istifâde ederler, feyz almış olarak dönerlerdi. Sohbe­tinde bulunanların herbirine ?Âşık? diye hitâb ederdi. Sohbetlerinde din büyüklerinden bahseder, onların menkıbelerini, güzel hâllerini anlatırdı.

Yahyâ Efendinin iyilik, ikrâm ve ihsânları pekçok olmakla birlikte, kendisi gâyet sâde bir hayat yaşar, her türlü lüzumsuz âdetten kaçınır, resmiyetten uzak dururdu. Tekellüf ve fazla masraftan uzak olup, elbisesi ve sarığı sâdeydi.

Çeşitli yerlerden adak ve hediye olarak gelen malların çoğunu, binâ yapmakta ve bahçelerinin bakımında harcardı. Her tarafta binâlar yapardı. Yaptığı inşâatın biri tamam olmadan diğerine başlardı. Mescid, medrese, tıb mektebi, hânekâh, hamam gibi binâlar inşâ ederdi. İnşâat işinde çok mâhir idi. Dağları kazdırır, toprakları indirip, deniz sâhillerini doldurur, oralara yeni binâlar yapardı. Böyle çok binâ yapmasının hik­meti suâl edildiğinde; ?Bekara sûresi 36. ve A?râf sûresi 24. âyet-i kerîmelerinde meâlen; ?...Yeryüzünde sizin için bir vakte (ömrünüzün, ecelinizin sonuna) kadar, yerleşmek, geçinmek ve menfaatlenmek vardır.? buyruldu. Bizim ve bizden sonra gelip yolumuzda olanlar için, en güzel kalma yerleri, en münâsip ve lâzım olan yerler böyle binâlardır. Bunun için bu tip binâların inşâsına bu kadar gayret ediyoruz.? buyururdu.

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçüklüğünde bile fevkalâde edep ve ahlâk sâhibi bir çocuktu. Bir gün arkadaşları ile oyun oynarken, evliyânın büyüklerinden İzzeddîn Halvetî?nin oğlu ile Sadreddîn Halvetî?nin dâmâdı olan Pîrzâde hazretleri onu gördüler. Çocuğu bir müddet seyrettikten sonra, birbirlerine; ?Allahü teâlâ bu çocuğa, dedelerinin edebini, olgunluğunu ve güzel huyunu ihsân etmiş. Duâ edelim de, Halvetî yolunun feyz ve mârifetlerine de ka­vuşsun.? dediler. El açıp cenâb-ı Hakk?a yalvarıp, uzun uzun duâlar ettiler. O gece Seyyid Yahyâ, rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Sevgili Peygamberimiz; ?Evlâdım Yahyâ! Halvetî yolunun büyüklerinden olan Sadreddîn?e git. Onun sohbeti ve hizmetiyle şereflen!? buyurdu. Sabah olunca, yaşının küçüklüğüne bakmadan, Sadreddîn Halvetî?nin huzûruna koştu. Onun terbiyesi altında ilim öğrenmeye başladı. Kısa zamanda hocasının feyz ve bereketleri ile, ilimde ve tasavvuf yolunda pek yüksek derecelere kavuştu.

Büyük velîlerden Ya?kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun îtikâd ve amel etmekte, fakirleri korumakta, ihtiyaç sâhiplerinin yardımlarına koşmaktaydı. Allahü teâlâ- nın muhabbeti ile yanardı. Zühd sâhibi olup, dünyâlık şeylere ilgi ve alâ- ka göstermezdi. Dünyâlık bir iş için herhangi bir kimseye yalvardığı, boyun büktüğü hiç vâki olmadı. Dâvet edilmediği yere gitmez, lüzumsuz dünyâ kelâmı söylemezdi. Herkese; âhirete yarar işler yapmayı teşvik edici, dünyâya düşkün olmaktan men edici sözler söylerdi. Her hâli, hareketi ve tavrı makbûldü. Herkesin yanında yüksek îtibârı vardı. Yüzünde, İslâm dînine uygun yaşamanın verdiği nûr parlardı. Etrafına feyz ve nûr yayardı. Uzun seneler Kocamustafapaşa zâviyesinde gönül ve irfân sâhibi talebelere ders verdi. Herkes, kâbiliyeti kadar o nûr çeşmesinden feyz ve bereket alarak yükseldi.

Hindistan´ın büyük velîlerinden Yâr Muhammed Kadîm Talkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine çok hizmet ederek teveccühlerine kavuştu. Gecelerini Kur?ân-ı kerîm okuyarak, namaz kılarak, cenâb-ı Hakk´ın ismini anarak hep ibâdetle geçirirdi. Gündüzleri de oruç tutardı. Çok murâkabe eder, Allahü teâlânın mahlûkları hakkında tefekküre dalardı. Haramlardan ve Peygamber efendimiz zamanında olmayıp dine sonradan ibâdet olarak sokulan şeylerden aslandan kaçar gibi sakınır, şüpheli korkusuyla mübahların dahî fazlasını terkederdi. Yüzü çok güzel olup, görenler hayrân kalırdı. Bir gün arkadaşı Hâşim-i Keşmî hazretlerine; ?Yüzümün güzelliği ve sakalımın düzgünlüğü için şükrediyorum. Sahralarda gezdiğim zamanlar, halktan kim beni görürse hemen salevât-ı şerîfe okur.? dedi.

Yâr Muhammed Kadîm, hocasından izin alarak tam bir fakîrlik ve garîblik içerisinde Haremeyn-i şerîfeyni ziyârete gitti. Bu bereketli seferden dönüşte Hâşim-i Keşmî?ye şöyle anlattı: ?Kâbe-i muazzamanın Rükn-i Yemânî tarafında Resûlullah efendimizin mübârek nûrunu gördüm. O?nun lezzet ve tatlılığından kendimden geçtim. Kendime geldiğimde tuhaf bir hâldeydim. İnsanlar etrâfıma toplanmışlar hayretle bana bakıyorlar, bir taraftan da; ?Bu kimse herhâlde mecnûndur.? diyorlardı. Benim lisân-ı hâlim, senin şu beytine uygundu:



?Bu Leylâ çadırdan çıkarsa eğer,

Dağ ve sahrâlar mecnûn olsa, değer.?



Tasavvuf ehli ve halk şâiri Yûnus Emre (rahmetullahi teâlâ aleyh) şiirlerini arûzla ve daha çok hece vezniyle yazmıştır. Şiirleri açık, derin mânâlı, samîmî ve heyecanlıdır. İlâhî aşk, varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunlara bağlı olarak, dünyânın fânîliği gibi meseleleri en iyi şekilde şiirle anlatmıştır.

Yûnus Emre?yi aynı yolda tâkib eden birkaç şâir daha görülmüştür. Bunlardan bilinenlerden ikisi; ?Âşık Yûnus? ve ?Derviş Yûnus?tur. Yunus Emre?nin en önemli tâkipçisi olan Âşık Yûnus Bursa?lı olup, H.843 yılında vefât etmiştir. Her iki şâirin şiirlerini birbirlerinden ayırmak zordur. Yûnus Emre, Celâleddîn-i Rûmî´nin sohbetlerinde bulunmuştur. Bu sohbetlerin, yetişmesinde büyük rolü olmuştur.

Yûnus Emre?de günü birlik konulara rastlanmaz; geçim endişesi, âile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve âilevî meselelerine hemen hemen hiç yer vermez. O, insanlığın umûmî kader çizgisi üzerinde durmuştur. Bunlar; kabir, ömrün geçişi, ölüm, Allahü teâlâya îmân ve yalvarma, dînî esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasîhatler ve hayâtın gâyesi gibi insanlığa has meselelerdir.

Her yerde, her seste, her renkte, her zaman Allahın varlığını idrâk eden Yûnus Emre, bu dilsiz varlıkların büyük tanıtışındaki gizli dilin hayrânıdır.

Yûnus Emre, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile bütün yakınlarının, dört halîfenin, hazret-i Peygamberin soyundan gelenlerin, bütün İslâm âlimlerinin ezelî âşığıdır. Hiçbir bâtıl cereyana kapılmadığı gibi, onlar karşısında ahlâkî nizâmı, din sevgisini ve gerçek tasavvufu koruyan kültür ve sanat seddi olmuştur. İhlâs ile, her şeyi Allah rızâsı için yapmayı her zaman söylemiştir. Yûnus Emre için "Dervişlik", herkese faydalı olmak ülküsüdür. Şiirlerinde tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınamıştır.

Şerîat, tarîkat yoldur varana,

Hakîkat, mârifet andan içerü.



diye, hakîkî tasavvufu da o târif etmişitir.

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi teâlâ aleyh) haram ve şüphelilerden çok sakınır, çok ibâdet ederdi. Kendi hâlinde yaşar, hâlini belli etmezdi. Kalbinde dünyâ sevgisine yer yoktu. Nefsinin isteklerine hiç uymaz, her an Allahü teâlâyı hatırlardı. Helâlden lokma bulabilirse yer, bulamazsa sabrederdi. ?Allahü teâlânın rızâsının onda dokuzu helâl rızıktadır.? buyururdu. Dokumacılık yaparak nafakasını temin etmeye çalışırdı. Dünyâ malına ve lezzetlerine hiç iltifat etmezdi. Kırk sene müddetle iki gömlekle idâre etti. Birini yıkar, diğerini giyerdi. Âhiretteki sonsuz nîmetleri terk edip de, dünyânın geçici, yalancı ve aldatıcı zevklerini tercih edenlerin zavallılıklarını, gafletlerini ve yakalandıkları bu hastalığın tehlikesini bildirmek için, hazret-i Ali?nin; ?Dünyâ çöplük gibidir. Kim ona tâlib olursa sıkıntılarına katlanmaya hazır olsun.? sözünü sık sık tekrâr ederdi. Hastalandığında ken- disinin haberi olmadan, sultanın doktorlarından birini çağırdılar. Doktor muâyene edip gideceği zaman, Yûsuf bin Esbât oradakilere sordu: ?Dok- tor muâyene ettiği hastalardan, âdet olarak ne alır?? Onlar da; ?Altın alır.? dediler. Bir kese çıkardı ve; ?Bunu ona veriniz.? diyerek yanındakilere uzattı. Baktılar, kesenin içinde on beş altın var. ?Bu çok fazladır.? dediler. Bunun üzerine, ?Olsun, ona verin. Böyle yapmaktaki maksadım, fakir- lerin, sultandan daha mürüvvetli olduğunu bildirmektir? buyurdu.

Büyük velîlerden Ahî Yûsuf Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik zamânında güzel bir kıza tutulmuştu. Bir gün kızla sözleşti. Onu dergâhın bir köşesinde beklemeye başladı. Lâkin kızın bir mânisi çıkıp kararlaştırdıkları yere gelmedi. Yûsuf Halvetî sabaha kadar orada sevdiği kızı ağlayarak bekledi. Sabahleyin dergâh şeyhi Zâhid hazretleri talebelerinden birisine hitâben; ?Evlâdım! Dergâhımızın şu köşesinde bir genç durur. Misâfirimizdir. Çağır gelsin.? buyurdu. Bunun üzerine talebe târif edilen yerde Yûsuf Halvetî?yi buldu ve onu dergâha çağırdı. O da reddetmeyip içeriye girdi. Zâhid hazretlerinin huzûruna çıktı. Zâhid hazretleri, Yûsuf Halvetî?ye hitâben; ?Oğlum! Biz Hakk?ı arayanı böyle avlarız. Artık üzülmene, alğamana gerek yok.? buyurdu. O an Yûsuf Halvetî?nin kalbi Zâhid hazretlerine bağlandı ve talebesi oldu.

Yûsuf Halvetî hocasının bereketli sohbetleriyle yetişip, velî bir zât olunca, Rum diyârındaki insanları irşâd için oraya gitmeye memur edildi. Niğde şehrine gelip, insanlar arasında Tepeviran denilmekle meşhur olan yere yerleşti. Orada bir dergâh ve bir câmi inşâ etti. İnsanlara hak yolun bilgilerini, edebini öğretmekle meşgûl oldu. Çok kerâmetleri görüldü.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf-ı Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) on sekiz yaşında Bağdat?a gelip, fıkıh ilmini Ebû İshâk-i Şîrâzî?den öğrendi. Yaşı küçük olmasına rağmen, Ebû İshâk kendisine husûsî ihtimâm gösterirdi. Bunun ve diğer fıkıh âlimlerinin derslerine devâm etmekle, Hanefî mezhebinde fıkıh ve münâzara âlimi oldu. İsfehan ve Semerkand?da, zamanın meşhûr hadîs âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Tasavvufu Ebû Ali Fârmedî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetinde yetişerek kemâle ulaştı. Abdullah-i Cüveynî, Hasan Simnânî ve birçok büyük zât ile görüşüp, sohbet etti. Kendilerinden ilim öğrendi. Yaya olarak otuz yedi hac yaptı. Kur?ân-ı kerîmi sayısız hatmetti. Gece namazlarında her rekatte bir cüz okurdu. Tefsir, hadîs, kelâm ve fıkıh ilminden yedi yüz cüz ezberindeydi. İki yüz on üç mürşîd-i kâmilden istifâde etti. Yedi bin kâfirin îmâna gelmesine sebeb oldu. Hızır aleyhisselâm ile çok sohbet etti.

Altmış yıldan fazla, insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. Yüzlerce talebe ondan ders aldı. Abdullah-i Berkî, Hasan-ı Endâkî, Ah- med Yesevî ve Abdülhâlık-ı Goncdüvânî gibi büyük velîler yetiştirdi. Bun- lardan Ahmed Yesevî, Türkistan tarafına göç edip, insanları irşâd ederek büyük hizmetler yaptı. Yûsuf-i Hemedânî, bütün dostlarına, talebesi Ab- dülhâlık-ı Goncdüvânî?ye tâbi olmalarını söyledi. Kendisinden sonra, bu talebesi insanlara doğru yolu gösterdi.

Yûsuf-i Hemedânî, önce Merv şehrinde bir müddet kalıp Herat?a gitti ve uzun zaman kaldı. Sonra, tekrar Merv?e gelip bir müddet daha kaldıktan sonra Herat?a döndü. Herat?tan Merv?e yolculuğu sırasında vefât etti. Kabri Merv şehrinde olup, ziyâret edilmektedir.

Yûsuf-i Hemedânî, İmâm-ı A´zama pekçok bağlıydı. Irak, Horasan, Mâverâünnehr bölgelerinin muhtelif şehirlerinde bulunarak, halka saâdet yolunu anlatmak ile meşgûl olmuştur. İlmi, fazîleti ve kerâmetleriyle İslâm dünyâsında tanınıp, çok sevilmiştir.

Hakîkî İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî orta boylu, buğday benizli, kumral sakallı, zayıf bir zât idi. Eline ne geçerse muhtaçlara verir, kimseden bir şey istemezdi. Herkese karşı çok iltifât eder, yumuşak ve merhametli davranırdı. Yolda yürürken bile Kur?ân-ı kerîm okumakla meşgûldü. Hoş-dû denilen yerden, câmiye gelinceye kadar bir hatim okur, mescid kapısından, Hasan Endâkî ve Ahmed-i Yesevî hânesine varıncaya kadar Bekara sûresini okurdu. Geri dönerken Âl-i İmrân sûresini bitirirdi. Arada bir yüzünü Hemedân?a çevirir ve çok ağlardı. Selmân-ı Fârisî hazretlerinin âsâsı ile sarığı kendisindeydi. Her ay başında, Semerkand âlimlerini çağırarak onlarla sohbet ederdi. Bir taraftan köylülere ve yanına gelen herkese doğru din bilgilerini öğretmeye çalışır, insanlarla uğraşmaktan, onları yetiştirmek için çalışmaktan hiç sıkılmazdı. Diğer taraftan, ağrılara ve yaralara ilâç yaparak herkesin derdine devâ bulmaya çalışırdı. Böylece, maddî ve mânevî hastalıkların tabîbi, mütehassısı olduğunu isbât ederdi.

Talebelerine ve kendisini sevenlere dâimâ Peygamber efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmelerini tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mah- lûkât için derin bir sevgi ile doluydu. Gayr-i müslimlerin evlerine giderek, onlara İslâmiyeti anlatırdı. Her şeye sabır ve tahammül eder, herkese karşı muhabbet gösterirdi. Altın ve gümüş eşyâ kullanılmasına müsâde etmez, fakirlere zenginlerden daha fazla îtibâr ederdi. Zühd sâ­hibi idi. Dünyâya ehemmiyet ve kıymet vermezdi. Odasında hasır, keçe, ibrik, iki yastık ve bir tencereden başka bir şey bulunmazdı. Talebelerine, dört büyük halîfenin menkıbe ve fazîletlerinden bahseder, onlar gibi ahlâk- lanmalarını nasîhat ederdi.

Osmanlı velî ve âlimlerinden Muhammed Zâhidü?l-Kevserî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası aslen Kafkasyalı olup, memleket- leri Ruslar tarafından işgâl edilince, hicret ederek Anadolu?ya geldi. Bo- lu?nun Düzce ilçesi yakınındaki bugünkü adı Çalıcumâ olan o zamanki adıyla Hacı Hasan Efendi köyüne yerleşti. Muhammed Zâhidü?l-Kevserî bu köyde dünyâya geldi. İlk tahsîlini babasından gördü ve Düzce âlim- lerinden ilim öğrendi. Sonra İstanbul?a gelerek Kazasker Hasan Efendi- nin Dârülhadîs Medresesinde yerleşti. Fâtih dersiâmlarından Eğinli İbrâ- him Hakkı Efendi ile Alasonyalı Ali Zeynelâbidîn Efendiden dînî ve Arabî ilimleri okuyarak, icâzet, diploma aldı. 1907 senesinde yapılan rüûs imti- hânını kazanarak ders vekîli oldu. Ahmed Âsım Efendinin başkanlığın- daki Ahıskalı Ahmed Esad Efendi, Dağıstanlı Mustafa bin Azm Efendi ve Tosyalı İsmâil Zühdü Efendilerden meydana gelen heyet huzûrunda der- siâmlık imtihânını kazandı. Bir müddet Fâtih Câmiinde müderrislik yapan Muhammed Zâhidü?l-Kevserî, 1913 senesinde İstanbul Müderrisliği rüt- besine ulaştı. Fâtih Câmiinde müderrislik yaptığı sırada ayrıca Dârüşşa- faka?da Arapça dersleri okuttu.

Zâhidü?l-Kevserî, Dârülfünûnda (İstanbul Üniversitesi) fıkıh ve fıkıh târihi derslerini okutmak için açılan imtihânı birincilikle kazanmış ise de bu vazîfeye, mevcut öğretim üyelerinden birisi vekâleten getirildiğinden, tâyini gerçekleşemedi. Ürgüplü Mehmed Hayri Efendinin şeyhülislâmlığı sırasında ıslâh edilen medreselerde belâgât, aruz ve ilm-i vâd´ derslerini okuttu. Bu sırada Kastamonu?da açılan yeni bir medreseyi faâliyete geçirmekle vazîfelendirildi. Üç yıl kadar bu vazîfeyi liyâkatle yürüten Zâhi- dü?l-Kevserî, istifâ ederek İstanbul?a döndü. İstanbul?a dönüşü kış mev- simine rastlıyordu. Her taraf karlarla kaplı olduğu için Karayolundan git- meyi tercih etmeyip deniz yolundan gitmeye karar verdi. İnebolu Limanından bindiği eski bir gemi kâh durup kâh dolanarak Ereğli?ye yaklaştı. Zâhidü?l-Kevserî yola böyle devâm etmektense inmeye ve Akteş- şehir?e geçmeye karar verdi. Orası Düzce?ye yakındı. Sefere ara verip Düzce?ye gitmeyi ve şartlar yolculuğa müsâit oluncaya kadar orada kal- mayı düşünüyordu. Gemiden inip bir kayıkla Akteşşehir?e gitmek üzere yola koyuldu. İkindi vaktine doğru deniz hırçınlaştı. Ard arda vuran dal- galar, Zâhidü?l-Kevserî ve Akteşşehir yolcularının bulunduğu kayığı de- virdi. Fakat yolcular devrilen kayıktan ayrılmayıp kayığın kenarlarına tu- tundular. Dalgalarla uğraşmadan dolayı bir müddet sonra Zâhidü?l-Kev- serî de diğer yolcular gibi kendini kaybetti. Denizden çıkarıldığında tek hissettiği şey kulağındaki çınlamaydı. Diğer yolcular da güçlükle fa­kat sağ olarak sâhile çıkarıldılar. Zâhidü?l-Kevserî?nin Kastamonu?ya götürüp de, orada bırakmayıp İstanbul?a geri getirmek için yanına aldığı çok sa- yıda eşyâları ve nefis yazma kitapları sulara gömüldü. Aralarında asır- larca önce yazılmış ünlü âlimlere âit fıkıh, hadîs ve akâid ilimlerine dâir kitaplar da bulunuyordu.

Kazâdan sağ sâlim kurtulan Zâhidü?l-Kevserî hazretleri birkaç gün kalmak üzere Düzce?ye gitti. Bu esnâda İstanbul?dan Dârüşşafaka Medresesine tâyin edildiğini bildiren telgraf geldi. Bu emir üzerine İstanbul?a gelen Zâhidü?l-Kevserî, Dârüşşafaka?daki vazîfesine başladı. Bir ay sonra da Medresetü?l-Mütehassısîne müderris tâyin edildi. Ders vekâleti meclisine üye seçildi. Bir müddet sonra yetmiş beş Osmanlı lirası aylıkla ders vekilliğine tâyin edildi.

Sultan İkinci Bâyezîd Han bir medrese yaptırmış ve bu medresede Şeyhülislâmın bizzat ders vermesini emretmişti. Fakat zamanla Şeyhülislâmlar meşgûliyetlerinin çoğalması sebebiyle kendilerinin yerine ders vermek üzere bir vekil görevlendirmişlerdi. Şeyhülislâmın yerine ders veren bu müderrislere ders vekîli denirdi. Ders vekîlinin yetkisi El-Ezher Üniversitesi rektörünün yetkisine eşitti. Sultan Vahîdeddîn Han zamânında Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ders vekîli olan Zâhidü?l-Kevserî bu şerefli vazîfeyi liyâkat ve üstün başarıyla yürüttü. Sonra Ba­yındırlık Kurulunun, Sultan İkinci Mustafa Hanın yaptırmış olduğu Lâleli Medresesini yıkmasına karşı çıktığı için bu vazîfesinden alındı.

İslâm dînini doğru olarak anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda giden, her türlü sapık ve bozuk cereyânlara karşı olan Zâhidü?l-Kevserî, Osmanlı Devletini batıran İttihâd ve Terakkîye ve onlara âlet olan, din âlimi ve şeyh geçinen fakat İslâmiyetten haberi olmayan kimselere şiddetle karşı çıktı. İstanbul?da kaldığı zamanlar yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelere tahsillerinin sonunda ehliyetli olduklarına dâir icâzetnâme, diploma verdi. Fakat Ehl-i sünnet yoluna ve Ehl-i sünnet âlimlerine olan hücûmlar karşısında kale gibi direnmesini sürdürdüğü için ittihâdçılar ve onların maşaları durumunda olanların haksız ithâm ve hücumlarına uğradı. Ders Vekâleti Meclisi üyeliğini ve müderrislik vazîfesini devâm ettirdiyse de, bâzı ihlâslı kimselerin kendisine, tutuklanması için türlü oyunların tezgâhlandığını haber vermeleri üzerine durum yatışıncaya kadar geçici olarak İstanbul?dan ayrılmaya karar verdi. 3 Kasım 1922 târihinde Mısır?a gitmek üzere İstanbul?dan ayrıldı. Deniz yoluyla İskenderiyye?ye oradan da Kâhire?ye gitti. Birkaç ay Kâhire?de kaldıktan sonra Şam?a gelip bir yıl burada kaldı. Sonra tekrar Kâhire?ye dönerek Câmiü?l-Ezher?de (Ezher Medresesinde) okuyan Türk talebelerin kaldığı Ebü?z-Zeheb Muhammed Bey Dergâhına yerleşti. Orada kaldığı müddet içinde ders okutup talebe yetiştirmekle ve ilmî eserler yazmakla meşgûl oldu. 1928 senesinde tekrar Şam?a gelip bir yıl kaldıktan sonra Kâhire?ye döndü. Dârü?l-Mahfûzâti?l-Mısriyye (Mısır Devlet Arşivi) de bulunan bir kısım Türkçe belgeleri Arapça?ya tercüme etme gibi mütevâzî bir işte çalışarak geçimini sağladı. Bir müddet sonra eşini ve çocuklarını da İstanbul?dan yanına getirtti. Bir oğlu ve üç kızı olan Zâhidü?l-Kevserî, son senelerini ilmî eserler yazmakla geçirdi. Son yıllarda şeker hastalığı ve yüksek tansiyon rahatsızlığına tutuldu.

Bir oğlu ve üç kızı onun sağlığında Kâhire?de vefât ettiler. Zâhidü?l-Kevserî hazretleri de H.1371 senesinde Kâhire?de vefât etti. Câmiü?l-Ezher?de kılınan cenâze namazından sonra Karâfe Kabristanında İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin kabri civârında, dostu İbrâhim Selîm?e âit bölümde defnedildi. Vefâtından sonra ayağına sıcak su dökülüp rahatsızlanan hanımı Türkiye?ye dönmüş ve 1957 senesinde Düzce?de vefât etmiştir.

Büyük velîlerden ve Mısır?da yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştayken babası vefât etti.

Doğum yeri olan Senîke?ye Rebî bin Abdullah isminde bir âlim gelmişti. Rebî bin Abdullah, kendisine yardım edilmesini isteyen bir kadın gördü. Kadının kocası ölmüş, çocuğu yetim kalmıştı. Şehrin vâlisi çocuğu saka kuşu avlamaya gönderiyordu. Rebî bin Abdullah çocuğu ve kadını yanına çağırıp, kadına; ?Eğer oğlunun böyle durumlara düşmekten kurtulmasını istiyorsan, oğlunu bırak Câmi-ül-Ezher?de okusun, ilimle meşgûl olsun.? dedi. Oğlunun bu durumdan kurtulması için can atan kadın, onu Rebî bin Abdullah?a teslim etti. Rebî bin Abdullah küçük yaşta olan Zekeriyyâ Ensârî?yi alıp Câmi-ül-Ezher?e götürdü. Kısa zamanda Kur?ân-ı kerîmin tamâmını ezberleyen Zekeriyyâ Ensârî, zamanının büyük âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etti.

Zekeriyyâ Ensârî hazretleri; Gençlik yıllarını anlatırken şöyle buyurdu: ?Ben uzak yerden Câmi-ül-Ezher?e bir zât tarafından getirilmiştim. Daha çok gençtim. Burada dünyâ işlerinden uzak ve kalbimi mahlûkâttan hiç birine bağlamadan, sâdece ilim ile meşgûl oluyordum. Çok defâ acık- tığım zaman, bulduğum karpuz, kavun artıklarını yıkayarak yerdim. Se- nelerce böyle devâm ettim. Sonra Allahü teâlâ bana velî kullarından biri- sini gönderdi. O, benim, yiyecek, içecek ve kitap gibi bütün ihtiyaçla­rımı karşılıyordu. Bana; ?Ey Zekeriyyâ! Benden hiçbir şeyini gizleme!? derdi. Birkaç sene böyle devâm etti. Bir gece herkes uyurken beni uyandırıp; ?Kalk ve benimle gel!? dedi. Beni, Câmi-ül-Ezher?deki vikâde merdiveni- ne götürdü. Oraya vardığımız zaman bana; ?Kürsüye çık!? dedi. Son merdivene kadar çıkıp inmemi istedi. Ben onun isteğini yaptıktan sonra; ?Senin akranların vefât edecek, fakat sen yaşıyacaksın. Kadrin ve kıy- metin çok yüksek olacak. Kâdı?l-kudât?lık yapacaksın. Daha sen ha­yatta iken talebelerin şeyhülislâm olacak. Sonunda gözlerin görmeyecek.? dedi. Ben ona; ?Gözlerim mutlakâ görmeyecek mi?? diye sorunca; ?Evet görmeyecek.? diyerek ortadan kayboldu. Bir daha o zâtı görmedim.?

Zekeriyyâ Ensârî, ilimde akranları arasında yüksek mertebeye ulaştı. Behce üzerine yaptığı şerhi, hocasının yanında elli yedi defâ okudu. Vaktini ders okutmak, kitap mütâlaa etmek, fetvâ vermek, eser yazmak, kâdılık ve mühim vazifelerle meşgûl olmak sûretiyle geçirdi. Faydasız işlerle hiç meşgûl olmazdı. Vakar sâhibiydi.

Hadîs, fıkıh, tefsîr gibi naklî ilimlerde ve aklî ilimlerde derin âlim olan Zekeriyyâ Ensârî, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. İlmi ve güzel ah- lâkıyla insanlara faydalı olmaya başladı. Bu yüzden her beldeden ilim tâ- lipleri, ders almak için onun yanına geldiler. Allahü teâlâ onun ömrünü u- zun eyledi. Zekeriyyâ Ensârî?ye, talebelerinin ve onların talebelerinin şeyhülislâm olduğunu görmek nasîb oldu. Zekeriyyâ Ensârî?den ilim öğrenmiş olan büyük âlimlerden bâzıları şunlardır: Cemâlüddîn Abdullah Sûfî, Nûreddîn Mahallî, İmâm Meclî, Fakih Ümeyre Berlisî, Kemâlüddîn ibni Hamza Dımeşkî, Behâuddîn Fâsî, Haleb bölgesi müftîsi Bedrüddîn ibni Süyûfî, Şihâbüddîn Hımsî, Bedreddîn Alâî el-Hanefî, Şemsüddîn Şiblî, Abdülvehhâb-ı Şa?rânî, Şihâbüddîn Remlî, Şemsüddîn Remlî, Şi- hâbüddîn ibni Hacer Heytemî, Sâlih Cemâlüddîn Yûsuf, Şemsüddîn Ha- tîb Şirbînî el-Mısrî, Allâme Nûreddîn Nesefî el-Mısrî ve başka birçok âlim. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâda ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalışan Zekeriyyâ Ensârî hazretleri, herkesle iyi geçinip hizmet etti.

Kâdı?l-kudât olmadan önce günlük kazancı üç bin dirhemdi. Çok kıymetli kitaplar topladı. Sohbetlerinden ve sözlerinden çok istifâde edildi. Gece-gündüz ilim ve amelle meşgûl oldu. Yaşı çok ilerlemiş olmasına rağmen Sahîh-i Buhârî?yi şerh edip, daha önce yapılmış olan on şerhi de, kendi yazdığı şerhde topladı. Beydâvî Tefsîri?ne hâşiye yazdı. Okudukları kitaplardan güzel ve mühim mevzûları yazıp getirenlere mükâfât verirdi. Zekeriyyâ Ensârî çok hayır yapardı. Kendisinden yaşça ve ilimce küçük birisi ona emr-i mârûfta bulunsa hemen kabûl ederdi. Ömrünü aslâ zâyi etmedi. Her fazîlet sâhibi kimseyi hased eden olduğu gibi, onu da hased edenler vardı. Zekeriyyâ Ensârî?nin, sâlih ve velî bir zât olarak şöhret bulması, Sultan Hoşkadem zamânında olmuştur. Bir gün Sultan, Zekeriyyâ Ensârî´yi ziyâret etti. Bundan sonra herkes Zekeriyyâ Ensârî?yi ziyârete koştu ve onun şöhreti her tarafa yayıldı.

Sultan Kayıtbay, Zekeriyyâ Ensârî?yi Kâdı?l-kudât yapmak istedi. O, bu görevi kabûl etmedi. Lâkin fazla ısrarlara dayanamayarak, istemeye istemeye kabûl etti. Bir süre sonra sultânın yaptığı bir haksızlığı, açıkça söylediği ve bundan menettiği için bu vazifeden alındı. Zekeriyyâ Ensârî, Kâdı´l-kudât olduğu için çok üzülürdü. Abdülvehhâb-ı Şa?rânî bu durumu şöyle anlattı: Bir gün bana, Zekeriyyâ Ensârî; ?Hatâ ettim.? dedi. Ben nede hatâ ettiğini sorunca; ?Kâdılığı kabûl etmekde. Çünkü ben daha önce herkesin gözünden uzak, kendi hâlimde yaşıyordum." dedi. Bunun üzerine ben; ?Efendi! Evliyâdan olan bir zâttan işittim, şöyle buyurmuştu: ?Velî bir zâtın kâdılık vazîfesine tâyin edilmesi, insanlar arasında iyiliği, zühdü, verâsı, keşf ve kerâmetleri yayılınca onun hâlini setreder, onu perdeler.? dedim. Bunun üzerine Zekeriyyâ Ensârî; ?Evlâdım! Elhamdülillah benim bu husustaki üzüntümü hafiflettin.? buyurdu.

Anadolu´da yetişen evliyâ hanımlardan Zemzem-i Hâssa (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) anne ve babasının terbiyesinde yetişip kemâle geldi. Vakitlerini Allahü teâlânın rızâsı için ibâdet ve tâatle geçirirdi. On altı ya- şında büyük velî Gavs-ul-Memdûh ile evlendi. Bir gün Gavs-ul-Memdûh ile oturmuş sohbet ediyorlardı. Zemzem-i Hâssa bir anda hazret-i Mer- yem?i yanıbaşında gördü. Gavs-ül-Memdûh?a, hazret-i Meryem?i görüp görmediğini sordu. O da; ?Hayır göremiyorum.? diye karşılık verince üze- rine düşüp bayıldı.

Zemzem-i Hâssa?yı cezbe kaplayıp Allahü teâlâyı zikrederken, sesi biraz fazla çıkınca, insanlar çekemeyip, kardeşi Molla Hamid?e şikâyette bulundular. Molla Hamid de, Gavs-ül-Memdûh?a haber göndererek onu bu hareketinden alıkoymasını istedi. Gavs-ül-Memdûh da hanımına; ?Yâ mecnûne! Zikir yapınca sesini yükseltme! Dedikodu olmasın.? deyince, hanımı; ?Şâyet mecnun isem yüce Mevlâmdan dilerim ki aynı durum sana da gelsin ve o lezzetin tadını tadasın. Müfsidlerin sözlerine aldırma. İnşâallah parlak sonumuzu görecekler.? dedi. Gerçekten bir ay sonra Gavs-ül-Memdûh Efendide de aynı şeyler oldu.

Zemzem-i Hâssa bir gece evinin damında Allahü teâlâyı düşünürken Kâbe?nin pervâne gibi etrâfında döndüğünü gördü. Bu arada gaybdan Tuvayle denilen tepede küçük bir mescid inşâ ettirip içinde ibâdet etmesine işâret edildi. Bunun üzerine denilen yerde Mescid-i Harâma benzeyen bir mescid yaptırdı. Zamânını burada ibâdetle geçirdi. Mescidini Beytullah?a benzetmiş diye Siirt ve Şirvan âlimlerinden bir kısmı Siirt?in meşhur âlimi Molla Halil?e gelerek yıktırılmasını istediler. Büyük âlim on­lara şu karşılığı verdi: ?Bizim vazîfemiz kendilerine bu mescidi hangi amaçla inşâ ettirdiğini sormaktır. Şâyet bize, bu mescid Kâbe?nin tâ kendisidir. Onu ziyâret eden hac farîzasını yerine getirmiş olur, diye cevap verirse, dînen kendilerini bu gayr-i meşrû hareketten alıkoyabiliriz.? Bunun üzerine Siirt kâdısı Hacı Ömer?i, Gavs-ül-Memdûh?a gönderdiler. O da; ?Amcamın kızı Zemzem halvetindedir, var git mescidi yaptırmasından gâyesinin ne olduğunu bizzat kendin sor.? dedi. Kâdı varıp mescidin kapısında durdu. Onun geldiğini farkeden Zemzem-i Hâssa gayrete geldi ve kâdı bir şey söylemeden gür sesiyle şunları söyledi: ?Hacı Ömer, bu mescidi yaptırdım ve ismini Alem-ül-Hüdâ (Hidâyetin nişânesi) koydum. Onu yıkmaya azmetmiş olduğunuzu da biliyorum. Kuvvet yönünde ben sizden daha kuvvetliyim. Yıkabilirseniz yıkın. Fakat onun benden de daha kuvvetli bir yüce sâhibi vardır. Çünkü Allahü teâlânın mescididir.? Kâdı Hacı Ömer Siirt?e geri dönerek durumu îtirâzcı âlimlere anlattı. Onlar da o büyük velî hakkında su-i zânda bulunmaktan ve mescidi yıktırmaktan vazgeçti.

Osmanlı âlim ve velîlerinin meşhûrlarından Zenbilli Ali Efendi (rah- metullahi teâlâ aleyh) ilim tahsîline memleketinde başlayıp, Alâeddîn Ali bin Hamza Karamânî´den ders aldı. Kudûrî Muhtasarı´nı ve Nesefî Man- zûmesi´ni ezberledi. Bu ilk tahsîlinden sonra İstanbul?a gitti. Orada, za-mânın meşhûr âlimlerinden olan Molla Hüsrev?in derslerine devâm edip, ilim öğrendi. Sonra Molla Hüsrev, onu Bursa?ya gönderip, Sultan Med- resesi müderrisi Hüsâmzâde Mevlânâ Muslihuddîn?den ders almasını tavsiye etti. Bu zâtın derslerine devâm edip, ondan aklî ve naklî ilimleri öğrendi. İlimde yetiştikten sonra hocası Mevlânâ Muslihuddîn, onu ken- disine mu?îd (yardımcı müderris) seçti. Mevlânâ Muslihuddîn?in kızı ile evlenip dâmâdı oldu. Çeşitli medreselerde müderrislik yaptı.

Fâtih Sultan Mehmed Hân devrinde, Edirne?de Taşlık Ali Bey Medresesine müderris tâyin edildi. Fakir olduğu öğrenilince, pâdişâh tarafından kendisine, bir mikdâr kıymetli elbise ile beş bin akçe ihsân olundu. H.882 de, Edirne?de Beylerbeyi Medresesine, sonra Sirâciyye Medresesine geçti. Bu sırada kendisini çekemeyenlerin tutumları karşısında, müderrislikten istifâ edip, bir rivâyete göre Şeyh Muslihuddîn Ebü?l-Vefâ?ya, diğer bir rivâyete göre de, Halvetiyye büyüklerinden Şeyh Mes?ûdî Edir- nevî?ye talebe olup tasavvufta kemâle geldi.

Anadolu?da yetişen büyük velîlerden Seyyid Zeynelâbidîn Kayserâ- nî (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta babasından ve Medîne-i mü- nevverenin meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Evliyâdan feyz alıp, olgun- laştı. Allahü teâlânın sevgili kullarının sohbetlerinde, Resûl-i ekremin gü- zel ahlâkı ile ahlâklanıp âzâlarını Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakla süsledi. Çok ibâdet eder, haram ve şüphelilerden pek sakınırdı. Mübârek pederinin vefâtından sonra Anadolu?ya doğru yola çıktı. 1397 senesinde Kayseri?ye geldi. O sıralarda Sivas ve Kayseri dolaylarının be- yi olan Kâdı Burhâneddîn Ahmed Bey yeni vefât etmiş, Kayseri şehri de Osmanlı Türklerinin âdil idâresi ile şereflenmişti. Kayseri halkı ve idâreci- leri, şehirlerine yeni gelen, Resûl-i ekremin bu mübârek torununa izzet ve ikrâmda bulundular. Zeynelâbidîn hazretleri için bir dergâh ve ev inşâ ettiler. Yine Basra?dan gelip Kayseri?de yerleşen Seyyid Burhâneddîn Ahmed Efendinin mübârek kerîmesi Fâtıma Hanım ile evlendirdiler. Resûl-i ekremin iki kıymetli torununun ilim ve feyzinden istifâde için elle- rinden geleni yaptılar.

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Mustafa Efendi, diğer oğlunun askerde olması sebebiyle yardımına muhtac olduğu Ziyâeddîn Efendiyi bir gün yanına çağırıp; ?Oğlum! İlmin, mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden daha üstün ve alış verişten daha lüzumlu olduğunu bilirim. Fakat, senin yaşın küçük. Bu zamâna kadar öğrendiklerin sana şimdilik ye- ter. Ben seni ilim öğrenme yolundan alıkoymak istemem. Ancak askere giden ağabeyin dönünceye kadar sabret. O zaman seni ilim ve irfân mer- kezi olan İstanbul?a gönderirim. Hiç olmazsa şimdilik bana işlerimde yar- dımcı ol.? dedi. Onun ilim ve ticâret yükü altında ezilmesinden korkmuş- tu. Ziyâeddîn Efendi babasının sözüne ?Peki? dedi. Bir taraftan ticâretle meşgûl olurken, ilimle uğraşmaktan da geri durmadı. Ağabeyinin asker- den dönmesini sabırsızlıkla beklerken kendi ördüğü para keselerini satarak helâl lokma ile ilim tahsîli için para biriktirmeye başladı. On beş yaşlarındayken amcası ile birlikte ticâret için İstanbul?a gitti.

Ziyâeddîn Efendi İstanbul´dayken ağabeyinin askerden döndüğünü haber aldı. Bunun üzerine İstanbul?da kalmaya niyet etti. Babası için lüzumlu şeyleri satın aldı ve onları amcasına teslim etti. Sonra da amcasına Trabzon?a dönmek istemeyip İstanbul?da ilim ve irfân yoluna girmek istediğini şöyle ifâde etti: ?Muhterem amcacığım! Ben şu anda ilim ve irfân beldesi İstanbul?dayım. Bu sebeple târifi imkânsız bir sevinç içinde­yim. Artık memleketime dönmek istemiyorum. Ağabeyim askerden dönmüş. Artık babam yalnızlıktan kurtuldu ve kendisine yardımcı buldu. Ben burada kalıp ilmimi tamamlamak istiyorum. Mâzeretimi kabûl edeceğinizi umarım. Sakın bana incinip gücenmeyiniz. İleride lâzım olur düşüncesiyle kendi ellerimle örerek sattığım para keselerinden birkaç kuruş biriktirmiştim. Bunlardan kendime bir şey ayırmadan size vererek babama gönderiyorum. Yardımcı ve dost olarak bana Allahü teâlâ yeter. Üze­rimde hakkı olan yakınlarımın haklarını helâl edip, duâlarında unutmamaları en büyük arzumdur. Ben de kapanacağım odamda sizleri duâ ve hayırla yâd edeceğim.?

Ziyâeddîn Efendi bu vedâlaşmadan sonra hiçbir tanıdığı olmadığı ve yanında bir harçlığı bile kalmadığı halde Allahü teâlâya tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde İstanbul?da kaldı.

Ahmed Ziyâeddîn Efendi, İstanbul?a gelişinin ilk günlerinde bir rüyâ gördü. Büyük bir câminin içinde cemâat arasında otururken binânın çevresinde yangın çıkıp, ateş her tarafı sardı. Cemâatin canhıraş feryatlarla sağa sola koşuşarak çıkış yolu aradığı bir sırada, belki bir kurtuluş yolu bulurum ümidiyle gözlerini kubbeye doğru kaldırınca, tam kubbenin ortasında aşağıya sarkıtılmış bir zincir gözüne ilişti. Hemen zincire yapışıp göğe doğru yükselerek bu bâdireden kurtuldu. Bu rüyâdan kısa bir müddet sonra ders almak için gittiği Süleymâniye Câmiine girince, rüyâda gördüğü mâbedin burası olduğunu ve kendisinin mânevî bir işâretle îkâz edildiğini anladı.

Ziyâeddîn Efendi sonra Bâyezîd Medresesine gidip talebe oldu. Burada ilim, hikmet, fen ve ahlâk bilgilerini tahsîl etti. Sonra Mahmûd Paşa Medresesine giderek orada sol sıradaki en son odaya yerleşip kendisini ilim ve ibâdete verdi. Medresedeki üstün başarısı üzerine zaman zaman hocalarına vekâleten onların izniyle arkadaşlarına dersler verdi.

Ziyâeddîn Efendi, Mahmûd Paşa Medresesinden icâzet aldıktan son- ra Bâyezîd Medresesinde müderrisliğe başladı. Bir taraftan günden güne genişleyen ders halkasında ilim öğretirken, diğer yandan ilmî eserler telif ve neşretmeye başladı. Yirmi beş sene geceleri sabahlara kadar kitap yazmakla meşgûl oldu. Zâhirî ilimlerde icâzet, diploma verme derecesine ulaşmasına rağmen devamlı tasavvufî yönden mânevî ilimlerde irşâd edilme ihtiyâcını hissetti. Bu yüzden yetişmiş ve yetiştirebilen bir mürşid-i kâmil aramaya başladı. Bu sıralarda Üsküdar?da Alaca Minâre Dergâ- hında ilim ve irfân neşrine başlayan evliyânın büyüklerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleriyle bir sohbet meclisinde tanıştı. Bu mübârek zât, büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin talebesiydi. İstanbul?un üzeri- ne güneş gibi doğan bu mübârek zât, saçtığı feyzlerle gönülleri fethedi- yordu. Herkese açık olan bu ilim ve irfân meclisine Ahmed Ziyâeddîn E- fendi de devâm etmeye başladı. Bir gün Ziyâeddîn Efendi, Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerine talebe olmak arzusunu açıklayınca, Abdülfettâh hazret- leri tebessüm edip; ?İleride gelecek olan zât buna izinlidir. Binâenaleyh onun gelmesini beklemek münâsiptir.? buyurdu. Kâmil, olgun bir zât için aradığı bütün özelliklerin Abdülfettâh hazretlerinde bulunduğuna iyice kâni olan Ziyâeddîn Efendi ona mutlaka talebe olmak, mânevî terbiyesi- ne girmek arzusu ile bir gün dergâhına gitti. Orada hiç görmediği fakat yıllarca berâber bulunmuş gibi yakınlık duyduğu bir zâtla karşılaştı. Bu zât tebessüm edip kendisine; ?Ey Ahmed Ziyâeddîn! Sizin mânevî ter- biyeniz ezelde bize verilmiştir. Sırf sizin için tâ Şam?dan Anadolu?ya gel- dim.? dedi. Ziyâeddîn Efendi şaşırıp tanımadığı bu zâtın kendisine is- miyle hitâb etmesinden hayretler içinde kaldı. Bu zât, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Trablusşam Müftüsü, meşhûr Ahmed bin Süleymân el-Ervâdî hazretleriydi. Ervâdî hazretleri, hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin yıllar öncesi kendisine; ?Ey dost, nûrları ile Afrika, Buhârâ, Mısır, Mekke, Medîne, Hindistan ve U- zakdoğu?nun aydınlanacağı zât için İstanbul?a git, onu ara bul. O henüz açılmamış bir vilâyet goncasıdır. Her ne kadar İstanbul?a birçok talebe- miz gönderilmişse de, onun nasîbi ezelde sana tevdî ve tensîb edilmiştir. Onun irşâdı ile meşgûl ol. Adın onunla daha çok duyulacak ve sen onun- la daha çok bilineceksin. Zîrâ o, bizden sonra yolumuzun büyüğü ve ya- yıcısı olacaktır.? buyurarak verdiği işâretle İstanbul?a gelmişti.

Ziyâeddîn Efendi ile Ervâdî hazretleri el ele tutuşup Abdülfettâh hazretlerinin huzûruna girdiler. O zaman Abdülfettâh Efendi; ?Ziyâeddîn, işte senin hocan budur. Derhal ona intisâb et, bağlan. Bizim aramızda ayrılık gayrılık yoktur. Biz aynı kaynaktan feyz alıyoruz. Aynı fidanın iki gülü gibiyiz.? buyurdu ve hemen huzûrunda yapılan duâ ile Ziyâeddîn Efendi, Ervâdî hazretlerinin mânevî terbiyesine girdi.

Ziyâeddîn Efendi, hocası Ervâdî hazretlerini, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında misâfir etti. Burada kırk gün halvette, yalnız ibâdetle meşgûl oldu. Teveccüh ve bereketleri görülmeye başlandı. Ervâdî hazretleri, Gümüşhânevî?nin Mahmûd Paşa Medresesindeki derslerini de tâkib etti. Ervâdî hazretleri bir gün âniden ortadan kayboldu. Onun ayrılığı Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerini dalından kopmuş bir gül gibi soldurdu. Teselliyi Abdülfettâh Efendinin sohbetlerine devâm etmek- te buldu. Tam bir sene süren bu ayrılıktan sonra, Ervâdî hazretleri tekrar İstanbul?a geldi. İki seneye yakın bir zaman Ayasofya Câmiinde hadîs-i şerîf ilmi öğretti. Bu arada Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerine, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Hâlidiy- ye, Halvetiyye, Bedeviyye, Rıfâiyye ve Şâziliyye yolunda icâzet, diploma verdi. Abdülfettâh Efendiyi de Gümüşhânevî?ye sohbet şeyhi olarak tav-ı siye edip memleketi olan Trablusşam?a geri döndü.

Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri, Abdülfettâh Efendiyi vefâtına kadar sohbet şeyhi kabûl etti. Karşılıklı ziyâretlerde bulundular. Abdülfettâh-ı Akrî hazretlerinin 1864 yılında vefâtından sonra Ahmed Ziyâeddîn Efendi, İstanbul?da hak yolun bilgilerini anlatmaya başladı. Haftalık sohbetlerinde Râmûzü?l-Ehâdîs?i şerh edip açıkladı. Levâmiü?l-Ukûl adlı eseri, bu şerhlerin bir araya toplanması ile meydana geldi.

Ahmed Ziyâeddîn Efendi hazretleri, Mahmûd Paşa Medresesindeki odasında ilmî eserler telif ve tertîbi ile vakit geçirdi. Kendisine gelenlere ilim ve edeb neşrine başladı. Talebeleri gitgide çoğalıp medrese odaları almaz olunca, zamânın hükûmet binası olan Bâb-ı Âlî?nin tam karşısındaki Fatma Sultan Câmiini metrûk halden kurtararak tâmir ettirip, sohbetler için dergâh hâline getirdi. Bilâhare câmi civarlarına hücreler inşâ edilerek tam bir dergâh hüviyeti kazandırıldı. Fatma Sultan Câmii bu tâ­rihten sonra Gümüşhâneli Dergâh-ı Şerîfi adıyla anılmaya başladı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri on altı yıl talebelerine mânevî ilimleri öğretip onları yetiştirdi. Talebelerini ve sevdiklerini haram olan alış verişten korumak için Osmanlı Devletinin iktisâdî ve içtimâî târihinde mevcûd olan ?avârız sandıklarına? benzer dergâh içi bir yardımlaşma ve ödünç alma müessesesi kurdu. Talebelerine ev ve iş yerlerinde işe yaramaz ve beklemekte olan menkul servetlerini dergâhta toplamalarını emretti. Muhtaç talebelerinin burada biriken paradan ihtiyaçları kadar mâlî güçlerine göre ve daha sonra ödemeleri üzere karz-ı hasen usûlü üzere borç almalarını sağladı. Neticede sonraları bir araya gelen sermâye ile bir matbaa bile kuruldu. Neşredilen ilmî eserler bedelsiz dağıtıldı. Böylece ilme hizmet edildi. İstanbul, Rize, Bayburt ve Of?ta on sekiz bin cilt eser, dört ayrı kütüphâne kurularak Anadolu?da kültür merkezlerinin meydana getirilmesine çalışıldı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri güzel ahlâk ve güzel halleriyle meşhûr oldu. Dünyâ malına kıymet vermezdi. Allahü teâlâdan korkusu pekçoktu. Az yemek, az uyumak ve az konuşmak âdet-i şerîfesiydi. Peygamber efendimizin sünnetine çok bağlıydı. Talebesi Mustafa Fevzi Efendi anlatır: ?Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri yemekten evvel ve sonra tuza banar, misâfirsiz sofraya oturmak istemezdi.?

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri lüzumsuz sözlerden hoşlanmaz ve boş vakit geçirmezdi. Çoğu geceleri ilimle meşgûl olur, sabah namazından işrak vaktine kadar ve yatsı namazından sonra mecbûr kalmadıkça dünyâ kelâmı konuşmamaya dikkat ederdi. Yetmiş bin Kelîme-i tevhîd okumayı âdet hâline getirmişti. Yatacağı zaman mutlakâ Yâsîn sûresini okurdu. Kendisi okuyamayacak derecede ise, birisine okuturdu. Yatarken ayak uzatarak uyumayı edebe aykırı sayardı. Bir defâsında hasta yatağında baygın bir şekilde ayakları toplu olarak yatarken, tedâvîsi için gelen doktor tarafından ayakları uzatıldığında, utancından kıpkırmızı kesilmiş ve gözlerini hafifçe açarak; ?Bir de beni Rabbimin huzûrunda ayak uzatma suçu ile başbaşa bırakmayın!? demiş ve ayaklarını toplamıştır.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin sohbetleri çok tatlı olurdu. Zaman zaman sohbet ve derslerine Sultan Abdülmecîd, Sultan Abdülazîz ve Sultan Abdülhamîd Han devâm etti. Bilhassa Sultan Abdülhamîd Han ile aralarında husûsî sohbet ve istişâreler olmuştur. Talebeleri arasında birçok devlet adamı yetişmiştir.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerinin ticâretle uğraşan bir talebesi bir gece başka bir beldeye gitmek için yola çıktı. Yalnızlık, karanlık ve gideceği yerin uzaklığı onun için büyük tehlikeydi. Bir müddet yol aldıktan sonra kendisini bir korku kapladı. Bu korku gittikçe arttı. Neredeyse korkudan aklı gidecek oldu. O an aklına hocası Ziyâeddîn hazretleri geldi. Gelmesiyle birlikte onu önünde beyaz bir at üzerinde görüverdi. Hemen süratlenip ona yetişti. Ziyâeddîn hazretleri talebeye tebessüm edip; ?Korkma oğlum! Bize tâbi ol. Allahü teâlânın izniyle biz darda kalanlara yardım ederiz. Biz sana yoldaş olduk. Bizi tâkib et, maksadına ulaşırsın.? buyurdular. O talebe atından indi, lâkin Ziyâeddîn hazretlerini göremedi. Tekrar korkusu çoğaldı. Hemen atına bindiğinde Ziyâeddîn hazretlerini gördü. Bu hal üç defâ tekrar etti. Sonra onu tâkib etti. Bir hayli mesâfe gittiler. Sabah olmuştu. Talebenin korkusu gitmiş, gideceği yere de hocasının rehberliğinde varmıştı.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri kalpten geçenleri bilirdi. Dergâhta hizmet edenlerden biri bir gün kalbinden; ?Evlenseydim mutlaka birkaç evlâdım olurdu.? diye geçirdi. Ziyâeddîn hazretleri onu görünce tebessüm ederek; ?Çocukların büyüdüler mi?? diye sordu. O hizmetçi mahcub oldu ve bunun üzerine af diledi ve sonra kalbinden geçenlere dikkat etmeye başladı.

Âlim ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Züfer bin Hüzeyl (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) Aslen İsfahanlı olmasına rağmen Basra?da ilim tahsîl etti. Önce zamânının âlimlerinden hadîs ilmini öğrendi. Sonra Kûfe?ye gidip İmâm-ı A?zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine devâm etti. On- dan fıkıh ilmini tahsîl ederek zamânının meşhûr fakîhlerinden oldu. İ- mâm-ı A?zam; ?Talebelerimin en mükemmelidir.? buyurarak, onu medhet- ti. İctihâd derecesine yükselip İmâm-ı A?zam Ebû Hanîfe hazretlerinin koyduğu usûl ve kâidelere göre ictihâdda bulundu. Hanefî mezhebinde fukahânın ikinci tabakasından yâni mezhepte müctehidlerden oldu. İlim- deki yüksek derecesi yanında, güzel ahlâk ve fazîlette de örnek insan oldu. Ömrünü ilme ve ibâdete verip dünyâya ve dünyâ malına hiç mey- letmedi.

İmâm-ı Züfer, ilimde o derece iyi yetişmişti ki, kendisine bir suâl sorulduğu zaman, geniş cevap verir, anlaşılır bir şekilde îzâh ederdi. İsbâtı gereken meseleleri kat´î delillerle isbât ederdi. İmâm-ı A´zamın usûlü üzerine ictihâd ederdi. Çok ibâdet eden, doğru sözlü ve ilimde sağlam bir âlimdi. Evlendiğinde hocası İmâm-ı A´zamı düğününe dâvet etmişti. İmâm-ı A´zam, düğün sırasında yaptığı bir konuşmasında; ?Züfer, müslü- manların imâmlarındandır. Şeref, haseb, neseb bakımından en tanın- mışlardandır.? buyurmuştur.

İmâm-ı Züfer bir defâsında bir mirâs meselesi sebebiyle Basra?ya gitmişti. Basra halkı ondaki üstün hâlleri görerek, olgun ve müstesnâ bir insan oluşuna hayran kalmışlardı. Bu sebeple Basra?da kalmasını ısrârla istediler. O da bu arzu üzerine bir müddet Basra?da kaldı. Basra kâdılığı vazîfesini yürüttü. İlmiyle ve üstün hâlleriyle insanlara çok faydalı oldu. Her nerede olursa olsun hiç boş konuşmazdı. Dâimâ ilmî meseleler üzerinde söz söyler, hep bu hususta konuşurdu. Bulunduğu yerde boş konuşulmaya başlansa hemen o meclisi terkederdi.

Bir müddet Basra kâdılığı yaptı. Ömrü boyunca ilim öğretmek ve ders vermekle meşgûl oldu. Meşhûr âlimlerden Muhammed bin Abdullah En- sâr, Halef bin Eyyûb, Âsım bin Yûsuf, Hilâl-er-Rey gibi büyük âlimler İ- mâm-ı Züfer?in ders halkasında yetiştiler.

Basra?daki bâzı ilim çevreleri İmâm-ı A´zam?ın büyüklüğünü anlayamamış olmaları sebebiyle muhâlefet göstermişlerdi. Bir kısmı da hased- leri sebebiyle karşı çıkmıştı. İmâm-ı Züfer Basra?ya gidince ilim erbâbı onun yanında toplanıp, ilmî münâzaralar ve müzâkereler yapmaya başladılar. İmâm-ı Züfer?in meseleleri ele alış tarzına, yaptığı izahlara ve getirdiği delilleri işiterek hayran kaldılar. Onun anlattığı şeyleri ve yaptığı izahları beğenip, bunları nereden öğrendin dediler. O da Hocası İmâm-ı A´zamdan öğrendiğini söyledi. Bu şekilde kurulan her ilim meclisinde yaptığı izahlarla Basra?daki ilim ehli arasında kendisine ve hocası İmâm-ı A´zam´a karşı bir sevgi uyandı. İmâm-ı A´zam´ın büyüklüğünü anlayıp, düşmanlık edenler dost oldu, onu sevmeye ve methetmeye, istifâde etmeye başladılar.

O asrın âlimlerinden biri olan Müzenî?ye, bir zât, Irak?daki fıkıh âlimlerini sormuştur. Ebû Hanîfe hakkında ne dersin deyince; ?O, fıkıh âlimlerinin efendisi ve en büyüğüdür.? cevâbını vermiştir. Ya Ebû Yûsuf deyince; ?Hadîs-i şerîfe en çok tâbi olandır.? ya Muhammed bin Hasan deyince; ?Fürû meselelerini en iyi açıklayandır.? demiştir. Ya Züfer deyince; ?Kıyasta en keskin olandır.? demiştir.

Tâbiîn devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) bir zekâ ve fazîlet hârikasıydı. Üstün bir zekâsı vardı. Kur?ân-ı kerîmi seksen gecede ezberlemişti. Medîne-i münevveredeki Fukahâ-i Seb´a, yâni yedi meşhûr âlimin bildirdikleri fıkıh bilgilerinin hepsini öğrenmişti. Zührî, Resûlullah efendimizin mübârek hadîsi şerîflerinin sağ- lam şekilde zaptedilmesi için, ilk çalışmayı başlatan büyük bir âlimdir.

Hadîs-i şerîfi önce o tedvin etmiştir. Hadîslerin toplanması işine, Emevî halîfelerinden Ömer bin Abdülazîz zamanında başlanmıştır.

Hadîsleri toplama teşebbüsünün sebebi, Ömer bin Abdülazîz´in, Me- dîne vâlisi Ebû Bekir bin Muhammed bin Hazm?a gönderdiği mektupta şöyle belirtilir: ?Resûlullah efendimizin hadîslerini, sünnetlerini, Amre?nin rivâyetlerini araştır ve yaz. Çünkü ben, ehlinin azalıp, yok olarak, ilmin kaybolmasından korkuyorum.? Mektupta geçen Amre, Amre binti Abdur- rahmân el-Ensârî (Abdurrahmân?ın kızı Amre) olup, hazret-i Âişe vâli- demizin, Resûlullah efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bi- len sâliha bir kadındı. Ömer bin Abdülazîz, Medîne vâlisi İbn-i Hazm?a verdiği bu emri bütün vâlilere göndererek, memleketin her tarafına du- yurmuştu. Bu emri ilk yerine getiren Muhammed bin Müslim bin Şihâb ez-Zührî´dir. Bu çalışmalar sırasında Zührî hazretleri, bir gün oturmuş, ki- taplarını da etrafına koymuştu. Kendisini o kadar kitaplara vermişti ki, dünyâ işleri ile uğraşmaya hiç zamanı yoktu. Bunun üzerine hanımı ona; ?Vallahi üzerime üç tane kuma (hanım) getirsen, bana bu kadar ağır gelmezdi. Senin bu kitapların hepsini geçti? dedi. Zührî, daha hayatta i- ken bulduğu hadîs-i şerîfleri bir kitapta topladı. Halîfe bu kitabı çoğalta- rak her tarafa gönderdi. Böylece Zührî, hadîs-i şerîflerin toplanarak koru- nması husûsunda hayırlı bir çığır açtı.


radyobeyan