Ýslam Kültürü A-Ý
Pages: 1
Hidayet By: neslinur Date: 27 Mart 2010, 14:50:07
Hidayet
Evlîyanýn büyüklerinden Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kâdý Yâkûb þöyle anlatýr: Birgün Þam´da bir mescidin kenarýndaydým. Orada bir köprü vardý. Hava çok sýcaktý. Abdullah el-Yuneynî, abdest almak için dereye indi. O sýrada bir nasrânî, þarap yüklü katýrý ile köprüden geçiyordu. Katýr bir ara ürktü ve yük yere yýkýldý. Çevrede baþka kimse yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarý çýkýp bana; "Yükü yüklemeye yardým et!" dedi.

Nasrânîye yardým ettim ve yükü katýra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaþýp gitti. Kendi kendime; "Bu zât böyle yapmamý niye istedi?" diye düþündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî, katýrýyla þarap satan bir dükkânýn önüne geldi. Katýrdaki yükü indirip açtý. Hepsi sirke olmuþtu. Þarap satýcýsý; "Yazýklar olsun sana! Senden þarap getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.

Nasrânî hayretten dona kalmýþtý. Þaþkýnlýðýndan aðlamaða baþladý ve; "Bunlar þaraptý. Fakat neden sirke oldu sebebini anladým!" diyerek hemen katýrýný bir yere baðladý. Doðru Abdullah bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhýna koþtu. Huzûruna girer girmez: "Eþhedü enlâ ilâhe illallah ve eþhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman oldu ve artýk huzûrundan ayrýlmayýp talebeleri arasýna girdi.

Mýsýr Evlîyasýndan Abdülkâdir Deþtûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir kimsenin hidâyete kavuþmasý baþka insanlarýn elinde deðildir. Bize düþen, doðruyu anlatmaktýr. Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuþmasýný murâd etmiþ ve bunda da bizi vesîle kýlmýþ ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan baþka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiþ olur" buyururdu. Bununla berâber, evliyâlýk yolunda ilerlemiþ olan büyükler, açýk olan kalb gözleri ve firâset nûrlarý ile, bâzý kimselere hidayet nasîb olacaðýný anlayýp, onlarla ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dýþarýdan gören ve bu inceliði anlýyamýyanlar da, bu hâle hayret ederler.

Evliyânýn büyüklerinden, Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkýnda Muhammed Ezher þöyle anlatýr: Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin meclisi müslüman olmak için gelenlerden boþalmazdý. Müslüman olan bir râhip þöyle anlattý: Ben Yemenliyim. Ýçimden müslüman olmak geldi. Bunun için Yemen´deki Ýslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle düþünürken, uyuya kaldým. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmý gördüm. Bana; "Irak´a git, orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o zamânýndaki âlimlerin en büyüðüdür." buyurdu.

Yine on üç kiþilik bir hýristiyan cemâati müslüman olmayý kararlaþtýrdýlar. Kimin yanýnda müslüman olacaklarýný düþünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Baðdad´a gidin. Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtýn huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, baþkasýnýn yanýnda böyle olmaz." diyordu.

Bu hâdiseler, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin büyüklüðünü, derecesinin yüksekliðini göstermektedir. Yoksa, Ýslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve formaliteye ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i þehâdeti söyleyip mânâsýna inanýnca müslüman olur.



HIRSIZIN HÝDÂYETÝ



Abdülkâdir Geylânî, küçükken yaþý bir gün,

Tarlaya, çift sürmeye, gitmiþ idi gündüzün.



Öküzün kuyruðundan, tutunmuþ gider iken,

Hayvan dile gelerek, konuþtu ona birden.



Dedi: "Ey Abdülkâdir, þunu bil ki þüphesiz,

Seni, bu iþler için, yaratmadý Rabbimiz."



Korktu ve eve geldi, dedi ki: "Anneciðim,

Bana izin verirsen, Baðdat´a gideceðim.



Ýlim tahsîl etmektir, gitmekte asýl gâyem,

Ayrýca evliyâyý, ziyâret ederim hem."



Annesi memnun olup, dedi ki: "Ey evlâdým,

Ýlim öðrenmen idi, benim dahi murâdým."



Koltuðunun altýna, dikerek kýrk altýný,

Dedi ki: "Doðruluktan, ayýrma lisânýný.



Git, yolun açýk olsun, emânet ol Allah´a,

Belki de görüþmemiz, nasîb olmaz bir daha."



Abdülkâdir böylece, annesinden ayrýlýp,

Baðdat´a yola çýktý, bir kervana katýlýp.



Bir müddet yol gidip de, geçince Hemedan´ý,

Âniden eþkýyâlar, bastýlar bu kervaný.



Kervanda mal ve eþya, var ise her ne kadar,

Teker teker sorarak, gasbeyleyip aldýlar.



Abdülkâdir´e dahi, sordu bir eþkýyâ;

"Ey çocuk, üzerinde, neyin var, mal ve eþyâ?"



.

Dedi: "Benim sâdece, kýrk altýným var ki hem,

Onlarý koltuðumun, altýna dikti annem."



Ýnanmadý eþkýyâ, onun bu sözlerine,

Gitti ve ikincisi, geldi onun yerine



O da alay ederek, sordu: "Ey fakir çocuk,

Yanýnda mal ve para, neyin var, söyle çabuk."



Ona dahi dedi ki: "Kýrk altýn var yanýmda,

Onlar da dikilidir, koltuðumun altýnda."



Ýnanmadý ise de, o dahi buna yine,

Gidince haber verdi, bunu reislerine.



Reisleri çaðýrtýp, sordu ki o da tekrar:

"Ey çocuk doðru mudur, yanýnda altýn mý var?"



Dedi: "Evet efendim, kýrk altýným var ki hem.

Koltuðumun altýna, dikmiþti tek tek annem."



Söylediði o yeri, sökerek eþkýyâlar,

Altýnlarý görünce, þaþýp dona kaldýlar.



Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey evlâdým,

Ne için doðrusunu, söyledin anlamadým.



Eðer söylemeseydin, bulamazdýk biz bunu,

Niçin sen bile bile, söyledin doðrusunu."



Dedi ki: "Ben anneme, sözverdim ki efendim,

Her ne olursa olsun, yalan söylemeyeyim.



Doðrudan sapmamaya, söz vermiþtim anneme,

Deðer mi altýn için, bu ahdimden dönmeme."



Reis bunu duyunca, baþladý aðlamaya,

Dedi: "Eyvâh benim de ahdim vardý Allah´a.



Lâkin bunca senedir, yaparým eþkýyâlýk,

Þu andan îtibâren, tövbe ettim ben artýk."



Diðer eþkýyâlar da, bakarak bu reise,

Dediler: "Bizler dahi, vazgeçtik öyle ise."

Hâlisen tövbe edip, o gün bunca eþkýyâ,

Aldýklarý ne kadar, var ise, mal ve eþyâ,



Tekar sâhiplerine, vererek teker, teker,

O günden îtibâren, o iþi terk ettiler.



Irak´ta yetiþen büyük velîlerden ve Þâfîî mezhebi fýkýh âlimi Abdül- kâhir Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhýna bir gün üç hýristiyan ile üç yahûdî gelmiþti. Onlara îmâný ve Ýslâmý anlattý. Kabûl etmediler. Bunun üzerine Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin aðzýna bir yudum süt verdi. Sonra herbiri kelime-i þehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hýristiyanlýk ve yahûdîliðin) bütün küfür pisliklerinin dýþarý çýktýðýný hissettik." dediler. Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin önce müslüman olmayýþýnýzýn sebebi, þeytanlarýnýzýn mâni olmasý idi. Burada önce onlar yenildi. Size Allahü teâlânýn hidâyet vermesi için biz de duâ ettik." dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onlarýn gözlerine sürdü. Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanýdýklarýný gördüler ve onlara müslüman olduklarýný bildirip Ýslâm dînine dâvet ettiler.

Tebe-i tâbiînden, Meþhûr hadîs, fýkýh âlimi ve evliyânýn büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) þöyle anlatýr: Bir defâsýnda deniz yolculuðuna çýkmýþtýk. Bindiðimiz gemi fýrtýnaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. Ýnip dolaþmaya baþladýk. Puta tapan bir adama rastladým. "Neden bu puta tapýyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.

"Siz kime taparsýnýz?" diye sorunca; "Her þeyi yaratan, her þeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz." dedim.

"Bunu size kim bildirdi?"

"Allahü teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."

"O peygamber nerededir?"

"Bize Allahü teâlânýn gönderdiði dîni bildirip, teblið vazîfesini tamamladýktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuþtu."

"Ondan hiçbir alâmet kaldý mý?"

"Evet O, Allahü teâlâdan bir kitap getirdi. Bizim yanýmýzdadýr."

Aramýzda geçen bu konuþmadan sonra: "O kitâbý bana gösterin." deyince Kur´ân-ý kerîmi ona gösterdim.

"Ben bunu okumasýný bilmiyorum." dedi. Sonra açýp bir sûre okudum. Ben okudukça o aðladý. Sûreyi bitirince; "Lâyýk olan þudur ki, kimse bu kelâmýn sâhibine âsi olmasýn!" diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur´- ân-ý kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öðrettik.

O gece yatsý namazýný kýldýk. Yatma zamâný gelince O yatmadý ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramýzda biraz para toplayýp verelim de sýkýntý çekmesin." dedim. Parayý toplayýp götürdüðümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine nafaka alýrsýn, sýkýntý çekmezsin." dedim.

"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardým. Al- lahü teâlâyý bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Þimdi ise O´nu tanýyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.

Üç gün sonra onun hastalanýp yataða düþtüðünü haber aldým. Hemen yanýna koþtum. "Bir isteðin var mýdýr?" dedim. Benim ihtiyâcýmý, her ihtiyacý gideren Allahü teâlâ karþýladý." dedi.

Bu görüþmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altýnda bir taht üzerine oturmuþtu. Yanýnda da bir hûri vardý. Meâlen; "...Melekler de her kapýdan yanlarýna vararak þöyle diyeceklerdir: Sabrettiðiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra´d sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.

Bir gün Habeþistanlý bir gayri müslim, Mýsýr´a gelmiþti. Abdülveh- hâb-ý Þa´rânî´nin (rahmetullahi teâlâ aleyh) nâmýný duyduðu için, onunla görüþmek istiyordu. Ýmâm-ý Þa´rânî onu kabûl etti. Habeþistan ile ilgili ko- nuþmaya baþladýlar. Abdülvehhâb-ý Þa´rânî, Habeþistan´ý öyle anlatýyor- du ki, en ince ayrýntýlarýna kadar îzâh ediyordu. O gayri müslim dinle- dikçe, yaþadýðým yeri benden daha iyi biliyor diye hayret ediyordu. Da- yanamayýp Abdülvehhâb-ý Þa´rânî´ye; "Siz Habeþistanlý mýsýnýz?" diye sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayý gösterir. Bu, cenâb-ý Hakk´ýn bana bir ihsânýdýr." buyurdu. Bunu iþi- ten gayri müslim, Kelime-i þehâdet getirerek müslüman oldu.

Evliyânýn büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri ile ilgili olarak, Þeyh Lâhýk þöyle anlatýr: Bir gün Adiyy bin Müsâfir´in huzurunda idik. Bize bir þeyler anlatýyordu. Bir ara batý tarafýna yönelip; "Bize gel, bize gel!" dedi ve konuþmasýna devâm etti. Bir müd- det sonra ikinci defâ; "Bize gel, bize gel!" dedi. Bu sýrada talebelerinden birisi; "Efendim! Bize gel, bize gel, buyurdunuz bunun mânâsý ne­dir?" diye sordu. "Þu anda Kostantiniyye´de (Ýstanbul´da) birisine Allahü teâ- lânýn hidâyeti yetiþti ve müslüman olmak istiyor. Oradan, kendisine Ýslâm´ýn emirlerini öðretecek birini aramak için yola çýktý. Oradakiler yolundan çevirmek için uðraþtýlarsa da muvaffak olamadýlar. Ýþte bunun için onu yanýma çaðýrýyorum. Allahü teâlâdan, onun talebelerimden olmasýný istedim. Allahü teâlâdan onun hemen buraya ulaþmasýný diliyorum." buyurdu.

Bu sebeple iki gün Adiyy bin Müsâfir´in yanýnda kaldýk. Üçüncü gün ikindi namazý vaktinde Þeyh bize döndü; "Kalkýnýz Konstantiniyye´de Al- lahü teâlânýn hidâyet buyurduðu kardeþinizi karþýlayýnýz." buyurdu. Zâviyeden dýþarý çýktýðýmýzda o zâtýn daðdan aþaðý doðru inmekte olduðunu gördük. Üzerinde papaz elbisesi vardý. Adiyy bin Müsâfir´in huzuruna girip müslüman oldu. Adiyy bin Müsâfir ona; "Ýsmin nedir?" diye sordu. "Abdulmesîh." dedi. Ona Abdullah ismini verdi. Adiyy bin Müsâ- fir´in yanýnda kaldý. Adiyy bin Müsâfir hazretleri ona namazýn þartlarýný ve Ýslâm´ýn diðer emirlerini öðretti. Kur´ân-ý kerîmden bir mikdâr ezberletti. Nihâyet sâlih bir müslüman oldu. Sonra onu Ýrþâd etmesi, insanlara doðru yolu göstermesi, terbiye etmesi, onlara Allahü teâlânýn emirlerini ve yasaklarýný öðretmesi için Acem taraflarýna gönderdi. Orada hocasý Adiyy bin Müsâfir´in ismini koyduðu bir zâviye yaptý. Pekçok talebe yetiþtirdi.

Evliyânýn büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Behram adlý ateþperest bir komþusu vardý. Bu komþu bir defâsýnda ticâret için bir yere mal gönderdi. Yolda hýrsýzlar mallarýný alýp kaçtýlar. Ahmed bin Harb durumu haber alýnca, yanýndakilere; "Haydi komþumuza gidelim. Baþýna gelen bu hâl için üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateþe tapýyorsa da komþumuzdur." dedi. Behram´ýn evine gelince, kendilerini hürmetle karþýladý ve çok saygý gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kýtlýk olduðundan bir þeyler yemek için gelmiþ olabileceklerini de düþünerek ayrýca yemek hazýrlamak istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malýnýzýn çalýndýðýný duyduk. Üzülebileceðinizi düþünerek, halinizi, hatýrýnýzý soralým diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç þeye þükretmem lâzým oluyor: Birincisi, baþkalarý benden çaldýlar, ben baþkalarýndan çalmadým. Ýkincisi, malýmýn yarýsýný aldýlar, diðer yarýsý bende kaldý. Ya hepsini alsalardý. Üçüncüsü, din bende kaldý, dün­yâyý aldýlar." dedi.

Bu sözler Ahmed bin Harb´in pek hoþuna gitti ve yanýndakilere; "Bu sözleri yazýn. Bundan îmân kokusu geliyor." dedi. Sonra Behram´a; "Niçin ateþe tapýyorsun?" diye sordu. Behram:

"Ona tapýyorum ki yarýn beni yakmasýn, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaþtýrsýn." cevâbýný verdi.

Ahmed bin Harb: "Çok yanýlýyorsun. Ateþ zayýftýr. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün deðildir. Bir çocuk, bir avuç su atsa ateþi söndürür. Bu kadar zayýf bir þey baþkasýna nasýl kuvvet verebilir? Bir parça topraðý bile kendinden atamaz. Seni Allah´a nasýl kavuþturur? Ateþ câhildir. Bir þey bilmez, yakarken misk ile necaseti ayýramaz. Hepsini ay- ný anda yakar ve hangisinin daha iyi olduðunu bilmez. Sen ki, yetmiþ se- nedir ona tapýyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadým. Gel iki- miz de elimizi ateþe sokalým. Seni koruyup korumadýðýný gör." buyurdu.

Behram ateþ getirdi. Ahmed bin Harb hazretleri elini ateþe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadý ve acýmadý. Bu hâli gören Behram çok þaþýrdý, kalbinde bir deðiþme hissederek:

"Size dört þey soracaðým. Cevaplarýný verirseniz îmân edeceðim." dedi. Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu. Behram dedi ki:

"Allahü teâlâ, insanlarý niçin yarattý? Mâdem ki yarattý niçin rýzýk ver- di? Mâdem ki rýzýk verdi. Niçin öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diril- tecek?"

Ahmed bin Harb þöyle cevap verdi:

"Allahü teâlâ kendini tanýmalarý için insanlarý yarattý. Razzâk, ziyâdesiyle rýzýk verici olduðunu bilsinler diye onlara rýzýk verdi. Kahhâr olduðunu anlamalarý için onlarý öldürür. Kudretini tanýmalarý için onlarý tekrar diriltir."

Behram bunlarý duyunca; "Eþhedü en lâ ilâhe illallah ve eþhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek müslüman oldu.

Anadolu velîlerinden Baba Yûsuf Sivrihisârî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri zamânýnda Sultan Ýkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptýrýnca, bir Cumâ günü câminin açýlýþý için geldi ve Baba Yûsuf Sivri- hisârî´yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî, namazdan sonra kürsüye çýkýp vâz etmeye baþladý. Tesirli vâzýyla, Pâdiþâh ve câmide bulunan ce- mâat aðlamaya baþladý ve bu aðlama ile câmi inledi. Câminin açýlýþýný seyretmek için gelip, dýþarýda bekleyen üç hýristiyan, Baba Yûsuf hazret- lerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca aðlamasýndan çok etki- lenmiþlerdi. Bu üç hýristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî´nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören Sultan Ýkinci Bâyezîd Han, yaptýrdýðý Bâyezîd Câmiinin ilk açýlýþýnda böyle bir hâdisenin vukû bulmasýndan dolayý çok sevindi. Son- ra bunlara pek çok para ve mal hediye etti. Ayrýca vezîrlerinin de verme- lerini söyledi. Böylece müslüman olmakla þereflenen üç kiþi, dünya ve âhiret saâdetine kavuþtular.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beþincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yaðmurlu bir havada Cumâ namazýna gitmek için evinden çýktý. Saðnak hâlde yaðan yaðmur, yolu çamur hâline getirmiþti. Yaðmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarýna dayandý. Çamurlu ayakkabýlarýný duvarýn taþlarýna sürerek temizledi. Yaðmur yavaþlayýnca câmiye doðru yürüdü. Bu sýrada aklýna bir mecûsînin duvarýný kirlettiði geldi ve üzülerek; "O- nunla helâlleþmeden nasýl Cumâ namazý kýlabilirsin? Baþkasýnýn duvarýný kirletmiþ olarak nasýl Allahü teâlânýn huzûrunda durursun?" diye düþündü ve geri dönüp o mecûsînin kapýsýný çaldý. Kapýyý açan mecûsî; "Buyrun bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî hayretle; "Ne özrü?" diye sordu. O da; "Biraz önce duvarýnýzý elimde olmadan çamurlu ayakkabýlarýmý temizlemek maksadýyla kirlettim. Bu doðru bir hareket deðil. Yaðmurun þiddeti bu inceliði unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki ama ne zararý var? Zâten duvarlarýmýz çamur içinde. Sizin ayaðýnýzdan oraya sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalýk meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Doðru ama, bu bir haktýr ve sâhibinin rýzâsýný almak lâzýmdýr." dedi. Mecûsî; "Size bu inceliði ve insan haklarýna bu derece saygýlý olmayý dîniniz mi öðretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm öðretti." dedi. Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?" diyerek kelime-i þehâdet getirip müslüman oldu.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin, Mecûsî olan bir komþusu ve süt em- me çaðýnda bir de çocuðu vardý. Bu mecûsî sefere çýktý. Evlerini aydýnlatacak bir þeyi bulunmadýðý için çocuk aðlýyordu. Sultân-ül-Ârifîn her gün bir çýra alýp, komþusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alýp, kendisinde deðiþiklikler hissetti. Bâyezîd´e karþý kalbinde bir sevgi hâsýl olduðu halde; "O zâtýn aydýnlýðý varken bizim karanlýkta bulunmamýz hiç uygun deðildir." dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî´- nin huzûruna gidip müslüman oldu.

Bâyezîd-i Bistâmî kýrk beþ kere hacca gitmiþti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona; "Bâyezîd! Senin bir benzerin var mýdýr? Kýrk beþ defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme bahtiyarlýðýna eriþtin." diye fýsýldadý. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandý ve oradaki mahþerî kalabalýða; "Kim benim kýrk beþ defâ yapmýþ olduðum haccý bir ekmeðe satýn alýr?" diye sordu. Bir adam baþýný kaldýrýp; "Ben alýrým." dedi ve ekmeði uzattý. Bâyezîd-i Bistâmî aldýðý ekmeði orada bulunan bir köpeðin önüne attý. Sonra iþini bitirip, yol hazýrlýðý yaparak, Rum diyârýna doðru yola çýktý. Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karþýlaþtý. Râhib, Bâyezîd-i Bistâmî´nin elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bistâmî kendisine ayrýlan bu odada ibâdete baþladý ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi. Râhip her gün onun yiyeceðini sabah akþam getirip önüne koyardý. Bu hal bir ay devâm etti. Bâyezîd-i Bistâmî daha sonra nefsine dönerek;

"Ey nefis! Seni kýrmak istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kýrýlmýyorsun." dediði sýrada râhip içeri girdi ve; "Ýsmin nedir?" diye sordu. O da; "Bâyezîd!" cevâbýný verdi. Râhip; "Ne güzel adamsýn. Keþke Mesîh´in kulu olmuþ olsaydýn!" deyince, bu sözler Bâyezîd-i Bistâmî´ye aðýr geldi ve evi terketmek isterken râhip;

"Bizim burada kýrk günü tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramýmýz var, onu görmeni çok arzu ediyorum. Ayný zamanda çok deðerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ konuþur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kýrk gün kalmaya râzý oldu. Kýrkýncý gün geldiðinde râhib odaya girerek; "Buyurun dýþarý çýkalým, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî dýþarý çýkmak için ha­zýrlandý. Fakat râhib ona; "Siz bu kýyâfetle nasýl bin kadar râhibin arasýna gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çýkarýp, þu râhip elbiselerini giy ve boynuna Ýncil´i as!" dedi. Bu teklif ona çok aðýr gelmesine raðmen, bunda da bir hikmet vardýr diyerek râhibin getirdiði giysileri giydi. Râhiplerin arasýna katýldý. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en büyüðü geldi. Fakat konuþmuyordu. Niçin konuþmadýðý sorulduðunda; "Nasýl konuþabilirim, aranýzda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve râhipler galeyâna gelerek; "Onu göster parçalayalým." diye baðrýþtýlar. Baþrâhip; "Hayýr, yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacaðýnýza söz verirseniz, onu size tanýtabilirim." dedi. Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta dokunmayacaklarýna dâir yemin ettiler. Baþrâhip;

"Allah için ey Muhammedî! Ayaða kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bistâmî ayaða kalktý. Baþ râhip; "Adýn ne?" diye sor- du. "Bâyezîd!" cevâbýný verdi. "Tahsil gördün mü?" diye sorunca; "Rab- bim öðrettiði kadar bir þeyler biliyorum." dedi. Bunun üzerine râhip; "O hâlde bana þu hususlarý cevaplandýr: Ýkincisi olmayan biri, üçüncüsü olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beþincisi olmayan dördü, altýn­cýsý olmayan beþi, yedincisi olmayan altýyý, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?"

Bâyezîd-i Bistâmî baþ râhibe; "Beni iyi dinle! Ýkincisi olmayan bir, eþi-ortaðý, dengi ve benzeri olmayan Allahü teâlâdýr. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü olmayan üç, üç talâktýr (boþamadýr). Beþincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr, Ýncîl ve Kur´ân-ý kerîmdir. Altýncýsý olmayan beþ, beþ vakit namazdýr. Yedincisi olmayan altý göklerin ve yerin yaratýldýðý altý gündür. Sekizincisi olmayan yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kýyâmet günü Arþ´ý taþýyacak sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadýnýn dokuz ay hâmilelik müddetidir. On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmýn Þuâyb peygambere on yýl çobanlýk etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeþidir. On üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydýr." dedi. Râhip tebessüm ederek; "Doðru söyledin. Þimdi de bana, havadan ne yaratýldý, havada ne muhâfaza olundu ve kim hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;

"Îsâ peygamber havadan yaratýldý, havada muhâfaza edildi. Âd kav- mi hava ile helâk edildi." diye cevap verdi. Râhip; "Doðru söyledin. Aðaç- tan kim yaratýldý, aðaçta kim korundu ve aðaç ile kim helak oldu?" diye sorunca; "Mûsâ aleyhisselâmýn asâsý aðaçtan yaratýldý, Nûh aleyhisse- lâm aðaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise aðaç içinde testere ile biçilip helâk edildi." cevâbýný verdi. Râhip tekrar; "Doðru söyledin. Kim ateþten yaratýldý, kim ateþten korundu ve kim ateþ ile helâk oldu?" diye sordu. O da;

"Ýblîs ateþten yaratýldý. Ýbrâhim aleyhisselâm ateþten korundu. Ebû Cehil ateþ ile helâk oldu." dedi. Râhip tekrâr; "Taþtan kim yaratýldý, taþ içinde kim korundu ve taþ ile kim helâk oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;

"Sâlih peygamberin devesi taþtan yaratýldý. Eshâb-ý Kehf taþ içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taþ ile helâk edildi." cevâbýný verdi. Râhip; "Doðru söyledin. Âlimler, Cennet´te dört nehir vardýr, biri baldan, biri süt- ten, biri sudan, biri de þaraptandýr. Ayrý ayrý olan bu dört nehir ayný kay- naktan akýyormuþ, diyorlar. Bunun dünyâda bir örneði var mýdýr?" diye sordu.

"Evet vardýr. Ýnsanýn baþýndan dört nehir akar. Kulak yaðý acýdýr. Göz yaðý tuzludur. Burun suyu ayrý bir tad taþýr. Aðýzdan gelen su tatlýdýr." cevâbýný verdi. Râhip yine; "Doðru söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir benzeri var mýdýr?" diye sorunca;

"Evet vardýr. Ana rahmindeki cenin yer içer fakat dýþkýsý yoktur." cevâbýný verdi. Râhip; "Doðru söyledin. Cennet´te Tûbâ aðacý vardýr. Cen- net´te hiç bir saray, hiç bir köþk yoktur ki, bu aðacýn dalýna dokunmasýn. Bunun dünyâda bir örneði var mýdýr?" diye sordu.

"Evet vardýr. Güneþ sabahleyin doðunca böyle deðil midir?" cevâbýný verdi. Râhip; "Doðru söyledin. Þimdi þunlarý cevaplandýr: Bir aðaç vardýr, on iki dalý bulunmakta, her dalýnda otuz yaprak ve her yaprakta beþ çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneþe, üçü karanlýða bakmaktadýr. Bu aðaç nedir?" deyince:

"Aðaç bir yýlý temsil eder. On iki dalý, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beþ çiçek de, beþ vakit namazý temsil eder." cevâbýný verdi. Son olarak râhip þöyle sordu: "Bana þu kimseden haber ver. Hacca gitmiþ, tavâf yapmýþ ve o makâmlarda bulunmuþtur. Fakat onun ne rûhu vardýr ne de hac kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i Bistâmî;

"Nûh peygamberin gemisidir." dedikten sonra, râhibe; "Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onlarý cevaplandýrmaya çalýþtýk. Müsâde ederseniz benim de sorularým var. Fakat ben bir sorudan baþka sormayacaðým. O da þudur:

Cennet´in anahtarý nerededir? Cennet kapýlarýnýn üzerinde ne yazýlýdýr?" Râhip sustu ve cevap vermekten kaçýndý. Diðer râhipler bu duruma bozuldular ve; "Ey büyüðümüz maðlup mu oluyorsun?" dediler. O da; "Hayýr maðlûb olmak istemiyorum." deyince; "Peki öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde; "Þâyet cevap verirsem benim cevabýma katýlýr mýsýnýz?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler. Râhip; "Dinleyin, þimdi cevap veriyorum. Cennet´in anahtarý ve kapýlarýnýn üzerinde yazýlý olan ibâre; Lâ Ýlâhe Ýllallah Muhammedün Resûlullahdýr." deyip müslüman oldu. Diðer râhipler de hep bir aðýzdan Kelime-i þehâdeti getirip müslüman oldular. Bâyezîd-i Bistâmî de onlarýn yanýnda bir süre kalýp Ýslâmiyeti öðretti. Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaþýldý.

Irak´ta yetiþen evliyâdan Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün deniz sâhilinde oturuyordu. Bulunduðu yere yakýn, sâhilden bir gemi geçiyordu. Ýçinde askerler ve halktan bir grup, bir yere gidiyordu. Gemide bulunan bâzý kimseler içki içip eðleniyorlar ve yolcularý rahatsýz ediyorlardý. Bekâ hazretleri karada idi. Fakat, keþf hâli ile onlarýn yaptýklarýný anlayýp üzülüyor, rahatsýz oluyordu. Denizin kenarýndan geminin kaptanýna seslendi. "Allah´tan kork!" buyurdu ve bâzý nasîhatlerde bulundu. O azgýn kimseler, buna iltifât etmediler. Buna daha çok üzülen Bekâ hazretleri, derhal suya emredip; "Ey üzerindeki gemiyi taþýyan deniz! O günâhkârlarý içine al!" buyurdu. Derhal denizin sularý yükseldi. Dalgalar çoðaldý. Gemi batmaya baþladý. Gemidekiler feryâd ediyorlardý. Bekâ hazretleri, Allahü teâlânýn izni ile su üzerinde yürüyerek, batmakta olan geminin yanýna geldi. Gemidekiler, yaptýklarýna piþman olduklarýný, tövbe ettiklerini açýkladýlar. Bekâ hazretleri su üzerinde namaz kýlýp, sonra Allahü teâlâya duâ etti. Daha duâsýný bitirmeden su sâkinleþti, dalgalar durdu ve gemidekiler kurtuldu. Bu kimseler, bu hâdise ile Bekâ hazretlerinin büyüklüðünü anladýlar. Kendisini sýk sýk ziyâret e- dip, sohbetlerinde bulundular.

Anadolu´da yetiþen ve Anadolu´yu aydýnlatan meþhûr velîlerden Bur- hâneddîn bin Muhammed Eðridirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kýnalýzâde Ali Çelebi þöyle anlatmýþtýr: Bursa´dan Ýstan- bul´a gitmeye niyetlenmiþtim. Gitmeden önce bir gece akrabâ ve bâzý ar- kadaþlarýmla, müderris ve medrese mensuplarý ile sohbet ettik. Söz þeyhlerden açýldý. Bu arada hayatta olanlardan Þeyh Burhâneddîn Efen- diden de söz edildi. Ben onun hakkýnda bâzý uygunsuz sözler söyledim. Ertesi gün Mudanya´dan gemiye binip yola çýktým. Rüzgâr ters yönden esiyordu. Bozburun denilen yere geldiðimizde bindiðimiz gemi batma de- recesine geldi. Artýk gemide bulunan herkes geminin batmakta olduðuna kanâat getirdi. Ben de geminin kaptan odasýnda oturup, hayâtýmdan ü- midimi kesmiþ ve þaþkýn bir halde ölümü bekliyordum. O sýrada birden- bire deniz üzerinde Þeyh Burhâneddîn hazretleri göründü. Batmak üzere olan geminin sereninden kucaklayýp doðrulttu. Gemi batmaktan kurtuldu. Bu hâdiseyi görünce biraz kendime gelip ayaða kalktým. Þeyh hazretleri- ne doðru yürüdüm. Yanýna yaklaþýnca gözden kayboldu. Gemideki yol- cularýn hepsini deniz tuttuðundan, âdetâ baygýn gibi yatýyorlardý. Gemi- nin serendibine yakýn bir yerde bir gayr-i müslim yolcu da vardý. O müs- lüman olmayan yolcuya yaklaþýp; "Az önce bir zât serendibinde gözüktü! Sen de gördün mü?" diye sordum. "Evet gördüm! Gelip batmak üzere o- lan gemimizi doðrulttu. Sonra da deniz üzerinde yürüyüp sâhile doðru gitti!" dedi. Daha sonra bu gayr-i müslim kimse gördüðü bu hâdise üzeri- ne müslüman oldu. Allahü teâlânýn izni ile gemimiz batmadan Ýstanbul´a ulaþtýk. Ýstanbul´a varýnca, bir de öðrendim ki Þeyh Burhâneddîn hazret- leri Ýstanbul´a gelmiþ. Ona çok minnetdâr idik. Mübârek elini öpmek için ziyâretine gittim. Huzûruna varýnca ayaklarýna kapanýp; "Sultaným! Bizim kurtulmamýza sebep oldunuz. Denizde batmak üzere iken yardýmlarýnýz yetiþti. Sizi deniz ortasýnda bize yardým ederken gözümle gördüm!" de- dim. Ben böyle deyince; "Hey Ali Çelebi! O gördüðün senin hayâlindir. Bizim gibilerden hiç böyle bir kerâmet gö­rülür mü?" diyerek, Bursa´da o- nun hakkýnda konuþtuðum uygunsuz sözlerimize iþâret etti. O sýrada öy- le mahcûb oldum ki anlatýlamaz. Hemen mübârek elini öpüp suçumdan dolayý özür dileyip, affetmesini istedim."

Tanýnmýþ büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, hocasýnýn emri üzerine ilim tahsîli için Þam´a gi- derken, Nusaybin´de hýristiyan papazlarýnýn toplantýsýna rastladý. Papaz- lar sihir yapýp âdet dýþý bâzý þeyler gösteriyorlardý. Mevlânâ´yý görünce, bir oðlaný havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu iþe ilgi göstermeyip murâ- kabeye, Allahü teâlâyý düþünüp kalbini uyanýk bulundurarak, gâfil olma- ma hâlini muhâfazaya vardý. Oðlan, havada olduðu yerde kaldý. "Beni kurtarýn, yoksa düþüp öleceðim." dedi. Papazlar ne yaptýlarsa bir çâre bulamadýlar. Nihâyet oðlan; "O yanýnýzdaki zâtýn murâkabesi yüzünden ben bu hâle düþtüm. Onun yardýmý olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister istemez Mevlânâ´ya yalvardýlar. Mevlânâ; "Onu bir þey kurtaramaz, ancak Kelime-i þehâdet kurtarýr." buyurdu. Oðlan bunu duyunca, hemen Kelime-i þehâdet getirdi ve kolayca yere indi. Mevlâ- nâ´nýn ellerini öptü. Bu hâli gören papazlarýn hepsi müslüman olmakla þeref­lendi.

Mevlânâ hazretleri, müslim veya gayr-i müslim herkese karþý yaptýðý iyi muâmele ve güler yüz ile her tarafta meþhûr oldu. O zamanlar Ýstan- bul´da bulunan meþhûr bir hýristiyan papaz, merâk edip Mevlânâ´yý gör- mek istedi. Yollara düþüp Konya´ya geldi. Konya´da yaþayan hýristiyanlar onu karþýladýlar. Yolda giderken Mevlânâ´yý gördüler. Papaz süratle yeti- þip, Mevlânâ´ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu iyi karþý- ladý. Papaza, papazýn yaptýðýndan daha fazla iltifatta bulundu. Papaz ve orada bulunan diðer hýristiyanlar, Mevlânâ´nýn bu iltifât ve güzel ahlâký ve bu olgunluðu karþýsýnda dayanamayýp, Kelime-i þehâdet getirip müslü- man oldular.

HEPSÝ ÎMÂN ETTÝLER



Mevlânâ, tahsil için, Konya´dan bir gün yine,

Þam´a gidiyordu ki, uðradý Nusaybin´e.



Hýristiyan papazlar, bir yere gelmiþlerdi,

Acâyip istidraçlar, halka gösterirlerdi.



Gösteriþ yapmak için, hazret-i Mevlânâ´ya,

Bir oðlan çocuðunu, uçurdular havaya.



Celâleddîn-i Rûmî, bir duâ etti o an,

Havada kala kalýp, düþmedi yere oðlan.



Feryâd ediyordu ki, korkusundan o çocuk;

"Düþüp de öleceðim, indirin beni çabuk!



Çok uðraþtýlarsa da, papazlarýn birçoðu,

Hiç indiremediler, havadan o çocuðu.



Oðlan baðýrdý ki: "Sizin yanýnýzdaki,

O zâtýn duâsýyla, iþbu hâl oldu vâki.

Ancak onun duâsý, kurtarýr beni bundan,

Yoksa helâk olurum, yere düþüp buradan."



Papazlar bil-mecbûri, ona gelip bu kere,

Dediler: "Duâ et de, o çocuk düþsün yere."



Buyurdu ki: "Hiçbir þey kurtarmaz o çocuðu,

Kelime-i þehâdet, kurtarýr yalnýz onu."



Oðlan bunu duyunca, sevinip bu habere,

Kelime-i þehâdet, söyleyip indi yere.



Papazlar bunu görüp, hayrette kaldý hepsi

Ve insâfa gelerek, îmân etti cümlesi.



Evliyânýn büyüklerinden Cüneyd-i Baðdâdî (rahmetullahi teâlâ a- leyh) hazretleri´nin gözlerinde bir zaman aðrý meydana geldi. Tabib çaðýrdýlar, gelen tabib, hýristiyan idi. Muâyene edip; "Gözlerinize su deðdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Baðdâdî; "Su deðdirmesem nasýl ab- dest alýrým?" deyince, tabib; "Gözleriniz size lâzým ise su deðdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Baðdâdî abdest alýp namaz kýldý ve namazdan sonra bir mikdâr uyudu. Uyandýðýnda gözlerinde hiç aðrý kalmamýþtý. O anda duyduðu ses; "Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiðin için, biz de senden o aðrýyý aldýk." diyordu. Bir zaman sonra hýristiyan tabib tekrar geldi. Baktý ki gözleri tamâmen iyi olmuþ. Hayret edip; "Nasýl yaptýn da iyi oldu?" dedi. Cüneyd-i Baðdâdî olanlarý anlatýnca, Cüneyd-i Baðdâdî´nin elini öpüp îmân etti ve; "Esas aðrýyan göz sizinki deðil benim gözlerim imiþ. Hakikatleri göremiyen ben imiþim" dedi.

Türkistan´da yetiþen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü´l-Hayr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) zamanýnda müslümanlardan birinin yahûdî bir ortaðý vardý. Ortaðýný ne kadar Ýslâma dâvet etti ise, müslümanlýðý kabûl etme- di. Hattâ bu ortaðýna; "Eðer müslüman olursan, malýmýn üçte birini sana veririm." dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman baþka bir gün; "Eðer müslüman olursan, malýmýn yarýsýný sana veririm." demesine raðmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eðer müs- lüman olursan, malýmýn üçte ikisini sana veririm." dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar artýk ortaðýnýn müslüman olmasýndan ümidini kesmiþti. O müslüman, bir gün Ebû Saîd Mîhenî´nin dergâhýnýn yanýndan geçiyordu. Yahûdî ortaðý da yanýnda idi. Bu sýrada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sýrada sohbet ediyordu. Yahûdî ortaðý da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalým neler anlatýyor. Onun halk arasýnda kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahûdî oldu- ðuma dâir üzerimde her hangi bir iþâret olmadýðý için beni nasýl olsa tanýmaz." dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direðin arkasýna oturdu. Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsýnda bir ara yahûdînin arkasýnda oturduðu direðe doðru dönerek; "Ey yahûdî! Direðin arkasýnda ne kadar kendini gizlemeye çalýþsan da gizlenemezsin." dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayaða kalktý. Ebû Saîd Mîhenî´nin yanýna vardý. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasýný söyleyince, bu dâveti kabûl edip, müslüman oldu. Ebû Saîd hazretleri ona; "Þimdi ortaðýnýn yanýna git. Sana müslümanlýðý öðretsin. Ýþler vakti zamâný gelince olur. Ondan önce olmaz. Zamâný gelince müslüman olmak için malýn üçte birine, yarýsýna ve üçte ikisini vermeye hâcet kalmaz." buyurdu.

Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin altýncýsý olan Ebü´l-Hasan-ý Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hayatta iken Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya´ya hâkim olduðu zamanda, Harkân þehrine yakýn gelmiþti. Adamlarýndan bir kaçýný, Harkân´a Þeyh Ebü´l-Hasan-ý Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiþ ve Þeyh hazretlerini yanýna çaðýrmýþtý. Þeyh hazretleri buna karþýlýk, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî´ye bildirilince, "Haydi kalkýnýz! Zîrâ o, bizim sandýðýmýz kimselerden deðildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdý Ýyâd´a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdý Ýyâd´ýn yanýnda Ebü´l-Hasan-ý Harkânî´nin evine gir- di. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü´l-Hasan hazretleri selâmýný al- dý. Fakat ayaða kalkmadý. Mahmûd Gaznevî, Ebü´l-Hasan-ý Harkânî´ye; "Sultan için neden ayaða kalkmadýnýz?" diye sorunca, Ebü´l-Hasan, Sultan Mahmûd´a; "Mâdem ki seni öne geçirmiþler, yanýma gel bakalým." dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.

Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü´l-Hasan-ý Harkânî´ye; "Bâyezîd-i Bis- tâmî nasýl bir zât idi?" diye sordu. Ebü´l-Hasan-ý Harkânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuþurdu. Allahü teâlânýn râzý olduðu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbý beðenmedi ve; "Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtý, Ser- ver-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelme­diler. Hâl böyle o- lunca, Bâyezîd´i görenlerin hidâyete geldiklerini nasýl söylüyorsun?" dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânýn efendisini, üs- tünlerin üstünü olan Allahü teâlânýn sevgili Peygamberini gören, küfür- den kurtulamadý da, Bâyezîd´i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü´l-Hasan; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânýn sevgili Peygamberini, insanlarýn en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak gör- mediler. Ebû Tâlib´in yetimi, Abdullah´ýn oðlu olarak gördüler. O gözle baktýlar. Eðer, Ebû Bekr-i Sýddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görse- lerdi, eþkýyâlýktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi." buyur- du.

Doðu Anadolu´da yetiþen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazreteri buyurdular ki:

Ynt: Hidayet By: neslinur Date: 27 Mart 2010, 14:53:28
KIR O ÞÝÞELERÝ



Necâti Bey isminde, var idi ki bir kiþi,

Vaktiyle Adliye´de, müfettiþlikti iþi.



Ýþte bu Necâti Bey, vazîfeyle bir sene,

Bir Arefe gününde, gitti "Müks" ilçesine,



Kendisi anlatýr ki: Müks´e vardýðýmda ben,

Bayram namazý için, câmiye gittik hemen.



Kaymakam ve ilçenin, bâzý mühim zâtlarý,

Baktým, namazdan sonra, çýkardýlar atlarý.



Tahmîn ettim, bir yere, gidiliyordu derhâl,

"Bir yere yolculuk mu, var?" diye ettim suâl.



Dediler: "Bayramlarda, þudur ki âdetimiz,

Namazý müteâkip, Arvas´a gideriz biz.



Orada Seyyid Fehîm, diye var bir evliyâ,

Onu ziyâret edip, alýrýz hayýr duâ."



Dedim ki: "Vaziyetim, deðilse de pek iyi,

Beni dahî götürün, göreyim o velîyi."



"Olur" deyip bana da, hazýrladýlar bir at,

Yola düþtük ise de, bir hoþ oldum ben fakat.



Çünkü benim aslýnda, din ile yoktu ilgim,

Ýslâmî husûslarda, yok idi hiç bir bilgim.



Ayrýca da mâlesef, mübtelâydým içkiye,

Þimdiyse gidiyorduk, bir evliyâ kiþiye.



Vaktâ ki sýnýrýndan, duhûl ettik Arvas´ýn,

Sanki baþka bir âlem, zuhur etti ansýzýn.



Ömrümde hiç böyle þey, görmemiþtim doðrusu,

Girince sardý bizi, sanki "Cennet koku"su.



Alýþkýn olduðumdan, içkiye ve lâkin ben,

Heybeme "iki þiþe", koymuþtum ihtiyâten.



Zîrâ mübtelâ idim, içmeden edemezdim,

Ýçmediðim zamanlar, kararýrdý gözlerim.



Varýnca biraz sonra, Arvas kabristanýna,

Sakladým þiþeleri, taþlarýn arasýna.



Kimseye sezdirmeden, yapmýþtým ben bu iþi,

Yol arkadaþlarýmdan, görmedi hiç bir kiþi.



Orada "Fâtiha"lar, okuyarak mevtâya,

Sonra gittik hepimiz, o büyük evliyâya.



Huzûruna girip de, görür görmez o zâtý,

Düþündüm ki "Var bunda, sanki melek sýfatý.



Önce görmüþ olduðum, insanlardan deðildir,

Bu çok büyük bir insan, bu mürþid-i kâmildir,"



Kendisine gönülden teslîm oldum bin aþkla,

Ellerine sarýlýp, öptüm bir iþtiyâkla.



Büyük bir arzû ile, arz ettim ki: "Efendim,

Bu tasavvuf yoluna, ben de girmek isterim."



Gülerek buyurdu ki: "Bu, böyle olmaz fakat,

Olur mu bir arada, þiþe ile bu hayat?



Gidip kabristandaki, kýr o iki þiþeyi,

Ondan sonra gel bizden, talep eyle bu þeyi."



"Peki efendim" deyip, birini kýrýp attým,

Her ihtimâle karþý, öbürünü býraktým.



Huzûruna gelince, buyurdu: "Ey müfettiþ,

Git, öbür þiþeyi de, kýr gel ki, bitsin bu iþ."



"Peki" dedim ve gidip, kýrdým öbürünü de,

Gelip tövbe eyledim, o büyüðün önünde.



Çok memleket dolaþtým, çok âlim gördüm, fakat,

Görmedim hiç bir yerde, onun gibi büyük zât.



Evliyânýn büyüklerinden Fudayl bin Ýyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tövbesinden önce, hangi kervandan bir mal gasbetmiþse, onlarýn üzerine o kâfiledekilerin isimlerini yazar ve mallarýný saklardý. Tövbe ettikten sonra o mallarý sâhiplerine götürüp helallaþtý ve affýný diledi.

Yalnýz Ebîverd þehrinde bir yahûdî hakkýný helâl etmiyordu. Hiçbir teklifi de kabûl etmiyor, Fudayl bin Ýyâd´ý zor durumda býrakmak için olmayacak þartlar ileri sürüyordu. Ona; "Eðer hakkýmý helâl etmemi istiyorsan, filân yerde kayalýk bir tepe var. O tepeyi kazarak oradan kaldýr. Oralar dümdüz olsun!" dedi.

Fudayl bin Ýyâd hakkýný helâl ettirmek için buna râzý oldu ve kazmaya baþladý. Hazret-i Fudayl´ýn bu gayreti sebebiyle Allahü teâlânýn ihsânýyla, bir seher vakti rüzgâr çýktý ve orayý dümdüz etti. Yahûdî bunu görünce hayretten dona kaldý. Bu sefer de; "Benden aldýðýn malýmý iâde etmedikçe hakkýmý helal etmeyeceðim." diye yemin etmiþtim. Benim yastýðýmýn altýnda altýnlar var. Sana hakkýmý helâl edebilmem için oradan altýnlarý alýp bana vermen lâzým." dedi. Yahûdî yastýðýn altýna çakýl taþlarý koymuþtu. Fudayl elini yastýðýn altýna soktu. Allahü teâlânýn izniyle, çakýl taþlarý altýn olmuþtu. Bir avuç altýný yahûdîye verdi. Yahûdî hayret içindeydi. "Sana hakkýmý helâl etmeden önce bana Ýslâmý anlat!" dedi. Fudayl; "Bu ne haldir?" diye sorunca yahûdî þöyle anlattý: "Ben Tevrat´ta; "Tövbesinde sâdýk ve samîmî olanýn elinde çakýl taþlarý altýn olur." diye okudum. Aslýnda yastýðýn altýnda çakýl taþlarý vardý ve ben seni imtihân için öyle söylemiþtim. Elinde, çakýl taþlarýnýn altýn olduðunu görünce anladým ki, senin dînin haktýr ve tövbende sâdýksýn." dedi ve îmân edip, müslüman oldu.

Hindistan´ýn büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok seyâhat ederdi. Bir gün halký mecûsî, ateþperest olan bir yerin yakýnýna geldi. Bir aðaç altýnda namaz kýlmaya baþladý. Yemek piþirmek için Fahreddîn isimli yardýmcýsý ateþ almak için mecûsi köyüne gitti. Köylülerden ateþ yakabilmek için kor istedi. Fakat halk, ateþe tapýndýklarýndan, istediðini vermedi. Ateþ almadan geri dönüp, durumu arz edince, Osman Hârûnî abdestini tâzeleyip bu defa kendisi gitti ve halký ateþe tapar buldu. Baþkanlarýnýn yedi yaþýndaki oðlu da oradaydý.

Osman Hârûnî onlara; "Allahü teâlânýn önemsiz bir mahlûku olan ve az bir su ile sönebilecek ateþe tapmaktan maksadýnýz nedir? Ateþ, cenâ- b-ý Hakk´ýn âciz bir yaratýðýdýr. Onun ve her þeyin sâhibi yalnýz Allahü teâlâdýr. Niçin O´na tapmýyorsunuz? O´na taparsanýz ebedî kurtuluþa ka- vuþursunuz." dedi. Mecûsîlerin baþkaný; "Ateþin, bizim dînimizde yeri büyüktür. Biz ona kýyâmet günü yakmasýn diye ibâdet ediyoruz." deyince, Osman Hârûnî ona; "Bu kadar kýymetli yýllarýný kendisine tapmakla harcadýðýn ateþe bir uzvunu koy da yakmasýn." dedi. Baþkan; "Ateþin âdeti yakmaktýr. Buna kim karþý gelebilir?" deyince, Osman Hârûnî; "Ateþ de, bütün âlemin yaratýcýsý olan Allahü teâlânýn emrindedir. O´nun izni olmadan bir saç teli bile yakamaz." dedikten sonra yaþlý adamýn kucaðýndaki çocuðu aldý. Besmele çekerek; "Ey ateþ! Ýbrâhim´in üzerine serin ve selâmet ol." (Enbiyâ sûresi:69) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak ateþin içinde kayboldu.

Bir müddet sonra Osman Hârûnî kucaðýnda çocuk ile ateþin içinden çýktý. Yaþlý râhib ve etrâfýndakiler çocuðu sað sâlim görmekten memnun oldular ve ona ateþin içinde ne gördüðünü sordular. Çocuk; "Þeyhin sâyesinde bir bahçede oynadým." diye cevap verdi. Mecûsilerin hepsi bu duruma hayran kalarak, müslüman oldu. Baþkanýn ismini Abdullah, oðlununkini Ýbrâhim koyan Osman Hârûnî bir süre orada kalarak, onlara Ýslâmiyeti öðretti. Söz konusu ateþ mâbedinin yerine bugün de mevcûd olan çok güzel bir câmi inþâ edildi.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânýn en büyüklerinden Hasan-ý Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Þem´ûn adlý mecûsî bir komþusu vardý. Onun müslüman olmasý için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek aðlayýp yalvarýrdý. Komþusu bir hastalýða tutuldu. Tutulduðu hastalýktan kurtulamayan mecûsî son derece halsiz düþtü. Hasan-ý Basrî onu ateþten korumak için yanýna gitti. Sonra ona Kelime-i tevhîdi telkîn etti. Allahü teâlânýn sýfatlarýný açýkladý ve buyurdu ki:

"Ey Þem´ûn! Þu kadar müddetten beri ömür sürüp, rýzkýn için çalýþýp didindin. Ama bu gayretlerin boþa çýkacaktýr. Zîrâ sen uzun yýllar ateþe taptýn, gece ve gündüz yaratýcý sanarak ona secde eyledin ve küfründe ýsrâr ettin. Bu sebeple yerin ateþ olacaktýr. Ancak þimdiden sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" deyip, O´nu zikredip verdiði nîmetlere þükredici olmalýsýn ki, Hakk´ýn dergâhýna vardýðýnda kendine Cennet´i mekân bulasýn." buyurdu. Mecûsî bâzý bahâneler ileri sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ý Basrî hazretleri buyurdu ki: "Se­nin dediðin hususlar teferruattýr. Asýl olan îmândýr. Îmânla þereflenenler Cehennem ateþine girseler bile elîm azâba uðramazlar. Hattâ Cehennem ateþi bile îmâný kuvvetli bu kiþilere pek tesir etmez. Cehennem müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ olanlara günâhlarý kadar azâb olursa da sonra çok sevaplara kavuþurlar. Ama kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin türlü eziyete düçar olacaklardýr. Hak teâlâ mü­minleri dünyâda da kerâmet ehli kýlýp, hakîkati göstermek için peygamberlerin vârisleri olarak onlarý kuvvetlendirmiþtir. Eðer diðer ateþe tapanlar gibi acýklý bir azâba uðramak istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi çýkarýp yanan fýrýna girelim. Bakalým hangimizin bedenini ateþin alevleri yakmayacak." buyurdu.

Hasan-ý Basrî orada yanan bir ateþin içine kollarýný sývayýp soktu ve; "Ey Þem´ûn! Ateþ dünyâ ve âhiret mahlûkudur ve Hakk´ýn emriyle yakar. Allah´ýn emriyle ateþin mizâcý su gibi, suyun mizâcý ateþ gibi olur." buyurarak kor hâlindeki ateþten kollarýný çekti. Fakat ellerinde en ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal karþýsýnda gönlü yumuþayan mecûsî, Ýslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin ve davranýþlarýn güzel. Fakat bu kadar telef edilmiþ ömürden ve iþlediðim kötülüklerden sonra affa ve merhâmete lâyýk olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi söylemekle Cennet´e girip hûrilere ve gýlmâna nâil olabilir miyim?" dedi. Hasan-ý Basrî hazretleri; "Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eðer bana bir ahitnâme yazýp bana kefil olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarým." dedi. Hasan-ý Basrî gereken teminâtý vererek onun Kelîme-i tevhîd ile îmân etmesine vesîle oldu. Þem´ûn Hakk´ýn affýna kavuþtu. Sonra da vefât etti. Ýsteði üzerine ahidnâme ile birlikte mezârýna koyup defnettiler.

Hasan-ý Basrî hazretleri evine döndüðünde kendi kendine yaptýðýna piþman oldu ve; "Ey Þeyh Hasan! Sen gayba hükmederek, küstahlýkta bulundun, acâip sözler söyledin." dedi. Bu düþünceyle uykuya vardýðýnda, rüyâsýnda Þem´ûn´un yeni müslüman olmuþ, nûrlar ve ýþýklara boyanmýþ baþýna kýymetli Cennet taþlarýyla süslenmiþ bir tâc, beline altýn bir kemer kuþanmýþ bir halde Cennet´e doðru gittiðini gördü. Þem´ûn Hasan-ý Basrî´ye yönelerek; "Allahü teâlâ bir zengin pâdiþâhmýþ. Kullarýna lütfu büyük ve merhâmetinden bir damla içmekle benim gibi binlerce âsîler rahmetine gark olurmuþ. Allah´ýn yardýmýyla bu âsînin günahlarý ve hatâlarý iyiliðe çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip kýlýnmýþtýr." dedi ve; "Senin yazdýðýn o kâðýda ihtiyaç kalmadý. Ýþte kâðýdýn." deyip Hasan-ý Basrî´nin eline verdi. Sabahleyin uykudan uyanan Hasan-ý Basrî hazretleri o kâðýdý elinde buldu.

Çeþtiyye yolunun büyüklerinden Hâce Hübeyret-ül-Basrî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hocasý Huzeyfetü´l-Mer´âþî hazretleri ile bir beldeye gittiklerinde, baþlarýndan geçen hâdiseyi þöyle anlatýr: Huzeyfetü´l-Mer´- âþî hazretleri, kendisini karþýlamak için toplanan halký görünce, Allah korkusundan aðlamaya baþladý. Yanýna biri gelip; "Ey üstâd! Niçin bu ka- dar aðlayýp sýzlayýp, sýkýntý çekmektesin? Yoksa Allahü teâlânýn, Ra- hîm, Kerîm, Gafûr olduðunu bilmiyor musun?" dedi. Huzeyfe hazretleri de; "Allahü teâlâ, bir fýrka Cennet´te, bir fýrka Cehennem´dedir buyuruyor. Ben acabâ, bunlarýn hangisindeyim. Bunu bilmediðim için aðlýyorum." buyurdu. Soran kimse; "Senin kendinin ne olduðundan haberin yok, nasýl baþkalarýna yol gösterirsin?" dedi. Huzeyfetü´l-Mer´âþî, bu söz üzerine kendinden geçip bayýldý. Kendine geldiði zaman orada bulunan herkesin duyduðu, gâibten bir ses geldi: Ses; "Ey Huzeyfe! Biz seni dost edindik, kýyâmet günü seni Cennetlikler arasýna koyacaðýz." diyordu. Bu müj- deyle orada bulunan üç yüz kadar kâfir müslüman olup, Huzeyfe hazretlerine talebe oldular.

Evliyânýn büyüklerinden Ýbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Baðdât´ta sâlihlerden bir kaç kiþiyle birlikte, bir yerde oturuyordu. O esnâda yanlarýna bir genç geldi. Ýbrâhim-i Havvâs hazretleri arkadaþlarýna buyurdu ki: "Bu gencin yahûdî olduðunu zannediyorum." Arkadaþlarý, bu söze pek kulak vermediler. Genç gelip oradakilere sordu: "Bu zât benim için neler söyledi?" Onlar da; "Senin yahûdî olduðunu söyledi." dediler. Genç, hemen Ýbrâhim-i Havvâs hazretlerinin ellerine sarýlýp, Kelime-i þehâdet getirerek müslüman oldu. Ýbrâhim-i Havvâs hazretleri müslüman olmasýnýn sebebini sordu. Genç; "Efendim, biz kitabýmýzda þöyle okuduk ki: Sýddîk, yâni hakîkî bir müslümanýn firâsetinde yanlýþlýk olmaz. Kendi kendime müslümanlarý imtihân etmek istedim ve dedim ki: Müslümanlar arasýnda sýddîk olanlar bulunabilir. Çünkü onlar; "Biz Allahü teâlâdan baþka her þeyi kalbimizden çýkarýrýz." diyorlar. Ýþte bu düþünce ile sizin yanýnýza geldiðimde, benim yahûdî olduðumu hemen anladýnýz. Buradan sizin sýddîk olduðunuzu anladým. Bunun için müslüman oldum." dedi.

Evliyânýn büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânýnda iki mecûsî kardeþ vardý. Ateþe taparlardý. Bir gün küçüðü büyüðüne; "Ey aðabey! Sen yetmiþ üç sene ben ise otuz beþ senedir bu ateþe taparýz. Gel bakalým kendisinden baþkasýna tapmadýðýmýz bu ilâhýmýz bizi yakacak mý? Eðer bizi yakmazsa devamlý ona tapar gideriz. E- ðer yakarsa ona tapmayý terk ederiz." dedi. Büyükçe bir ateþ yaktýlar. Küçüðü büyüðüne; "Ýster sen önce elini ateþe koy, ister ben koyayým." dedi. Büyük de; "Sen önce elini koy." diye karþýlýk verdi. Küçük elini ate- þe uzatýnca; parmaðý yandý ve elini geri çekti. Sonra; "Ah! Sana bu kadar sene ibâdet ederim. Sen ise bana eziyet ediyorsun." dedi. Sonra aða- beyine; "Þimdi bizi doðru yola ulaþtýracak bir delile gidelim." dedi. Ýstiþâre ile yola çýkýp, Mâlik bin Dînâr´a gitmeye karar verdiler. Onu Basra´da bir yerde insanlara vâz ederken buldular. Onu görünce büyüðü küçüðüne; "Ben müslüman olmayacaðým. Zîrâ ömrümün çoðu ateþe ibâdetle geçti gitti. Þâyet müslüman olursam, ev halkýmýn ve akrabâlarýmýn beni ayýplamalarýndan korkarým. Ateþe tapmak, ayýplanmadan bana daha sevgilidir." dedi. Küçük olan da ona; "Böyle yapma, onlarýn ayýplamalarý bir zaman sonra unutulur gider, yok olur. Ateþe tapman ise kalýr." dedi. Fakat büyük olaný bunu dinlemedi. Geri döndü. Küçük kardeþ, Mâlik bin Dînâr hazretlerinin yanýna gitti. Sonra da çoluðunu çocuðunu getirdi. Onun huzûrunda oturdular. Küçük kardeþ baþýndan geçenleri anlattý ve kendilerine Ýslâmýn anlatýlmasýný istedi. Mâlik bin Dînâr hazretleri onlara, îmâný ve Ýslâmý anlattý. Tesirli sözleriyle hep birlikte müslümanlýðý kabul ettiler. Küçük kardeþ ehliyle birlikte huzûrundan ayrýlmak istedi. Mâlik bin Dînâr onlara; "Size yardým olarak müslümanlardan bir þeyler toplayýp vereyim." dedi. Onlar da istemediklerini bildirdiler ve harâbe evlerine yöneldiler. Döndüklerinde evlerini güzel, bakýmlý buldular. Ýçeriye girdiler. Sabah olduðunda hanýmý; "Çarþýya git çalýþ. Akþam da kazandýðýnla süt al getir." dedi. Adamcaðýz gitti. Lâkin ona kimse iþ vermedi. O zaman kendi kendine; "Ben de Allah için çalýþýrým." dedi. Orada harâbe bir yerde ibâdet etti. Akþam namazýný kýlýnca eli boþ olarak evine döndü. Hanýmý; "Niye bir þey getirmedin?" deyince; bugün bir Melik için çalýþtým. Lâkin bir ücret vermedi. Yarýn veririm dedi, diye söyledi. O gece aç yattýlar. Sabahleyin yine çarþýya gitti. Ýþ aradý. Lâkin yine bulamadý. Dünkü yaptýðý gibi yaptý. Akþam da yine eli boþ döndü. Hanýmýnýn sorusuna yine ayný þeyleri söyledi ve kendisi için çalýþtýðým Melik, Cumâ günü ödeyecek dedi. Nihâyet Cumâ günü oldu. Çarþýya gitti. Yine iþ aradý. Yine bulamadý. Ýbâdet yerinde iki rekat namaz kýldý. Ellerini semâya kaldýrýp; "Yâ Rabbî! Bize Ýslâmý ikrâm ettin. Hidâyete yönelttin. Bu din hürmetine, bu mübârek gün hürmetine kalbimden çoluk çocuðumun nafaka düþüncesini çýkar. Ben ehlimden hayâ eder oldum. Onlarýn hâlinin deðiþmesinden korkarým." dedi. Daha sonra öðle namazý için câmiye gitti. Hakîkaten evlâdý açlýk çekiyordu. Bu sýrada yoksul adamcaðýzýn evine bir zât geldi ve kapýlarýný çaldý. Kadýn çýktý. Bir de gördü ki yüzü güzel, genç birisi elinde altýndan bir tabak ve üzeri bir mendil ile örtülü bir þekilde duruyor. Kadýna; "Buyurun bu sizindir. Zevcine söyle, zevcinin iki günlük çalýþmasýnýn karþýlýðýdýr. Eðer çalýþmayý arttýrýrsa, biz de arttýrýrýz." dedi. Kadýn tabaðý aldý. Ýçinde bin dinar vardý. Birini alýp sarrafa gitti. Sarraf hýristiyan idi. Altýný tarttý. Oldukça aðýr geldi. Sonra üzerindeki süslemelere baktý. Onun dünyâ dînarlarýndan olmayýp, âhiret dînarlarýndan olduðunu anladý. Kadýna dönüp; "Bunu nereden buldun veya kimden aldýn?" deyince, kadýn, olup bitenleri anlattý. O zaman hýristiyan; "Bana Ýslâmý anlatýp öðretin." dedi. Kadýn da îmân esaslarýný öðretti. Sarraf müslüman oldu. Sonra kadýna bin dirhem verdi. Bunlarý nafaka yap. Bittiðinde bana haber ver." dedi. Kadýn onlarý aldý. Eve giderken alýnacak gerekli þeyleri aldý. Yemek piþirdi. Kocasýný beklemeye baþladý. O sýrada mescidde ibâdetini bitirmiþti. Evine dönmek istedi. Mendilini yayýp iki rekat daha namaz kýldý. Sonra mendile birkaç avuç toprak doldurdu. Sonra da kendi kendine; "Eðer haným benden bir þey sorarsa iþte un. Al bununla bir þeyler piþir derim." düþüncesiyle evine geldi. Ýçeri girdiðinde her tarafý dayalý döþeli buldu. Yemekler buram buram kokuyordu. Mendilini kapý eþiðine koydu. Hanýmýnýn onu görmesini istemedi. Sonra gördüðü þeylerden sordu. Kadýn her þeyi olduðu gibi bir bir anlattý. Adam o zaman þükür secdesine vardý. Kadýn da ona mendille getirdiði þeyden sordu. Adam ona; "Getirdiðim þeyden bana sorma?" dedi. Sonra mendili koyduðu yere gitti. Getirdiði topraðý dökmek istedi. Ýçini açtýðýnda, toprak, Allahü teâlânýn izniyle un hâline dönmüþtü. Allahü teâlânýn ikrâmýndan dolayý ikinci defâ secdeye vardý. Vefâtýna kadar Rabbine ibâdetle sâdýk bir kul olarak yaþadý.

Büyük velîlerden Ma´rûf-ý Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sofiyye-i aliyyenin de büyüklerindendir. H.200 de Baðdat´ta vefât etti. Kabri baþýnda yapýlan duâ makbul ve müstecabdýr.

Ýranlý hýristiyan bir anne ve babanýn çocuðu iken, hýristiyanlýðý öðrenmesi için bir râhibe gönderildi. Kardeþi Îsâ onun Ýslâma geliþini þöyle anlatmaktadýr: "Ben ve kardeþim Ma´rûf okula gidiyorduk. Hýristiyan idik. Hýristiyan râhip, çocuklara (Hâþâ) Allahü teâlâ üçtür: Baba, Oðul, Ruh´ül kudûs derdi. Kardeþim Ma´rûf, Allah birdir birdir diye baðýrýrdý. Râhib onu her tarafý yara bere içerisinde býrakacak þekilde döverdi. Bu hal uzun zaman devâm etti. Nihâyet bir gün her tarafýný parçalar þekilde dövünce kaçtý. Ve bir daha dönmedi. Bunun üzerine annem ona olan sevgisinden her gün gözyaþý dökerdi. "Eðer Allahü teâlâ oðlumu geri gönderirse, o hangi dinde ise ben de o dîne gireceðim." derdi. Annesi böyle aðlayýp gözleri yollarý beklerken, evden kaçan Ma´rûf-ý Kerhî kendi hâlini þöyle anlatmaktadýr: "Ayaklarým þiþmiþ, elbiselerim parçalanmýþ bir halde Kû- fe´ye geldim. Âdetim mescidlerde kalmaktý. Bir mescide gittim. Orada mübârek, yüzü nur saçan bir zâtýn etrâfýnda bir kýsým insanlar halka ol­muþ, onun anlattýklarýný dinliyorlardý. Cemâat o zâtý öyle dinliyorlardý ki, sanki baþlarýnýn üzerinde kuþ vardý da kaçmasýn diye hareketsiz duruyorlardý. O zâta yaklaþtým ve dinledim. Þöyle diyordu: "Kim Allahü teâ- lâdan tamâmen yüz çevirirse, Allahü teâlâ da ondan tamâmen yüz çevi- rir. Kim kalbiyle Allahü teâlâya kavuþmayý arzu eder ve O´na koþarsa, Allahü teâlâ onu rahmetiyle karþýlar. Bütün herkesin kalbinde O´nun mu- habbeti hâsýl olur, O´na gelirler. Derdlere ve belâlara sabýr eden kimseye de rahmetini ihsân eder." Bu zât Muhammed ibni Semmâk idi. Onun bu sözleri kalbime çok tesir etti ve beni yaratan Allahü teâlâya yöneldim. Benim gizli ve açýk her þeyimi bilen, Rabbime kavuþmaðý istedim. Allahü teâlâ da duâmý kabûl buyurdu. Bu sýrada Ýbn-i Semmâk âniden sustu. Sonra insana çok tesir eden bir sesle "Baðdâtlý genç nerede?" diye sor- du. Oradaki cemâat bana baktý. Çünkü orada benden baþka yabancý yoktu. Beni Þeyh Ýbn-i Semmâk´a götürdüler. Ýbn-i Semmak baþýmý ok- þadý ve; "Merhabâ ey Rabbin´i arayan kiþi! Merhabâ ey Allah´ýn sevgisine ve muhabbetine kavuþan kiþi!" dedi. Bu sözleri iþitince, babama beni kö- tüleyen râhibi hatýrladým ve aðlamaya baþladým. Bunun üzerine "Sen að- lýyor musun?" dedi: "Evet efendim" dedim ve râhibin sözünü hatýrladým. Çünkü o râhip hep hakâret ederek beni babama kötülerdi. Tam bu sýra- da; "Râhibin sözü mü?.." diye sordu. Ben buna çok hayret ettim. Bunu nasýl biliyordu. "Evet." dedim. Bana; "Allahü teâlâya duâ et. Senin duân müstecâbtýr (kabûl olur)." buyurdu ve ben de Allahü teâlâya duâ ettim. Daha sonra râhibin müslüman ve sâlih olup sâlihler arasýna karýþtýðýný öðrendim. Sonra Ýbn-i Semmâk beni Ýmâm-ý Ali Rýzâ´ya götürdü. Durumu ona anlattý ve onun elinde müslüman oldum."

Müslüman olan ve ilim tahsil eden Ma´rûf-ý Kerhî, uzun seneler sonra memleketine döndü. Büyük bir sabýrla onu bekleyen annesi baðrýna bastýktan sonra hangi din üzeresin diye sordu. Ma´rûf, Ýslâm dîni üzereyim deyince annesi; "Eþhedü enlâ ilâhe illallâh ve eþhedü enne Muhamme- den abdühû ve resûlüh." diyerek îmân ile þereflendi. Bunun üzerine bütün âile müslüman oldu.

Ma´rûf-ý Kerhî dînin emirlerini gözetmekte, ibâdette, haram ve þüphelilerden kaçmada çok meþhûr idi. Ýmâm-ý Ali Rýzâ´nýn hizmetinde bulunmuþ, O´nun çocuklarýyla beraber yaþamýþ ve ehl-i beytten bilinmiþtir. Ýmâm-ý Ali Rýzâ; "Ma´rûf, huy ve muhabbet bakýmýndan ehl-i beyttendir. Fakat ýrk ve neseb bakýmýndan deðil. Muhakkak o kerem ve izzet bakýmýndan, Selmân-ý Fârisî´nin ceddimize ilhak edilip ehl-i beytten sayýldýðý gibi, o da bize dâhil edilmiþtir." buyurmuþtur.

Âmir bin Abdullah el-Kerhî hazretleri anlatýr: Benim hýristiyan bir kom- þum vardý. Bir gün bana geldi ve "Ey Ebâ Âmir, benim senin üzerinde komþuluk hakkým vardýr. Senden bir ricâm var. Beni bir evlat verip duâ etmesi için Allahü teâlânýn sevgili bir kuluna götürmedin" dedi. Bunun üzerine komþumu Ma´rûf-ý Kerhî hazretlerine götürdüm. Onun durumunu ve ricâsýný anlattým. Ma´rûf-i Kerhî de onu Ýslâm´a dâvet etti. Müslüman olmasýný istedi. Komþum; "Yâ Ma´rûf, benim hidâyetim senin elinde de- ðildir. Ancak Allahü teâlâ hidâyet eder, bir kimseyi doðru yola kavuþturur. Ben senden duâ istemeðe geldim. Müslüman olmaða gelmedim." dedi. Bunun üzerine Ma´rûf-ý Kerhî ellerini kaldýrdý; "Allah´ým senden bu kimse- ye anne ve babasýna itâatkâr bir evlât vermeni istiyorum. Anne ve babasý da onun elinde müslüman olsun." diye duâ etti. Allahü teâlâ duâsýný ka- bûl etti ve bu kimsenin bir oðlu oldu. Bu çocuk zamanýndaki çocuklardan ve akranlarýndan çok akýllý ve çok zekî oldu. Büyüdüðü zaman babasý onu bir râhibe götürdü. Ona hýristiyanlýðý ve Ýncil´i öðretmesini istedi. Râ- hip onu önüne oturttu. Kendisine bir yazý tahtasý verdi ve benim okudu- ðumu, söylediðim þeyleri söyle dedi. Bu çocuk; "Hayýr söylemem, dilim teslisi söylemeye (Allah üçtür demeye) kapalýdýr. Kalbim ise, Allahü te- âlânýn sevgisiyle meþgûldür." dedi. Râhip; "Ey oðlum ben sana bunu sor- madým." dedi. Çocuk; "Peki neyi sordun?" dedi. Râhip; "Ben sana, ben- den sorup öðrenmek ve anlamak istediðin þeyi sordum." dedi. Bunun ü- zerine çocuk; "Aklýmýn kabûl edeceði, zihnimin ve kalbimin idrak edeceði þeyi bana öðret." dedi. Râhip; "Ey oðlum, ELÝF de." diyerek alfabenin ilk harfini söyledi. Çocuk þiirle þöyle dedi: "(Lafza-i celâlýn baþýndaki) vasýl elifi her kalbi, ezelî ve ebedî sýfatlar sâhibi olan sevgiliye (Allahü teâlâya) vasletti, kavuþturdu. Râhip; "Oðlum BE de." diye söyledi. Çocuk yine þiir- le! "BE, Allahü teâlânýn BEKÂ (sonu olmamak) sýfatýnýn harfidir" dedi. Râhip, SE, CÝM, HA ve bütün harfleri söyledi. Çocuk da hepsine man- zum ve o harflerle ilgili Allahü teâlânýn sýfatlarýný anlatan þiirlerle cevap verdi. Bu cevaplarý duyunca râhip þaþýrýp kaldý. Kalbinde bir ürperti duy- du ve kendisini bir titreme aldý. Ýslâm dîninin dýþýndaki bütün dinlerin bâtýl olduðunu anladý. Râhipteki bu deðiþikliði görünce genç:Aðlatan, güldü- ren, öldüren, dirilten bir Allah´a yemîn ederim ki,

O´nun kapýsýndan baþka bir kapýya giden, mutlak zarar etmiþtir.

Allahýn rýzâsýndan baþka bir þeyi maksûd edinenler yolunu þaþýrmýþtýr.

Hakîki maksad, Allahü teâlânýn rýzâsýdýr. O´ndan baþkasýna gidenlere yazýklar olsun.

Af ve ihsân eden Allahü teâlâ, O´ndan baþkasýndan ne zarar gelir ne fayda.

Hâlýk-ý âlem Allahým ne âlâdýr, ne âlâ kul isyân eder de, yine örter o aliyy-ül-âlâ.

Âlemde kendisinden baþka rab olmayan Allah, her noksanlýktan münezzehtir.

Sever kendisinin emirlerine, nehiylerine uyanlarý ol münezzeh.

beyitle rini söyledi. Râhip iþittiði sözler karþýsýnda aklý baþýndan gitti. Bu çocuðun kendinden konuþmadýðýný ve bu hikmetli sözleri söyletenin Alla- hü teâlâ olduðunu anladý. Ýþte tam bu sýrada içinden gelerek; "Eþhedü enlâ ilâhe illallâh ve eþhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh." di- yerek îmân etti. Sonra çocuðun elinden tutarak babasýna getirdi. Babasý oðlunun râhiple beraber geldiðini görünce, ona doðru yöneldiler. Râhibe bakýnca yüzünde bir nur parladýðýný gördü. Râhibe; "Oðlumun zekâsýný nasýl buldun?" diye sordu. Râhip; "Onun sözlerine kulak ver." dedi. Son- ra söylediklerini babasýna anlattý. Babasý; "Muhtaçlara yardým eden Alla- hü teâlâya yemîn ederim ki, bunlar ondan deðildir. Bunlar Ma´rûf-ý Kerhî´- nin duâsý bereketiyledir. Onun kerâmetidir." dedi. Sonra; "Ey oðlum, senin vâsýtanla bizi Cehennem´den kurtaran Allahü teâlâya hamdederim. Muhakkak ki biz çok kötü bir halde idik, îmânsýz idik" dedi ve Kelime-i þehâdet getirip, îmân etti. Sonra bütün âilesi de müslüman oldu. Evlerin- deki haçlarý kýrdýlar. Allahü teâlâ, Ma´rûf-ý Kerhî hazretleri vasýtasýyla bunlara hidâyet nasîb etti ve Cehennem ateþinden kurtardý.

Evliyânýn büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Baðdâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda yürürken bir hýristiyana nazar ve iltifât etti. Hýristiyan, feryâd edip cezbeye kapýldý ve aðlayarak Mevlânâ´nýn arkasýndan yürüdü. Hânekâha girdi. Müslüman oldu. Saâdete kavuþan- lara katýldý.

Evliyânýn büyüklerinden Midyen bin Ahmed el-Eþmûnî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhýna yakýn bir yerde, yahûdî bir dok- tor vardý. Bu doktor, zaman zaman dergâha gelip, orada bulunanlarý üc- retsiz olarak muâyene ederdi. Etraftan bâzý kimseler de ?Bu yahûdî dok- toru dergâhýna niye sokuyor?? diye Midyen Eþmûnî?yi ayýplarlardý. Hattâ bir gün, bu düþüncelerini ona söylediler. O da bunlara; ?Siz o doktoru ya- hûdî zannedersiniz. Fakat birkaç gün daha sabredin, bakalým ne göre- ceksiniz?? dedi. Bu hâdiseden az bir zaman geçmiþti ki, o yahûdî doktor müslüman oldu. Böylece Eþmûnî?nin, bu doktora niçin iltifât ettiði anla- þýlmýþ oldu.

Evliyânýn büyüklerinden Muhammed Hânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin zamânýnda Baðdât vâlisi Mehmed Reþîd Paþa, Þam´a be- þinci ordu komutaný olarak gelmiþti. Mehmed Reþîd Paþa, Fransýz ter- biyesi ile yetiþmiþ, Ýslâmiyetin yüksekliðini ve kemâlini anlayamamýþ bi- riydi. Þam´a gelince, bir arefe günü, askerin et ihtiyâcý için kurban paza- rýna gitmiþti. Kurban pazarý, Muhammed Hânî´nin bulunduðu mescide yakýndý. Mehmed Reþîd Paþa, pazarda ihtiyaçlarýný karþýladýktan sonra, kurbanlarýn semiz olup olmadýðýna bakarken, elleri kirlendiðinden, ab- dest alýnan yerde ellerini yýkamak için mescide geldi. Bu sýrada Muham- med Hânî abdest alýyordu. Muhammed Hânî´nin üzerinde görülen vakar ve olgunluk alâmetleri, Mehmed Reþîd Paþanýn dikkatini çektiðinden, içinden elini öpmek geçti. Ancak kendi kendine; "Böyle bir müslümanýn elini nasýl öperim. Çünkü bunlar benim en kýzdýðým kimseler." dedi. Bir müddet bu düþünceler içerisinde tereddüt gösterdikten sonra karar verdi ve Muhammed Hânî hazretlerinin yanýna gidip elini öptü. Muhammed Hânî ona sâdece elini uzattý. O öptükten sonra elini çekti ve abdestine devâm etti. Mehmed Reþîd Paþa da oradan ayrýldý. Fakat kalbi elini öp- tüðü zâtla meþgûldü. Bir süre sonra Müþîr Mehmed Nâmýk Paþa ile kar- þýlaþtý. Ona olup bitenleri anlattý. Mehmed Nâmýk Paþa; "O karþýlaþtýðýn zât, evliyâdan Muhammed Hânî hazretleridir. Hattâ onu ziyâret ettiðim i- çin sen beni ayýplýyordun." deyince, Mehmed Reþîd Paþa; "Bu gibi zâtlar müslümanlarýn iftihar ettiði kimselerdir. Hamdolsun ben þu anda onun bereketi ve vesîlesi ile Ýslâm dîninin yüceliðini, kemâlini ve hak bir din ol- duðunu anladým. Artýk müslümanlarý seviyorum. Allahü teâlâ onun vâsý- tasý ile bana hidâyet nasib eyledi." dedi. Ondan sonra Mehmed Reþîd Paþa, Muhammed Hânî´yi ziyâret etmeye baþladý. Hidâyete kavuþma- sýna vesîle olduðu için Muhammed Hânî´ye hep teþekkür ediyordu.

Büyük velîlerden Þeyh-i Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri þöyle anlatýr: "Bir defâsýnda deniz yolu ile uzak mem- leketlere seyahate çýkmýþtým. Gemimiz bir þehirde mola verdi. Vakit öðle üzeriydi. Namaz kýlmak için harâb olmuþ bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiþ etrâfý seyrediyordu. Onunla biraz konuþtuk. Peygamberlerden meydana gelen mûcizelerle, evliyâdan hâsýl olan ke- râmetlere inanmýyordu. Biz konuþurken, mescide birkaç seyyah geldi. Namaza durdular. Ýçlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alýp, havaya doðru kaldýrýp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çýkýp namazýný kýldý. Dik- katlice baktýðýmda, onun Hýzýr aleyhisselâm olduðunu anladým. Namaz- dan sonra bana dönerek; "Bunu, þu münkir kimse için yaptým" dedi. Mû- cize ve kerâmete inanmýyan o gayr-i müslim, bu sözleri iþitince insâf edip müslüman oldu."



YAKMAYAN ATEÞ



Muhyiddîn-i Arabî, zamânýnda bir kiþi,

Felsefeyle îzâha, çalýþýrdý her iþi.



Açýk mûcizeleri, ederdi o hep inkâr,

Derdi ki: ?Bu þeylere, câhiller inanýrlar.?



Geldi bir gün bu kiþi, Muhyiddîn-i Arabî?ye,

Kapýdan izin alýp ve girdi içeriye,



Soðuk bir kýþ günüydü, mangal vardý odada,

Þöyle söze baþladý, bu filozof orada.



?Bâzý câhil insanlar, þuna inanýrlarmýþ,

Nemrud Halîlullah´ý, bir gün ateþe atmýþ.



Ve lâkin Halîlullah, yanmamýþ o ateþte,

Bu iþi akýl mantýk, kabûl etmiyor iþte.



Ateþin özelliði, yakýcýdýr muhakkak

Böyle hurâfelere, câhil inanýr ancak.?



Üzüldü o velî zât onun bu sözlerinden

Ona cevap olarak, kalktý hemen yerinden,



Ateþ dolu mangalý, alarak ellerine,

Boþalttý tamamýný, kilimin üzerine.



Karýþtýrdý eliyle, hem de o ateþleri,

Sonra da avuç avuç, mangala döktü geri.



Bunu gören filozof, þaþýrdý hayretinden,

Dedi ki: ?Bu gördüðüm, gerçek mi hakîkaten.?



Peþinden buyurdu ki, Muhyiddîn-i Arabî:

?Sok sen de þu ateþe, elini, benim gibi.?



O dahî bir elini, uzatýnca ateþe

Ateþin þiddetinden, geri çekti acele.



Çok hayret etmiþ idi, o kiþi olanlardan,

Muhyiddîn-i Arabî, buyurdu ki o zaman:



?Ateþin özelliði, yakýcýdýr ve fakat,

Ýbrahîm peygamberi, yakmadý, bu hakîkat,



Býçak da kesicidir, mantýða bakar isek,

Ve fakat Ýsmâil?i, kesmedi, bu da gerçek.



Sen yanlýþ biliyorsun, hakîkat iþte budur,

Her þey Hak teâlânýn, dilemesiyle olur.?



Piþman oldu o kiþi, önceki sözlerine,

Þehâdeti söyleyip, girdi Ýslâm dînine.

Ynt: Hidayet By: neslinur Date: 27 Mart 2010, 14:54:38
Hindistan´ýn büyük velîlerinden Muînüddîn-i Çeþtî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) havuz baþýnda iken, bir þahýs; "Ey muhterem zât! Bu oturdu- ðumuz yer Mîr Seyyîd Hüseyin´in makâmýdýr. Zamânýnda bu diyâr, onun emrinde idi" dedi. Muînüddîn-i Çeþtî bunu öðrenince; "Allahü teâlâ- ya hamd olsun ki kardeþimin mülkünde bulunuyorum! Ecmîr þehrinde putperestlere âit pek çok puthâne vardýr. Ýnþâallah Peygamberimiz Mu- hammed aleyhisselâmýn iþâret ve yardýmý ile bunlarý yýkacaðým." buyurdular.

Muînüddîn-i Çeþtî geldiði bu yerde oturuyordu. Hizmetçileri arada bir, inek satýn alýp kesiyor ve birlikte yiyorlardý. Bu durum ineðe tapanlar ve putperestler tarafýndan öðrenilince, þiddetli bir kýzgýnlýk ve düþmanlýkla kývranmaya baþladýlar. Toplanýp, Muînüddîn-i Çeþtî ve talebelerini oradan çýkarmayý kararlaþtýrdýlar. Nihâyet büyük bir kalabalýk hâlinde, ellerinde taþ, sopa ve silâhlar olduðu hâlde üzerlerine saldýrdýlar. Putperestler yanlarýna geldikleri sýrada, Muînüddîn-i Çeþtî namaz kýlýyordu. Namazda iken, kocaman bir deðirmen taþýný üzerine yuvarladýlar. Taþ üzerine gelmek üzere iken talebeleri haber verdiler. Bunun üzerine Muînüd- dîn-i Çeþtî selâm verip namazdan çýktý. Ayaða kalktý ve yerden bir avuç toprak aldý. Âyet-el-kürsî´yi okuyup avucundaki topraðý gelen putperest- lere doðru attý. Atýlan topraðýn isâbet ettiði her putperest, olduðu yerde kaskatý kesilip, hareket edemez hâle geldi. Ne yapacaklarýný þaþýrýp peri- þân oldular.

Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerinin kerâmetleri karþýsýnda tutunamayan putperestler, savaþmaktan vazgeçtiler. Puthânelerine dönüp gittiler ve âciz kaldýklarýný belirterek râhiplerinden yardým istediler. Râhib bir müddet susup, sonra; "Ey dostlarým! Sizin o karþýlaþtýðýnýz zât, kendi dîninde kemâlâta ulaþmýþ bir kimsedir. Onu ancak sihir ve efsun yaparak yene- rim." dedi. Bildiði bütün sihirleri yeniden tâlim edip okudu. Sonra putperestlerin önüne düþtü. Muînüddîn-i Çeþtî´nin bulunduðu yere doðru yürüdüler. Muînüddîn-i Çeþtî´ye durum bildirilince; "Onun sihri bâtýl bir iþtir, hiç tesiri olmaz. Ýnþâallah onlarýn râhibi doðru yola girecek" buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarýna geldiklerinde, namaz kýldýðýný gördüler. Hiç birinin yürümeye tâkatý kalmadý. Olduklarý yerde donup kaldýlar, yaklaþamadýlar. Muînüddîn-i Çeþtî, namazýný bitirince dönüp onlara baktý. Önlerine düþüp gelen râhipleri, Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerinin mübârek yüzünü görünce, söðüt yapraðý gibi titremeye baþladý. Bu hâlden kurtulmak için, her ne kadar putlarýnýn ismini söylemek, râm, râm demek istediyse de, aðzýndan hep Rahîm, Rahîm, sesi çýkýyor, Allahü teâlânýn ismini söylüyordu. Muînüddîn-i Çeþtî hazretleri, yanýndakilerden birine bir bardak su verip, râhibe vermesini söyledi. Râhip, verilen suyu alýp þevkle içti. Ýçer içmez gönlü temizlenip müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeþtî, râhibin ismini Þâdî koydu.

Raca, bu hâdiseden sonra, Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerine karþý, Hin- distan´ýn en meþhûr sihirbâzý olan Ecipâl´ý, Ecmir´e çaðýrdý. Ecipâl, Muî- nüddîn-i Çeþtî´ye doðru giderken yapmak istediði sihri düþünüp hazýr- lamak istiyor, fakat aklýna gelen sihiri hemen unutuyordu. Bir türlü zihnini toplayýp, sihir yapma gücünü kendinde bulamadý. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeþtî´nin yanýna gelince, Muînüddîn hazretleri Þâdî´yi yanýna çaðýrdý ve bir bardak vererek; "Ey Þâdî! Þu bardaðý al ve þu havuzdan doldur. Dol­dururken, "Yâ Bedûh, de!" buyurdu. Þâdî "Yâ Bedûh!" diyerek bardaðý havuzun içine daldýrdý. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadý. Bu kerâmet karþýsýnda putperestler, hayretler içinde kalýp, þaþkýnlýklarýndan ne yapacaklarýný bilemediler.

Muînüddîn-i Çeþtî´nin kerâmeti karþýsýnda âciz ve çâresiz kalýndýðýný gören sihirbaz Ecipâl, geri dönüp Raca´ya; "Bütün sihirbâzlar âciz kaldýlar. Bu iþ benim iþimdir. Ancak ben bu iþi tek baþýma baþarýrým." dedi. Fakat o da âciz kaldý. Sonunda, Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerinin verdiði bir bardak suyu içince, hemen deðiþti, gönlü aydýnlanýp küfür ve sapýklýktan kurtuldu. Kelime-i þehâdet söyleyerek müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeþtî´nin teveccühü ile yüksek makâmlara ve üstün derecelere kavuþtu.

Bütün bu hâdiseler, Ecmir racasý ve Hindistan´ýn diðer racalarý tarafýndan hayret ve þaþkýnlýkla tâkib edildi. Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerinin karþýsýnda âciz ve çâresiz kaldýlar. Müslüman olup, Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerine uymakla þereflenen Þâdî ve Ecipâl, hocalarýna; "Efendim, Ecmîr þehrinin ortasýnda bir yere yerleþmenizi, böylece bütün halkýn sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz" dediler. Bu teklifleri kabûl edildi. Muînüddîn-i Çeþtî, Muhammed adýnda bir talebesine; "Git, þehrin ortasýnda bizim için münâsib bir yer hazýrla, oraya yerleþeceðiz." buyurunca, emri yerine getirildi. Muînüddîn-i Çeþtî, hazýrlanan bu yerde dergâhýný kurup, talebeleriyle birlikte oraya yerleþti. Sonra, talebelerinden bir kaç kiþiyi Raca´ya gönderdi. Ona; "Ey katý kalbli kimse! Putperestliði býrak! Allahü teâlâya îmân edip, müslüman ol! Yoksa hakîr, zelîl ve çok piþmân olur, âh edersin" demelerini tenbîh etti. Talebeleri emir üzerine, Raca ile görüþtüler. Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Raca´nýn kalbindeki zulmet kilidi açýlmadý ve aslâ îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrum kaldý. Gelenleri geri çevirdi.

Raca´yý Ýslâma dâvet etmek için giden talebeler, Raca´nýn kabûl etmemesi üzerine gelip, durumu Muînüddîn-i Çeþtî´ye bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir müddet murâkabeye daldý. Sonra gözlerini açýp; "Eðer bu bedbaht kimse, Allahü teâlâya îmân etmezse, onu Ýslâm ordusunun askerlerine teslim ederim." buyurdu. Aradan kýsa bir müddet geçti. Gerçekten Ýslâm ordusu Ecmîr´e geldi.

Sultan Muizzüddîn (Þihâbüddîn) Gûrî, Horasan´da bulunduðu sýrada, rüyâsýnda Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerini gördü. Onun huzûrunda edeble ayakta duruyordu. Muînüddîn-i Çeþtî ona; "Þihâbüddîn! Allahü teâlâ sana Hindistan sultânlýðýný ihsân etmiþtir. Hemen bu tarafa doðru harekete geç! Bedbaht Raca´yý tutup, cezâsýný ver." buyurdu. Uyanýnca hayrete düþen Sultan Þihâbüddîn, rüyâsýný fazîlet sâhibi âlimlere anlatýp, tâbirini sordu. Âlimler; "Sana müjdeler olsun ey Sultan Þihâbüddîn, oralarý fethedeceksin! Endiþelenme, gönlünü hoþ tut. Muînüddîn-i Çeþtî hazretleri sana himmet edecek" dediler. Bunun üzerine Sultan Þihâbüddîn, ordusunu alýp, Hindistan´a hareket etti. Hindistan´da Ecmîr racasýnýn ordusuyla karþýlaþtý. Þiddetli savaþlar yapýldý. Netîcede, Sultan Þihâbüddîn gâlip geldi ve Raca yakalanýp esîr edildi. Sultan Þihâbüddîn ve ordusu, Muînüddîn-i Çeþtî hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koþtu. Ecmîr´- den Dehli üzerine yürüyen Ýslâm ordusu, Dehli racasý Pethûra´nýn ordu- sunu maðlûb edip, kendisini esir aldýlar. Sultan Þihâbüddîn, Dehli´de saltanat tahtýna oturdu. Dört-beþ sene kadar Hindistan´da kaldýktan sonra Gazne´ye döndü. Muînüddîn-iÇeþtî hazretlerinin himmet ve tasarrufla- rýyla, Ýslâmiyet, Hindistan´da her tarafa yayýldý. Pekçok insan küfür hastalýðýndan kurtulup, müslüman olmakla þereflendi. Muînüddîn-i Çeþ- tî´nin talebeleri ve bunlarýn da talebeleri, Hindistan´da asýrlarca Ýslâma hizmet ettiler.

ATEÞ SÝZÝ YAKACAK



Muînüddîn-i Çeþtî, kendi evinde her gün,

Yemek yedirir idi, fukaraya her öðün.



Var idi bu iþ için, hizmet eden bir kiþi,

Her gün yemek piþirip, daðýtmaktý tek iþi.



Para lâzým oldukça, bu iþte hizmetçiye,

Gelirdi çekinmeden, Muînüddîn Çeþtî?ye.



Namaz kýldýðý yerde, bir çekmece dururdu,

Onu çeker, içinde, hazîneler bulurdu.



Alýrdý kâfi miktar, günlük ihtiyâcýný,

Onunla erzak alýr, yakardý ocaðýný.



Var idi o zamanlar, Baðdat?ta yedi kimse

Ateþe tapýyordu, onlarýn yedisi de,



Çekerlerdi hem dahi, her gün sýký riyâzet

Yâni nefislerine, ederlerdi eziyyet.



Öyle yapmýþ idi ki, bu riyâzet onlarý,

Altý ayda bir lokma, ekmekti gýdâlarý.



Böyle açlýk, susuzluk, çekerek gün ve gece,

Bir hayli istidrâca, kavuþtular böylece.



Çok insanlar görerek, onlarýn bu hâlini,

Büyük zât bilirlerdi, mâlesef herbirini.

Muînüddîn Çeþtî?yi, iþitip bu kâfirler,

Onun ile tanýþýp, görüþmek istediler.



Geldiler bu maksatla, bulunduðu ülkeye,

Sordular insanlara: ?Hânesi nerde?? diye.



Girdiler, oturdular, karþýsýnda bir yere,

Dehþete kapýldýlar ve lâkin birden bire.



Zîrâ henüz onlara, gelmiþti bir nazarý,

O an büyük bir korku, kaplamýþtý onlarý.



Peþinden bir titreme, aldý bedenlerini,

Hemen kalkýp öptüler, mübârek ellerini.



Buyurdu: ?Siz Allah´tan, hiç utanmaz mýsýnýz?

Hak teâlâ dururken, ateþe taparsýnýz??



Dediler: ?Biz ateþe, tapýyoruz elbette,

Ki yakmasýn bizleri, dünya ve âhirette.?



Buyurdu: ?Ey ahmaklar, ateþ mâbûd olur mu?

Hiç ateþe tapanlar, yanmaktan kurtulur mu?



Zîrâ tek Allah vardýr, ibâdete müstehak,

Böyle îmân etmeyen, yanacaktýr muhakkak.



Siz eðer ki Allah´a, koþarsanýz böyle eþ,

Dünyâ ve âhirette, yakar sizi bu ateþ.



Ben ise tek Allah´a, inanýrým þu anda,

Bu yüzden ateþ beni, yakmaz iki cihanda.?



Onlar hayret ederek, dediler: ?Öyle ise,

Bunun doðruluðunu, isbât et þimdi bize.?



Onlar merak içinde, mübâreðe bakarken,

O içerden getirdi, bir yýðýn kor, yanarken,



Allah´a duâ edip, avuçladý közleri,

Açýk kaldý dehþetten, kâfirlerin gözleri.



Hem de onun elinde, söndü yanan ateþler,

Hayretle þâhid oldu, buna ateþperestler.

Ve onlar görür görmez, bu müthiþ kerâmeti,

Nakþoldu kalblerine, Ýslâmýn muhabbeti.



Ve duydular gâibden, þöyle söylendiðini:

?Ateþin gücü var mý, yaksýn senin elini.?



Onlar bütün bunlarý, iþiterek, görerek,

Hepsi îmân ettiler, þehâdet getirerek.



Oldular yedisi de, makbûl bir talebesi,

Hattâ kýsa zamanda, evliyâ oldu hepsi.



Nice kâfir kimseler, bir bakmakla yüzüne,

O anda îmân edip, inanýrdý sözüne.



Kendisinin Baðdat?ta, bulunduðu yýllarda,

Gayr-i müslim bir kiþi, kalmadý o diyârda.



Hindistan´da yetiþen evliyâdan ve Çeþtiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin Bedâyun´da çocukluktaki arkadaþý Hâce Hasan Sencerî idi. 73 yaþýnda iken, Nizâ- meddîn Evliyâ tarafýndan bu yola çekilmiþtir. Bu durum þöyle anlatýlýr: "Bir gün Nizâmeddîn Evliyâ, bâzý talebeleriyle berâber Hâce Kutbeddîn Bahtiyâr Kâkî´nin türbesini ziyâretten dönüyorlardý. Yolda bâzý türbelerin yanýnda Fâtiha okumak üzere durdular. O sýrada çocukluk arkadaþý Ha- san Sencerî´yi çok neþeli bir hâlde gördü. Sencerî, Nizâmeddîn Evliyâ´yý ve yanýndakileri görünce, þu Fârisî þiir tercümesini alaylý bir þekilde oku- du: "Yýllarca berâber bulunduk, fakat senin sohbetinin bir faydasý olmadý. Senin acýman benim günahkâr hayâtýmý düzeltmedi. O hâlde, benim gü- nahkâr hayâtým, senin acýmandan daha kuvvetlidir." Nizâmed dîn Evliyâ gülerek; "Hasan, insanýn sohbetinin ve arkadaþlýðýnýn netice vermesi de zaman ister. Sohbetin etkisi, insandan insana deðiþir" dedi. Bu sâde ve doðru sözler, Hasan Sencerî´nin kalbine ok gibi iþledi. O neþeli ve alaycý hâli birden kayboldu ve çocuk gibi aðlamaya baþladý. Büyük velînin önüne çöktü, geçmiþ kötü hayâtý için tövbe etti ve onun sâdýk bir talebesi oldu. 1301 senesinden 1319 senesine kadar hocasýndan duyduklarýný kaydederek bir kitap yazdý ve bu kitaba Fevâid-ül-Fevâd ismini verdi."

Tâbiîn devrinde Kûfe´de yetiþen müctehid imamlarýn büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânýnda Emevî vâlilerinden Haccâc, güvendiði bir kimseyi on kiþi ile Saîd bin Cübeyr´i çaðýrmaya gönderdi. Bir râhibin kilisesine geldiler. Saîd bin Cübeyr´i o râhipten sordular. Râhip onlara yol gösterdi. Saîd bin Cübeyr´i secdede buldular. Selâm verdiler. Baþýný secdeden kaldýrdý. Namazýný bitirip selâmlarýný aldý. Haccâc seni çaðýrýyor dediler. Allahü teâlâya hamd ve senâ, Resûlüne salevât getirip on kiþiyle beraber Haccâc´a gitmek üzere yola çýktý. Râhibin bulunduðu kiliseye geldiler. Râhip onlara kilisenin etrafýnda arslan ve baþka yýrtýcý hayvanlar olduðundan yukarý çýkmalarýný söyledi. Saîd bin Cübeyr çýkmadý. Râhip, herhalde kaçmak istiyorsun? dedi. Hayýr, kaçmak istemiyorum. Yalnýz müslüman olmayanlarýn evine girmek istemem, buyurdular. Yýrtýcý hayvanlar seni parçalar dediler. Allahü teâlâ, beni onlarýn zararýndan muhafaza etmeye kâdirdir. Sabaha kadar burada kalacaðým buyurdu. Râhip on kiþiye: "Siz yukarý geliniz ve yaylarýnýzý kurup da salih kulu muhafaza etmek için bekleyiniz" dedi. Gece oldu. Râhip ve on kiþi, canavarlarýn gelip Saîd bin Cübeyr´e sürünüp gidip bir yerde oturduklarýný, sonra aslanlarýn da gelip ayný hareketi yaptýðýný gördüler. Râhip sabahleyin aþaðý inip müslüman oldu.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânýnda bir gün müslüman olmayan biri yoldan geçiyordu. talebelerine onu gösterip; "Bu adamda müslümanlýk alâmeti var!" buyurdu. Aradan birkaç sene geçtikten sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât ettiler. Talebelerinden biri hocasýnýn mezarýný ziyâret ederken, o adam da yakýndan geçiyordu. Hocasýnýn sözleri hatýrýna gelerek hemen yanýna vardý. Ona hocasýnýn kendisi hakkýndaki sözlerini anlattý. Bunun üzerine o adam dedi ki: "Gel Bakalým! Mezarýna varalým. Bana müslü- man ol desin, ben de müslüman olayým!" dedi. Berâberce kabre vardýlar. O anda kabirden þöyle bir ses iþittiler: "Ey falan! Cehennem ehlinden, Cennet ehli daha üstündür!" Adam bu sözü iþitince, þehâdet getirip müslüman oldu.

BÝR KERÂMET



Bir gün Sehl-i Tüsterî, son hastalýk ânýnda,

Kendinden geçmiþ hâlde, yatarken yataðýnda,



Sordu talebeleri: ?Efendim yerinize,

Sizden sonra acabâ, kim vekil olur size??



Gözlerini açarak, o an Sehl-i Tüsteri

Þâdýdil adýndaki, bir kâfiri söyledi.



Etrafýnda olanlar, þaþýp hayret ettiler,

?Herhâlde hocamýzýn, aklý gitti? dediler.



?Bu kadar çok müslüman, âlim varken, o yine

Ne için bir kâfiri, geçiriyor yerine??



Buyurdu ki: ?Kalkýnýz, gürültü yapmayýnýz,

Þâdýdil?i acele, yanýma çaðýrýnýz!?



Çaðýrdýlar ve geldi, Þâdýdil, huzuruna,

Yataðýndan doðrulup, buyurdu ki ona:



?Ey Þâdýdil, dinle ki, ölür isem ben þâyet,

Mimberime çýkýp da, insanlara sen va?z et.?



Þâdýdil de þaþýrdý, ?Peki? dedi cevâben,

Sonra Sehl-i Tüsterî, göç etti bu âlemden.



Üç gün sonra Þâdýdil, ikindi namazýnda,

Hazýr bulunuyordu, cemâat arasýnda,



Zünnârýný belinden, çýkarýp daha sonra,

Çýktý o gün mimbere, dedi ki insanlara:



?Ey Sehl-i Tüsterî?nin, kýymetli cemâati,

O mübârek insanýn iþte bir kerâmeti.



Zîrâ o, birgün bana, demiþti ?Dinle beni!

Hâlâ îmân etmenin, zamaný gelmedi mi??



Ey insanlar, bilin ki, þimdi geldi o zaman,

Ve ben de sizin gibi, iþte oldum müslüman.?



Cemâat Þâdýdil?i, hayretle dinler iken,

O, þehâdet söyleyip, îmân etti gönülden.



Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât edince, insanlar cenâze namazý için toplandý. O þehirde bir yahûdî vardý. Yaþý yetmiþi aþmýþtý. Ýniltileri duyunca, ne oluyor diye dýþarý çýktý. Cenâzeye bakýnca yanýndakilere; "Benim gördüðümü siz görüyor musunuz?" dedi. Ne görüyorsun dediklerinde; "Gökten inip, cenâze ile giden kimseler görüyorum." dedi. Ve ardýndan Kelime-i þehâdet getirip müslüman oldu.

Meþhûr haným velîlerden Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aley- hâ) zamanýnda Mýsýr´da, Hýristiyan bir kadýnýn, genç bir oðlu vardý. Bu genç, bir sefere çýktý ve yolda, esir düþtü. Annesi kiliselere gidip çok araþtýrdý ise de, oðlundan bir haber alamadý. Bir gün kocasýna, "Bu þehirde Seyyidet Nefîse isminde, duâsý makbûl bir haným varmýþ, ona git. Belki çocuðumuzun bulunmasý için duâ eder. Eðer onun duâsý hürmetine oðlumuz bulunursa, ben de o hanýmýn dînini, Ýslâmiyeti kabûl edeceðim." dedi. Kocasý gelip, Seyyidet Nefîse´yi buldu ve durumlarýný anlattý. O da duâ etti. Adam eve gelip hanýmýna; "Oðlumuzun bulunmasý için duâ etti." dedi. Gece olunca evlerinin kapýsý çalýndý. Kadýn kalkýp kapýyý açýnca, oðluyla yüz yüze geldi. Kadýn hem hayret etti, hem de çok sevinip, nasýl geldiðini sordu. Genç; "Nasýl geldiðimi ben de bilmiyorum. Ancak, beni baðladýklarý zincirin üzerinde bir el gördüm ve; "Bunu salýn. Buna Sey- yidet Nefîse þefâat etmiþtir" diye bir ses duydum. Zincirlerim çözüldü ve birden kendimi burada buldum." diye anlattý. Gencin anlattýklarýný dinli- yen annesi hemen müslüman oldu.

Zâlim bir kimse, eziyet etmek için bir adamý çaðýrttý. O adam Seyyi- det Nefîse´ye gidip, yardým istedi. Kurtulmasý için duâ ettikten sonra; "Gi- diniz. Allahü teâlâ seni zâlimlerin gözünden saklar." buyurdu. Adamca- ðýz, zâlim kimsenin adamlarý ile berâber, onun huzûruna vardýlar. Zâlim, "O kimse nerededir?" diye sordu. "Huzûrunuzda duruyor." dediler. "Be- nimle alay mý ediyorsunuz? Ben onu göremiyorum" dedi. Adamlarý; "Bu adam buraya gelmeden önce Seyyidet Nefîse´nin yanýna gidip duâ istedi ve duâ aldý. "Gidiniz Allahü teâlâ seni zâlimlerin gözlerinden saklar" bu- yurdu." dediler. Zâlim kimse bunlarý duyunca, demek ben zâlimim, dedi. Yaptýðý iþlere çok piþman oldu. Baþýný eðip tövbe ve istigfâr etti. Sonra baþýný kaldýrdýðýnda, o kimseyi karþýsýnda gördü. Yanýna çaðýrýp ona sa- rýldý. Kendisine kýymetli elbiseler ile baþka hediyeler verip yolcu etti. Son- radan da Seyyidet Nefîse´ye yüz bin dirhem gönderip; "Bu, Allahü teâlâ- ya tövbe etmesine vesîle olduðunuz kulun þükrân borcudur." dedi. O da bu paranýn hepsini fakirlere daðýttý.

Seyyidet Nefîse hazretlerinin yahudî bir kadýn komþusunun, bir kötürüm kýzý vardý. Annesi hamama gitmek istedi. Kýzý da onunla gitmek arzu edince annesi; "Olmaz, sen evde yalnýz otur." dedi. Çocuk; "Bâri sen gelinceye kadar komþumuzun yanýnda kalayým." dedi. Kadýn, Seyyidet Nefîse´ye gelip çocuðunun arzusunu bildirince o da izin verdi. Kadýn çocuðunu getirip gösterilen bir odaya býraktý ve kendisi de hamama gitti. Kötürüm kýz otururken Seyyidet Nefîse diðer tarafta abdest alýyordu ve abdest suyu kötürüm kýzýn yanýndan akýyordu. Allahü teâlânýn hikmeti, o kýzýn aklýna, yanýndan akýp giden abdest suyundan biraz alýp ayaklarýna sürmek geldi ve düþündüðünü yaptý.

Hemen sýhhate kavuþtu. Sanki hiç hasta deðilmiþ gibi ayaða kalkýp yürümeye baþladý. Seyyidet Nefîse olanlardan habersiz, öbür tarafta na- maz kýlýyordu. Kýz, dýþardan gelen seslerden, annesinin hamamdan gel- diðini anlayýnca, hemen evlerinin kapýsýna gidip kapýyý çaldý. Annesi ka- pýya gelip kim olduðunu sorunca; "Senin kýzýným." dedi. Hemen kapýyý açýp, kýzýný sapa-saðlam karþýsýnda görünce; "Nasýl oldu da iyileþtin? Anlat!" dedi. Kýz olanlarý anlatýnca, kadýn hüngür hüngür aðlayýp; "Vallahi bizim dînimiz bâtýldýr. Onun dîni haktýr." dedi. Hemen gidip, Seyyidet Ne- fîse´nin elini öptü. Ayaklarýna kapandý. Kelime-i þehâdet getirip müslü- man oldu. Seyyidet Nefîse de bu hâle sevinip, bu ihsânýndan dolayý Allahü teâlâya hamd ve þükretti. Sonra kadýn evine gitti. Kýzýn babasýnýn ismi Eyyûb olup, kavminin ileri gelenlerinden idi. Akþam eve gelip kýzýnýn saðlam hâlini görünce, sevincinden aklý gidecek gibi oldu. Hanýmý hâdi- seyi ve müslüman olduðunu anlatýnca, kendisinden geçer gibi oldu ve; "Yâ Rabbî! Sen dilediðine hidâyet verirsin. Vallahi, Ýslâm dîni haktýr. Bizim þimdiye kadar bulunduðumuz din bâtýldýr." dedi. Sonra Seyyidet Nefîse´nin hânesine gelip, yüzünü gözünü kapýnýn eþiðine sürdü ve Kelime-i þehâdet getirip müslüman oldu. Kýzýn iyileþmesi ve annesinin, babasýnýn müslüman olmalarý hâdisesi, kýsa zamanda her tarafa yayýldý ve komþu yahudilerden birçoðu îmân etti.



ALTMIÞ ABDEST ALMIÞTI


Bir gün Süfyân-ý Sevrî, âniden hastalandý,

Bir doktor getirdiler, lâkin hýristiyandý,



Bu hýristiyan doktor, duymuþtu önce onu,

Bilirdi evliyâdan, bir kimse olduðunu.



Süfyân?ýn hânesine, o doktor geldiðinde,

Sohbet etti onunla, týp ilmi üzerinde.



Lâkin öyle bilgiler, verdi ki ona Süfyân,

Aðzý açýk dinledi, Süfyân?ý hýristiyan.



Zîrâ hiç duymadýðý, bilgilerdi onlar hep,

Çok hayretler içinde, kalmýþtý bundan sebep.



Merak etti, bunlarý, nasýl biliyor diye,

Baþladý daha sonra, onu muâyeneye.



Vücûdunu dinleyip, dedi: ?Aman efendim!

Nasýl yaþýyorsunuz, buna çok hayret ettim.



Korkudan parça parça, olmuþ ciðerleriniz,

Ýmkânsýz bu durumda, sizin ömür sürmeniz.



Ben ki bunca senedir, tabîblik yapýyorum,

Böyle bir hâdiseye, ilk defâ rastlýyorum.



Týp bilgisine göre, böyle olan ciðerle,

Deðil ki yýllar yýlý, yaþanmaz bir gün bile.?



Buyurdu ki: ?Týp ilmi, doðru söyler muhakkak,

Ve lâkin her þeye de, kadirdir cenâb-ý Hak.?



O hýristiyan doktor, düþündü, durdu biraz,

Süfyân?ýn bu sözüne, etmedi hiç îtiraz.

Dedi ki: ?Parça parça, olmuþ böyle ciðerle,

Mâdem ki yaþadýnýz, sýhhatle, senelerle,



Öyleyse inandým ki, bu sizin dîniniz hak,

Ve elbette her þeye kadirdir cenâb-ý Hak.?



Kelime-i þehâdet, getirerek o zaman,

Süfyân?ýn huzûrunda, hemen oldu müslüman.



Zamânýn hükümdarý, iþitince bu hâli,

Hem sevindi ve hem de, hayret etti bir hayli.



Dedi: ?Doktor gitmiþti, bir hastanýn yanýna,

Meðerse hasta gitmiþ, doktorun ayaðýna.?



Ölüm hastalýðýnda, çok karný aðrýyordu,

Bu sebepten abdesti, sýk sýk bozuluyordu.



Fakat tekrar alýrdý, her abdest bozuluþta,

En ufak bir gevþeklik, etmedi bu hususta.



Abdestliyken ölmeyi, arzû ediyordu hep,

Çok abdest almasýna, bu idi esas sebep.



Bu yüzden altmýþ defâ, abdest aldý o gece,

Ve nihâyet vefâtý, çok yaklaþtý böylece.



Buyurdu: ?Vakit tamam, indirin yere beni.?

Derhâl îfâ ettiler, Süfyân?ýn bu emrini.



Bu hâli dostlarýna, söylemek maksadiyle,

Çýkýnca, gördüler ki, cümle halk gelmiþ bile.



Girdiler içeriye, o ara, gelen zevât,

Süfyân ?Allah? diyerek, o anda etti vefât.



O arada gâibden, duyuldu bir ses yine:

?Takvâ sâhibi Süfyân, vâsýl oldu Rabbine.?



Birisi, rüyâsýnda, uçarken gördü onu,

Sordu bu dereceye, nasýl kavuþtuðunu.



Buyurdu ki: ?Allah´ýn, her emir yasaðýna,

Uydum hassâsiyetle, büyük ve ufaðýna.?

Evliyânýn büyüklerinden Þakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliðinde gençlerin reisi idi. Bir gün arkadaþlarýyla birlikte, mecûsilerin taptýklarý ateþin bulunduðu tapýnaða geldiler. Arkadaþlarýna, ?Haydi içeri girelim. Mecûsiler ne yapýyorlar, ateþe nasýl tapýyorlar, bakalým.? dedi. Ýçeride güzel yüzlü bir gencin ateþe tapýnmakta olduðunu gördüler. Þakîk-i Belhî o gence, müslüman olmasýný teklif etti. O genç, Þakîk-i Belhî?nin yanýna gelip ona bir tokat vurdu. Þakîk-i Belhî ve arkadaþlarý buna bir mânâ veremeyip, dýþarý çýktýlar. Þakîk-i Belhî; ?Kendi kusurlarým sebebiyle bu mecûsi müslüman olmadý. Sözüm tesir etmedi.? diyerek, tövbe ve istigfâr eyledi. Hattâ, kusur ve günahlarýnýn affý için aðladý, çok gözyaþý döktü. Uzun yýllar ilim öðrendi. Büyük âlimler arasýna girdi. Alla- hü teâlânýn katýnda sevilen kimselerden oldu. Aradan uzun yýllar geç- miþti. Bir gün talebeleriyle yine o mecûsilerin tapýndýðý yere geldiler. Ta- lebelerine; ?Geliniz mecûsileri görelim de, onlar gibi olmadýðýmýz için Al- lahü teâlâya þükredelim.? buyurdu. Ýçeri girdiklerinde, ihtiyar bir mecûsi- nin ateþe tapýnmakta olduðunu gördüler. Þakîk-i Belhî ona; ?Niçin müs- lüman olmuyorsun? Güzel simâlý bir ihtiyarsýn.? deyince, ihtiyar; ?Bana Ýslâmý anlat.? dedi. Þakîk-i Belhî ona Ýslâmiyeti anlattý, o da müslüman oldu. Berâberce dýþarý çýktýlar. Giderken, Þakîk-i Belhî, yeni müslüman olan ihtiyara; ?Filan târihte, mecûsilerin bu tapýnaðýnda bir genç vardý. Þimdi ne hâldedir?? diye sordu. Ýhtiyar; ?Ýþte ben o gencim.? dedi. Þakîk-i Belhî çok hayret etti ve; ?Sana o zaman müslümanlýðý an­lattým, müs- lüman olmaný teklif ettim, kabûl etmedin. Þimdi anlattým, hemen müslü- man oldun. Hikmeti nedir?? diye sordu. Ýhtiyar bunu þöyle cevaplandýrdý: ?O zaman senin sözün bana tesir etmedi. Þimdi ise o kadar temiz ve nurlusun ki, benim pislik ve zulmetimi giderip temizledin. Allahü teâlâ da senin nûrunu arttýrsýn.? dedi. Oradakiler ?Âmin? dediler.

Þakîk-i Belhî hazretlerine bir gün yolda bir gayr-i müslim dedi ki: ?Bir kimse, kendisine rýzýk verdiði için Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ederse, o kimsenin bu yaptýðý yalancýlýktýr.? Þakîk-i Belhî bunu duyunca yanýndakilere; ?Bu kimsenin söylediði sözü bir yere yazýnýz." buyurdu. O gayr-i müslim dedi ki: "Nasýl olur, senin gibi yüksek bir zât, benim gibi birinin söylediði sözü kaydeder mi?? Þakîk-i Belhî buyurdu ki: ?Evet biz, kim olursa olsun doðruyu söyleyen kimsenin sözünü alýr, kabûl ederiz. Peygamber efendimiz; ?Hikmet, müminin gayb ettiði malýdýr. Nerede bulursa alsýn.? buyurdu. Bu sözler karþýsýnda hayrette kalan gayr-i müslim; ?Bana Ýslâmiyeti anlat. Ben de müslüman olacaðým. Senin dînin hak dindir. Tevâzu ve hakký kabûl etmeyi emretmektedir.? dedi ve müslüman oldu.

Meþhûr velîlerden Þeyh Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Ali Dede isminde bir zât þöyle anlatmýþtýr: "Bir gün, meþhûr velîlerden Hasan Efendi ile birlikte bir yere gidiyorduk. Yol üzerinde gayr-i müs- lim bir kimseye rastladýk. Merkebine yük yüklemiþ gidiyordu. Hasan Efendi; "Ali Dede merkebin yükü nedir bir sor bakalým." dedi. Sorduðumda merkebin þarap yüklü olduðunu öðrendim ve; "Sultaným, þarapmýþ." dedim. "Söyle bir tas doldurup versin. dedi. Gidip gayr-i müslimden bir tas þarap aldým. Getirince; "Ali Dede iç!" dedi. Önce tereddüd etdim. Üçüncü defâ iç deyince, hatýrýma þeyhin kerâmetinin zuhûr edebileceði geldi. Ýçmeye baþladým. Fakat tastaki þarap bal þerbeti olmuþtu. Bu durumu görünce hemen Hasan Efendinin elini öptüm. Þimdi tasta kalaný o þarap taþýyan gayr-i müslime ver." dedi. Götürüp verdim. Aldý içti. Hasan Efendinin kerâmetiyle þarabýn bal þerbeti olduðunu gördü ve müslüman olmakla þereflendi."

Tâbiînin meþhûrlarýndan velî Ubeyde bin Muhâcir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdullah bin Yûsuf´dan þöyle nakledilmiþtir: "Ebû Abdürrab Ubeyde bin Muhâcir köleleri satýn alýr, sonra serbest býrakýrdý. Bir gün Rum asýllý ihtiyar bir köle kadýný satýn aldý, serbest býraktý. Ýhtiyar kadýn, nereye gideceðim, nerede barýnayým bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o ihtiyar kadýný kendi evinde kalmasý için evine gönderdi. Akþam evine gidince, o ihtiyar kadýnla birlikte akþam yemeðini yediler. Sonra da kim olduðunu, nereden getirildiðini sormaya baþladý. Kadýn Rumca konuþuyordu. Sonunda o kadýn annesi çýktý. Buna çok sevinip oralara çeþitli vesilelerle getirilen ve kendisine kavuþan annesine müslüman olmasýný söyledi. Fakat kadýn ilk anda kabûl etmedi. Ona çok iyilik ve ihsânlarda bulundu. Nihâyet bir Cumâ günü ikindi namazýndan sonra, annesinin müslüman olduðunu müjdelediler. Buna o kadar sevindi ki, þükür secdesine kapanýp, güneþ batýncaya kadar secdede kaldý.

Ýstanbul?da yetiþen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretlerinin Apostol isminde hýristiyan bir komþusu vardý. Bir gün bu Apostol, denizde fýrtýnaya tutuldu. Kendisi hýristiyan olduðu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi âdetlerince, mühim ve kýymetli hediye sayýlan yýllanmýþ þarap alarak Yahyâ Efendinin dergâhýna gitmek için yola çýktý. Getirdiði þarap, dergâhýn yokuþunda, daha oraya varma- dan nar suyu hâline döndü. Bu apaçýk kerâmetleri gören Apostol, müslü- man olmakla þereflenip, Ali ismini aldý. Arsasýný Yahyâ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasýna katýldý. Bu zât, Yahyâ Efendi ile ayný türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadýr.

Avrupa?da Kara Pehlivan ismiyle meþhûr ve bütün güreþçileri yenen gayr-i müslim bir güreþçi vardý. Bu güreþçi bir ara Ýstanbul?a geldi. Bütün güreþçilere meydan okuyor, hiç kimsenin kendisiyle güreþmeye cesâret edemeyeceðini söylüyordu. Yahyâ Efendi Ýslâmiyetin þerefini, vekarýný korumak için, güreþmek üzere o meþhûr pehlivanýn karþýsýna çýktý. Kendisi daha önce hiç güreþmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti. Pehlivanlar meydana çýktýðýnda, binlerce insan merak dolu bakýþlarla ve endiþe ile netîceyi bekliyorlardý. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karþýlaþtý. O meþhûr, maðrûr ve kendini beðenen Kara Pehlivan?ý bir elense ile yeniverdi.

Kara Pehlivan, bu zâtta gördüðü kuvvetin normal bir þey olmadýðýný, bu hâlin o büyük zâtýn bir kerâmeti olduðunu anladý. O anda kalbinde bir deðiþiklik hissetti. Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye baðlanýp kaldý. Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla þereflenip, talebeleri arasýna katýldý.

Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanýn sürüsünden, iki koyun kaybolmuþtu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhýnýn bahçesine gelmiþlerdi. Çoban, koyunlarýný bütün aramalara raðmen bulamadý. Nihâyet orada bulunduklarýný öðrenip, doðruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanlarýn büyük bir âlimi ve velîsi olduðunu iþitmiþti. ?Acabâ bana nasýl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eðer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduðumu anlayýp; tâze ekmek, tereyaðý ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduðunu anlarým.? gibi düþünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir þey söylemeden; ?Bu kiþi, koyunlarýný ararken, dað taþ demeden dolanýp çok yorulmuþ ve acýkmýþtýr. Buna tâze ekmek, tereyaðý ve bal getirin.? diye hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazýrlanýp getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân?a; ?Ýþte sana tereyaðý, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yaða ban, dilersen bala ban.? dedi ve tebessüm ederek, yemesi için iþâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuþadý. Evliyânýn lokmasý kalp hastalýðýna þifâ olmuþtu. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle þereflenip müslüman oldu. Bu nîmetin þükrânesi olarak, Allah rýzâsý için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm edilmesini istedi.

Yahyâ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. Ýsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman zaman; ?Ey Kusta Usta! Küfür hâlinde olman uygun deðil. Îmâna gelsen de seninle bir kardeþ olsak. Âhiret yolunda da yoldaþ olsak, daha iyi deðil mi?? derdi. O da; ?Sözleriniz doðrudur. Bir gün gelir baþýmýzýn yazýsýný elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.? diye cevap verirdi. Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi. O da kýsa zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi onu eline alýnca, ceplerini aramaya baþladý. Terzi Kusta Usta; ?Bir noksaný mý var?? diye sordu. Yahyâ Efendi de; ?Onun bir noksaný yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?? diye sordu. Bunun üzerine Kusta Usta; ?Efendim! Cebini dikmiþtim. Cep aðýzlarý dikiþlidir. Verin bana aðýzlarýný açayým.? dedi. O zaman Yahyâ Efendi, ona; ?Ellerini ceplerine sok ne çýkar, ne bulursan senin olsun.? buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir mânâ veremeyip þaþýrdý ve ellerini, ipliklerini söktüðü ceplere soktu. Bir avuç altýn çýkardý. Kusta Usta?nýn aklý baþýndan gitti ve kendisini bir titreme aldý. Sonra Yahyâ Efendinin ellerine sarýldý ve; ?Ey Allah?ýn sevgili kulu! Bana yardým edin. Mümin olma zamâným geldi. Îmân etmek istiyorum. Bana îmâný öðretiniz.? dedi. Yahyâ Efendi onun baþýna kendi tülbendini sardý ve; ?Artýk ismin Ali Usta oldu.? buyurdu. Ali Efendi Kelime-i þehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin talebeleri, sevdikleri arasýna girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti.

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid Ýsfehânî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Sâlih bin Mehdî þöyle anlatýr: Muham- med bin Yûsuf (Zâhid Ýsfehânî) ile beraber Yahûdiyye beldesine gidiyor- duk. Yolda bir hýristiyanla karþýlaþtýk. O, hýristiyanýn selâmýný çok güzel bir þekilde aldý. Ona çok hürmet etti. ?Nasýl olur da bir Ýslâm âlimi ve velî, bir kâfire böylesine hürmet eder?? diye düþündüm. Hýristiyan yanýmýzdan ayrýlýnca bunun sebebini sordum. ?Bu nasrânî gözüken kimse, gizlice îmân etmiþtir. Müderris olan kardeþim, dokuz talebesiyle birlikte bunun köyüne geldi. Bu adam da hizmetçisini gönderip köyde misâfir olup ol- madýðýný araþtýrdý. Durumu anlayýnca, bizzat kendisi gidip onlarý evine dâvet etti. Onlara izzet ve ikrâmda bulundu. Ayrýca içinde yüz bin dirhem bulunan bir keseyi yol harçlýðý vermek istedi. Ama onlar; ?Bizim ihtiyâcý- mýz yoktur.? diyerek kabûl etmediler.? buyurdu.

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüþhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yaz aylarýnda bâzan Beykoz?daki Yûþâ Tepesi adý verilen mevkiye çadýr kurarak, talebeleriyle sohbet ederlerdi. Birçok kerâmeti görüldü.

Beykoz?da kaldýklarý günlerden bir gün huzûruna bir hýristiyan geldi ve ona; ?Efendim! Gözlerim sizin gibisini görmedi. Ne zaman sizi görsem kalbim rahat eder, huzur bulurum. Baþka yerde bu zevki tadamýyorum. Bu ne haldir, bu ne sýrdýr. Aklým bir türlü almýyor.? dedi ve sonra da o hýristiyan hidâyet nûruna kavuþup müslüman oldu.

Ziyâeddîn Gümüþhânevî hazretleri bir gün çayýrlýk bir yerde talebeleri ile sohbet ediyordu. O sýrada oraya erkekli kadýnlý bir grup yahûdî geldi. Berâberlerinde getirdikleri hasta bir kadýný Ziyâeddîn hazretlerinin huzûruna koydular. Sonra da bir kenarda þarký söylemeye baþladýlar. Bunun üzerine Ziyâeddîn hazretleri ayaða kalkýp oradan uzaklaþmak istedi. Yahûdî topluluðu onun uzaklaþmak istediðini görünce telaþlanýp; ?Bu zât acabâ kime incindi. Biz onun için þarkýlar söylüyoruz. Yanýnda olmakla bereketlenmek istiyoruz. Ne olur gitmesin, dursun ricâmýz budur. Getirdiðimiz þu hastamýza bir duâ ediversin. Biz kendimizce ona hürmet etmek istemiþtik. Onu bu hareketimizle üzeceðimizi bilmiyorduk. Ne olur bize merhamet edip duâ etse de hastamýz iyi olsa.? dediler. Talebeler bu arzularýný gidip Ziyâeddîn hazretlerine haber verdiler. Ziyâeddîn hazretleri merhamet edip onlarýn bu arzularýný kabûl etti. Sonra yahûdîler teker teker yanýna yaklaþtýlar ve Ziyâeddîn hazretlerinin ellerinden öptüler. Hasta da yalvarmaya baþladý. Herkesi bir heybet kapladý, aðlayýp titremeye baþladýlar. Yahûdîler bu hal karþýsýnda Kelime-i þehâdet getirip îmân etmekle þereflendiler. Hastalarý da þifâ buldu.


radyobeyan